Orijinalini görmek için tıklayınız : Dikkat Çeken, Ezber Bozan, Okunmaya Değer "Alıntılar"
Kurumların yanlış davranışları anayasa değişikliğini kaçınılmaz hale getirdi; ancak yanlış ortadan kaldırılırken başka yanlışlara kapı aralanmamalıdır. Hazırlanan değişiklik metni, halkın önüne sunulana kadar, tartışmalarda dillendirilen öze ilişkin eleştiriler göz önünde tutularak sürekli geliştirilmelidir. Toplumsal mutabakat metni sayılan anayasada değişiklik yapma fırsatı eline geçtiği için heyecanlanan halk, oyunu vereceği metnin ülkeye yararından emin olmalıdır.
Bu da bizi değiştirilecek maddelerin mutlaka halkoyuna sunulması gereğine götürüyor.
Meclis'ten 367 oydan fazla oy alarak geçen anayasa değişikliği maddeleri için halkoylamasına gitmek gerekmiyor; Cumhurbaşkanı onaylayınca değişiklikler yürürlüğe giriyor. Ancak Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğü taktirde, 367'den fazla oy bile almış olsa, anayasa değişikliklerini halkoylamasına sunabiliyor (m. 104). Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Meclis'ten büyük bir kabul oyuyla çıksa ve gerekmese bile, halkı heyecanlandıran bu anayasa değişikliği paketini mutlaka halkoyuna sunmalıdır.
Kürsü hâkimleri: Yüksek yargı, kurduğu düzenin bozulmasından korkuyorhttp://medya.zaman.com.tr/2010/03/29/kursuhakimi.jpgYerel mahkemelerde görev yapan kürsü hâkimleri, anayasa değişiklik paketinden umutlu. HSYK'ya yüksek yargı dışından da hakim ve savcıların seçilmesine destek veren Ödemiş Hakimi Özsu, "Yüksek yargının reaksiyonunu anlayabiliyorum. Kapalı devre yargı mekanizmasının bozulmasını istemiyorlar." diyor. Kazan Hakimi Şahin de 'küçük bir zümre'nin 12 bine yakın yargı mensubu hakkında karar aldığını belirtiyor.
Meclis'in gündemine bu hafta gelmesi beklenen anayasa paketinin en önemli bölümünü yargı reformu oluşturuyor. Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısı demokratik meşruiyet ve geniş temsil esasına göre değiştiriliyor. Yüksek Mahkeme'ye Meclis'in, HSYK'ya da hâkim ve savcıların üye seçmesi öngörülüyor. Reforma karşı çıkanların başında ise CHP, MHP ve yüksek yargı geliyor. Ancak yerel mahkemelerde görev yapan kürsü hâkimleri, Yargıtay ve HSYK'nın öne sürdüğü görüşlere katılmıyor. HSYK'ya yüksek yargı dışından hâkim ve savcıların seçilmesine destek veriyorlar. Reforma karşı çıkan yüksek yargıya ise tepki gösteriyorlar. Ödemiş Hâkimi Faruk Özsu, "Yüksek yargı içerisindeki al gülüm ver gülüm sisteminin değişmesine karşı çıkıyorlar. Kapalı devre yargı mekanizmasının bozulmasını istemiyorlar." diyor. Beypazarı Hakimi Dr. Orhan Gazi Ertekin ise Yargıtay ve HSYK'dan gelen açıklamaları analiz ve altyapıdan yoksun buluyor. Ertekin'e göre, ellerindeki gücün alınması yüksek yargının işine gelmiyor.
http://medya.zaman.com.tr/2010/03/29/manset.png AK Parti'nin pazartesi günü görüşünü almak için muhalefe sunduğu anayasa değişikliği paketine yargıdan ilk tepki Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'den gelmişti. Başkanlar Kurulu'nun pakete ilişkin aldığı kararı kamuoyu ile paylaşan Gerçeker, yargı ile ilgili olan düzenlemelerin Anayasa'ya aykırı olduğunu savunmuş, HSYK'nın yapısında öngörülen değişikliğe de karşı çıkmıştı. Gerçeker, "Bu düzenlemeler şunu gösteriyor ki yüksek yargının, yüksek mahkemelerin devreden çıkarılmak istenmesi, etkisinin azaltılmak istenmesi öngörülüyor. Biz buna kesinlikle karşıyız. Yargıdaki sorunlar giderilmeden Anayasa Değişiklik Taslağı'nda yer alan düzenlemelerin yapılması, yargıyı kuşatmanın ötesinde yargıyı ele geçirmekle eşanlamlı olacaktır." şeklinde konuşmuştu. Düzenlemeye bir tepki de HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek'ten gelmişti. "Elimizdeki metin yargının sorunlarına yanıt verecek nitelikte bir metin değil.'' diyen Özbek, yüksek yargı ile dalga geçildiğini savunmuştu. Ancak, yerel mahkemelerde görev yapan kürsü hâkimleri, HSYK'ya yüksek yargı dışından da hâkim ve savcıların seçilmesini olumlu bir adım olarak değerlendiriyor.
Kazan Hâkimi Kemal Şahin: Bugüne kadar "yargı" denilince hep yüksek yargı anlaşıldı. Halbuki, yüksek yargı neticede yargı mekanizmasının denetleyicisi konumundadır. Temyiz mahkemeleri gibi işlev görür. HSYK'nın bugünkü yapısı da, yargının temsilinden uzak. Danıştay ve Yargıtay'dan üyeler seçiliyor HSYK'ya. Ancak Kurul'un, Danıştay ve Yargıtay üyelerini ilgilendiren herhangi bir karar alma durumu yok. Yerel mahkemelerin temsili hiç yapılmıyor. Çok küçük bir zümre 12 bine yakın yargı mensubu hakkında karar alıyor, üstelik o döngü yalnızca kendi arasında yürüyüp gidiyor. Anayasa paketi eksikleri de olan bir reform girişimi, ancak diğer yandan olumlu adımları da desteklememiz gerekiyor. Emekli Hâkim Beyazıt Boran: Bir kere kürsü hâkimlerinin sorunlarını en iyi kendi aralarından seçecekleri temsilciler çözecektir. Terfi sorunları, iş yükü fazlalığı, tayin meseleleri gibi bir sürü ihtiyacı en iyi kürsü hâkimleri bilecektir. Özbek'in "yüksek yargıyla dalga geçiyorlar" sözü kesinlikle yanlış. Peki dalga geçilmemesi için HSYK'nın böyle devam etmesi mi lazım? Hiçbir kararı yargıya götürülemiyor. Yapılan itirazlar yine kararı verenlerin önüne gidiyor. Bugüne kadar itiraz için kurulun önüne gelen dilekçelerle herhangi bir kararın değiştiğini görmedim. Bu yapının değişmesi zorunludur.
"Devlet merkezli anayasa"yı hazırlayanlar askerî cuntanın arzusu doğrultusunda masa başına oturan bilim adamları ve hukukçular oluyor. Pekiyi "birey merkezli anayasaları" kim ve nasıl hazırlıyor? Konunun can alıcı sorusu budur!
"Birey" insan teki varlıktır, yani ferd-i vahid olan insandır. Ferd-i vahid olan insan "devlet" ve "toplum" gibi soyuttur. Dünyanın hiçbir yerinde bireyler insan teki varlıklar olarak bir araya gelip metin yazamazlar. Türkiye 72,5 milyon nüfusa sahipse, rüşd çağında olan 50 milyon insanın salt birey kimlikleriyle bir araya gelip tartışması, müzakere yapması ve ortak bir anlaşma zemini bulması mümkün değildir. Bu durumda yine birilerinin ortaya çıkıp bir metin yazması zarureti hasıl olmaktadır. Nitekim Batı'da da böyle oluyor. "Birey merkezli metni" yazanlar yine bilim adamları, akademisyenler ve hukukçular olmaktadır. Onlar da liberal filozof ve bilim adamlarından ilhamlarını alırlar, kitaplarda okuduklarını, liberal felsefe tarafından tanımı yapılmış, muhtevası belirlenmiş hak ve sorumlulukları, vecibe ve görevleri bir anayasa metni olarak ortaya dökerler. Kısaca onlar da masa başında metin yazarlar.
İşte benim temel itirazım burada başlıyor. Bana göre "devlet merkezli anayasa" ile "birey merkezli anayasa" metni arasında -içerik farklı olmakla beraber- usul yönünden fark yoktur. Her iki metinde de karşılıklı müzakere, tartışma söz konusu değildir. Pekiyi "toplum merkezli anayasa" nedir ve nasıl olmalıdır? Bunu da çarşamba günü ele almaya çalışacağız.
Grubun yaşadığı sıkıntıların sebebi, iktidardan baskı görmesi değil, siyasi gelişmelere doğru teşhis koyamamasıdır. Eskiden başka siyasilerle alıştıkları türden bir ilişki tarzını bu iktidarla da kurabileceklerini sandılar: İstediğini alıncaya kadar keskin muhalefet... "Sana günyüzü göstermem ha!" mesajıyla yanına çekme... Bu yolla yakalanan 'al-gülüm ver-gülüm' dönemlerini grubun ekonomik çıkarları için kullanma...
"Merak etme patron, bunları da hizaya getiririz; gelmezlerse göndeririz" diyen olduysa Aydın Doğan'a, bugünkü tablonun sorumlusu odur.
3 Kasım 2002 seçiminden de 22 Temmuz 2007 seçiminden de Ak Parti'yi dışarıda bırakacak bir koalisyon çıkmasını bekledi grup; bugün de patrona "İlk seçimde gidecekler" denildiğini işitiyoruz. Bu görüşleri savunan akıldâneler, "Sıkı muhalefete devam edersek, göreceksin, kapına kadar gelecekler" aldatmacasını da dayattılar. Ak Parti'nin kapatılması için 'kes-yapıştır' malzemesi böyle verildi; 'e-muhtıra' bu sebeple desteklendi; 367 mantıksızlığı bu amaçla savunuldu; Cumhurbaşkanı seçiminde akıl-almaz tavırlar bu yüzden takınıldı.
"411 el kaosa kalktı" ile zirve noktaya varan demokrasi-karşıtı söylemin arkasında o mantık yatıyor.
Aynı mantık şimdi Ergenekon davasına konu olan Danıştay saldırısı için "Türkiye'nin 11 Eylülü" çarpıtma teşhisini de koymuştu.
Bunlar Aydın Doğan'ın kişiliğini yansıtmıyor; faturayı o ödese de... Ödediği faturayı hükümet, iktidar partisi veya Başbakan Tayyip Erdoğan çıkarmadı, yanlış öngörüleriyle kendisini sürekli aldatanların faturasını ödüyor patron... Böyle giderse ödemeye de devam edecek...
'Kayıp davaların adamı' Ertuğrul Özkök şimdilerde anayasa değişikliğine karşı çıkanlar cephesinin kılavuzluğuna soyundu da... Siyasileri de rezil ederse şaşırmayın.
...
- Dünkü gazetede Paris'te düzenlenen müzayedenin haberini okudun mu, Diana?
- Yoo, neden sordun anneciğim?
- Descartes'in yeleği 125.000 dolara alıcı bulmuş da...
- Yaaa! İyi ki gitmemişiz. Sen satın almazdın, benim de içimde kalırdı. Hem bak, benim gömleğim kesin onun yeleğinden daha şıktır.
- Tam tamına 125.000 dolar, Diana.
- Ha tamaaam, şimdi anladım. Sen bana, 1100 doların böyle bir gömlek için az bile olduğunu söylemeye çalışıyorsun, değil mi anişkom?
Annesinin böyle düşünmediğini adı gibi biliyordu ama, işi şirinliğe vurup, bi an önce yeni gömleğini gönül rahatlığıyla diğerlerini yanına asmak istiyordu.
- Bir konuda haklısın yavrum. Senin gömleğin Descartes'ın yeleğinden çok daha şık. Descartes'ın yeleği, ne ipek, ne de kaşmir...
Ne Donna Karan, ne de Prada... Hatta bir mağazaya götürsen, beş dolar bile etmez.
- Eee, o kadar da olsun anne, fiyat gayet makul, o yeleği Descartes giymiş sonuçta.
- Doğru. Descartes gibi insanlar, giydikleri kumaş parçalarına değer kazandırıyorlar. Bir de tam tersini düşünsene.
- Ne gibi?
- Kumaş parçalarını insanlara değer kazandırdığını.
Diana bir an başını öne eğmiş ve annesinin yeri geldiğinde kendine has yöntemlerle kızına hissettirmeye çalıştığı şeyi düşünmüştü:
Kendini özel hissetmek için ihtiyacın olan tek şey, kendinsin.
(Kayıp Gül / Serdar Özkan)
Taraftar veya taraf olmak
Gerçekten yeni bir anayasal düzen içinde özgür bir toplumu hayal edenlerin kendileri de özgür düşüncenin yansımalarını seslendirmelidirler.
Amerikan yakın tarihinin en seçkin siyasetçilerinden biri olan Adlai Stevenson, Demokrat Parti'den Başkan adayı olduğu 1952 seçim kampanyasında "Üç metrelik bir zincirle duvara bağlı olan köpeğin havlaması özgür düşünce değildir" demişti.
Sovyet sisteminin totaliterliğine karşı olan ve kendilerini "Hür dünya"nın sözcüleri olarak niteleyenlerin tek merkezden yönlendirilmelerine dönük bir eleştiriydi bu.
Bugünün siyasetinde "AK Parti'den ne gelirse tümüne karşıyız" diyenlere karşı, "AK Parti'den ne gelirse destekleriz" demek de herhalde çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin tanımına uygun düşmez.
Bunun gibi "Madem yargı mensupları Anayasa değişikliğine karşılar, o zaman yargının da hesabını görelim" anlayışı "Kuvvetler ayrılığı"nı pekiştirmesi beklenen bir anayasa sürecinde ağırlık kazanmamalıdır.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim.
Bir kampın içinde bulunmadan da, siyasi tartışma konularında taraf olabiliriz.
Bakın, iktidar partisinin ortaya koyduğu anayasa değişikliği paketi, hakkında konuşan bütün cenahların işe sarılmasıyla -hepten karşı çıkanlarının dolaylı katkısından bile söz edebiliriz- giderek toplumun sevdiği-benimsediği bir büyük tartışma konusu olma yoluna girdi. İlk günlerin epeyce heyecansız havası yerini sanki bambaşka bir "pathos"a bırakacak gibi görünüyor. Toplumun giderek hemen her kesiminin bu işi "sevmesi", yani konuşmaya katılması büyük bir nimettir. Bilinmez, belki de toplum olarak o "anayasal an"ın etrafında dolaşmaya başlıyoruz.
Anayasa değişikliğine ilişkin ortaya atılan taleplere bakın... Memurlara grevli toplu sözleşme hakkının tanınması, seçim barajının düşürülmesi, zorunlu din dersinin kaldırılması, 42. maddede belirtilen "anadil" şartının kaldırılması, 66. maddede tarif edilen "Türk-Vatandaş" tanımının değiştirilmesi, siyasi partiler yasasının değiştirilmesi, sendikal haklara ilişkin talepler, "Diyanet"e ilişkin maddenin gözden geçirilmesi, Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın oluşumuna ilişkin son derece yerinde öneriler, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin kaldırılması, "su kaynaklarının korunmasının anayasal güvence altına alınması" (TZOB Başkanı Şemsi Bayraktar'ı bu önerisi için kutlar, çok geçmeden bizim parlamentomuzda da "Yeşil" grubun yer almasını dileriz...)
Hepsi bu kadar değil tabii ki.
İktidar partisi, hazırlamış olduğu "paket" sayesinde toplumda büyük bir tartışmaya yol açtığı için ne kadar övünse azdır... Ancak unutmayalım ki, toplumun önemli bir bölümünün "paket" dolayısıyla başlattığı bu anayasa tartışmayı ciddiye alması gerekenlerin başında da iktidar partisi geliyor.
Bununla birlikte, paketin hazırlık aşamasında, muhalefet partilerinden hiçbir pozitif elektrik alınmadığı halde, onların süreç içindeki tahmini eleştirilerinin gereğinden fazla dikkate alındığına dair bir eleştirim var benim de. Anayasa Mahkemesine veya HSYK'ya parlamentonun üye seçmesiyle ilgili, mesela, süreç içinde dile getirilen eleştiriler, belli ki sözümona "uzlaşma hurafesi" adına fazla dikkate alınmış ve bu sefer çağdaş yargı ufkundan epey geriye düşülmüş. Bu da zaten hem Bumin'in hem de atıfta bulunduğu hukukçuların eleştirilerinin önemli bir kısmını oluşturuyor.
Oysa zaten hiçbir destek vermeyeceği belli olan muhalefetin uzlaşma denkleminin dışında kalmasını bu geri adımdan dönmek için bir vesile görmek ve meclise sunulacak olan paketi muhalefete şirin gösterme baskısından kurtarmak gerekiyor. Bu, anayasayı, emin olun şimdi değilse bile gelecekte muhalefetin de memnun kalacağı daha yüksek bir standarda kavuşturacaktır. Bu konudaki bir düzeltmenin siyasi karşılığı konusunda ise ciddi bir endişem yok. Referandum değerlendirmesinde bu tarz bir düzenlemenin getirisi, götürüsünden çok daha fazla olacaktır.
Sayın Baykal çıkıp "AK Parti'nin hazırladığı Anayasa değişikliği taslağının mevcut Anayasa'nın temel ilkelerine aykırı olduğunu" söylüyor.
Bunu nasıl bir mantıkla söylüyor. Yılların siyasetçisi olarak konuşmadan önce biraz düşünmesi gerekmez mi? Yoksa nasıl bir niyetle söylüyor, demeli miydim?
Mevcut Anayasa'nın bir darbe Anayasası olduğunu herkes gibi kendisi de çok iyi bilmiyor mu? Hem Anayasa değişikliği mevcut Anayasa'ya uygun olacaksa buna değişiklik denmez ki. Kaldı ki söz konusu taslak mevcut Anayasa'nın sadece bazı maddelerinin değiştirilmesini öngörüyor. Anlaşılan o ki bir parça değişikliğe bile tahammülü yok Sayın Baykal'ın, ama neden.
Oysa olması gereken tamamen yepyeni bir anayasanın yapılması... Demek ki toplumsal uzlaşmanın tam olarak sağlandığı bütünüyle yepyeni sivil bir anayasa taslağı gündeme gelse, Sayın Baykal hepten isyan edecek, ama neden.
Şu bir gerçek ki, aslında tümüyle yepyeni bir anayasaya ihtiyaç var ve eninde sonunda bu güzel ülkenin güzel insanları bunu gerçekleştirecekler. Ama bugün ama yarın. Elbette yarın derken bildiğimiz yarından değil gelecekten bahsediyorum, bu elli yıl sonra da olabilir ancak bir gün mutlaka olur diye düşünüyorum, en azından umut ediyorum.
Kurtulmuş'un pusula talebi de uygulanabilir değil ve kendi içinde çelişkili. SP lideri şöyle diyor: "Anayasa değişikliği, bir paket olarak getirildi. Pakete, önümüzdeki günlerde ilave maddeler olabilir veya çıkartılabilir. Referanduma bir paket olarak sunmaktansa, YSK'nın düzenleyeceği bir oy pusulasında madde madde milletin oyuna sunmanın daha doğru bir yol olduğu kanaatindeyiz." Taslak paketin haberini ilk gün 'Bu inat niye?' başlığıyla duyuran Milliyet Gazetesi, bu öneriye balıklama atladı. Kurtulmuş'un teklifi uygulanma zorluğu yanında birinci kısımla çelişiyor. "Anayasa Meclisi'nin hazırlayacağı taslağın da referanduma gitmesi sağlanmalı." diyor, Numan Bey. Aynı mantıktan hareket edersek, yeniden yazılan anayasanın da tek tek pusulada gösterilmesi gerekir. Yaklaşık 200 maddeden oluşan anayasanın oy pusulasında madde madde halkın onayına sunulması fantezi ötesi bir durum olur. Numan Bey'in iyi niyetinden şüphem yok. Ama taleplerin üzerinde stratejik düşünme yapılmadığı ortada. Numan Bey'in 367 sürecinde partisine rağmen Meclis'e giren Ümmet Kandoğan'ın tecrübelerinden yararlanmasında fayda var. ANAP ve DYP'yi siyasi mevta haline getiren tavırları iyi analiz etmek lazım.
Üstelik statükoya demirleyen, değişime direnen CHP'ye benzemekle AK Parti'yi değişimin öncülüğü rolünde iyice yalnız bırakıyorlar. Bu anlamda ikisinin de AK Parti'den oy çalması neredeyse imkânsız. Rakipleri AK Parti değil, birbirleri. Bu kadar birbirine benzeyen iki hareketten birisi diğerini yutacak. Tıpkı ANAP ve DYP gibi.
Bu çerçevede anayasa tartışmaları MHP için gelecek seçimler öncesi son fırsat; ya anayasanın değiştirilmesine direnerek CHP'nin saflarında yer alacak, ona biraz daha yakınlaşacak, ya da sürece destek vererek CHP'ye benzemekten kurtulacaklar.
Üç yıldır yazıyorum; MHP'nin AK Parti'ye alternatif olması mümkün. Çünkü, bir gün AK Parti seçmeni alternatif aradığında bunun için 'sol' veya Kemalist partilere değil, geniş anlamda 'sağ-muhafazakâr' seçeneklere bakacak. MHP 'öte taraf'a yanaşarak bu imkânı ve ihtimali ortadan kaldırıyor, kendini yanlış yerde konumlandırıyor. 'Muhafazakâr-demokrat' AK Parti'ye karşı 'milliyetçi-demokrat' bir kimlik oluşturabilen bir MHP iktidar alternatifi olabilir(di). Ama bunu ısrarla yapmıyor, tam aksine laik-otoriter-statükocu ve ulusalcı bir kimliğe savruluyor.
MHP'nin yapması gereken, cumhurbaşkanı seçimi sürecinde olduğu gibi kendini büyük çoğunluğun yanında konumlandırması. Geleneksel çizgisindeki 'toplumsal çevreyi temsil eden' bir MHP Kemalist bürokrasiye, laikçi kentlilere ve statükocu CHP'ye yanaşan bir partiden siyaseten daha doğru yerde durur. Devlet Bahçeli partisini, 'baba-dede yadigârı CHP'ye benzetmekte bir beis görmeyebilir, ama Türkiye'nin iki CHP'ye ihtiyacı yok ki...
Ekonomik krizin ve demokratik açılıma yönelik menfi kampanyanın etkisiyle kısmî oy düşüşü yaşayan AK Parti'nin 2009'un sonbaharından sonra oylarını toparladığı, yeniden yükselişe geçtiği görülüyor. Yaşanan gelişmeleri iyi değerlendiremeyen MHP ise uzun süren durgunluk eğiliminden sonra düşüş trendine girmiş durumda. Özellikle Balyoz Planı sonrasında ortaya çıkan demokratik tepki, ekonomik faktörleri geri plana itmiş, siyasi dengeyi AK Parti'nin lehine değiştirmiştir. Bu siyasi tabloda özellikle vurgulanabilecek iki önemli husus var. Birincisi MHP ve CHP arasındaki geçişkenliğin artması, ikincisi Sarıgül'ün başlattığı hareketin giderek sol ve ulusalcı bir eksene oturması. CHP'lilerin ikinci parti tercihinde MHP yüzde 13,9 oya tekabül ediyor. MHP'lilerin yüzde 19,5'i de ikinci parti olarak CHP'ye yöneliyor. Burada ortak duyarlılığın AK Parti karşıtlığı ve ulusalcı düşünce olduğu söylenebilir. Nitekim birçok konuda CHP ve MHP'nin benzer tutumlar takınması, bu iki partiyi ulusalcılığın sağı ve solu olarak konumlandırıyor. Son seçimlerde propaganda malzemesi olarak kullanılan bir slogan "Oy verin MHP'ye, gitsin CHP'ye" idi. Bu ilişkinin bugün itibarıyla iki parti arasındaki farklı bir yakınlaşmayı yansıttığı söylenebilir. AB, yabancı sermaye, özelleştirme gibi birçok konuda daha içe kapanmacı, daha tepkisel, daha hamasi bir yaklaşım görüyoruz ve ulusalcılık kefesinde farklı ideolojik hareketler yan yana geliyor. Türk siyasetinin yeni ekseni AK Parti'nin başı çektiği değişimci cephe ile değişime direnen ulusalcı cephe arasında oluşuyor. SP ve MHP'nin CHP ile gösterdiği yakınlaşma eğilimi bu durumu doğruluyor. Milliyetçi, Kemalist, muhafazakâr, sosyal demokrat gibi farklı özellikler, sergiledikleri politik tutumlarla aynı noktaya savrulabiliyorlar. Marksist, sosyalist, İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi, liberal ve hatta laik birçok kesim de değişim isteği ve demokratikleşme talebinde yine benzer bir noktada buluşabiliyor. Türk siyaseti geçmişin sağ-sol, merkez-çevre tanımlamalarından farklı bir eksene doğru kayıyor. AB perspektifi, değişimin, reformculuğun, çağdaşlaşmanın, dışa açılmanın, aktif dış politikanın ve her türlü açılımın ana dinamosu görünümünde. Tüm bu faktörleri siyasetinin konusu yapan AK Parti de çok farklı kesimlere ve anlayışlara şemsiye fonksiyonu görüyor, bu kesimlerin yeni siyasi mecrası ve sözcüsü haline geliyor. Hatta laik ve Kemalist grupta kendisini tanımlayan ama makul, rasyonel, gerçekçi bir anlayışla çağdaşlaşma hedeflerini ve kalkınma hamlesini bu partinin yapabileceğini düşünerek AK Parti'yi destekleyenlerin oranı küçümsenmeyecek düzeyde.
Organizasyonel suç
Bu durumu ceza hukukunun "Organize suç" tanımı içinde değerlendirmek elbet mümkün değildir.
Siyaset sözlüklerini karıştırdığınızda karşınıza çıkan ve hukuk açısından suç oluşturmayan "Organizasyonel suç" kavramı belki bu noktada işimize yarayabilir. "Organizasyonel suç" bir kurumun veya bir şirketin yöneticilerinin, kurumlarının veya şirketlerinin rakiplerine üstün gelmesi için her yolu denemelerini ifade ediyor.
Bunu bizdeki duruma uyarlarsak, statükonun değişmesini engellemek isteyen rejim muhafızlarının "Cumhuriyet ve laiklik elden gidiyor" gerekçesi ile demokrasiyi tehlike olarak sunmalarını belki ele alabiliriz.
Aslında eski ile yeninin her karşılaşmasında bu tür durumlar ortaya çıkar.
Ancak her yeni de eskir sonunda.
Mesela ülkemizi ziyaret eden Almanya Başbakanı Merkel'in ana derdi en yeni para birimi olan "Euro"nun yeni koşullara artık uyarsız kalması değil midir?
İflas etmiş Yunanistan'ın da para birimi euro olduğu için, bu ülke devalüasyon yapamamakta, kolay borçlanabilmek için faiz hadlerini yükseltememektedir. Bu da böyle bir sorunu olmayan ama o da euro kullanan Almanya'yı krize sürükleyebilmektedir.
Yani içe çok fazla dönmeyelim.
Dünyadaki sorunlu konular sadece bize ait değildirler.
Ülkemizin en büyük medya grubu, izlenen ekonomi politikalarıyla iyice artmış olan gücünü epey bir süredir iktidarın sonunu getirmek amacıyla kullanıyor. Her seçim öncesinde "Göreceksiniz, sandıktan Ak Partisiz koalisyon çıkacak" hülyasına kapılıyor ve her seferinde yanılıyorlar. Cumhurbaşkanı seçimi sürecini ellerine yüzlerine bulaştırdıkları gibi, halkla birlikte attığı her adımda iktidarın karşısına dikilip demokrasi-dışı gelişmelere destek çıkarak halkın da nefretini kazanıyor grup...
Kendileri içeriden bakınca göremiyor olabilir; ancak dışarıdan bakıldığında durumları 'fareli köyün kavalcısı' masalına benziyor. Kavalcının ardında elele tutuşup hep birlikte hoş olmayan bir sona doğru yol alıyorlar...
İşin ilginç yönü, kavalcı ve yakınlarının gözlerinin patronlarını da görmeyişi... Başarısızlığın nereden kaynaklandığını ve gerçek suçluyu araştırırken genellikle Aydın Doğan ve kızlarını bu tiplere imkân sağlamaktan öte bir eleştiriye tâbi tutmuyorum. Bazı saftirikler bunu kişisel hesaplarıma bağlıyor, önce bana grupta bir yerlere gelme beklentisi atfedip sonra yazdıklarımı beklentimle ilgili bir tavır olarak yansıtıyor...
Şunu kimsenin unutmaması gerek:
Özgür düşünce, siyasetten özerk fikir üretimi, bir toplumun can damarıdır.
Dengeli ve doğal gelişmenin ana rehberidir. Serbest teşebbüs adımları ve bireysel kararlardan siyasi kararlara, edebiyattan müziğe kadar; özgür düşünce, yaratıcılığın onsuz olmaz atmosferini oluşturur. Yaratıcılık ise kültürel, ekonomik ve siyasi refahın temel koşulunu...
Demokrasinin anlamı da burada gizlidir.
Zira, fikir üretimini, düşünceyi, özgür ve rekabetçi tartışma besler; tartışmayı mümkün kılan ise demokrasidir.
Tartışmanın temel işlevi 'ötekini' dinlemek ve anlamaksa; anlamak farklı görüşler arasında etkileşime yol açıyorsa; etkileşim de zengin ve yaratıcı bir kimlik üretiyorsa... Bu, eşitlikçi, özgürlükçü ilke ve kuralların kendiliğinden oluşumu ve onun etrafında şekillenen bir toplumsal mutabakat demektir, demokrat bir zihniyet demektir...
Demokrasiden beslenen ve demokrasiyi besleyen de işte bu mutabakat ve zihniyettir...
Demokrasi ve demokratlık, bizde olanın tersine, her şeyden önce kendini sorgulama ve mutlak kılmama çabasıdır.
Ve bu çabanın ötekilerin, bizden farklı olanların varlığıyla, talepleriyle ilişki içinde olmasıdır.
Bunlar ile sahte demokratlar arasındaki fark açıktır... Özkökgiller'den uzak durmak, belki biraz Türkiye'de etik mesele böyle bir şeydir...
Türkiye'nin yakın tarihinde hiçbir dış güç, Türk toplumuna medya kadar zarar vermemiştir. Türkiye'deki bütün darbelerin tetikçiliğini medya yapmıştır. Anadolu insanı son elli yılını, medyanın haksız ve insafsız saldırıları altında geçirmiştir. Türkiye'de medya seküler kültürün değerlerini Anadolu'ya taşımak için, yalan haber başta olmak üzere her yola başvurmuştur. Anadolu'da yabancılaşmanın silahşörlüğünü medya yapmıştır.
Anadolu'da dış güçlerin yapamadığı yıkımı medyanın öncülüğünde, iç güçler yapmıştır. Kutsal kültüre karşı seküler kültürün misyonerliğini medya yüklenmiştir. Medyanın ayağının altındaki zemin bütünüyle kayıp gitmesine rağmen, medya hala çoğunluğa karşı azınlığın sözcülüğünü yapmaktadır. Medyanın desteğiyle Türkiye'de güçsüz azınlığın görüşleri, güçlü çoğunluğun görüşleri gibi sunulmuştur.
İletişim ağlarıyla, herşeyi bildiğini sanan medyanın, çok şeyi bilmediği ortaya çıktı. Türkiye'de medya çözümün değil, sorunun kaynağı oldu.
Medya için iyi haber, kötü haber değil, doğru haberdir.
Bir insanı öldüren medya, bütün insanlığı öldürür. Hayat haberdir, haber hayattır.
Gönülden
04-01-2010, 17:38
Türkiye’de Başbakan yargılanır, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları yargılanamaz!
Yani, seçilmiş hükümet yargıya teslim edilebilir, tayinen gelmiş üniformalı devlet, asla!
Bu Türkiye’de iki devletin sembolik göstergelerindendir.
Genelkurmay başkanı neden kendisinden “devlet adamı” olarak söz ediyor? Neden başbakan gibi konuşuyorsa, neden başbakan gibi bazı tavırlar sergiliyorsa, işte ondan kendini devlet adamı gibi görüyor.
Üniformalı devlet, ideolojik devlet, derin veya çekirdek devlet… bin türlü koruma zırhına bürünmüştür. Sivil devlet ise, her türlü denetleme, kontrol ve yargılamaya açıktır; üstüne üstlük seçmene hesap verir. Yani, üniformalı devlet sivil devlete faiktir, üstündür.
Yeni Anayasa değişiklikleri en azından bu faikiyeti ortadan kaldırırsa, doğru bir yola gireriz. Türkiye’nin tek devlet olması yolunda ciddi adım atarız. Yoksa bu ikili devlet yapısı sürer, her biri diğerinin aleyhine, içeriden veya dışarıdan her zaman sevk edilebilir ve bu çatışma Türkiye’nin geleceğini karartır, bugüne kadar olduğu gibi…
Gönülden
04-01-2010, 17:40
Meğer CHP lideri ETÖ’nün Avukatlığına soyunurken müvekkilleriyle dolaylı veya doğrudan görüşmekten imtina etmemiş. Avukatlığı aşan bir ilgiyi müvekkillerinden esirgememiş. Hani neredeyse kendini müvekkilleriyle özdeşleştirmiş. Halbuki bir Avukat için en büyük tehlike kendini müvekkilleriyle özdeşleştirmesi, zamanla davanın parçası haline gelmesidir.
Bu güne kadar, darbeler tartışılırken olayın hep asker veya medya boyutu irdelenmiş, CHP boyutu ihmal edilmiştir. Bu ülkede darbeleri kışkırtan, çanak tutan,demokrasiyi hazmedemediği için bana yar olmayan başkasına da yar olmasın diyen CHP'dir.Türkiye’de darbeler CHP diye bir partimiz olduğu için kolayca yapılabilmekte, siyasi alan CHP'nin katkılarıyla aşındırılabilmektedir. Onun için darbeciliğin kaynağı önce CHP'nin içinde kurutulmalıdır. Halka dayanmayanlar, halkı bir tehdit ve tehlike gibi görürler. Halkın sesini kısmak için her türlü kirli ittifaka girerler. CHP halktan ümit kesmiş bir partidir. Türk Halkı da CHP'den ümit kesmiştir. Onun demokrasinin bir parçası değil,millet iradesinin karşısında olanların bir parçası olduğuna inanmaktadır.
Bu sayfaya katkılarınızdan ötürü minnet gönülden.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ MEŞRU VE GEREKLİDİR
Yargı bağımsızlığı kavramı üzerinden yürütülmek istenen mevzi koruma savaşı bu hakikati gizleyemez. Türkiye'de yargının, yürütmenin ve yasamanın kuşatması altına girmesi potansiyel tehlikesinden ziyade yargının yürütme ve yasamayı hukuk ve demokrasi dışı şekilde sınırlaması fiilî problemi söz konusudur. Yüksek yargının hem yargının diğer parçalarından hem de demokratik siyaset ve siyasetçilerden gayri memnun olmasının nedeni budur. Yüksek yargıda ideolojik bir kast sistemi kurulmuştur. Sözcülerinin zihniyetleri ve söylemleri hep aynıdır ve halkın iradesinin ve taleplerinin kendi irade ve talepleri adına reddedilmesini istemektedir. Yüksek yargıda büyük bir toplumsal ve demokratik meşruiyet eksikliği göze çarpmaktadır. "Türk milleti" adına karar veren yargıyı Türk milleti nasıl denetleyecektir? Hata yaptığında nasıl hesap soracaktır? Yüksek yargının bu sorulara makul, inandırıcı, dürüst cevaplar vermesi gerekir. Hükümetin anayasayı değiştirme teşebbüsünün liberal demokrasi teorisi açısından hem meşru hem de gerekli olduğu açıktır. İdeal olan, anayasanın toptan yenilenmesidir. Bu mümkün olamıyorsa, bürokratik tahakküm yapılanmasına neşter atarak bürokratik iktidar alanını demokrasi lehine daraltma ve böylece müstakbel yeni reformların önünü açma yoluna gidilmelidir. Yani, anayasa değişikliğinin dayanması gereken felsefe ve gidilecek istikamet bellidir: Birey hak ve özgürlüklerini daha kuvvetli korumak ve demokratik siyasetin sahasını bürokratik iktidar aleyhine genişletmek.
Şimdi devre arası/yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayatla...
Ben O'na kendimi tanıttım... O bana kendimi...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... (Zaferlerim onlar benim... Olgunluğumun yapıtaşları...)
...Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı... Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...
Can Dündar
Ancak önerilen isimler için son kararı, mecliste oluşturulan 8 kişilik Yargı Komitesi, nitelikli çoğunlukla verecek. Değişiklikle, yargı ile siyaset arasındaki bağ güçlenecek. Yargı bağımsızlığı önlenirken, önceki sistemde olduğu gibi ehliyeti tartışmalı, demokratik meşruiyeti olmayan isimlerin cumhurbaşkanı tarafından yüksek yargıya atanması önlenecek. Yüksek mahkeme, yargıtay, danıştay gibi kurumların üyeleri bu yolla belirlenirken, 17 üyeli yüksek mahkeme başkanının yaş haddi veya başka nedenle görevden ayrılması halinde ikinci kıdemli üye başkan olacak.
Pakistan'ın geri kalmasını peş peşe yaşadıkları darbelere bağlayan Khan, değişiklikle meclisin güçlendiğini, yargının bağımsızlığının ise arttığına inanıyor. Bizim yaşadıklarımızın aksine, iktidarı ve cumhurbaşkanını anayasa değişikliğine zorlayan muhalefet olmuş. Süreçte, cumhurbaşkanı ve iktidar demokratikleşmeden yan çizmeye başlayınca, Lahor'dan iki yüz bin kişi İslamabad'a yürümeye başlamış. 'Uzun Yürüyüş' dedikleri bu tepkiye, ilginç ama asker de destek vermiş. Pakistan, birçok açıdan bizden zor durumda. Her gün 10-12 saat elektrik kesiliyor. İşsizlik yüzde 30'larda. Terörle savaşta binlerce insanını kurban veriyor, son bir yılda 4 milyar dolar para harcamış bu anlamsız savaşa. Ama iktidar ve muhalefetin demokrasi ortak paydası etrafında yaptığı mücadele ve sonunda vardığı uzlaşma, keşke bize de örnek olsa...
Eskiden böyle problemler var mıydı? Sanki eskilerin evlilikleri çok iyi...
E.Ö: Modernizmin bireylerin ruh sağlığını olumsuz etkilediği doğru. Ama sorunların artmasının bir sebebi de bireyleşme. "Kendi ayaklarının üzerinde dur, sen önemlisin, ben ben..." bombardımanı ile motive ediliyorsunuz ve evleniyorsunuz. Ve sonra birden "biz" diye bir şey çıkıyor. Bünyede biz kavramı oturmuyor. Eskilerde bireyleşme yoktu. Ama sorunsuz da değildi. Aslında ailelerin çoğunda sorun vardı. Kol kırılır yen içinde hesabı içerde kalıyordu. O evliliklerin negatifliğinin meyveleri bu nesil. Ve bu nesil sorunları dile getirmeye başladı. A.Ö: Boşanma oranlarını artıran şey kadının değişmesi. Sosyal hayata girdi, ekonomik bağımsızlığı var. Dolayısıyla kendini ezdirmiyor. Önceki jenerasyonda, kadınlar evliliği taşıyordu. Yuvayı dişi kuş yapardı. Erkek evine tutunamıyorsa kadın becerememiştir anlayışı vardı. Çocukta problem varsa sorumlu kadındı. Ama artık kadın bireyselleştiği ve özgürleştiği için erkekten de taşımasını bekliyor. Bu da sorunların gün yüzüne çıkmasına sebep oldu. Boşanma davasını erkeklere göre kadınlar daha çok açıyor
Arınç'ın 'Attıkları taş başlarını yarar' sözü seçim çağrıştırıyor. Merak edilen, olağandışı gelişmelerin erken seçim doğurup doğurmayacağı... Yani anayasa değişikliği süreci Anayasa Mahkemesi yoluyla durdurulursa AK Parti 'Haydi seçime' der mi? Siyasi kulislerde sıkça sorulan bir soru bu.
AK Parti, normal şartlarda genel seçimleri zamanında, 2011 Temmuz'unda öngörüyor. Bunu hem Başbakan Erdoğan hem de parti sözcüleri defalarca tekrarladı. Arınç'ın, '2007 gibi olur' hatırlatması aslında başlı başına bir erken seçim sinyali taşıyor. Bu kendisine açıkça soruldu. 2011'e göre çalıştıklarını vurgulayan Arınç, 'Önümüzde yaşayacağımız siyasi olaylar bazı konuları yeniden tartışmayı gündeme getirebilir.' dedi.
Yani seçim, ortaya çıkacak şartlara göre tekrar değerlendirilir. Artık bu bir ihtimal... AK Parti referandum sürecinin durdurulması halinde erken seçimi bir çıkış olarak gündeme getirebilir. Her şey anayasa değişikliğinin normal seyir izleyip izlemeyeceğine bağlı. Hukukun dışına çıkılması durumunda yol belli: Sandık, halka gitmek. Hem 2007 örneği hem de Arınç'ın mesajı erken seçime işaret ediyor.
Gönülden
04-04-2010, 17:07
Dün eski bir Yargıtay üyesi, Yüksek Yargı’ya TSE’li olmayanlar giremez diyordu. TSE’li yani, Tunceli, Sivas,Erzincan menşe’li. Daha açık bir ifadeyle mezhep referanslı.
Şimdi bütün patırtı Laikliğin, Atatürkçülüğün arkasına saklanarak bu yapıyı korumak için çıkarılıyor.
Demokrasi bir çoğulculuk rejimidir. Her kurumun herkese açık olduğu bir rejim.Belli mevkileri belli görüş veya inançta insanlara hasrederseniz, en hafif tabirle bölücülük yapmış olursunuz.
Cumhurbaşkanlığı kale, Yargıtay kale, Danıştay, HSYK, Anayasa mahkemesi kale derseniz ortada ne devlet kalır, ne hukuk.Kimin kalesi bunlar.? Milletin içinde milletten kurtarılıp,kale haline getirilmiş yerler olur mu? Zihniyet bu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yapılan tartışmaları hatırlayınız. Cumhurbaşkanlığı halktan soyutlanmış, yalıtılmış bir kale olarak mütalaa edilmişti.Kemalist, Laik, hatta ateist olmayan birinin Çankaya’ya oturması Kale’nin düşüşü olarak ilan edilmişti.
Vatan coğrafyasında millete kapalı kaleler olmaz. Bütün kaleler milletindir çünkü. Bütün bu direnişlerin, şamatanın,gürültünün sebebi budur.Halka devleti kapatmak.Devleti küçük bir azınlığın uhdesinde tutmak.
Gece, gaflet ve rahat uykusundan hemen uyan!
Her saniyesi elmas gibi ömrünü etme ziyan!
Senden önce göçmüş binlercesi kabirde şimdi pişman.
Uyan ey gönlüm, uyan!... Bitmeden sana verilen zaman.
Bu uyanışla beraber, kendimle bir sözleşme yapmış ve Türkiye ile ilgili haber sitelerine sadece haftada bir gün bir saat gireceğime yemin ederek kendimi frenlemiştim. İlk etapta zor olmasına rağmen bir süre sonra bu yeni düzene alışmış, bazen bir saatin bile fazla geldiğini görmüştüm. Daha sonra aynı taktiği ömrümü tüketen diğer siteler için de uygulamıştım. Örnek olması hasebinden, çalışma ofisime astığım şu anki kişisel kontratımı sizinle paylaşmak istiyorum. Umarım internet canavarından korunarak, internet okyanusundan en iyi şekilde istifade etmenize vesile olur.
Örnek bir kontrat Bu kişisel taahhüdümü hatırladığım sürece, aşağıdaki hususları yapacağıma Allah adına yemin ediyorum: Kişisel e-mail hesaplarımı, gerçekten ihtiyaç olmadığı sürece, sabah, öğlen ve akşam olmak üzere en fazla üç defa kontrol edeceğim. Üyesi olduğum sosyal paylaşım sitelerini en fazla günde bir defa kontrol edeceğim. Sırf merak için internette tarama yapmayacağım. "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." hadisini kendime hatırlatarak, aramak istediğim şeyin benim için faydalı olacağına kanaat getireceğim. Türkiye ile ilgili haber sitelerini ziyaret etmeyi haftada bir gün (cumartesi) bir saatle sınırlı tutacağım. Eğer zihinsel ve ruhsal gelişimime faydalı olacak haber veya makaleler varsa onları ayrıca okuyabilirim. Her gün maksimum 15 dakika İngilizce gazete haberlerine bakacağım. Eğer zihinsel ve ruhsal gelişime faydalı olacak haber veya makaleler varsa onları ayrıca okuyabilirim. Bu sözleşmenin hükmünü bilerek bozduğum her gün için 50 dolar bağışta bulunacağım. Bu sözleşme 1 Temmuz 2010 tarihine kadar geçerlidir
Gönülden
04-04-2010, 18:35
Bu sözleşmenin hükmünü bilerek bozduğum her gün için 50 dolar bağışta bulunacağım. Bu sözleşme 1 Temmuz 2010 tarihine kadar geçerlidir :( ağır fakat sonucu faydalı bir sözleşme aslında..
Bu uygulamayı birey olarak başardığımız ölçüde kendimize daha çok şey katacağımıza gönülden inanıyorum...
Teşekkürler sevgili Ukba
Öyle Gönülden hanım :)
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker dün, Başbakan'ın eleştirilerine "Söylediklerimiz yargı bağımsızlığının güçlenmesi için" cevabını veriyor. İyi de "yargı bağımsızlığı" ne için? Yargı elbette bağımsız olmalı. Bunun için yargıç teminatı olmalı; yani yargıçlara kimse dokunamamalı. Beğenmediği yargıcı kimse değiştirememeli. Neden? Başka türlü adalet dağıtılamaz da ondan. Peki yargımız bağımsız mı? AB standartlarının üzerinde bağımsız olduğu konusunda herkes müttefik. Peki tarafsız mı? Hayır. O zaman bu yargı bağımsızlığı ne işe yarıyor? Yargıç tarafsız olsun diye sağladığımız bağımsızlık neye hizmet ediyor? Mevcut tabloya bakarak, bu bağımsızlığın yüksek yargı bürokrasisinin oligarşik eğilimlerine hizmet ettiği anlaşılıyor. Yargı bağımsızlığı, yüksek yargı temsilcilerine bir iktidar gücü veriyor.
Türkiye geçtiğimiz hafta, dünyanın bir başka ülkesinde olsa ortalığı ayağa kaldıracak bir yargı skandalı yaşadı. Bir tek hâkim, toplumu korku ve endişeye sevk eden çok önemli bir davada 19 askeri tek bir kararla serbest bıraktı. Üç kişilik mahkeme heyeti ise bu kararı düzeltti ve yenilerini ekleyerek serbest bırakılanların tekrar tutuklanmasına karar verdi.
Korkumuz, bu ülkenin güvenliğini emanet ettiğimiz askerlerin bizim canımıza ve hukukumuza kastetmeleri. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, yargının tarafsız şekilde hükmünü vermesini, adaleti tesis ederek hukukumuzu korumasını bekliyoruz. Neden yüksek yargıdan tek ses çıkmıyor?
Yargı bağımsız olmalı. Bu bağımsızlık zırhı yargıya, emrinde koca ordular olan generallere karşı sağlam bir koruma sağlamalı. Bizim hakkımızı, elindeki silahı suç işlemek için kullananlara karşı korumak için. Peki bu son skandalda yargı bağımsızlığı kime hizmet etti? Yanlışı, kim düzeltti, tarafsızlığı kim sağladı? Yargı reformu ve anayasa değişikliği tartışmalarında kilit kavram "yargının tarafsızlığı". Askere sivil yargı yolunu anayasa hükmü haline getiren, yani yargıya asker karşısında bağımsızlık veren 145. madde hakkında tek bir söz bile söylemeyen yüksek yargı sözcülerinin tarafsızlığına ben şahsen güvenmiyorum. Yargıtay Başkanı, anayasa ve yargı reformu hakkında
TBMM'ye sunulan son anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışma Türkiye'nin fiili siyasal yapısının çıplak gözle görülmesini sağlamıştır. İlk defa, 27 Mayıs 1960'ta temelleri atılan vesayet rejiminin kısmen de olsa değişmesi talep edilmiştir. Bu değişim talebine göre alınan pozisyonlar Türkiye'deki fiili siyasi sistemin ta kendisidir. "Ret cephesinde" yerini alan partiler (CHP, MHP...) 12 Eylül rejiminin değişmesini engelleyerek cunta geleneğine sahip çıkmaktadırlar. Kürt siyasal hareketi de (BDP, PKK, Öcalan...) eğer TBMM'deki görüşmeler sürecinde "ret cephesine" fiilen katılırsa kendilerinin düzenin diğer bir aktörü olduğunu ilan etmiş olacaktır. Ne var ki hemen hatırlatmak gerekiyor, mevcut anayasa değişikliği ile ilgili süreçte ortaya çıkacak olan siyasal ayrışma, orta ve uzun vadede Türk siyasetinin, başta seçmen davranışı olmak üzere, temel belirleyicisi olacaktır. Anayasa değişikliği ile ortaya çıkacak konfigürasyon uzun yıllar Türk siyasal hayatında hatırlanacak ve ürettiği sembolik alan etkisini devam ettirecektir. Daha önemlisi, eğer 12 Eylül rejimi Meclis'te olası bir CHP-MHP-BDP/PKK 'ret cephesi' ile değişmekten kurtarılırsa sanırım Türk siyaseti hakkında bildiğimiz her şeyi yeniden düşünmek zorunda kalacağız.
Gönülden
04-06-2010, 17:51
Şimdi saat kaç?
Bu soruyu bana sormayın; çünkü şimdi saat kendime çok var ! Çünkü şimdi saat, dünü (az öncemi) çoktan geçmiş!
Çünkü şimdi saatlerimin hepsi (belki) çoktan durmuş (da) kurulmayı bekliyor!
:) Nerden bulursun bu kesitleri gönülden :)
Bu dünya komitacıların dar, sınırlı, ebleh kafalarının cirit attığı akıl dışı bir dünya. Elindeki silahla, vurarak, bir yerleri havaya uçurarak, öldürerek, katliam yaparak, insanları kin ve öfke ile birbirine düşman ederek bir ülkenin yönetilebileceğini, her problemin çözülebileceğini zanneden hasta bir kafa. Bir dış sorununuz mu var? Çözüm bir-iki kişiye suikast düzenlenecek. Bir siyasî sorun çözülemiyor mu? Bir-iki yere bomba koyarak çözülecek. Toplum kaos içine sürüklenerek daha kolay yönetilecek. Korku ve endişe içindeki insanlar silahın namlusuna biat edip huzura ve refaha kavuşacak.
Biz de, deli gömleği giydirilip tımarhaneye tıkılması gereken bu adamlara boyun eğeceğiz öyle mi?
Boyun eğmedik, eğmiyoruz ve eğmeyeceğiz. Bu kundakçılara ülkeyi teslim etmeyeceğiz. Ergenekon davası bunun için devam ediyor. Balyoz soruşturması bunun için yürütülüyor. Tutuklamalar bunun için yapılıyor. Tartışmalar bu yüzden sürüyor.
Ve en önemlisi, anayasa paketi bunun için hazırlanıyor. Anayasa'nın en başta 145. maddesi olmak üzere, yargıyı bu tür suçlara karşı etkili hale getirecek düzenlemeler, kafayı sıyırmış komitacılardan bu ülkeyi korumak için yapılıyor. Balyoz soruşturması etrafında dönen dolaplar, peş peşe patlak veren skandallar bu gözle değerlendirilmeli. Kafadan çatlak komitacılara karşı benim vatandaş olarak tek güvencem, o soruşturmaları yürüten savcılar. Elindeki dosyanın gereğini yapan savcı engelleniyor, yüksek yargı bürokrasisi elinde silah olanlardan yana müdahalelerde bulunuyorsa, yapılacak tek şey yüksek yargıya çekidüzen vermek olmalı.
