taya
07-08-2008, 23:00
Değerli misafirler,
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
Sizleri, yine bir haftanın başında en kalbi duygularımla selamlıyorum.
Bu haftaya, milletimizin teveccühünü kazanmış üç değerli şahsiyeti kaybetmenin acısını, kederini yaşayarak başlıyoruz.
Hem Türkiye Futbol Federasyonumuzun Başkanı, değerli kardeşim Hasan Doğan'ı, hem değerli büyüğümüz, eski milletvekili, fikir ve gönül insanı Erdem Bayazıt'ı, hem de enerji eski bakanımız Ersin Faralyalı'yı kaybettik.
Dün istanbul'da üçünü de ayrı ayrı ebediyete uğurladık.
Her üçüne de Allah'tan rahmet diliyorum. Ailelerine ve milletimize başsağlığı diliyorum
Merhum Erdem Bayazıt, Türk şiirinin büyük ustalarından biriydi. Bu toprakların sesiydi. Onun için de eserleriyle fikir ve duygu dünyamızda derin izler bırakarak gitti.
Az önce bir kısmını dinledik. Arkadaşlarım bana daha farklı görüntülerle birlikte; Sana, Bana Memleketime Dair diye bir şiirinden görüntülerle vereceklerdi herhalde teknik bir arıza sebebiyle onu yayınlayamadılar. Ve kaleme aldığı bütün şiirlerinde onun ruh dünyasının, ülkemin tüm insanlarının sesini, nefesini, dünyalarını birleştirdiğini görmek mümkün. Çünkü o mısralar, bu topraklar üzerinde yaşayan insana ve burada yaşanan hayata dairdi. Bizi, yani insanı, insani acıları, sevinçleri anlatırdı, sizlerin de. İçinde bir annenin yüreği, bir genç kızın özlemi, bir delikanlının hayali, hayat karşısındaki duruşu vardı. Bizi biz yapan her ne duygu varsa, o mısralarda karşımıza çıkar, adeta içimize işler, bizi aynı kapta eritirdi. Gündelik olanı, gelip geçici olanı, telaşa, kavgaya, kaygıya, ayrılığa asla değmeyen, bunları tamamiyle bir kenara bırakmak suretiyle, hep birlikte saf insani duyguların limanında uzlete çekilirdi, oraya davet ederdi. Bizi bir ve beraber, eşit ve kardeş yapan bir huzur iklimine kavuşursunuz o mısralarda.
Konuştuğumuz dilin bütün kelimelerinin, bütün duygularının, renklerinin, inceliklerinin hakkını vermiş bir büyük şairin ardından ne söylenebilir:
O zaten o yolculuğa çıkmadan önce bunu kendisi söylemişti.
"Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm.
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm"
Aynı insani gerçekliği, aynı duruşu, aynı duyguyu merhum Hasan Doğan'ı izlerken de yaşadık.
Rahmetli Hasan Doğan kardeşimin, daha iki hafta önce milli takımımızın göğsümüzü kabartan başarıları karşısındaki coşkusu hafızalardan silinmeyecektir.
Eşiyle beraber orada ortaya koydukları tablo,
O heyecanı, o sevinci, o coşkuyu hepimiz birlikte yaşadık, paylaştık.
Ortaya çıkan görüntülerde bu milletin her evladından bir parça bulursunuz. Yüreklerimizi buluşturan, duygularımızı birleştiren görüntülerdir onlar.
Hasan Doğan, kısa bir zaman önce göreve gelmiş olmasına rağmen spor camiasına hemen kendini sevdirmiş, saydırmış, ortaya koyduğu anlayışla, idealizmiyle, dinamizmiyle Türk futboluna yeniden umut kazandırmıştı.
Avrupa Futbol Şampiyonası'nda milletimize büyük gurur ve mutluluk yaşatan, yüzümüzü ağartan başarıların kazanılmasında şüphesiz ki onun da katkısı çok büyüktü.
