ümitli_bekleyis
07-27-2008, 01:40
"Bediüzzaman, yeryüzünde şairane oturan insanların yüzyıldaki en büyüğüydü"
'Hareket noktası' ile kavuşmak arasındaki çizgiye yolculuk diyoruz. Tabi her hareket noktası özlenen kavuşmalara açılmayabiliyor. Ama bu da bu sürecin yolculuk olarak adlandırılmasına mani değildir elbette. Edebiyatın önemli temlerindendir yolculuk. Hemen her edebi türde yolculuğa dair eserler ortaya konmuştur. "Yolcu" adını taşıyan güzel bir hikaye kitabı çıktı. Şahdamar Yayınlarından çıkan bu eser, Sadık Yalsızuçanlar imzasını taşıyor. Kitabın yazarı, edebiyatla ve tasavvufla bir şekilde ilgili pek çok kimsenin yakından tanıdığı ve en azından birkaç kitabını okuduğu bir isim. Yol, yolculuk ve 'Yolcu' üzerine Sadık Bey'le güzel ve anlamlı bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetin sonunda kendisinden kitabını benim için imzalamasını rica ettim. Bana yazdığı notun bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum Diyor ki Sadık Bey: "...samimi ve dokunaklı bir anda Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunma ümidiyle çırpındık..." Sizi bu sohbetle baş başa bırakırken aynı temennileri ben de diliyor ve Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunabilmeyi ümit ediyorum.
Eserden bağımsız olarak neler söylemek istersiniz, yolcu ve yolculuk üzerine?
Bediüzzaman hazretleri "İnsan bir yolcudur." diyor. Ruhlar aleminden sonra anne karnından, insan bedeninden geçip dünyaya gelip, dünyadan berzaha giren, kabre giren, daha sonra ebedi hayatın başka uğraklarıyla mahkeme-i kübradan, sırat köprüsünden ebediyete doğru giden bir yolcu... Bediüzzaman'ın hayatına baktığımız zaman 'yeryüzünde şairane duran, oturan, yaşayan insanların' yüzyıldaki en büyük ismiydi. Büyük bir bilgeydi. Ve hadis-i şerifteki "bir ağaç altında gölgelenme" şeklinde ifade edilen, peygamberimizin emri doğrultusunda yaşayan garip bir yolcu gibiydi. Onun hayatındaki bütün sahneler çok estetik ve insani bir hikayedir zaten. Dolayısıyla Yolcu kitabı da Bediüzzaman'ın kendi vakıalarından, hikayelerinden, hatıralarından oluşuyor.
"Bediüzzaman'ın bir ayakkabısı diğerinden farklıdır"
Kapaktaki yeşil toprak yol üzerinde gördüğümüz, cübbesiyle sarığıyla yürüyen yolcu Bediüzzaman mıdır?
Evet. Bediüzzaman sürekli cübbe ve sarık giyen bir zattı. Ama Bediüzzaman sarığı talebelerine pek tavsiye etmiyor. Çok manevi, irfani bir şeydir sarık, alim kisvesidir. Sarıkla ilgili beş altı tane hadis vardır. Birisi, kesretten vahdete odaklaması. Diğeri; dış dünyanın kirlerinden koruması, teklik- birlik olayına odaklaması. Bediüzzaman'ın giysisi de gariptir. Mesela öğreniyoruz ki bir ayakkabısı diğer ayakkabısından farklıdır. Said Özdemir'e Bediüzzaman'da ilk ilgisini çeken şeyi, ilk gözlemini sormuştum. O da "Bir ayağında lastik, bir ayağında kundura vardı, bazı fotoğraflarında da bu görülür. Onu merak ettim, fakat ben sormadan kendisi açıkladı." dedi. Üstad, Said Özdemir'e: "Ben onların dünyalarına ehemmiyet vermiyorum, o yüzden böyle giyiniyorum." demiş.
Bir nevi istihza denebilir mi bu duruma?