Başbakan'a ve Genelkurmay Başkanı'na suikast düzenlemenin ne kadar basit bir iş olduğunu anlatan, Türk-Kürt çatışması çıkartarak, cami bombalayarak ülkeyi kaosa sürüklemekten bahseden komitacılardan bu ülkeyi nasıl korursunuz? Bu soruya vereceğiniz cevap, Balyoz soruşturması hakkında size ölçü verecek. Balyoz savcıları, bu hezeyanların 1. Ordu Komutanlığı'nda geniş bir kadro eşliğinde planlandığı iddiasını soruşturuyor. İddialar soruşturulur ve suçlular yargılanırsa, kundakçıların aklı başına gelecek. Anayasa paketi, anarşi çıkartarak refah sağlamaya niyetlenen ruh hastalarını cezaevine tıkmasa bile hiç olmazsa -moda olduğu üzere- doktor gözetimine alacak.
CHP ve MHP tarafından sahiplenilen, tasarının içeriğinden çok iktidara atfedilen siyasi amaçlarını tartışan siyasal tavrın halk nezdinde fazlaca yankı bulmadığını açıkça göstermektedir. Bu durumda, CHP ve MHP'nin siyasi tavrını paket içeriğine yönelik demokrasi odaklı muhalefetten çok, anayasal reforma yönelik blokaj hamlesi olarak değerlendirmek olasıdır. Aslına bakılırsa, değişiklik için hazırlanan anayasa taslağını rejim için tehdit olarak lanse eden CHP ile mevcut Meclis'in demokratik ehliyetsizliği bahanesini dillendiren MHP'nin darbe mirası Anayasa'yı muhafaza etmek istemesi pek yadırganacak bir durum değildir; ancak değişikliklerden doğrudan yarar sağlayacak olan BDP'nin sırf "demokrasi havariliğini AKP'ye kaptırmamak" kaygısıyla destek için karşılanamayacak koşullar öne sürmesi ve anayasa değişikliğini zımni olarak engellemek istemesi, tutarlı bir siyasi tavır değildir.
Diğer taraftan halkın çoğunluğunun yargı reformu ve anayasa değişikliğine taraftar olması referandumda evet oyu vereceğinin güvencesi olamaz. İktidarın süreci yönetme biçimi ve halka yönelik iletişimi son derece önemlidir. Bu süreçte yapılacak hatalar referandumun sonucunu olumsuz etkileyebilir.
Prof. Dr. Özer SENCAR / Metropoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
Haberi okuyunca pek çokları gibi aklıma Elazığ'da yaşanan 'eğitim zayiatı' geldi. Hatırlarsanız, dört askerimizin şehit olduğu olayın el bombasının kazayla patlaması sonucu yaşandığı bildirilmişti. Zaman dahil bütün gazeteler de böyle yazdı. Aylar sonra Taraf muhabiri Mehmet Baransu, iç burkan bir haberle gerçeği ortaya çıkardı. Nöbette uyuyan askere 'ders vermek' isteyen teğmen, el bombasının pimini çekip eline tutuşturmuştu. Teğmenin 'fırsat eğitimi'nin faturası dört şehit ve yerle bir olan itibardı. Gerçeğin ailelerden ve kamuoyundan saklanması, TSK'nın güvenilirliğine darbe vurdu.
7 askerin şehit olduğu mayın patlaması daha büyük etkiler doğuracaktır. Zira ilk olayda hiç olmazsa kaza dendi. Mayın patlaması ise doğrudan terör örgütüne mal edildi. Türkiye'nin siyasi ve sosyal ortamının gerilmesine yol açıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'le yapacağı görüşmeyi erteledi. Şehit cenazeleri sloganlar eşliğinde kaldırıldı.
Eminim sorulduğunda "kendi mayınımıza bastık" açıklamasını yapmanın zorluklarından dem vurulacaktır. Bu ülkede gemisi kendi uçaklarımız tarafından batırılan komutan Güven Erkaya, kuvvet komutanlığına kadar bile yükseldi. Bir şekilde izah edebilirlerdi. Şimdi bu durumu o şehitlerin ailelerine nasıl anlatacaklar? Geldiğimiz noktanın en büyük zararı ne biliyor musunuz? Neredeyse bütün şehit yakınlarının içine aynı kurt düşürüldü. Acaba benim eşim, çocuğum, kardeşim de böyle bir beceriksizliğin ya da art niyetli komutanın kurbanı mı oldu? Bundan sonra gelecek her şehit cenazesinin arkasında saf tutanların zihnini aynı şüphe kemirecek. Genelkurmay'a karşı birilerinin asimetrik savaş yapmasına filan gerek yok. Dış müdahalelere de ihtiyaç kalmıyor, şahsi hataları kurumu yıpratmak için fazlasıyla yetiyor.
Üç gün önce, tekrar tutuklanma kararı çıkan, apar topar GATA'ya yatan ve "Balyoz komutanı" diye belgelerde adı geçen e. Org. Çetin Doğan, medyaya bir mektup gönderdi. Balyoz operasyonunda ortaya çıkan belgeleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün sızdırdığını iddia etti. Hürriyet, önceki gün Özkök'ün cevabî beyanatını yayınlandı.
Özkök özetle şunu söyledi: ''Bu konular hakkında gerçekleri açıklamak yerine, işin kolayına kaçıp olayı başkalarına havale etme anlayışı var. Hepimiz, orduya hizmet etmiş bir generalin bu hale düşmesine üzülüyoruz. Kendisine sorulan soruları yanıtlamak yerine, topu sağa sola atmaya çalışması çok üzücü. Daha önce Çetin Doğan Paşa televizyonda çıkıp, ses kaydıyla ilgili olarak 'evet bu konuşmayı ben yaptım' demedi mi? Böyle bir konuşmayı yapan insan, altındaki personelin bundan motive olarak olumsuz şeylere yol açabileceğini düşünmez mi?"
Bu ifadeler, Balyoz'un varlığını ilan eden ifadelerdir.
Şimdi durum hayatî bir noktaya geldi. Balyoz planında; "ezmeli, çökmeli, İsrail gibi yapmalı" diyenlerin, adil bir yargılamadan geçmesi gerekiyor.
Hâlbuki ne görüyoruz? İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, başlayan bir gözaltı sürecine el koyuyor. Savcıların görevlerini değiştiriyor. Ve bunu Star'da Şamil Tayyar'a izah ederken; "Gözaltına alınması istenen subayların 78'i muvazzaf... Bunların 25'i amiral ve general rütbesinde... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların, iyi değerlendirilmesi gerekir." diyor.
Yani hukuk, emeklilere işliyor, görevdekilere işlemiyor. Yani gözleri bağlı adalet, gözündeki bandı bir ara kaldırıp yargılayacaklarını görüyor ve ona göre muamele mi yapıyor? Pekiyi o zaman hukukun üstünlüğü ne oluyor? Bu ülkede bazıları hâlâ lâyüsel ise, hangi hukuktan, hangi yargı bağımsızlığından bahsediyoruz? Bir şey daha var. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, geçen ay Milliyet'ten Fikret Bila'ya verdiği beyanatta, asıl rahatsızlığın, görevdeki generallerle ilgili olduğunu ısrarla söylemişti.
Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla savcılarla oynanıyor, görüntüsü altındaki bir yargılama sürecinde, davaların savcı ve hâkimleri nasıl görev yapacak? Vesayet güçleri tarafından kuşatılmış bir yargıdan söz ediyoruz. Adaleti değil, vesayet rejimini tercih eden zihniyet bitmeli artık. Yargı da, asker de, siyaset de ağır yara alıyor. Dananın kuyruğu kopuyor, anlayın artık...
Yedi canın üzerine bir bardak su içirecekler önce... Sonra anaların-babaların yürekleri kavuran acılarına çok da aldırmadan ağızlarından 'vatan sağ olsun' diye bir cümle alacaklar. Bak ne kadar da kolay bir şey başkasının acısına katlanmak... Savaş ağalarının bir günlük uykularını kaçırmaya bile değmeyecek kadar kolay bir şey bu. Onların olaya bakışı belli: "Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Geçin bakayım hizaya. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Siz hâlâ mı hizaya geçmediniz? Sayın Cumhurbaşkanı, ne demek bu meseleyi çözmek istemek? Ya sen Başbakan; hâlâ o Kürtlerle irtibat mı kurmaya çalışıyorsun? Haddinizi aştığınızın farkında mısınız? Ne yani bu meseleyi çözeceksin ve bize ekmek kalmayacak. Türkiye yeniden dizayn edilecek öyle mi? Yok öyle yağma. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez..."
Çünkü onların yüreklerine acı düşmez, onların çocukları emin ellerde, emin yerlerde durur. Onların çocukları da kendileri gibi ölüm kaygısı, pusu endişesi, gece nöbeti hiç bilmezler. Vazgeçtikleri canlar da zaten karşı tarafın çocuklarıdır çoğunlukla...
7 erin şehit edilmesi olayı da; tıpkı 33 erin şehit edilmesi gibi, tıpkı Reşadiye katliamı, tıpkı Aktütün, Dağlıca katliamları gibi... Kimse hesap vermeyecek. Kimse '25 senedir ne oluyor o Güneydoğu'da?' diye sormayacak. Anneler, evlatlarının üzerine bardak bardak kezzap içmekten başka bir şey yapamayacak. Belki bir gün bir ana da çıkıp o türküyü söyler: "Beni yardan ayıranın evine şivan düşe"
İlginç bir gelişme, 1962 yılında yaşanmıştır. O tarihlerde 'Cumhuriyet' gazetesinde Dış Haberler sorumlusu ve gece yazı işleri müdür yardımcısı olarak çalıştığım için çok iyi hatırlıyorum. O yıl,'Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Fiiller Hakkında' 38 sayılı kanun çıkarılmış ve bu kanunun bazı hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu öne sürülerek üç ayrı iptal davası açılmıştı. Anayasa Mahkemesi, bu davaların üçünü de reddetmiştir ve her üç red kararında da şu ibare bulunmaktadır:
'Anayasa Mahkemesi'nin görevi, Anayasa Hukuku bakımından, yasama organını denetlemektir'.
Dikkat edilsin: 'Yasama organını denetlemek'! Söyler misiniz bu, kanundan vazife çıkartmak yerine, durumdan vazife çıkartmak değilse, nedir?
Şimdi sormak gerekiyor: Yargıyı siyasallaştıran kim? Siyaset mi, yoksa Yargı'nın bizzat kendisi mi? Yargının kendi kendisini siyasallaştırmasının başlangıç tarihi, 1962 yılına çıkmaktadır.
Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Afa Yayınları arasında çıkan 'Rejim ve Asker' adlı kitabında, 1961 Anayasası'nın 147. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi'nin 'yasama organını denetlemek' gibi bir görevi ve yetkisi bulunmamasına rağmen, 1962 tarihli üç Anayasa Mahkemesi kararında da bu ibarenin yer almasını 'tuhaf' bulmaktadır.
Sadece 'tuhaf' değil! Bu, düpedüz yetki aşımıdır ve yetki sınırlarının dışına çıkarak, kendini 'yasama organını denetleme' iktidarına sahipmiş gibi görmek ve göstermek, Anayasa Mahkemesi'nin son üç yıldır ve herhalde 1961 tarihli kararı bir nevi içtihad farzedip bu yetkiyi kendinde vehmederek hayata geçirdiği kararları, en hafif tabirle, şaibeli hale getirmemiş midir?Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırı kararlarını denetleyecek bir merci de yoktur! İyi mi?
Şimdi, yazıya başlarken sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Siyaset ya da Yasama mı yargıyı köstekliyor, yoksa kendisini, Anayasa'da olmadığı halde 'yasama organını denetlemek'le görevli zanneden yüksek Yargı mı yasama organını (TBMM'yi) vesayet altına almaya kalkışıyor? Cevap apaçık ortada...
Prof. Dr. Kemal Karpat, Timaş Yayınları arasında çıkan 'Asker ve Siyaset' adlı kitabında, '[b]ağımsız yargının da yeni anayasal sistemin işleyişini kolaylaştıran bir araç olmaktan çok, işleri aksatan bir engel olduğu[nun] zamanla anlaşıldı[ğını]' belirtiyor ve 'Yasama organının her türlü denetiminden kurtulmuş olan Yargının (...) çıkmaza girdi[ğini]' ifade ettikten sonra tastamam şunları yazıyor: 'Bir avuç yargıç, her ne kadar, görünüşte kamuoyu baskısı ve siyasal görüşleri dikkate alma zorunluluğundan kurtulmuş olsalar da, dışardan gelen siyasal etkilere, hukukun kendisinden daha çok ağırlık vermekteydi. Bilhassa yeni Anayasa Mahkemesi genellikle çeşitli çıkar grupları tarafından kendi görüşlerini desteklemek için kullanılmaktaydı.' Başka söze hacet var mı?
Ahmet Yasin
04-11-2010, 10:31
.....
Ahmet Yasin
04-11-2010, 10:31
Türkiye 1960 ihtilali ve Adnan MENDERES'in idam edilmesinden sonra sistem çökmeye başlamış sözde vatansever geçinen gladiocular at koşturmuştur vatanın her karış toprağında.
Kendi yazdıkları senaryoları sağdan ve soldan faaliyete geçirip ülkeyi kaosa sürüklemektir aslında onların vatanseverlikleri.Devleti yaşatmak için Halkı öldürmek nasıl bir vatanseverlik ise...
Evet yargı siyasallaşmıştır ve Türkiye sancılı bir normalleşme sürecine girmiştir.Bugün hak ve hukuk tan adaletten dem vuranlar daha önce neredeydiler yaptıkları bütün hukuksuzluklarına rağmen .
Yıllarca ülkede binlerce fail-i mechul cinayetleri kendi kılıfına uyduranlar bugün foyaları meydana çıkınca adaletten söz etmeleri ilginçtir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mahkemeleri böyle bir davayı görmeye muktedir değildir. Bir yerden sonra uluslararası baskılar devreye girer ve siyasiler, siyaseti rafa kaldırmak isteyenleri "anlama" gereği duyar. Her ne kadar Ergenekon ve Balyoz sanıkları emperyalizm karşıtı, ulusalcı ve bağımsızlık sevdalısı görünseler de Türkiye'de ulus aşırı dostlarının hatırı sayılır. Kurtlar Vadisi'nde bile İskender, Feller'in emrine girmek zorunda kaldı.
Zaten, Baykal'ın tehditleri, Bahçeli'nin meydanlarda ip atması, buna karşılık Erdoğan'ın "Beyaz çarşafı göze aldık." açıklamaları siyasiler tarafından durumun ciddiyetinin kavrandığını gösteriyor. Geriye bir tek şey kalıyor. Sonucu belirleyen ne olacak? Kongar'ın ima ettiği gibi ulus aşırı güçlerin hatırı mı? Yoksa "Başkalarının savunmadan ümidini kestiği yerde Türklerin taarruzu başlar." sözünde olduğu gibi, iktidar ve muhalefetiyle tüm siyasetin, en azından iktidarın, siyaseti rafa kaldıran müdahaleleri kökünden çözmek için mahkemenin rahat çalışmasını sağlamak üzere ne lazımsa yapması mı? Eğer ikincisi gerçekleşirse bu aynı zamanda siyasetin rüşt ispatı olacak.
Başsavcı'nın ileri sürdüğü "uzlaşma efsanesi" de yeni ve önemli bir fark. Uzlaşmanın aranması, sonuçta uzlaşmayı sağlayacak olan halka müracaat edilmesini getiriyor. İdeolojik bir devleti ve ideolojik endişeleri savunmak yerine "uzlaşma" ihtiyacından bahsetmek bile demokrasiye bir katkı niteliğinde. Gerçi uzlaşma efsanesi halkın anayasa yapma iradesini iptal etmek ve 12 Eylül diktasının koyduğu kuralları sürdürmek için kullanılıyor; ama olsun, hiç olmazsa halk bir aktör olarak devreye giriyor. Eğer uzlaşma arıyorsanız bırakın halk referandumda bu uzlaşmayı denesin. Öyle değil mi?
Türkiye'de artık birçok şeyin değiştiği anlaşılıyor. Başsavcı'nın Avrupa hukukunu referans göstermesi ve halk arasında uzlaşma araması, eskimiş ideolojik gerekçelerin devre dışı kaldığının önemli göstergelerinden biri. Sebep, askerî vesayet düzeninin çökmüş olması. Cuntacılar paçalarını kurtarma telaşında olunca, onların kurdukları düzeni sürdürmenin anlamı kalmıyor. Silahlı zorbalığı meşrulaştırmak için yerlerde sürünen hukuk ve akıl yeniden ayağa kalkıyor ve gücünü göstermeye başlıyor. Çok önemli bir anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışmaların bile, rejime bulaştırılmadan sürmesi, tüketici laiklik tartışmalarına girilmemesi, Türkiye'deki değişimin bir göstergesi değil mi?
Bu, şimdiki mesele değil ki. Aynı şeyler, merkez sağ olarak bilinen iktidarlar ve o zamanki parlamentolar için de aynen söylendi. Arşivden alır hepsini şuraya sıralayabilirim. Bir oligarşik aydınlar vesayeti, milleti, milletin seçtiklerini ve demokrasiyi kısıtlayacak ki, devlet kurtulsun! Kafa bu kafa. Ama bu kafa, eskisi gibi devam edemez artık. Çünkü "aydınlar" genellemesi artık yapılamaz; şimdi farklı aydınlar da var, hem de epeyce var. Üç tane gazeteyle beş tane Prof'la; bir baskı, kuşatma, yönlendirme tahakkümü oluşturmak mümkün değil artık. Avrupa'daki ve bütün Batı'daki uygulamaları gösterip örnekleyebilecek olanların sayısı çok arttı! Yargıçlar, savcılar, yasaları uygular, yasaların nasıl yapılması hakkında Parlamento'ya yol gösteremez, eleştiri yöneltemez, ikaz ve ihtarda bulunamaz. Bunun adı siyaset yapmaktır. Muhalefet partileri var, basın, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler var... Demokrasilerdemuhalefeti kimlerin ve hangi kurumların yapacağı bellidir. Akıl almaz şeyler oluyor. Yargıtay Başsavcısı, Parlamento'nun gündeminde olan bir anayasa değişikliği hakkında basın toplantısı yaparak protesto konuşması yapabilir mi? Böyle bir görevi ve yetkisi, hangi yasanın hangi maddesine göre var? Parlamento bir yasanın nasıl yapılacağını, bir hukuk reformunun gerekip gerekmediğini, bağımsızlığın, hukukun, kuvvetler ayrılığının, demokrasinin ne olduğunu, savcıların ve yargıçların basın toplantılarından mı öğrenecek
Gönülden
04-12-2010, 18:34
Her şeyimizle mükemmel olmak istiyoruz; ufacık bir hatamızda geri dönüyoruz yolumuzdan.
Kusurlu olduğumuzu kabul etmek, tökezleyerek de olsa yürümek tatmin etmiyor bizi ve vazgeçiyoruz yürümekten. Kimi zamanda meyve toplarken sağa sola baktığımızdan çürük meyveler topluyoruz yol boyunca...
Sonra da meyve bahçesine bahaneler bulup; heybemizde biriktirdiğimiz çürük meyveler ile yola devam ediyoruz. Deliliğe vuruyoruz; delilik diye yutturmaya çalışıyoruz hatalarımızı...
"Deli olduğunu bildin mi bu biliş akıldır" der Mevlana.
Deli olduğunu söyleyen, deliliğin farkında olan aslında deli değil; hele Mevlana'nın söylediği konumda hiç değildir! Tıpkı yakın olduğunu söyleyenin aslında uzak olduğu gibi...
İnsan sırlarını gözetmekte çok zorlanır. Beğenilme arzusundan sıyrılamayan insanoğlu sükût adasında fazla kalamaz. Ama bazı sırlar vardır ki söylenmese dahi aşikârdırlar; sırrını seyreder âlemde kimi insanlar...
Kimileri zerrenin içinde umman bulurken; kimileri de ummanın içinde kaybolurlar! Ama dedim ya kimileri...
Sükut kelimenin şerhidir; öyleyse Mevlana'nın sözleri ile sükuta gidelim:
"Daha konuşacaklarımız vardır; lakin aklımın sürçmesinden korkarım."
Şimdiye kadar yaşananların zaten savunulacak yanı yok ve medyada en askerci bilinen kalemler dahi tepkilerini ortaya koydu. Hiç olmazsa bundan sonra demokratik bir hukuk devletinin gereklerini yerine getirmek lazım. Soruşturmanın selameti açısından hem suça iştirak eden hem de örtbasa yardımcı olan bütün yetkililer açığa alınmalı. Soruşturma da yaranın daha fazla kanatılmasına fırsat verilmeden sonuçlandırılıp yargılama safhasına geçilmeli. General Güner, ailelerin acısını anladıklarına dair cümleler de kurmuştu. Komuta kademesinin acıyı gerçekten anladığının göstergesi, adaletin tesisinde izleyecekleri yol olacak. 'Kol kırılır yen içinde kalır' yanıltmacasına artık başvurulmamalı.
Yargının bu konuda söyleyecekleri kadar Başkomutan'ın ve Başbakan'ın tavrını da merak ediyorum. Bilindiği üzere acı olay kullanılarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan ağır dille eleştirilmişti. Hatta Bekir Coşkun gibi kalemler alay etmeye kalkmışlardı. Cumhurbaşkanı Gül, demokratik açılıma destek verdiği gerekçesiyle Coşkun'un şu hakaretlerine maruz kalmıştı: "Bugün 7 şehit daha dönüyor eve... Ama yine de Cumhurbaşkanı'nız "Tarihi fırsat kaçıyor..." derken, neyin fırsat olduğunu, neyin kaçtığını açıklamış değil... Bence dili varmıyordur... Yüzü tutmuyordur... Ne diyecek şehit analarına?.. Çünkü koca Türkiye Cumhuriyeti, asla devlet adamı olamayacak basiretsizlerin elinde, teröre oyuncak oluverdi..."
Cumhurbaşkanı, sadece kendine yapılan hakaretlerin değil, cumhura yapılan zulmün de hesabını sormakla yükümlü. Anaların yüreğindeki acının da takipçisi olmalı. Ve sorumlulara Bekir Coşkun'un kendisine yönelttiği şu soruyu sormalı:
Peki şehitler?.. Neden öldüler?..
Ahmet Yasin
04-14-2010, 09:33
Ahmet Türk'e saldıranın hali pek çoğumuza Ogün Samast'ı hatırlattı. Katıksız bir öfkenin, düşünceden ari bir kabalığın seçtiği hedefti Türk. Mahkeme çıkışında yüzüne yediği yumruk, kırılmış bir burun ve yarılmış bir kaşla itidal telkin ediyordu sevenlerine; 'Bir faşistin saldırısına uğradık, bu bizi yanlış şeyler yapmaya sevk etmemeli.' diyordu. Onu yakından tanıyanlar canı yanarken bile sükûnetini korumasının ne anlama geldiğini bilirler. Efendiliğin, zarafetin ve mazlumluğun her durumda korunmasının onun değerleri açısından ne önem taşıdığını. Dünya ne kadar kötü olursa olsun korunması gereken bir efendilik olduğunu
80 darbesinin kendisine ve ailesine ödettiklerini, Diyarbakır Cezaevi'nde gördüğü işkenceleri, Ankara'da Meclis'in bir üyesiyken yaka paça derdest edilip kapatıldığı hapishanede geçirdiği on yılı ve daha dün kapatılan partisini, elinden alınan vekilliği. Hepsini yaşamış Ahmet Türk'ün hedefte olmaması için bir neden var mı? Yok edilmek için fazlasına sahip
Ahmet Türk'ün duruşu takdire değer.Güzel alıntı idi barış teşekkürler.
AK Parti de her türlü öneriye açık olduğunu baştan ilan etmişti. CHP'ye kulak vermemesi, Baykal'ın teklifini cevapsız bırakması düşünülemez. Erdoğan'ın hamlesi doğru... CHP'yi siyasetin içine çekti.
İlkinin kamuoyunda olumlu yankılandığını gören CHP lideri, ikinci bir öneride bulundu. Yüksek yargıda yapısal değişiklik öngören üç maddenin bir sonraki Meclis'e bırakılmasını istedi. MHP'nin de benzer teklifi var. AK Parti'nin buna olumlu bakmadığı biliniyor.
AK Parti, anayasa değişikliğinde kararlı... Asla geri adım beklenmemeli. AK Parti, Başbakan Erdoğan'ın ABD'den dönmesini bekliyor. Erdoğan, bugün akşam saatlerinde Ankara'da olacak. İlk işi hukukçu kurmaylarıyla CHP'nin teklifini karara bağlamak.
Cevap, paket Genel Kurul'a gelmeden önce CHP'ye bildirilecek. AK Parti'deki genel hava, paketin bölünmesinin doğru olmayacağı yönünde... Kaldı ki CHP'nin üç maddeyi Anayasa Mahkemesi'ne götürmeyeceğinin garantisi yok. Yargı reformunun eksik olduğu bir paket yapısal değişim getirmez. Son sözü Erdoğan söyleyecek. 'CHP neden değişti?' sorusunun cevabı katı, kavgacı siyasetin hep kaybettirmiş olması... CHP'nin önerilerini AK Parti'nin müzakereye açması, siyaseti bir nebze de olsa normalleştirdi. Yanlış olan, CHP yumuşarken yüksek yargının sertleşmesi ve siyaset diliyle anayasa değişikliğine karşı çıkması...
Ahmet Yasin
04-14-2010, 11:24
Ahmet Türk (http://www.milliyet.com.tr/index/Ahmet%20Turk) sahici bir insandır, samimidir, içi dışı birdir ve siyasal açıdan eski deyişle aklıselim sahibi bir insandır.
Kürt olduğu için, Kürt kimliğine sahip çıktığı için bu ülkede çekmediği acı kalmamıştır. Ama hep dik durmasını da bilmiştir.
Samsun (http://www.milliyet.com.tr/index/Samsun)’da uğradığı alçakça saldırı nedeniyle dün sabah kendisine geçmiş olsun telefonu açtım. Burnu kırılmış hastanede yatıyordu.
“Bir bu kalmıştı” diye dertlenince, sevgili Ahmet Türk, her zamanki çelebi üslubuyla dedi ki:
“Hasan Cemal, burası Türkiye (http://www.milliyet.com.tr/index/Turkiye), burada her şey olur.”
Haklıydı.
Daha geçenlerde partisi kapatılmış, kendisine siyaset yasağı konulmuştu. Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını koparmak için, PKK (http://www.milliyet.com.tr/index/PKK)’ya dağdan iniş yolunu açmak için yıllardır elinden geleni yapan bir siyaset adamına bizim ‘bağımsız’ yargımızın reva gördüğü muamele işte buydu.
Burası Türkiye, burada her şey olur!
Geçen gün bizim gazetede Hava Astsubay Meslek Yüksekokulu'nun ilanı vardı.
Atatürk'ün fotoğrafının yanında, "Gönül verdik bize emanet göklere/ Kanat gerdik hudutsuz maviliklere" yazılıydı.
Ayrıca temel slogan da, "İstikbal göklerin, gökler bizimdir" şeklinde değişmişti.
"İstikbal göklerdedir" sözü ise hiç yoktu.
Bu doğru tavır sürekli mi olacak, yoksa yine birileri devreye girip uydurmacayı empoze mi edecek?
Bekleyelim, görelim.
Not 1: HKK internet sitesinde ise slogan, hâlâ Atatürk fotoğrafına yamanmış, durmakta. En iyisi ben fazla heveslenmeyeyim.
Not 2: İlandaki "belge geçer" lafı eğreti durmuş, o kelimeyi "faks" diye Türkçeleştirdik, oldu bitti. Duymadınız mı?)
***
Unutmadan... Bir önerim var: "İstikbal göklerdedir" Atatürk'e ait olmasa da, çok güzel bir söz. (Moda tabirle; 'İlham verici'.)
Onu kaybetmeyelim.
"İstikbal", mevcudu koruyan askeriyeden ziyade, bireylerin ve toplumun perspektifinde yer alan bir kavramdır.
O halde sloganı THY devralsın.
Çünkü "Yeni Türkiye" dünyaya açılıyor: Dün Hindistan'daydık, bugün Kongo'dayız, yarın Güney Amerika'da olacağız.
Vizeler kalkıyor; turizm ve ticaret vızır vızır.
Diğer hava yollarının hakkını yemek istemem ama Türk Hava Yolları olmadan, ekonomi ile siyaseti el ele götüren bu büyük atılım gerçekleşemez.
"İstikbal göklerdedir" sloganı THY'ye cuk oturur. Çünkü THY uzakları yakına getirmeden, Türkiye istikbaline ulaşmaz.
http://www.sabah.com.tr/c/i/sp.gif
rizzelli
04-14-2010, 13:54
" Su-i zan ederek isabet etmektense; Hüsn-ü zan ederek yanılmayı tercih ederim. "
M.Fethullah Gülen
Ahmet Yasin
04-14-2010, 13:57
Baykal'ın paketi bölme önerisinin hemen ardından "üç maddeyi askıya alma ve seçimden sonra tekrar gündeme getirme" gibi saçma sapan bir öneriyle ortaya çıkmasını anlamak mümkün değil. Zaten baştan beri kavga o üç madde üzerinde kopmuyor mu?
Şimdi ne değişti ki AK Parti söz konusu üç maddeyi değiştirmekten vazgeçsin? Neden vazgeçsin?
CHP o maddelerle yapılmak istenen değişiklikleri AK Parti'nin yargıyı ele geçirmesi olarak görüyorsa seçimden sonra farklı mı görecek?
Askıya alalım dediği maddeleri bugün kuvvetler ayrılığı ilkesine ve hukuk devletine aykırı buluyorsa, seçimden sonra uygun mu bulacak?
Ne değişecek ki şimdi askıya alınan bu maddeler üzerinde gelecek yasama döneminde konsensüs sağlanabilecek?
Her neyse... Biz, hiçbir mantığı olmayan bu son öneriyi bir kenara bırakıp daha önceki "paketi bölme" teklifine dönelim:
Baykal paketi bölelim ve büyük bölümünü birlikte geçirelim diyor ama söz konusu üç maddeyi Anayasa Mahkemesi'ne götürmekten de asla vazgeçmiyor.
Çünkü referandumdan öcü gibi korkuyor.
Erhan KARACA
04-14-2010, 14:07
Küskünüm insana, küskünüm anla
Dar günümde dostlarımda yoksa
Geçer mi bu hayat çile ve azapla
Dayan bebestim huzur yakında
Çabalar bazen fayda getirmez
İçimde şiddet beni terketmez!!
Hani hep itiraz ediyorlar ya meclisten üye seçilmesi yargıyı siyasallaştırır diye. İşte emekli olurken yaptığı açıklama ile AK Parti'ye ofsayttan bir gol atarak giden dönemin başkanı Mustafa Bumin'in hazırlattığı teklifin 146.maddesinin gerekçesine kelimesi kelimesine aynen şu ifade yazılmıştı: "Üyelerin seçimi, yargı bağımsızlığı ilkesi esas alınarak ve ulusal iradenin de katkısı sağlanmak üzere "(Anayasa Mahkemesinin hazırladığı Anayasa Mahkemesi'ne ilişkin anayasa değişikliği Önerisi sayfa 2, paragraf 6)
Yani milli iradenin katkısının gerekli olduğuna işaret etmiştir.
Oysa bu değişikliğe itiraz edenler milli iradenin katkısını yargıya müdahale olarak görüyorlar.
HSYK üyelerinin doğrudan hâkimler ve savcılar tarafından seçilmesine de aynı mantıkla karşı çıkmıyorlar mı? Hatta şimdiden Anayasa Mahkemesini şartlandırmak için üyelerin seçimle işbaşına gelmesini siyasetin yargıya müdahalesi olarak değerlendirmiyorlar mı?
Oysa Anayasa Mahkemesi kendi hazırladığı teklifin gerekçesine milli iradenin katkısının yargıya müdahale değil elzem olduğunu yazmış ve belgelendirmiş.
Ama bu belgeyi görmek için göz lazım. Kimilerinin gözleri var görmüyor, kulakları var işitmiyor.
Baykal, anayasa değişikliği taslağının mevcut Anayasa'nın temel ilkelerine aykırı olduğunu ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, bu nedenle kabul edemeyeceklerini ifade ediyor. Bu tutum, CHP ve liderinin genetik, kalıtsal bir durumudur ve normal karşılanmalı. Peki ya MHP ve liderinin tutumuna ne demeli? Seçmenine, AK Parti ile 'Evren Yasası'nı değiştirme konusunda uzlaşmayacaklarını haber veriyor. General ve yargıçlardan oluşan senfoni orkestrası eşliğinde Baykal ve Bahçeli kol kola girmiş kolbastı mıdır, şemmame midir, belli olmayan bir halay çekiyorlar.
Tek yumurta ikizi olan ancak iki ayrı ortamda büyüyen bu iki parti arasında AK Parti'ye karşı "seviyeli birlikteliğin" nedenlerini "28 Şubat postmodern darbesi"ne giderek anlayabiliriz. Zikrettiğimiz bu talihsiz dönemden beri devam eden bu yaklaşma birleşmeye kadar uzadı. AK Parti'nin Meclis'e getirdiği anayasa değişikliği taslağına/teklifine karşı birleşen bu ikiz kardeşler istiyor ki askerî vesayet devam etsin, 'Milli şef dönemi' devam etsin, darbeler anayasası ilelebet mahkemelerimizi kuşatsın. İstiyorlar ki vatandaşa rağmen yarım yüzyıldır devam eden generaller ve yargıçlar koalisyonu bozulmasın.
Özgürlüklere, sivil iradeye, demokrasiye, insan haklarına, değişime, gelişmeye aykırı olan bu mevcut Anayasa'yı halkın ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda değiştirmek her zaman ve şartta Meclis'in görevi ve hakkıdır. Meclis bu işi beceremezse millet bunu referandum ile yapacaktır, bu da milletin demokratik ve temel bir hakkıdır. Değişiklik paketi Baykal'ın iddia ettiği gibi yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak yerine, tam tersine yargıyı normalleştirecektir. Evet, bu taslağın/teklifin mükemmel olmadığını AK Parti de kabul ediyor. Ancak bu bir başlangıçtır ve hep birlikte daha iyiye doğru, el ele birlikte çalışmak gerekiyor. İyi niyetin, milletten yana, hukuktan, özgürlük ve demokrasiden yana olmanın göstergesi ve gereği de budur.
Ahmet Yasin
04-16-2010, 12:40
Şimdi BDP, bazı mihraklar tarafından kendisine sunulan bu malzemeyi olabildiğince sündürmeye uğraşıyor. Anayasa tartışmalarında mızıkçılığı oynaması için çok iyi bir gerekçe buldu. Bütün tabanını yumruk üzerinden yeniden kızıştırmaya, gergin tutmaya çalışıyor. Her ne kadar Ahmet Türk son derece makul ve dengeli ifadeler kullanmış, itidale ve barışa çağırmış olsa da öyle makul insanların siyaset yapmasını devletin bizzat kendisi istemiyor. Böyle olunca, BDP'nin kendi tabanına karşı sündüre sündüre kullanacağı bir malzeme altın tepside sunulmuş oluyor. Yani anlayacağınız statüko ile BDP yine doldur boşalt oynuyor.
Ama artık toplum eski düzen oyunları ve oyuncularının bir hayli farkında...
Uyarmalıyız; statüko ile pazarlık olmaz. Pazarlık demek, statükoya nefes aldırmak, kendini tahkim etmesi ve yeniden üretmesi için suni teneffüs yapmak demek. Demokratik siyasete, açık topluma, piyasa ekonomisine ve dünya ile bütünleşmenin yarattığı 'aydınlanmaya' yenik düşen bir yapı var karşımızda. Statükoda hâlâ müzakere edilecek güç görmek yanlış, temsilcilerini muhatap almak abes.
Şimdi durduramadıkları değişimin siyasal aktörü görünümündeki AK Parti ile pazarlık yapıp iktidarı 'paylaşmak' istiyor. Oysa statükonun ne pazarlık yapacak gücü kaldı ne de yaşama imkânı ve değişime karşı 'şart' öne sürme şansı. Her türlü pazarlık, kendi anakronizmasında can çekişen statükonun ayağa kaldırılması demek olur. Türkiye 1989'un Doğu Avrupa ülkelerini andırıyor şu sıralarda; prangalarından kurtulmak üzere olan bir toplum var yeni ekonomik gücü ve siyasal temsiliyle. Vesayet rejimi çatırdıyor. 'Ara yolcu' yaklaşımlar geç kalmış bir yıkımı daha da geciktirecek.
Statükoyu yıkacak dinamikler durdurulamaz nitelikte. Türkiye'nin sosyolojisi, ekonomisi ve siyaseti artık üzerine giydirilen deli gömleğine sığmıyor. Uluslararası konjonktür de değişimden yana. Statüko güçleriyle yaptıkları ittifak soğuk savaşın bitimiyle işlevsiz, anlamsız hale geldi. Despotik, oligarşik bir Kemalist rejimin şiddet ve istikrarsızlık kaynağı olduğunu dünya biliyor. Ortadoğu, Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar'da barış ve işbirliği yerine çatışma ve gerginlik yaratmayı iş edinen bu kesimlerle artık 'iş tutmuyorlar'. Türkiye'nin demokratik istikrarı bölgesel ve küresel barış için şart. Vesayet rejiminin yerine tam demokrasiyi kurmak için daha uygun bir konjonktür bulunamaz.
Ahmet Yasin
04-17-2010, 09:23
Nasıl ki dinin atomlarını parçalamak hormonlu dincilere kaldı ve her parçası Allah rızası için ticarethanelerde açık arttırmayla satıldı ve insanlar dinden bu hörgüç tüccarları tarafından soğutuldu Türklük de faşist kralcılar tarafından yerle bir edildi elini kutsallaştıran bileğini dayadı ve biz de safça bilenerek ırkımızdan soğutulduk.
Şimdi bu kafaların varlığına karşı buz kesiyorum. Şimdi bu kafalar bir Kürt annesinin suratına kaç tane türk tokadı indirecek! Özdilden ağzı yanan kaç tane sözde entelektüel Türk, Yılmaz'ı üfleyecek ve yumruğumun yazarı ilan edecek. Vayyy şerefsiz vayyy diyerek şeref üstadı olmuş yayın balıkları yumrukla kaç tane manşet atacak ve Türklük egosunu alkışlatacak! Müslümanım azizim ben sadece Müslüman!
Ayetin çağırdığıyım askerin çağırdığı değil. Irkın kolonisini kurup kabileci marşlarınızı kendi Türklüğünüze saklayın. Sen Türküm dedikçe Kürt olan Kürtüm diyecek! Sen kendini ırkınla hatırlatıp mührünü de yumruğunla basarsan sonuçları karşısında “ bunlar hak etti” deme yoksunluğunu her an yaşayacaksın ve katlanacaksın.
Allahın cenneti hepimize yeter eğer gideceksek tabii.
Ahmet Yasin
04-19-2010, 09:45
Ülkemiz siyasetin ekonomiden daha çok konuşulduğu ve geleceği belirlediği bir yerdir. Biz ise siyaseti uzmanlarına bırakaıp ekonomik gelişmeleri gündeme getirme çabasındayız. Bu bağlamda bir neden olmadan vatandaşın moralini bozanlara da sempati ile bakmayız.
Şu anda ülkemizde ekonomik trend tersine dönmüş bulunuyor, yani pozitif gelişmeler giderek kuvvetleniyor. Sayılar böyle gösteriyor ama sorunların adı da değişiyor. Fakat kafalarımız ya kapalı ekonomi mantığından kurtulamadığından ya da salt siyasi görüş, ekonomik yorumlarımızı etkilediğinden endişe ve korku içindeyiz.
Ancak toplumumuzda hâlâ anlaşılmayan şey artık (2008 sayıları ile) 130 milyar dolar ithalat, 200 milyar dolar ihracat yapan ve 700 milyar doları aşan toplam GSYİH büyüklüğü ile nerede ise yüzde elli dış ticarete açık bir ülke olduğumuz gerçeği. Bu nedenle bugün de ve gelecekte de, dış âlem ekonomik anlamda teklediği zaman zaman bizim de tekleyeceğimizi bilmeliyiz. Anlamamız gerekir ki bu krizi biz çıkarmadık. Bu sefer katil değil kurbanız. Bu nedenle de iç talebi ne kadar canlandırsak total sonucu belirleyen esas faktör dış taleptir. Dış talep demek de Türkiye dışındaki ülkelerin toparlanması, canlanması ve bizden mal ve hizmet satın almaları demektir. Bu nedenle dış âlemdeki gelişmeleri yakından incelemeliyiz. Dış talep yani ihracat da bir tür bağımlılıktır.
Deniz Gökçe
Ahmet Yasin
04-22-2010, 10:41
Danıştay binasının güvenliği OYAK'a ait olduğuna göre hesap verecek kişi ve kurumlar belli demektir. Kim, hangi hakla, hangi endişeyle güvenlik kamerasındaki görüntüleri silmeye cesaret edebildi?
Bilindiği gibi Danıştay davası, Ankara'da görülmüş ve bir sonuca bağlanmıştı. Ergenekon davasına bakan yetkililer elde ettikleri bilgi ve belgeler ışığında dosyayı İstanbul'a istedi. Eğer bu dosya Ergenekon soruşturmasının kapsamına alınmasaydı kamuoyu asla bazı gerçekleri öğrenemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz önce seyredilmiş, sonra başka dosyalarla karıştırılmış, daha sonra da silinmiş güvenlik görüntülerini hiç bilemeyecekti! Çünkü Danıştay saldırısı adeta örtbas edilmişti.
Ülkeyi kaosa sürüklemek, darbe şartlarını oluşturmak ve psikolojik harp taktikleriyle masum kitleleri sindirmek isteyenler Danıştay saldırısını vesile ederek korkunç bir proje ortaya koydu. O kadar ki, cinayetin yaşandığı ilk saniyelerden itibaren kara bir propaganda başlatıldı. Apar topar sokaklara dökülenler, lanet okuyanlar, faturayı muhafazakâr kitlelere kesenler... Bugün ortaya çıkan gerçekler karşısında büyük bir üzüntü duyuyorlar mı acaba? Hele kendini toplumun önüne atarak insanları hedef gösterenler o gün yaptıkları yanlıştan pişman oldular mı?
Keşke herkes o gün konuştuklarını, yazdıklarını hatırlasa. Ve sorsa kendi kendine: "Cumhuriyet tarihimizin en korkunç cinayeti işlenirken neden x-ray cihazları çalışmadı? Neden güvenlik kameraları silindi? Neden?"
Ahmet Yasin
04-22-2010, 10:43
Hatırlayalım. DTP'nin kapatılması için düğmeye basıldığında, Tokat'ın Reşadiye kasabasında çarşıdan dönen silahsız askerlerimiz, tuzağa düşürülerek şehit edildi. İki günlük tereddütten sonra, PKK eylemi üstlendi. Kürt açılımının konuşulduğu sırada, bu şaibeli eylem, Kürt sorununun barışçı çözümünü isteyenleri sarstı. Taraf gazetesi, olay üzerine, "PKK, iki halkın düşmanı" diye manşet attı. Sonrasını, Ahmet Altan 4 gün önce Taraf'ta yazdı. PKK'ya yakın internet sitelerinde ve Roj TV'de, Taraf'a yönelik bir saldırı kampanyası başlatıldı. Taraf, daha sonra Öcalan'ın, "bu Reşadiye işini ben anlamadım" diyen açıklamasını yayınladı. Bu defa bir PKK yöneticisi, Reşadiye baskınına sahip çıktı. İki gün önce de, Habertürk gazetesinde Amberin Zaman'ın, Murat Karayılan ile yaptığı mülâkat yayınlandı. Karayılan, "Hareketin merkezi olarak tertiplediği bir eylem değildi. Bizim tasvip etmediğimiz bir şey olarak eleştirilmiştir. Biz açıklama istedik. 'Neden' diye sorduk..." diyordu. Eylemi PKK üstleniyor ama başka PKK'lar, eleştiriyor. Kaç tane PKK var ve hangileri derin yapılarla irtibatlı?
Gönülden
04-22-2010, 18:18
Bu mânâda öze dönüş, milletçe varlık ve bekâmızın önemli bir şartı olduğu gibi, yabancı değerlerin hücumundan kurtulma ve zaman zaman millî ruh şahikalarını bir duman gibi saran yabancı düşünce ve asimilasyonlardan da zarar görmemenin tek yoludur. Öze dönme hamlesinde muvaffak olan toplumlar, aynı zamanda, yitirdikleri tabiatlarını da kazanmaya, kendileri gibi düşünmeye, kendileri gibi konuşup kendileri gibi soluklamaya muvaffak olurlar.
Ne acıdır ki, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler, hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep sun’î teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın (!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalb, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık.
Cihan_ŞümuL
04-25-2010, 00:03
"""Biliyorsunuz, dil ile tasdik kalp ile iman etmiş adama “Müslüman” bütün bunların ötesinde ise ibadetlerini aksatmayıp dünyaya ve nimetlerine kör olmuş Müslüman’a da “mümin” diyoruz.
Ben ne zaman bir cümle kursam argo falan deyip edep dersi veriyorlar ama kimse çıkıp da “Umarım” diye sözlerine başlayan bir Müslüman’ın münafıklığından bahsetmiyor.
İslamcılık, laik ortamlarda “inşallah” yerine “umarım” kelimesinin kullanılmasıyla başladı. Dilimiz Müslümanken beden dilimiz, beden dilimiz Müslümanken dilimiz Müslüman olamıyor artık. Yani öyle ya da böyle dilimizi kaybettik, büyüdükçe korkuyor, oy aldıkça tırsıyoruz."""
B.Akyürek
Gönülden
04-26-2010, 18:21
İnsan hayatı her zaman sakin değildir. Bazen bu denizde fırtınalar kopar.
Böylesi durumlarda size, sığınılacak bir liman olacak dostlar edininiz. Öyle
dostlar ki, düştüğünüzde kaldıracak, tökezlediğinizde tutacak ve hatta
dizleriniz tutmaz olduğunda sırtına alacak…
Bireysel saldırıya savunma yapabilirsiniz. Ancak toplumsal saldırıya karşı
bireysel savunma işlemez. Toplumsal savunma yapabilmek için karşı-toplum
oluşturmak zorundasınız. Caddelerin, yığınların ruhunuzun üzerindeki olumsuz
etkisinden arınmak için, vizesiz, pasaportsuz kendinizi kaldırıp atacağınız
gönül okyanusları taderik ediniz.
Müslüman girdiği çevreye uyan değil, girdiği çevreyi inancına uydurandır. Bu
anlamda etken ve etkin insandır. Eğer etken olabiliyorsanız, imanınız
iktidarda demektir.
Kötülülüğü yaşayarak öğrenmeye kalkmayınız. Bu,ölümü denemeye benzer. “Bir
kez ölümü deneyeyim, eğer hoşuma gitmezse bir daha ölmem” diyemezsiniz.
Günah denenmez. Herkes için kötü olan, sizin için de kötüdür. Kötünün ve
iyinin belirlenmesinde ALLAH’a itimadınız tam olsun. Zaten iman da bu değil
midir?
Sadece insanî değil tabiî çevrenize de ihtimam gösteriniz. Biliniz ki
tabiatla aynı dine mensupsunuz. Onlar şuursuz din kardeşlerinizdir. Bir
ağacı keserek kıyamına, gereksiz yere zararsız bir hayvanı telef ederek
rükuuna, bir bardak suyu israf ederek secdesine engel olmayı nız. Doğal
çevre ALLAH’ın size emanetidir, ona ihanet etmeyiniz.
Irmak kıyısında abdest alırken dahi suyu israf
etmemeyi öğütleyen bir din olan İslam’ın bu hassasiyetinin dünyevi hikmeti,
tüm nüfusu yaklaşık 80 milyon olan 1400 yıl önceki dünyada bilinemezdi. Bu
hikmet günümüzde olanca çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Öyle ki,
parasını ödeyerek dahi olsa, bir istanbullu’nun israf ettiği bir kova su,
bir başka ailenin hakkına tecavüz olabilmekte, dolayısıyla israf’ın
haramlığının hikmeti hayatımızda tecelli etmektedir.
Ahmet Yasin
05-06-2010, 23:14
Kanlı provokasyonlarla, milli bünye içinde nasıl ayrılıklar tezgâhlandığını artık çok iyi biliyoruz. Artık, Savcı Doğan Öz, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi cinayetlerinin ne anlattığını çok iyi biliyoruz. Laik kesimi tahrik etmek, onları irtica tehlikesi ile korkutup, vesayet rejimini sürdürmek için işlendi bu cinayetler. İşte en son Danıştay saldırısı... Ergenekon davası ile birleştirilince, orada da kanlı eller görünüverdi. Adı Sezer olmasına rağmen, bir Cumhurbaşkanı, cunta planlarını hiç sezemedi. Saldırıdan birkaç saat sonra, vesayetçilerin istediği gibi konuştu. Bakın, şimdi susuyor. Kendi arkadaşları katledildiği halde, yüksek yargı mensupları bile yangına körük salladılar...
Bu kanlı cinayetlerin ardından kozmik gazeteciler, kozmik yazarlar, velhasıl kozmik medya sayesinde, insanların nasıl dehşete düşürüldüğünü, onların "kahrolsun şeriat" diye nasıl meydanlara döküldüğünü artık herkes biliyor... Bütün kanlı cinayetler, hem de öldürülenler kendi arkadaşları olduğu halde, gazeteci-yazar yapılmış kozmik adamlar marifetiyle, dindar insanların üzerine yıkılmak istendi. Başbakan asarak siyasetçiler, gazeteci-yazar katlederek medya korkutuldu. Yassıada'da bir masum başbakan da, bu korku salma psikolojik harbinin gereği ipe çekildi. Yine Sivas'ta Madımak Oteli, içinde Alevi kardeşlerimiz varken yakıldı. Misilleme diyerek Başbağlar katliamı yapıldı. 1 Mayıs 1977'de Taksim'de işçiler katledildi. Hepsi korkutmak, sindirmek, vesayeti sürdürmek içindi...
Ahmet Yasin
05-06-2010, 23:31
İşbirliğinin ve sahte kurguların gerçek yüzlerini görmek için kritik süreçleri iyi analiz etmek gerekiyor.
Birbirleri ile düşman görünen “kanka” ların kritik süreçlerde ortak hareket etmeleri, vatan millet edebiyatı yapanlarla terör örgütünün siyasi uzantılarının aynı kurgunun dişlileri ve kontrole açık unsurları olduklarını gösteriyor.
Meclisteki anayasa görüşmeleri muhalefet partilerinin özgürlükçü anayasadan çok darbe yanlısı anayasayı desteklediklerini, parti kapatmanın şiddetli savunucu olduklarını gösteriyor.
Üstelik, BDP gibi kapatma kararının mürekkebi tabelasında kurumamış bir partinin parti kapatmanın kolaylaştırılması yönünde diğer muhalefet partilerle ortak hareket etmesi, halkın temsilcisi olmaktan çok güç merkezlerine hizmet eden kurgusal bir parti olduğu imajını pekiştirmiş oldu.
Geldiğimiz son süreç, kurgulara emanet edilmiş bir siyaset sistemimiz olduğunu gösteriyor.