Hem milli takımımızın turnuva öncesinden başlayarak ortaya koyduğu birlik ve beraberlik görüntüsünün sağlanmasında, hem kazanma ruhunun, başarma azminin bu kadar canlı bir şekilde yaşanmasında büyük emeği vardı.
Birkaç aylık bir zaman içinde milletimizin yediden yetmişe sevgisini, saygısını kazandı.
Bu sebepledir ki vefatı, sadece ailesini, dostlarını ve spor camiasını değil, inanıyorum ki milletimizi de derinden etkiledi.
Hem iş hayatında, hem spor camiasında onun zengin kişiliğinin, insani duruşunun, idealizminin bıraktığı boşluğu doldurmak şüphesiz ki kolay olmayacaktır. Ama doldurmak durumundayız. Gerek Devlet Bakanım Sayın Başesgioğlu, gerek bizler, birlikte yaptığımız görüşmelerle geleceğe yönelik çok ciddi projelere imzamızı koyalım ki, gençliğimizi yanlış yollara gitmekten kurtaralım. Ve gençliğimizi sporla daha çok haşır neşir olmaya, illerimizin altyapısını çok daha farklı bir şekilde zenginleştirmeye karar vermiştik. Ama tabi ki bu bayrak, devir teslim törenidir aynı zamanda da. Bundan sonra da yine aynı kararlılıkla bunu sürdürmeye devam edeceğiz.
Ve millet olarak ailemizin üç değerli mensubunu dedim, ve üçüncüsü de enerji Bakanlığı yapmış ve ülkemize hizmeti geçmiş olan Sayın Faralyalı’yı da yine dün ebediyete uğurladık. Ona da Allah’tan rahmet diliyorum, ailesine başsağlığı temennisinde bulunuyorum.
Tabi ki kendi alanlarında, kendi dilleriyle bu, ülkemize çok şey katan önemli şahsiyeti kaybederken hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da bizi bir ve beraber tutan, güçlü kılan, yıkılmaz kılan, daima umutlu ve azimli kılan ortak duygu dünyamızın bir kere daha farkına vardık.
Türkiye'nin şu günlerde o millet olma ruhunu bir kere daha düşünmeye, bir kere daha değerlendirmeye ihtiyacı var.
Onların vefatıyla yüreklerimizi saran ortak keder, bu ülkenin insanları arasındaki farklılık ve ayrılıkların hiç de sanıldığı kadar büyük olmadığını ortaya koyuyor.
Bu topraklarda asırlardır yaşamakta olan o medeni cevher, bugün insanlarımız arasındaki bütün mesafeleri bir kere daha ortadan kaldırmaya aslında muktedirdir.
Onların cenazesine katılan veya yüreğiyle orada olan bütün o mahzun insanlar, bütün farklılıklarına rağmen nasıl aynı duyguda buluşabildiklerini bir kere daha göstermiş oldular.
Bunu iyi düşünmemiz, iyi anlamamız, buradan Türkiye'nin ortak bir duyguda buluşmasını sağlayacak ibret dersleri çıkarmamız gerekiyor. Çünkü ölüm en büyük nasihattır.
Değerli Arkadaşlar...
Geçen hafta da ifade ettim; Türkiye önemli bir süreçten geçiyor, bu süreçte herkese, hepimize önemli sorumluluklar düşüyor.
Türkiye'nin son beş buçuk yılda nasıl bir değişim ve gelişim geçirdiğinin çok iyi anlaşılması gerekiyor.
Ülkemizde, toplumumuzda bu mevcut değişim dinamiklerini kavramak, yaşadığımız süreçleri ve problemleri anlamlandırmak bakımından hayatî bir önem arz ediyor bu gelişmeler.
Yaşadığımız süreçleri, sıkıntısını çektiğimiz problemleri anlayabilmek için, ülkemizdeki ve toplumumuzdaki değişim dinamiklerini iyi kavramamız gerekiyor.
