fatih kısaparmak balon baskılı balon Adnan KÜÇÜK "“DARBE BİR ANAYASAL HAK” mıdır?" - Siyaset Forum

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Adnan KÜÇÜK "“DARBE BİR ANAYASAL HAK” mıdır?"


Ertuğrul ÖZGÜL
06-03-2009, 07:56
Türkiye’de son 49 yıldır askeri darbeler tartışılıyor. Hem de Anayasalarında “Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlettir” hükmü yer aldığı halde, bu tartışmalar yapılıyor. Hala bazı insanlar demokrasiye rağmen darbelerin faziletlerinden söz etmektedir.

27 Mayıs 1960 askeri darbesinin yoğun bir şekilde tartışıldığı şu günlerde, İnternet sayfalarına Cihan Haber Ajansı kaynaklı bir haber düştü. Habere göre, Emekli Orgeneral Edip Başer özetle şöyle demiştir:

Darbeler Zorunluluktan Yapılmış

“Türkiye’de TSK tarafından yapılan birkaç müdahale vardır. Şunu herkes iyi bilmelidir ki; TSK bu milletin ordusudur. Ve TSK hiçbir zaman milletin aleyhinde olabilecek, ülke çıkarlarını zedeleyecek herhangi bir davranış içinde olmamıştır. Bundan böyle de olmayacaktır. Eğer silahlı kuvvetler ‘Anayasa’da kendisine verilen görevin’ gereğini yapma zorunluluğu görmeseydi böyle bir darbe girişimine veya darbeye gerek duymayacaktı”. 27 Mayıs ihtilali ile ilgili olarak: “Şunu hiçbir zaman unutmamak lazım; bütün o kararlar birer hukuk kararıdır, hukukun aldığı kararlardır, uygulamalardır. Bugün baktığımızda ‘keşke olmasaydı’ dediğimiz çok şeyler var. Fakat bunlar olmuştur. Önemli olan bugün bunların tartışmasını yapmak değil, bunlardan alınacak dersleri önümüze koymaktır. Yoksa bugün geçmişteki hataların kavgalarını yapmaya devam edersek bir yere varmamız mümkün değil”.

Darbe Kültürü Türkiye'de Kökleşmiş

Şimdi, bu düşüncenin neresini düzelteyim; baştan sona demokrasiyi dışlayan, hukuk devletini yok eden bir düşünce. Bir demokratik devlette bu sözler sarf edilse merak ediyorum neler söylenir? Herhalde ben demokratım ve hukuk devletini savunuyorum diyen bir kişi bile, tutarlı bir şekilde bu düşünceyi tasvip ettiğini söylemez. Ama bizde maalesef hem bu kabilden sözler söylenmekte, hem de çoğu kişiler bu tür sözleri gayet yerinde görmektedir. Dahası “oh be diline sağlık Paşam ne iyi ettin de bu sözleri söyledin” diye (içinden) alkış tutan o kadar insan var ki, bu manzara ülkemizdeki demokrasi kültürünün seviyesini göstermektedir; ya da darbe kültürünün ve zihniyetinin ne kadar kökleştiğini ortaya koymaktadır.

Cemal Gürsel'in Başbakan Menderes'e Yazdığı Mektup

Bu, bir zihniyetin günümüzde devam eden bir yansımasıdır: “Darbeci askeri vesayet zihniyeti”. Bu zihniyetin Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde miladi tarihi ise: “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in, siyasi içerikli bir nevi muhtırayı içeren bir mektubu Başbakan Adnan Menderes’e takdim etmek üzere Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verdiği 3 Mayıs 1960” günüdür. Bu mektupta, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın istifa ederek yerine Başbakan Adnan Menderes’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden, kabinede yer alan ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan Bakanların değiştirilmesine, tahkikat komisyonunun kaldırılmasından, partilerin ocak ve bucak teşkilatlarına son verilmesine ve parti faaliyetlerinin azami senede 2 defa olmak üzere sadece vilayet merkezlerinde ve mahdut partililerle yapılmasına kadar bir dizi siyasi taleplerde bulunulmuştur.

MUHTIRA NEYE DENİR?

Bütün bunlar, askeri bürokrasinin siyasi iktidardan yerine getirilmesini istediği bir dizi siyasi içerikli taleplerdir. Esasen demokratik bir ülkede bunların yerine getirilip getirilmemesi tamamen siyasi iktidarın inisiyatifine ait bir meseledir. Askeri bürokrasinin böyle bir talepte bulunup bunun yerine getirilmemesi halinde bir takım tehditlerde bulunması, siyasi iktidara yönelik bir “müdahale” ve bir nevi “muhtıra”dır. Nitekim Celal Bayar da bunu, siyasi iktidara yönelik bir “muhtıra” olarak değerlendirmiştir. Zaten daha sonraki gelişmeler de bu tespiti doğrulamış; 24 gün sonra, bu taleplerin yerine getirilmediğinden de söz edilerek 27 Mayıs Asker Darbesi gerçekleştirilmiştir.