Anayasa görüşmelerinde meclisi temsil eden üç muhalefet partisine ülkemizi darbe anayasasının kucağına oturmaya başardıkları için Üstün hizmet madalyası takılmasına müteakiben,
“En iyi vatansever” rolü,
“Düşman kardeşlerin darbe için seve seve işbirliği” rolü
“Parti kapatmaya destek ve en iyi göbek atma gösterilerindeki başarıları”
Dolayısıyla nobele aday gösterilmelerini teklif ediyorum.
Velhasıl,
Nobel ödülü muhalefete verilsin ülke kurtulsun!
Ekonomi gazetesi
Ahmet Yasin
05-09-2010, 15:56
Mantığım bana bu işi AKP’nin ya da ona yakın çevrelerin yapmadığını söylüyor.
Çünkü seçim öncesinde değiliz.
Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın bu yayına tepki göstererek sitelerden kaldırtması, Gül’ün üzüntülerini belirtmesi, RTÜK’ün ve yargının acele biçimde yayın yasağı getirmesi bunu açıkça ortaya koymakta.
Geriye kalıyor iki seçenek:
Ya CHP’ye yakın bazı çevreler sızdırdı bu kaseti
ya da CHP’de değişim isteyen bazı uluslararası güçler.
Çünkü önümüzde kurultay var.
Kasetin zamanlaması 14 ay sonraki seçimle değil, bu ay içindeki kurultayla ilgili.
Belki de Baykal’ı istifaya zorlayarak CHP’nin başına yeni bir kişiyi geçirme niyetinin başlangıç hamlesidir bu.
Böylece önümüzdeki seçimlerde CHP’yi iktidara getirme hesapları yapılıyor olabilir.
Uluslararası bazı çevreler de yapıyor olabilir bu hesabı.
Zülfü LİVANELİ
0000000000
05-12-2010, 10:53
İslam fıkhının kabul ettiği en ağır suçlardan biri "zina"dır. Zina suçunun cezayı gerektirecek şekilde tespiti için dört adil şahidin bu fiile açık bir biçimde tanıklık etmesi gerekir. (4/Nisa, 15; 24/Nur, 4) Öyle ki bu, "kılıcın kınına girişi" şeklinde tasvir edilmiştir. Aynı örtü altında bir arada yakalanan bir çifte uygulanacak ceza ise bilginlerin çoğuna göre "te'dip"ten ibarettir. Takdir olunacağı üzere, neredeyse hiç kimsenin bu fiili dört kişinin açıkça görebileceği pozisyonda işlemeye kalkışması düşünülemez. Hatta zina suçunu itiraf etmek üzere gelen bir kadını Hz. Peygamber geri çevirmek için defalarca uyarmıştır.
Pekiyi, suç fiilini işleyenlerin suçlarını araştırıp çıkarmak caiz mi? Tek kelimeyle hayır! 49/Hucurat, 12. ayette "birbirinizin gizli fiillerini/gizliliklerini araştırmayın" buyurulur. Bunun ne anlama geldiğine bakalım:
1) Allah'ın Elçisi (s.a.): "Ey diliyle inanıp, iman kalbine girmeyen kimseler. Müslümanların gıybetini yapmayın; gizli kusurlarını araştırmayın. Kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da onun gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin gizli kusurlarını araştırırsa, evinde dahi onu rezil eder." (Tirmizi, IV, 378; İbn Hıbban, Sahih XIII, 75)
2) İbn Mes'ud'a bir adam getirilir ve "Bu sakalından şarap damlayan biridir" denir. Büyük fakih sahabe "Bize tecessüs (gizlilikleri araştırma) yasaklandı. Apaçık görürsek başka" der.
3) Abdurrahman bin Avf'tan naklen: Bir gece Hz. Ömer'le dolaşıyorduk. Kapısı bir parça aralık bir evden kandil ışığı geliyordu. İçerde sesleri birbirine karışan kimseler vardı. Ömer "Bu Rabia b. Umeyye b. Halef'in evidir, şu anda içki içiyordur. Ne yapalım?" diye sordu. Ben de, "Benim görüşüm, biz şu anda Allah'ın yasakladığı bir şeyi yapıyoruz." dedim ve Hucurat 12. ayete atıfta bulundum. Ömer beni haklı buldu, geri döndük. Sonuç: Mahrem alan korunmuştur
Gönülden
05-14-2010, 20:18
Kapalı kapılar var hayatımızda..
Nicedir açmadığımız, bilerek kapattığımız, üstüne kör bir kilit vurduğumuz kapılar..
Bazen açmaya korktuğumuz, bazen ardındakilerle yüzleşmekten çekindiğimiz kapılar..
Eski bir dostluk bazen, eskiden yapıp ettiklerimiz bazen..
Eski “biz”, eskimeyen izlerimiz..
Kapıların ardında kalan..Hayatımızdan uzak durmasını istediklerimiz.
Cesaretimizdir bu bazen, bazen yenilgimiz..Bazen hayretimiz, bazen isteklerimiz.
Ne çok kapıyı kapattık dostlar, ne çok kapı kapandı yüzümüze.
Nasıl kapılar açıldı, kapattıklarımızın yerine?...
Masumiyeti, insafı kapatan insanlar gördüm, üzerlerine kör bir kilit taktıklarını..Anahtarlarını da dipsiz kuyuya attıklarını..
Nice erdemin üzerine kapatılan kapıların yerine, ardına kadar zevk-ü sefanın ışıltılı kapılarının açıldığına şahit oldu bu yeryüzü..
Kendisini sevenlerin üzerine kapılar çarptı yeryüzünde kimileri..
Kimileri kendini gelip geçici “dünya”ya kapattı..
Dünya, sadece kendisi için yaşayanlara en büyük kapalı kapı oldu.
..
Kapattık bazı kapıları dostlar…kör bir kilit vurduk üzerlerine..
Şimdi açılırlar mı yeniden, en tılsımlı sözleri söylesek?..
Yahut yeni kapılar açsak, kaybettiklerimizin peşine düşsek..
Kör kilitli kapıları açmak gerek dostlar..Biraz cesaret gerek belki..
Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret, gerçekleri kabullenmeye cesaret..
Ve gayret, ve gayret…
"Çok şükür ki mazlum oldum, zulmeden olmadım!..."
İKİ DARBE ARASINDA
Hıfz-ı lisan
05-15-2010, 13:59
Aşk; sevilen için bir "hiç" ise de,seven için "hep"tir... (katre-i matem-İskender Pala)
rizzelli
05-17-2010, 10:07
İçerideki ayak bağları - Ekrem DUMANLI - ZAMAN
Eski nizamdan beslenen bazı güçler, Türkiye'nin bir dünya devleti olmasını istemiyor; onu küçük ve ideolojik kavgaların içinde boğmak istiyor. Bu saatten sonra bu mümkün mü? Tabii ki hayır. Çünkü Türkiye'nin ufukları zorlamasının sebebi halkın bizzat kendisi. Ondaki bu iç dinamizm herkesi değişime zorluyor; daha da zorlayacak.
Bir türlü normalleşemiyoruz - Ahmet SELİM - AKSİYON
“Köylü ağlıyor, işçi ağlıyor, esnaf perişan, memur-emekli acınacak halde, dış politika çıkmazda, ekonomi berbat…” deyip duruyorsunuz. Eğer böyle ise, önümüzdeki seçimleri AK Parti kaybedecek demektir. O halde hazırlanın iktidar olmaya! Propagandanızı, sloganlarınızı, proje sunuşlarınızı şimdiden belirleyip hazırlayın. Ülkeyi nasıl yöneteceğinizi düşünün. Ekonomide dış politikada, diğer alanlarda, hangi projelerle hangi kadroyla neler yapacağınızı tespite başlayın. Hatta, AK Parti dışındaki koalisyon imkanlarını ve şartlarını da şimdiden araştırıp tahlil edin. Dedim ya: hazırlanın iktidar olmaya!
Muhalefetle İktidar ne zaman aynı ligde oynayacak? - Yasin AKTAY - YENİŞAFAK
Türkiye'nin AK Parti yönetiminde sadece son bir hafta içinde yapmış olduğu uluslar arası açılımlara bakmak yeterdi. Rusya Devlet başkanı Medvedev'in 4 uçak dolusu insanla geldiği Türkiye'de yaptığı anlaşmaların kısa bir süre içinde 100 milyarlık bir hacme ulaşması telaffuz edilebilirken Rusya ile vizelerin kaldırılması bir gerçek haline gelmiş oldu. Daha Medvedev'in gezisi üzerinde doğru dürüst konuşmaya fırsat bulamamışken Başbakan'ın 10 bakanıyla birlikte Yunanistan'a ikili ilişkilerin tarihindeki emsali bulunmayan gezisi başladı. Bu gezinin de çok başarılı geçmiş olduğunu detaylarıyla izledik.
Siyasette çiviler bir kere daha zorlanırken...- Ahmet TAŞGETİREN - AKSİYON
İslamcı bir zeminden geliyor olmalarına rağmen, AK Parti lider kadrosunun, Türkiye’nin demokratikleşmesi noktasında AB reformlarına sahip çıkması, önce, Osmanlı’nın çözülüş döneminden bu yana, Batı yanlısı olarak gelen çevrelerde şok etkisi yaptı.
-Batılı değerlerse alın size Batılı değerler, demek, ve bu klişe altında statükoyu sorgulayan, sarsan reform paketleri devreye sokmak, statüko adına keyfî yönetimler kuran çevreyi karşıt pozisyona itti.
Bu süreç halen devam ediyor.
Bu süreçte, dünün Batı yanlıları, adeta Batı karşıtı hale geldi.
Ama buna karşılık, AK Parti etrafında, geniş bir ilgi uyanmasına sebep oldu.
“İslamcı çizgi” belki bu net iddiasında değildi, ama, bir kadro olarak, kendisini büyük kitlelere (yüzde 47 gibi) taşıma imkanı buldu.
Erdoğan liderliğindeki bu hareketin, Özal’a benzer şekilde, Kürt dünyasında da önemli bir karşılığı oldu.
Erdoğan, Batı’dan olduğu kadar, Doğu’dan, Güneydoğu’dan da oy aldı.
Bunun anlamı, Türk’ten aldığı kadar Kürt’den de oy alması demekti.
Bunun anlamı, Türkler nezdinde olduğu kadar Kürtler nezdinde de, karşılık oluşturmak demekti.
Anayasa değişiklikleri, muhalefet ve özellikle sol… - Ali BAYRAMOĞLU - AKSİYON
Ülke için demokratik sınırları genişletecek politika yapmak yerine, demokrasi üzerinden kendi yaşam alanını genişletecek politika yapmak, bir tür cemaatçilik...
Siyaset denilince sıkça siyasi iktidar akla gelir... Oysa Türkiye’nin siyasi aktörler açısından ana sorununun muhalefet sorunu olduğunu düşünen pek çok kişi var...
Bu doğal ve doğru tespit...
Zira demokratik siyaset, doğası gereği çoğulculuk, sadece sayısal değil, fikrî çoğulculuğu gerektiriyor.
Türkiye ise bu durumun çok uzağında...
Sorun sadece BDT ile ilgili değil…
Tarih, CHP’yi herhâlde unutmamak üzere bir kenara not etmiştir.
CHP’nin en azından sol ve sosyal demokrasi adına utanç verici tutumunu anayasa değişikliği paketinde bir kez daha izledik. 12 Eylül Anayasası’na ve 12 Eylül darbecilerine destek verdi CHP, bir bakıma…
Açıktır, Meclis’teki son oturumlar, yani anayasa değişikliği tartışmaları, Türkiye’nin her anlamda MHP’den Kürtlere ve ama en önemlisi sola ciddi bir muhalefet sorunu olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Açıktır, kendisini devlet yerine koyan, ideolojik krizlerden beslenen, ülke politikasına hemen hiçbir katkıda bulunmayan bir muhalefet siyasetinin egemenliği var.
Eğer bugün Türkiye’de demokrasi istikametinde bir sorun yaşanıyorsa ya da sıkça tıkanıklıklarla karşı karşıya kalınıyorsa, bunun temel nedenlerinden biri, muhalefet ve sol meselesidir.
0000000000
05-17-2010, 13:07
Rizzeli güzel bir çalışma olmuş....
-Bir dakka başkan; aydınlık orucu nasıl tutuluyor, mesela ne zaman niyet edeceğiz?
-Ne niyeti oğlum, tırışkadan tutuyor gibi yapıyoruz. Arkadaşlar, siz erkenden ödleklik ettiniz. Aydınlık orucunun ölüm orucundan farkı yok aslında. Çadırın içine zulaladığımız erzaktan sırayla içeri girip yiyip içeceğiz, fakat öyle aşırı tıkınmak, kameralar önünde geğirmek filan olmaz tabii. Aydınlık orucuna yatan arkadaşlar, sanki böyle rengi solmuş, çok üzgün, kıyamete birkaç dakika kalmış gibi ümitsiz duracak. Ha, arada karnı acıkan çadıra girer, dipte buzdolabı olacak ufak bir şey, ne bileyim; meyvesuyu, bisküvit, galeta filan atıştırırız... Âdet budur zaten devrimci gelenekte, en radikaller çaktırmadan şekerli su içerler...
-Sucuklu tost süper olur başkanım; ben makinasını getiririm; sucuğu da genel merkez alır. Çay ve neskafe makinası da var bizim Abidin'de, getiririm üç günlüğüne... -Abidin'e sor bakalım, döner tezgâhı varsa döner genel başkanın şerefine döner çevirelim bari! Arkadaşlar ciddi olalım lütfen. Kendini bu davaya vakfetmeyenler gitsin keyfine baksın. Genel başkanımız zaten, "birkaç gün yatsın evin önünde çocuklar, ben onları fazla üzmem" dedi. Eski-püskü şeyler giyin gelirken, kirli sakal olacak. Gazeteciler fotoğraf çekerken kameralara ölü balık gibi melül melül baksak yeter. Okey? Haydi bakalım...
Hıfz-ı lisan
05-17-2010, 15:20
Türkiye; durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanarlar.
rizzelli
05-18-2010, 09:43
Başbakan Erdoğan Nobel’i hak etti – Nuri ELİBOL -TÜRKİYE
İran ile uluslararası toplum arasında diyaloğun yeniden başlatılması Türk hükümetinin alkışlanacak bir başarısıdır. Viyana Grubu’nun da meseleye pozitif yaklaşması halinde Türkiye’nin katkısı ve önderliği ile dünyanın başına bela olmaya namzet önemli bir sorun diplomasi ile çözülmüş olacaktır.
Sayın Erdoğan ve Davutoğlu’nun ısrarlı çaba ve girişimlerini küçümseyen ve inandırıcı bulmayan Batılı diplomatlar dut yemiş bülbüle döndüler. Bence henüz şoktan kurtulamadılar. Takas anlaşmasının gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorlardı. İran yönetimi Türkiye’ye güvendi. İsrail’in yeni yalanlar bulması gerekiyor.
Eğer bu süreç uzlaşma ve barış ile sonuçlanırsa Nobel Barış Ödülü Başbakan’a verilir herhalde. Sizce de hak etmedi mi?
Bir başka Anadolu ihtilali – İHSAN DAĞI – ZAMAN
Sadece Ankara bürokratlarını ve İstanbul burjuvazisini izleyerek, sadece onları dinleyerek Türkiye'yi anlamaya ve açıklamaya çalışanlar yanılmaya mahkûmlar. Çünkü Türkiye onlardan ibaret değil; hâlâ sesleri çok duyuluyor olabilir. Ama bu ülkenin 'itici gücü' Anadolu'dan geliyor artık. Yıllar sonra geçen hafta TÜSİAD'ın ilk kez MÜSİAD'la buluşması ilginç değil mi? Bükemediği eli sıkıyor İstanbul sermayesi.
Bu, siyasette de farklı olmayacak. Toplumu, ekonomiyi, düşünceleri, yaşam biçimlerini istediği gibi yönetebileceğini sanan 'bürokratik merkez'i çoktan aşan yeni bir Türkiye var. Bırakın yönetmeyi, 'bürokratik merkez' bu yeni Türkiye'yi anlamaktan bile aciz. Geleceklerini, kariyerlerini ve kazançlarını çökmekte olan bu köhne yapıya bağlayanlar da kaybedecekler. Devletin koruması ve kayırması olmadan 'en iyi' olanın kazandığı bir serbest rekabet ortamına doğru ilerliyoruz. Demokratik rekabette siyasetin, piyasa ekonomisinde ekonominin en iyilerini tercih ederek 'sivil' dinamiklerin yönettiği bir ülke oluyoruz.
Daha on yıl önce 28 Şubat sürecinde 'yeşil sermaye' denilerek yok edilmeye çalışılan Anadolu sermayesi dünya ile bütünleşerek 'doğal korunak'lar kazandı bürokrasiye ve büyük sermayeye karşı. İstanbul sermayesinin Anadolu'daki 'ajente'leri değil artık; bırakın İstanbul'u dünya ile rekabet edebiliyorlar. Büyük sermayenin dünyadaki 'ortaklarını' devraldılar. Bugün ihracaat yapmayan, üniversitesi bulunmayan il yok.
Türk dış politikası zirvede - HASAN CELAL GÜZEL -RADİKAL
Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta sonundaki Yunanistan çıkarması, zamanı isabetli seçilmiş fevkalâde başarılı bir ziyaret olmuştur. 500 yıldan fazla Osmanlı Türk hâkimiyetinde kalmış ve birçok kültür değerini paylaştığımız Yunanlılarla artık aramızdaki bütün meseleleri hâlledip kalıcı bir barışa gidilmesinin zamanı gelmiştir.
Yunanlıların, ‘megalo idea’, ‘enosis’ gibi hayâllerden vazgeçmeleri; 1897’deki, Millî Mücadele’deki ve 1974 Barış Harekâtı’ndaki hezimetlerini unutmaları; bizim de son yüzyılda Balkanlar’da ve Yunanistan’da başımıza gelenleri, Yunan işgalinde uğradığımız zulmü ve Kıbrıs’taki olayları tarihte bırakmamız lâzımdır.
Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinden sonra şu gelişmelerin elde edilebilmesi için gayret gösterilmelidir:
1. Yunanistan’ın ekonomik krizden çıkması için teknik yardım yapılmalı ve aramızdaki dış ticaret hacmi arttırılmalıdır.
2. Ege Ordusu lağvedilmeli ve birlikler diğer ordular arasında dağıtılmalıdır.
3. Ege üzerinde savaş uçağı tatbikatından vazgeçilmelidir.
4. Kıta sahanlığı, kara suları ve FIR hattı üzerinde en kısa zamanda anlaşmaya varılmalıdır.
5. Kıbrıs konusunda ‘4’lü görüşmeler’ başlatılmalıdır.
6. Heybeliada Ruhban Okulu, bir vakıf üniversitesi olarak öğretime açılmalıdır.
7. Gümülcine’de, vakıf üniversitesi statüsünde bir ‘İslâmî İlimler Akademisi’ kurulmalıdır.
Baykal, Kılıçdaroğlu’nun önünü kesebilir, kendi sonunu biraz geciktirebilir, o kadar!- Hasan Cemal - MİLLİYET
Deniz Baykal (http://www.milliyet.com.tr/index/Deniz%20Baykal) 1960’ların sonundan beri aktif politikanın içinde. 1990’ların başında genel başkanlık koltuğuna oturdu CHP (http://www.milliyet.com.tr/index/CHP)’de.
1995 seçimlerini kaybetti.
Yüzde 10 barajını kıl payı geçebildi.
1999 seçimlerini kaybetti.
Yüzde 10 barajına takıldı ve CHP tarihinde ilk kez parlamento (http://www.milliyet.com.tr/index/Parlamento) dışında kaldı.
2002 seçimlerini kaybetti.
Bu seçimlere gidilirken Baykal’ın CHP’si yine yüzde 10 barajının etrafında dolaşıyordu. Son anda yapılan Kemal Derviş (http://www.milliyet.com.tr/index/Kemal%20Dervis) aşısıyla yüzde 20’ye yaklaştı.
2007 seçimlerini kaybetti.
Oylarını birkaç puan artırabildi.
Kaç seçim kaybetmiş Baykal?
1995, 1999, 2002, 2007... 12 yılda üstüste kaybedilen dört milletvekili seçimi... Bunca yılı muhalefette geçir, sosyal demokrat olduğunu iddia et ve dört seçim birden kaybet...
Ama koltuğunu kaybetme!
İstifayı aklına getirme...
Siyasetçiden daha şereflisi var mı? - MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE (http://www.zaman.com.tr/ara.do?author=4DC39C4D54415A2745522054C39C524BC396 4E45) - ZAMAN
Siyasetçi düşmanlığının cehalete dayalı sebepleri var. Birincisi, siyasetçiler hakkında konuşanlar karşı oldukları partiyi düşünerek hüküm veriyorlar. Bu hükümlerin siyasetçiye güvensizlik olarak tecelli etmesi doğal. İkincisi, parlamenter sistemin işleyişi yeteri kadar bilinmiyor. "Meclis'te sadece parmak kaldırıyorlar" eleştirisi, Meclis'in oylama yeri olduğunu ıskalıyor. Kürsüden yapılan konuşmalar meydanlarda atılan nutuklara benzeyemez. Meclis kanun yapıyor; kanun yapmanın da usulleri var. Parlamenter sistem partiler eliyle işletilir. Lider sultası diye eleştirilenlerin bir kısmı, aslında her demokraside var olan parti disiplininden başka bir şey değil. Dokunulmazlıklar? Köpekleri salıp, taşları bağlayamazsınız. Terör suçundan yargılanan bir ordu komutanını hâkim karşısına çıkartamıyorsanız, halkın temsilcilerine masuniyet tanımalısınız. Askerin elinde silahla siyaset yaptığı bir ülkede, siyasetçiyi korumak boynumuzun borcu olmalı.
Başkan olur da lider olabilir mi? - Emre AKÖZ - SABAH
Diyelim ki Kemal Bey aday oldu ve kazandı. Partiyi alıp götürebilir mi?
Yani "başkan" olur da, "lider" olabilir mi?
Bence olmaz. Bugüne kadar ortaya üç beş yolsuzluk dosyası atmasının dışında ne yaptı Kılıçdaroğlu?
Hiç!
Bir anımı anlatayım: Kemal Bey geçen yıl İstanbul belediye başkanlığına aday olmuştu. İl Başkanı Gürsel Tekin ile SABAH'a geldiler.
Ben Kılıçdaroğlu'na doğrudan, "Başkan olursanız yapacaklarınızı, somut örneklerle anlatır mısınız" dedim.
Kılıçdaroğlu, gayet heyecansız bir şekilde, beş yılda 80 km metro yapacağını, varoşlara sinema ve tiyatro başta olmak üzere kültür hizmeti götüreceğini, yoksullara yapılan yardımı kurumsallaştıracağını belirtti.
Ve sustu! Bırakın Türkiye'yi, dünyanın önemli kentlerinden sayılan İstanbul için söyleyebilecekleri bundan ibaretti.
Zaten o gün, Kemal Bey'den çok daha fazla, kente gayet hakim gözüken Gürsel Tekin konuşmuştu.
***
Bir toparlama yaparsak...
1) CHP hâlâ Deniz Baykal'ın partisi.
2) Kılıçdaroğlu ancak Deniz Baykal izin verirse başkan olur.
3) Deniz Baykal böyle bir izni iki sebepten verir:
a) Kendisini koltuğundan edenlerin parti içinde kimlerle iş tuttuğunu anlamak için...
b) Zamanı geldiğinde Kılıçdaroğlu'nu kolayca devirerek, tekrar koltuğuna kavuşabileceğini düşündüğü için..
Baykal CHP'yi böler mi? – Ali BAYRAMOĞLU - YENİŞAFAK
Geçen hafta Metropoll Araştırma Şirketi ilginç bir araştırma yayınladı. CHP ve Baykal'a yöneltmişti araştırma merceğini.
Deneklerin yüzde 62'si; Baykal'ın istifasını "olması gereken" olarak tanımlıyor. Yüzde 64'ü "Baykal geri dönmesin" diyor. "Baykal'ın istifası en çok kime fayda sağlar" sorusuna verilen yanıtlarda ilk sırayı "CHP'ye fayda sağlar" şıkkı yer alıyor. Nitekim deneklerin yüzde 51'i Deniz Baykal olmaması halinde CHP'nin oylarının artacağını düşünüyor.
Aklıselim bu...
Açık iki husus var:
1. Baykal'ın siyasetin ve sosyal demokrasinin önündeki tıkayıcı işlevi artık sadece muhaliflerinin değil, CHP'lilerin kanısı olmuş durumda.
2. Baykal'ın istifası, yaptığı manevralar ne olursa olsun, bizzat CHP'li seçmen tarafından, sosyal demokratlar tarafından bir değişim vesilesi olarak görülüyor.
Vesile ne olursa olsun, zaman gelince hüküm de geliyor.
Tarih ve Türkiye Baykal'ı tasfiye ediyor...
İşsizlikteki azalma umut verici – Mustafa SELÇUK - TÜRKİYE
Dün şubat ayı işsizlik rakamları açıklandı.
Ekonomideki canlanmanın etkileri işsizlik rakamlarına da yansımaya başlamış görünüyor.
Bir yıl öncesine göre işsiz sayısı 250 bine yakın azalmış.
Tarım dışı işsizlikte ise yüzde 1,7 azalma var.
Tarım dışı işsizlik önemli...Zira kentli nüfusun ve reel ekonominin bir çıktısı...
***
Ancak, işsizlik oranının hâlâ yüzde 14,4, işsiz sayısının ise 3,5 milyon olduğunu unutmamak lazım...
Yani ülkenin en önemli ve muaccel sorunu hâlâ devam ediyor.
Yüzde 14’ü aşan bir işsizlik, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken, bir sorun...
***
Ekonominin büyüme patikasına bu yıl yeniden gireceğinde herkes hemfikirdi.
Nitekim geçen yılın son çeyreğinden itibaren büyüme başladı.
Hatta bu yılın ilk çeyreğinde Milli Gelir’in çift haneli büyüyeceği tahmin ediliyor.
Lakin, büyümenin istihdam üretip üretmeyeceği bir soru işareti olarak zihinlerde duruyor.
Duruyordu desek daha doğru...
İlk iki ay işsizlik verilerindeki azalma, büyümeye paralel yeni istihdam oluşmaya başladığını gösteriyor.
En azından şimdilik bunu söylemek mümkün...
Anayasa Mahkemesi’nin normalleşmesi- Eser KARAKAŞ - STAR
18 yaşında bir kızın üniversite derslerine türbanla girmesinin devletin laiklik ilkesini zedeleyeceğini düşünmek gerçekten çok acıklı; hem Anayasa Mahkemesi hem de çok önemli laiklik ilkesi için.
CHP’nin 111 imzayla Anayasa Mahkemesi’ne yeni başvurusu da kanımca benzer bir tartışmaya gebe.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç’a yönelik CHP’nin başvurusunu işleme almaması için talepler mevcut; ben meselenin böyle sonuçlanabileceğine hem inanmıyorum, hem de arzu etmiyorum.
Her şeyin doğrusunu, normalini, çağdaşını talep etmemizin vakti geldi de geçiyor.
Bu konu Sayın Kılıç’ın iradesi ve yetkileriyle değil, Anayasa Mahkemesi’nin asli görevine, normal ve demokratik denetim işlevine geri çekilmesiyle çözülmelidir.
Mevcut anayasa değişikliklerinin, şayet bir şekil problemi mevcut değilse, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunmuyor ise, Anayasa Mahkemesi’ni ilgilendiren bir yönü yoktur, olmamalıdır; kuvvetler ayrılığı ilkesinin de bu kapsamda ele alınması mümkün değildir.
Anayasa Mahkemesi haddini ve sınırlarını iyi bilerek kendi meşruiyetinin temeline dinamit koymamalıdır.
Anayasa Mahkemesi nasıl ve kimin tarafından tanımlandığı belirsiz bir rejimin değil, temel hak ve özgürlüklerin koruyucusu olmalıdır.
Zaten iyi tanımlanmış bir rejim temel hak ve özgürlüklerden başka ne ola ki?
Rizzeli kardeş çok güzel hazırlanmış satırlar teşekkürler...
Ertuğrul hoca işleyen bir çarkı bozdu. 2000 yılında futbolunun en olgun döneminde, bugün bile hâlâ açıklığa kavuşmayan bir sebepten dolayı Beşiktaş'tan koparılmıştı. Hem o dönemde, hem de daha sonra teknik direktör olarak istifa ettirildiğinde duruşunu hiç bozmadı. Kasti faullere öyle bir hareket çekti ki, bu hareket sonrasında futbolseverler, faulü yapanlara kırmızı kartı gösterdi. O artık tek başına para ve güç baronlarını alt etmeyi başarmış bir kahraman olarak tarihteki yerini almıştı.
Ertuğrul hoca, bütün futbol çarkına çomak soktu. Bu ülkenin düzeneğini değiştirdi. Eskiden Türkiye, 'üç tarafı denizlerle ve düşmanla çevrili, Ermeni ve Kıbrıs problemleri olan, en büyük ihracat kalemini fındık, kuru üzüm ve incirin oluşturduğu, her 10 yılda bir askerî darbeye maruz kalan, sadece üç kulübün şampiyon olabildiği ve derin devlet tarafından yönetilen' bir ülkeydi.
Önce ihracat kalemlerimiz arttı. Artık kimse fındık ve kuru üzüm rakamlarına dönüp bakmıyor bile. Sonra etrafımızdan düşmanlar temizlendi. Rusya, Suriye, Yunanistan ile çok kritik dostluk anlaşmaları imzaladık. Darbelere karşı hükümetler artık sessiz kalmıyor. Derin devlet manipülasyonlarına karşı toplum daha uyanık. Devlet içerisindeki derin çeteleşmelerden kurtulmaya çalışıyor ve en önemlisi de artık bir başka şampiyon var. Teşekkürler Ertuğrul hoca. Gerçekten Türkiye'de futbol rejimini değiştirdin...
Mehmet Kamış
Ahmet Yasin
05-18-2010, 11:03
Rizzeli güzel bir çalışma olmuş....
-Bir dakka başkan; aydınlık orucu nasıl tutuluyor, mesela ne zaman niyet edeceğiz?
-Ne niyeti oğlum, tırışkadan tutuyor gibi yapıyoruz. Arkadaşlar, siz erkenden ödleklik ettiniz. Aydınlık orucunun ölüm orucundan farkı yok aslında. Çadırın içine zulaladığımız erzaktan sırayla içeri girip yiyip içeceğiz, fakat öyle aşırı tıkınmak, kameralar önünde geğirmek filan olmaz tabii. Aydınlık orucuna yatan arkadaşlar, sanki böyle rengi solmuş, çok üzgün, kıyamete birkaç dakika kalmış gibi ümitsiz duracak. Ha, arada karnı acıkan çadıra girer, dipte buzdolabı olacak ufak bir şey, ne bileyim; meyvesuyu, bisküvit, galeta filan atıştırırız... Âdet budur zaten devrimci gelenekte, en radikaller çaktırmadan şekerli su içerler...
-Sucuklu tost süper olur başkanım; ben makinasını getiririm; sucuğu da genel merkez alır. Çay ve neskafe makinası da var bizim Abidin'de, getiririm üç günlüğüne... -Abidin'e sor bakalım, döner tezgâhı varsa döner genel başkanın şerefine döner çevirelim bari! Arkadaşlar ciddi olalım lütfen. Kendini bu davaya vakfetmeyenler gitsin keyfine baksın. Genel başkanımız zaten, "birkaç gün yatsın evin önünde çocuklar, ben onları fazla üzmem" dedi. Eski-püskü şeyler giyin gelirken, kirli sakal olacak. Gazeteciler fotoğraf çekerken kameralara ölü balık gibi melül melül baksak yeter. Okey? Haydi bakalım...
:w::güzel:
Ahmet Yasin
05-18-2010, 11:42
Batı ile İran arasındaki anlaşmazlığın perde arkasında “Nükleer enerjiye kim hükmedecek?” kavgası var.
Yaşlı Avrupa, Çinliler gibi düşük ücret vererek ekonomik gücünü perçinleyemiyor.
Türkler gibi tek kelime yabancı dil bilmeden çantasını alıp Kenya’da ticarete kalkışacak girişimciliğe de sahip değil.
Artan uluslararası rekabet karşısında rakipleri gemlerken mevcut refahını korumanın en önemli araçlarından biri, enerji girdi maliyetlerini kontrol etmek...
Bu kozu kaptırmak istemiyor.
O yüzden de nükleer kulübü oluşturan 5 ülke, OPEC’vâri bir örgütlenme içinde... OPEC’in petrolde yaptığı gibi nükleer teknolojiyi tekel altına almak istiyorlar.
Nükleer teknoloji geliştirmek isteyen ülkelere “Yakıtı ben sana veririm, sen teknoloji geliştirme” diyorlar.
Böylece nükleer yakıtın fiyatını belirleme, enerji piyasasına hükmetme, muhtemel rakiplerini denetleme imtiyazını ele geçiriyorlar.
İran ise istediğinde nükleer silah üretebilecek teknolojiye kavuşma amacında... Enerjide etkili bir aktör haline gelmek ve İslam dünyasında liderliğe oynamak da istiyor.
Batı’nın bunu engellemek için daha ağır yaptırımlara hazırlandığını görüyor, ama geri adım da atmak istemiyor.
CAN DÜNDAR
Ahmet Yasin
05-18-2010, 12:05
Vurgulamak istediğimiz ilginçlikte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Diyarbakır’daki “Kutlu Doğum” programından hemen sonra, Dıyarbakır’da buna cevap niteliğinde bir defile düzenlendi. Ulusal medyanında özel bir önem gösterdiği üç karakter özellikle ön plana çıkarılıyordu. Bunlar Diyarbakır valisi Hüseyin Avni Mutlu, Diyarbakır B.Şehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve defileci Cemil ipekçiydi. Vali ve B.Başkanı Cemil İpekçi’ye bölgeye olan kültürel katkı ve fedakârlığından dolayı özel plaket takdim eylediler. Cemil İpekçi de Mardin ve Diyarbakır’da açtığı ve açacağı mankenlik okullarından bölgede yaptıkları ve yaptıracaklarından heyecanla bahsediyordu. Bilindiği gibi Cemil ipekçi uzun bir süreden beri Mardin’de kendisine üs açmış ve bölgede yoğun kültürel (!) faaliyetler içindedir. Mankencilik ve defilecilik gibi işlerle meşgul...
Benzer şekilde Metin Yazır isimli bir şahıs ta “1. Güneydoğu Anadolu Arjantin Tango Festivali” etkinlikleri adı altında Arjantin’den getirdiği 5 kişilik özel bir ekiple bölgede faaliyetlerine başlamış. Bir yandan bölge illerinde kurslar açmaya çalışırken öte yandan da halka açık ücretsiz temel tango eğitimi etkinlikleri düzenliyor. Batman, Erzurum, Malatya, Mardin ve Diyarbakır’da etkinliklerine başlamış.
rizzelli
05-19-2010, 11:53
CHP il başkanları ve Gandi - Eser KARAKAŞ - STAR
Geçen hafta aynı gün yazdığım yazıda Türkiye’nin CHP’yi neden bu kadar konuştuğunu anlayamadığımı yazmış idim.
İngiltere’de, Fransa’da, İsveç’te kendine sosyal demokrat diyen partiler 60 sene tek başına iktidara gelemezse ne kadar basında yer bulurlarsa bizde de CHP’nin o kadar basında yer bulması normal olur idi ama, bizde böyle olmuyor; bence esas konuşulması gereken konu CHP değil, CHP’nin basında bu kadar tartışılıyor oluşu.
Bu soruya ciddi bir cevap üretilirse kanımca karşımıza çok sevimsiz gerçekler de çıkabilir.
Geçen hafta başında NTV’de Can Dündar’ın ülkemizin önemli illerinin CHP başkanlarıyla yaptığı bağlantıları izledim; yaklaşık tüm il başkanları çok kesin, tavizsiz bir üslupla Deniz Baykal’ın arkasında olduklarını ifade etmişler idi. Bu yazıyı yazdığım saatlerde ise CHP’li 81 başkanından 77’sinin Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını desteklediğini öğreniyorum.
İlkeli siyaset dedikleri de bu olmalı herhalde.
Sadece bu olay bile CHP’nin neden üzerinde çok konuşulmayı gerektirmeyen bir parti olduğunu ortaya koyuyor.
CHP’ye yönelik eleştiriler karşısında konuşan her CHP yetkilisi söze daima “Biz Cumhuriyet’i kuran partiyiz” diye başlıyor; bu zaten tarihsel bir gerçek, kimse aksini söylemiyor, kimse Cumhuriyeti ANAP kurdu, AK Parti kurdu, Demokrat Parti kurdu, Adalet Partisi kurdu falan demiyor.
Ama şunu söylüyor: Bir siyasi partinin önemini ve hakkında uzun vadede konuşulma oranını, başarısını aldığı oy oranları belirler, gerisi boş laftır; aynı şeyi siyasetçiler için de söyleyebiliriz.
Erdoğan'ın Batı'dan görünüşü..- Mehmet Ali Birand - MİLLİYET
Sizlere Erdoğan’ın,Washington (http://www.milliyet.com.tr/index/Washington), Paris (http://www.milliyet.com.tr/index/Paris) ve en son olarak Atina (http://www.milliyet.com.tr/index/Atina)’da nasıl göründüğünü, hakkında neler dendiğinin bir özetini yapabilirim. Ancak lütfen bu yazıyı okuduktan sonra “Başbakana yalakalık yaptın” gibisinden mesajlar yollamayın. Burada, gittiğim ülkelerin politikalarını yapan veya bu politikaları etkileyen üst düzey kişilerin neler dediklerini aktaracağım. Bu bir anket değil, bir izlenim yazısıdır.
Başbakan Erdoğan’ı bizler başka türlü görüyor ve değerlendiriyoruz, yabancılar ise bambaşka görüyorlar.
Dolaştığım Başkentlerde konuştuklarım için Erdoğan adeta Robin Hood gibi bir efsane kahramanıymış muamelesi yapılıyor.
En önemli niteleme, arkasından iten bir ailenin, bir gücün veya para desteğinin bulunmaması. Üstüne üstlük, Türkiye (http://www.milliyet.com.tr/index/Turkiye)’nin egemen güçleri tarafından cezalandırılmasına rağmen, mücadele ederek iktidar olması, insanlara çok cazip geliyor.
Genel kanı, Türkiye’yi son birkaç yıl içinde önemli derece değiştirdiği ve eski tabuları yıkıp, yeni bir düzen kurmayı başardığı şeklinde. Özellikle Asker ve Yargı konularında attığı adımlar ve çeşitli Açılımlar, batı dünyasında “ Türkiye’yi normalleştiriyor” şeklinde okunuyor.
En son gittiğim Atina’dan bir örnek vereyim.
Erdoğan’ın Türkiye’yi bölgenin en ilginç ve en güçlü ülkesi konumuna soktuğu anlatılıyor. Özellikle başarılı bir dış politika (http://www.milliyet.com.tr/index/dis%20politika) izlediği ve bölgede sözü dinlenen bir lider olduğu vurgulanıyor. Bunları söyleyenler de, ne dediklerini bilen insanlar. Biz beğenmesek ve eleştirsek, hatta korksak dahi, Batı bambaşka görüyor.
CHP'nin asıl açmazı - Fehmi Koru - YENİŞAFAK
Şu yakınlarda kritik bir seçimden çıkmış İngiltere'de birbirleriyle yarışan üç partinin lideri de 40'lı yaşlarında genç insanlardı; en yaşlıları Gordon Brown ayrılınca koltuğu için yarışanların hepsi çok daha genç yaşlardalar...
Yaşlı-başlı adamlar CHP'de liderlik kavgası açmış yürütüyorlar, ortaya çıkarabildikleri iki kişinin ikisi de 'eski yüz'; yeni bir liderle kitlesine umut vermek için kullanabileceği kurultay fırsatını, CHP, hem yaşlı, hem eski, hem de söyleyeceği yeni bir fikir olmayan birini başına getirerek heba edecek...
'Biat kültürü' diye küçümsedikleri gelenekten gelen kişilere baktığımızda tam tersi bir durum söz konusu: Necmettin Erbakan'dan sonra Recai Kutan el aldı, ama Saadet Partisi'nin şimdiki lideri Numan Kurtulmuş bileğinin gücüyle genel başkanlığa geldi. Fazilet Partisi döneminde el almamış biri (Abdullah Gül) genel başkanlığa adaylığını koydu ve delegelerin yarısına yakınının oyunu alabildi.
Tayyip Erdoğan bugün "Bir seçim sonra yokum" dediğinde arkasında partiyi ileriye götüreceğine inandığı yarım düzine genç arkadaşı olduğunu biliyor...
Siyaseti yakından izleyen halktan birine iki parti için ayrı ayrı "Kimler lider olabilir?" sorusunu sorun; Ak Parti için bir çırpıda ad verebilirken, CHP'de tık nefes kaldığını göreceksiniz.
İyi de, hani biri 'biat kültürü'nden geliyordu da diğeri demokrattı?
İçimizdeki CHP’liler - Yıldıray Oğur (http://www.taraf.com.tr/yildiray-ogur/) - TARAF
Cumhuriyet’in esas başarısı olan o gerçek şudur:
Bu ülkede okumuş yazmış, zengin olmuş herkes hâlâ CHP’nin potansiyel üyesi kabul edilmektedir.
Türkiye okumuşlarının, elitlerinin, gazetelerinin, köşe yazarlarının birinci partisi hâlâ CHP’dir.
Bugünkü gazeteleri, CHP’de ne olup bittiğini öğrenmek için değil, eşsiz bir cevher olarak okuyun derken bunu kastediyorum.
İçinizdeki CHP’liyi keşfedin bu cevherde.
“Baykal’ın karşısına çıkan aday Anıtkabir’e alınmasın” diyecek kadar zıvanadan çıkmış CHP İkitelli teşkilatı delegesi gibi yazan köşe yazarlarını;
Taraf’ın Fethullah Gülen’den işaret alıp Baykal’a yapılan komploya karşı durduğunu söyleyecek kadar parti içi hizipçiliğin öfkesine kapılmış ombudsmanları;
CHP’yi koruma aşkıyla, “AKP’lilerin de seks kasetleri var” diye şantajlara başvuracak kadar porno siyasetine kendisini kaptıranları;
Yandaş dedikleri gazetelerden isimlerin bile AKP’yi övmeden önce beş kez “ama ben AKP’li değilim” demek zorunda hissettiği ülkede, adını söyleme rahatlığında “Ben hep CHP’ye oy veririm, üç kuşak CHP’liyiz” diyen genel yayın yönetmenlerini okuyun ve Cumhuriyet’in bu başarısının hakkını verin.
Bu yazıyı okuyabildiğinize göre siz de potansiyel bir CHP’lisiniz.
Aslında NE OLDU? - Mehmet Tezkan - MİLLİYET
Gazetelerin mutfağında Kılıçdaroğlu krizi..
Yazı işleri kara kara düşünüyor.. Hele birinci sayfayı hazırlayanlar daha şimdiden ıkınıp sıkınmaya başladılar..
‘Kılıçdaroğlu’ kelimesi hiçbir yere oturmuyor..
Manşete koysalar valla yedi sütun kaplıyor.. Üç sütuna, beş sütuna koymanın imkânı yok.. Ya başlığın puntosunu küçülteceksiniz ya da Kılıçdaroğlu demeden Kılıçdaroğlu diyeceksiniz!..
Krizin nedeni bu..
Gandi Kemal lakabına gazetelerin balıklama dalmasının nedeni budur.. Başlığa geliyor, Manşete çekersen cuk diye oturuyor..
Ama her zaman da Gandi, Gandi denmez ki.. Burası Hindistan (http://www.milliyet.com.tr/index/Hindistan) mı?
Eee, ne yapacaklar?
Kara kara düşünmeleri ne yapacaklarını bilmemelerinden.. Kimi Kemal K mı desek diyor, Kimi, K. K diye rumuzu öneriyor.. Kemal Bey desek olmaz mı diye soran bile var..
* * *
Anlaşılan Kılıçdaroğlu sadece siyasi rakiplerini değil 12 harfli soyadıyla gazeteleri de zorlayacak..
‘Bu Davutoğlu da çok oluyor artık!’ – Eyüp CAN - HÜRRİYET
Washington’dan Paris’e birçok başkentten tıpkı Mavi’nin reklamındaki gibi “Bu Türkler de çok oluyor artık” kıvamında tepkiler geliyor.
Nereden mi biliyorum?
Türkiye, İran ve Brezilya arasında önceki gün imzalanan ortak deklarasyondan sonra New York Times’tan Jarusalem Post’a hangi gazeteyi okusanız bu yönde haber ve yorumlarla karşılaşıyorsunuz...
Diplomatik koridorlar ve Batı basınında tam bir şaşkınlık hâkim...
Çünkü hiç kimse Davutoğlu’nun 12 Eylül’den bu yana inat ve sabırla yürüttüğü diplomatik görüşmelerin bu şekilde sonuçlanacağını beklemiyordu.
İran’ın her zamanki gibi zaman kazanmak için Türkiye’yi oyaladığı, Türkiye’nin de romantik heveslerle bu işin peşine düştüğü zannediliyordu...
Ama öyle olmadı.
Bu yüzden kimi “Türklerin büyük diplomatik hamlesi” diyor, kimi bu deklarasyonla İran’ın zafer kazandığını, İsrail ve Amerika’nın ise hezimete uğradığını öne sürüyor.
Emin olun benzer bir sonucu İngiltere ya da Fransa alsa ayakta alkışlanırdı.
Ama söz konusu arabulucu Türkiye olunca “Bu Davutoğlu da çok oluyor artık!” şaşkınlığı yükseliyor İsrail’in pozisyonuna yakın Batı medyasında...
CHP, Kılıçdaroğlu ile değişim yaşayamaz - Ergun BABAHAN - STAR
Kurultay öncesi yaşanan sıcak gelişmeler, kaset komplosunun gerçek adresini ortaya çıkardı.
En azından kaseti kullanarak Deniz Baykal’ı tasfiye etmek isteyen medya-iş dünyası ve bürokrasi üçgeninin eline önemli bir silah verdi.
Geçen Pazartesi akşamı TRTHaber’de birlikte Çıkış Yolu programını yaptığımız Ekrem Dumanlı’ya ‘’Doğan medyasını izle, en çok kimi parlatırlarsa, genel başkan adayı odur’’ demiştim.
Doğal olarak Kemal Kılıçdaroğlu oldu.
Doğrudan patron talimatıyla yazanlar, günlerdir ‘’Gandi Kemal’’ güzellemesi yapıp duruyorlar.
Yani CHP yandaşı olmakla yetinmiyorlar, CHP içindeki bir yarışın da yandaşı oluyorlar.
CHP liderini Doğan okuru seçseydi, Baykal adaylık için bir imza bile bulamazdı açıkçası.
Kılıçdaroğlu ekonomiyi nasıl yönetir - Süleyman Yaşar (http://www.taraf.com.tr/suleyman-yasar/) - TARAF
Başbakan Tayyip Erdoğan kamu harcamalarının bileşimini fakirlerden yana değiştirerek sağlık reformunu yaptı. Eğitim harcamalarını Cumhuriyet tarihinde ilk defa savunma harcamalarının üzerine çıkardı. Anlayacağınız sol siyasetin araçlarını kullandı.
Hatta Tayyip Erdoğan, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinde, AB müzakere sürecini başlatarak önemli adımlar attı. Son anayasa değişikliği paketi, statükocu güçlerin engellemelerine rağmen Erdoğan sayesinde TBMM’den geçti.
Erdoğan’ın demokratikleşme çabalarına rağmen, CHP son yıllarda demokrasiye karşı tavırlarıyla Sosyalist Enternasyonal’den atılma noktasına geldi. Hatta Sosyalist Enternasyonal “bize daha yakın” diyerek Ak Parti’ye üyelik teklifi götürdü. İşte bu koşullarda Kılıçdaroğlu, CHP Başkanı olursa, sol siyasetin araçlarını Erdoğan’ın elinden almak zorunda. Devletin değil vatandaşın yanında olan ve halkın ekonomik sorunlarını çözen inandırıcı bir sosyal demokrat lider olmak istiyorsa, ilk adım olarak da anayasa değişikliğinin iptaline ilişkin başvuruyu hemen geri çekmek mecburiyetinde. Aksi takdirde ekonomide gelişmeyi sağlayacak demokratik adımları Erdoğan’dan daha hızlı atamayan bir Kılıçdaroğlu Türkiye için faydalı olamaz.
rizzelli
05-19-2010, 12:47
Rizzeli kardeşim her alıntınız birbirinden değerli. Başbakanımızı anlamakta zorlanan veya anlamamak ideolojileri için gerekli olduğundan farklı görüşlere hapis olanlar için şifa niteliğinde paragraf olmuş. Teşekkürler.:gül:
Rica ederim üstadım.Merkez medyanın sağduyulu,dünyayı takip eden,doğruları ve yanlışlarını kendi adil süzgeçinden geçirebilen,hiç kimseden çekinmeden gerçekleri dile getirebilen güçlü kalemlerden asıl resmi görebilmek sevindirici.
Birand'ın Akparti yalakalığı diye etiketlenmeyi yazısında belirtmesi,demokrasi adına üzücü olsa da,belirttiğiniz gibi ideolojilerine hapsolmuş aydınların demokrasinin içinde türlerini kaybedeceğine, yeni kuşak olarak hep beraber şahit olacağız.
0000000000
05-19-2010, 15:46
Alıntılar güzelmiş... Tşk..
rizzelli
05-20-2010, 08:29
Kılıçdaroğlu: Komplonun parçası mı, değil mi? - HÜSEYİN GÜLERCE (http://www.zaman.com.tr/ara.do?author=48C39C534559C4B04E2047C39C4C45524345 ) - ZAMAN
Ben tezimde ısrarlıyım. CHP'deki operasyon, bir statüko operasyonudur. Zira vesayet rejiminin sahipleri, tam anlamıyla köşeye sıkıştı. Cuntacılardan hesap sorulmaya başlanması, özellikle Danıştay saldırısının Ergenekon davasıyla birleştirilmesi, darbecilikten muvazzaf general ve amirallerin tutuklanmaya başlaması, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, savcı Doğan Öz, Çetin Emeç cinayetlerinin, PKK- Ergenekon bağlantılarının karanlıklardan kurtulmaya başlaması, vesayetin ağalarını bir çaresizlik cenderesine soktu. AK Parti'yi içten bölemiyorlar, kapatamıyorlar ve darbe yapılamıyor... Statükoya, bir yarma harekâtı gerekiyor.
Hedef, AK Parti iktidarına son vermek. CHP, MHP ve BDP, yeni oyuncular olarak görülüyor. Bu üçlüden, bir koalisyon çıkartmak hedefine kilitlenildi.
YSK'nın, referandum için 120 gün demesi, Türkiye'yi en uzun dört aya mahkûm etti. Bunu bir fırsat olarak görüyorlar. Stratejileri şöyle:
Önce CHP'nin başından Baykal gidiyor. Çünkü CHP'yi yüzde 20'lere sabitledi. Dünkü anketlerle devreye hemen girildi. "Kılıçdaroğlu ile CHP 14 puan sıçradı..." haberleri, bildik numaralar. "Gandi Kemal" parlatması ise, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz parlatmalarından ezberimizde... Bu medyanın daha ilk günkü tavrından işkillendiğimizi, geçen hafta yazdık. Baykal ile ilgili görüntüler ilk yayınlandığında, herkes ne oluyor derken, onlar gerçek mi, montaj mı demeden, "eşini milletvekili ile aldatan Baykal istifa etmeli" dediler. Yeni kurtarıcının "Gandi Kemal" olduğunu da yine ilk onlar ilan ettiler. Yani kendini 1. Kuvvet zanneden "medyamız" yine başrollerde.