Bu son derece önemli bir husus.
İçinden geçtiğimiz tarih kesitinde yaşadığımız sancılar, esasen yaşadığımız toplumsal, siyasi ve ekonomik değişimin doğal bir sonucudur.
150 yılı aşan modernleşme maceramız, bugün geldiğimiz noktada, toplumdan gelen "süreklilik içinde değişim" talebinin etkisiyle yeni bir safhaya doğru ilerlemektedir.
Türkiye'nin tarihî-toplumsal şartları, modernleşmenin bürokrasi öncülüğünde yürüyen bir süreç olarak ortaya çıkmasına yol açmıştı.
Çünkü modernleşme talebini seslendirecek ve modernleşmeye öncülük edecek bir orta sınıf gelişmemişti.
Bunun doğal sonucu olarak Türkiye, esas olarak bir tarım ekonomisine sahipti ve nüfusunun büyük çoğunluğu da köylerde yaşamaktaydı.
Yani modernleşmenin ekonomik altyapısı yeterince gelişmemişti.
Toplumun modernleşme sürecine bir aktör olarak katılamadığı bu vasatta, siyaset de toplumdan kopuk bir elitler arası mücadele şeklinde yürüyordu.
Bunun da ötesinde toplum, modernleşme sürecini kesintiye uğratabilecek ya da tersine çevirebilecek tehlikelerin kaynağı olarak görülüyordu.
Dolayısıyla siyaset, toplumun dışında, esasen devlet mekanizmasının kendi içinde ürettiği bir meşruiyet zemininde yürütülüyordu.
Bugün, bu siyaset anlayışını devam ettirmek isteyen, siyasetin toplum üstü bir etkinlik alanı olarak tanzimini amaçlayan siyaset içi ve dışı aktörler, bir ölçüde varlıklarını muhafaza etmektedirler.
Buradaki mesele, zihniyet, bakış ve algılama meselesidir.
Ülkemizin, toplumumuzun ulaştığı noktayı kavrayamama meselesidir.
1950'lere kadar nüfusunun kahir ekseriyeti köylerde yaşayan bir Türkiye'den, bugün nüfusunun yaklaşık yüzde 70'i şehirlerde yaşayan bir Türkiye'ye ulaştık.
50 yıllık bir zaman diliminde Türkiye, çok hızlı bir şehirleşme süreci ve buna bağlı olarak hızlı bir sosyo -ekonomik değişim yaşadı.
Anadolu, tarım ekonomisini aşarak, sanayiyle, girişimcilikle, üretimle tanıştı.
Piyasa ekonomisi olgunlaştı, daha da gelişiyor.
Özellikle son 5-6 yılda Türkiye'nin dünya ile irtibatı, geçmiş dönemlerle mukayese edilemeyecek derecede arttı.
Toplumsal muhayyilede demokrasinin, hukukun, özgürlüklerin evrensel normların özellikle ciddi bir birikim oluşturduğunu görüyoruz.
Toplumun muhayyilesi, talep ve beklentileri hamdolsun genişledi, zenginleşti.
Hep ifade ediyorum; bugün Türkiye'de demokrasi, hukuk ve özgürlük talebi artık toplumdan gelmektedir.
Siyaseti, "toplum üstü bir etkinlik alanı" olarak görenlerin anlayamadıkları şey de budur aslında.
Onlar, alıştıkları eski ve köhne siyaset tarzının, Türkiye'nin değişen şartları içinde hâlâ geçerli olduğu zehabına kapılmaktadırlar.
Oysa bugün toplum, artık modernleşme sürecinin aslî aktörüdür.
Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru değil, yukarıya doğru bir değişim yaşamaktadır. Bu istikamette çok önemli bir mesafe almıştır.
Toplumsal dinamikler, toplumsal talep ve ihtiyaçlar değişimin rotasını belirlemektedir.
Bu rota, Atatürk'ün belirlediği çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma rotasıdır.
