yılmazy
04-04-2008, 11:49
DİKDURMAK
VE
BAŞEĞMEMEK
Şanlı, şerefli ve kahraman ecdadın nesli, çekingen ve rahatına düşkün olamaz ve olmamalı. Hele dava adamı makamında bulunup milletin selâmet ve istikametini düşünenler, merdane hareketiyle örnek olmalıdırlar. Bu yüksek evsafa sahib olmak, İslâm Milletinin hakiki istiklaliyetinin en önemli vesilesidir.
Ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve usûl-ü şer’iyeyi esas alan Bediüzzaman Hazretlerinin Âlem-i İslâmda umumî itimada mazhar olmuş eserlerinden şer cereyanlarına karşı takınılması gereken meşru tavır hakkındaki beyanlarından bir kısmını naklediyoruz. Bu hüküm ve tavsiyeler, beşerî anlayış ve düşüncelere dayanmaz.
Kısaca anlatılan şer’î ölçüler ve o ölçülere dayanan gelecek tavsiyeler, Nur cemaatına ve umum müslümanlara hem de siyasîlere bakan ders ve ikazlardır.
Aşağıda sıralanan parçalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet, ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad, zendeka, ermeni taşnak, komünist, mason komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamayacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmıdır.
Bu sarih beyanları kendilerine ölçü seçenler, gereken istikametli düşünmede zorluk çekmezler.
GİZLİ KOMİTENİN VARLIĞI
Memleketimizde gizli dinsiz komitenin varlığını ilk tesbit eden ve dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri 1947 lerde yazdığı bir mektupta diyor ki:
«Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, birgün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki:
“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kal*dırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”
Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon’un sâbık Vâlisini, Emirdağının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:193)
GİZLİ DİNSİZLERE ZAAF GÖSTERİLMEZ!
Önce Risale-i Nur cemaatına ve dolayısiyle umuma bakan tavsiyeler
«Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer..» (Tarihçe-i Hayatı sh: 431)
«Şimdi Nurcuları ürkütmek, zayıf bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane sebatları ve tahammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikatleri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirdlerin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. (Tarihçe-i Hayatı sh: 596)
«Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.
Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?» (Mektubat sh: 70)
«… canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.
ZULME RIZA ZULÜMDÜR
وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ (Hûd Sûresi, 11:113) âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.
İşte, bir ehl-i Kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten. » (Mektubat sh: 361)
Müslümanların dinden gelen anlayışlarına ve şeair denen yaşayış ve kıyafetlerine kadar uzanan ve din ve vicdan hürriyetlerine ters düşen müdahalelerin şiddetli mes’uliyetini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!» (Mektubat sh: 396)
KORKU DAMARININ TEDAVİSİ
«İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:
“Biz hizbü’l-Kur’ân’ız. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ (Hicr Sûresi, 15:9.) sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz.
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemez*siniz.”» (Mektubat sh: 415)
«Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.
Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.
قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ (Cum’a Sûresi, 62:8.) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.» (Mektubat sh: 417)
«Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz:
Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz.
Biz de اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّااِلَيْهِ رَاجِعُونَ (Bakara Sûresi, 2:156) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.» (Şualar sh: 280)
«…. bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:
Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr‑ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!» (Şualar sh: 292)
Bediüzzaman Hazretleri millî vicdanın ve umumî hissiyatın din düşmanlarına karşı metanetini ve canlılığını korumasına vesile olan hapishanede kalmasının lüzumunu anlatırken de diyor ki:
«Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale‑i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.» (Şualar sh: 325) deyip hak yolunda a’zamî fedakârlığı fiilen gösterip, bu asrın dehşetli ve sinsi nifak cereyenına karşı açtığı manevî cihadda idam tehlikelerine karşı göğüs gerip önde gitmekle ehl-i imana manevî cesaret vermiştir.
Evet ehl-i imanın sinsi nifak cereyanını gereği gibi tanıyamaması, onlara aldanmasına sebebdir. Bu ise insanı ebedî helâkete götürür. O halde sinsi cereyana dostane tavır göstermek, ehl-i imanın manevî helâketine kapı açmak demektir. İşte Bediüzzaman hazretlerini bu tarzdaki merdane tavırları, ehl-i imanın ebedî selâmetine baktığını cidden anlamak gerekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri ikaz ve irşadlarına bakan ifade ve beyanlarının nakline devam ediyoruz:
«Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.» (Şualar sh:326)
«Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zendekaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.» (Şualar sh: 351)
«Risale-i Nur’a mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir aynası olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.» (Şualar sh: 398)
AZGINLARA TAVIR
Bediüzzamanın cebbar kumandanlara karı örnek teşkil eden metaneti ibret nazarına arzeden bir beyanı:
«Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve“Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:166)
“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zendeka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.” (Mekktubat sh: 270)
“İşte ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?