Medyayla gelen medyayla gidiyor - Fehmi Koru – YENİ ŞAFAK
"Hayırlı olsun" demeyi çok istiyorum, ancak daha önceki örnekler, arkasını 'bir kısım medya'ya dayıyarak yükselmiş siyasilerin ve partilerin sonunun pek 'hayırlı' gelmediğini gösteriyor...
'Bir kısım medya'nın gücüyle genel başkanlığa taşınan Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller bugün köşelerine çekildiler, ama esas vahimi ikisinin de partisi siyasete veda etti; ANAP ile DYP şu yakınlarda DP çatısı altında buluşarak kendilerini 'ifna' kararı aldı. Ne ANAP var bugün, ne de DYP...
Topluma 'umut' diye sundukları başka isimleri de hatırlıyorsunuzdur: Mehmet Ali Bayar... İlhan Kesici... İsmail Cem...
Tuttukları tepeden aşağılara doğru yuvarlanırken medya kılını bile kıpırdatmıyor. Medyamız yenilenleri sevmiyor.
Oysa medya desteğiyle tepelere yükselenler için yenilgiyi kaçınılmaz kılan yine medya oluyor: Yüklü bir fatura çıkartıyor, sürekli taleplerle siyasileri bunaltıyor medya: Bilerek yapılan ve üzerine gidilse para ve hapis cezaları söz konusu olabilecek hataların üstünün kapatılması, imar planlarının değiştirilip rant kapılarının açılması, teşvik verilemeyecek fabrikalar için acayip kolaylıklar...
Birine kapıları araladığınızda diğerleri de peşine takılıyor ve iyi niyetlerle yola koyulan siyasilerin bile arsızlaşmasıyla ve halkla arasının açılmasıyla sonuçlanan bir süreç yaşanıyor...
İlk kez Ak Parti medyayla böyle bir 'ensest' ilişkiye "Hayır" dedi.
"Hayır" diyebildi, çünkü daha en başından takındığı duruşla medyayla 'al gülüm – ver gülüm' ilişkisine girmedi. Medya da ilk günden sevmedi Ak Parti'yi, hâlâ da sevmiyor...
CHP'nin hastalıkları genetik midir?-İSMET BERKAN – RADİKAL
Cumhuriyet Halk Partisi, dün başka biri de söylemiş, dünyanın en eski partilerinden biri. Ülkenin kurucu partisi. Ve şu an içinde bulunduğu durum acıklı: Yüzde 20 oy aldığı zaman başarılı sayılıyor.
Bu kadar eski, bu kadar köklü bir siyasi partinin ülkede yaşayan her beş kişiden dördüyle hiç ilişki kuramamış, onların oyunu alamıyor olması nasıl izah ediliyor?
Biz masa başı yorumcularının söylediği pek çok şey var; bunlar yanlış da değil. Yani CHP’nin devlet partisi olması, halktan kopuk olması, var olan CHP’lilerin ‘Rejim mi, geçim mi’ sorusuna tereddütsüz ‘rejim’ cevabını veriyor olmasındaki tuhaflık, neredeyse halka rağmen Cumhuriyet değerleri adı verilen ama ne olduğu tam anlaşılamayan bir şeyleri savunmak...
Belki art arda pek çok sebep sayılabilir, bunların bir kısmı spekülatif de olsa, bir gerçek saklanamaz biçimde ortada: CHP bir kitle partisi olmaktan uzaklaşmış, bir dar ideoloji partisi olmanın da kenarına kadar gelmiş durumda.
Deniz bitti! Kılıçdaroğlu kimin adamı? - MEHMET METİNER - STAR
O kaset görüntüleri servis edilmemiş olsaydı Baykal istifa eder miydi? Etmezdi.
Peki Baykal partisinin başında kalsaydı Kılıçdaroğlu aday olur muydu? Olmazdı. Sanırım buna cesaret edemezdi.
Baykal o görüntüler için “komplo” dedi. Örgütü de kendisine inandı. Baykal birden gözyaşları içinde “mağdur” konumuna oturtuldu.
Baykal’ın istifasını hararetle CHP yandaşı köşe yazarları istedi. Kılıçdaroğlu’nun ismi de gene onlar tarafından dillendirildi. Zaten nicedir Kılıçdaroğlu’nun ismini telaffuz eder dururlardı. Hepsinin ortak gerekçesi şuydu: “Baykal’lı CHP ile AK Parti’nin önünü kesmek mümkün değil! Bir tek Kılıçdaroğlu’yla CHP iktidar alternatifi olabilir.”
KOMPLOCULARI BİLMİYOR MU?
Hem “komplo” deyip hem “istifa” etmek hiç inandırıcı değildi.
Komplocuların amacı, Baykal’ı alaşağı etmek ve CHP’yi dizayn etmek idiyse Baykal’ın buna direnmesi gerekmez miydi?
Baykal’ın basın toplantısındaki bir cümle nedense dikkatten kaçırıldı: “İstifamla CHP’yi dizayn etmek isteyenlerin önünü açıyorum.”
Ne demek istemişti acaba Baykal?
CHP’yi tanzim etmek isteyen güç odakları kimlerdi?
Baykal tüm bu yaşananlardan sonra çıkıp konuşmalı.
Çünkü Baykal darbenin asıl kimlerden geldiğini çok iyi biliyor.
CHP, Ergenekon'un arka bahçesi mi? - MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE (http://www.zaman.com.tr/ara.do?author=4DC39C4D54415A2745522054C39C524BC396 4E45) - ZAMAN
Hafızalarımızı tazeleyelim. Onur Öymen'in başlattığı Dersim katliamı tartışmasında Kılıçdaroğlu ürkek bir itirazda bulunmuş, sonra da geri adım atmıştı. Ürkek itiraz kendisine aitti; ama geri adım atması birilerinin ikazı ile olmuştu. Kimin ikazı?
Bu tezgâh tutar mı? Devlet içindeki çeteler, CHP'nin yeni genel başkanı Kılıçdaroğlu'nu efsanedeki yol gösteren Börteçine isimli kurt yerine koyup Ergenekon vadisinden çıkışı bulabilirler mi? Hayır bulamazlar. Bu vadinin çıkışı yok. Sadece CHP'ye ve Türkiye'ye zaman kaybettirirler.
Görev Deniz Baykal'a düşüyor. Hem yıllarca başında olduğu partisine hem de Türkiye'ye karşı sorumluluğu, bu tezgâhı deşifre etmek. Olup bitenleri en iyi bilen kişi o. Kendisi üzerinden nasıl bir tezgâh çevrildiğini ve CHP'nin nasıl rehin alındığını bize anlatmalı. CHP, Ergenekon'un arka bahçesi olmaktan kurtulmalı.
Erdoğan’ın siyasi ömrü – NASUHİ GÜNGÖR- STAR
Hemen herkes yeni bir CHP’nin şekillendiği konusunda hemfikir. Mesele bunun hangi aktörler eliyle gerçekleşeceği ve sadece Türkiye değil, dünya siyasetinde nasıl bir karşılık bulacağı.
Bunları anlamak için hem zamana ihtiyaç var, hem de bazı uluslararası gelişmelerin olgunlaşmasına.
‘Gandi geliyor’ çığlıklarıyla olup biteni doğru okumak mümkün değil. Daha yolun başındaki bir genel başkan adayı için, malum medya grubunun bu kadar tuhaf bir destek gösterisine girmesi, herhalde yaşayabileceği en büyük talihsizlik olsa gerek.
***
CHP üzerinden siyasetin geleceği konuşulurken, bu tartışmaların parantezine sıkça ‘AK Parti’nin ne olacağı’ sorusu da sıkıştırılıyor. Aslında bu soru ‘Tayyip Erdoğan’ın geleceği’ne dair düşünce ve beklentileri ifade ediyor. Siyasi yelpazenin bu tarafında depremler yaşanırken, diğer yanında işlerin nasıl şekilleneceği elbette merak ediliyor.
Bu konuda merak sahibi olanların, özellikle dış politikaya bakmaları sanırım daha ufuk açıcı olacaktır. Davos’ta yaşanan ‘one minute’ krizinin ardından ‘Erdoğan’ın siyasi hayatının tamamlandığını’ iddia edenlerin sayısı pek de az değildi. Nitekim daha sonra yine Filistin ve Gazze üzerinden yaşanan gerginliklerde bu tez sıkça gündeme geldi.
Öncesini de hatırlayalım. Bana göre AK Parti’ye açılan kapatma davası, partiden çok Erdoğan’ı tasfiye etmeye yönelik bir hamleydi. Hala da aynı düşüncedeyim. Bugün fısıltı halinde Tayyip Erdoğan’a siyasi ömür biçmeye çalışanlarla, o dönemde siyasi yasak tezgahını kuranlar aynı güç merkezinin uzantısı.
Davutoğlu efsanesi gerçek mi, yoksa balon mu? - Mehmet Ali BİRAND (http://www.hurriyet.com.tr/index/mehmet_ali_birand)- MİLLİYET
Dışişleri Bakanlığında 1’inci yılını doldurması nedeniyle, medyanın zamanında bakanları paramparça eden ağır top kalemleri dahi övgü diziyorlar. Kimselere nasip olmayacak derece yıldız takılıyor.
Hele şu sıralarda, Tahran'da imzalanan takas anlaşmasıyla, Uluslar arası alanda, adı Erdoğa'dan sonra, en çok anılan Türk siyasetçi konumunda.
Bu övgüler şişirme mi, yoksa gerçekten doğru mu?
Son haftalarda hangi yabancı diplomat veya dışişleri bakanıyla karşılaştım ise, adını vermemek kaydıyla ve dedikodu yapar gibi, Davutoğlu’nu sordum.
İlginç yanıtlar aldım. Bakın, benim de katıldığım değerlendirmelerden bazıları:
- Türk dış politikasını ilk defa “hep biz haklıyız” çizgisinden çıkardı ve karşısındakilerin de haklı olduğunu söyler oldu. Türkiye’yi ilk adımı atan taraf konumuna soktu.
- Türkiye eskiden etrafıyla hiç ilgilenmezdi. Sadece Kıbrıs - Ermenistan ve Kürt sorunuyla yetinirdi. İlk defa başka ülkelerin sorunlarını da çözmeye katkı yapan bir politika izler oldu. Bunu da Davutoğlu başardı.
- Sözünde duran bir Bakan profili çizdi. Girdiği arabuluculuklarda, kendini ön plana çıkarmadı. Konuşması çok inandırıcı. Güler yüzlü ve fazla abartmadan samimi ve sıcak bir yaklaşımı var. İşbirliği yapılabilecek bir Bakan.
- Türkiye’nin batı merkezli dış politikasını değiştirdi ve bölgesel merkezli bir politika uygular oldu. Bölgeyi iyi anladı ve güven yarattı.
- Çok çalışkan bir insan. Ne zaman konuşmak istesek, hemen karşımızda bulabiliyoruz.
rizzelli
05-21-2010, 10:57
Yüce Divan yetmez, darağaçları kurun! – MEHMET METİNER -STAR
İstanbul’dan Kayseri’ye doğru gidiyorum.
Kırıkkale’de gözüme bazı afişler ilişiyor.
“Önce yüce sandık, sonra yüce divan!”
Merak edip bakıyorum.
Hüsamettin Cindoruk’un fotoğrafı ilişiyor gözüme. Altında da DP amblemi...
Bu ülkenin irili-ufaklı bütün partileri AK Parti’ye ve Başbakan Erdoğan’a karşı birleşmiş sanki.
Hepsi tek bir cephede sıralanmış.
Statükonun güya sivil siyasetçi kılığındaki sadık muhafızları Başbakan Erdoğan’a parmak sallayıp duruyorlar.
Bilmeyen de sanır ki Başbakan Erdoğan ne kabahat işlemiş!
***
Başbakan Erdoğan, demokratik olmayan bir statükoyu değiştirmeye çalışıyor.
Milletin hukukunu, milletin iradesi üzerinde bürokratik hegemonya kuran güç odaklarına karşı cesaretle korumaya çalışıyor.
“Yeter artık söz de karar da milletin!” diyor.
Milletin iradesini hiç hükmüne düşüren vesayetçi rejime demokrasi adına karşı çıkıyor.
Vesayetçi rejimin yüksek yargı ayağını demokrasinin ve hukukun zeminine çekmeye çalışıyor.
Ülkenin kangrene dönüşmüş meselelerini “eşit vatandaşlık” anlayışıyla çözmeye çalışarak bu ülkenin vatandaşlarını kendi devletine sadık hale getirmeye çalışıyor. Vatandaşların devlete ve ülkeye aidiyet duygularını pekiştirmeye çalışıyor.
Kısacası, dini, ırkı, mezhebi ve ideolojisi ne olursa olsun bu ülkenin tüm vatandaşlarını temel hak ve özgürlüklerde eşitleyen bir demokratik vatandaşlık anlayışını sözde değil özde yerleştirerek kalıcı bir toplumsal barışın zeminini oluşturuyor.
Cumhuriyet çikolatası kaplı çifte kavrulmuş ‘öteki’ - SİVİLAY ABLA - TARAF
Fabrika ayarlarına dönüş
Soru: Sevgili Sivilay Abla, son birkaç gündür bir grup gazete CHP bülteni gibi çıkıyor. Başkalarına yandaş basın diyenlerin kendileri ne oluyor peki? (Fuat Uğurlu)
Cevap: Sevgili Fuat, bizimiz adımız yandaştı. Artık onların adı da yandaş oldu. Gel bundan böyle onlara Kemal Yandaş diyelim.
Kemal Yandaş gazetelerin aslında fabrika ayarları CHP’dir. Bilgisayarımızı düşünelim. Zaman içinde bilgisayarlarımıza duvar resmi (wallpaper) yükleriz. Windows penceresinin gri rengini değiştiririz. İmlecin yerine miyavlayan kedi yükleyenlerimiz olur. Sonra bilgisayar ağırlaşır, yavaşlar. Fabrika ayarlarına geri dön dediğimizde bilgisayar bir rahatlar, yüzüne fer gelir.
Ben gazetelerimizin bu halini çok sağlıklı buluyorum. Hem inkâr inkâr da nereye kadar. Rock Hudson seksen yıl gey olduğunu sakladı da iyi mi etti. Bak Ricky Martin açıkladı rahatladı.
Küçük bir uyarı. CHP’ye Gandi gelmiş medyada bir bayram havasını Erdoğan bir bir not ediyordur. Mutluluktan ağzı kulaklarına varan sevgili meslektaşlarım, ağzınızı azıcık toplayın, sevincinizi bu kadar belli etmeyin. Eğer hesaplar tutmaz da Gandili CHP de iktidar olamazsa birbirinize bakacak yüzünüz kalsın.
Aşk ve laiklik
Soru: Sevgili Sivilay Abla, CHP Milletvekilleri Nur Serter ile Necla Arat bir elmanın iki yarısı gibi görünüyorlardı ama Nur Serter Baykal’dan yana tavır aldı, Necla Arat ise Kılıçdaroğlu’na destek verdi. Bu fark nasıl ortaya çıktı? (Bekir İpek)
Cevap: Sevgili Bekir, Nur Serter aşktan Arat ise laiklikten yana tavrını koymuş görünüyor. Alkışlar Nur Serter için.
Bu nasıl 'komplo' yahu? - Fehmi Koru – YENİ ŞAFAK
Türkiye'nin nüfusu genç insanlardan oluşuyor; üçte ikisi 30 yaş altında bir nüfus bu; Kılıçdaroğlu 62 yaşında... "Varoşlardan da oy alabilecek lider" deniliyor, ama son sekiz yılın ekonomik ve sosyal politikaları 'varoş' denilen kenar mahalleleri kentlerin içine kattı; televizyon dizilerinin tutulmasının sebebi de bu işte: Kenarda oturanlar kendilerini merkezin değerleri ve yaşam tarzıyla birleştiren hayatlar yaşıyorlar...
Deniz Baykal başına geleceği öngörmüş gibi son zamanlarda kendisini ve partisini 'yeni merkez' değerleriyle barıştıracak adımlar atmaya başlamıştı. Mevlana töreninde yaptığı konuşma ile 'Kutlu Doğam Haftası' vesilesiyle verdiği mesajlar o yönde birer arayıştı. Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir açılım için herhangi bir donanıma sahip olmadığı gibi, kodlarının da buna müsait olduğu söylenemez.
Bugünün dünyasında liderlik kimsenin kucağına düşmüyor, liderin liderliğini koparıp alması gerekiyor. Kılıçdaroğlu'nda öyle bir liderlik havası sezebiliyor musunuz? 'Dersim' gafını yapan parti yöneticisine haddini bildiremeyen bir Dersim'li o... Baykal "İstifa ediyorum" dedikten ve bütün gözler üzerine çevrildikten sonra tam dört kez "Ben aday değilim" cesaretsizliğini göstermedi mi? Önder Sav bir sebepten eski genel başkana kızıp alternatif arayışına girdiği için o bugün aday...
Lider adayı olarak ortaya çıktığından beri gazete ve televizyonlara verdiği demeçleri dikkatle izliyorsanız, bırakın dünyanın geldiği noktayı Türkiye'nin bugün eriştiği düzeyi bile tam kavrayamadığını fark etmişsinizdir. Belediye başkan adaylığı sırasında kullandığı birkaç argümanla başbakanlığa aday olunamayacağını biri ona söylemeli. Yapacağını vaad ettiği politikaların çoğunun bugün uygulandığını da...
Başbuğ yine yanlış yaptı- ESER KARAKAŞ - STAR
Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ikinci maddesinde Cumhuriyet’in dört temel niteliği ifadesini buluyor: demokrasi, hukuk devleti, laiklik, sosyal devlet.
Cumhuriyet’e yapılacak en büyük kötülük, en büyük ihanet bu dört ilke arasında bir önem hiyerarşisi yapmaktır; bu temel gerçeği herkes, başta da Genelkurmay Başkanı iyi anlamalıdır.
Sayın Başbuğ’un açıklamasına gelelim: Herkes 24. maddenin (laiklik) gereğine uyarsa ortada sorun kalmaz (imiş).
Bir Türkiye düşünelim, laiklik ilkesi Sayın Başbuğ’un istediği doğrultuda (benim de arzum aynı istikamettedir) işliyor ama demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri büyük ölçüde aksamaktadır; böyle bir Türkiye, içinde yaşamak istediğimiz bir Türkiye midir?
Sayın Başbuğ’un demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini unutarak 24. maddeyi (laiklik) öne çıkarması orijinal bir durum da değildir, daha önce “laik Cumhuriyet” yanlış sloganını çok duyduk, çok tartıştık.
Bizler, liberal demokratlar, ülkemiz için Sayın Başbuğ’un sınırlı ve 2010 Türkiye’sine yakışmayan menzilsiz hedeflerinden daha fazlasını istiyoruz, çok daha maksimalistiz.
Bizler demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerinden hiçbirinin diğerinden daha önemli görülmediği, hepsinin kurucu ideoloji ölçütleriyle değil evrensel ölçütlerle tavan yapacağı bir Türkiye istiyoruz.
Herkesin ve Sayın Başbuğ’un da vatandaşlık görevi Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan tüm ilkelere eşit düzeyde, aralarında sıralama yapmadan sahip çıkmaktır.
Hükümeti uyarıyorum, kendinizi sakının – MARKAR ESAYAN - TARAF
Komplo teorilerini sevmem. Yazılarımın hiç birinde de bu türden şişirmece teorilere yer vermem. Ancak açık olan bir şey var...
AKP’yi devirmeyi planlayanlar ne açık ne de postmodern darbelerle buna muvaffak olabildi. Bilakis, AKP bu tür müdahalelerden daha da güçlenerek çıktı. 2000 krizi sonrasında devraldıkları bitik ülke ekonomisini de çok iyi götürdüler. Dünya krizinin teğet geçtiği birkaç ülkeden birisi Türkiye oldu. Dış politikada Türkiye, mesela İran konusunda Amerika’yı bile sendeleten güçlü bir vizyon ortaya koydu.
Erdoğan ve başta Davutoğlu gibi klas kurmayları, ara sıra yol kazaları yapmakla birlikte sıkı bir siyaset ortaya koydular. Azınlık Genelgesi ve ekümeniklik gibi kırmızı çizgili sorunlarda kompleksiz ve özgüvenli “konuşmanın” bile ülkenin önünü nasıl açtığını gösterdiler.
Türkiye, önümüzdeki elli yılda dünya politikasına damga vuracak beş ülkeden birisi olarak görülüyor artık.
Yiğidi öldür, hakkını ver.
AKP’yi iktidardan indirmenin tek yolu, seçimlerle onu göndermek artık. Ama bu AKP ile CHP’nin sittin sene iktidar olması mümkün değil. Baykal, tam da bu iktidarsızlığın sembolü olmuştu.
Ama derin devlet iktidar istiyor. Emin olun bunu bel altına vurmadan yapmayacaktır.
Kurultay'a doğru CHP-HASAN CELAL GÜZEL-RADİKAL
Sözünü ettiğim yazımın sonunda, CHP’lilere değişim için ‘Kendilerine yeni bir lider’ bulmalarını tavsiye etmiştim. Baykal’ın, 33. Kurultay öncesinde böylesine hainâne bir komployla gidişine üzülüyorum. Ne yazık ki, politikada bu gibi kalleşlikler yapılabiliyor.
Lâkin, siyasetin gerçekleri bütün merhametsizliğiyle devam ediyor. Artık rakipsiz olarak CHP Genel Başkanlığına seçileceğine muhakkak nazarıyla bakılan Kemal Kılıçdaroğlu’na bazı naçizâne tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
1. ‘Tarihsel yanılgı’yı, Ecevit gibi siz de kabul etmeli, CHP’yi artık milletin inançları ve değerleriyle uğraşan bir siyasî parti hüviyetinden çıkarmalısınız. Önüne gelene ‘irticacı’ ve ‘lâiklik karşıtı’ damgası vurmayan, halkın inançlarını serbestçe yaşayabilmesi için katkıda bulanan bir CHP, elbette millete daha sempatik gelecektir.
2. Demokrasiyi, millet iradesini ve millî egemenliği gerçek anlamıyla benimsemeli ve içinize sindirmelisiniz. Milletin vermediği gücü, bürokrasiye, militarizme ve jüristokrasiye yaslanarak elde etmeye çalışmamalısınız. İktidarın ve muktedirliğin tek yolunun halk iradesi olduğunu unutmamalısınız.
3. Halka güvenmeli, CHP’nin geleneksel elitizminin kibrinden -mahallî seçimlerde yaptığınız gibi- kendinizi kurtararak halkın irfanına sığınmalısınız. Artık CHP’nin ‘halka çıkma’ zamanı gelmelidir.
4. ‘Yıkıcı’ değil ‘yapıcı’ olmalı, CHP’nin ‘müzmin muhalefet’ anlayışından ve ‘uzlaşmaz’ tutumundan vazgeçmelisiniz.
5. Batı’daki sosyal demokrat partiler gibi ‘yeni tezler’ ve ‘projeler’ ortaya koymalı, ‘reaksiyoner’ ve tutucu değil ‘aksiyoner’ ve değişimci olmalısınız.
CHP mirası ve Kılıçdaroğlu'nun iş listesi... -Ali Bayramoğlu – YENİ ŞAFAK
Sosyalist Enternasyonal'den uyarı aldığı zaman şöyle demişti Baykal:
"Türkiye'deki İslamcı iktidarla temastaki bazı solcu Avrupalı siyasetçiler, CHP'ye ve Türkiye'ye yanlış tavırlar içine girerlerse gerekeni yapacağız... Başımız dik, güvenli bir şekilde dimdik duruyoruz. Olanlar karşısında hiç eziklik içinde değiliz. Görev yapıyoruz. CHP ve Türkiye'yi kimsenin köşeye sıkıştırmasına, haksızlık yapmasına izin vermeyiz..."
Baykal, CHP ve benzerleri bu ifadelerle şunu söylemek istiyorlardı aslında:
Türk sosyal demokrasisi "kendi içine kapanmış bir anlayış"a sarılmıştır, Türk sosyal demokrasisi Türkiye için siyasi model olarak da "kendi içine kapanmayı" temsil etmektedir.
Nitekim Sosyalist Enternasyonel Kongresi CHP'ye uyarı cezası verilmesini, örgütün üyelerinin zorunluluklarını içeren etik yasasına dayandırmıştı.
5 maddelik "etik yasa"nın 4 maddesi ve bunlar karşısında CHP'nin durumu şöyleydi çünkü:
1- Üyeler Birey ve azınlık haklarına saygı duyar...
CHP saygı duymaz...
CHP'nin sadece 301. madde ve Kürt sorunundaki tavrı bile buna yeterli kanıttır...
2- Üyeler tarafsız bir adalet sistemi ve bağımsız bir hukuku savunur.
CHP savunmaz...
Sadece Anayasa Mahkemesi etrafındaki tavrı bile bağımsız bir yargıyı savunma konusunda sıkıntıları olduğunu göstermektedir...
3- Üyeler bütün ayrımcılıklara özellikle cins, ırk, etnik köken, cinsel yönelim, din, dil, siyasal ve filozofik inançlar temelinde yapılan ayrımcılıklara karşı mücadele eder.
CHP etmez...
Sadece başörtüsü tavrı bile bir kültürel kast sistemini savunan elistist bir parti buna kanıttır.
4- İktidarı ele geçirmek için askeri güç kullanımından sakınır.
Tersine CHP siyaseti asker üzerinden yapar...
İşte böyledir CHP'nin mirası...
Kılıçdaroğlu bu mirasın parçası değilse, bile müşkül bir işle karşı karşıya...
0000000000
06-02-2010, 12:42
Hikâye uzun, hızla özetleyelim: II. Abdülhamid, içlerinde Emanuel Karasu'nun da bulunduğu bir Osmanlı parlamento heyeti tarafından azledilir, beş yıl sonra Osmanlılar kendilerini bir cihan kapışmasının ortasında bulurlar ve dört sene sonra artık Osmanlı Devleti mevcut değildir. II. Cihan kapışmasından sonra Birleşmiş Milletler 1947'de Filistin'in Yahudi ve Araplar arasında paylaşılmasına hükmeder. Filistinliler kararı beğenmez, savaş başlar. Gariban Filistinliler yenilir 1948'de İsrail devleti resmen kurulur ve Türkiye kuruluştan 9 ay sonra İsrail'i resmen tanır. O tarihten sonra İsrail, komşularıyla iyi geçinmek ve işbirliği yerine düşmanlık ve genişleme yolunu tercih ederek bütün dünyanın kınadığı, nefret ettiği ve ayıpladığı bir haydut devlet mevkiine gelir.
Hiçbir mûcit, elâlemin kendisiyle dalga geçmesi, ardından kötü konuşması için o kadar emek vermez. Paraşüt ceketi icad eden Franz Reichelt iyi niyetini canıyla ödedi; Theodor Herzl'den başlayarak İsrail Devleti'nin icâdına ve zuhuruna emek veren insanların iyi niyetini ise kendileri değil dünya barışı ödüyor. Türkiye Cumhuriyeti İsrail'in varlık sebebini hiç sorgulamadı, aksine onayladı ama İsrail'in Siyonist, yayılmacı ve kendilerini arzın merkezinde zanneden haydut mizaçlı politikacıları, bir icat olarak İsrail'in varlık sebebini kendi elleriyle otopsi masasına yatırmak için küstahça davranıyorlar.
Bir icat olarak İsrail'e fikir ve emek verenler, dünyanın herhangi bir yerinde, daha müsait toprak, iklim şartlarında kendilerine teklif edilen yurtluk yerini kabul etmeyip "Arz-ı Mev'ud" arazisinde direttiler ama o topraklardaki varlık sebeplerini hâlâ meşrûlaştıramadılar; halbuki mümkündü, hâlâ mümkündür. İslâm âlemi, işgal ettiği topraklardan çekilerek 1948'deki kuruluş hudutlarına rıza gösteren barışçı bir İsrail yönetimiyle iyi komşuluk yapmaya hâlâ ve her şeye rağmen hazır. Lâkin bu şekliyle İsrail, bir siyasi proje olarak "Tarihin en kötü icadı".
İsrail, Filistin meselesini hakkaniyete uygun bir biçimde çözümlemediği için dış dünyanın tepki ve haklı müdahalesiyle karşılaşıyor.
Bu gerçeğe, eski yöntemlere başvurarak tepki gösteriyor.
Nasıl mı, başına dert olan ülkelerin başına dert açarak.
Türkiye’de son dönemde yaşanan şiddet olayları bu gözle okunmalıdır.
Bu noktada İsrail’e kızmalıyız ama iğneyi kendimize de batırmalıyız.
Türkiye kendi evini düzene koymadıkça, dışarıdan oynanmaya açık bir ülke olmayı sürdürecektir.
Aslolan, bu tip müdahalelere imkan vermeyecek hukuka, insan hakkına saygılı düzeni bir an önce kurmaktır.
Türkiye bu yolda çok vakit kaybetti.
Adı var, kendi yok açılımda bir adım atılmadı.
Çocuklar cezaevine konularak bölge rahatsız edildi.
Şiddeti kökten çözecek adımlar atılamadı.
Mahmur Kampı boşalacak dendi, üç tane keçi bile getirilemedi.
Bugün İsrail, yarın bir başkası...
Kendi topraklarınızda silahlı bir güç varsa, önünüze engel çıkarmak isteyen her ülke bu gücü kullanmak ister.
Türkiye, bölgede ve küresel çapta etkin bir oyuncu olmak istiyorsa, bu meseleyi halletmek zorundadır.
Başkalarına kızmadan, kendimize kızalım.
Gönülden
06-06-2010, 00:30
Darbecilik bütün ahlaksız eylem ve niyetleri içinde barındıran yüz kızartıcı bir suçtur. İçinde yetki gaspı var, hırsızlık var, emanete hıyanet var, yalancılık var cinayet var. Ne yazık ki bu yüz kızartıcı suç, Türkiye'de hâlâ ne darbeleri yapanların ne de onları destekleyenlerin yüzünü kızartmıyor. Baksanıza 27 Mayısı yapanlar utanıyorlar diyen CHP lideri Kılıçdaroğlu'na eski milli birlik üyesi birisi oradan "utanmıyoruz" diye seslenebiliyor. Darbe karşıtlığı etrafında bir konsensusun oluşamıyor olması gerçekten bir toplumun sağlıklı ve adil bir biçimde bir arada yaşaması açısından ciddi bir sorundur. Darbeciliği önlemenin yolu sadece darbe yapabilecek olanlar üzerinde bir baskı oluşturması değil, darbeden çıkar yol umanların da bunu akıllarından geçirdikleri için yüzlerinin kızarmalarının sağlanmasından geçiyor galiba.
Türkiye'de insanların bir kısmı darbeyi birbirlerine karşı koz olarak kullanabilme ihtimalini etik açıdan dışlayamıyorlar. Çünkü darbe ortamından kendine doğabilecek bir fırsat ihtimali birilerinin aklını çelmeye yetiyor.
27 Mayıs'ı veya tarihimizin diğer kara lekelerini bir hesaplaşma ve rövanş ve intikam havasına sokmak elbette ki gerekmiyor. Doğrusu o tarihte yapılanların vahameti hâlâ gün yüzüne tam da çıkmış değil. 50 yıl sonra 27 Mayıs'ın bu kadar çok gündemde olması, darbenin 50 yıl geride kalmış olmasının verdiği rahatlıktan değil, aksine hâlâ darbe niyetlilerinin aramızda bulunmasından kaynaklanıyor. Bugün Türk tarihinin en adil muhakemesiyle yargılananların yapmaya niyetli oldukları darbelerde yargılama nasıl oluyormuş, bu vesilelerle hem kendilerinin görmesi hem de herkesin görmesi gerekiyor.
Ayrıca ne de olsa bugün belki hep hayâ ile hatırlamamız gereken gerçek üstünlüğünden gurur duyduğumuz mevcut hukuk düzeninin bu ahlaksız darbeyle tesis olunduğu gerçeğidir. Bu gerçek adalete olan inancı hiçbir zaman rahat bırakmayacak bir gerçektir
rizzelli
06-06-2010, 13:45
Hakan Albayrak-Yeni Şafak
GAZZE MESELESİNE KÖKLÜ ÇÖZÜM
Hamas ve El-Fetih barıştırılıp bütün Filistin'i temsil eden bir hükümetin kurulması ve bu hükümetin derhal bağımsızlık ilan etmesi sağlanmalı.
Bağımsızlık beyannamesinde devletin sınırları meselesi kısmen muallakta bırakılabilir ama Gazze ve Akdeniz'deki kara sular mutlaka zikredilmeli.
Türkiye başta olmak üzere pek çok ülke bağımsız Filistin devletini derhal tanıyacak ve Filistin hükümetinin talebi üzerine Gazze'yle deniz köprüsü kurabilecektir.
Mavi Marmara'da katliam yapan alçaklar o zaman ne halt edecekler?
Hiçbir halt edemeyecekler!
NOT: Filistin'de birlik hükümeti kurulamazsa, Gazze'deki yönetim "Geçici olarak Türkiye mandasına giriyoruz" desin. Rest!
rizzelli
06-06-2010, 13:50
ADEM YAVUZ ARSLAN'DAN ANALİZ- BUGÜN
Bir fikir dünyayı değiştirebilirmiş
Bir fikrin dünyayı değiştireceğine inanmayanlardansanız henüz Türkçe Olimpiyatları'nı izlememişsinizdir.
Milyonlarca insanın ufkunun Edirne'nin sınırlarını aşamadığı bir dönemde "Oralara gidelim, okullar açalım" dendiği zaman yadırgayanlar şimdi "Ne kadar da haklıymışlar" diyorlar.
Eğer 'Abartıyorsun' diyenlerdenseniz önüne bir dünya haritası alıp bakın.
Grönland'dan Avustralya'ya kadar 120 ülkede okullar açacaksanız.
Üstelik bunun için sermaye ve personel bulacaksanız. O ülkelerde kabul göreceksiniz. Aileler İngiliz ya da Amerikan okulları yerine Türk Okulları'na çocuklarını gönderecek.
Alfabelerinde 'ü', 'ş' gibi harfler olmayan toplumlarda Türkçe öğreteceksiniz. Yetmeyecek fıkralarınızı, şiirlerinizi ezberleteceksiniz.
Kendimizi de aldatmayalım, Türkçe belki ileride çok geçerli bir dil olacak ama henüz değil. Yani bir Malezyalı'nın, Kenyalı'nın, İrlandalı'nın Türkçe öğrenmesi için çok makul nedenler yok.
Bu arada kendi ülkenizden 'etkili ve yetkili' çevreler 'onlar var ya onlar' diyecek, önünüzü kesmeye çalışacaklar. Ama her türlü engeli aşıp o ülkelerde bayrak göstereceksiniz.
Sonra 120 ülkeden çocukları Ankara'da toplayacaksınız. Kaç kişi henüz çocuk yaştaki çocuğunu öğretmenine teslim edip dünyanın öbür ucuna yollar? Demek ki o öğretmenler 'emin' olduklarını ispatlamışlar.
Üstelik bunlar ilk adımı attıktan sonra 20 yıl bile geçmeden oluyorsa.
Durup düşünülünce 'Aşk olsun' dememek işten değil.
O çocuklar 15 güne yakın zamandır Türkiye'deler. Muhtelif kategoriler de maharetlerini sergiliyorlar. Bu yarışmaların galibi yok. Çünkü birinci hepsi. Zaten amaçta birinci seçmek değil.
Ankara'nın bunaltan gündemlerine ara verip Metehan Demir'den Murat Yetkin'e, Erkan Tan'dan Mehmet Acet'e kadar neredeyse medyanın tüm Ankara temsilcileri, Ankara Arena'nın yolunu tuttuk.
Orada birkaç saat boyunca çok farklı yetenekleri ve gösterileri izledik.
TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin'den, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'ndan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'tan uzun uzun alkış alan konuşmalar dinledik.
Öyle başarılı performanslar izledik ki bir an için bu çocukların profesyonel olup olmadıklarını bile tartıştık. Şapka çıkartacak performanslar vardı.
Okullar, olimpiyatlar hakkında çok şey söylemek mümkün. Zaten günlerdir Türkiye'nin dört bir yanında 'Türkçe rüzgarı' esiyor.
En başa dönersek... Bir fikir dünyayı değiştirebilirmiş. Türk Okulları ve Türkçe Olimpiyatları tek başına bunun delili.
rizzelli
06-06-2010, 14:06
Kak Mesut, serok Barzani bı xer hati! - Mehmet Metiner -STAR
AK Parti Hükümeti sistemle tanıştıkça şunu gördük: Asıl mesele içerideydi ve içeridekiler dışarıyı kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ediyorlardı!
Bu yüzden “dış politika” anlayışının değişmesi için öncelikle iç politika anlayışının değişmesi gerekiyordu.
“Dört tarafımız düşmanlarla ve onların içerideki işbirlikçileriyle çevrili!” paranoyası üzerinden vesayet rejimini sürdüren güç odaklarının asıl derdi, içerideki iktidarlarını sürdürmekti.
Ortada hikmetinden sual olunmayacak bir devlet vardı. O devlet, asker-sivil bürokratlardan oluşuyordu. Bir de halk tarafından seçilmiş bir meclis ve hükümet vardı. Kendilerini devletin asıl sahibi olarak görenler bu yüzden “devlet ayrı, hükümet ayrı” diyorlardı. Kim hükümete gelirse gelsin, kendilerince belirlenen “devlet politikaları”nın değişmeyeceğini söylemeleri bu yüzdendi.
Bu demokratik olmayan devlet anlayışı ve vesayet rejimi malum sorunlardan besleniyordu. O yüzden sorunların çözümüne vakit geçirilmeden yönelmek gerekiyordu.
“Kürt sorunu”nu cesaretle çözmeye yönelmiş Türkiye’nin sadece “PKK sorunu”ndan kurtulmak için değil, bu ülke Kürtlerinin hür ve eşit vatandaşlık anlayışı temelinde sisteme entegre edilmesi için de Barzani yönetimiyle işbirliğine ihtiyacı vardı. Bir dönem Barzani-Talabani üzerinden geliştirilen düşmanlık siyasetinin aslında “Kürt düşmanlığı” anlamına geldiğine inanan Türkiye Kürtlerinin bu algısının devlete ve ülkeye aidiyet duygusunu zayıflatan bir faktöre dönüştüğü biliniyor. AK Parti Hükümetinin sadece Türkiye Kürtlerini değil Irak Kürtlerini de kendinden bilen bir Türkiye perspektifini esas alması, sorunun kalıcı ve hakiki çözümünün zeminini oluşturmuştur.
Barzani’nin demokratik açılım sürecini desteklediğini yüksek sesle dile getirmesi önemlidir. Barzani’nin “PKK sorunu”nun çözümüne dair önerilerinin önemle not edilmesinin Türkiye’nin yararına olacağına inanıyorum.
Ahmet Davutoğlu’nun Barzani’ye “Kak Mesut” diye hitabı, yeni dönemin ruhunu ortaya koyan anlamlı bir jesttir.
Mesut Barzani, sözüne güvenilir, samimi bir Türkiye dostudur. Bu dostluk, babası Molla Mustafa’nın kendisine vasiyetidir.
Barzani geleneğinde dosta ihanet yoktur.
“Kak Mesut”a, “Başkan Barzani”ye kendi diliyle ülkemize hoş geldiniz diyorum.
Kak Mesut, Serok Barzani bı xer hati welate me!
0000000000
06-07-2010, 11:52
Diyelim ki, BM Güvenlik Konseyi'nden İsrail hakkında bir kınama kararı çıkarılamadı ya da veto yetkisine sahip ülkeler 9 insanın hayatını kaybetmesine bile aldırış etmeden kararı veto etti; ne yapacaktı Türkiye? Savaşacak mıydı? Dışişlerimiz yoğun bir çaba sarf etti ve İsrail'in hapse attığı insanlar 36 saat içinde serbest bırakıldı. Ya bırakılmasaydı? Ya bu işkence aylarca devam ettirilseydi? Ne yapacaktı Türkiye? İsrail'e savaş mı ilan edecekti? Sokağın sesine kulak verirseniz, "Evet, savaşmak gerekiyor." gibi bir sonuca ulaşabilirsiniz. Fakat büyük devletler sokağın anlık hissiyatıyla yönetilmez. Savaşın ne getireceği, ne götüreceği, bunu kimin isteyeceği, nerelere kadar dayanacağını kim kestirebilir ki? Milliyet'te Taha Akyol, Zaman'ın yayınlarının farklı olduğunu, "öbür gazeteler şehitliği, şehitlerin cenaze törenlerini, İsrail katliamını, 'Gazâ'yı manşet" yaparlarken Zaman'ın manşetinin "Uluslararası soruşturmaya ilk delil Adli Tıp'tan" şeklinde atıldığını söylüyor. Doğru bir tespit. Uluslararası krizler yaşanırken popülizm yaparak manşetler döşemek, aklıselimi devre dışı bırakabileceği gibi tamiri imkânsız olan kazalara da neden olabilir...
Olaydan sonra, hükümet adına ilk açıklamayı Başbakan Vekili sıfatıyla Bülent Arınç yaptı. İsrail hükümeti hakkında ağır ve haklı eleştiriler yönelten Arınç, "Hiç kimse bizden savaş beklemesin." diyerek Türkiye'nin büyük devlet olduğunu ve bu yüzden öncelikle diplomatik yolları tercih ettiğini ispat etti. Başbakan Erdoğan da 'uluslararası hukuk yolları'na vurgu yaptı ki doğru bir yaklaşımdı bu. Çünkü Türkiye gibi yükselen bir değerin diplomatik yolları tüketmeden vereceği bir karar, başka güçlerin işine gelse bile bu ülkeye zarar verir. En ucuz atlatılacak bir savaş bile bugünkü istikrarı yerle bir eder, onlarca yıl tamir edilemeyecek hasara sebebiyet verir.
ULUSLARARASI MECRADA HAKLILIĞIMIZI KAYBETMEMEK ESASTIR
Tam bu noktada Fethullah Gülen'in uyarılarına dikkat etmek, bu ikazları soğukkanlılıkla dinlemek gerekiyor. Sağduyunun zamanı yoktur; o her zaman için bir ihtiyaçtır. Devletlerarası hukuka riayet ederek hak aramak, diplomatik yolları sonuna kadar zorlamak ve bütün bunlar yaşanırken ülke vizyonunu daha geniş açılar üzerine kurmak doğru bir stratejidir. Olaylar, fert olarak ruhumuzda büyük bir infiale yol açsa bile, devlet olarak akılla hareket etmek, uluslararası meşruiyeti kaybetmemek esas alınmalıdır. Bazıları buna, "Uzaktan bakınca öyle görünüyor." demiş olabilir. Bu bir ufuk meselesi, uzaktan değil, yukarıdan bakılınca (tepeden bakmak değil) görünen manzara önemli... Türkiye sadece 'bölgesinde güçlü bir aktör' olarak kalamaz; o aynı zamanda bölge ve dünya dengelerinin kuruluşunda senaristlerin arasına girmek zorundadır. Böyle bir misyon için tarihi de müsait, şuuraltı birikimleri de. Gelişmeler Türkiye'nin önemini ve etkisini artırdı. Ne var ki savaş gibi sonu asla tahmin edilemeyecek bir maceranın, gelinen noktayı da yerle bir etmesi kaçınılmaz. Tam da bu sebeple sağduyulu davranmak, bir fitnenin içine çekilmemek, başka mahfillerde hazırlanmış senaryolarda bilmeden de olsa aktörlük yapmamak gerekiyor. Daha zor olanı da koro halinde konuşulurken ezber bozacak bir yaklaşım ortaya koyarak herkesi sağduyuya davet etmek. Çünkü meseleyi sadece öfkeye dayayanların (bu öfkenin haklı sebepleri olsa bile) büyük fotoğrafı görmesi hiç de kolay gözükmüyor...
0000000000
06-07-2010, 13:12
Yassıada Mahkemesi'nin ünlü savcısı Egesel, 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'den aday adayı idi. Cellat başı Salim Başol, Samet Ağaoğlu'na "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" demekle kendi fonksiyonunu ifade etti. Darbelerin iç sebepleri genellikle bahanedir; gerçek sebebini dışarıda aramak gerekir. Ortadoğu her bakımdan dünyanın kalbidir; burada ağırlığı bulunmayan süper güç olamaz. Menderes'in emperyalistleri bölgeden atmak için her şeyi yaptığını Libya'nın eski başbakanlarından Mustafa Bin Alim'in "Libya Siyasi Tarihinin Kapalı Sayfaları" adındaki hatıratından öğreniyoruz. Menderes'in Fransızlara karşı bağımsızlık savaşı sürdüren Cezayirlilere Libya üzerinden silah gönderdiğini belirtiyor. NATO'nun silahlarını, bir NATO ülkesi olan Fransa'ya karşı kullanılmak üzere Cezayir'e göndermekle büyük risk aldığını belirten Alim şöyle diyor: "Türkiye'nin Adnan Menderes'ten daha zeki, daha geniş ufuklu ve siyasi olarak Menderes'in sahip olduğu maharet ve parlaklığa sahip bir devlet adamı daha yetiştirmediğini sanıyorum." Akşam karanlığı basınca, Antalya'dan kalkan takaların nereye hareket ettiğini soran Başol'a; "Devlet sırrıdır, söyleyemem" dedi ve idama gitti. Demokrat Parti'yi deviren cuntacıların, Menderes'in üzerinde sigara söndürten gardiyan başının emperyalizmin urganını vatan evladının boynuna geçirdiğini bilmeleri mümkün mü?
0000000000
06-07-2010, 15:50
tarihte Esat Adil'in "Türkiye Sosyalist Partisi", Şefik Hüsnü'nün "Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi" neredelermiş?
Yoklarmış, iki sene önce kapatılmışlarmış. Onları kim kapatmış? Ankara rejimi.
Ama İnönü aziz Türk miletine demokrasiyi hediye etmişmiş tabii...
Fakat halk cahil ve kandırılmış olduğundan bu demokrasinin kıymetini bilememiş, İnönü'yü iktidardan devirmiş. Karşıdevrim başlamış.
Değişik partiler olacak ama sen gene de CHP'ye oy vereceksin, başkasına verirsen o demokrasinin hiç anlamı kalmaz ki! Demokrasiyi sana niçin bahşettiler, farklı düşünesin diye mi?
Başka partiye oy verenlere "ampul kafalı, göbeğini kaşıyan ayı" denilemeyecekse, farklı düşünenlere "satılmış, hain, yandaş, yalaka" diye hakaret edilemeyecekse ne anlarım ben o demokrasiden?
Önümüzdeki yıl Önder Sav başbakan yardımcısı olursa, arkadaşın katı yürekli, soğuk, sevgisiz bulduğu, nefret ettiği o adam hükümete girerse, karşıdevrim bitecek, devrim yeniden başlayacak.
Arkadaş Deniz Baykal'la papaz olmuştu, sonra gözüne ne göründüyse göründü, barıştı, fakat Baykal devrilince ne yapacağını şaşırdı, sonra da "Kemal'i severim, iyi çocuktur" diyerek çıktı işin içinden.
Geliyor, geliyor, yüzde otuzla Ankara rejimi geliyor... Arkadaşı peşine takmış, Kemal geliyor...
Ankara rejimi ha? Kemal Atatürk'ün kurduğu rejim mi?
Yoksa İnönü'nün sürdürdüğü rejim mi?
Herhalde Menderes'in "bozduğu" rejim değil, olay 1948 yılında geçiyor.
Yok yok, en iyi rejim "bizim çocukların" 1961 yılında kurduğu rejim...
Eskiden bu tür kompozisyonları yazanlara "düşünce tutarlılığı yok, bir gün akım derken ertesi gün başka şey diyor" gerekçesiyle kırık not verirlerdi, şimdi ahbap çavuş ilişkileriyle gazetede yazı yazdırıyorlar.
Siz ne diyorsunuz, film bile çektiriyorlar yahu! "İnsani" açılardan falan...
0000000000
06-07-2010, 18:38
Ayrıca, siyasi iktidarın izlediği dış politikanın sürece katkısı yadsınamaz. Komşularıyla sıfır riske dayalı ilişki kurmaya çalışan Türkiye, Filistin meselesi çözüme kavuşmadan Ortadoğu sorunun çözülemeyeceğini ve dünya barışının tesis edilemeyeceğini öngörüyor.
O nedenle, hükümetin İsrail’e karşı izlediği, kimi zaman sertleşen politikasının kendi içinde tutarlılığı vardır, anlık tepkilere dayalı değildir.
Ancak, kanlı baskın, gerginleşen Türkiye-İsrail ilişkilerinde çıtayı çok yüksek bir noktaya taşıdı. Kamuoyunda öyle bir rüzgar esiyor ki, baltayı kapan İsrail’e doğru koşmak istiyor sanki. Savaş tamtamları çalıyor. Hükümet de maşallah, vurdukça vuruyor.
Bıraksan, soluğu birlikte Gazze’de alacaklar.
Burada sağduyuya ihtiyaç var. Fethullah Gülen’in bu aşamada Wall Street Journal’e yaptığı açıklama, bu ihtiyaçtan doğmuş olabilir. Hem kamuoyunun sakinleşmesi hem iktidarın frene basması bakımından yararlı olacağı düşünülebilir.
Osmanlıyı birinci dünya savaşına sokan İttihat ve Terakki’nin tuzağıydı. İttihat ve Terakki’den sadece 4 kişinin gelişinden haberdar olduğu iki Alman denizaltısının Türk karasularına girmesiyle Osmanlı kendini savaşın ortasında buldu.
Elbette, İsrail’e haddi bildirilmelidir. Yakın mesafeden kafalarına kurşun sıkılan masum insanların intikamı alınmalıdır. Daha önemlisi, gemilerin yola çıkmasına dayanak oluşturan Gazze ablukasının kaldırılması sağlanmalıdır.
rizzelli
06-08-2010, 15:12
İsrail AK Parti'yi devirebilir mi?-İHSAN DAĞI-ZAMAN
Sonuçta manzara şu: İsrail hükümeti, Yahudi lobisinin radikal kanadı ve Washington'daki 'neo-con'lar Erdoğan hükümetini devirmek için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar. Baksanıza Dışişleri Bakanı Lieberman geniş bir yelpazeye göz kırpıyor; "Türkler, Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden tesis etmek ve laik mirası tümüyle gömmek istiyorlar" demek suretiyle Türkiye'de, bölgede ve dünyada AK Parti'ye karşı müttefikler arıyor. Bölge ülkelerini neo-Osmanlılıkla, bazı yerli unsurları da laiklikle tahrik etmeye çabalıyor.
Bu çabalar yeni değil. Bir süredir hükümeti içte ve dışta zayıflatmak, sonunda da tasfiye etmek amacıyla Türkiye demokrasisini feda etmeye hazır girişimlerin yürütüldüğü biliniyor. İsrail 'AK Parti'yi bitirme operasyonu'nda yerli taşeron bulmakta bir sıkıntı çekmiyor. Bir süredir bir medya grubu, bir sermaye çevresi ve onun örgütü özellikle Washington'da İsrail lobisi ve 'neo-con'larla derin bir işbirliği içindeler. 'AK Parti'den kurtulalım, Ergenekoncuları kurtaralım, bu arada biz de kurtulalım' formülü bazı çevreler için cezbedici.
Ama nereye kadar? Türkiye siyaseti ve halkı böylesi dışsal projelerle 'tanzim' edilemeyecek kadar karmaşık ve özerk. Ayrıca bu projenin yerli taşeronlarına da bir uyarı; İsrail lobisiyle çalışmak 'ölüm öpücüğü'dür, tavsiye edilmez!
rizzelli
06-08-2010, 15:43
Bize ne söylüyorsun arkadaş?-Ahmet KEKEÇ-STAR
Peki, Etro Kemal “özgürlükler” konusunda ne söylüyor?
Selefi Baykal, “Zinhar 301. maddeye dokundurtmam” buyuruyordu.