Türkiye, dünyanın gereklerine uygun bir şekilde bu rotada ilerlemektedir.
İşte bizim AK Parti'yi kurduğumuz günden itibaren dillendirdiğimiz, -bunun altını çiziyorum- "yeni siyaset" kavramı, Türkiye'nin bu değişimine, değişen toplumsal yapısına karşılık gelen "sahici", "gerçekçi" bir siyaset tarzına işaret etmektedir.
AK Parti'nin yeni siyaseti, Türkiye'nin sosyolojisini kavrayan bir siyasettir.
Bize göre siyaset, millete tepeden bakan, toplum üstü bir faaliyet alanı değildir.
Aksine toplum, siyasetin aslî unsurudur, sahibidir.
Siyaset, toplumsal meşruiyet alanının dışında bir zeminde yürüyemez. Demokrasilerde meşruiyetin kaynağı, millettir.
Yalnızca siyasi iktidarlar için değil, muhalefet için de, bürokratlar için de böyledir.
Herkes demokratik meşruiyet içinde iş görmek, hesap vermek, verebilmek durumundadır. Açık ve şeffaf olmak durumundadır.
Ve millet onayından geçmemiş bir "milli menfaat" tarifi yapılamaz. Bunu da böyle bilmek durumundayız.
Toplumsal talepleri dışlayan, hesaba katmayan bir siyaset, siyaset nitelemesini asla hak etmez.
Siyasetin görevi, toplumdan yalıtılmış bir iktidar alanının tesisi ve muhafazası değil, tam aksine toplumla birlikte toplumsal problemleri çözmektir.
Bizim siyasetten anladığımız budur; AK Parti'nin yegane siyasi rotası budur.
Fakat son zamanlarda özellikle parlamento çatısı altını yok farz etme gayreti içerisinde olanlar da var. Son zamanlarda özellikle siyasi partilerin varlığını Anayasa’ya rağmen, evet, bir kenara itme gayreti içerisinde olanlar da var.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
Sizleri, yine bir haftanın başında en kalbi duygularımla selamlıyorum.
Bu haftaya, milletimizin teveccühünü kazanmış üç değerli şahsiyeti kaybetmenin acısını, kederini yaşayarak başlıyoruz.
Hem Türkiye Futbol Federasyonumuzun Başkanı, değerli kardeşim Hasan Doğan'ı, hem değerli büyüğümüz, eski milletvekili, fikir ve gönül insanı Erdem Bayazıt'ı, hem de enerji eski bakanımız Ersin Faralyalı'yı kaybettik.
Dün istanbul'da üçünü de ayrı ayrı ebediyete uğurladık.
Her üçüne de Allah'tan rahmet diliyorum. Ailelerine ve milletimize başsağlığı diliyorum
Merhum Erdem Bayazıt, Türk şiirinin büyük ustalarından biriydi. Bu toprakların sesiydi. Onun için de eserleriyle fikir ve duygu dünyamızda derin izler bırakarak gitti.
Az önce bir kısmını dinledik. Arkadaşlarım bana daha farklı görüntülerle birlikte; Sana, Bana Memleketime Dair diye bir şiirinden görüntülerle vereceklerdi herhalde teknik bir arıza sebebiyle onu yayınlayamadılar. Ve kaleme aldığı bütün şiirlerinde onun ruh dünyasının, ülkemin tüm insanlarının sesini, nefesini, dünyalarını birleştirdiğini görmek mümkün. Çünkü o mısralar, bu topraklar üzerinde yaşayan insana ve burada yaşanan hayata dairdi. Bizi, yani insanı, insani acıları, sevinçleri anlatırdı, sizlerin de. İçinde bir annenin yüreği, bir genç kızın özlemi, bir delikanlının hayali, hayat karşısındaki duruşu vardı. Bizi biz yapan her ne duygu varsa, o mısralarda karşımıza çıkar, adeta içimize işler, bizi aynı kapta eritirdi. Gündelik olanı, gelip geçici olanı, telaşa, kavgaya, kaygıya, ayrılığa asla değmeyen, bunları tamamiyle bir kenara bırakmak suretiyle, hep birlikte saf insani duyguların limanında uzlete çekilirdi, oraya davet ederdi. Bizi bir ve beraber, eşit ve kardeş yapan bir huzur iklimine kavuşursunuz o mısralarda.