Bir tür istihza evet. Bediüzzaman'ın halini en iyi anlatan Gandhi'yle benzerliği. Fethullah Gülen Hocaefendi'de de var bu husus. Gandhi biraz benziyor Bediüzzaman'a. Savaşçı değil, muhalif değil, onların silahlarını kullanmıyor, onlarla çarpışan bir insan değil, kendi davasıyla meşgul bir insan. Onun haliyle ilgili Süleyman Seyfi Öğün'ün bir ifadesi var: 'Mutlak kayıtsızlık hali'. Kendi meselesinin haricindeki her şeye mutlak kayıtsız olması. Bediüzzaman da böyle; ikinci dünya savaşının seyrini hiç merak etmiyor mesela. Yolcu kitabında Bediüzzaman'ın bu hallerinin hepsi var.
Yolcu için hikaye kitabı dedik. Sizin hikaye üzerine klasik tanımların dışında değerlendirmeleriniz var. Hikayeleriniz de buna örnek teşkil ediyor. Yolcu klasik bir hikaye kitabı mıdır?
Bizim kendi hikaye geleneğimiz var. Doğuda en eski, kadim dil şiirdir. Fakat şiirin yanı sıra şiirsel bir anlatım olarak yine kıssa veya mesel dediğimiz bir anlatı geleneği var. Kutsal kitaplarda ve suhuflarda bu kıssalar var olagelmiştir. Mesel, misil kelimesinden gelir. Temessüldür. Aslında masal da meselden bozma bir kelimedir. İbret vermek üzere, bir hikmeti anlatmak üzere söylenen şeyler. Hakikati, kendi doğal sınırları içerisinde algılayamıyor insan. Bütün kıssaların kaynağı tabi ki kutsal kitaplardır. Kelime ve Dimne'nin Suhuf-u İbrahim'den beslendiği söyleniyor. La Fontane'in içinden on iki tane fabl seçerek manzum hale getirdiği anlatılıyor. Hazreti İbrahim'e inen Suhuf gibi, tahrif olmuş veya özgün halindeki İncil gibi, Tevrat gibi, Zebur gibi semavi kitaplarda Allah kıssa ve meselle konuşuyor. İnsanlık tarihi peygamberle belirlenen bir tarihtir. İlk insanla ilk öğreti geldiği için, insanın tarihi, İslam'ın veya dinin tarihidir, onunla özdeştir. Bütün bu insanlığın ürettiği tahkiyeli, öyküleyerek anlatma semavi kökenli bir şeydir. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler.
"Nur talebesi olan edebiyatçıların Shakespear'den daha büyük edebiyatçılar olması lazım."
Sizin eserlerinizde Risale-i Nur önemli bir referans kaynağı. Yolcu da aynı şekilde. Yolcu, Risale-i Nur'dan ne nispette beslendi? Bize biraz Yolcu'nun yol azıklarından bahseder misiniz?
Keşke biz Risale-i Nur'dan beslenebilsek. Tabi Risale-i Nur'dan beslenmeye çalışan milyonlarca insan var. Eserleri okuyarak daha iyi bir insan, daha iyi bir ilim adamı, daha iyi bir edebiyatçı olmaya çalışan insanlar var. Ama sanat ve edebiyat alanında henüz gürbüz örnekleri yok bunun. Risaleler, bu yüzyılda beliren ve bin yıldır birikmiş olan İslam irfanıyla, Müslümanlarla ilgili sorunları çözdüğü için büyük bir irfani kaynak. Oradan beslenen bir edebiyatın dünyanın en güçlü edebiyatı olması gerekiyor. Nur talebesi olan edebiyatçıların Shakespear'den, Goethe'den daha büyük edebiyatçılar olması lazım. Bu kitap, hem gençlere ve genel okuyucuya hitap etmesi açısından hem de Risale-i Nur'daki hikaye damarının birazcık ortaya çıkması bakımından bir hazırlık çalışması oldu.
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı düşündünüz mü hiç?