İfade özgürlüğünün önünde önemli bir engel olarak duran 301 ve sair maddeler konusunda kendisi ne tür bir “yasal ve anayasal iyileştirme” öngörüyor? “Dokundurtmam” mı diyor?
Kürt meselesini nasıl çözecek? Alevi açılımını nasıl, hangi ilave katkılarla devam ettirecek?
Kendisi Kürt ve Alevi olduğu halde, bu hususiyetlerini gizliyor... Kökeni hatırlatıldığında, “Horasan’dan geldim, Konya’ya yerleştim, oradan Dersim’e gittim, Türkmenim, Alevi olmayabilirim” diyerek, araya birtakım yabancılaştırma efektleri sokuyor.
Biz de saygı duyuyoruz...
İyi de, bu ülkede Horasan’dan gelmeyen Aleviler, yolu hiç Konya’dan geçmemiş Kürtler var ve “kimlikleriyle” var olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit” ve “saygın” vatandaşları olmak istiyorlar?
Bu durum ne olacak?
Başörtüsü konusuna girmiyorum bile.
Etro Kemal’in başörtüsü meselesine bakışı, benzetmek gibi olmasın da, Nur Serter ve Canan Arıtman’dan farklı değil... Hâlâ “dini siyasete alet etmeseler... Din istismarı yapmasalar...” ezberinden gidiyor ve yeni hiçbir şey söylemiyor.
Hem iddialı olacaksın, hem çok konuşacaksın, hem de yeni hiçbir şey söylemeyeceksin.
Etro gömlek çizgisindeki ısrarın güzel.
Ecevit çağrışımlı altıgen kasketin...
Empatin...
Recep Bey söylemin...
Her an dalaşmaya hazır ama fikirler temelinde dalaşmayı zül addeden ve insanda “efendi adam” duygusu uyandıran sahte tevazuun...
Hepsi güzel de, nihai olarak bize ne söylüyorsun?
Bilelim artık!
rizzelli
06-08-2010, 15:47
Fotoğrafları tartışalım-Nazlı ILICAK-SABAH
Pazar günkü Hürriyet'te, ağlayan bir İsrail askerinin fotoğrafını görünce şaşırdım. Gazete, "Dünya görmesin diye İsrail'in sildiği fotoğraflar" başlığını atmıştı ama, aksine, gemiye ayak bastığında askerlerinin saldırıya uğradığını iddia eden İsrail açısından bu fotoğraflar delil mahiyetindeydi. Hemen, arka sayfalara, kurtarılan farklı kareler var mı diye baktım. Yoktu! Çok sayıda gazeteci, fotoğraf çekmişti. Nasıl oluyor da, yaralı bir İsrail askerine, korkup, ağlayan bir başka İsrail askerine ve kapı önünde, ellerinde demir çubukla bekleyen iki barış gönüllüsüne ilişkin fotoğraflar sadece kurtarılabiliyordu?
Hürriyet gazetesine göre, "İsrail'in sildiği veya kullanılmaz hale getirdiği hafıza kartlarından birinde, program yardımıyla data geri dönüşümü yapılınca" bu çarpıcı görüntüler gün yüzüne çıkmıştı. Hafıza kartını, bir İHH gönüllüsü Hürriyet'e ulaştırmıştı.
Hürriyet, haberin sonunda şöyle diyordu: "Helikopter ile gemiye indikten sonra, eylemcilerin demir ve sopayla saldırdıkları ve ele geçirdikleri askerlerin, öldürüleceklerini düşündükleri için yaşadıkları korku yüzlerine yansıyor."
Hürriyet'teki bu cümle dahi, fotoğrafların mahiyetini ortaya koymaya yeter. "Eylemciler", ellerinde sopayla İsrailli askerleri korkutmuşlar, dolayısıyla İsrail açısından bir "meşru müdafaa" hali söz konusu.
Gazetenin art niyetle hareket ettiğini düşünmüyorum. Haber, her şartta haberdir. Ama, gene de zihinlerde çok sayıda soru işareti uyanıyor.
0000000000
06-10-2010, 21:28
GÜLEN HOCAEFENDİ’YE HÜCUM!..
“Gazze”ye yardım organizasyonuna dair bir beyandan dolayı Gülen Hocaefendi ile diğer Müslümanlar arasında fitne çıkartmak; çıkmış fitneleri de büyütmek isteyen güçlerin oyununa gelmeyelim!..
Ben Gülen Hocaefendi’nin (değerlendirmelerinin bir bölümüne katılmasam da) samimiyetinden asla şüphe etmiyorum...
Ona tepki gösteren kardeşlerimin de önemli bir bölümünün samimiyetlerine şahitlik ederim...
Birileri yekvücut hareket ederken, kardeşlerimizin birbirine düşmesi akıllı işi olmaz.
Demem o ki;
Uzatmayııııın!..
Bir de şu:
Gülen Hocaefendi hareketi, “bu camianın” köylülükten şehirliliğe ulaşmayı ve kaliteli işler yapmayı başarmış yegane organize akımıdır...
Seyfi Oktay zihniyetiyle başa çıksa çıksa, bu kardeşlerimiz çıkar!..
Unutmayın!..
Son olarak:
Adamlar Seyfi Oktay’a sahip çıkıyor; ben Hocaefendi’me hücum mu edeyim...
DUAM!..
Vakit
0000000000
06-11-2010, 12:07
Türkiye ilkeli davranmaya, politikada hakkaniyeti gözetmeye devam etmeli elbette. Ne var ki bu çizgi, kullanılan siyasi dile dikkat etmekle, akıllı ve serinkanlı davranmakla çelişmiyor. İzlenen temel politika, her noktada uluslararası hukuku harekete geçirmeye çalışmak, diğer ülkelerle hukuk temelinde birleşmek, yürütülen kara propagandayla doğru araçlar kullanarak mücadele etmek, Türkiye'nin üzerine giydirilmeye çalışılan imajı ustaca manevralarla geçersiz hale getirmek, dış politikada eksen kayması suçlamalarını çürütecek adımlar atmak gibi bir dizi destekleyici politikayla birlikte götürülmeli.
Bu bağlamda, kullanılan siyasi dil deyince akla ilk gelen örnek "Hamas terör örgütüdür, değildir" tartışması oluyor.
Açıkçası ben Başbakan'ın Hamas'ın karakteri konusunda yaptığı açıklamada daha titiz olmasını beklerdim. Ülkesi işgal altında olanların direnme hakkından söz ederek Hamas'a terör örgütü denemeyeceğini savunan başbakan, Hamas'ın şiddeti siyasi bir mücadele aracı olarak kullanmasının sadece İsrail'e karşı olmadığını, Hamas'ın El Fetih'li Filistinliler'e karşı da terör uyguladığını hesaba katmamış görünüyor.
Aynı şekilde, İstanbul ve Kudüs'ün kaderlerinin birbirine bağlı olduğu ifadesi de herhangi bir gerçekliğe tekabül etmediği gibi, bırakın dünyayı Türkiye'de bile büyük bir antipati yaratıyor.
Bu arada, izlenen dış politikayı eleştiren herkese karşı sık sık kullanılan şu "İsrail ağzıyla konuşmak" suçlamasını da derhal bir yana bırakmak lazım.
Yıllardır yerine göre, "AK Parti ağzıyla", "IMF ağzıyla", "Fethullahçılar'ın ağzıyla", "Avrupa Birliği ağzıyla", "Soros ağzıyla", "bölücülerin ağzıyla" konuşmakla suçlanıp duran biri olarak diyorum ki, herhangi bir eleştiriye karşı mücadelede bundan daha berbat, daha etkisiz, daha itici ve üstelik de söyleyenin aczini ortaya koyan bir söylem olamaz.
Fikirleri yaftalayarak çürütmeye çalışmayı bir yana bırakın. Siz söylenene bakın. Çürütecekseniz, eleştirinin kendisini çürütün.
0000000000
06-11-2010, 12:15
Ben de diyorum ki...
DP’yi alaşağı edenlerle kol kola girmek sende...
Menderes’in kemiklerini sızlatmak sende...
Darbe soruşturmalarını sulandırmak ve “sivil diktaya gidiyoruz” diyerek ortalığı bulandırmak sende...
Silivri’ye selam göndermek sende...
Hasım bilinen CHP’yle aynı türküyü çığırmak sende...
Her türlü “demokratikleşme”ye karşı militer tepkiler vermek sende...
Madem yok birbirinizden farkınız... Sen neden Etro Kemal’in yanında değilsin?
rizzelli
06-11-2010, 15:25
İHSAN DAĞI-ZAMAN
Artık günümüzde tek yönlü bağımlılıktan değil, karşılıklı-bağımlılıklardan söz ediyoruz. Kimse tek başına belirleyici değil. Kimse kendisine, kendi çıkarlarına zarar vermeden başkasına zarar veremez halde. Türkiye-ABD ilişkileri de farklı değil. Ama hâlâ bazıları 'soğuk savaş' yıllarında yaşıyor adeta. Türkiye'yi ABD'nin üç kuruşluk yardımına veya askerî hurdasına muhtaç sanıyorlar. Yok, 'ABD bizi cezalandırır, olmadı İsrail bunun hesabını keser'! Maliyetine katlanabilecekler atsın ilk taşı...
Türkiye'ye 'ceza'nın ne üzerinden kesilmesinin beklendiğine özellikle dikkat ediniz: PKK ve Ermeni sorunu. 'Ya PKK'ya karşı verdiği desteği keser, Ermeni soykırım iddialarını Kongre'den geçirirse'! Türkiye'yi 'cezalandırmak' isteyeceklerin bu iki konuyu 'kaşıyacakları' iddiası bu sorunları neden 'bizim' ve 'hemen' çözmemiz gerektiğini de açıklıyor.
KERİM BALCI-ZAMAN
Bizim dış politika anlayışımızda sınırlar vatan denilen toprağın sınırını çizerler ama vatandaşın hayallerini sınırlayamazlar. Bu, coğrafi sınırlar için böyle olduğu gibi tarihî ve hayali sınırlar için de böyledir. Neo-Osmanlıcılık acınacak bir dûn-himmetlik halidir. O sınırları Osmanlı'nın kendisi bile kabullenmemişti; yüz yıl sonra bazı torunlarının o sınırları idealleştirmesi ne acı! Avrasyacılık, Kafkasyacılık, Afro-Avrasyacılık hayallere konulan sınırlara takılmış adlar. Bu sınırlı -her iki anlamda- kavramlarla düşünen kafalar Latin Amerika'yı keşfedemezlerdi. Ya hayali sınırlar? Benim gücüm buna yeter demek, ben bu kadarım demektir. Allah'ın gücü her şeye yeter, ben de O'na kul olmakla her işe talibim demekse gerçek özgürlüğün, kâinata meydan okuyabilmenin unvanıdır.
Zamanla öğrenebilir mi –MEHMET BARLAS-SABAH
Aslında her yanlışlık ABD Başkanı Obama'nın renginden kaynaklanmaktadır.
Bir Amerikan Başkanı beyaz derili de olsa siyah da olsa, Amerika Amerika'dır.
Lula ve onun gibiler bunu bir türlü anlamak istememektedirler.
Onlar için denize petrol kaçıran platformların yarattığı tehdit, Gazze'deki insanların toplama kampı hayatı yaşamasından çok önemlidir.
Ayrıca Ortadoğu'da İsrail'in sahip olduğu nükleer silahlar, İran'ın bu tür silahlara sahip olmayı istemesi kadar tehlikeli değildir.
Lula zamanla bunları öğrenecektir.
O da bir gün hem laikçi, hem solcu, hem cumhuriyetçi olacak ve "Ama İsrail de haklıydı" diye başlayan konuşmalar yapacaktır.
Hatta bir gün İran'da birlikte takas anlaşmasını yaptığı Türkiye Başbakanı Erdoğan'a "Recep Bey" diye hitap ederek ne kadar sosyal demokrat olduğunu da kanıtlayacaktır.
Ama şu andaki görüntüsü pek ümit verici değildir
MAHMUT ÖVÜR-SABAH
CHP Genel Başkanlığı'na Kemal Kılıçdaroğlu'nun gelmesiyle esen rüzgar, klasik CHP siyasetinde bir değişime yol açıp açmayacağı merak ediliyor.
Kurultay konuşması bunun işaretini vermedi ama yine de CHP'lilerde müthiş bir rahatlama ve güven seziliyor. Çok değil iki hafta önce Türkiye'nin temel sorunları etrafında dolaşan CHP'liler bugünlerde o sorunlara "Bir tek biz çözeriz"havasında yaklaşıyor. Kürt sorunu mu? Cevap hazır; "Biz çözeriz… Bu konuda rapor yazmış ve bedel ödemiş bir siyasi partiyiz."
Türban meselesi mi?
"Hiç merak etmeyin, onu da biz çözeriz.
Tartışmanın manası yok. Sessizce hallederiz.
Yeter ki biz iktidara gelelim. Üniversitelerde türban sorunu olmayacak."Tabii aynı cümle içinde "Yanımızda anti faşist mücadeleye katılan kardeşimizin etnik kimliğine hiç bakmadık" veya "Yahu eskiden bu kadar türbanlı yoktu bunlar nereden çıktı?" denilse de bu yaklaşımlar CHP açısından iyi gelişmeler. Şimdi merak edilen "Açılıma lanet" okuyan bir genel başkanlı yönetiminin, bu sorunlara gerçek çözüm üretip üretmeyecekleri.
Merakla bekliyoruz.
SÜLEYMAN YAŞAR-SABAH
AK Parti hükümetleri, kamu harcamalarının bileşimini fakirlerin lehine değiştirdi.
Eğitim ve sağlık harcamaları reel olarak arttırıldı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa 2004 yılında eğitim harcamaları savunma harcamalarının üzerine çıktı. Ailelere çocuk başına eğitim yardımı veriliyor.
Özel sektöre yeni eğitim teşvikleri getirildi. Özel üniversite sayısı hızla çoğaltılıyor.
Ayrıca yeni "ulusal istihdam stratejisiyle" iş garantili meslek eğitimi verilecek. Temiz enerjiye yatırımlar artırıldı. Ulaştırma altyapısı duble yollarla, liman, havaalanları ve enerji altyapısı özelleştirilerek, özel finansmanla, yenileniyor. Anlayacağınız Jeffrey Sachs'ın Keynes'e vedanın ardından önerdiği "yeni devlet", dünyada ilk defa Türkiye'de kuruluyor.
0000000000
06-11-2010, 19:58
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl "mahalle baskısı", "sivil darbe" gibi saçmalıkları uydurdularsa...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl "Malezya'ya benziyoruz" hezeyanını tartıştılarsa...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl parti kapatılmasına destek verdilerse...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl Ergenekon Davasını sulandırmak ve de bulandırmak için uğraşıyorlarsa...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl Yüksek Yargı'nın yüzde 100 taraflı kararlarını göz ardı ediyorlarsa...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl Demokratik Açılımın sekteye uğraması için her türlü kışkırtmayı yaptılarsa...
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Nasıl yeni anayasa paketinin geçmemesi için çaba sarf ettilerse...
Benzeri bir şekilde... İsrail'i haklı çıkarmaya çabalıyorlar.
***
İsrail'in deniz haydutluğuna, aynı "Deniz Baykal'ı gönderen gizli kaset" muamelesi yapıyorlar.
Kaseti nasıl unutuverdilerse...
Filoya yapılan saldırıyı da unuttular.
Çünkü işlerine bu geliyor. İsrail'in haydutluğunu hatırlatarak İsrailcilik yapılamaz ki!
İsrailcilik dedim de... Hakikaten bizim İsrailci medyacılar, "vicdanlı, demokrat, sol liberal" İsrailli gazetecilerin çok daha gerisinde.
Bizimkiler düpedüz İsrailli şahinleri destekliyor.
rizzelli
06-12-2010, 08:57
FOREİGN POLİCY
New York Times’da ABD-Türkiye ilişkilerine dair epey ilginç bir yazı dikkatimi çekti. Yazı, Dış İlişkiler Konseyi üyesi Steven Cook’tan, ABD’nin hırslı bölgesel güçlerle iştigal etme çabalarına zarar veren zihniyeti açığa vuran bir alıntı yapıyor: “Türkiye Washington’da giderek ‘bölgede başkalarını atlatıp büyük güçlerin isteklerine aykırı işler yapan’ bir ülke gibi görülüyor.” Cook’a göre sorulan soru şu: “Türkleri kendi çizgisinde nasıl tutabiliriz?”
Bir realist olarak, güç kullanımına karşı sağlıklı bir saygı duyarım. Fakat ABD’nin başlıca hedefinin ‘Türkleri kendi çizgisinde tutmak’ olması gerektiği fikri bana fazla tepeden bakmacı geliyor, özellikle de bağımsızlığından duyduğu gurura çok önem veren bir hükümetle iştigal ediyorsanız. Biz ne zaman trafik polisi oluverdik ve Türkiye’nin ‘doğru çizgisini’ tanımlamak niye bizim işimiz olsun? Bence bu Türkiye hükümetine ve halkına kalmış bir mesele. ABD yönetiminin işiyse kendi çıkar ve tercihlerini belirlemek, Ankara’yı bunları (ya da çoğunu) desteklemeye ikna etmeye çalışmak ve aykırı düşülen durumlarda sonuçlarla başa çıkmaya hazır olmak. Türklerin bazı meselelerde haklı olabileceği ihtimaline de açık olmalıyız.
THE ECONOMİST
Türkiye’nin gözünde İsrail, Gazze’ye yardım ulaştırmaya çalışan sivil filonun öncü gemisi Mavi Marmara’ya baskın düzenlediğinde, Erdoğan’ı haklı çıkardı. İsrail nefsi müdafaada bulunduğunu iddia ediyor. Filoyu organize eden İHH adlı Türk yardım kuruluşunun üyelerini de küresel cihatçılara paravanlık yapmakla suçluyor. Türkiye bunu reddediyor ve İsrail’den açık bir özürle BM öncülüğünde soruşturma talep ediyor. İsrail bunu kabul etmedikçe, Türklerin diplomatik ilişkileri kesme ihtimali söz konusu.
Erenler biz de 'can'ız yahu, huuu!..-A. TURAN ALKAN-ZAMAN
Bu dostlarımız yıllardır HSYK'ya Adalet bakanı ve müsteşarının katılmasını eleştirir, yerden yere vururlardı. Belki akıllarından tam olarak geçen "Adalet hizmetleri Adalet Bakanlığı'na bağlı olmasın, özerk olsun; hükümet bize istediğimiz parayı versin, güzel adliye binaları yapsın ama işimize karışmasın" şeklinde bir hoşluktur. "Çomak benim elimde dursun; davulu senin boynuna asalım"ın kibarcası. E, onca yıldır HSYK'ya hükümet kanadından bakan ve müsteşar katıldı da ne oldu; yargıyı ele mi geçirdiler; HSYK'ya, Yüksek Seçim Kurulu'na, Anayasa Mahkemesi'ne, Yargıtay ve Danıştay'a kendi adamlarını mı yerleştirmişler? Yoo. Gelip geçen onca hükümete rağmen Bağımsız yargı cemaati dimdik işbaşında. Yüksek yargı kuruluşları arasında koordinasyon, danışma ve tavsiye görevi yapan "Guru"ları bile var. Nitekim koordinatör Dede, kendini şöyle savunmak ihtiyacı hissettiğine göre, burada boşu boşuna dedikodu yapmıyoruz demektir: "Bir kısım medya tarafından hakkımda bir linç uygulaması gerçekleştiriliyor ... Bu çevreler geçmişte de mezhebimden rahatsız olduklarını açıkça belirtiyorlardı. Bir Alevi'nin Adalet Bakanlığı'na atanmasını şaşkınlıkla karşılamışlar ve asla hazmedememişlerdi. Hele hele Alevi inançlı bir gencin hakkıyla hâkim veya savcı olmasını dünyanın sonu gelmiş gibi değerlendiriyorlardı... Şahsımla ilgili iddiaları kullanarak HSYK sistemini karalamak, bu sistem hakkında şaibe yaratmak suretiyle anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesine hizmet etmektedirler."
N'ayır üstad, çoğumuz sizin bir Alevi, hatta Dede olduğunuzdan bile haberdar değildik; vakta ki gözaltına alındınız, şöyle ilginç demeçler okuduk bazı Alevi sözcülerinden: "Dede Seyfi Oktay hukukçudur, 76 yaşındadır, neyin suç olup olmadığını, onu gözaltına alan Savcı Bey'den çok daha iyi bilir. Bu nedenle Pir Sultan gibi girdiği Adalet Sarayı'ndan, yine Pir Sultan gibi çıkacaktır. Buna hiç şüphemiz yoktur."
Dede, madem senin sözünü dinliyorlar, söyle şunlara: Bağımsız olsunlar eyvallah, tarafsız da olsunlar ki yetmişiki milleti bir görsünler; elâleme cemaat ayarı verip, kendileri cemaatçiliğin dikâlâsını yapmasınlar. Biz de "can"ız yahu, huu!..
Hayır diyebilen bir Türkiye-Resul Tosun-YENİ ŞAFAK
Manzaraya şöyle bir bakın. 120 ülkenin çocuklarına Türkçe Olimpiyatları için ev sahipliği yapan bir Türkiye.
İHH, Cansuyu, Yardımeli ve benzeri sivil toplum örgütleriyle ve de TİKA eliyle dünyanın dört bir köşesine insani yardım ulaştıran bir Türkiye
Afganistan, Kosova ve Lübnan'da askeri birlik bulunduran bir Türkiye.
İran'ın uranyum sorununa uluslar arası çözüm için rol üstlenen bir Türkiye.
BM Güvenlik Konseyine üye seçilmiş bir Türkiye.
Afrika, Asya ve Balkanlar zirvesi düzenleyen bir Türkiye.
Hemen her hafta uluslar arası toplantılara ev sahipliği yapan bir Türkiye
AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir Türkiye
Avrupa Parlamentosuna başkan seçilen bir Türkiye
İKÖ' ye genel sekreter seçilen bir Türkiye
ABD'ye Rusya'ya ve Çin'e rağmen 'Hayır' oyu kullanabilmiş bir Türkiye.
Hayır diyebilen bir Türkiye
Ortadoğu'da serbest ticaret ve serbest vize anlaşması imzalayan bir Türkiye.
GSMH'sı 200 milyar dolardan bir milyon dolara doğru tırmanan bir Türkiye.
Bunlar ve daha niceleri son 8 yılda gerçekleşen başarılar.
Türkiye artık bölgenin en önemli dünyanın da önemli aktörleri arasında yer alan büyük bir ülke.
Evet büyük Türkiye.
Büyüyen Türkiye.
Büyüyen, bölgede güçlenen ve artık söz sahibi olan Türkiye'den rahatsız olan İsrail.
Fotoğraf bu.
Türkiye bir taraftan takip edilen politikalar sayesinde böylesine büyüyor, öbür taraftan cuntaların, ufuksuz siyasetçilerin ve münevverlerin bu başarıları gerçekleştiren iktidar partisini durdurma gayreti kesintisiz devam ediyor.
İşin garip olan tarafı ABD ve İsrail uşağı olarak nitelenen iktidar partisini İsrail ve yandaşları da istemiyor.
Çünkü mevcut iktidarın İsrail'in menfaatlerini gözetmediğini söylüyorlar.
Manzara şu, dışarıda İsrail içerde muhalefet, iktidar partisine karşı amansız bir mücadele veriyorlar.
İslam dünyası ise AK Parti ile yatıp Erdoğan ile kalkıyor.
Yani bir tarafta AK Parti ve AK Parti'yle sevdalanmış bir İslam dünyası, karşı tarafta muhalefet ve İsrail var..
Vatandaş sizce hangi tarafı tercih edecektir?
rizzelli
06-13-2010, 13:12
Yakışıyor mu?- Rauf TAMER-POSTA
Soruyorlar:
- Nereye gidiyoruz?
Asya’ya mı, Afrika’ya mı, nereye?
Kendimize hiç mi güvenimiz kalmadı? İlle bir yerlere gitmeye mi mecburuz? Biz onun bunun peşine takılan bir avâre miyiz?
Biz kişiliksiz, zavallı insanlar topluluğu muyuz?
- Nereye gidiyoruz?
İran’a, Malezya’ya, Cezayir’e, Filistin’e, Arabistan’a...
Öyle mi?
***
Dünyada hiçbir ülke, nereye gidiyoruz diye kendine sormaz.
Çünkü hiçbir ülke, kolay kolay bir yere gitmez.
Bir de bize bakar mısınız?
Bazen Avrupa’nın bekleme odasına gidiyoruz.
Bazen Amerika’ya.
Bazen Kuzey’e, Güney’e...
Şimdi de Doğu’ya.
İşin tuhafı, nereye gitsen kabahat...
- Avrupa’nın güdümündesin.
- Amerika’nın emrindesin.
Peki, vazgeçtim, Rusya’ya göz kırpıyorum, İran’a pas veriyorum. O zaman da “eyvah, eksen değiştiriyorum.”
***
Bu kadar döneklik, hiçbir ülkeye yakışmaz. Ama biz bunu kendimize yakıştırıyoruz.
Dudakları titreyerek, ürkek ve korkak bir ses tonuyla Türkiye nereye gidiyor diye soran şu insanlara bakınız.
Ne biçim Atatürkçü bunlar?
Ne biçim Cumhuriyetçi?
Terörün yeni stratejisi-Mahir KAYNAK-STAR
Demokratik açılıma rağmen terör tırmanıyor. Açılımı yeterli görmeyenler ne istiyor? Artan terör olaylarıyla ne elde edilmek isteniyor? Tırmanan terör onları amaçlarına ulaştırır mı?
Bu soruları cevaplandırmadan önce geçmişteki PKK hala yaşıyor mu? Bu örgütün belli bir kadrosu ve destek kitlesi var mı? Amaçları bölünme ise bölge halkı onların bu hedefini destekliyor mu sorusuna cevap vermek gerekir.
Bana göre PKK artık bir markaya dönüştü ve çok farklı amaçlarla eylem yapanlar aynı adı kullanıyor. Eğer belli bir kadrosu ve hiyerarşik yapısı olsaydı bugüne kadar bu yapıya sızılabilirdi. Çeyrek asır geçmesine rağmen örgüt hala gizliliğini koruyor ve eylemler yapabiliyorsa bu gerçek bir istihbarat başarısızlığıdır.
Bu gibi örgütlerin kendileri için de talihsizlik sayılacak bir kaderi vardır. Bazı güç odakları, onları tasfiye etmek yerine, ele geçirirler ya da markaya dönüştürüp adlarını kendi eylemlerinin örtüsü olarak kullanırlar. Bugün gerçekleştirilen eylemler, Kürtler için faydalı olmak bir yana, onlara son derece kötü bir gelecek hazırlamaktadır. Irak’ta fiilen tecrit edilen Kürt bölgesinin umduğu refaha kavuşabilmesi için güvenliğe ihtiyacı vardır ve tek başlarına bunu sağlayamazlar. Bu nedenle Kuzey Irak yönetimi Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek ve güvenli bir ekonomik alan yaratmak isterken birileri halkımızı Kürtlere düşman etmek için eylemler yapıyor. Burada bir soru akla geliyor: Özal döneminde, sandviç operasyonu olarak adlandırılan, Güneyden Irak’ın Kuzeyden Türkiye’nin bastırmasıyla Kürtleri etkisiz ve kimliksiz hale getirme projesi yeniden hayata mı geçirilmek isteniyor? Ya da bu eylemler ülkemize karşı bir şantaj olarak mı kullanılıyor? Hangi seçenek söz konusu olursa olsun kaybeden Kürtler olur.
‘Kimse beni sevmiyor’-Deniz Adnan ÇOBAN-STAR
Kişinin yaşadığı “hata yapmamalıyım, kaygılarımı belli etmemeliyim, herkes beni beğenmeli, ben hep hata yapan biriyim, beni kimse sevmedi” tarzındaki olumsuz düşünceler topluluk önünde korku yaşamasına veya kaçınmasına sebep olur. Kişiler mümkün olduğu kadar sosyal ortamlara girmemeye, girseler bile hiç konuşmamaya özen gösterir. Bazıları da sosyal korkularını yenmek için alkol ve madde kullanırlar. Ancak bu sefer de sosyal fobiye alkol ve madde bağımlılığı eklenir.
Fehmi Koru-YENİ ŞAFAK
Cezayir'de ulusal kurtuluş savaşı verenleri kınayan kararlardan yana davranan, Birleşmiş Milletler'in Filistin'e yönelik saldırılarına karşı hareketsiz kalamadığı dönemlerde aldığı İsrail-aleyhtarı kararlara karşı çıkan, her uluslararası ihtilâfta haksız da olsa Batı'nın yanında yer alan Türkiye yok bugün...
Her konuya haklıdan yana tavırla yaklaşan, adalet ve insaf sınırları içerisinde bir dış politika izleyen 'yeni' bir Türkiye var...
Rahatsızlık ve huzursuzluk konusu bu. 'Yeni Türkiye' görüntüsünün rahatlarını bozup huzurlarını kaçırdığı çevreler, "NATO Türkiye'yi böyle davransın diye almadı" diyorlar, Avrupa Birliği adaylığını da aynı yönden sorguluyorlar. Amerika ve Avrupa'dan belli isimlerin tahmin edilebilecek yayın organlarında kaleme aldıkları değerlendirmelerde "Türkiye NATO'dan atılsın" türü teklifler son zamanlarda hayli arttı.
Oysa her global ihtilâfta haktan ve adaletten yana davranan yeni tavrı iyice belirginleştikçe, Türkiye'nin içinde yer aldığı ve almayı umduğu uluslararası kuruluşlardaki yeri biraz daha sağlamlaşıyor. Sadece dünyanın dört bir tarafındaki halklar nezdinde itibarı artmıyor ülkemizin, bu itibar artışı sayesinde üyesi olduğu uluslararası kuruluşlardaki konumu da eğretilikten kurtuluyor.
rizzelli
06-14-2010, 08:49
A.TURAN ALKAN-ZAMAN
konunun can alıcı noktasına eğilelim, anayasamızın bir rûhu var mı? Cevap veriyorum: Evet, her anayasanın bir rûhu vardır ama bizimkinin bir rûhu olup olmadığı, bidâyetinden beri tesbit edilememiştir. Her şeye rağmen bir yüksek ruhâniler heyetine sahip bulunmamız, onda esasen ruh olduğuna delalet etmiyor. O ruh, 367 meselesinde büyük oranda kaçtı; kalanını 12 Haziran 2007 tarihinde Anamuhalefetin başkanı AYM'yi açıkça tehdit ettiğinde ziyan ettik. Mezar taşını ise AK Parti'yi kapatma davası dikti: "Laikliğe karşı eylemlerin odağısın ama kriz çıkmasın diye şimdilik para cezası veriyoruz, bu güzelliğimizi de unutma" kararı unutulmazdı!
Konuyla doğrudan ilgisi yok ama aklınızda bulunsun; kutsal'ın mahiyeti hakkında fikri olmayanların işlerine gelen her şeye kutsallık izâfe etmesi kaçınılmazdır. Nitekim konuyla doğrudan bağlantılı olarak diyorum ki, bu anayasa kutsalsa, bizim evin önünde iki seneden beri kımıldamadan duran kamyon da kutsaldır; en azından vakar ve istikrarını muhafaza ediyor.
AZİZ ÜSTEL-STAR
Şimdi, Amerika’lılar şu sıra sıkça, “Türkiye, Batı’ya sırtını mı dönüyor?” diye soruyor.
Yahu niçin bir kişi çıkıp da, “İsrail mi sırtını Batı’ya dönüyor?” diye sormuyor! Ne yaptı İsrail? Türkiye gibi bir NATO ülkesinden gelen gemiye, kendi kara sularının 80 mil dışında saldırdı! İsrail’in dış politikasını ırkçı ve kafatascı Libermann yönlendiriyor. ABD’ye söz vermiş olmasına rağmen, işgal ettiği topraklarda yeni yerleşim alanları yapıyor. Ama Post Gazetesi, düşmanı yanlış yerde aradığından bunları görmüyor bile!
İşte yandaş medya bu! Güneşi balçıkla sıvayan, körü körüne biri ya da birilerini destekleyen Washington Post gibi gazeteler yandaş medyadır! Yoksa ülkesini seven, yapılan doğru işleri sütunlarına taşıyan, yanlışları da gerektiğinde eleştirenler değil!
ARDAN ZENTÜRK-STAR
Siyasal şizofreni yansımaları...
Aslında, “eksen kayması” yorumları yapmak için “parlak bir zekaya” sahip olmak gerekmiyor.
Aksine, eğer şizofreni, insanda, gerçekle hayal alemini birbirine karıştırma, mantıksal düşünme kaybı ve normal tepki verememe belirtileriyle kendini gösteriyorsa, “Türkiye’nin eksen kayması tartışmalarını bir tür siyasal şizofreni olarak” görmekte yarar vardır.
Bu tür bir siyasal analiz deformasyonunun düzeltilmesinin tıpkı şizofreninin tedavisinde olduğu gibi hayli zor ve uzun süre alacağını kabul etmemiz gerekiyor.
rizzelli
06-15-2010, 08:27
MİLLİYET-HÜSEYİN ÇELİK-RÖPORTAJ
Erbakan’ın D-8’i de bir tür küreselleşmeydi?
D-8 bir hayal ürünüydü. D-8’in pratikte hiçbir anlamı yoktu, bir ütopyaydı, biz realiteden söz ediyoruz. Ben şimdi size somut sonuçlara geliyorum, diyorum ki, Suriye’yle kanlı bıçaklı mıydık? Şu anda Şam’a, Halep’e gitmek,Gaziantep’e Hatay’a gitmek kadar kolaydır. Katılıyor musunuz buna?
Bir araştırmaya katılanların yüzde 66’sı “İsrail’e daha sert yanıt verilmeli” noktasında. Bu beklenti siyasi olarak sizi sıkıştırıyor mu? Hele de arkadan bir Saadet Partisi tazyiki varken...
Hiç öyle bir tazyik falan hissetmiyoruz. Elbette Saadet Partisi bizim rakibimiz. Ama İşçi Partisi de bizim rakibimiz. Demokrasilerde bütün siyasi partiler birbirinin rakibidir, ister yüzde 1 oy alsın ister yüzde 30 oy alsın.
Sonuçta biz AK Parti’yiz. Saadet Partisi’nin söyledikleri veya yapılmasını istedikleri bizim politikamıza yön vermeyecek. Nitekim bu güne kadar yapmadık, bundan sonra da yapmayacağız.
İSKENDER PALA-ZAMAN
onlara göre modern olan şey herkese parmak ısırtmalıdır. Mesela sorsanız, mânâsı olmayan hezeyanlar modern şiir, anlaşılmazlığı ön planda olan ruhsuz yapıt modern sanat, iki kere iki yedi eder saçmalığı modern matematik, "Bir şey mademki güzeldir, o halde çirkinin zıddı değildir!" önermesi modern mantık, internetteki -ki tam bir bilgi çöplüğüdür- okuduğu bir yorum üzerine atalarına sövmek modern tarih, slogan edinmeyi bilgi edinmeye yeğleyen uçuk çocuklar da modern gençliktir.
MEHMET ŞEKER-YENİŞAFAK
Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika başta olmak üzere, Ortadoğu'da yakın zamana kadar, Türkiye hakkında olumsuz düşünenlerin sayısı az değildi.
Daha beş on yıl öncesinde, "Dün gece anneni Türk televizyonlarında gördüm" sözü hakaret anlamı taşımaktaydı.
Bugünse durum çok farklı...
Ay yıldızlı bayrağımız her yerde büyük saygı görüyor.
Taksi şoförleri Türkiye'den geldiğinizi anladığında, para almak istemiyorlar.
Çarşılarda esnaf "Van minut" diye sesleniyor.
Hele İsrail komandolarının Mavi Marmara baskınından sonra, "Siz Filistinli çocuklar için dokuz şehit verdiniz, sizden para alamayız, şerefimize dokunur" diyen lokantacılarla karşılaşıyoruz.
Ortadoğu ülkelerinde o dokuz kişinin isimleri caddelere veriliyor.
TAHA AKYOL-MİLLİYET
Her kafadan bir ses çıkan, Genel Başkan’ın da ‘ortalama’ konuştuğu bir CHP “Anadolu’ya açılım” yapabilir mi?
Ecevit, bu açılımı “Ortanın Solu” hareketinde değişimci, atılgan, iddialı, net konuşmalarla başarmıştı.
Şüphesiz Baykal inisiyatif ve karar gücüne sahip bir “lider”di ama CHP’nin klasik söylemiyle sonuç alamamıştı.
Kılıçdaroğlu bir değişim rüzgârı estirdi ama bu görüntüler yüzünden rüzgâr hız kesmeye başladı. Hele bir de “inisiyatif, kararlılık, dirayet” gibi konularda kamuoyunda negatif bir imaj yerleşirse, Kılıçdaroğlu’nun başarılı olması Baykal’dan daha zor olabilir.
Hem de Türkiye etkin bir sosyal demokrat alternatife ihtiyaç duyduğu halde!
rizzelli
06-16-2010, 11:10
HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH
Türkiye'de toplumsal, siyasal zıtlaşmaların altında eğitimin yattığı neredeyse kesindir. Bir toplum düşünün ki, eğitim sistemi ezbercilik üstüne otursun. Ezbercilik aynı bilginin, tekil bir bilginin, dışına çıkılmaz bir şekilde herkese belletilmesidir. Oysa analitik bir yaklaşım bu anlayışı kabul etmez. Bir tek, tekil doğru olmadığını, doğrular kümesi olduğunu önerir. Belli yöntemsel ilkeleri yerine getirmesi koşuluyla herkesin kendi doğrusunu öne sürme hakkına sahip bulunduğunu belirtir. Öte yandan doğrunun tekil olmadığını bir kez belledikten sonra bir başka doğrunun olabileceği, kabul edilebileceği de neredeyse kendiliğinden bir ilke haline gelir.
Şimdi söyleyin: sadece ilk ve orta eğitimde değil üniversitede de aynı kitabı okuyan, tek doğruyu kabule zorlanan bir insan düşüncesini kolaylıkla değiştirebilir mi, başka bir doğrunun olabileceğini düşünür mü? Herhangi bir konuda belirli bir görüşe inandırılan insanların oluşturduğu bir toplumda tüm gruplar kendi görüşlerini vazgeçmemek üzere, sıkı sıkıya savunurken kutuplaşma olmaz da ne olur?
Hep siyasetten mi eğitime gideceğiz, biraz da eğitimden siyasete gitsek?..
Gönülden
06-20-2010, 19:30
Bir ülkenin en etkili gücü, en kapsayıcı gücü, en caydırıcı gücü hukuktur. Bunu kavrayamayan bir devlet görevlisinin eşkıyâdan farkı kalmaz. Çünkü hukukun emrinde olmayan bir kamu gücü, kendisine bu yetkiyi veren devleti çürütüp yok eder. Terörle mücadele mi? Eğer katillere, teröristlere karşı bile bağlı olduğunuz bir hukuk yoksa terör eninde sonunda amacına ulaşır. Çünkü terörün etkilemeye çalıştığı halk devleti, elinde silahla kan kusan terör örgütüyle aynı gördüğü zaman, terör amacına ulaşmış olur.
Terör, ülkenin bir parçasını kopartmak için çaba harcarken, devlet teröristi güvenlik güçleri ile durduracak, halkı ise ancak hukukla yanında tutacaktır. Yargıya inancın bittiği tabloya bakarak söyleyin: Türkiye'nin bütünlüğünü bu hukukla mı sağlayacağız? Bir terör davası sanığı, terörle mücadele eden bir ordunun başında görev yaparken kime hangi hukukun güvencesini vereceğiz?
PKK askerlerimize saldırıyor. Bizi canevimizden vuruyor. Ateş sadece düştüğü yeri değil hepimizin ciğerini yakıyor. Bizi öfkeye, daha ötesi çaresizliğe ve umutsuzluğa sürüklüyor. Güveneceğimiz, sırtımızı emniyet içinde dayayacağımız bir duvara ihtiyacımız var. 26 yıldır bu belayı yaşıyoruz. Bu ülkenin birliğini bütünlüğünü, dirliğini düzenini sağlayan asıl gücün vatandaşların bu devletin hukukuna güvenle bağlanmaları olduğunu hâlâ anlayamadık mı? Bu güveni bize kim verecek? Hassas terazisi ile haklıyı haksızdan ayıran, şaşmaz biçimde adalet dağıtan bir yargı düzeni dışında neye güveneceğiz? Bu devletin dağıttığı hukuktan başka çare olmadığını gören Kürt vatandaşların terör örgütünü yalnızlığa mahkûm etmesi dışında, terörün insan kaynağını kurutma imkânı var mı?
Darbe yapmayı amaçlayan, darbe şartlarını oluşturmak için terör eylemleri planladığı iddia edilen asker kişiler ve sivil ortakları, yani güç ve kudret sahipleri hakkında yargılama sürüyor. Ancak ve ancak bu lekeden bütünüyle temizlenmiş bir devlet terörle mücadelede başarılı olabilir. Tersine şaibeli ve tartışmalı kararlarla vatandaş hukuka olan güvenini yitirirse, hep birlikte terörün ocağına odun taşımış oluruz.
Yargı dünyası, bugün kaldırılacak cenazelere bir de bu gözle bakmalı
Mümtaz'er Türköne
Gönülden
06-20-2010, 19:34
İlk yıllarında 'bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan' hedefi ile yola çıkanPKK, bugün bu hedeflerin hiçbirisini savunmuyor. Ayrılmayı veya federasyonu istemiyor. Öcalan, Türkiyeliliği ve Kemalizm'i öne çıkarıyor. PKK, kendisi için layüsel bir diktatörlük kuran Öcalan'ın cezaevi şartlarını merkeze koyuyor. Öcalan, 'yerim dar, gözüm akıyor' sözleri üzerine yüzlerce genci sokaklara dökmekten imtina etmiyor. Anadilde eğitim ve genel af talebi ikinci sırada kalıyor.
Kürtlerin demokratik hakları açısından hiçbir anlam ifade etmeyen PKK'nın şiddeti tırmandırma mantığı, analitik bakış açısıyla hadiseleri değerlendirebilen pek çok Kürt tarafından da şüpheli bulunuyor. Örgütün, 'demokratik mücadeleyi rayından saptırmanın etkili bir aracı' olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
PKK'nın eylemleri, Türkiye'deki demokratik dönüşümü içine sindiremeyen güçlere katkı sunuyor. Türkiye'nin 1993-94'lü yıllara geri dönmesini, ülkenin kaosa sürüklenmesini isteyen güçler, PKK'nın eylemleriyle can buluyor. Hükümet değişikliği arzulayanlar ellerini ovuşturuyor. Yıllarca partilerinin kapatılmasından şikâyet eden BDP'lilerin, parti kapatmayı zorlaştıran düzenlemeye destek vermediğini, anayasa değişikliğiyle ilgili referandumda MHP ve CHP ile aynı cephede yer aldığını da unutmamak gerekir.
Ayrıca yeni bir değerlendirme yapmayı gerektiren çok önemli bir nokta daha var. Türkiye, son dönemlerde komşularıyla ilişkilerini olumlu yönde geliştirdi. Kuzey Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile de diyaloğu artırdı. Daha önce, 'peşmerge, aşiret reisi' denilen liderlerle temasa geçildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bölgeyi ziyaret etti, Erbil'de konsolosluk açılması için düğmeye basıldı. Bugün siyasi olarak başkaları öne çıksa da, Kuzey Irak'ta ekonomik açıdan Türkiye hızla söz sahibi oluyor. Yüzlerce proje peş peşe hayata geçiyor, milyar dolarlık anlaşmalar yapılıyor.
Bu durum hem PKK'nın hoşuna gitmiyor, hem Kuzey Irak'taki bölgesel yönetimin kat ettiği mesafelerden rahatsız olanları kızdırıyor,hem de bu coğrafyada vizyona giren filmlerde sürekli başrolü oynayan ülkelerin planını bozuyor. Türkiye'nin inisiyatif alması, rol çalması, bazılarının planını bozuyor. Ve tabii bu gidişatı bozmak isteyenler elbirliğiyle harekete geçiyor. PKK, Türkiye'yi tahrik ederek Kuzey Irak'a çekmeye çalışıyor. Türkiye'de şehit cenazeleri arttıkça, teröristlerin Kuzey Irak'ta üstlendiği, oradan lojistik destek aldığı şeklindeki söylemler öne çıkacak ve Kuzey Irak'a yönelik tepkiler yükselecek. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sınır ötesi operasyonları ise Kuzey Irak'ta rahatsızlık oluşturacak. PKK, bölgede kara bir propaganda yaparak Türkiye'nin operasyonlarını kullanacak. Köylerin hedef alındığını, sivil insanların zarar gördüğünü, bölge yönetiminin egemenlik haklarına saygı gösterilmediğini savunacak
Gönülden
06-20-2010, 20:11
Eğrilen kardeşleri düzeltecek kılıç biz olmaz isek ezilip gitmekten kurtulamayız… “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşimize yardım etmemiz” gerekmiyor muydu? “Zalime yardımın da onu zulümden vazgeçirmek” olduğunu bilmiyor muyuz?
Evet, bizim birbirimize müdahale etme hakkımız vardır… Kardeşlerimizi, yaşadıkları şerle, münkerle baş başa bırakamayız, merhamet müdahale etmeyi gerektiriyor… Kimse bu “Benim özelimdir”, “özgürlük alanımdır” diyerek kendini bunun dışında tutamaz… Bugün herkes kendince bir “dokunulmazlık” zırhına bürünmüş durumda…
Hoşgörü gündemlerinin gürültüsü içinde sorumluluklar güme gidiyor… Din kişinin özeline indirgensin isteniyor. Allah’ın hoş görmediğine nasıl hoşgörü ile bakabiliriz? Bu durumda münkerin önü açılıyor ve insanlar savunmasız… İşte “emri bil ma’ruf, nehyi anil münker” toplumun kendi içerisinde bir otokontrol sistemi olarak fonksiyon icra edecektir… İmani, insani ve vicdani bir yükümlülük olarak rol üstlenecektir… Bu sayede toplum kendi içindeki günahkârları dışlamadan rehabilite etme yöntemini uygulamaya başlamış olacaktır…
Toplumsal yozlaşmaya karşı en etkili çözüm ve güvenilir sigorta bu önlemdir…
Bu bakımdan “toplumsal barış” adına toplumun yanlışlarını onaylamak zorunda değiliz...
“Çoğulculuk” adına, doğrularımızı gündemden düşürmek yoluna gidemeyiz...
“İnsan hakları” söylemi sadece hak ihlallerini değil, insanların maruz kaldığı ifsadı da göre bilmelidir…
Toplumsal çürümenin temelinde, topyekûn Müslümanların bu farzı terk etmelerinin olduğunu söyleyebiliriz. Münkerin her türlüsü toplumu tehdit ediyor… Görsel, işitsel, sanal, yasal, legal, sosyal, siyasal ve kültürel tüm münkerler, tüm kirler toplumsal varoluşu tüketiyor…
Bugün yangın bacayı değil, paçayı sarmış durumda… Bu yangını söndürmek hususunda herkesin elinden geleni yapması lazım… Karınca duyarlılığı ile ateş-i Nemrud’a doğru harekete geçmek esastır...
Münkerin medyatik gücü, ekonomik gücü, iktidar gücü, fiziki gücü gözümüzü yıldırmaması lazım… Hangi korkular bizi elsiz, dilsiz ve tepkisiz kıldıysa önce korkularımızı ve kaygılarımızı atmamız gerekiyor...
Tedbirciliğimiz bizi silikleştiriyorsa, tevekkülümüz tezellüle sürüklüyorsa, takiyyelerimiz bizi tanınmaz hale getiriyorsa gerçekten biz kimiz?
İslam’ın şiarı, Müslüman’ın şuuru nasıl bir duruş öneriyor?
Kötülerin kötülükte gösterdikleri cesareti biz doğrularımızı ve değerlerimizi hayata geçirmede gösteremeyeceksek İslami kimliğimize sirayet eden zilleti nasıl atabiliriz?
Münkere itiraz etme yükümlülüğümüz var… Şerre karşı çıkma mecburiyetimiz bulunuyor…
Sükûtun altın olduğu günler geride kaldı… Tam aksine suskun kalmanın bir ucunun şeytanlaşmaya kadar uzandığını biliyoruz… Evet, “sukut orucu” nu bozmamız gerekiyor… “Zor zamanda konuşmak” zorundayız…
Münkere duyarsız duran, o suçun ortağıdır… Şayet münkere “hayır” diyemeyeceksek biz de hayır kalır mı?
Hala İslam’ın doğrularını, değerlerini gündemleştirmede gecikiyorsak bir bildiğimiz olmalı? Evet, biz işini bilen insanlarız(!) Kendimizi riske atmaya değmez… Hele hele fincancı katırlarını ürkütmeye hiç gelmez… Çünkü çok akıllandık(!)… Çok tecrübe(!) kazandık… Çok uyanık(!) olmak gerekiyor… Bu durumda yapılacak bir iş de yok demektir… Evli evine, köylü köyüne…
“Zaten iman etmişiz; Allah belasını verecektir… Onların hakkından gelecektir… O halde bize ne oluyor ki?” Ama unuttuğumuz bir şey var; Allah bizim elimizle kirlilikleri ve kötülükleri gidermek istiyor… Şimdi elimizi bu işten çekebilir miyiz? Asla! Çünkü bu çağın öncelikli farzı, iyiliği emretmek kötülüğü engellemektir… Bugün buna “farzlar ötesi farz” diyen alimlerimiz var… Kişinin kendisinin “iyi bir Müslüman” olması yeterli değil. İyinin aktif ve yetkin olması şarttır…
Cahiliye Mekke’sinde de pasif iyiler vardı, ancak hayata bir etkileri ve müdahaleleri yoktu…
Bugün de kimilerine göre “iyi insan” profili; uysal, uyumlu, sorgulamayan, eleştirmeyen, tepki vermeyen, itiraz etmeyen, “evet, efendim”ci prototiplerdir…
“İslam’ın insanı”nın farkı burada kendini gösteriyor… Hayata yönelik iddia ve itirazlarının bedeli neyse göğüsleyerek yaşamdaki çarpıklıkların ve yanlışlıkların izalesine yoğunlaşır… Tabi ki, bu görevi yaparken kırıp-dökmez, ezip-geçmez, sövüp-saymaz… İtici, kırıcı, kavgacı olması da gerekmiyor... Hikmetle hakikatin savunucusu, hidayetin sunucusu olur…
Bu ibadeti eda ederken ne kimseye zorbalık, ne de yobazlık var… Bedevice değil medenice… Kabaca değil kibarca…
Ramazan Kayan
rizzelli
06-22-2010, 08:33
Mehmet Ali BİRAND-HÜRRİYET
Bırakalım bu ucuz populizmi...
Toplumu, gereksiz şekilde kışkırtmanın, ümitsizliğe sokmanın hiç anlamı yok.
Terör ile daha uzun süre birlikte yaşayacağız. Kolay kolay da bitmeyecek. Toplumu sabırsızlığa sevketmek yerine, aksine sabır tavsiye edecek, durumu anlayışla karşılayacak başlıklar atmamız gerekiyor.
PKK, bu ülkeyi yeterince yakıyor. Yangına bari bizler de körükle girmeyelim. Toplumun psikolojisine dikkat edelim. siyaset yapmak, iktidarı yıpratmak için, terör kartını kullanmayalım.
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE-ZAMAN
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin vatanseverliğini kimse tartışamaz. Ama terör hakkında söylediklerinin neye hizmet ettiğini bizzat kendisi ölçüp biçmeli. Bahçeli diyor ki: "AKP döneminde kanlı terör cesaret ve cüret kazanmış, etnik bölücülüğün önü açılmış ve ayrılıkçı ve bölücü emellerinin hayata geçirileceği ümitleri yeşertilmiştir". Yani? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti teröre katkı sağlamıştır. Doğru mu? Doğru olabilir mi? Bu sözlerin terör üzerinden İktidar Partisi'ni köşeye sıkıştırmak dışında bir anlamı var mı? Şemdinli'de saldıranlar planlamayı yaparken MHP liderinin yapacağı yorum hakkında hangi öngörüde bulunmuşlardır? Terör gerekçesi ile erken seçim isteyen kime hizmet etmiş olur?