Konuştuğumuz dilin bütün kelimelerinin, bütün duygularının, renklerinin, inceliklerinin hakkını vermiş bir büyük şairin ardından ne söylenebilir:
O zaten o yolculuğa çıkmadan önce bunu kendisi söylemişti.
"Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm.
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm"
Aynı insani gerçekliği, aynı duruşu, aynı duyguyu merhum Hasan Doğan'ı izlerken de yaşadık.
Rahmetli Hasan Doğan kardeşimin, daha iki hafta önce milli takımımızın göğsümüzü kabartan başarıları karşısındaki coşkusu hafızalardan silinmeyecektir.
Eşiyle beraber orada ortaya koydukları tablo,
O heyecanı, o sevinci, o coşkuyu hepimiz birlikte yaşadık, paylaştık.
Ortaya çıkan görüntülerde bu milletin her evladından bir parça bulursunuz. Yüreklerimizi buluşturan, duygularımızı birleştiren görüntülerdir onlar.
Hasan Doğan, kısa bir zaman önce göreve gelmiş olmasına rağmen spor camiasına hemen kendini sevdirmiş, saydırmış, ortaya koyduğu anlayışla, idealizmiyle, dinamizmiyle Türk futboluna yeniden umut kazandırmıştı.
Avrupa Futbol Şampiyonası'nda milletimize büyük gurur ve mutluluk yaşatan, yüzümüzü ağartan başarıların kazanılmasında şüphesiz ki onun da katkısı çok büyüktü.
Hem milli takımımızın turnuva öncesinden başlayarak ortaya koyduğu birlik ve beraberlik görüntüsünün sağlanmasında, hem kazanma ruhunun, başarma azminin bu kadar canlı bir şekilde yaşanmasında büyük emeği vardı.
Birkaç aylık bir zaman içinde milletimizin yediden yetmişe sevgisini, saygısını kazandı.
Bu sebepledir ki vefatı, sadece ailesini, dostlarını ve spor camiasını değil, inanıyorum ki milletimizi de derinden etkiledi.
Hem iş hayatında, hem spor camiasında onun zengin kişiliğinin, insani duruşunun, idealizminin bıraktığı boşluğu doldurmak şüphesiz ki kolay olmayacaktır. Ama doldurmak durumundayız. Gerek Devlet Bakanım Sayın Başesgioğlu, gerek bizler, birlikte yaptığımız görüşmelerle geleceğe yönelik çok ciddi projelere imzamızı koyalım ki, gençliğimizi yanlış yollara gitmekten kurtaralım. Ve gençliğimizi sporla daha çok haşır neşir olmaya, illerimizin altyapısını çok daha farklı bir şekilde zenginleştirmeye karar vermiştik. Ama tabi ki bu bayrak, devir teslim törenidir aynı zamanda da. Bundan sonra da yine aynı kararlılıkla bunu sürdürmeye devam edeceğiz.
Ve millet olarak ailemizin üç değerli mensubunu dedim, ve üçüncüsü de enerji Bakanlığı yapmış ve ülkemize hizmeti geçmiş olan Sayın Faralyalı’yı da yine dün ebediyete uğurladık. Ona da Allah’tan rahmet diliyorum, ailesine başsağlığı temennisinde bulunuyorum.
Tabi ki kendi alanlarında, kendi dilleriyle bu, ülkemize çok şey katan önemli şahsiyeti kaybederken hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da bizi bir ve beraber tutan, güçlü kılan, yıkılmaz kılan, daima umutlu ve azimli kılan ortak duygu dünyamızın bir kere daha farkına vardık.