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı ben öteden beri istiyorum. Onun destansı bir yaşamı olduğu için, yüksek bir insanlık durumu yaşadığı için bu önemli. Normal anılar değil onun anıları. Onun gibi kamil veliler, alimlerin eserleri hayatlarından, hayatları da bizatihi eserlerinden çıkar. Zaten Lemeat'ın girişinde de diyor ya; "Üstadım Kur'an'dır. Kitabım hayattır." Hayatı okumak sadece modern yaşamı gözlemlemek adına değil, hayatı mutlak cemal sıfatıyla yaşatması, Hay ismiyle yaratması, varolmuş her şeyin iç yüzünü okuması. Her şeyin, musibetlerin dahi okunması sonucunda ortaya çıkan bir eser. Risale-i Nurlar Kur'an'ın hazinelerinden süzülmüş, hayatı okutan eserler. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler. En görkemli sanat yapıtları aslında bunlar. Hiçbir edebiyatçıda bu kadar yüksek bir dil, yüksek bir hal bulamıyoruz biz. 'Ricalar' gibi bir metni bizim gibi edebiyatçıların yazması mümkün değil. Tanpınar gibi, Yahya Kemal gibi yazarların veya Batı'daki edebiyatçıların yazması da mümkün değil. Biz daha çok kurgusal şeyler yazıyoruz. Kendi yaşadığımız bazı ufak halleri, şahit olduğumuz ufak sırları abartarak yazıyoruz. Veya da ruh göçü yaşıyoruz, yaşamadığımız şeyleri yaşıyoruz. Orhan Pamuk vs. gibi yazarların, dil işçisi olan, zeki, kabiliyetli edebiyatçıların yaptığı estetik etkinliktir. Bir mimarın bir binayı kurarken proje yapması gibi bir şeydir. Böylesi yazarlar, hikaye veya roman yazarken bir tür estetik yöneticilik yaparlar.
Peki Bediüzzaman eserlerini ne ile yazıyor?
Batı'da çok acı çekerek birebir kendi yaşamını yazan edebiyatçılar için kanıyla yazmaktan filan bahsederler. Knut Humson'un Açlık romanı gibi... Ama Bediüzzaman doğrudan sadece 'şey' ile yazıyor. İbn Arabi diyor ki, "Bizim gibi velilerin yazdıkları tabi ki vahiy değildir ama vahiy meleklerinin getirdiği yüksek ilhamlardır." Üstad da Risale-i Nur için Rabbani ilhamlardan bahseder. Bu hikayeleri 'hikaye' olarak okumak da feyiz verir belki ama o kadar ışıl ışıl, o kadar görkemli şeyler ki bu hikayeler... Sikke-i Tasdik-i Gaybi'de "Bu eserler tefekkür değil, tagaddidir."diyor.
İnsanın ruhunu besliyor yani...
Doğrudan doğruya gıdadır. Su ve ekmeksiz yaşanmadığı gibi gıdadır. Marifet de değildir, şuhuddur. İlim bilmek, marifet tanımak, şuhud dokunmak, tatmaktır. Mevlana'ya diyorlar ya "Aşk nedir?", " Ben ol da bil." diyor. Şuhud, kendisine gösterilmektir. Kul ile Allah arasında yetmiş bin çokluktan kinaye cemal ve celal perdesi olduğu söylenir. İbn Arabi, bu perdenin nebiler ve velilerin gözlerinden giderildiğini söylüyor. Bediüzzaman'ın vizyonlarının yüzde yetmiş sekseni bizzat yaşadığı hallerdir. Üstad, Kur'an okumadığı zaman Bostan ve Gülistan'ı okurmuş. Doğu medreselerinde çok okutulan eserlerdir. Bizim aldığımız edebiyat daha seküler, daha modern, Tanzimat geleneğinin devamı olan bir şartlanmışlık içinde bir eğitimdir. Birtakım kalıplar belirlenmiş, başlıklar belirlenmiş: Modern Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Meşrutiyet Edebiyatı gibi. Akif, şair olma niyetiyle yola çıkıp da sonra şair olmuş değildir; o günkü trajik İslam toplumunun manzum bir panoramasını yapmıştır. Hazreti Mevlana diyor ki; "Ben sadece sevgilimi (Allah'ı) düşünüyorum, sevgilim de bana kafiye düşünme diyor. Halbuki sevgilim dışındaki her şey bana kafiyeyle düşün." diyor. "Bu gece yine ilahi aşk şarabıyla sarhoş olduk ve perişanız, o yüzden perişan ve darmadağınık sözler söyleyelim." diyor.