Terör bize yol göstermemeli. Ne yapacağımızı öğretmemeli. Terörü durduracak olan, şehit cenazelerindeki tevekküldür. Kürt'üyle, Türk'üyle birlikte yaşamaya azmetmiş bir millettir. Unutmayalım: Sabır olmazı oldurur.
ESER KARAKAŞ -STAR
Milliyet gazetesinin 20 Haziran Pazar günkü sayısının birinci sahifesi ilginç başlıklarla dolu idi.
O sayısında Milliyet gazetesi manşet olarak “Göğüs göğse çarpıştılar” ifadesini tercih etmiş.
Hemen altında da şöyle yazıyor: “Mehmetçik mevzilere sızan teröristleri göğüs göğse çatışarak püskürttü”.
Mehmetçik birileriyle göğüs göğüse çatışıyorsa ve ancak püskürtüyorsa bu sürecin adı artık terör değildir, bunu da en iyi herhalde Milliyet’teki gazetecilerin bilmesi gerekir.
Sırf resmi terminolojiye uymak için belirli sözcükleri tercih etmek de gazetelerin işi olamaz.
Bu bir.
İkinci konu çok daha vahim.
Menfur olaydan hemen sonra TBMM Başkanı Sayın Mehmet Ali Şahin bir açıklama yapıyor ve “Bugün verdiğimiz 8 şehidimizle ilgili ben Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum” diyor.
Milliyet gazetesi de TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in bu açıklamasının şaşkınlık yarattığını yazıyor ve “Olmadı M. Ali Bey” gibi bir ifadeyi birinci sahifede kullanıyor.
Bendeniz de neyin neden olmadığını anlamakta gerçekten zorlanıyorum.
Ortada bir akıl karışıklığının olduğu muhakkak ve bu akıl karışıklığının tam da göbeğinde TBMM’nin ve TSK’nın tanımlarının netleşmemesi yatıyor.
İSKENDER PALA-ZAMAN
gece veya gündüz, yalnız kalacağınız bir köşeye çekilin ve ellerinizi şakaklarınıza, dirseklerinizi dizlerinize dayayıp şöyle sorun kendinize: "- Ben nasıl bir insanım?!.." Hayır, hayır, bunu kendinizden nefret veya şahsınıza hayranlık için değil, bütün samimiyetinizle ve kendinizi anlama ihtiyacı ile yapın. Peşin fikirlerden, yersiz methiyelerden, ucuz mazeretlerden ve cebriyeci bir teslimiyetten uzaklaşarak, sanki kendinizi karşınıza alarak, bir hasta muayene eder gibi yapın. Kendinize sorun: "- Ben nasıl bir insanım!.." Ancak bu sorunun ardından kendinizi keşfetmeye başlayabilirsiniz?!..
Sahi siz nasıl bir insansınız?
Gönülden
07-07-2010, 16:54
Özgürlük dediğiniz, sorumluluğun bahçesinde yeşerir. Sorumlu hissetmediğin, geleceğini dert etmediğin birini, zorlandığın ilk virajda sırtından atmak demokratlıkla bağdaşmaz.
Bejan Matur
Yılgın Türkler Mayklara Karşı!
Kapitalizm, öcüler yaratarak insanları korkutur. Diş macunu reklâmlarında bugüne kadar yarattıkları karikatürize hayvanları hatırlayınız. Şampuan reklâmlarını da ıskalamadan izleyiniz. Geriye, bulaşık ve çamaşır deterjanları için yaratılan hayvanları zikretmek kalıyor. Sanırım ne demek istediğimi şimdiden anladınız?
Hoower marka elektrik süpürgesiyle başlayan macera sonunda çok gelişmiş buharlı, su tankları olan makinelere dönüşünce, onları pazarlamak problem yarattı.
Büyük kapitalizm, bu aletleri insanlara satabilmek için düşündü taşındı ve gözle görünmeyen mikrobik canlıları yarattı. Biz, onları yazılışı gibi okumayıp "Mayk” diye telâffuz ettik.
Halıların tüylerinde yaşayan Mayklar insan sağlığı için çok önemliydi ve onlardan korunabilmenin tek yolu, son model süpürgelerden almaktı. Kapitalist pazarlamacılar ağlarını böyle ördüler. Televizyon reklâmlarını izleyen ev kadınları, iki işte çalışarak evini zar zor geçindirmeye çalışan kocalarına Mayk baskısı kurarak adamları yıldırdılar. Ya o süpürgelerden alınacaktı ya da Mayklar ölüm saçacaktı.
Bir zamanlar ben de aynı konudan muzdarip oldum ama karımın okuryazar bir insan olması nedeniyle, saldırıyı ucuz atlattım. Marks'tan girip, Lenin’den çıktım, kapitalizm filan derken Mayksizm’e ulaşıp paçayı yırttım!
Kapitalizm halı öcüleri yaratırken, kadınların cinperi korkularını çok iyi kullanır. Televizyon reklâmlarında cin çarpmış kıllı yaratıklar olarak lanse edilen Mayklar, kadınların hayal güçleri sayesinde hedefine hemen ulaştı. Ben, Mayk öcülerini yüksek kültürümle savuşturdum, diğer erkekler ne yaptı bilmiyorum!
Kapitalizmin öcülerine inanmayın. Bu kadar büyük zararlar verebilen güçlü hayvanlar niye ayakaltında sürünsünler! Gerçekten güçlü olsalardı başımıza çıkarlardı, akıllı olun biraz!
Aynı numara PH formüllü vıdı vıdı söylemlerle şampuanlarda da çekiliyor.
İşin en iğrenç oyunları ilâç fabrikaları tarafından yönetiliyor. İlâç tüccarları dünyaya bir hastalık adını öğretip inandırarak bol miktarda ilâç satıyorlar. Örneğin depresyon numaraları iyi tuttu. Çünkü birçok hastalık gibi onu da iktidarsızlık yapar tehdidiyle pazarladılar Zaten bizim millete şu ilacı kullanmazsanız kuşunuz uçmaz derseniz, satış patlaması yaşarsınız. Kuşyeminin her türlüsü yok satar.
Yılgın Türkler / Bülent Akyürek
Belki üslubu bozuk biri olabilir; ama kimse şurada yazılanların doğruluğunu inkar edemez... Tamam herşeyi kapitalizme bağlamamak gerekir... Ama insan başka da birşey düşünemiyor...
Yıllardır doktorlar; "saçlara dışarıdan müdahale olmaz, saç içten beslenir" der, yıllardır da şampuan reklamları; "Saçlarınız "X" ile kökten uca beslensin, güçlenip köklensin, ahenkle dans etsin" der...
Bazen reklamlara kazara denk geldiğim zaman, kendimi aptal gibi hissediyorum...
Yazıyı okunmaya değer bulduğum için paylaştım, tümden olmasa bile konusu itibari ile değer... İnsanlarımızın uyutulduğunu görmek gerekir, uyanık olmak gerekir...
Gönülden
07-17-2010, 22:54
Kültürel hayatın, ilginin, yoğunlukların, inceliklerin, hassasiyetlerin ve üretimin yoksullaşması, kirlenmesi, siyasal hayatı da, ekonomik hayatı da olumsuz yönde etkiliyor.
Toplumlara hayatiyet sağlayan, anlamların, değerlerin, ilgilerini bağların yok edilmesi, kültürden, bilgeliklerden bağımsızlaştırarak, teknolojinin sırları içersine kapatmak; toplumları korkunç bir çölleşmeye sürüklüyor. Toplumsal gerçekliğin yalızca siyaset yoluyla tanımlaması; toplumları anlayamamak gibi bir sonuç doğuruyor. Toplumlaşma yapılarının, ideolojik müdahalelerle, kısıtlamalarla, denetime tabi tutması, kuşatıcı/ kapsamlı anlam bütünlüklerinin parçalanmasına neden oluyor. Hangi topumda olursa olsun, ideolojik müdahaleler toplumsal hayatı doğal işleyişini/ akışını akamete uğratıyor. Türkiye’de yaşandığı üzere; ahlaki meşruiyetin yerine, resmi/ideolojik meşruiyetin geçmesiyle birlikte, her türlü baskı, ötekileştirme, dayatma günlük hayatın bir parçası haline geliyor, faşizm normalleşiyor, adaletsizlikler çığ gibi büyüyor.
Eğitimin tek boyutlu hale getirilmesi, eğitime ideolojik içerik kazandırılması, eğitimin ruhsuzlaşmasına neden oluyor. Seküler faşizm sebebiyle, ahlaki eğitime ihtiyaç duyulmaması, ahlaki/manevi ilkelerden/ ölçülerden bağımsız kuşakların yetiştirilmesiyle sonuçlanıyor. Hangi alanda olursa olsun ideolojik müdahaleler, toplumların ufkunu kapatıyor, toplumların yenileme yeteneklerini ve iradesini öldürüyor. Her ideolojik müdahale, aklın ve ahlakın ve ahlakın sınırları yıkılarak gerçekleştiriliyor. Toplumsal sorunlar söz konusu olduğunda ideolojik yapılar ve kontrol, dini yapıların ve yaklaşımların, hukuki yapıların ve yaklaşımların yardımına ihtiyaç duymuyor. İdeolojik sistem/ söylem, bütün değerleri, kavramları sorumsuzca araçsallaştırıyor. Toplumsal bir sistemi fiziksel bir sistem gibi düşünmek, fiziksel bir sistemi yönetiyor gibi yönetmeye çalışmak, toplumu bir eşya gibi görmek anlamı taşır.
İslam, farklı toplumları, renkleri, kökenleri, büyük ve anlamlı bir topluma bir barış toplumuna, barışçı bir bütünlüğe dönüştürmüştür, dönüştürmektedir. İdeolojik sistem bu bütünlüğü bozarak, toplumu, topluluklara, birbirine yabancılaşan parçalara dönüştürdü. Günümüzde yerel bağlamda da, küresel bağlamda da; ideolojik/ ekonomik/ politik egemenlik ihtiraslarının neden büyük göçler, yerinden edilmeler, büyük kitleleri, coğrafi, kültürel, toplumsal, değişikliklere, yabancılaşmalara, yalnızlıklara ve ruhsal sarsıntılara sürüklüyor. Toplumsal yenilenmeyi başaramayan ideolojik politikalar, toplumlara sessizliği/ itaatkârlığı dayatıyor. Toplumsal sorunlara neden olan, bu sorunları ısrarla ve inatla derinleştiren, ideolojik politikalar, bu sorunların bir gün toplumsal muhalefete, çatışmaya ve karşıtlıklara neden olabileceğini düşünme ihtiyacı duymadı. Günümüzde toplumlar, toplumsal değerlerden, anlamlardan bağımsızlaştırılınca her türlü şiddete, ahlaksızlığa, kirliliğe ve dehşete açık hale geldiler. İdeolojik politikaların yetersizliği sebebiyle, insanlık sorunlarının yalnızca askeri ya da siyasal çözümlemelerle yanıtlayabilecek tek boyutlu sorunlar olmadığı, bu sorunların çok yönlü yanıtlar beklediğini hatırlamıyor.
Toplumların, toplumsal olmayan ideolojik/ ırkçı güçlerle işgal altına alınması, toplumları boğucu umutsuzluklara mahkûm ediyor. Türkiye’de de olayların içersinde yaşayarak öğrendiğimiz üzere; ideolojik ve ırkçı güçlerin toplumsal bütünlüğü ya da dönüşümü gerçekleştirebilecek birikim/ yaklaşım ve yetenekleri yoktur. İdeolojik ve ırkçı güçler bir sorumluluk bilincine ihtiyaç duymadıkları için, yıkıcı sorumluluklar üretmekten çekinmezler.
Atasoy Müftüoğlu
Gönülden
07-17-2010, 22:55
Tarihisel değişim/ dönüşüm hareketlerinin mahiyetini mantığını, yasalarını anlayamamak, kavrayamamak, bu değişim ve dönüşüm hareketlerinin olumsuz etkilerinin olumsuz etkilerine maruz kalmak, İslam dünyası toplumlarında çok derin belirsizlikler ve çatışmalara neden oluyor. Bu değişim ve dönüşümler, bunların etkileri karşısında, İslami çözümler üretmemek gibi üzerine yererince düşünmediğimiz için, İslam toplumları bir karar merkezi haline gelmeyi başaramıyor. Bütün insanlık sınırlarının, ahlaki sınırların hayâsızca çiğnendiği bir dönemde, Müslümanlar olarak tarihin insani olmayan yüzüyle sınanıyoruz. Müslümanlar, insanlık adına utanç duyulması gereken toplama kampları, işkence adaları, işkence merkezleri vb. gibi uygulamalarla terörize ediliyor. Güncellikle sınırlı ilgiler, duyarlılıklar sebebiyle, İslam ve Müslümanlar çok yönlü kuşatılmışlıkları, emperyal baskıları hissetmiyor. Güncellikle sınırlı ilgiler, duyarlılıklar, hepimize büyük bilinç ve kişilik kayıplarına yol açıyor.
Parçalanmış, kısıtlanmış, baskılanmış İslami varoluşlar yaşıyoruz. Bu durumdan çok rahatsız olduğumuz söylenemez. Seküler dünya görüşü ve seküler bilgi sistemi, biz Müslümanların kamusal bir var oluşa sahip olmamızı, kamusal bir varoluş mücadelesi vermemizi yasaklıyor. Her durumda, özel alanlarda kalarak, kısıtlı varoluşlarımızı sürdürmemiz isteniyor. Allah’a ait olma bilinci, biz Müslümanlara, her yerde, her koşulda, kendi varoluşlarımızın bilincinde olmamız gerektiğini öğretir. Bu bilince ve ahlaka sahip olmamız için, sürüldüğümüz özel alanlarda duygusal/ romantik/ mistik/ folklorik/ yerel/ hamisi dini hayatlar yaşıyoruz. Gerçek bir varoluş bilincine sahip olabilmek için, karşı karşıya bulunduğumuz, maruz bırakıldığımız bütün yabancılaşmaların farkına varabilmeliyiz. İdeolojik yapılar karşısında bağımsızlığımızı kazandığımızda kendimizi gerçek kılabiliriz. Bağımlı varoluşlar bir umut ve irade üretmez. Bağımlı varoluşların algılarını/hayatlarını egemen irade yönetir.
Ortak bir hayat tarzı, ortak değerler/anlamlar temelinde şekillenen, ortak değerlere yabancılaştırılan toplumlar, beklenmedik altüst oluşlar yaşarlar, yaşıyorlar. Bu alt üst oluşlara son verebilmek için, toplumların kaybettikleri anlam/ erdem sistemlerine yeniden sahip olabilmeleri gerekir.
İslami sorumluluklarımızı, düşünsel/ kültürel ve ahlaki sorumluluklarımızı ancak bağımsız varoluşlarımızla gerçekleştirebileceğimizi unutmamalıyız.
Bağımlı varoluşlar, insanları, yalanlarla birlikte yaşama, sahte ilişkilerle, sahte kişiliklere/tercihlere sevkeder.
Atasoy Müftüoğlu
rizzelli
08-07-2010, 10:18
:hmm
Silahlı Kuvvetlerimizin en üst ve en önemli komuta merkezi bu suçlamaları yok sayma hakkına veya yetkisine sahip mi?
Hani Genelkurmay Başkanlığı kamuoyuna karşı açık ve dürüst bir “bilgilendirme” politikası izleyecekti?
Belli ki bir yerlerde bir şeyler bozuk.
Neyin bozuk olduğunu bulmak bizim işimiz değil. Ama Silahlı Kuvvetlerimizin saygınlığını kökünden zedeleyecek kadar ağır suçlamalar karşısında hiç değilse, “Şu tarihte, şu şekilde inceleme başlatılmıştır. Sonuç kamuoyuna duyurulacaktır” gibisinden resmi bir duyuru dahi yayınlamayan Genelkurmay, kamuoyundan destek beklememelidir.
Oktay EKŞİ - HÜRRİYET
Ertuğrul ÖZGÜL
08-07-2010, 10:21
Ben bu adamın bu sözlerinde samimi olduğuna inanmıyorum...
Bence bu şahıs taktik veriyor....malüm kişilere... göz boyayın ki açık destek alın diyor...
Gönülden
08-13-2010, 17:23
Bu ülke 90 yıldır CHP'nin elinden hiçbir 'Hayır' görmedi ve bugün de şer için 'Hayır'a çağırıyor bizleri. Peki neden 'Hayır' diyelim Anayasa değişiklik paketine? Vergilerimizle maaşa bağladığımız generaller kafamızda kılıç sallasın diye mi? Yoksa kararlarını hukuki değil de mezhebi temellere göre alan, yine vergilerimizle maaşladığımız yargıyı ayakta tutalım diye mi?
Kılıçdaroğlu bizden 'Hayır' istiyor. Çünkü, bizler Hantepe'de askerlerimiz vurulurken bunu canlı yayında izleyen komutanlarımızdan hesap sorulmasını ,öldürülüp asit kuyularına atılan insanlarımızın üzerinin açılmasını istemiyoruz. Mahkemelerde hukukçu değil, mezhepçi hakim ve savcı önüne çıkmak istiyoruz. Banka hortumlayan, kağıt kaçakçılığı yapan, vergi kaçırandan hesap sorulsun istemiyoruz. Hesap sorulmasın bunlardan çünkü bu beyler ve hanımefendiler kutsal bir vazife taşıyorlar. 90 yıldır benliğimizi, kimliğimizi parçalayan laikliğin koruyuculuğunu yapıyorlar. Onlara herşey helal. Öldürmek de, öldürtmek me, kaçakçılık da, yolsuzluk da...Eğer bu kadar düştüysek o zaman Kılıçdaroğlu için 'Hayır' diyelim.
Bas bas bağırıyor “Hesap soracağım kul hakkı yiyenlerden” diye. Ona oy verelim, Anayasa değişiklik paketine 'Hayır' diyelim ki, Bay Kılıçdaroğlu hesap sorsun. Ama hesabı kimden soracak? Zira başında bulunduğu parti 90 yıldır bizlerin, kulların hakkını yiyor. Gerçi onlar 'kul' lafından da pek hazzetmezler. O yüzden hep 'Kulluk değil, cumhuriyet” diyorlar ya...Bizleri Allah'a kul olmamaya çağırıyorlar, kendilerine kulluk yapalım istiyorlar. Ama nedense Kılıçdaroğlu yine de 'kul hakkı' diyor. Bunu 'Hayır'a yormalıyız ancak madem Kemal Bey hesap soracağına söz verdi o zaman biz de isteklerimizi sıralayalım.
Öldürülüp asit kuyularına atılan kulların hakkını diğer kullardan soracak mısın Kemal Bey? Askerler vurulurken üç boyutlu film izler gibi izleyen general kulları sorgulayacak mısın? Kağıt, petrol, vergi kaçakçılığı yapan işadamı kulu hapse tıkacak mısın? Harcamalarını bizim cebimizden çıkan vergilerle karşılayarak zina yapan eski genel başkanın ile milletvekilinden hesap soracak mısın? Zina yapan milletvekilinle ilgili “Saygı duyarım” diyerek bizlere saygısızlık yaptığın için kendinden hesap soracak mısın? Eğer sen de bu milletvekilin gibi bir duruma düşsen kendine de saygı duyacak mısın, bizlerin de saygı duymasını bekleyecek misin?
Süleymen Kaya
Gönülden
08-13-2010, 17:27
Demokrasi konusunda herkes net olmalıdır. Kıvırarak, omurgasız davranarak, demagoji yaparak bu meselenin geçiştirilecek tarafı yoktur.
Geçmişteki demokrasi sınavlarında CHP gibi ciddi yalpalamalar yapan TÜSİAD'ın dünkü açıklaması da hayret vericidir. TÜSİAD diyor ki, "YAŞ'ta siyasi otoritenin zaten kendi tasarrufunda bulunan tercihlerini, adalet mekanizması üzerinden dayattığı görüntüsü ülkemizde giderek belirginleşen güçler çekişmesi krizine yeni bir ivme kazandırmıştır. Sonuçta sivil-asker ilişkilerinde önemli bir eşik geçilmiş; ancak demokrasinin sağlıklı işlemesinin şartı olan güçler ayrılığı ilkesi zarar görmüştür". Yani "hükümet yargıya müdahale ederek komutanlar hakkında dava açtırdı, YAŞ'ı etkilemeye çalıştı" demek istiyor. Bu çok seviyesiz ve mesnetsiz bir yorumdur, açık bir İFTİRA'dır. Demokrasi mesajı veriyor gibi yaparak başka amaçlara hizmet eden bu tür çıkışlar, CHP'nin söylemlerini andırıyor. Ciddi bir kuruluş, hükümete yönelik böyle aleni bir iftirada nasıl bulunabilir? Peki tutuklama kararını kaldıran mahkemeye de hükümet mi talimat vermiştir? Ayıptır ayıp...
Yasin Doğan
Gönülden
08-15-2010, 14:13
Ama öncelikle Kürt Müslümanların diğer Müslümanlardan talebi nedir? Çağrısı var mıdır? Beklenti ne yöndedir? Bunların netleşmesi lazım…
Savaş mı? Barış mı? Direniş mi? Dayanışma mı? Duyarlılık mı? Dua mı? İnsani yardım mı? Psikolojik destek mi? Yoksa hala istekler muğlâk mı?
Acilen biz Müslümanlar birbirimize ne söyleyeceksek, nasıl bir mutabakat arayışında isek bunun belirginleşmesi gerekiyor? Sadece teselli bulmak, yüreğimize su serpmek, günah çıkartmak veya tribünlere oynamak değil, tüm samimiyetimizle sadra şifa olacak cümleler kurmalıyız…
Sorunun çözümü noktasında İslam dışı çevreler Müslümanları muhatap almıyor, hesaba katmıyorlar diye alınmak, sızlanmak, şikâyet etmek durumunda değiliz… Evvel emirde sahada olan Müslüman çevreler birbirilerini muhatap almalı, bu yakıcı, eritici soruna el atmalı, ağırlıklarını hissettirmelidirler…
Endişem bu konuda bugüne kadar Müslümanların ihmalinin İslam’a fatura edilmesidir. İslam’ın egemen sistemin payandası olarak gösterilmesidir. Kürt sorunu üzerinden İslam’ın mahkûm edilmesidir… Özellikle bölgede genç kuşakların İslam algısı kuşku, önyargı ve tepki yüklüdür…
Kürt halkı laikçi, seküler, rasyonalist çevrelerin etkisiyle İslamsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldı… İslam, Kürt halkının ezilmişliğinin, geri kalmışlığının gerekçesi olarak karalandı… Zerdüştlük, Kürt halkının ulusal dini şeklinde lanse edildi…
Arap, Fars ve Türklerin Kürtler üzerindeki asimilasyoncu, ırkçı hâkimiyet kurma politikalarının faturası İslam’a çıkarılıyor… Kürtlerin ulusal bilincinin körelmesinin müsebbibi olarak İslam gösteriliyor…
İşte PKK’nın önünü açan bu söylemler oldu…
Fakat tüm geç kalmışlığımıza rağmen hala yapabilecek çok şey var... “Bu sorun beni aşar” demeden, “bu sorun sistemin sorunudur” kolaycılığına kaçmadan, elimizi taşın altına sokmalıyız…
Soruna sadece duygusal ve tepkisel yaklaşımlarla değil, gerçekçi, tutarlı, ilkeli, kararlı, basiretli hamlelerle müdahil olmalıyız. Canımız acısa da, yüreğimiz yansa da, öfkemiz kabarsa da yeni yanlışlara ve yangınlara fırsat veremeyiz…
Sorunun müsebbibi Kemalist paradigmanın seçkinci bürokratları olsa da olayın tüm acı ve yakıcı sonuçlarını biz yaşıyoruz… Ortadaki vahşet ve vahamet bizi vuruyor… Bedel ödeyen biz…
Maliyeti insan hayatı ve toplumların birbirine nefreti olan bu gidişata duyarsız kalırsak kimse bizi affetmez…
Bizler sadece olup biteni izleyen, tartışan, yorumlayan olmanın vebalini taşıyamayız…
Evet, öncelikle Müslümanların ortak bir akla ve ortak bir dile ihtiyacı var. O takdirde çözüme yaklaşırız…
Temel referans Kuran ve Sünnet olduktan sonra neticeye gitmek zor olmayacaktır. Yeter ki, her şeyi vahyin kriterleriyle test edebilelim.
Doğrularımızı sadece söylemde değil, yaşamda da kanıtlamak durumundayız… Önce Müslümanlar duruşlarıyla güven vermeli, adil şahitliklerini sürdürmelidirler…
Şu an Kürtlerde güvensizlik, diğerlerinde ise endişe hâkim…
Ve bu sorun sandıklardan, satırlardan önce sadırlarda çözülmesi gereken bir sorundur… Bugün ateşkes sağlansa bile, yüreklerdeki kin ve nefret ateşini nasıl söndüreceksiniz?
Bizler, Müslüman coğrafyanın tarih içinde toplum sorunlarına getirdiği çözüm pratiklerini, yeni birikimlerle beraber zenginleştirerek yeniden üretebiliriz…
Ama önce Müslümanlar lokal, yerel ve kendi özel çabalarıyla kendilerini sınırlamadan yapılar üstü ortak perspektiflerde buluşmaları gerekiyor…
Derinden gelen dip dalgaya, mikro milliyetçi marazlara kimden gelirce gelsin geçit vermemeliyiz… Müslümanlar ne Türk ulus devletini, ne de Kürt ulus devletini savunmak zorunda değillerdir. Her şeyden önce Müslüman’ız, etnik kökenimiz, kavmi kimliliğimiz dinimizin önüne geçemez…
Nihai çözüm ise adil, güven ve gönüllü ortaklığa dayalı bir İslam birliğidir… Yani esas olan; ittihadı İslam’dır. Belki kimileri için uzak ve zor bir hedef olabilir ama bu amaca yoğunlaşınca şartların oluşacağına inanıyorum. Kaldı ki netice ne olursa olsun bu bizim için itikadi ve ibadi bir sorumluluktur.
Şayet bunun bir çözüm olduğuna inanıyorsak kıyamete kadar bu hedeften kopamayız…
Ertelenen ve engellenen bu proje ümmete çok pahalıya mal oldu…
Evet, çözümü dışarıda değil, önce içeride arayacağız…
Duyarlılık ve sorumluluk bağlamında gerçek evrensel İslam kardeşliğini ayağa kaldıracağız…
İçi doldurulmamış, tek taraflı bir kardeşlik söylemi havada kalır, hayatta karşılığı da yoktur…
Kardeşlik hamasetini ve edebiyatını kimse yutmuyor, sadakat, samimiyet içeren bir kardeşlik özleniyor…
Evet, ya vahyin istediği şekilde kardeşleşeceğiz…
Ya da resmi ideoloji Türkleri kurtlaştırmaya, Kürtleri de mankurtlaştırmaya devam edecek!
Çözüm Türk kurtlaşmasına karşı Kürt kurtlaşması da değildir…
Faşizan mihrakların istediği etnik kutuplaşmayı kardeşlik bilinciyle bertaraf edebiliriz…
Geciktik ama vazgeçmedik… Çünkü inanıyoruz ki “iman etmedikçe cennete giremeyiz”… Birbirimizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmayız…”
Bir başkası için bu bir Kürt sorunu olabilir ama bizim için iman sorunudur…
Ramazan Kayan
rizzelli
08-16-2010, 21:58
En mühim silah ve tamir aleti 'istiğfar'dır
Cennete varmasını hedeflediğimiz yolumuzun şeytan ve avanesi tarafından kesilmesine karşı devamlı uyanık kalmamız gerekmektedir.
Uyanık kalıp, zarar görmeden muzaffer olmamızın yolu ise şeytanı ve nefsi unutmamak, en mühim silah ve tamir aleti olan 'istiğfar'ı elden bırakmamak, kâlimizle 'euzubillah' demekle Cenab-ı Hakk'a sığınmak ve halimizle sünnet-i seniyye kalesine dehalet etmekten geçmektedir.
Ahmet Yasin
08-17-2010, 11:58
Bir yığın ayrıntının arasında kaybolmadan şu soruya cevap arayalım: "PKK neden ateşkes ilan etti?" Eğer doğru cevabı bulmak istiyorsak, şu soruya verilen cevapla uyumlu bir sonuca ulaşmamız lâzım: "PKK, 1 Haziran'da neden savaş ilan etti?" Cevap şöyle: PKK kendi taktik hedefleri için savaşı başlattı. Sonra büyük bir direnç ve baskı ile karşılaştı.
Nihayetinde bu baskı ve direnç karşısında diz çöktü ve teslim oldu. Çaresiz, ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. PKK'ya ateşkes ilan ettiren irade, bu örgütün içinden yükselen bir irade değil. Dedikodusu yapılan devlet kanadıyla pazarlıklar da bu ateşkesin sebebi olamaz. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin PKK'ya boyun eğdirecek bir başarısı da vaki olmadı. Uluslararası aktörlerin esamesinin okunabilmesi için, diğer şartlarda bir gelişme olması lâzım. Peki o zaman kim? PKK hangi dirence boyun eğdi? Hangi irade PKK'yı ateşkese mecbur bıraktı?
Bu sorunun doğru cevabı, Kürt sorununun çözümünün anahtarını verdiği için çok önemli ve değerli. O kadar önemli ve değerli ki, barış ve huzur ancak bu doğru cevabın üzerine inşa edilebildiği takdirde hayat bulabilir.
Ateşkes üzerine yapılan tartışmaların çoğu teferruat, sorduğumuz sorunun tek doğru cevabı var: PKK'yı Kürtler dize getirdi. PKK'yı ateşkes ilan etmeye Kürtler zorladı. Kürtlerin iradesi, PKK'yı hizaya getirdi ve şiddeti sona erdirdi. PKK'nın ilan ettiği ateşkesi, Kürtlerin PKK şiddeti karşısında zaferi olarak yorumlamak en doğrusu.
Hangi Kürtler? Bizim veya onların Kürtleri değil. Kürt olmanın varoluşsal bütün sorunlarını gündelik hayatlarında her an yaşayan Kürtler. Kürt olarak var olmak ve yaşamak isteyen Kürtler. Kürt sorununun çözümünü, hayatlarının öncelikli amacı olarak gören Kürtler. Kürt sorunundan yaralı ve çözümün muhatabı olan Kürtler...
Gönülden
08-17-2010, 16:45
İyilik duygusunu vicdanlardan alanlara taşımak zorundayız… İyiliği sadece konuşan, tartışan değil, taşıyan ve yaşayan olma sorumluluğumuz var… Artık iyiliği birebir yaşamanın huzur ve huşusuna talip olmak gerekiyor… Başkasının iyilikleri ile övünmek, avunmak, kendine pay çıkarmak değil… İyilikleri hepten kurum ve kuruluşlara ihale etmek de değil…
Çünkü iyilik bizim için ne bir hobi, ne de bir nostaljidir… Biz vicdanımızı rahatlatmak için de değil… Toplumsal teveccüh, siyasal yatırım olsun diye de bu işi yapmamalıyız… Çünkü biz, Müslüman’ız…
Hesap gününe inanıyoruz… Hesabımızı nasıl kolaylaştırabiliriz? Bizim derdimiz budur…
İmani, insani ve vicdani sorumluluklarımızdan kaçamayız… Ne mazeretlere sığınabilir, ne de erteleyebiliriz…
Modern dünyanın çöllerinde yol arayanlara rehber olmak bize yakışır…
Hasta bedenlere, yorgun yüreklere Lokman olmak bize yakışır…
Çaresizlikler içerisinde çırpınan sessiz çığlıkların kapısını çalan Hızır, biz olmalıyız…
Kaç garibe umut, kaç acize müjde olduğumuzu kendimize tekrar soralım…
Haydutların, haramilerin köşeleri tuttuğu bir sistemde iyilik melekleri olmak bizden beklenir…
Modern dünyanın tüketim çılgınlığına ve hazcı sapkınlığına karşın çağın rabbanileri, ensarileri, havarileri ve dahi sahabileri biz olmalıyız…
İyiliği, erdemi, onuru, merhameti, masumiyeti, insaniyeti, muhabbeti, ülfeti, adaleti, ahlakı, kardeşliği, mertliği, dürüstlüğü, cömertliği biz taşımalı, kısacası insaniyet mektebini biz kurmalıyız…
Dalga dalga büyüyen bir iyilik hareketi yeryüzünü kuşatmalı ve bu ulvi eylemin öznesi ve öncüsü biz olmalıyız…
Kötüler masum yüreklere zakkum ekmeden, biz tuba tohumları ekmeliyiz…
Bugün yeryüzü kan gölüne, ateş topuna dönmüşse… Kirlenme, yozlaşma, çürüme, kokuşma sınır tanımıyorsa nedenini biraz da kendimizde aramalıyız.
Çünkü yeterince iyi olamadık…
Yeterince iyiliği örgütleyemedik…
Kötülüğü önleyecek bir duvar öremedik…
İyiliğin istismarını önleyemedik…
Hatta iyilikten çıkar devşirmeye yönelen ve özenenlerimiz oldu…
Unutmayalım ki yeryüzünün ıslahına talip olacak bir iyilik hareketi inşa edemezsek, kötülükler bir gün bizi de vuracaktır…
Bunun için Bir olana iman ediyorsak, birre ermek için, birlikte hareket etmek mecburiyetindeyiz…
Dünya iyilere ve iyiliğe muhtaç…
Çünkü yeryüzünde kötülük küreselleşti, sınır tanımıyor… Kötülükler yasallaştı, statükonun koruması altında… Artık kötülükler bireysel değil, toplumsallaştı, nesiller tehdit altında…
Evet, kötülüğe tavır almak bir itikadi gerekliliktir…
Biliyoruz ki; kötüler gücünü, iyilerin tepkisizliğinden alıyor…
İyiliğin taşıyıcısı, kötülüğün gidericisi olma fırsatı henüz elimizde…
Öldükten sonra da yaşamak istiyorsak, geriye ölümsüz eserler, kalıcı iyilikler bırakmamız gerekiyor…
O zaman buyurun, kendimize bir iyilik yapalım… Sorumluluk alanlarımıza dönelim…
İyiliklerimizle yüreklere yürüyebiliriz…
İyilik savaşçıları için daha yürünecek çoook yol var…
Ramazan Kayan
rizzelli
08-23-2010, 10:03
Ramazan saadeti...
Ne günlere geldik... Bir zamanlar, daha Ramazan yaklaşırken, irtica haberleri gazetelerimizi kaplamaya başlardı. Sonra her Ramazan’da oruç vukuatları olur/icad edilir, kahraman Türk basını bunları Ramazaniyelik olarak allar pullar, oruç tutmanın zararları, dindarların fenalıkları hanesine yazardı. Oruçluların oruç tutmayanlara saldırısı eksenli “oruç terörü” lafı bile icad edilmişti! Elbette oruç karşıtı “bilimsel” açıklamalar da yapılırdı! Bunları Kenan Evren gibi askerî rütbesi olanlar yaptığı gibi, her türlü doktorluk rütbesi taşıyanlar da yapardı...
Bu sene, şu ana kadar, böyle haberlerle karşılaşmadık. Artık oruçlular, oruçsuzlara saldırmadığından mı, yoksa böyle haberlerin iş yapmadığından mı, bilemiyoruz!..
Tam Ramazan’ın vukuatsız geçeceğini düşünürken, gerçek bir Ramazan vukuatı haberi bütün gazetelere yansıdı. Hem de oruçlularla oruçlular arasında!
D.Mehmet Doğan - Vakit
Gönülden
08-27-2010, 02:04
1) Kanun devleti değil, hukuk devleti olmak için... Adalet, barış, özgürlük, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, katılımcı, çoğulcu ve şeffaf bir yönetim için EVET diyorum.
2) Derin devletten, çetelerden kurtulmak için, darbe olmasın, resmi ideoloji, resmi tarih dayatması olmasın diye..
3) Bunlar olsun diyen partilerin kapatılma tehdidi ile karşı karşıya kalmaması için,
4) Bu taleplerin yasalaşmasını engelleyen Anasaya Mahkemesi’nin yapısının yeniden düzenlenmesi için,
5) Bu fikri savunanların sanık sandalyesine oturtulup cezalandırılmasını önlemek, yargıyı tarafsız ve bağımsız kılma adına HSYK’nın yeniden yapılandırılması için EVET diyorum.
Herkes inandığı gibi yaşayabilsin, düşündüğünü özgürce ifade edebilsin diye, dinî, etnik, ideolojik, politik, felsefi, vicdani kanaat farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşayabileceğimiz, katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir yönetim için EVET diyorum..
6) Bir daha darbe olmasın, darbecilerden hesap sorulsun diye EVET diyorum..
7) Devlet şeffaf olsun, vatandaşın bireysel mahremiyeti korunsun. Seyahat özgürlüğü, mahkeme kararı olmadan sınırlandırılmasın diye, YAŞ dahil idarenin bütün eylemlerin yargı denetimi altına alınması için EVET diyorum.
8) Darbe Anayasası’ndan kurtulmak için, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kazanmak için EVET diyorum.
9) Hakkımda devletin yargı kararı olmadan, fişleme yapması, telefonlarımı dinlememesi, hakkımda andıçlar yayınlanması, devlet içinde çeteler hakkımda planlar yapmasın diye EVET diyorum..
10) Çocuklarıma özgür, saygın, zengin bir Türkiye miras bırakmak için EVET diyorum..
11) Parlemento iradesi üzerinde jüristokrasik bir vasayat uygulamasına HAYIR dediğim için referandumda EVET diyorum..
12) Yargı tarafsızlığı ve bağımsızlığı için bu EVET.
13) Sendika ve toplu sözleşme, emeklilik düzenine yeni açılımlar getirdiği için EVET.
14) Yönetime katılım ve etkin yurttaş denetimi için EVET.
15) YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması için EVET.. Yurtdışında çıkış, dinleme ve fişlenme, kapatılan partilerin milletvekilliklerinin sona erdirilmesine, 2. sendika üyeliğine ve buna benzer daha birçok düzenlemeye EVET dediğim için bu pakete EVET diyorum.
Aslında hiçbir solcu, dün tek tek bunları sorsanız hiçbirine kendileri de HAYIR demezdi. Bu işi AK Parti istiyor diye. Bunlar olursa, arkasından gelecek değişiklikler kendi siyasi gelecekleri açısından risk oluşturacağı için HAYIR diyorlar..
Bir HAYIRın darbeye, darbecilere EVET demek olduğunu, Ergenekonculara EVET olduğunu düşünmüyorlar..
Özgürlük olursa, insan hakları olursa, katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir yönetim olursa, gerçekten Türkiye’nin bölüneceğini düşünenler HAYIR diyor. Onun için Ergenekon’un avukatlığına soyunuyorlar. Ama bütün bu baskı ve zulmün, terörün kaynağı, Türkiye’yi bölünme noktasına getiren şey olduğunu hesaba katmıyorlar..
EVET demek için 40 sebeb sayabilirim. Ama benim her bir EVET’imin arkasında bir HAYIR gizlidir aslında.. Anayasa Referandumuna EVET demek, darbelere, darbecilere, çetelere, derin devlete HAYIR demektir aslında..
Abdurrahman Dilipak
rizzelli
09-03-2010, 00:11
Kürtler cesurdur!..
Son sözüm Kürtler’e... Aynı coğrafyanın insanlarıyız, hepimizde bir “efelenme” hali vardır. “Tehdit” yedik mi, geri çekilmeyiz, üzerine gideriz. Anadolu’nun ortak davranış biçimi... Kürtler cesurdur, tehditten pek hoşlanmadıklarını da iyi biliyoruz. Ve ben sonuna kadar inanıyorum... “Sandığa gitme, gidersen fena yaparım” diyen o zorbaya, sanki düğüne gider gibi sandık başına giderek yanıtını verecektir... Yani “pısmayacaktır...
Ardan ZENTÜRK - star”
Gönülden
09-11-2010, 23:59
Kılıçdaroğlu’nun CHP’si hayır diyecekmiş, biz evet diyeceğiz, neden mi? Çünkü -CHP’de ortalığı karıştıran afişlerinde kullanılan argümanlarla cevap verelim, ne dersiniz- “Ulu önderimiz Mustafa Kemal’i tarihten silmek için Evet..” değil, Atatürk’ün putlaştırılmasına dur demek için EVET!, “Yetim hakkı yemekten dosyaları bulunan Recep beyi kurtarmak için Evet” değil, yetim hakkını gözeten Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıkmak için EVET!, CHP’nin dediği gibi “Bebek katilini kurtarmak için Evet...” değil, Kürt sorununa artık bir son vermek için EVET!, “Parçalanacak topraklarımızda Kürdistan’ın kurulması için Evet...” değil, tam aksine, teröre dur demek için EVET! Kürt kökenli vatandaşlarımıza yapılan zulüm bitsin diye EVET! Ezen devlet değil şefkatle okşayan devlet talebi için EVET! CHP başörtüsü konusundaki baklasını da sonunda şu potla ağzından çıkarıyor: “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi için Evet...” Hani çarşaf açılımı vardı, hani herkese eşitlik vardı, hani herkese saygı en temel insan hakkıydı!. CHP’li kafada hiçbiri yok aslında. Sorun da işte bu zaten! Kırdıkları pot da duble! Sözüm ona tesettüre, çarşafa laf ediyorlar ama bir taraftan da azınlık ayrımcılığı yapıyorlar. –Zannetmeyin ki Müslüman kadının Müslüman olmayan biri gibi görünmesini uygun görmüyor olsunlar, bunun için CHP’nin tamamının biraraya gelmesiyle bile olmayacak genişlikte bir bilgi dağarcığı lazım çünkü. Onların derdi başka!- Oysa rahibe gibi giyinmekte veya rahibe olmakta ne var? Rahibeler de Türkiye vatandaşı değil mi! Bu arada bakıyoruz, Heybeliada Ruhban okuluna hiç değinmiyor CHP, bu konuda ne düşünürler acaba?.. Ve geçenlerde Sümela’da yapılan ayinle ilgili de?.. Neyse biz tekrar tesettüre dönelim ve tekrarlayalım: “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi için Evet...” değil, inancı gereği başını örten Müslüman kadınların insanca muamele görmesi için EVET! Bir daha ve bir daha EVET!
Merve Kavakçı
rizzelli
09-14-2010, 23:57
Milliyetçi HAYIR Partisi, Cumhuriyet HAYIR Part. ve BOYKOTLU Demokrasi Part. toplamı AK Partinin 2007 oranlarına bile ulaşamadı.
Necdet Ünüvar AK Parti Adana Milletvekili
Derin bir sis çöktü dost bilinen dağların zirvesine. Olsun. Bu da sineye çekilebilirdi. Ne var ki bazı dostların attığı gül, başkasının attığı oktan daha yaralayıcıydı. Mesela bir çilenin gereği yurtdışında kalan ve ikamet edilen her saniyede ızdırap çeken bir insan için saygısız bir dille, "Amerika'da niye kalıyor?" dendi. Aslında problem nerede kaldığı değil; canından aziz bildiği ülkesinde bazı karanlık yapıların kirli planlar yapmasıydı. 'Bitirme planları'nı göz ardı ederek sorulan sorular bir zaman sonra hiçbir mümine yakışmayacak ithamlara dönüştü. Ağza alınmayacak sözlerin önüne Devlet Bey geçmeliydi. O civanmertlik MHP liderine yakışırdı. Ne yazık ki olmadı. MHP'ye sonradan gelen ve mukaddes çileden bîhaber seçkinler güruhu, ülkücü hareketi aslî çizgisinden alıp bambaşka bir çerçeveye sıkıştırdı. Oysa bu tarihî akımın ana damarı Türk-İslam ülküsü uğruna "derviş-gaziler" yetiştirmeyi, "Alperenler"i tebrik ve teşvik etmeyi gerektiriyordu...
REFERANDUMDAN ÇIKARILACAK DERS MHP'Yİ İKTİDAR BİLE YAPABİLİR
Referandum öncesi MHP yönetimi maalesef yanlış bir yola girdi. Keşke öyle bir hataya boyun eğmeseydi. Ne gereği vardı ülkücü hareketin çektiği onca çileye aldırış etmeden "darbe anayasasını" desteklemeye? Belli ki bu talep ülkücü camianın içine sinmeyecekti. Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) yanlış kararları ortadayken, "Aman bu yapı aynıyla korunsun!" demek MHP'ye ne kazandırabilirdi ki!. HSYK'daki çarpık yapıyı korumak o yapının mağdurları arasında olan MHP'ye yakışmazdı. YAŞ kararları nedeniyle yüzlerce mağdur insan ortadayken MHP'nin o kararların üst yargıya denetime açık hale gelmesine karşı çıkmasının bir anlamı yoktu. MHP yönetimi kendini inkâr edecek, vicdanları sızlatacak bir karara imza attı ve ma'şeri vicdan bu tavrı benimsemedi. Parti yönetimi bu çelişkileri söylediğinizde maalesef gerçekle yüzleşmek istemedi.
Referandum sonuçlarını iyi değerlendiren bir MHP yönetimi çok doğru bir strateji geliştirebilir. Hatadan çıkarılacak ders sayesinde iktidara ortak olmak bile mümkün. Yeter ki ders alınsın, özeleştiri yapılsın, tabandan yükselen feryada kulak verilsin... Dost uyarılarını dikkate almak yerine referandumdan suçlular listesi oluşturmak; o listenin ön sıralarına "cemaat" ve "Sayın Gülen"i yazmak çok büyük bir hata. Dost acı söyler; ama doğru söyler. MHP özüne dönmeli, varlık nedenini inkâr eden bir yola girmemeli. Ve daha önemlisi, dostlarını incitmemeli!..
rizzelli
09-25-2010, 10:03
Millet binbir ızdırap içinde kıvranırken, onun dertlerine âşinâ olmayan çehreler utansın!
Yıkılan düşünce dünyası, eriyen toplum ve yitirilen nesiller karşısında irkilmeyen ruhlar utansın!
Taş taş devrilip yerle bir olan bir muhteşem medeniyet enkâzı arasında, gözü yaşarmadan, gönlü hoplamadan dolaşıp duran gamsızlar utansın!
Kurumuş sularımızı, bozulmuş bağlarımızı, yıkılmış köprülerimizi, harab olmuş yollarımızı görmeden geçip giden körler utansın!
:utangaç:
Buhranlar Anaforunda İnsan
Gönülden
09-27-2010, 16:09
Modern bireyin özgürlük açılımı artık değerlerden azade olmak anlamına geliyor… Kayıt kural tanımayan, sınır ölçü takmayan insan, dur durak bilmiyor… Geriye gri bir hayat, flu bir dünya kalıyor… Bir insan, nerede duracağını bilmiyorsa, o insandan korkulur…
İşte önemli olan, Allah’ın dur dediği yerde durmaktır… Bu duruşu sürdürecek iradeye sahip olmaktır… Bu bağlamda tüm ilişkilerimizi Allah’a onaylatmamız gerekiyor, çünkü biz O’ndan bağımsız yaşayamayız… Şu an sürdürmekte olduğumuz ilişkiler ağı bizi O’ndan uzaklaştırıyor mu, yoksa O’na yakınlaştırıyor mu? Şunu diyebiliyor muyuz: Bizi O’ndan ırak kılacak tüm yakınlıklar ve yaklaşımlar bizden uzak olsun! Yoksa “çağın gereklilikleridir” diyerek sınırları zorluyor muyuz?
Nice zamandır ortak mücadele zeminlerinden kopan, cemaat ruhundan uzaklaşan insanlarımız ilişkilerinde daha pervasız, duyarsız ve ilkesiz… Çoğunlukla ilgi, sevgi, saygı, sevda, kavga, tercih, itaat, irtibat ve ilişkiler; istikamet ve itidal ekseninde değil menfaat ve maslahat bağlamında gerçekleşiyor… Bu durum dünyevileşen, bireyselleşen ve bencilleşen insanın serencamıdır… Kabaran iştah, yükselen tamah, her şeyi mübah görüyor… “Hamd”i ve “şükr”ü kalmayan insan sarhoş, şımarık ve şaşkın… Hazlar konuşunca, heva ilahlaşınca insan da haddini bilmez oldu…
Ramazan Kayan
Ahmet Yasin
09-29-2010, 20:44
Hanefi Avcı neden Genelkurmay’a gitti?
Dün yaşanan Hanefi Avcı operasyonu, iktidar karşıtlığı üzerinden yürütülen ideolojik kampanyaları alevlendirdi. Avcı’nın kitabı nedeniyle böyle bir operasyona maruz kaldığı algısı oluşturulmaya çalışılıyor.
Oysa üç emniyet genel müdür yardımcısı ve iki emniyet müdürü hakkındaki soruşturmalar, tutuklamalar yaşanırken onların siyasi iktidar veya cemaatle ilgili piyasaya çıkmış kitapları yoktu. Avcı’yı diğer emniyet müdürü dostlarından ayıran en önemli tarafı, kurnazlığıdır.
Devrimci Karargah Örgütü operasyonu kapsamında dinlenen Nejdet Kılıç’la görüşmelerinin dinlemeye takılması üzerine, anı kitabına cemaat bölümünü eklemesidir. Kitabı kendisine “zırh” yapmaya çalıştı, bu sayede olası bir operasyondan kurtulabileceğini umdu ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Ancak, kabul etmek gerekir, diğer müdürlere göre kitap sayesinde kendisine kamuoyu desteği bulmayı başardı. Atatürkçü Düşünce Derneği ve İşçi Partisi sempatizanları Avcı’nın kitaplarını dağıtarak böyle bir algının oluşmasına katkıda bulundular. Kitabının yazımına emek harcayan bazı gazeteciler de gönüllüğü avukatlığına soyundu.
Kafalar karışmasın, zihinleri bulandıran bir iki soruya da cevap vermek gerekir. Soruşturmayı yürüten savcılık, Avcı’ya 27 Eylül pazartesi günü saat 12.00’ye kadar ifadesini vermek üzere süre tanıdı. Avcı ise sivil savcılığın bu çağrısına uymak yerine gizli bir şekilde Genelkurmay’a giderek askeri savcı Yavuz Şentürk’le görüştü, Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu da bu görüşmede hazır bulundu. Avcı’nın sivil mahkemedeki soruşturmaya direnerek askeri savcılığın yolunu tutması, üstelik bunu gizli şekilde yapması, manidar.
Sizce neden?
Şamil TAYYAR-Stargazete.com
Çocuğu olmayan, işi rast gitmeyen, ticareti kesada düşen herkes kabahati cemaatte buluyor. Suçlular da cemaatle aralarında bir husumet uydurarak kurtulmaya çalışıyor. Eskiden 'Atatürkçüyüm o yüzden üzerime geliyorlar' cümlesi çok yaygındı. Şimdilerde moda cemaat düşmanı olmak. Cemaatin tekerine çomak soktuğu için hakkında fezleke düzenlendiğini ve yargılama yapıldığını iddia eden ne kadar çok insan var! Haklarındaki suçlamaların hiçbirine cevap vermeye yanaşmıyorlar, varsa yoksa cemaat. Suç işleme ayrıcalığı kazanmak için cemaat düşmanlığı yapmak yeterliyse bütün arsızlar hırsızlar sıraya girsin.
