Fasl-ı Gül
03-18-2008, 16:22
Çanakkale Geçildi (mi?)
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak
Gerisini okumaya gerek yok sanırım. Türk tarihinin en önemli savaşlarından birinin, hatta belki en önemlisinin bir şair kalbindeki yansımaları bunlar.
Bu savaş yalnızca Türklüğün değil bütün bir Avrupa milletlerinin de kaderini etkileyen savaştı. İstanbul'u yeniden Konstantinepol yapabilmenin beş yüz yıllık rüyasını sayıklayan Avrupa'nın bütün gücüyle yüklendiği, ama Türk adı önünde eğilmeye mecbur kaldığı bir savaştı. O yalnızca İtilaf devletleriyle hasta adamın savaşı değil, ham hayaller ile biçare hakikatlerin; tanrılaştırılmış madde ile Tanrı'ya iman eden gönüllerin; gurura kapılmış mahmuzlu çizmeler ile altı delik yemenilerin de savaşı idi. İtilaf devletleri her şeyleriyle yükleniyor, bombalıyor, yakıyor, yıkıyor; dahası, siperlerden gelen cılız karşılıklarla alay bile ediyordu. Amiral Robeck 18 Mart'ta Çanakkale'yi geçerek yakında Konstantinepol'de olacağına dair telgrafı Londra'ya çekmiş Queen Elizabeth, Inflexible, Lord Nelson, Agamemnon, Ocean, Irresstible, Wengeance Majestic, Prince, Bouvet, Suffren gibi savaş gemilerinden oluşan üç filoluk gemilerini yola çıkarmıştı. Ama Robeck, bu arada küçük bir şeyi unutmuştu: Savaştığı millet Türk milletiydi. Kaşgarlı Mahmud'a göre adını bizzat Ulu Tanrı'nın verdiği bu millet, tarih sahnesinde bulunduğu hiçbir dönemde esaret altına alınamamış, özgürlüğünden hiç vazgeçmemişti. Ve şimdi de Çanakkale'de olup bitenleri, özgürlüğüne vurulmak istenen bir zincir gibi görüyordu. Bu yüzden Bedr'in aslanları kadar şanlı bir orduyu orada şehit verdi, hilal uğruna güneşlerini feda etti. Ve tarih, o gün bir ismi hafızasına kaydetti: Nusret.
Nusret, teknoloji yüklü gemiler yanında muhallebi çocuğu cesametinde bir mayın gemisiydi ama bağrında aslan yürekler taşıyordu. O serdengeçti ruhtur ki yarı aydınlık bir gecenin sonrasında düşmanın haşmetli gemilerinden bazılarını Boğaz'ın derinliklerine gönderdi. İtilaf devletlerinin mağrur kumandanları Boğaz'dan öte yol bulunamayacağını anlayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar. Artık Çanakkale'de kara savaşları başlı*yordu. Atatürk'ün, cephanesi biten askerlere:
- Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum, dediği gündü o gün.
Bütün cephelerinde 250 binin üzerinde askerimizin şehit düştüğü Çanakkale Savaşları bir destanın ta kendisidir.Ve o destanı yaratanlar 'Çanakkale geçilmez' derken bu ülkenin Müslüman-Türk kimliğine vurgu yapıyorlar, geçilemeyecek olan hattın bir kuru toprak parçası değil o toprağın içini dolduran ruh olduğunu düşünüyor ve o uğurda çarpışıyor, vuruşuyor, şehit oluyorlardı.Şairin;
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın
dediği Mehmetçik, işte o ruh uğruna can vermişti.
Peki şimdi bir kere daha soralım kendimize: Çanakkale geçildi mi?
Çevrenize bakınız, geleceğimizin teminatı olacak gençlerimizin eğlence biçimlerine, eroin partisinde can veren çocuklarımıza, televizyon ekranlarından üzerimize sıçrayan bayağılıklara, turistik (!) ülkemizde yine turistik diye her türlü rezalete baş üstüne deyişimize, internet cafelerde sigara dumanlarına esir olan yavrularımıza, topluma örnek gösterilen insanların sapkınlıklarına veya sapkın insanlara, okumayı unutan toplumumuza, alışveriş merkezlerini mabet haline getiren halkımıza... Ayrıca burada anmaya gerek görmediğimiz onlarca, yüzlerce çarpık uygulamaya bakınız, bakınız da Çanakkale geçilmiş mi; geçilememiş mi kendinize yeniden sorunuz. Galiba İstanbul'un Müslüman kimliğinden rahatsız olup onu Konstantinepol yapmak isteyenler Çanakkale'yi geçmişler.