27 MAYIS TÜM DARBELERİN ANASIDIR

27 Mayıs, bir zihniyet olarak sadece o günlerde (yaklaşık bir buçuk yıl) kalmamıştır; Talat Aydemir’in (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963) gerçekleştirmiş olduğu 2 tane darbe teşebbüsü, 12 Mart askeri muhtırası, 12 Eylül askeri darbesi, 28 Şubat post-modern darbesi, 27 Nisan E-muhtırası, Ergenekon soruşturması kapsamında gün yüzüne çıkarılan Ayışığı, Yakamoz, Eldiven şeklinde anılan çok sayıda darbe teşebbüsleri hep bu zihniyetin yansımalarıdır. Sayın Başer’in söylemiş olduğu yukarıdaki sözler bu zihniyeti yansıtmaktadır.

Sayın Başer’in ileri sürdüğü görüşlere aşağıdaki gerekçelerle katılmıyorum:

1- Sayın Başer, TSK’nın, yapmış olduğu darbeleri, “kendisine Anayasa ile verilen bir görevin yerine getirilmesi” kapsamında yaptığını söylemiştir. Oysa bir Anayasa Hukukçusu olarak Anayasayı başından sonuna okudum, TSK’ya verilmiş böyle bir yetkiye rastlamadım. Her ne kadar TSK’nun İç Hizmetler Kanununda bir hüküm mevcut ise de, demokratik hukuk devleti mantığı içerinde okunacak olursa, bu hüküm kesinkes bir askeri darbeyi meşru kılmaz.

2- Yapılan Darbelerin hiçbir şekilde Türkiye’ye zarar vermediği belirtilmektedir. Oysa gerek bu darbeler, gerekse bu zihniyet sebebiyle, Türkiye’de ne demokrasi yerleşebilmiş, ne de demokratik siyaset gelişebilmiştir. Özellikle her bir darbede vurulan darbelerle siyasetçiler yara bere içerisinde kalmış, bu kişilerin öz-güvenleri kalmamıştır. Sürekli darbe korkusu, siyasetçileri ağır sorunlar karşısında inisiyatif alamama şeklindeki yönelimlere sevk etmiştir. Bu da, gerek içerde gerekse dışarıda çeşitli sorunların kronikleşerek devam etmesine sebep olmuştur. Bütün bu gelişmelerden ekonomik hayat da etkilenmiştir. 1950’lerde Türkiye Japonya, Kore ve diğer bazı ülkelerle benzer şartlarda yer alırken, şimdi bunlarla Türkiye arasındaki makas, Türkiye aleyhine alabildiğine açılmıştır. Bunda askeri darbelerin etkisinin olmadığını söyleyebilmek mümkün değildir.


3- Demokrasi ve askeri-militer yönetim, ak ile kara gibi birbirini dışlayan, bir arada bulunması imkânsız olan, birisinin var olması halinde diğerinin varlığından söz edilmesi katiyen mümkün olmayan iki rejimdir. Bu gerçeğe rağmen, hem demokrasiden dem vurup, hem de askeri darbelerin faziletinden söz etmek, bembeyaz bir yaprağın aynı zamanda simsiyah olduğunu iddia etmek kadar çelişik bir şeydir. Sayın Başer, maalesef bu çelişkili ifadeyi, çok olağan bir şey imişçesine ileri sürmektedir. Artık Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti açısından savunulabilirliği hiç olmayan bu kabilden düşünce ve zihniyetlerden kurtulması, bunlara itibar edilmemesi gerekmektedir. Çünkü dünyanın hiçbir, birinci lig demokrasilerinde bu kabilden düşünceler tasvip görmemektedir.