"Tecelli, sinema kareleri gibidir, kesintisizdir"
Dağınıklıktan söz edince, Bediüzzaman'ın dilini tenkid eder bazı uzmanlar. Cümle yapılarında problem olduğunu iddia ederler. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?
Onları pek ciddiye almamak lazım. Bu gramer, özel bir gramer. Zaten bütün velilerin dilinde böyle bir perişanlık vardır. Bu perişanlık, olumsuz anlamda bir perişanlık değil; kendine özgülük, ancak kendi halini doğrudan, yalın ifade ettiği için. Niyazi Mısri diyor ya "Lafz u suret u cism içre anlamak isterler bizi / Biz ne elfazız ne suret cümle mana olmuşuz." Yani biz kalıba, biçime, söze, forma sığmayız. Zaten formlar, hallerin yansımasıdır. Zaten alem, gayb aleminin bazı yansımalarıdır. Bu alemde oluşan her form, her şey aslında bir görünüştür. Sinema durağan bir şey olduğu halde biz onu hareketliymiş gibi algılarız. Aslında onlar durağan bir resim, saniyede 24 kare vardır, gösterim anında makara döndükçe biz onu hareketli gibi algılarız. Tecelli de böyle bir şey, kesintisizdir. "Allah her an yeni bir şe'ndedir." diye bir ayet var. Allah her an yeni bir yaratılıştadır yani. Edebiyatla bunun da ilişkisi vardır. İslam sanatındaki deveran dediğimiz arabesk karakter, bilhassa Selçuklu sanatındaki taş işlemeciliği, tezyinatı, ahşap oymacılığı, portellerin yüzeyindeki o yarı figüratif veyahut sadece hatta dayalı Allah'ın yüksek kelamını yazan hat, bütün bu İslam sanatındaki arabesk dediğimiz harekete, devinime dayalı şey, Allah'ın her an yeni bir şe'nde oluşuyla ilgili bir şeydir. Bu organizmi, dinamizmi hayatiyeti ve hayattarlığı Bediüzzaman'ın dilinde kelimelerinde görüyoruz biz. Dolayısıyla o dilin cümlesi devrikmiş, şu şuymuş bu buymuş şeklinde değerlendirmek doğru değil. Bu, gramerin dışında bir şey.
'Hareket noktası' ile kavuşmak arasındaki çizgiye yolculuk diyoruz. Tabi her hareket noktası özlenen kavuşmalara açılmayabiliyor. Ama bu da bu sürecin yolculuk olarak adlandırılmasına mani değildir elbette. Edebiyatın önemli temlerindendir yolculuk. Hemen her edebi türde yolculuğa dair eserler ortaya konmuştur. "Yolcu" adını taşıyan güzel bir hikaye kitabı çıktı. Şahdamar Yayınlarından çıkan bu eser, Sadık Yalsızuçanlar imzasını taşıyor. Kitabın yazarı, edebiyatla ve tasavvufla bir şekilde ilgili pek çok kimsenin yakından tanıdığı ve en azından birkaç kitabını okuduğu bir isim. Yol, yolculuk ve 'Yolcu' üzerine Sadık Bey'le güzel ve anlamlı bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetin sonunda kendisinden kitabını benim için imzalamasını rica ettim. Bana yazdığı notun bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum Diyor ki Sadık Bey: "...samimi ve dokunaklı bir anda Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunma ümidiyle çırpındık..." Sizi bu sohbetle baş başa bırakırken aynı temennileri ben de diliyor ve Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunabilmeyi ümit ediyorum.
Eserden bağımsız olarak neler söylemek istersiniz, yolcu ve yolculuk üzerine?
Bediüzzaman hazretleri "İnsan bir yolcudur." diyor. Ruhlar aleminden sonra anne karnından, insan bedeninden geçip dünyaya gelip, dünyadan berzaha giren, kabre giren, daha sonra ebedi hayatın başka uğraklarıyla mahkeme-i kübradan, sırat köprüsünden ebediyete doğru giden bir yolcu... Bediüzzaman'ın hayatına baktığımız zaman 'yeryüzünde şairane duran, oturan, yaşayan insanların' yüzyıldaki en büyük ismiydi. Büyük bir bilgeydi. Ve hadis-i şerifteki "bir ağaç altında gölgelenme" şeklinde ifade edilen, peygamberimizin emri doğrultusunda yaşayan garip bir yolcu gibiydi. Onun hayatındaki bütün sahneler çok estetik ve insani bir hikayedir zaten. Dolayısıyla Yolcu kitabı da Bediüzzaman'ın kendi vakıalarından, hikayelerinden, hatıralarından oluşuyor.