CUMHURİYETİ BÖYLE (Mİ) KURDUK
Her yıl 18 Mart yaklaştığında yayın organlarında çıplak ayaklı, yırtık giysileriyle iki çocuk askerin resimleri yayınlanır. Altında da genellikle şöyle bir cümle olur: "Cumhuriyeti biz böyle kurduk." Bazı resimlerde de aynı türden yoksul halkın askere mermi taşıyan kağnılar başındaki pejmürde halleri, kadınların ve çocukların trajediyi andıran görüntülerini görürsünüz. Vatanseverliğin bu siyah beyaz fotoğrafları, o insanların siyah beyaz kaderleri misali ne yazık ki amacının dışında kullanılmaya başlandı. Bazı sergilerde, afişlerde, pankartlarda sloganlara dönüştürüldü. İşin hazin tarafı, bütün bunları hazırlayanlardan çoğu, maalesef Çanakkale'den düşmana geçit vermeyen o asil ruhun hatırlatılmasına karşı çıkmaktadır. Mesela Çanakkale'de şehitliklerin mahşer kalabalıkları gibi ziyaretçi bulmasından rahatsız olurlar. Şehitlerin ruhuna Fatiha okuyan insan manzaraları onları rahatsız eder nedense. Çünkü altına sloganlar yazdıkları resimlerden hiçbiri onların dedelerine ait değildir. Ankara'da Cumhuriyet'i kuranlar ile Çanakkale'de, Sakarya'da, Arabistan'da, Galiçya'da Cumhuriyet'in kurulması için can verenler arasında bir statü farkı, bir er-zabit rütbesi, bir seçkin-köylü ayrımı vardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra bunlardan birileri yöneten, diğerleri yönetilen rollerine geri döndüler. Garip olanı, şimdi o resimlerden pankartlar üretenler, aynı pankartları o resimlerin asıl sahiplerine karşı açmaktalar. Resimlerin sahiplerine gelince; onlar tarihin hiçbir döneminde vatan uğruna can vermenin adını anmadılar, can vermekle yetindiler.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak
Gerisini okumaya gerek yok sanırım. Türk tarihinin en önemli savaşlarından birinin, hatta belki en önemlisinin bir şair kalbindeki yansımaları bunlar.
Bu savaş yalnızca Türklüğün değil bütün bir Avrupa milletlerinin de kaderini etkileyen savaştı. İstanbul'u yeniden Konstantinepol yapabilmenin beş yüz yıllık rüyasını sayıklayan Avrupa'nın bütün gücüyle yüklendiği, ama Türk adı önünde eğilmeye mecbur kaldığı bir savaştı. O yalnızca İtilaf devletleriyle hasta adamın savaşı değil, ham hayaller ile biçare hakikatlerin; tanrılaştırılmış madde ile Tanrı'ya iman eden gönüllerin; gurura kapılmış mahmuzlu çizmeler ile altı delik yemenilerin de savaşı idi. İtilaf devletleri her şeyleriyle yükleniyor, bombalıyor, yakıyor, yıkıyor; dahası, siperlerden gelen cılız karşılıklarla alay bile ediyordu. Amiral Robeck 18 Mart'ta Çanakkale'yi geçerek yakında Konstantinepol'de olacağına dair telgrafı Londra'ya çekmiş Queen Elizabeth, Inflexible, Lord Nelson, Agamemnon, Ocean, Irresstible, Wengeance Majestic, Prince, Bouvet, Suffren gibi savaş gemilerinden oluşan üç filoluk gemilerini yola çıkarmıştı. Ama Robeck, bu arada küçük bir şeyi unutmuştu: Savaştığı millet Türk milletiydi. Kaşgarlı Mahmud'a göre adını bizzat Ulu Tanrı'nın verdiği bu millet, tarih sahnesinde bulunduğu hiçbir dönemde esaret altına alınamamış, özgürlüğünden hiç vazgeçmemişti. Ve şimdi de Çanakkale'de olup bitenleri, özgürlüğüne vurulmak istenen bir zincir gibi görüyordu. Bu yüzden Bedr'in aslanları kadar şanlı bir orduyu orada şehit verdi, hilal uğruna güneşlerini feda etti. Ve tarih, o gün bir ismi hafızasına kaydetti: Nusret.