4- Sayın Başer, 27 Mayıs'ın tamamen hukuki olduğunu, bu dönemde yapılanların da tamamen hukuk çerçevesinde yapıldığını söylemektedir. İnsan Türkiye’de yaşamasa, bu dönemde yapılanlardan haberdar olmasa, belki bu söylenenler doğru diyebilir. Oysa gerek o dönemde yaşanan ve artık hukuk dışılığı tartışmasız olan, insanın her türlü adalet duygusunu yok eden uygulamalar karşısında, bu tür sözlerin inandırıcılığı bulunmamaktadır. Başta hukuk devletinin zaruri bir gereği olan “tabii hâkim/yargı” ilkesini ihlal eden olağanüstü mahkeme niteliğindeki Yüksek Adalet Divanı tarafından gerçekleştirilen soruşturma ve yargılamalar olmak üzere adil yargılanma ve savunma hakkının tamamen ortadan kaldırıldığı; sanıkların avukatları ile görüştürülmediği; bazı sanıkların tedavi ettirilmeyerek ölüme terk edildiği (Nitekim Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Lütfü Kırdar’ın Duruşma esnasında kalp krizinden ölmesi, Demokrat Parti iktidarında Ulaştırma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Başbakanlık Yardımcılığı gibi önemli görevlerde buluna Tevfik İleri’nin tedavi edilmemesi sebebiyle kanser hastalığından ölmesi vb.) her türlü işkencenin mevcut olması, başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun Paşa olmak üzere, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve diğer Demokrat Partili sanıkların, insan onurunu yok edecek şekilde her türlü aşağılayıcı muameleye maruz bırakılmaları (torunu yerinde genç bir teğmenin Genelkurmay Başkanı Erdelhun Paşanın yüzünde sigara söndürmesi, İçişleri Bakanı Namık Gedik’in çöp arabasıyla getirilmesi ve daha sonra da pencereden aşağıya atılması, başta İstiklal Savaşını başlatan emekli Orgeneral Ali Fuat Paşa olmak üzere, cumhurbaşkanı, başbakan ya da general olduğuna bakılmaksızın ve ayırt etmeksizin herkesin genç subaylar tarafından sille tokat dövülerek yüzlerine tükürülmesi, Kara Harp Okulu öğrencileri tarafından hakaretlere uğratılıp darp edilmeleri, tünelden geçerken bayan milletvekillerine küfür edilip, eteklerinin aşağıya çekilmesi vb.), bu dönem uygulamalarının ne denli hukuki olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar hukuki ise artık söylenebilecek bir söz yoktur.

5- 27 Mayıs hareketiyle “demokratik cumhuriyet”e son verilerek, yerine askeri/militer bir yönetim ikame edilmiş; adına da “Türk milleti adına direnme hakkının kullanılması” denilmiştir. Oysa direnme hakkı TSK ya da bir diğer devlet kurumuna değil, sadece birey ve topluma ait bir haktır. Direnme, siyasi anlamda ağırlıklı olarak iktidara ve egemene karşı sahip olunan bir haktır. Bu hak, meşruiyetini, gerek yasal, gerek hukuki, gerekse toplum vicdanından alır ve meşruiyetini yitirmiş olan egemene karşı koyarak tarihin her döneminde kendisini göstermiştir. Bu itibarla sivil bir haktır. Bu hak başkasına devredilemez. 27 Mayıs darbecileri, bu gerçeği çarpıtarak, direnme hakkının içeriği tamamen boşaltmıştır.

27 MAYIS YARGILANSAYDI 12 MART, 12 EYLÜL OLMAZDI

Eğer 27 Mayıs başarılı olmasaydı ya da sivil yönetime geçildikten sonra darbeciler derhal yargılanabilselerdi, gerek 12 Mart ve 12 Eylül, gerekse diğer askeri müdahalelerin yapılması mümkün değildi. Ama olan oldu ve bir sürü darbeler yaşanarak günümüze gelindi.

Sayın Başer: “önemli olan bugün bunların (27 Mayıs ve akabinde olanlar) tartışmasını yapmak değil, bunlardan alınacak dersleri önümüze koymaktır” ifadesiyle bu dönemin tartışılmasını istemeyerek, “şunu iyi bilesiniz ki benzer şartlar olursa yine TSK yönetime el koyar ve bunda da haklıdır” demek suretiyle aynı zihniyet üzerinde vurgu yapmaktadır. Ama artık Türkiye’nin bu kabilden telkinleri bir kenara bırakarak bütün kesimleriyle birlikte darbeci ve bürokratik vesayetçi zihniyetle yüzleşmesi ve bundan ilânihaye kurtulması gerekmektedir. Ergenekon soruşturması ve yargılaması kapsamında gerçekleştirildiği iddia edilen darbeci faaliyetlerin yargılanması Türkiye için ciddi bir şanstır. Bu şansın çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Umarım bu dava ve soruşturma layıkıyla sonuçlanır ve varsa suçlular cezalandırılır. Bu sorgulama ve yargılamadan ciddi sonuçların alınmasının, darbeci zihniyet üzerinde ciddi manada tesir icra edebileceğini ümit ediyorum.