"Bediüzzaman'ın bir ayakkabısı diğerinden farklıdır"
Kapaktaki yeşil toprak yol üzerinde gördüğümüz, cübbesiyle sarığıyla yürüyen yolcu Bediüzzaman mıdır?
Evet. Bediüzzaman sürekli cübbe ve sarık giyen bir zattı. Ama Bediüzzaman sarığı talebelerine pek tavsiye etmiyor. Çok manevi, irfani bir şeydir sarık, alim kisvesidir. Sarıkla ilgili beş altı tane hadis vardır. Birisi, kesretten vahdete odaklaması. Diğeri; dış dünyanın kirlerinden koruması, teklik- birlik olayına odaklaması. Bediüzzaman'ın giysisi de gariptir. Mesela öğreniyoruz ki bir ayakkabısı diğer ayakkabısından farklıdır. Said Özdemir'e Bediüzzaman'da ilk ilgisini çeken şeyi, ilk gözlemini sormuştum. O da "Bir ayağında lastik, bir ayağında kundura vardı, bazı fotoğraflarında da bu görülür. Onu merak ettim, fakat ben sormadan kendisi açıkladı." dedi. Üstad, Said Özdemir'e: "Ben onların dünyalarına ehemmiyet vermiyorum, o yüzden böyle giyiniyorum." demiş.
Bir nevi istihza denebilir mi bu duruma?
Bir tür istihza evet. Bediüzzaman'ın halini en iyi anlatan Gandhi'yle benzerliği. Fethullah Gülen Hocaefendi'de de var bu husus. Gandhi biraz benziyor Bediüzzaman'a. Savaşçı değil, muhalif değil, onların silahlarını kullanmıyor, onlarla çarpışan bir insan değil, kendi davasıyla meşgul bir insan. Onun haliyle ilgili Süleyman Seyfi Öğün'ün bir ifadesi var: 'Mutlak kayıtsızlık hali'. Kendi meselesinin haricindeki her şeye mutlak kayıtsız olması. Bediüzzaman da böyle; ikinci dünya savaşının seyrini hiç merak etmiyor mesela. Yolcu kitabında Bediüzzaman'ın bu hallerinin hepsi var.
Yolcu için hikaye kitabı dedik. Sizin hikaye üzerine klasik tanımların dışında değerlendirmeleriniz var. Hikayeleriniz de buna örnek teşkil ediyor. Yolcu klasik bir hikaye kitabı mıdır?
Bizim kendi hikaye geleneğimiz var. Doğuda en eski, kadim dil şiirdir. Fakat şiirin yanı sıra şiirsel bir anlatım olarak yine kıssa veya mesel dediğimiz bir anlatı geleneği var. Kutsal kitaplarda ve suhuflarda bu kıssalar var olagelmiştir. Mesel, misil kelimesinden gelir. Temessüldür. Aslında masal da meselden bozma bir kelimedir. İbret vermek üzere, bir hikmeti anlatmak üzere söylenen şeyler. Hakikati, kendi doğal sınırları içerisinde algılayamıyor insan. Bütün kıssaların kaynağı tabi ki kutsal kitaplardır. Kelime ve Dimne'nin Suhuf-u İbrahim'den beslendiği söyleniyor. La Fontane'in içinden on iki tane fabl seçerek manzum hale getirdiği anlatılıyor. Hazreti İbrahim'e inen Suhuf gibi, tahrif olmuş veya özgün halindeki İncil gibi, Tevrat gibi, Zebur gibi semavi kitaplarda Allah kıssa ve meselle konuşuyor. İnsanlık tarihi peygamberle belirlenen bir tarihtir. İlk insanla ilk öğreti geldiği için, insanın tarihi, İslam'ın veya dinin tarihidir, onunla özdeştir. Bütün bu insanlığın ürettiği tahkiyeli, öyküleyerek anlatma semavi kökenli bir şeydir. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler.