Karşıtlıklardan, düşmanlıklardan beslenen milliyetçiliğin boyu çok büyümez. Bizim Cumhuriyet'in ulus devlet projesinin formüle ettiği milliyetçilik, korkularla içe kapanan ve herkesi düşman gören ve milliyetçilik deyince Yunan'a, Ermeni'ye kin gütmeyi anlayan kısır bir anlayışı ifade ediyordu. Bugün Türklük yedi bağımsız devletin bayrağı ile temsil ediliyor. Değişen dünya dengeleri Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da Osmanlı'nın yarım bıraktığı işi Türkiye'nin önüne koyuyor. Kısaca Osmanlı gibi büyük düşünmek ve büyük işlere kalkışmak gerekiyor. Savunmacı, karşıtlıklar ve düşmanlıklar yaratıcı dar bir milliyetçiliğin yerine özgüveni ile korkusuzca ilerleyen ve düşmanlıkları çözerek herkes için kurtarıcı mertebesine yükselen emperyal bir vizyona ihtiyacımız var.
Yeryüzünün en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan bu topraklarda, en sonra gelen sakinler bizleriz. Kimsenin bu topraklardan bizi söküp atmaya gücü yetmez. Üç milyonluk nüfusa sahip Ermenistan'ı Türk milliyetçiliğinin anlam dünyasına taşımak bu topraklarda yaşananları hafife almak ve ufkumuzu daraltmak demektir. Büyük milletler böyle küçük işlerle uğraşmaz. Akdamar Kilisesi'nde Ermenilerin ayin yapması, sadece bizim büyüklüğümüzü ve özgüvenimizi kanıtlar. MHP ideolojisi, Türk milliyetçiliğinin önemli yapı taşlarından biri. Milliyetçiliğin cumhuriyeti aşıp Osmanlı'nın ufuklarında at koşturmaya ihtiyacı var. Öyleyse soralım: Osmanlı gidip Ani'de cuma namazı kılar mıydı?
Gönülden
10-04-2010, 00:42
Yıllardır “demokratik hak ve hürriyetleri” tartışan Türkiye, demokrasisini bir türlü sağlam zemine oturtamıyor...
Çünkü milletle devletin istikametleri farklı... Milletin yüzü kıbleye, devletin yönü Batı’ya dönük! Bu yüzden devlet (yani bürokrasi) vatandaşa güvenmiyor.
Kimse de dönüp, “Osmanlı ceddimiz millet-devlet ilişkisini nasıl yürütmüştü?..” diye bakmıyor.
Bu konuda yabancı gezginlerle diplomatların kayıtlarından yola çıkarak bir derleme yaptım: Umarım politikacılarımıza ışık tutar.
•
• Osmanlı bir “Töre Devleti” kurmuştu. Başta Padişahlar olmak üzere, “Kanun-u Kadim”, özetle “töre”, herkesi bağlardı. Hiç kimsenin kudret ve kuvveti “mutlak” değildi. Özellikle padişahlar denetim altındaydılar ve kanunlarla törelere uymak zorundaydılar.
• Padişahlar savaş ve barış ilanı hakkından bile mahrumdular. Bunun için ulemanın onayını almak zorundaydılar. (Sultan Dördüncü Mehmed, Macaristan savaşını bu yüzden erteleyememişti).
• İsrafa ve sefahate meyleden padişahlar, ulema fetvasıyla halledilirdi (Tahttan indirilirdi). Avrupa’daki gibi istibdat ve mutlakıyet yoktu, insanlık vardı.
• Osmanlı Devleti, insan, hayvan ve bitkiye yönelik hizmetler üreten büyük bir hayır kurumuna dönüşmüştü. Padişahlar bu büyük hayır kurumunun garsonlarıydı!
• Yükselme devrinde padişahların şeyhülislâmları görevden alma yetkileri yoktu, ama şeyhülislâmlar padişahları azletme yetkisine sahiptiler.
• Osmanlı devlet sistemi, pek çok yabancı düşünürün tetkik ve tescilinden geçtiği üzere “mutlakıyet” değil, insanı merkez alan ve insana değer veren bir yapı idi. Sıralamada “önce devlet” değil, “önce insan” gelirdi. Devlet ve her şey insanları mutlu etmek içindi. Bu temel prensip tartışılmazdı.
• İnsanı merkez alan anlayışın kaynağı Kur’an’dı. Kur’an hükümleri zulüm ve istibdat meyline karşı en büyük engeldi. Bu yüzden padişahlar ve yöneticiler zulmü bir yöntem olarak benimsememişler, bu yoldaki bazı münferit hareketleri ise şiddetle cezalandırmışlardı.
• Her padişah, tahta çıkar çıkmaz, Kur’an’a ve töreye bağlı kalacağına yemin eder ve yeminine sadık kalırdı. Bu husus şeyhülİslâmlık müessesi tarafından denetlenirdi.
• Halkın iradesi padişahın nüfuz ve kudretinden üstündü. Bu yüzden padişahlar zaman zaman kıyafet değiştirip halkın içine karışır, talep ve değerlendirmeleri birinci ağızdan öğrenmeye özen gösterirlerdi.
• İşte bütün bunlara dayanarak, Sultan Birinci Mahmud devri reis-ül-küttablarından (dışişleri bakanı diyebiliriz) Emârzâde Hacı Mustafa Efendi, Fransız Sefiri Marquis Villeneuve’e şöyle diyordu: “Aslına bakarsanız, Osmanlı Devleti, adı henüz konmamış bir cumhuriyettir.”
• Osmanlılarda en nüfuzlu insan padişah değil, şeyhülislâmdı. Şeyhülislâmın herhangi bir kararına padişahın itiraz etmesi söz konusu bile değildi.
• Osmanlı Devleti’nde, bugünkü anlamda olmasa bile, bugüne yakın anlamda “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttu. Padişah, idari işlerde hükümete karışamaz, tahakküm edemez, yalnızca tavsiyelerde bulunabilirdi.
• Avrupa’da hiç bir insan hakkı yokken, Osmanlı’da padişahların ve diğer yöneticilerin, insan haklarına riayetleri mecburi idi. Bu husus diplomatik belgelerden anlaşılmaktadır ki, bu da zaten inanç temellidir: Çünkü insan haklarına riayetsizlik kul hakkını gözetmeme anlamına gelir.
• Halk, padişahı açıktan açığa tenkit etmek, devlet ve hükümet adamlarını alaya almak hakkına sahipti. Vaizler vaazlarında, halk hatipleri meydanlarda tenkit hakkını kullanırken, zabıta müdahale etmez, özgürce konuşurlardı (Bunun sayılamayacak kadar örneği var).
• Padişahlar yalnız Müslüman milletin değil, yönetimi altında bulunan gayrimüslim milletlerin de hakkını-hukukunu muhafazaya mecburdu.
• Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan insanların dinlerini özgürce yaşama hakları mevcuttu. Kimse onlara baskı yapamaz, kimse kem gözle bakamaz (Fatih’in “Amannâme”si), kimse onları aşağılayamaz ve asla kınayamazdı.
• Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdü: “İnsan hürdür, ama Abdullahdır (kuldur)” prensibi geçerliydi.
• Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta” idi (haklıysan kuvvetlisin anlayışı)...
• Osmanlı’da “Üstünlerin hukuku” değil, “hukukun üstünlüğü” geçerliydi. Padişahlar bile kadılara (adliyeye) karışamazdı. Hatta gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahkum olurdu (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi davasında olduğu gibi).
•Osmanlı’da devlet başkanları (padişahlar) hükümete sadece tavsiyelerde bulunabilir, talimat veremezlerdi... (Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam [yürütmenin başı=Başbakan] müstakil olup umûr-u saltanata [devleti yönetme biçimine] kimse müdahale etmezdi.”)
Ders olsun!
Yavuz Bahadıroğlu
Gönülden
10-04-2010, 17:53
Fıtratsız insan, vicdansız dünya demektir…
Fıtrat medeniyetinin yerini şimdilerde Batı’nın nefsi emmare uygarlığı aldı… Evet, fıtratı bozuklar, fıtrata savaş açtı… Fıtratla oynayanlar, şeytana uyanlardı…
Fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalınca insan olunmuyor, insaniyet gelişmiyor… İnsanın çamurlaşma süreci daha bir derinleşiyor…
Velhasıl, fitne rejimleri, şer odakları, nifak mihrakları insanı bozdu, ruhu kirletti… İnsanın özüne yönelik sanal suikastlar, yasal baskılar, seküler saldırılar, modern tuzaklar bir türlü bitmek bilmiyor…
Resmi ideolojilerin beyin yıkama yöntemleri, fıtrat yıkımına neden oldu…
Genetiği bozulan, geleneği yok olan insanın, geleceği de karanlık…
GDO’dan sonra yeni tehdit insanın DNA’ sına yönelik…
Fıtratın imha ve ifsadı tüm iğrençliklerin, utançların, ilençlerin nedeni… Şakilesi bozulan, şirazesinde çıkan insan kötülüğün odağı oldu…
Homoseksüellik, ensest ilişkiler, estetize edilen günahlar, sınır tanımayan haramlar neyin habercisi? Ya da neyin sonucu?
Gittikçe yaygınlaşan kadının erkekleşmesini, erkeğin kadınlaşmasını başka türlü nasıl izah edeceğiz?
Şimdi insanın kurtlaşmasını normal görebilir miyiz?
Değersizleşen ve duyarsızlaşan insanı nereye oturtacağız?
Zulme tepkisiz, münkere duyarsız, şerre aldırışsız insanın sorunu fıtridir, marazidir…
Bu nedenle en büyük fitne, fıtratın tahrif, tahrip ve tağyirini hazırlayan fitnedir…
Peki, bu kadar vurgudan sonra sormak gerekmiyor mu, fıtrat nedir?
Hayatı anlamak için önce fıtratı anlamak gerekiyor… Hayatın anlamı, fıtrata göre yaşamaktır…
Fıtrat; Allahu Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır…
İnsanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan, yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunları vardır, ona fıtrat diyoruz…
Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibari ile insanın lekesiz, temiz, İslam’a ve imana müsait bir hüviyete sahip olmasıdır…
Fıtrat; var olan her şeyin ne hikmetle yaratıldığını yani o varlığın doğasını ifade eder…
Fıtrat, insanın heva ve heveslerinden dolayı bozulmadan önceki saf halidir...
Kâinatın Allah’ın fıtratı üzere işleyişi İslami dilde adetullah, sünnetullah, fıtratullah ifadeleri ile isimlendirilmektedir…
Fıtrat, nimettir…
Fıtratı anlamak yetmiyor. Önemli olan fıtratı doğru okumak ve onu güzelce korumaktır... Adem olmanın yolu budur, istikameti bulmanın şartı budur…
Fıtratı, tutkulardan, tutsaklıklardan, içgüdüsel dürtülerden, geleneksel şartlanmışlıklardan, toplumsal baskılardan, yasal dayatmalardan, modern şımarıklıklardan korunmak zorundayız…
Fıtrat üzerinde çevrenin dönüştürücü gücünü basite almamak lazım... Çevre temizse fıtratta temiz kalacaktır…
Fıtrata aykırı rejim, ideoloji, sistem, kurum, yapı, eylem, söylem yöntem merduttur, diyebilmek…
İnsanın beden toprağına yüklenen fıtrat tohumu, vahiy yağmuru ile buluştuğu zaman insan hem neşet eder, hem de netleşir…
Evet, fıtratın Fatır-ı Mutlak ile mutabakat halinde olması şarttır. Vahiyden ışığını, ısısını, suyunu, havasını almayan fıtrat çürümeye mahkûmdur. Bu bağlam da yapılması gereken; Allah’ın boyasına boyanmaktır… Kuran ahlakı ile ahlaklanmaktır… Sünneti seriyyenin disiplinine girmektir…
Hanif durmanın, halis kalmanın, halife olmanın yolu budur… İmam, varis, şahit olmanın şifresi fıtratta saklıdır…
Bize düşen görev: fıtratı tercih etmektir… Onu takva örtüsü ile korumaya almaktır… Takva azığı ile beslemektir…
Fıtrat boşluk kabul etmez… Fıtrata hangi korkuları, sevgileri, bilgileri yüklerseniz öyle şekillenir. Bunlar fıtri temayüllerdir… Bunlar Allah için olursa kişi Allah ile barışık olur, bozuşmaz… Ayrıca vaftiz gerekmiyor, yeter ki; fıtrata vefa olsun, mutabakat ve muvafakat bozulmasın…
Ramazan Kayan
Özgür Çağrı
10-04-2010, 18:05
Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.
Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.
Üniversite öyle bir yerdir.
Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.
“Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam” diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?
Burası zorba bir ülke.
Küstah bir yönetim var burada.
Herkese, her şeye karışıyorlar.
Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.
Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.
Zorbalık budur işte.
Küstahlık budur.
Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.
Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.
Arapça “seçmeli ders” olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.
Niye?
Başörtülü kız üniversiteye giremez.
Niye?
Alevi’nin ibadethanesine ibadethane denilemez.
Niye?
Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.
Ve, buna inatla devam etmek istiyor.
Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?
Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?
Koca koca adamların “kızların saçının ne kadarı görünsün” diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?
Kız çocuklarını bir “saçmalığa” kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?
Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.
Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.
Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara’ya haykırmalılar:
Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?
Sana ne?
Ahmet Altan
Gönülden
10-06-2010, 15:10
Günümüzde her yerde, her toplumda; tarihin yerine geçen, ya da tarih gibi sunulan mitolojiler, milliyetçiliklere hayat veriyor. Her toplumda, maalesef tarih, ideolojik/poli*tik çıkarlar doğrultusunda bir propaganda aracına dönüştürülüyor. Siyasal, ideolojik, tarihsel mitlere inanan toplumlarda tarihin yol göstericiliğine, tari*hin hakemliğine itibar edilmiyor. Her hangi bir toplumda milliyet*çiliklerin yükselişi, o toplumda gerçek bir tarih bilinci, kültürü, felsefesi oluşmadığını gösterir. Tarih bilincine sahip olmayan toplumlarda geçmiş, bir bilinçten çok, bir turizm nesnesine, bir tüketim nesnesine dönüştürülür ve ticarileştirilir. Tarihsel hafı*za kaybına maruz bırakılan toplumlar, Türkiye Örneğinde görülebi*leceği üzere, Ermenileri, Rumları, Kürtleri içermeyen, bu topluluk*ların öykülerini içermeyen bir tarihe mahkûm edilirler. Tarihi ide*olojik olarak tasarlayanlar, tarihi niceliksel olarak kurgularlar. Tarihin niceliksel olarak yorumlanması demek, toplumların bu tür tarihe ancak sayılar halinde katılmaları demektir. Yalnızca bir halkın, bir toplumun, bir ideolojinin yararlarını/çıkarlarını göze*ten bir tarih yaklaşımı düşünülemez. Tarihin ideolojik anlamda okunması, ırkçı anlamda okunması, tarihin kirletilmesi anlamına gelir. Böylesi bir tarih yaklaşımıyla hiç bir zaman hakikate ula*şılamaz. İdeolojik yaklaşımlar, ırkçı yaklaşımlar/gerekçeler gerçek sorunların üzerini örter, gerçek sorunları göz ardı eder. İdeolojik gerekçeler, -Türkiye'de her dönemde yaşandığı gibi- ideolojik/doktriner kesimleri meşru olmayan arayışlara/eylemlere sevk eder.
Atasoy Müftüoğlu
Kıssadan çıkartılacak hisse şuydu: Resmî dilimiz olan Türkçenin gerçek gücü ve güzelliğinin Kürtçe eğitimin yasaklanması ile bir alâkası yok. Dile hâkim olmayanların, Türkçenin inceliklerine vâkıf olmayanların Kürtçe eğitime karşı çıkmalarının da hiçbir anlamı yok.
Türkçe, potansiyelini gerçekleştirmiş ve zirvelerde dolaşmış bir medeniyetin dili. Çevresindeki her şeye korkuyla bakan, bölünürüz diye farklı dilleri şeytan gibi taşlayanların kuru ve dar dünyası, Türkçeyi de ancak kullanabildikleri düzeye hapsediyor. Resmî dil işte o zaman mahvolur. Neden Türkçenin karşı konulmaz gücüne güvenmiyorsunuz? Yahya Kemâl'in, Tanpınar'ın, Orhan Pamuk'un güzel Türkçesi, ana dili Türkçe olmayanların da katkısı ile bu mükemmel kıvamı buldu. Kürt yazarlar el'an katkıda bulunmaya devam ediyorlar. Peki biz neden onların dillerini kanun ve polis engeli olmadan geliştirmelerine fırsat ve imkân tanımıyoruz?
Kur'ânTalebesi
10-08-2010, 20:27
Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce ondan su istemiş. Bedevi devesinden inerek ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış:
- Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!
Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraklayıp, bu sözün nedenini sormuş:
- Eğer anlatırsan, demiş bedevi, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.
Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık. Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı. Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı…
Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle…
(ç/alinti)
Bir de anahtar arıyormuş gibi yaparak fitne çıkaracak türden fikir yürütenler var. Neymiş? 'Beyaz Türkler'le AK Parti'nin uzlaşması için 'cemaat iddialarının' AK Parti tarafından Meclis'e taşımalıymış. Kimse kusura bakmasın ama bu, habercilikten çok ihbarcılığa benziyor ve bu düşünceyi pompalayanlara da yakışmıyor. Bir yanda yargı huzurunda ilişkilerini anlatamayan ve "Delilim yok ama delilin adresini biliyorum." diyerek suç ve suçlu icat eden birisi; diğer yanda benzer suçlamalarla defalarca karşı karşıya kalmış, yargıdan aklanarak çıkmış bir kitle. Adalet huzurunda hesap vermekte zorlanan kişi maalesef ilişkilerini izah edemiyor. Tam bu aşamada hükümete çağrı yapmanın ve dahi zanlıya her türlü destek veren meslektaşlarını yüceltmenin anlamı ne? Şeffaflaşmak mı? Tamam; Meclis'e bir önerge daha verilsin ve vaktiyle hangi gazetecilerin Genelkurmay'a sık sık gittiği, hangi darbeci ve cuntacıların özel isteğine uygun yazılar kaleme aldığına dair bir araştırma başlatsın Meclis. Eminim yakın tarihe ışık tutacak ve bu arada hem 'Beyaz Türkler' hem de 'Siyah Türkler' (böyle bir ifadeyi ironi için bile olsa yazmaktan utanç duyuyorum) bazı bilgilere ulaştıracaktır. Sözü uzatmaya gerek yok; Hoca Nasreddin haklı. Karanlık mekânda kaybettiğini apaydınlık bir ortamda arayarak hedef şaşırtanlar gözlerini kapayarak sadece kendilerine gece yapıyorlar. Kimin bu millete ne kadar hizmet ettiğini bu ülkenin insanı gayet iyi biliyor. Ve şükürler olsun ki, vicdanlar daha çürümedi...
Gönülden
10-12-2010, 16:55
Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve "öteki" dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bariz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...
Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.
Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zalimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu hâline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...
Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zalimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.
Gönülden
10-12-2010, 16:55
Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve "öteki" dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bariz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...
Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.
Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zalimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu hâline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...
Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zalimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.
Kendine medenilik atfeden insanlığın virüslü halini sevgili hocamız çok güzel ifade etmiş teşekkürler sevgili Canan.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin önceki gün Bamteli'nde söylediklerini dinleyince bunlar geldi aklıma. Kendisi hakkında ortaya atılan 'sızma' iddialarını cevaplarken Hocaefendi, 'bir insanın kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denemeyeceğini' ifade ediyor. ''Teşvik edilen insanlar da, o müesseseler de bu ülkeye ait. Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz, hakkıdır girer oraya.'' diyor.
Bu toplumun ekser çoğunluğunun, ana unsurunun devlette görev almasını sızma olarak nitelemek çok eski bir zihniyetin yansımasından başka bir şey değil. Bu eski devlet kafasında, devletin etrafı özellikle iç düşmanla çevriliydi. Dolayısıyla ülkenin içinin düşmanla dolu olduğunu kabul eden anlayış, bu ülkedeki bütün problemlere de kaynaklık etmekten başka bir işe yaramıyordu. İç enerjiyi tüketen, toplumsal barışın zedelenmesine neden olan bütün problemlerin kaynağında da bu anlayış, yani milleti düşman olarak gören zihniyet yatıyordu. Biz bu ülkenin ana unsuruyuz. Bu devlet de, başta ana unsur olmak üzere bu ülkede yaşayan herkesin devletidir. Artık devletin milleti değil, milletin devleti vardır. Bu anlayış hakim olduğu ölçüde de, bu ülkede iç kavgaları besleyen hiçbir şey var olamayacaktır.
Gönülden
10-13-2010, 18:16
“Referandum süreci”nde zırt-pırt kameraların karşısına çıkıp, “siyasi açıklamalar” yapan, bu “HSYK üyeleri” değil miydi?..
O GÜNLERDE SÖYLENENLER
Buyrun, hafızalarımızı tazeleyelim...
HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, o günlerde kameraların karşısına geçiyor ve aynen şunları söylüyordu:
¥ “Yargının sorunlarına yanıt vermekten uzak, yargı içinde büyük sorunlar yaratacak ve öyle sanıyorum ki yargıdan kamuoyunun, milletin beklediği çözümlere çok uzak olan bir metindir... Kusura bakmayın ama, yüksek yargı ile dalga geçiyorlar!”
¥ “Taslak, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Taslak yargı bağımsızlığını, tarafsızlığını ve güvencelerini tahrip etmeye yöneliktir.”
¥ “Taslak metinde yargının idari ve mali yönden bağımsızlığı dikkate alınmamıştır. Tam tersine idareye bağımlı bir kurul yaratılmaya çalışılmıştır. Yargı reformu adı altında yapılan çalışmalardaki stratejinin yargı reformu olmadığı, tam aksine yargıyı ele geçirme stratejisi ve taktiği olduğu her türlü kuşkudan uzak bir şekilde gayet net ve açıkça anlaşılmıştır.”
¥ “Kuvvetler ayrılığı ilkesi Evren tarafından bile muhafaza edildi. Şimdi bundan daha geriye döndürülmeye çalışılıyor. Bu ne kadar inandırıcı, takdiri size bırakıyorum.”
¥ “Pakistan’da 1995’te darbe sonrası yeni anayasa hazırlandı. Yargıçlar ise topluca istifa etti. Türk yargıçlar, onlardan daha az duyarlı değildir.”
Peki, “bağımsız” ve “tarafsızlık”tan dem vuran bir hukukçu, bu kadar “taraf” olabilir mi?..
HSYK, o dönemde “resmen taraf” oldu ve “Hayır” cephesinde yer aldı...
Başbakan Tayyip Erdoğan, o süreçte bunlara seslenip, diyordu ki;
“Eğer siyaset yapmak istiyorsanız; cüppelerinizi çıkarın, bir siyasi partinin şemsiyesi altına girin, ne diyecekseniz, orada deyin!.. Çünkü, bu siyasi çıkışlarınızla yargıyı yıpratıyorsunuz!..
Makamlarınızı, koltuklarınızı ve rütbelerinizi siyaset aracı olarak kullanmayın!”
Ne oldu sonunda?..
Türk Milleti, “Türk Milleti Adına” karar veren yargıya dedi ki;
“Siz, kendi işinize bakın!”
Öyle ya;
“Hükümet’e yetki” veren de millet, “yargı”ya yetki veren de... O halde, tartışılan ne, paylaşılamayan ne?..
Millet, “yeni bir anayasa” yapmış mı?..
Yapmış!..
Bu durumda, “yetki”lerini “milletin yaptığı Anayasa’dan alanlar”ın yapması gereken ne?.. “Milletin kararına saygı” göstermek değil mi?..
Peki, “HSYK üyeleri”nin yaptığı ne?..
Önceki günkü “istifalar”ın tek bir anlamı vardır: “Biz, milleti takmıyoruz!”
Paşa keyifleri bilir!..
Ama, “istifa” kararını açıklarken; “Elimiz-kolumuz bağlandı... Bir iş yapamıyoruz” demelerinin “şov”dan öte bir anlamı yoktur.
KİM ÇALIŞTIRMIYOR?
Yaptıkları, “dört dörtlük şov”dur, çünkü, adama sorarlar;
“Referandumdan önce mi iş yapamıyordunuz, referandumdan sonra mı?”
Öyle ya;
“Yaz kararnamesi”nin görüşüldüğü 14 Ağustos tarihine kadar “iş” yapıyordunuz!.. 14 Ağustos’tan sonra mı “iş yapamaz” oldunuz?.. O günden bu yana “ne değişti” ki, eliniz-kolunuz bağlandı?..
“Çarpıtma” yapmak yerine, millete niye “gerçeği” söylemiyorsunuz?..
Desenize millete;
“12 Eylül’de, sen kararını verdin ve HSYK’nın yapısını değiştirdin!.. Yeni anayasa ile HSYK’nın üye sayısı 21’e çıktığı için, bizim toplantı yeter sayımız yeterli değil... Dolayısıyla, toplanamıyoruz... İş yapmak istesek de yapamayız, çünkü yeni Anayasa buna imkân vermiyor!”
Şu hâle bakın;
“Türk Milleti Adına” karar verme makamında bulunanlar, “Türk milleti”ne bu gerçeği açıklamıyor da, hâlâ “siyaset” yapıp, güya Hükümet’i suçluyorlar!..
Ama, millet yutmaz bunları!..
O ZAMAN ÇALIŞIYORDUNUZ!
Döner ve sorar HSYK üyelerine:
“Bugün çalıştırılmamaktan şikâyet edip Hükümet’i suçlayan sizler; sırf Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner için tutuklama kararı verdiler diye, Erzurum’daki hakim ve savcıların yetkilerini almadınız mı ellerinden?..
O zaman çalıştırılıyordunuz da,
Şimdi mi çalıştırılmıyorsunuz?!?..
Söyleyin hele;
İlhan Cihaner’i nasıl kurtardınız?..
Çekinmeyin, söyleyin;
Ergenekon sanıklarını tahliye ettirmek için hakimleri izne gönderen, izindeki hakimleri geri çağıran, nöbetçi hakimlerle iş bitiren kimlerdi?”
Milletin ağzı torba değil ki, büzesin!.. Millet konuşur ve işte böyle sorular sorar!..
Dahasını da sorar;
“İş bitirme”ler esnasında ne Adalet Bakanı karıştı sizlere, ne Adalet Bakanlığı Müsteşarı!.. O zaman “çalışan” HSYK üyelerinin, bugün “Çalışamıyoruz” demelerinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur!..
AMAÇ KOLTUK!
Bunun bir tek izahı vardır;
“Koltukları kaptırmamak!”
Evet evet; “istifa”ların asıl amacı, “koltukları kaptırmamak”tır!..
Öyle ya;
HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, zaten “53 gün sonra gidecek”ti!.. Musa Tekin’in ise “sadece 4 günü” kalmıştı!.. “İstifa” eden diğer “üyeler”in de “yedek üyeler” olduğunu hemen belirtelim.
O halde, “Niye istifa ettiler?” sorusunun cevabına yeniden bakalım:
Efendim;
15 ay sonra “yüksek yargı”da seçimler var... Yargıtay Başkanlığı ve Danıştay Başkanvekilliği için seçim yapılacak... Bu seçimlere “girebilmek” için ne yapmak lâzım?.. Elbette “istifa” etmek!..
“HSYK’daki görev süreleri zaten dolduğuna” göre, hiç olmazsa şanslarını Yargıtay ve Danıştay’da denesinler!.. Kimbilir, belki de “boşalacak koltuk”lardan birine oturabilirler veya “istedikleri bir adayın seçilmesini” sağlayabilirler!..
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum:
Eğer 15 ay sonraki seçimde Yargıtay Başkanlığı’na Kadir Özbek’in, Danıştay Başkanvekilliği’ne de Suna Türkoğlu’nun seçildiğini duyarsanız, hiç şaşırmayın!..
Sizin anlayacağınız;
“İstifa”ların altında yatan asıl sebep budur!.. Yani, sebep; “çalışamamak” değil, “çalışma”yı Yargıtay ve Danıştay’da sürdürmek!..
Niyet budur, hedef budur!..
Siz o günü bekleyin!.. Göreceksiniz!..
Maksat, “T.S.E. yapılanması” devam etsin!..
Gerçeker’in yerine, Kadir Özbek!..
Nasıl; “yakışır” değil mi?!?..
Hasan Karakaya
Hüdaverdi
10-14-2010, 22:35
Türban değil, başörtüsü hocam
Son süreçte kendine “it” diyen üniversite hocasıyla gündeme gelen arkadaşım bugün derse örtülü giriyor. Sabahtan ve öğleden sonra dersi vardı. Hepimiz dua ettik gitmeden. Sabahki hocası hiç sesini çıkarmıyor. Öğleden sonraki derse de daha önce şapka taktığı için her derste tutanak tutmayı geleneksel hale getirmiş bir hocası giriyor. Arkadaşımı karşısında bu kez şapkalı değil de başörtülü görünce “Şapkadan örtüye mi terfi ettin?” diyor. Sonra “Elimize henüz bir yazı gelmedi. Bize bir yazı gelinceye kadar ben de tutanak tutmak zorundayım” diyor. Arkadaşım da “Tamam hocam, tutun” diyor. Hoca tutanağa “Derse türbanla girdi. Uyardım, çıkarmadı” yazınca arkadaşım “Hocam lütfen düzeltin. Ben türbanla değil başörtüsüyle girdim” diyor ve hoca parantez açıp başörtüsü diye ekleme yapıyor. Daha sonra hoca tutanağı tüm sınıfa imzalatıyor. İşlem bitince arkadaşım da “Hocam, ben de şimdi sizin hakkınızda tutanak tutacağım” diyor ve o da tutanağını tutuyor. Aynı hocanın yaptığı gibi tüm sınıfa imzalatıyor. Bu arada hoca “Ben de senin tuttuğunu okuyabilir miyim?” diyor ve okuyor. Arkadaşım da “Hocam isterseniz siz de imzalayın” deyip imzalattıktan sonra derse başlıyorlar. Bunları yazarken arkadaşım yanıma geldi ve “Artık eşarplarımızı düzgün seçmemiz lazım. Bundan sonra okula eşarpla gireceğiz” dedi:) Hepimiz çok mutluyuz. Hakkımızda tutulan tutanaklar ve direniş hayırlara
vesile olacak inşallah.
(İzmir)
-Şayan-ı takdir olan odur ki, amatörce düşünen halkımız, çok defa elit sınıftan daha isabetli kararlar vermiştir. Onun için, demokrasiyi de ilk defa onlar alkışlamış, omuz verip onu biraz daha ileriye onlar götürmüşlerdir. Kendi oylarını beş on tane sayıp başkalarını cahil ve bir şeyden anlamaz görenler öyle göredursunlar, halkımız bu referandumda bir kere daha isabetli karar vermiştir. Bu sebeple netice, hiç kimsenin telkinine değil, milletimizin firaset ve basiretine verilmelidir..
-Referandum lehindeki mülahazalarımı açıkça ifade etmeyi bir vazife saydım. Çünkü, faydalı olacağına inandığım bir işi yapmazsam, ötede Allah'a hesap verme ve Peygamber Efendimiz karşısında mahcup olma durumuna düşerim; boynum bükülür ve ezilirim. Ülkem, milletim ve mefkurem adına yararlı olduğuna inandığım bir mevzuda suskun kalmam dilsiz şeytanlık olur.
-Ben öz be öz Anadolu çocuğu, bu milletin düz bir ferdiyim. Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine, sızma denmez! Çünkü teşvik edilen insanlar da, teşvik edildikleri o müesseseler de yine bu ülkeye aittir. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer, hariciyeye de... Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar, böyle iddialarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdirler..
-Artık ideolojiler neyi emrederse etsin, keşke bir de kinin, nefretin, söylenen her söze bir laf yetiştirmenin yerine, "Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek" diyen Yunus edasıyla birbirimize kucak açmaya çalışsak...
-Zaten vifak ve ittifak, tevfik-i İlahî'nin vesilesi, ihtilaf ve iftirak da İlahi yardımdan mahrumiyetin bir gerekçesidir. Hayırlı hizmetlerin dahi bereketini silip götüren ihtilaflı davranışlardan mutlaka kaçınmalı; böylece fiili bir dua ile Kalblerin Sahibi'ne yönelerek O'ndan topyekun gönülleri yumuşatmasını dilemeliyiz." Evet, büyüklerin sözleri, sözlerin büyükleridir.
Kur'ânTalebesi
10-31-2010, 20:21
Başörtülülerin çok yüce gönüllü oldukları fikrindeyim. Yıllar geçti hala onlardan hiçbir zarar görmedik. Ne kafamıza taş attılar, ne yollarda bize hakaret ettiler, ne de yemeklerimize ilaç koydular. Sıfır. Şaşılacak denli sabırlılar. Yalnızca bir-iki protesto gösterisi, hepsi bu. Dinamit yok, sopa yok, zehir yok. İnanamıyorum yani. Bir insanı bu kadar kışkırtın, bu kadar üzün, millete faydası dokunacağı halde engelleyin, hırpalayın aşağılayın o da sizin suratınıza uçan tekme atmasın ? Hala güler yüzle, anlayışla, kibar bir ifadeyle konuşmaya, bizim gibi barbar şebeklere laf anlatmaya çalışsın. Hz. Eyyub sabrı var başörtülülerde. Ben böyle olgunluk, böyle leydi nezaketi görmedim. Her biri bir prenses asaletiyle hareket ediyor. Ben anında cadılığı ele alırdım. Yetkililere sabun büyüsü falan yapardım. Yarasa kanı kaynatırdım. Paspasa kaplan kemiği çakardım. Şaka bir yana, bu ne be kardeşim.
| Murat Menteş
Kur'ânTalebesi
11-02-2010, 21:07
Kaç paralık adamsın?
Ben dahil herkes, ama herkes bu soruyu tam da bu günlerde sormalı kendi kendine. “Kaç paralık adamsın?” demeli. Eğer hâlâ, vicdanının üzerini kalın bir perde ile örtüp yüreğini vicdanına zindan etmediyse, kendisini vicdanında yargılamalı ve kendisine değer biçmeli.
Değer biçmeli; kendisini neyin uğruna adadığını öğrenmek, neyin peşine takıldığını bilmek, fiyat etiketine neyi yazdığını öğrenmek ve kendi gerçek yüzünü vicdan aynasında görecek kadar gerçekçi olmak için yapmalı bunu.
“Kaç paralık adamsın?” sorusunun herkesin vicdanında bir cevabı mutlaka vardır. Yani, “kaça gidersin?” Unutmayın ki, size, sizin kendinize biçtiğiniz değerden fazlasını kimse biçmez. Böyle bir muhasebede, insanın değerine yöneltilmiş en büyük tehdidin yine insanın kendisinden geldiği hayret ve dehşetle görülecektir.
Ben “Allah’tan aşağısına (min dunillah) gitmem; benim fiyatımı yalnızca O belirler ve ondan aşağısı da kurturmaz” diyenler “esas duruş” sahibi olanlardır. Onlar, kendi sınırlarını keşfedenler; yüreğinin çeperlerine tutunarak kendi kendilerini gerçekleştirmek için, kendilerinin zirvesine tırmananlardır. Yeteneklerini tam kapasite kullanmaya çalışan bu insanlar, “şahsiyet” damgasıyla damgalanırlar ve yaratıklar içerisinde en paha biçilmez unsur olurlar. Ondan gerisi, “ucuza gitmek”tir.
| Mustafa İslamoğlu
Gönülden
11-05-2010, 22:27
İslam’ın yolu engebeli ve çileli bir yoldur. Bedel ödemeyi güze alanlar seferi sürdürdüler, diğerleri ise süründü ve silindiler…
Şimdilerde ise biz Müslümanlar “engellenen İslami hayat” günlerinden “ertelenen İslami hayat” günlerine geldi…
Niçin böyleyiz, bilmiyorum… Ağır aksak, hantal, monoton, yılgın, yorgun, bezgin, bitkin ruh hallerini nasıl yorumlamak lazım?
Bu bir iptal midir? Tatil midir? Firar mıdır? Fetret midir? Ricat mıdır? İstirahat mıdır?
Ertelenen İslami sorumlulukların arkasındaki yorgun ruhları, dağınık zihinleri, boş yürekleri, çökmüş iradeleri çözmek gerekiyor…
Bu nasıl bir hal?
Bu bir çaresizlik midir, yoksa çabasızlık mıdır?
Nasipsizlik midir, yoksa gayretsizlik midir?
İmkânsızlık mıdır, yoksa ihmal midir?
Diyebilirim ki, Türkiyeli Müslümanlar yakın dönem mücadele tarihlerinde hiç bu kadar imkâna sahip olmamışlardı… Bilgi birikimi, tecrübe geleneği, kadro insanı, ekonomik güç, kurumsal zeminler, fikri derinlik, entelektüel donanım, toplumsal ilgi, psikolojik destek düne göre daha iyi… Böyle iken bu durağanlığı, atalet ve rehaveti neye yorumlayacağız?
Emeller eylemlerin önüne geçti…
Arzular azmimizi kırdı…
Hedefi büyütmemiz beklenirken çıtayı düşürdük…
Şimdi bizden yerleşik hayata ve mevcut şartlara alışmamızı istiyorlar… Var olanla yetinmeliymişiz…
Öyle ya! Olgunlaştık (!), akıllandık (!), önlem almayı öğrendik (!), tecrübe edindik (!)…
Sonuçta kendimizi kilitledik, sorumlulukları erteledik, önceliklerimiz değişti… Ne biz eski bizdik, ne de düşman eski düşman…
Artık bizi dışarıdan engelleyen bir düşman yoktu, içten içe bizi çözen, çürüten bir olayla karşı karşıyaydık…
Merkeze yürüdükçe, parayla yüzleştikçe, karşı cinsle halleştikçe bize bir haller oldu…
Dünkü sorumluluk alanları bugünkü klasımıza uygun değildi… Sınıf atladıkça saftan ve sahadan koptuk…
Şimdi, sahici sözlerle sahaya inme vakti… Çünkü gece gündüz, yaz kış, zaman ve mekân bize emanet…
Her yeni güne ne ekleyebiliriz?
Her gün amel defterine artı ne katabiliriz?
Kıyametler kopuyor olsa da dar zamana son anda bir fidan daha ekebiliriz…
Çünkü dünyanın, ahretin ekeneği olduğunu en iyi biz biliriz…
Ramazan Kayan
Kur'ânTalebesi
12-05-2010, 00:45
Unutkandır insan. En çok da kendini unutur. İnsan yanını yitirir. Sık sık kalbini düşürür göğsünden. Vicdanına temas etmeden geçirir bir ömrü. Gönlünün gönlünü etmeden getirir yarını. Şehrin gürültüsünde, telaşların yangınında, görsel kandırmaların kuytusunda, yüzüne serince değen, senden hiç yüz çevirmeyen, boş söz ve yalan söylemeyen, unuttuğun yanlarını hatırlayan, düşürdüğün kalbini yakana yeniden takan, çiçek kokulu bir pencere önünde bekleyen, yağmur sonraları ikindilerde sıcacık tebessümeyle koyup gelen bir dost içtenliğini…
…kim istemez?
Ateşli politik cepheleşmelerde, ezici küresel gündemlerde unuttuğumuz nedir? Gündelik telaşlarda, taraflılıklara indirgenen bakışlarda yitirdiğimiz kimdir? En acımasız siyasal rakiplerin birlikte ağladığı bir görüntü yok mudur ülkemizde? İri puntolu manşetlerin, kalın harfli köşe yazılarının kalıplarını kırıp da, savunmasız ve çıplak yanlarımıza aniden dokunuveren bir, bizi kol kola getiren, herkesi birlikte kucaklayan, kucaklatan bir ortak sevincimiz yok mudur? Yeryüzünün kavgalara boğulmuş, tarafgirliklere parsellenmiş acılı yüzünde, hele de bu ülkenin coğrafyasında, o kadar çok ortak sızımız var ki, ortak hazzımız var ki? Niye kavga ediyoruz? Neyi bölüşemiyoruz?
Siyasal etiketleri bir düşürsek yakamızdan. Sayısal etkilenmeleri bir kenara koyuversek… Ortak değerlerimize eğileceğiz hüzünle.. Ortak kaygılarımızın başında kucaklaşacağız umutla. İnsanın olduğu her yerde, insan özünün unutulmadığı her zeminde bir huzur umudu vardır, sevinçlerin gök mavisi saklıdır.
Senai Demirci
"siz devlete inanan bütün reziller
cehennemde karşıma çıktığınızda
öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza
hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden
anlayacaksınız 'allah' ne demek
'ahlak' ne demek
ve rüya…
bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
devletin bekasının da allah belasını versin,
malboranın da!"
Ah Muhsin Ünlü
Gönülden
01-27-2011, 20:00
Düşünmek, üretmek yerine varolanla yetinmek, günü kurtarmak revaç buldu… Özgürleşen (!) insan, ölümcül bir boşvermişliğe ve başıboşluğa doğru dümen kırdı… Özgür ama özne değil, nesneleşmenin acziyetine düçar oldu…
Teknoloji ile tekleyen insan, mekanik bir yaşamın kollarında artık devre dışı…
Çürümenin, çözülmenin, körelmenin temel nedeni tembellik değil midir?
Azmi törpüleyen, ruhu örseleyen, iradeyi çökerten atalet, gaflet ve cebanet halleri değil midir?
Tembel insan kendisi ile barışık değildir; karamsar, kararsız ve kafası karışıktır… Mücadele ruhunun, mücahede azminin yerini hoş temenniler, boş tavsiyeler almıştır… Önce ağırdan almalar sonradan yerini aldırışsızlığa terk etti… İşte aldanmanın adımları böyle başladı…
Bitkin, bezgin, yılgın, yorgun ruh hali insanın tükenişini haber veriyor… Anlaşılan o ki, yaygın ve aktif tembelliğin sonuçları ağır olacak; hüsran, hicran, hüzün ve hasret bizi bekliyor…
Öyle ki, terakkiden, tekâmülden vazgeçtik, tükenen nesiller nasıl kurtarılacak?
Hantallık, hamlık, hareketsizlik normalleşince hayatın hayrı ve bereketi kalmadı…
Bu gün bizi bitiren başkaları değil tembellik ve günahlarımızdır…
Aşmamız gereken ilk engel tembelliğimizdir… İç dünyalarında kendilerini kilitleyenleri dışarıdan hiçbir rüzgâr harekete geçiremez…
“İki günü birbirine denk geçen mümin ziyandadır” nebevi gerçeğinden koptuk…
Düne kadar canlarını dişlerine takarak gayret edenler; bu gün Rablerinin istediği gibi değil, canlarının istediği gibi yaşıyorlar… En düşkün oldukları şey, kendi rahatları… Risk almayanlar aslında kendilerini nasıl bir tehlike terk ettiklerinin farkında değiller…
Dün harıl harıl çalışanların bugün horul horul uyumaları anlaşılacak gibi değil…İddialarından gazgeçmek, ideallerini iptal etmek, iradeye ket vurmak olacak şey mi?
Daha da beteri tüm bunların bazen tevazu adına, bazen haddini bilmek, kimi zaman da başkasını nefsine tercih etme söylemi ile yapılıyor olmasıdır… Ya da tam tersi; ağır abi, akil adam edası ile yapılanlara burun kıvırmak… “Bu işler artık bizim klasımıza göre değil, biz büyük işlerin adamıyız” havası… “Sıradan işlerle bizi meşgul etmeyin, varsa çapımıza göre projeleriniz buyurun, tartışalım” cakası…
Demem o ki, çalışmalarda tempo düşebilir, işler sapasarabilir ama mutlaka bir iş üzere olmak gerekiyor… “Nasıl olsa bir yapan çıkar” yanılgısı yaygınlaşıyor…
Gönülsüz, isteksiz, üşengeç, “bizden geçti” ruh hali zamanla insanı duyarsız, gayesiz kılabiliyor… Peki bu işlerden elini-eteğini çekmiş, ununu elemiş, eleğini asmışlarımız ne elde ettiler?
Önceleri tatlı bir rekabet vardı, şimdi yerini acı bir rehavet aldı… Artık aktif bir tembellik kabul görüyor… Herkes tembellik hakkını kullanmak istiyor… Çağın gereği midir, yoksa hastalığı mıdır, bilmiyorum… Ustaca kendini geri çekme, üstünden atma, işin içinden sıyrılma becerisi (!) yaygınlaşıyor… Ya da bunun ismi uyanıklık mıdır, işbilirlik midir? Anlamak lazım…
İşin doğrusu; zihinsel tembellik tefekkürsüzlükle neticelendi…
Ruhsal tembellik kararsızlığa dönüştü…
Bedensel tembellik hantallığı doğurdu…
Ve şimdilerde tembellik tevekkül olarak algılanmaya başlandı… Tıpkı zilletle sabrın, tedbirle korkunun karmaşası gibi…
Biz, “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (53/39) gerçeğinin müntesipleriyiz… Nasıl boşverebiliriz?
Yine biz, “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devam et.” (94/7) düsturunun muhatabıyız… Nasıl erteleyebiliriz?
Bizim öğretimizde “Kıyamet kopuyor olsa da elindeki fidanı dikmek” vardır…
Çünkü inanıyoruz ki, zerre-i miskal hayırda, zerre-i miskal şerde kayıt altında…
Saniyelerimiz bile sayılı… Her şey hesaba tabi… Zaman bize emanet… Hatta biz işi vaktinden çok olanlardanız…
Bizi harekete geçirecek güç bizde saklı… Yeter ki, biz kendimizi fesh etmeyelim…
Biz kendimize yâr olduktan sonra kimse bizi engelleyemez…
Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği belli, öz kaynakları harekete geçirmek gerekiyor…
Bunu da hatır için değil, Hakk’ın emri olduğu için yapmalıyız…
Ramazan Kayan
Bizim dünyamızda, yani Ortadoğu"da, daha geniş anlamda İslam Dünyasında 20. yüzyıl başlarında bir düzen kurulmuş.
Ülkelerde bu düzenlerin (rejimlerin) halktan korunması ve halka rağmen ayakta tutulması görevi batı yanlısı ordulara verilmiş.
Batının yapılandırdığı bu sistemlerin yürütülmesi işi ise batıcı, laikçi, sivil bürokratlara ve aydınlara emanet edilmiş. Yıllarca halk yok sayılmış, kaale alınmamış. Halkın kültürü, değerleri, geçmişi tu-kaka edilmiş. Batıya ait olan, batılı ne varsa reklam edilmiş, topluma dikte edilmiş. Batının değer yargılarına itibar etmeyenlere “gerici”, “yobaz”, “fundamantalist” denmiş.
Türkiye dahil, hemen bütün İslam ülkelerinde ve Ortadoğu coğrafyasında kritik kurumlar, önemli mevkiler, stratejik noktalar batı kafalı, laikçi, inançları ve değerleri tahkir eden kimselerle doldurulmuş.
Devlet başkanları, Krallar, başbakanlar, bakanlar hep batı kompleksi taşıyan, batılılar karşısında ezik, geçmişinden, toplumundan, kültüründen utanan kimselerden seçilmiş.
Halk baskılanmış, itilip kakılmış. Bu ülkelerde güya seçimler yapılmış; ama halka zulmeden diktatörler tuhaf bir şekilde %90"ların altına düşmeyen oy oranlarıyla yeniden seçilmişler ve 30-40 yıl iktidarlarını devam ettirmişler. Yaşlandıklarında ezdikleri halk tuhaf şekilde hep bunların oğullarını kızlarını seçmiş!...
Tunus"ta yaşananlar başta ABD, Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci, Neo-emperyal güçleri tedirgin etti.
Demokrasinin yılmaz savuncuları(!), insan haklarının bekçileri(!) oldukları için açıktan halk hareketlerine tavır alamadılar. Ama el altından halka karşı (kendi kontrollerindeki) otoriter yönetimleri desteklediler. Dünya kamuoyuna bu türden halk hareketlerinin ülkeleri de-satabilize edebileceği, kaos ve kargaşa çıkarabileceği veya bu ülkelerin radikal İslami akımlara kapılabileceği yönünde haberler-yorumlar pompaladılar. Demokratik talepleri, meşru eylemleri bile “radikal dinci tehdit!” gösterme gayretine girdiler.
Tunus"taki halk ayaklanması bir sonuca varmış değil. Demokratik bir yönetime, halka dayalı bir rejime kavuşup kavuşamayacağı meçhul.
Belki de 1990"lı yıllarda Cezayir"de yaşandığı gibi, batı destekli derin karanlık yapılar burada da devreye girecekler ve batı destekli diktatörlere başkaldıran halk bir güzel ezilecek, terbiye edilecek. Batının diktiği kuklalara baş kaldırmanın ne anlama geldiğini bir güzel öğrenecekler. Batı ve kuklası yönetimler “cihadist”, “radikal dinci” guruplarla savaştığını söyleyecek ve ayaklanan halkı yine “demokratik bir şekilde!” sindirecekler, presleyecekler. Batı, kukla yönetimlerle bu coğrafyaları sömürmeye devam etmek isteyecek!..
Batı medyası ve bizim gibi ülkelerdeki sömürge artığı aydınlar “her devrim iyi değildir!” vs gibi söylemler geliştirmeye başladılar bile... Ama işler çok da batının istediği gibi gitmeyebilir!….
Tunus"ta başlayan eylemler, halkın rahatsızlığı yine batı desteğinde halkı ezen Mısır"a da sıçradı. Olaylar Libya"ya, Cezayir"e, Fas"a, Ürdün"e, Suudi Arabistan"a yayılabilir.
Globalleşen dünyada Araplar, halklar göz göre göre ezilmek, güdülmek istemiyorlar. Tunus"ta başlayan ve diğer Arap diktatörlüklerine yayılma potansiyeli taşıyan hareket kanla-şiddetle bastırılsa bile, gereken rüzgarı yakalayabilirse, halklar batı yanlısı otoriter yönetimleri birer birer devirebilirler. Arap dünyasında batıya rağmen demokratik devrimler silsilesi başlayabilir!..
Batıcı aydınlar ve batılılar Arap sokaklarında başlayan eylemlerden oldukça kaygılı görünüyorlar!... Olaylara farklı anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. “Durun bakalım nereye gidecek?” diyerek olayları maniple etme derdindeler.
Bence bu eylemler devam etmeli, bütün Arap sokaklarına yayılmalı!...
Araplar her halükarda batı kuklası diktatörlerce idare edilmekten daha iyi noktalara gelirler!....
Mahmut KARAKÖSELİ
İntifada
03-02-2011, 05:17
Gönültaş Kaddafi hakkında şu bilgileri paylaşıyordu:
"Kaddafi bir Arap milliyetçisiydi ama bir Türk düşmanı değildi. Askeri eğitimini Türkiye`de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara`daki Kara Harp Okulu`nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya`da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye`nin dil okulunda da kurs gördüler. Kendisi ile birlikte, daha sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde önemli görevler alacak olan 11 Arap daha vardı. Talat Aydemir Türkiye`de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu`nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi"
Devrim dalgaları Riyad'ı vurmadan Tel Aviv'e ulaşmaz
Mısır devriminden önce, Hüsnü Mübarek’in sağlık durumuna ilişkin hayli bilgi dolaşıyordu ortada.
Bunların çoğu ciddiydi ve hepsi sâbık liderin yaşına göndermeler yapıyordu.
Evet Mübarek hasta ve yaşlı ama..
Devrim ecelden hızlı geldi…
Tersi de olabilirdi.
'Domino taşlarının doğal dizilişinde' olmadığını düşünsem de, bugün alevler Libya’yı kavuruyor.
Oysa ‘bitmiş’ sayıp biraz ileriye bakmak lazım…
(Bundan gayrı olarak; Libya’daki olası sonuca ABD iç dinamikleri açısından da bakmak gerekir! Kaddafi’yle beraber bölgede Obama’ya muhalif “Amerikani” ilişkiler de temizleniyor!)
Ortadoğu’nun kadim ve kangren sorunu İsrail-Filistin meselesinin barışa ulaşması için "daha" devrim gerekiyor..
Ama nerede?..
Yaşanan devrimlerin ardında Batı/ABD mühendisliği var ise, nihai barışın ana aksamı İsrail’e bu mânada diz çöktürülmesi olmalı.