Nusret, teknoloji yüklü gemiler yanında muhallebi çocuğu cesametinde bir mayın gemisiydi ama bağrında aslan yürekler taşıyordu. O serdengeçti ruhtur ki yarı aydınlık bir gecenin sonrasında düşmanın haşmetli gemilerinden bazılarını Boğaz'ın derinliklerine gönderdi. İtilaf devletlerinin mağrur kumandanları Boğaz'dan öte yol bulunamayacağını anlayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar. Artık Çanakkale'de kara savaşları başlı*yordu. Atatürk'ün, cephanesi biten askerlere:
- Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum, dediği gündü o gün.
Bütün cephelerinde 250 binin üzerinde askerimizin şehit düştüğü Çanakkale Savaşları bir destanın ta kendisidir.Ve o destanı yaratanlar 'Çanakkale geçilmez' derken bu ülkenin Müslüman-Türk kimliğine vurgu yapıyorlar, geçilemeyecek olan hattın bir kuru toprak parçası değil o toprağın içini dolduran ruh olduğunu düşünüyor ve o uğurda çarpışıyor, vuruşuyor, şehit oluyorlardı.Şairin;
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın
dediği Mehmetçik, işte o ruh uğruna can vermişti.
Peki şimdi bir kere daha soralım kendimize: Çanakkale geçildi mi?
Çevrenize bakınız, geleceğimizin teminatı olacak gençlerimizin eğlence biçimlerine, eroin partisinde can veren çocuklarımıza, televizyon ekranlarından üzerimize sıçrayan bayağılıklara, turistik (!) ülkemizde yine turistik diye her türlü rezalete baş üstüne deyişimize, internet cafelerde sigara dumanlarına esir olan yavrularımıza, topluma örnek gösterilen insanların sapkınlıklarına veya sapkın insanlara, okumayı unutan toplumumuza, alışveriş merkezlerini mabet haline getiren halkımıza... Ayrıca burada anmaya gerek görmediğimiz onlarca, yüzlerce çarpık uygulamaya bakınız, bakınız da Çanakkale geçilmiş mi; geçilememiş mi kendinize yeniden sorunuz. Galiba İstanbul'un Müslüman kimliğinden rahatsız olup onu Konstantinepol yapmak isteyenler Çanakkale'yi geçmişler.
CUMHURİYETİ BÖYLE (Mİ) KURDUK
Her yıl 18 Mart yaklaştığında yayın organlarında çıplak ayaklı, yırtık giysileriyle iki çocuk askerin resimleri yayınlanır. Altında da genellikle şöyle bir cümle olur: "Cumhuriyeti biz böyle kurduk." Bazı resimlerde de aynı türden yoksul halkın askere mermi taşıyan kağnılar başındaki pejmürde halleri, kadınların ve çocukların trajediyi andıran görüntülerini görürsünüz. Vatanseverliğin bu siyah beyaz fotoğrafları, o insanların siyah beyaz kaderleri misali ne yazık ki amacının dışında kullanılmaya başlandı. Bazı sergilerde, afişlerde, pankartlarda sloganlara dönüştürüldü. İşin hazin tarafı, bütün bunları hazırlayanlardan çoğu, maalesef Çanakkale'den düşmana geçit vermeyen o asil ruhun hatırlatılmasına karşı çıkmaktadır. Mesela Çanakkale'de şehitliklerin mahşer kalabalıkları gibi ziyaretçi bulmasından rahatsız olurlar. Şehitlerin ruhuna Fatiha okuyan insan manzaraları onları rahatsız eder nedense. Çünkü altına sloganlar yazdıkları resimlerden hiçbiri onların dedelerine ait değildir. Ankara'da Cumhuriyet'i kuranlar ile Çanakkale'de, Sakarya'da, Arabistan'da, Galiçya'da Cumhuriyet'in kurulması için can verenler arasında bir statü farkı, bir er-zabit rütbesi, bir seçkin-köylü ayrımı vardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra bunlardan birileri yöneten, diğerleri yönetilen rollerine geri döndüler. Garip olanı, şimdi o resimlerden pankartlar üretenler, aynı pankartları o resimlerin asıl sahiplerine karşı açmaktalar. Resimlerin sahiplerine gelince; onlar tarihin hiçbir döneminde vatan uğruna can vermenin adını anmadılar, can vermekle yetindiler.