"Nur talebesi olan edebiyatçıların Shakespear'den daha büyük edebiyatçılar olması lazım."
Sizin eserlerinizde Risale-i Nur önemli bir referans kaynağı. Yolcu da aynı şekilde. Yolcu, Risale-i Nur'dan ne nispette beslendi? Bize biraz Yolcu'nun yol azıklarından bahseder misiniz?
Keşke biz Risale-i Nur'dan beslenebilsek. Tabi Risale-i Nur'dan beslenmeye çalışan milyonlarca insan var. Eserleri okuyarak daha iyi bir insan, daha iyi bir ilim adamı, daha iyi bir edebiyatçı olmaya çalışan insanlar var. Ama sanat ve edebiyat alanında henüz gürbüz örnekleri yok bunun. Risaleler, bu yüzyılda beliren ve bin yıldır birikmiş olan İslam irfanıyla, Müslümanlarla ilgili sorunları çözdüğü için büyük bir irfani kaynak. Oradan beslenen bir edebiyatın dünyanın en güçlü edebiyatı olması gerekiyor. Nur talebesi olan edebiyatçıların Shakespear'den, Goethe'den daha büyük edebiyatçılar olması lazım. Bu kitap, hem gençlere ve genel okuyucuya hitap etmesi açısından hem de Risale-i Nur'daki hikaye damarının birazcık ortaya çıkması bakımından bir hazırlık çalışması oldu.
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı düşündünüz mü hiç?
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı ben öteden beri istiyorum. Onun destansı bir yaşamı olduğu için, yüksek bir insanlık durumu yaşadığı için bu önemli. Normal anılar değil onun anıları. Onun gibi kamil veliler, alimlerin eserleri hayatlarından, hayatları da bizatihi eserlerinden çıkar. Zaten Lemeat'ın girişinde de diyor ya; "Üstadım Kur'an'dır. Kitabım hayattır." Hayatı okumak sadece modern yaşamı gözlemlemek adına değil, hayatı mutlak cemal sıfatıyla yaşatması, Hay ismiyle yaratması, varolmuş her şeyin iç yüzünü okuması. Her şeyin, musibetlerin dahi okunması sonucunda ortaya çıkan bir eser. Risale-i Nurlar Kur'an'ın hazinelerinden süzülmüş, hayatı okutan eserler. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler. En görkemli sanat yapıtları aslında bunlar. Hiçbir edebiyatçıda bu kadar yüksek bir dil, yüksek bir hal bulamıyoruz biz. 'Ricalar' gibi bir metni bizim gibi edebiyatçıların yazması mümkün değil. Tanpınar gibi, Yahya Kemal gibi yazarların veya Batı'daki edebiyatçıların yazması da mümkün değil. Biz daha çok kurgusal şeyler yazıyoruz. Kendi yaşadığımız bazı ufak halleri, şahit olduğumuz ufak sırları abartarak yazıyoruz. Veya da ruh göçü yaşıyoruz, yaşamadığımız şeyleri yaşıyoruz. Orhan Pamuk vs. gibi yazarların, dil işçisi olan, zeki, kabiliyetli edebiyatçıların yaptığı estetik etkinliktir. Bir mimarın bir binayı kurarken proje yapması gibi bir şeydir. Böylesi yazarlar, hikaye veya roman yazarken bir tür estetik yöneticilik yaparlar.
Peki Bediüzzaman eserlerini ne ile yazıyor?
Batı'da çok acı çekerek birebir kendi yaşamını yazan edebiyatçılar için kanıyla yazmaktan filan bahsederler. Knut Humson'un Açlık romanı gibi... Ama Bediüzzaman doğrudan sadece 'şey' ile yazıyor. İbn Arabi diyor ki, "Bizim gibi velilerin yazdıkları tabi ki vahiy değildir ama vahiy meleklerinin getirdiği yüksek ilhamlardır." Üstad da Risale-i Nur için Rabbani ilhamlardan bahseder. Bu hikayeleri 'hikaye' olarak okumak da feyiz verir belki ama o kadar ışıl ışıl, o kadar görkemli şeyler ki bu hikayeler... Sikke-i Tasdik-i Gaybi'de "Bu eserler tefekkür değil, tagaddidir."diyor.