Türkiye'nin şu günlerde o millet olma ruhunu bir kere daha düşünmeye, bir kere daha değerlendirmeye ihtiyacı var.
Onların vefatıyla yüreklerimizi saran ortak keder, bu ülkenin insanları arasındaki farklılık ve ayrılıkların hiç de sanıldığı kadar büyük olmadığını ortaya koyuyor.
Bu topraklarda asırlardır yaşamakta olan o medeni cevher, bugün insanlarımız arasındaki bütün mesafeleri bir kere daha ortadan kaldırmaya aslında muktedirdir.
Onların cenazesine katılan veya yüreğiyle orada olan bütün o mahzun insanlar, bütün farklılıklarına rağmen nasıl aynı duyguda buluşabildiklerini bir kere daha göstermiş oldular.
Bunu iyi düşünmemiz, iyi anlamamız, buradan Türkiye'nin ortak bir duyguda buluşmasını sağlayacak ibret dersleri çıkarmamız gerekiyor. Çünkü ölüm en büyük nasihattır.
Değerli Arkadaşlar...
Geçen hafta da ifade ettim; Türkiye önemli bir süreçten geçiyor, bu süreçte herkese, hepimize önemli sorumluluklar düşüyor.
Türkiye'nin son beş buçuk yılda nasıl bir değişim ve gelişim geçirdiğinin çok iyi anlaşılması gerekiyor.
Ülkemizde, toplumumuzda bu mevcut değişim dinamiklerini kavramak, yaşadığımız süreçleri ve problemleri anlamlandırmak bakımından hayatî bir önem arz ediyor bu gelişmeler.
Yaşadığımız süreçleri, sıkıntısını çektiğimiz problemleri anlayabilmek için, ülkemizdeki ve toplumumuzdaki değişim dinamiklerini iyi kavramamız gerekiyor.
Bu son derece önemli bir husus.
İçinden geçtiğimiz tarih kesitinde yaşadığımız sancılar, esasen yaşadığımız toplumsal, siyasi ve ekonomik değişimin doğal bir sonucudur.
150 yılı aşan modernleşme maceramız, bugün geldiğimiz noktada, toplumdan gelen "süreklilik içinde değişim" talebinin etkisiyle yeni bir safhaya doğru ilerlemektedir.
Türkiye'nin tarihî-toplumsal şartları, modernleşmenin bürokrasi öncülüğünde yürüyen bir süreç olarak ortaya çıkmasına yol açmıştı.
Çünkü modernleşme talebini seslendirecek ve modernleşmeye öncülük edecek bir orta sınıf gelişmemişti.
Bunun doğal sonucu olarak Türkiye, esas olarak bir tarım ekonomisine sahipti ve nüfusunun büyük çoğunluğu da köylerde yaşamaktaydı.
Yani modernleşmenin ekonomik altyapısı yeterince gelişmemişti.
Toplumun modernleşme sürecine bir aktör olarak katılamadığı bu vasatta, siyaset de toplumdan kopuk bir elitler arası mücadele şeklinde yürüyordu.
Bunun da ötesinde toplum, modernleşme sürecini kesintiye uğratabilecek ya da tersine çevirebilecek tehlikelerin kaynağı olarak görülüyordu.
Dolayısıyla siyaset, toplumun dışında, esasen devlet mekanizmasının kendi içinde ürettiği bir meşruiyet zemininde yürütülüyordu.
Bugün, bu siyaset anlayışını devam ettirmek isteyen, siyasetin toplum üstü bir etkinlik alanı olarak tanzimini amaçlayan siyaset içi ve dışı aktörler, bir ölçüde varlıklarını muhafaza etmektedirler.
Buradaki mesele, zihniyet, bakış ve algılama meselesidir.
Ülkemizin, toplumumuzun ulaştığı noktayı kavrayamama meselesidir.