O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!.” (Mektubat sh: 269)
www.ittihad.com.tr
VE
BAŞEĞMEMEK
Şanlı, şerefli ve kahraman ecdadın nesli, çekingen ve rahatına düşkün olamaz ve olmamalı. Hele dava adamı makamında bulunup milletin selâmet ve istikametini düşünenler, merdane hareketiyle örnek olmalıdırlar. Bu yüksek evsafa sahib olmak, İslâm Milletinin hakiki istiklaliyetinin en önemli vesilesidir.
Ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve usûl-ü şer’iyeyi esas alan Bediüzzaman Hazretlerinin Âlem-i İslâmda umumî itimada mazhar olmuş eserlerinden şer cereyanlarına karşı takınılması gereken meşru tavır hakkındaki beyanlarından bir kısmını naklediyoruz. Bu hüküm ve tavsiyeler, beşerî anlayış ve düşüncelere dayanmaz.
Kısaca anlatılan şer’î ölçüler ve o ölçülere dayanan gelecek tavsiyeler, Nur cemaatına ve umum müslümanlara hem de siyasîlere bakan ders ve ikazlardır.
Aşağıda sıralanan parçalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet, ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad, zendeka, ermeni taşnak, komünist, mason komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamayacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmıdır.
Bu sarih beyanları kendilerine ölçü seçenler, gereken istikametli düşünmede zorluk çekmezler.
GİZLİ KOMİTENİN VARLIĞI
Memleketimizde gizli dinsiz komitenin varlığını ilk tesbit eden ve dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri 1947 lerde yazdığı bir mektupta diyor ki:
«Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, birgün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki:
“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kal*dırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”
Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon’un sâbık Vâlisini, Emirdağının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:193)
GİZLİ DİNSİZLERE ZAAF GÖSTERİLMEZ!
Önce Risale-i Nur cemaatına ve dolayısiyle umuma bakan tavsiyeler
«Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer..» (Tarihçe-i Hayatı sh: 431)
«Şimdi Nurcuları ürkütmek, zayıf bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane sebatları ve tahammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikatleri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirdlerin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. (Tarihçe-i Hayatı sh: 596)
«Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.
Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?» (Mektubat sh: 70)
«… canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.
ZULME RIZA ZULÜMDÜR
وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ (Hûd Sûresi, 11:113) âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.
İşte, bir ehl-i Kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten. » (Mektubat sh: 361)
Müslümanların dinden gelen anlayışlarına ve şeair denen yaşayış ve kıyafetlerine kadar uzanan ve din ve vicdan hürriyetlerine ters düşen müdahalelerin şiddetli mes’uliyetini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!» (Mektubat sh: 396)
KORKU DAMARININ TEDAVİSİ
«İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:
“Biz hizbü’l-Kur’ân’ız. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ (Hicr Sûresi, 15:9.) sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz.
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemez*siniz.”» (Mektubat sh: 415)
«Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.
Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.
قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ (Cum’a Sûresi, 62:8.) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.» (Mektubat sh: 417)
«Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz:
Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz.
Biz de اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّااِلَيْهِ رَاجِعُونَ (Bakara Sûresi, 2:156) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.» (Şualar sh: 280)
«…. bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:
Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr‑ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!» (Şualar sh: 292)
Bediüzzaman Hazretleri millî vicdanın ve umumî hissiyatın din düşmanlarına karşı metanetini ve canlılığını korumasına vesile olan hapishanede kalmasının lüzumunu anlatırken de diyor ki:
«Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale‑i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.» (Şualar sh: 325) deyip hak yolunda a’zamî fedakârlığı fiilen gösterip, bu asrın dehşetli ve sinsi nifak cereyenına karşı açtığı manevî cihadda idam tehlikelerine karşı göğüs gerip önde gitmekle ehl-i imana manevî cesaret vermiştir.
Evet ehl-i imanın sinsi nifak cereyanını gereği gibi tanıyamaması, onlara aldanmasına sebebdir. Bu ise insanı ebedî helâkete götürür. O halde sinsi cereyana dostane tavır göstermek, ehl-i imanın manevî helâketine kapı açmak demektir. İşte Bediüzzaman hazretlerini bu tarzdaki merdane tavırları, ehl-i imanın ebedî selâmetine baktığını cidden anlamak gerekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri ikaz ve irşadlarına bakan ifade ve beyanlarının nakline devam ediyoruz:
«Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.» (Şualar sh:326)
«Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zendekaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.» (Şualar sh: 351)
«Risale-i Nur’a mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir aynası olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.» (Şualar sh: 398)
AZGINLARA TAVIR
Bediüzzamanın cebbar kumandanlara karı örnek teşkil eden metaneti ibret nazarına arzeden bir beyanı:
«Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve“Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:166)
“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zendeka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.” (Mekktubat sh: 270)
“İşte ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?
O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!.” (Mektubat sh: 269)
www.ittihad.com.tr