İnsanın ruhunu besliyor yani...
Doğrudan doğruya gıdadır. Su ve ekmeksiz yaşanmadığı gibi gıdadır. Marifet de değildir, şuhuddur. İlim bilmek, marifet tanımak, şuhud dokunmak, tatmaktır. Mevlana'ya diyorlar ya "Aşk nedir?", " Ben ol da bil." diyor. Şuhud, kendisine gösterilmektir. Kul ile Allah arasında yetmiş bin çokluktan kinaye cemal ve celal perdesi olduğu söylenir. İbn Arabi, bu perdenin nebiler ve velilerin gözlerinden giderildiğini söylüyor. Bediüzzaman'ın vizyonlarının yüzde yetmiş sekseni bizzat yaşadığı hallerdir. Üstad, Kur'an okumadığı zaman Bostan ve Gülistan'ı okurmuş. Doğu medreselerinde çok okutulan eserlerdir. Bizim aldığımız edebiyat daha seküler, daha modern, Tanzimat geleneğinin devamı olan bir şartlanmışlık içinde bir eğitimdir. Birtakım kalıplar belirlenmiş, başlıklar belirlenmiş: Modern Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Meşrutiyet Edebiyatı gibi. Akif, şair olma niyetiyle yola çıkıp da sonra şair olmuş değildir; o günkü trajik İslam toplumunun manzum bir panoramasını yapmıştır. Hazreti Mevlana diyor ki; "Ben sadece sevgilimi (Allah'ı) düşünüyorum, sevgilim de bana kafiye düşünme diyor. Halbuki sevgilim dışındaki her şey bana kafiyeyle düşün." diyor. "Bu gece yine ilahi aşk şarabıyla sarhoş olduk ve perişanız, o yüzden perişan ve darmadağınık sözler söyleyelim." diyor.
"Tecelli, sinema kareleri gibidir, kesintisizdir"
Dağınıklıktan söz edince, Bediüzzaman'ın dilini tenkid eder bazı uzmanlar. Cümle yapılarında problem olduğunu iddia ederler. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?
Onları pek ciddiye almamak lazım. Bu gramer, özel bir gramer. Zaten bütün velilerin dilinde böyle bir perişanlık vardır. Bu perişanlık, olumsuz anlamda bir perişanlık değil; kendine özgülük, ancak kendi halini doğrudan, yalın ifade ettiği için. Niyazi Mısri diyor ya "Lafz u suret u cism içre anlamak isterler bizi / Biz ne elfazız ne suret cümle mana olmuşuz." Yani biz kalıba, biçime, söze, forma sığmayız. Zaten formlar, hallerin yansımasıdır. Zaten alem, gayb aleminin bazı yansımalarıdır. Bu alemde oluşan her form, her şey aslında bir görünüştür. Sinema durağan bir şey olduğu halde biz onu hareketliymiş gibi algılarız. Aslında onlar durağan bir resim, saniyede 24 kare vardır, gösterim anında makara döndükçe biz onu hareketli gibi algılarız. Tecelli de böyle bir şey, kesintisizdir. "Allah her an yeni bir şe'ndedir." diye bir ayet var. Allah her an yeni bir yaratılıştadır yani. Edebiyatla bunun da ilişkisi vardır. İslam sanatındaki deveran dediğimiz arabesk karakter, bilhassa Selçuklu sanatındaki taş işlemeciliği, tezyinatı, ahşap oymacılığı, portellerin yüzeyindeki o yarı figüratif veyahut sadece hatta dayalı Allah'ın yüksek kelamını yazan hat, bütün bu İslam sanatındaki arabesk dediğimiz harekete, devinime dayalı şey, Allah'ın her an yeni bir şe'nde oluşuyla ilgili bir şeydir. Bu organizmi, dinamizmi hayatiyeti ve hayattarlığı Bediüzzaman'ın dilinde kelimelerinde görüyoruz biz. Dolayısıyla o dilin cümlesi devrikmiş, şu şuymuş bu buymuş şeklinde değerlendirmek doğru değil. Bu, gramerin dışında bir şey.