1950'lere kadar nüfusunun kahir ekseriyeti köylerde yaşayan bir Türkiye'den, bugün nüfusunun yaklaşık yüzde 70'i şehirlerde yaşayan bir Türkiye'ye ulaştık.
50 yıllık bir zaman diliminde Türkiye, çok hızlı bir şehirleşme süreci ve buna bağlı olarak hızlı bir sosyo -ekonomik değişim yaşadı.
Anadolu, tarım ekonomisini aşarak, sanayiyle, girişimcilikle, üretimle tanıştı.
Piyasa ekonomisi olgunlaştı, daha da gelişiyor.
Özellikle son 5-6 yılda Türkiye'nin dünya ile irtibatı, geçmiş dönemlerle mukayese edilemeyecek derecede arttı.
Toplumsal muhayyilede demokrasinin, hukukun, özgürlüklerin evrensel normların özellikle ciddi bir birikim oluşturduğunu görüyoruz.
Toplumun muhayyilesi, talep ve beklentileri hamdolsun genişledi, zenginleşti.
Hep ifade ediyorum; bugün Türkiye'de demokrasi, hukuk ve özgürlük talebi artık toplumdan gelmektedir.
Siyaseti, "toplum üstü bir etkinlik alanı" olarak görenlerin anlayamadıkları şey de budur aslında.
Onlar, alıştıkları eski ve köhne siyaset tarzının, Türkiye'nin değişen şartları içinde hâlâ geçerli olduğu zehabına kapılmaktadırlar.
Oysa bugün toplum, artık modernleşme sürecinin aslî aktörüdür.
Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru değil, yukarıya doğru bir değişim yaşamaktadır. Bu istikamette çok önemli bir mesafe almıştır.
Toplumsal dinamikler, toplumsal talep ve ihtiyaçlar değişimin rotasını belirlemektedir.
Bu rota, Atatürk'ün belirlediği çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma rotasıdır.
Türkiye, dünyanın gereklerine uygun bir şekilde bu rotada ilerlemektedir.
İşte bizim AK Parti'yi kurduğumuz günden itibaren dillendirdiğimiz, -bunun altını çiziyorum- "yeni siyaset" kavramı, Türkiye'nin bu değişimine, değişen toplumsal yapısına karşılık gelen "sahici", "gerçekçi" bir siyaset tarzına işaret etmektedir.
AK Parti'nin yeni siyaseti, Türkiye'nin sosyolojisini kavrayan bir siyasettir.
Bize göre siyaset, millete tepeden bakan, toplum üstü bir faaliyet alanı değildir.
Aksine toplum, siyasetin aslî unsurudur, sahibidir.
Siyaset, toplumsal meşruiyet alanının dışında bir zeminde yürüyemez. Demokrasilerde meşruiyetin kaynağı, millettir.
Yalnızca siyasi iktidarlar için değil, muhalefet için de, bürokratlar için de böyledir.
Herkes demokratik meşruiyet içinde iş görmek, hesap vermek, verebilmek durumundadır. Açık ve şeffaf olmak durumundadır.
Ve millet onayından geçmemiş bir "milli menfaat" tarifi yapılamaz. Bunu da böyle bilmek durumundayız.
Toplumsal talepleri dışlayan, hesaba katmayan bir siyaset, siyaset nitelemesini asla hak etmez.
Siyasetin görevi, toplumdan yalıtılmış bir iktidar alanının tesisi ve muhafazası değil, tam aksine toplumla birlikte toplumsal problemleri çözmektir.
Bizim siyasetten anladığımız budur; AK Parti'nin yegane siyasi rotası budur.
Fakat son zamanlarda özellikle parlamento çatısı altını yok farz etme gayreti içerisinde olanlar da var. Son zamanlarda özellikle siyasi partilerin varlığını Anayasa’ya rağmen, evet, bir kenara itme gayreti içerisinde olanlar da var.