Bunun için de evvela Arap dünyasının en büyük monarşisinin zorlanması gerekiyor…
Riyad değişmeden Tel Aviv’in değişmesi zor.
Tüm bu değişim yelkenlerine devrim rüzgarlarının yetip yetmeyeceği merak edilebilir..
Bu konuda tutucu olmamak gerekiyor; çünkü bu rüzgarlar daha "Batı Avrupa"ya da sıçrayacak!... (İzlediğimiz gibi değil ama kendi formatında. Hatta yaşanıyor.)
Batı’nın güçlü 'kolları' Türkiye’yi tüm bölgeye örnek gösterirken, muhalif kolu 'sessiz' kalırken, "zayıf kolu" Ankara’yı içine bile almazsa, ikisinden biri değişir!
İsrail’in devrimler sırası ve sonrasındaki duruşuna ilişkin hassas tartan analizlerde iki tema var…
Bir, Değişen sistemin bir kısmının yine İsrail tarafından dizayn edildiği…
İki, İsrail’in öyle veya böyle yalnızlaştırıldığı!. "Yalnızlaştırılmayı"; 'en çok' ABD’ye bağlı olma diye tercüme edebiliriz.
Ki, bu devrimler tamamlanamadan seçime girecek Obama’ya sorun çıkarılmasın.
Peki Suudi Arabistan?..
Krallığa dalganın ulaşacağı açık!
Gücü ve zamanı tartış(ıl)malı.
Suudiler siyasi reform istiyorlar.. Ancak Kral seviliyor ve en önemlisi para var.
Kimi devlet organları için seçim, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi, yolsuzluklar, vergiler, şeffaflık, yönetim kadrolarının-bakanlar kurulunun yaş ortalaması 65! Kral ve ardışık 2 veliahtın 80’in üzerinde-gençleştirilmesi, siyasi partilerin kurulması, eşitlik, vb konularda yükselen talepler var ülkede.
Bunun dışında geniş Kraliyet ailesinin içinde narin dengeler var!
Bunlar monarşiyi yıkmaya yeter mi?. Şimdilik öyle durmuyor.
Değişim duvar kağıdı yırtmak gibidir.. Duvardan ayrılmış bir ucu olsun yeter.
Bir çekişte hepsi de aşağı inebilir… Küçük bir parça da yırtılabilir.
Saray’ın duvar kağıtlarında kalkmış uçlar var.
Biri de Kral’ın sağlığı…
Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı. Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti!
“Objektif” takılmanın müptezelliği
Her “nesnel” olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder.
“Kendi nefsi için” bir şey istiyorsa “namerttir.”
Nesnel olmak iddiası, yarışa bir adım önde başlama isteğidir.
İddiayı yapan, “nefsini” muhataplıktan çıkarmaktadır.
Amacı zaten “aşikâr” olan “gerçeği” dile getirmek stratejisidir.
Bu algı, Batı’nın Doğu’ya bakışında yoğun olarak işletilir.
Ayrıca Doğu’nun “bireyleri” arasında birbirine karşı da etkili olur.
Her zaman böyle miydi peki?
“Nesnel” bakmanın bir üst değer olması, özellikle pozitif bilimlerle gelişti.
Laboratuar bilimleri nesneyi gözlem altına aldı, reaksiyona soktu.
Çıkan sonuç, gerçeğin “nesne” olarak varlığıydı.
Sonra, endüstriyel üretim mekanizmalarına yansıdı.
Sonra, siyaset ve toplum mühendislerinin dilinde pelesenk oldu “nesnellik”.
Giderek toplum, sermaye ve siyasetin elinde “nesne” oldu.
İma ettiği ciddi bir yargı vardır “nesnel”in…
Gerçek yeknesak bir algıdır, demekti.
“Üretim hatları” mantığı toplum algılarına geçerli kılındı.
Ham madde olarak alınan algının kendisi, genel gerçek oldu.
Gerçeği bulmaya çalışan kişi veya özne, gerçeğin algı sürecinde değildi.
Özne dâhil değildir artık.
Özne aletsel bir nesneliğe ilişir zamanla.
Gerçeğe “fotoğraf çeken” bir nesne bakmaya başladı.
Yani nesne-insan nesne-maddenin fotoğrafını çekmesi gibi…
Artı veya eksi katkıları olmazdı.
Oysa…
Öznenin “kendiliğinden” gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedirliği yanılsamadır.
On dokuzuncu yüzyılda “Deneysel tıp,” “Deneysel roman,” gibi akımlar, realist, natüralist ve pozitivist ekollerin temel bakış açısı nesnellik üzerine kuruldu. Pozitif bilim kavramları bu “nesnel gerçeklik” iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanları, “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan etti. Bireysel adlarını almaya başladılar: sosyoloji, psikoloji, biyoloji gibi bilim dalları bu ayrışmayla meydana geldiler.
Avrupa Orta Çağında gerçek, önceleri “Tanrı’nın elinde” ve “kurumlarında” idi. Rönesans, Reform ve Aydınlanma teorileriyle farklılaşan yorumla oluştu. Bu süreçte, insanın akıl ve mantığıyla“İlahi olanı” akılla tercüme etme fikri doğdu. Evreni anlamak için sadece İlahi kaynak değil, insan aklının da telif yeteneği olduğu fikri çıktı. Bilgi ve fikir Kilise sultasından çıkarak “özne”lerin ellerinde şekillenmeye başladı. Kilise dışı, yani seküler düşünürler özneler olarak düşünmeye ve yazmaya başladı.
Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı.
Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti.
Çünkü Kilisenin aklı, Papanın direktiflerinden ibaret kalmıştı. Aristokrasi de Papazın sultasından bıkmıştı. Kilisenin taşınmazlarını da elde etmek istiyordu. Papaz kendini, “Tanrı kelamını” temsil eden nesne olarak ifade ettiği için o “özne” olarak zaten yoktu. Papazın tartışılması, Papanın tartışılması, Papanın tartışılması ise doğrudan Tanrının tartışılması anlamına geliyordu.
Kilise bu kavgayı on dokuzuncu yüzyılda, düşünür özneye karşı kaybetti. Sonra düşünürün yerini “bilim adamı” almaya başladı. O noktada, sermaye kendini “özne” olarak merkeze koymak istedi. Bilimin nesnelliği tartışmaları bu dönemde başladı. Darvin’le insan, “insan” köklerini bıraktı. Marks'la kültürel sanılanın aslına natürel yaşam kavgasından ibaret olduğunu düşündü. Freud’la ise, şuuruna da hâkim olamayan “natürel” varlık olduğunu dehşetle keşfetti “bilim”. Sosyoloji verileri topladıkça, antropolojiden gelenlerle birleştirdi. Folklor çalışmaları tepsiyi sundu ikisine ve artık “öznel” durumlar “genel” hükümler haline dönüştü.
Öznel demek “genel” olanın bir küçük nüvesi oldu.
Birini bilince, hepsini bilmek demekti.
Sanayide üretilen maddelerin standartları insana uygulanır oldu.
Özne nesneleşti yani…
On dokuzuncu yüzyıl resimden fotoğrafa geçti. Bu dönem ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan “nesnel fotoğrafçı” edasıyla yaklaşmanın dönemi oldu. Ellere değil, ellerin yaptığı makineye önem veren gerçeklikti bu. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın-- Eflatun’un taklit teorisini andırırcasına-- bir atı geminden tutan adam resmine ait olması bu nedenle manidardır. Yani, fotoğraf makinesi bir resmi fotoğraflamıştı!
Giderek “bilimsellik” ve onunla aynı koşumları taşıyan “nesnellik”, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulundu. Değişen atom teorileri ve post modern yaklaşımlara rağmen, harcıâlem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve “adil” bakışla özdeş hale geldi. Hem bilimde hem edebiyatta --bir dönem taklitçisi olduğu mutlak gerçeğin “not edicisi”, “yansıtıcısı” sanılan insanın-- gerçeği “yaratma” çabaları on dokuzuncu yüzyılda çıktı. “Objektif”le beraber anılan fotoğraf makinesinin ilk modelleri kullanıma girdi.
Dahası…
Sanayileşme, sömürü ve kolonizasyonla beslendi. Etkilerini Avrupa’da toplumun --kendini koruyamayan-- her kesiminde hissettirmeye başlamıştı.
Sermaye “özne” olmuştu.
On dokuzuncu yüzyılda “Romantik” dönem tasavvurları hala vardı. Ancak onlarda bile, artık nostaljiyle anılan kırsal cennetler bitmiş, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bıraktı.
Cinsellik alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanat döküldü. O da meta olmuştu…
Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in Dünyanın Menşei adlı resmi bu durumu anlatır. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle, insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildi.
Önceleri insanlar “kader”i “varlığın silsilesi” doğrultusunda muğlâk ve soyut bir yön tayin edici olarak görüyordu. Birçok farklı etkenle beraber “kaderi” yeniden anlama çabaları çıktı. Arkasından gelen Marksist yorum ve başkaldırı “tarih”i, insan eliyle yazma çabalarına dönüştü.
“Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eş düzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekspresyonizme kayması aslında, “izafiyet teorisi” öncesinde gelişen “gerçeği” anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta “yansıtmanın” (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder.
“Real” olana direnişin özünde, “real” olanın ona direnene verdiği acı ve kaçıma hissi ve o tür gerçekliğe yaratan unsurlara direniştir.
Direniş, diretileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder. Yirminci yüzyıl başlarında, Eski Yunan’da beşinci yüzyılda nispiyetçi sofistlerin, bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçilik, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygulanarak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda “real” olana dair tekeli kırdı. Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan kırılmıştı. Artık “evrensel, monistik, mutlakıyetçi, objektif”lik iddiaları anlamsızlaştı.
Dilerim artık Türkiye’de de “objektif”lik kaçak güreş taktiği olmaktan çıkar ve yerini “sübjektif” hakkaniyete bırakır. Dilerim ki gerçek, suret ve hologramlarda değil, “gerçek” öznelerin dilinde varlık hüviyetine bürünür.
Gönülden
03-16-2011, 23:16
Bugünün dünyası emperyalizm çağının başladığı 1870’li yıllardan bu yana, beyaz Hıristiyan-Avrupa düşüncesinin ideolo*jik dayatması altında bulunuyor. Laiklik kavramının da ilk kez 1870’li yıllarda kullanıldığına dikkat etmek gerekiyor. Modern*likler bugünün dünyasında zihinsel/entelektüel iktidarı temsil ediyor. Batı, kendi siyasal/ekonomik/ kültürel modelini Batı dışı dünyaya tek model olarak dayatınca, Batı dışı dünyayı an*lama, çözümleme ve bu dünyaya saygı duyma düşüncesi ortadan kalkıyor. Modern zihinsel iktidar, siyasal/kültürel yapılar modeller arasında farklılıklar olabileceğini kabul etmiyor.
Avrupa modeli, modern model, farklı modellerden bi*risi olarak değil, tek model olarak dayatılınca gerilimler, karşıtlıklar ve çatışmalar ortaya çıkıyor. Modern zamanlarda, modernizmin oluşturacağı türdeşliğin, etnik çatışmaları yok edeceği iddia ediliyordu, uluslar üstü popüler kültür aracılı*ğıyla kapitalist kültürün dünyayı türdeşleştireceği sanılıyor*du. Bu kibirli iddialara rağmen, bu günün dünyası etnik çatış*malar, kültürel çatışmalar ve ırkçı çatışmalara sahne olmaya devam ediyor. Batı dışı dünyanın, Batılı kavramsal çerçeveler*le çözümlenemeyeceği, yapılandırılamayacağı gerçeği üzerinde neoliberalizmin diktatörlüğü, neoliberal hayat tarzı, seküler dünya görüşü, özgürlük kavramını ve düşüncesini yozlaştırıyor. Özgürlük adına herkesin dilediği gibi hareket etmesi durumunda sorumsuzluklar ve karmaşa kaçınılmaz hale geliyor. Kişisel ihtirasları ve çıkarları tatmin uğruna her yola başvur*mak özgürlük fikrine zarar veriyor. Her şeyi mubah telakki eden bir özgürlük yaklaşımı, bugün olduğu gibi, toplumları derin bir fesad'a sürüklüyor. Ahlaki sınırları olmayan bir özgürlük ya da serbestlik anlayışı, amaçsızlık temelinde yaşanan bir hayat tarzı oluşturur, bu hayat tarzı her tür sapmaya ve sapkınlığa zemin hazırlar. Değerlerden bağımsız bir özgürlük anlayışı savunulamaz. Her tür aşırılığa, amaçsızlığa, sapkınlığa izin veren bir özgür*lük düşünülemez. İnsanlığın ahlaki anlamda mahvına yol açabilecek bir özgürlükten söz edemeyiz. Özgürlük, insanı anlamlı, amaçlı, düzenli bir hayata hazırlar. Başkalarına zarar verme, başkalarını tahkir ve tezyif etme, başkalarını taciz etme, başkalarına saygı*sızlık etme özgürlüğü olamaz. Kör ve kirli bencilliklerle özgür*lükler arasında bir ilişki kurulamaz. Özdenetim yeteneği olmazsa, insanlar iradelerine hakim olamazlar. Değerli, erdemli, makûl, doğru, güzel, meşru ve haklı olanı yapmakta özgür oluruz.
Batı referanslarına dayalı kültürel, siyasal, ekonomik, hukuksal kurumları ihraç amacına yönelik "insan hakları emperya*lizmi" batı değerleriyle uyumlu rejimler, toplumlar, yapılar oluşturmaya çalışıyor. İslam ve Müslümanlar söz konusu olunca Batı dünyası hemen ideolojik ve ırkçı gündemi, ideolojik/ırkçı yaklaşımı seçiyor. Modern-seküler-liberal zihinsel iktidarın sistematik baskıları sebebiyle maalesef İslamî temellendirmeleri kullanamıyoruz, kendi meşruiyet referanslarımıza itibar et*miyoruz.
Müslümanlar, İslamî anlam ve amaçları kavramsal ve kurumsal anlamda somutlaştırmaksızın, İslamî varoluştan söz ede*mez, İslamî anlamda kendilerini gerçekleştiremezler. Neoliberal diktatörlüğün izni ve himayesi altında bir İslami dünya kuramayız. İnsanlığa ve tarihe bir bütünlük içerisinde bakarak, analitik bir perspektife sahip olarak dünyada neler olup bitti*ğini anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız. Tarihi geriye doğru ilerletmek mümkün olamaz.
Müslümanlar olarak bugün, İslamî mirasın/birikimin/bilincin, modernliklerle hesaplaşabilecek bir noktaya gelmesi için çok çaba harcamamız gerekiyor. Müslümanların geçmişte neler yaptık*larını anlatmak yerine, bugün ne yapmaları gerektiğini, bugünü nasıl dönüştürmeleri gerektiğini tartışmaya açmamız gerekiyor. Tarihi oluşturma iradesine ve eylemine sahip olmadığımız takdir*de, emperyal güçler, insanlığın geleceği üzerinde tahakkümlerini sürdürecekler. Zulme, adaletsizliğe maruz kalanların, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeleri beklenemez, zulme ve adaletsiz*liğe maruz kalanlar elbette muhalefetlerini; rahatsızlıklarını, öfkelerini dile getirecek, elbette direnişe geçecekler. Günümüz*de gelenekçi, teslimiyetçi unsurlar her durumda “ne yapabiliriz ki”, biçiminde mazeretler üretirler; direnişçiler ise, her şartta ya*pabileceğimiz şeyler var diyerek eylemlerini sürdürürler. İslamî dilin/söylemin gerçeklikle bir biçimde ilişki kurması gerekir. İslamî dil/söylem duygusal bir içerikle sınırlandırılamaz.
Atasoy Müftüoğlu
Özgür Çağrı
03-16-2011, 23:39
Sen, ey zalim, ey müstekbir!
Şehirler yıkıverdin, taş üstüne taş bırakmayan zulümlerle... Milletler siliverdin yeryüzünden adları anılmayacak kavimlerle... Çocuklar öldürdün toprağı doyurmayan ölümlerle... Kadınlar, ihtiyarlar katlettin taş yürekli kalbinle...
Ey zulüm, ey zalimin sermayesi...
Mazlumlar hep izzetle direnirken bugüne dek Filistin`de Irak`ta, Afganistan`da, Keşmir`de... Kaybeden sen oldun, kaybeden zalimler oldu izzetsizce.
Ve Halepçe... Ey Hama...
Yürek yakan vaka. Çocuk, kadın ve ihtiyar demeden insanından hayvanına kadar zulme giriftar olan Halepçe... Zalimlerden bir zalimin zulmüne/gadrine uğrayan mazlumlar... Baharın diriliş kokusunu hardal gazıyla koklayanlar... Toplarla evleri dövülen... Umutları, ümitleri zalimlerce söndürülen nice insanlar... Kimi sokakta bebeğine sarılmış da yerlerde donakalmış, kiminin gözleri açık bakadurmuş semaya... Her yer ceset, her yer ölüm dolu... İnsanlık uykuda, insanlık zevku sefada...
Ey Halepçe...
Kimsesizliğine yanan yürekler, sana ağlayan gözler, ağıtını yakan kadınlar, feryadını duyan mustazaflar adına sen bir ayetsin, bir işaretsin. Sen mazlumların sembolü, sen ezilmişlerin nişanesisin...
Dünya sana sessiz kalmamalı... Unutulmamalısın ki zalimler bir daha cesaret bulmasın. Anılmalı, anlaşılmalısın. Sen, yani Dünya Mustazaflarının adı...
Bak, görüyor musun Tunus`ta başlayan mazlumların öfkesini. Kıvılcım kıvılcım saraduruyor koktuğun her toprağı.
El-Benna`yı, Seyyid Kutub`u şehit eden zalimleri bir bir deviriyor mazlumlar. Perdesiz semaya yükselen mazlumların ahları, devrim devrim geziyor coğrafyaları. Devrimlere gebedir zalimlerin ufukları... Devrildiyse Mısır`ın Firavunları, devrilecektir zulmün cebbarları/tiranları...
Yine de sen, ey gözyaşım!
Ey bağrı kan ve kin dolu çocuk...
Taşın, Siyonist zalime Filistin`de bir kurşun bedduan bir lanet, şehadetinse mazlumlara bir berekettir, üzülme...
Sen ey Halepçeli, ey çocuğuna sarılmış gözleri açık anne! Sana zulmeden asıldı bir başka zalimin eliyle.
Sahibiniz Allah (cc)`tır, üzülme...
Sen ey Irak`ta Afganistan`da, Keşmir`de hergün öldürülen toplarla, füzelerle yok edilen!
Ey isimsiz coğrafyamın isimsiz mazlumları!
Zulüm payidar olmaz. Zalim de ilelebed yaşamaz.
Ve unutmayın bilin ve bildirin ki
"ALLAH`I ZALİMLERİN YAPTIKLARINDAN HABERSİZ SANMA!!" (İbrahim, 42)
Kerbela uyarısına dikkat!
Başbakan Erdoğan’ın olayların sıcaklığı sürerken yaptığı “yeni Kerbelalar istemiyoruz” çıkışı, Türkiye’den beklenilen çıkıştır. Türkiye, bu açıklamayla, Şii nüfuslu Bahreyn’in başkenti Manama’daki İnci Meydanı’nda demokrasi talep eden kitlelere Sünni askeri güç kullanılmasının yaratacağı büyük yıkıma da dikkat çekti.
Türkiye, Tahran-Riyad hattında şekillenen Şii-Sünni gerginliğinin bölgede sadece İsrail’e yaradığını da çok iyi biliyor. Ankara’ya düşen, İran ve Suudi Arabistan’ı izledikleri politikalardan vazgeçirmektir.
Bahreyn’de yaşanılacak bir trajedi, Müslümanlar’ın önümüzdeki bin yılını esir alacaktır.
Arşiv bir açılsa görürsünüz
Bugün Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve Genelkurmay Askeri İstihbarat arşivlerini açsa, bugün efelene efelene aramızda dolaşan anlı şanlı çok sayıda gazetecinin görev kağıtları, ibret vesikası olarak alınlarına yapışacaktır.
Gönülden
03-20-2011, 23:03
İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü*yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir. Güçlü bir bilinç olmadığı takdirde, gerçek bir değişim olamaz. Tarihin tahakkümünden her hangi bir eylemde bulunmaksızın kurtulamayız. Bu nedenle tarihi nasıl biçimlendirebileceğimize ilişkin yaklaşımlar üzerinde ça*lışmalıyız. Toplumların yenilenmesi, yeni kültürel biçim ve içerik*lerle mümkün olabilir. Yeni kültürel biçim ve içerikler, yerel kültürel sınırları aşmamız için de çok gereklidir.
Etnik rekabetlerin, mezhep rekabetlerinin, çatışmalarının gerilimlerinin yaşandığı, sürdürülebildiği, kışkırtılabildiği bir dünyada/dönemde, İslamın yeniden tarihe dönüşünü beklemek umutsuz bir nostalji içerisinde olmak demektir. Kültürel yerelliklerle, mezhepçi yerelliklerle, dini yerelliklerle İslami bir tarih başlatılamaz. Müslümanlar olarak bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunları hep emperyalist küreselleşmeye bağlamak çok yanıltıcı sonuçlar verebilir. Sorunlarımızın temelinde halen içerisinde yaşamakta bulunduğumuz etnik bencillikler/bağnazlık*lar, mezhep bencillikleri/bağnazlıkları, bilinçsizlikler, bilinç parçalanmaları, teslimiyetçilikler, muhafazakârlıklar, sağcılık*lar gibi çok derin yapısal konular var.
Modernite kendi bağlamında göreceli bir bütünlük sağladı, ancak, İslami bünye paramparça. Tarihi yeniden başlatabilmek için yeni bir tarih ve insanlık bilinci gerekir. Yeni bir tarihi başlatabilmek için çığır açan bir dile, çığır açan bir bilince, ah*laka ve bilgeliğe ihtiyacımız var. Gerçek dünyada yankısı ve et*kisi olabilecek, gerçek dünyada karşılık bulabilecek çözümlemeler yapabilecek niteliklere ihtiyacımız var. Modern tarih, ulus-devlet'le, seküler dünya görüşüyle, bilimsel rasyonalizmle, sık sık büyük bunalımlarla karşılaşsa da belirleyiciliğini sürdürüyor. İran, modern-seküler tarihe alternatif olarak ortaya çıktığı için çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. İran örneğinde yaşandı*ğı üzere, dünyanın moderniteden farklı olarak kavramsallaştırılması, modern-seküler dünyayı tedirgin ediyor. Modern-rasyonalist dünya İran'ı anlamakta zorluk çekiyor. Tarihçiler, sosyologlar 30 yıldır İran'ı tartışıyor, İran ile ilgili gelişmeleri tanımlayabilmek için uygun kalıplar bulmakta zorlanıyor. Seküler akıl tarihin en büyük halk hareketini çözümleyemediği için İslam Devrimini akıl almaz bir devrim olarak tavsif ediyor. Modern batı dünyası İran'ı tek ve en büyük meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle İran'a ilişkin olarak sürekli önyargı üretiliyor. Muhteris, bencil, kibirli, küstah bir güç anlayışı İran ve İslam söz konusu olduğunda bütünüyle askerileştirilmiş bir dış politika uygulamasını hayata geçiriyor. Bu arada, İran'ın, İslam devrimiyle birlikte gerçekleştirdiği İslami kavramsallaştırmayı, Şiilikle sınırlandırmaması, evrensel bir İslami inşa için bütün farklılıkları içerecek Ümmet anlayışını esas alan bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini de belirtmek gerekiyor.
Atasoy Müftüoğlu
Artık Renan’ı aşmak lazım. Sadece onu değil… Sykes ve Picot’ı da.
Milletimiz en az iki yüzyıldır savunmadadır.
Bir koluyla kafasını yağan taşlardan korumaya çalışıyor.
Diğer koluyla gözü bağlı yol bulmaya çalışıyor.
Ama buna rağmen, tökezlemelere rağmen yerinde saymıyor.
Ricat da değil bunun adı artık.
İnadına rakibine doğru hamle yapan bir cüreti var.
Bu çok yönlü savunmanın en büyüğü kültürel ve ideolojik savunma olageldi.
Savunmanın bir kısmını, “İslam ümmeti” adına biz yüklendik.
Çağladık, durulduk, kokuştuk, ağladık çağlar boyu.
Çağlar tahterevallide milletlerin yerini değiştirdi.
Karanlık Çağlar sadece Avrupa için geçerliydi.
Müslümanların en parlak çağları ise, Avrupa’nın Karanlık Çağlar’ına denk gelir.
Osmanlı’nın en parlak zamanı 16. yüzyıldı, malum.
17. yüzyılda duraklama oldu.
18. yüzyıla gerileme damgasını vurdu.
19. yüzyıl ise Osmanlı’nın çöküş asrı oldu.
20. yüzyıla Osmanlı’nın sarkması, Osmanlı’nın gücünden olmadı.
Uluslararası siyaset bazen destek verdi suni solunuma.
Sonunda ise, solunum hortumunu çektiği gibi, hançeri de beraber sapladı Osmanlı’ya.
Osmanlı Devleti geriledi.
Müslüman ülkeler geriledi.
19. yüzyıl bu gerilemenin artık zirvede olduğu zamanları ifade ediyordu.
O dönemler İslamlığın bilimde, felsefede, ekonomide, devlet idaresinde geri olduğu belirgin hal almıştı.
Renan gibi filozoflar bu gerilemeyi İslam’a yordular.
1883 yılında Cemalettin Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı geldi.
Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslam’da olduğu, İslam’ın hem Kur’an ve hem de hadislerle ilmi teşvik ettiği yönündeydi.
Bu mülahazaların özündeki siluet ise, kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne halde olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi. Bir anlamda, yaklaşık bir yüzyıldır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği savunma psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu Afgani.
Avrupa’ya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlı’nın değildi. Aynı zamanda bütün Müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir savunma, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen.
Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen şüpheydi.
Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyit eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi bu. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık, belki bütün entelektüel çevrelere ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında.
Sadece zaman ve mekâna göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu.
Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu.
Şimdilerde ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı…
Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre--lükse olmadan--hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray: Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı.
Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır.
Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebalepti. Sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır.
Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan,
Kargılarını semaya sütun yapan alem,
Hakka tapan alem,
Adaleti mabet yapan âlem,
Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı.
Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı.
El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu.
Granada yerle bir.
Tek bir kükremeye hasretti millet.
Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde...
Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi.
İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi.
Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.
Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık.
Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında.
Rusya’nın rızasını da almışlardı.
Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı.
Sykes-Picot Anlaşması…
Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu.
Balkanlar gitmişti zaten.
Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü.
Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler.
Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu.
Demem o ki…
Artık Renan’ı aşmak lazım.
Sadece onu değil…
Sykes ve Picot’ı da.
Hadi kendimizden başlamalım!
CIA’nin evvelki adı Stratejik Hizmetler Bürosu idi (OSS).
Ama şimdiki adı daha bir şık ya da --nasıl derler--“kiş” duruyor.
Google haritası elinde.
Disneyland coğrafyalarını çoğaltmak istiyor.
Yeni nesil çocuklara iyilik yapmak için çırpınıyor.
Banka hesaplarındaki bir liralık değişimden haberdar.
IBAN, sanki “I ban” ironisi ile çıkıyor karşınıza!
İstediği zaman, internette sosyal paylaşım sitelerinde yazılanlar elinde.
Hatta gmail vb. e-posta şirketlerinin verdiği bütün hesapları tarayabiliyor.
Silseniz bile, internet ortamında yazılan her şey aslında kayıtlı kalıyor.
Internet zaten kontrolünde olabiliyor.
Beynelmilel joystickler de elinde.
İkinci Dünya Savaşında kurulan örgütün amacı “düşman hatlarında” ajanlık yapmaktı.
1947 yılına gelindiğinde, OSS CIA oldu. “Sabotaj, anti-sabotaj, imha ve boşaltma önlemleri ve “yer altındaki” direniş güçlerine, gerillalara, “özgürlük hareketlerine” ve mahalli komünist karşıtı unsurların desteklenmesi” amaçları arasındaydı. Hayattan özgürleştirmek de özgürlükler arasında yer aldı.
CIA’nin temel amaçları arasında yabancı hükümetler, şirketler ve kişiler hakkında bilgi toplamak ve politika yapıcıları bilgilendirmek var. Bunun uzantısı olarak da gizli operasyonlar düzenlemek ve paramiliter oluşumlara her türlü destek vermekle kalmıyor. Para ve militer oluşum teminlerinde uzman bir örgüt. Aynı zamanda “Özel Faaliyetler Birimi” ile dış politikada adeta belirleyici bir konuma oturmakta. Bu nedenle George Bush ve Samuel Huntington dâhil siyasi ve akademik olarak birçok esas CIA bağlantılı oldu. Soros aynı çıkarların ekonomik alandaki uzantısı olarak CIA ile yolu kesişenlerden oldu.
CIA’nin işleri özellikle 2004 yılında belirgin şekilde evirildi, değişti. Bu tarihten önce ABD hükümetinin tek istihbarat örgütü CIA idi. Değişiklik İstihbarat Reform ve Terör Önleme kanunuyla geldi. Böylelikle sadece ülke dışında değil ülke içinde de operasyon yetkisi kazandı.
Daha da ilginç olanı onca ümitlerle ve daha zerre kadar bir şey yapmadan kendine Nobel Barış Ödülü bahşedilen Başkan Obama döneminde CIA’in bütçesi 80 milyara dolara ulaştı. Bu miktar sadece kayıtlı olan bütçeyi ifade ediyor. Bir de örtülü ödenek kısmı var ki onun da az olmadığı biliniyor… “Kara” operasyonlar için aktarılan kara para kayıtlara girmiyor.
Yani, 80-100 milyar dolarlık yıllık bütçesi, 20 bin civarında çalışanı olan bir örgüt CIA. Aslında ABD’nin ikinci ordusu gibi. Ordunun “anayasal” olarak yapamadıklarını CIA kendi yasalarını oluşturarak yapıyor. ABD silahlı kuvvetlerinin yıllık bütçesi kabaca 500 milyar dolar. CIA’nin bütçesi İngiltere ordusunun bütçesinden daha fazla. İngiliz silahlık kuvvetlerinin 69 milyar, Çin’in 58 milyar, Fransa’nın 54 milyar, Japonya’nın “nefsi müdafaa” güçlerinin yıllık bütçesi 44 milyar dolar.
Tabii bu paranın aktığı yerler var CIA başarıları için: basın, hükümetler, asker ve sivil taraftar.
Başarılı operasyonların ufak maliyetleri oluyor.
Başarıların bir kısmına gelince...
1952’de Mısır’da darbe oldu. “Özgür Subaylar Hareketi” yapmıştı. Nedeni bilinmiyor. J Mısır Kralına Özgür Subaylar kızmıştı. İsrail’le olan savaşta ülke çıkarlarına aykırı davranmıştı Kral. Darbe oldu. Nasılsa darbe sonrasında İsrail’in işleri daha bir kolaylaştı bölgede.
1953 yılında İran lideri Musaddık’ın darbeyle iktidardan düşürülmesi geldi akabinde. Musaddık sömürülen ülke kaynaklarını kamulaştırmak istemişti…
1958’de Cezayir’de bir başka filmin senaryosu çıktı. CIA Cezayirli öğrencileri Cezayir’in Fransa’ya karşı “istiklal” savaşında destekledi. Hatta o dönemde Charles De Gaulle’ün CIA tarafından suikasta kurban edileceği haberleri çıktı. Arada müttefiklerin de “didişmeleri” olabiliyor tabii… Ama iyi niyetli olmak lazım. ABD o dönemde Fransa-Cezayir rabıtasının Cezayir’i komünist Rusya’nın pençesine düşmesinden endişe ediyordu.
1960 yılında Türkiye’de Menderes hükümetini düşüren güç yine CIA idi. Menderes halkı arkasına aldığını sanmıştı. Ha bir de Sovyetlere yaklaşmıştı biraz… Darbecilerin ilk açıklamaları arasında “demokratik süreç” ve beynelmilel anlaşmaları tanıdıkları ifadeleri vardı. Tanıdılar, sıdk ile tanıdılar hem de. (1980 askeri darbesinde de tanımışlardı. Darbe kardeşliklerinin göz yaşartan sahneleri böyle yaşandı.)
Tevafuklar devam etti…
Mısır’da darbe olmuştu çok geçmeden benzer yıllarda.
Libya’da 1963 yılında monarşi devrildi birden. Yine “genç subaylar” vardı devrede. Devrim Komuta Konseyi petrol fiyatlarını artırma çabasında oldu, artırdı da. Arap milliyetçiliği de vardı işin içinde. İsrail karşıtlığı da. ABD-Libya ticareti 1968 yılında Libya lehine 800 milyon dolar artıda oldu.
1970’lerde Araplara ilham olan bir ülke oldu Libya. Nasılsa petrolün ellerinde bir silah olduğunu anlamıştı Arap dünyası… Kaddafi ile George Bush arasında zihniyet farklı yoktu aslında. İkisi de askerdiler ve güneş gözlükleri vardı yani…
Ama Kaddafi’den kesesi, CIA’den gelir sesi türden şeyler var…
CIA 1981 yılında Kaddafi’yi ortadan kaldırmak için operasyon yaptı. Sonra iddialar saçıldı ortaya: Kaddafi Avrupa ve Afrika’da teröristlere yardım ediyordu! (Sahnenin devamı Bush döneminde 2005 yılında geldi Libya’ya. Ama Kaddafi hayatta kaldı.)
Fas’ta olanlar ayrı bir konu tabii. Fas muhalefet lideri Mehdi Ben Barka kaçırılması ve kırklara karışması bir türlü anlaşılmadı. İnsan Hakları İzleme Derneği CIA’den defalarca gizli belgeleri açıklamasını istedi. Ama olmadı işte…1965 yılında Ben Barka Paris’te gündüz gözüne kaçırılmış ve cesedi bile bulunamamıştı. Ahmet Buhari yıllar sonra ışığın New York’taki Özgürlük Anıtının meşalesinden geldiğini açıkladı.
Enteresandır 9/11 olaylarında CIA yetersiz de kalmıştı!
Sonrasında seyyar bir El-Kaide petrolün çıktığı her yerde fışkırır olmuştu. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da derken, Yemen hedefe konuldu. Sonrası bildik masallar…
Obama'nın açıklamasının ardından ABD medyasında Yemen haberlerine geniş yer verilmeye başlandı. Gazetelere konuşan kimi "adını vermek istemeyen" kaynaklar, Yemen'deki El Kaide örgütünün ABD topraklarında bir saldırı yapabilecek çapta olduğunu iddia etmeye başladılar. “Yemen kökenli bomba tehlikesinin ardından” ABD yönetimi bu ülkeye CIA ajanlarını göndererek "teröre karşı mücadele başlatıldığını" açıkladı.
“Terör” en güzel diploması sermayesiydi. Ha bir de kitle imha silahları olurdu arada… Vurmak için gerekçe terör olmazsa, bu sefer “demokrasi” devreye girerdi.
ABD ve İngiltere'nin ilgi alanına giren Yemen'in kuzey bölgesindeki Şii Husiler Yemen hükümeti ile savaşıyordu. Bu savaş nedeniyle Yemen'deki ABD destekli hükümet oldukça zayıflamış durumdaydı. Suudi Arabistan ise Kuzey bölgesindeki bu isyanı kendi ulusal güvenliği için tehlike olarak tanımlıyordu. Bu nedenle Yemen ordusu ve Suudi Arabistan'a bağlı güçler geçtiğimiz yıl içinde Kuzey Yemen'de operasyonlar yapmıştı. Bu operasyonlar Kızıldeniz'e konuşlanmış ABD savaş gemilerinden atılan füzelerle de destekleniyordu.
Araştırmacı Rick Rozoff ise Yemen'de gizli bir ABD operasyonu olduğunu belirtiyordu. Rozoff'a göre, bu operasyon ABD kadar NATO tarafından da genişletiliyor ve Yemen'in ileride Afganistan ya da Irak gibi işgale uğramaması için hiçbir neden yoktu. Rozoff gibi gazetecilerin dikkat çektiği husus, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'nde NATO etkinliğinin artıyor olmasıydı.
Çevre ülkelerden Somali'de NATO koordinasyonunda "korsan avı" başlatılırken, ABD Cibuti’de bir üsse yerleşiyordu. Fransa ise Basra Körfezi'nde bir üs inşası başlatıyordu. Rozoff'a göre amaç, Orta Asya'dan Avrupa'ya uzanan rotanın en önemli güzergâhını ABD'nin kontrolü altına alınmasıydı. Çin sadece seyretmiyordu tabi ki.
İşte böyle…
CIA dünya çapında bu kadar yoğun bir NGO. Amacı yurtta sulta cihanda sulta.
Başını kaşıyacak vakti olmayan bir örgütün bugün Fas, Cezayir, Tunus, Yemen, Mısır, Libya gibi ülkelerde operasyon yapıyor derseniz kimseyi inandıramazsınız.
Çünkü...
CIA tüm hasta, hamile ve kafayı çeken personeli haricinde tam kadro Disneyland'dalar.
Disneyland'a tam kadro sığmadıkları için coğrafyada değişiklik yaptılar sadece.
Disneyland'ın da enerji kaynaklarına yakın olması kesintileri önlemek için.
Çocuklar aniden karanlıkta kalmasınlar.
Aksi halde demokrasi sinemasında ürkek alışırlar.
“Good Night and Good Luck!” filmi gösterimde…
Çöl Aslanı Ömer Muhtar, Libyalılara öncülük ederek işgalci İtalyanlara karşı on yıl kadar destansı bir direnişin tarihini yazdı. Asla teslim olmayacaklarını haykırdı durdu. İşgalcilere, “bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız”, dedi. Sahte bir mahkeme kurularak hakkında idam hükmü okunduğu zaman, “beni öldürdüğünüzü düşünebilirsiniz, ama ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım”, diyerek de meydan okudu İtalyanların şahsında tüm sömürgecilere.
Gül en çok Koru ve Davutoğlu’ndan etkileniyormuş
Amerikan diplomatlarının kaleme aldığı rapor/telgraf şöyle devam ediyor…
“Bu bağlamda, Gül en fazla iki kişiden etkileniyordu. 1) Kuzey Cephesi için Türk desteği olmadıkça, ABD’nin savaşa gitme gücünden yoksun kalacağını ısrarla savunup duran İslami gazeteci Fehmi Koru ve 2) ABD’yi bir Türk-İslam barış girişimi sürdürerek engellemenin ABD için de en iyisi olacağına Gül’ü ikna eden Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu.”
İLLUMİNATİ NEDİR ?
Dünyayı her konuda büyük bir gizlilik içersinde yöneten bir grup Tanrı kompleksli insanın oluşturdukları koalisyonun ortak adıdır.
"Ve Allah'ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak." ( Tevrat, Tesniye Bölümü 7/ 16 )
" İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın." ( Tevrat, mezmurlar bölümü 2 / 8-9 )
Ve gözümüzün içine baka baka " Bakın ben aydınlanmayım !" yalanıyla yüzümüze sırıtan bu kurukafalar hayatımızın rengini kana bulayan gerçek mübessimlerdir.
İLLUMİNATİ'NİN GÜÇ KAYNAKLARI NELERDİR?
Kabala gibi meditasyon, simya gibi çok eski zamanlardan bu yana kullanılagelen bir büyü ilmi sayesinde döndürüyor çarkları şeytan ve onun bu zavallı dostları. İllimünati'nin gücü Kabala'dan geliyor.
Aslında bu onların dini.
Şeytan'a tapıyorlar, ayinler düzenliyorlar, masum kişiler kurban ediliyor ve kan içiyorlar.
"Et yeyin ve kan için yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya dek kan içeceksiniz." ( Tevrat, Hezekiel Bölümü 39 / 18-20 )
İLLUMİNATİ'NİN YAPISI VE İŞLEYİŞİ
Annuit Coeptis.
Bir piramit dizaynı içersinde yapılanmışlar. Işık noktası adını verdikleri tepe noktasında mason ilahı Lüzifer'in gözü bulunuyor. Ve hemen arkasında en üst yönetim meclisinde İLLUMİNATİ yer alıyor.
Texe Marks bu işleyişi çemberlerle açıklamış.
Pramitte de görüldüğü gibi üç kategori söz konusu.
1. kategoride; hiç görünmeyenler ( gizli olanlar )
2. kategoride; ucu görünen ancak büyük kısmı gizli olanlar
3. kategoride ise halkın içine giren ve yukarının emirlerini uygulayan saçaklar yer alıyor.
NASIL ÇALIŞIYORLAR?
İç çemberin on görünmez gizli adamının insiyatifine bağlı kaderlerimiz.(Rabbimizi tenzih ederiz) Yılda iki kez bir araya geliyorlar ve toplantılarında nerede hangi savaş çıkarılacak, nasıl çıkarılacak, nerede ekonomik kriz patlak verecek, nerede salgın hastalıklar vücut bulacak en ince ayrıntısına kadar bunları planlıyorlar. Bilimsel keşifler ve devrimler de bunlara dahil.
" Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla." ( Tevrat, Yeremya Bölümü 12 /3 )
" Ve onun içine veba ve sokaklarına kan göndereceğim ve çepeçevre onun üzerine gelen kılıçla içindeki yaralılar düşecekler ve bilecekler ki ben Rabbim." ( Tevrat, Hezekiel Bölümü,28 / 23 )
On Aslan Kral !!!
On kral, On güçlü adam, illuminati. Dünya'nın ipleri onların
ellerinde...
Büyük fikirlerin öne atıldığı neredeyse Dünya'ya kader biçtikleri
toplantıları büyük gizlilik içersinde gerçekleştirilirken gündem
pramitin diğer halkalarına tam olarak yansıtılmıyor.
Emir komuta zincirlerinin başında duran isim ise sanıldığı gibi A.B.D
değil, geldi mi gelecek mi gibi sorularla insanlık tarihi boyunca hep bir
merak konusu olmuş olan ve şu an Tibet'te yaşayan DECCAL ve onun en büyük
hizmetkarı da dünyaca ünlü meditasyon hocası Maharishi Mahesh
Yogi.
Şeytanın en büyük yanıltmacası olan meditasyon tuzağı şu an yeryüzünde bu
karanlık yüzler tarafından kurulmuş durumda.
ON ASLAN KRAL'IN ÖZELLİKLERİ
Kanlarındaki doğa ve kalite imanlarının en köklü dayanağı olmuş.
Biz tanrıyız diyor adamlar.
Bilgeliğin devleriyiz.
Yüksek bilincin yegane sahipleriyiz...
Buna iman ediyorlar; çünkü tanrı diye tapındıkları Lüzifer onlara böyle söylüyor.
Siz Tanrılarsınız!
Yüksek bilincin sahiplerisiniz...
Bilgeliğin devlerisiniz.
" Ben dedim, ilahlarsınız ve hepiniz yüce olanın oğullarısınız. Kalk ey Allah yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin hepsine sen varis olacaksın." ( mezmurlar bölümü 82 / 6-8 )
Şeytanın bu pohpohlamalarıyla gerçekten tanrı olduklarına ikna olmuş olan bu zavallı illimünatlar hedefledikleri kötülükleri gerçekleştirmek konusunda gözlerini bile kırpmıyorlar.
NE AMAÇLA KURULMUŞTUR? HEDEFİ NEDİR?
Söz konusu komployu yürüten elit tabakanın hedefi;
Başkenti Kudüs olacak olan bir dünya devleti kurmak.
Yeryüzündeki tüm özgürlükleri ortadan kaldırmak.
Sonuç olarak ta dünyanın yegane hakimi olmak.
İşte o günlere ulaşmak için de ellerinde avuçlarında ne varsa (ki küçümsenmeyecek boyutlarda varlıklı insanlar bu insanlar.) bu uğurda harcıyorlar.
Öyle görünüyor ki; bekledikleri gün gelip çattığında hizmet ettikleri efendinin dünyanın tahtına geçip oturacağından zerre kadar şüphe etmiyorlar.
"Ve aranızda yürüyeceğim ve sizin Allah'ınız olacağım ve siz benim kavmim olacaksınız." ( Tevrat,Levlililer Bölümü,26/12 )
"Çünkü sana kulluk etmeyen millet harap olacak. Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanlarında yere kapanacaklar ve sana Rabbin şehri Kudüs'ün SİON'u diyecekler. Ve milletlerin sütünü emeceksin." ( İşaya Bölümü,60/10-16 )
İlluminati
İlluminati dünyanın en zengin 10 ailesinin, küresel hakimiyeti ele geçirmek için yönettikleri bir dünya komplosudur.
HEDEFİ NELER
Hedefleri nasıl ortaya çıkmıştır?
Şeytan, insanların başına ördüğü bu çorabın neticesinde dünya hakimiyetini o insanların vasıtasıyla ele geçirmek istiyor. Bu korkunç küresel imparatorluk, ekonomik yönden ülkeleri çökerterek birer sömürge yaparken bir yandan da tüm dünyadaki insanlara mutluluk ve barış adı altında şeytani zehrini saçmaya devam ediyor.
Hatta bu işin başındaki isim de Maharishi'dir; şeytanın adamı. Onun adı geçiyorsa bilin ki o işte, bir zulmani koku var. Maharishi ve onun kurduğu gruplar "meditasyon" diye bir furyayla insanları akın akın iblise çağırıyorlar. Ama tam iblise yakışacağı gibi bunu çok sinsice yapıyorlar; "Rahatlama" maskesi altında..
"Transandantal meditasyon, yoga" terimlerini gördüğünüz heryerden uzak durmanız konusunda ben sizi uyarayım. Çünkü zamanla şeytanın tesiri altına gireceğiniz, "huzur ve mutluluk" vaadiyle başlanan ama sonu insanları intaharlara kadar sürükleyecek bunalımların yuvasıdır bu tarz yerler.
Bu konu üzerine yazılanları etraflıca araştırdığınızda daha önce meditasyon yapıp Maharishinin bu eğitimi sebebiyle psikolojik zarara uğramış insanların tazminat davalarına siz de rastlarsınız. İşin maddi kaybı bir yana, insanların beynini ele geçiren manen çöküntüye uğratan sinsice bir tuzak bu!!
Bu küresel imparatorluk dünyaya hakim olmak üzere büyük gayretlerin içerisinde. 8 tane uydudan dünyaya yayın yapıyorlar ve insanları bu yalanlara inandırıyorlar. İnsanları şeytanî bir hakimiyet altına almak için el birliğiyle gözümüzün önünde çalışıyorlar. Ve ne kadar sistemli çalıştıklarını gördükçe benim tüylerim ürperiyor!
Dünyanın en zengin insanları bu çetenin içinde. Ve korkunç bir faaliyet, bütün dünyayı hakimiyeti altına almak üzere hareket halinde. Küresel imparatorluğun ilk kralı da Raja Nader Raam'ın (Nadir Raam). Bu isime de dikkat edin. Maharishi ve grubu emirleri altına aldıkları liderlerle dünyayı şeytanî imparatorluğun kölesi haline getirmek niyetinde. Ve bunu da dünyada sulh ve sükûn yoluyla, bir maske altında yapıyorlar, sinsice...
Bütün insanlığı mahvetmek üzere, Şeytanî imparatorluklarını kurmak için korkunç bir tuzak hazırlamışlar. İnsanlar sırf cehaletlerinden ve mutluluğa olan açlıklarından önlerine çikolatalı pasta içinde sunulan bu zehri, "meditasyon, yoga ; rahatlama, aydınlanma"dır diye kapışıyorlar, kendi mahvoluşlarını hazırladıklarını bilmeden.
Eğer bütün bunları başarabilirlerse, şeytanî imparatorluk dünyaya hakim olabilirse, insanlar acıyı o zaman yaşarlar. Ama buna dur diyecek gerçekleri gören birileri elbette olacaktır. İnanıyorum ki onların gerçek yüzünü ortaya çıkaracak, bu zulmani tuzakları, Allah'ın nuruyla bozacak Allah dostlarının "biz buradayız" demesi yakındır.
Ben sizi bu zulmani meditasyon tuzağına ve bu Gizli Dünya Devletinin Para Tuzakları: IMF ve Dünya bankasının sömürge arayışlarıyla daha nice ülkelere vuracakları ekonomik darbelere, para oyunlarına karşı uyarayım.
Gelin, araştıralım ve bu gerçeklerle bilinçlenen, birlik olan bir toplum olup hem kendi ülkemizin, hem de dünya ülkelerinin gerçek aydınlıklara ulaşması için IMF'nin ve IMF gibi İlimunatinin benzer tuzaklarına düşmeyelim..
1 numaralı hedef o kıskacı kırmak
Hem doğuya, hem batıya 4 mesajımız var.
TRT Haber AÇI Programında Gazeteci Faruk Bilgin, Prof. Dr. Beril Dedoğlu, Prof Dr. Sedat Laçiner, Prof Dr. Gökhan Çetinsaya ve Prof Dr. Vedat Bilgin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihi Irak ziyaretini değerlendirdi. Prof. Dr. Sedat Laçiner'in konu hakkındaki tespitleri şöyle:
‘Kandili yok ederseniz iki Kandillik radikal üretirsiniz”
“PKK, Kandil dağında ciddi anlamda izole edilmiş durumda. Eminim ki bugün Türk uçakları Kandil’i yerle bir edecek olsa bile Türkiye’de politika üreticilerinin ortak bir iradesi var artık ve ‘’irade’’ ‘hayır yerle bir etmeyelim’ der. Barzani de Türkiye ne düşünüyorsa aynısını düşünüyor ama bunları deklare edemiyor. Neden Kandil’ i yok etmenin hiçbir yararı yok? Kandil’i yok ederseniz iki Kandillik radikal üretirsiniz. Türkiye bunları bildiği için artık PKK da BDP de zor durumda. O yüzden oturma eylemi yapıyorlar, polise tokat atıyorlar. Polisin de onlara tokat atması bekleniyor fakat polis tokat atmıyor. TC’nin polisi milletvekilini tokatlıyor dedirtmiyor. Tokat yiyor taş yiyor ama ‘hayır bu sefer hata yapmayacağım’ diyor. Aynı şekilde Kuzey Irak’ta da hata yapmıyor. Çok büyük ekonomik ilişkiler var ama bunun ötesinde başka bir durum var ortada. Barzani, Talabani dediğimiz kişiler, Iraklı Kürtler, Şeyh Sait isyanı gibi isyanlar olmasaydı ve imkan olsaydı, bu gün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydılar. Kuzey Irak’taki Kürtler, Mustafa Kemal hareketine en çok destek veren Osmanlı tebaalarından bir tanesidir. Türkiye’nin parçası olmak için fiili çalışmış yer yer silahlı mücadele bile vermişlerdir. İngilizler bu yüzden bunların yaşadıkları köyleri kasabaları bombalamışlardır.”
Irak ziyaretinde Türkiye’nin neyi amaçladığını ve Suriye – Irak dengelerini yorumlayan Prof. Dr. Dedeoğlu şunları söyledi:
“Başbakan Erdoğan, Irak’daki üç bölgeyi de gezerken yapıcı bir rol oynuyor ‘’Şiiliğin, Sünniliğin, Türkmenliğin hiçbir önemi yok; insan olmanın önemi var ve siyasetimizi bunun üzerine kurduk’’ diyor. Irak konusunda şeffaf bir siyaset uyguladığını hem Iraklılara hem de dünyaya söylüyor; çünkü daha önce Türkiye’nin Irak politikası oldukça karanlıktı, bir sürü el vardı ve yapılanlar dönüp Türkiye’yi de buldu. Bu ziyaretin en önemli tarafı Türkiye siyasetinin şeffaf yüzünün dünyaya ilanıdır. Başbakan Kürdistan bölgesinde ‘’Biz artık burayla olan ilişkimizi PKK terörü üzerinden adlandırmak istemiyoruz’’ demeye çalışıyor. Teröre üzerinden kurulan bir ilişki ne Kürdistan bölgesinin gelişmesine ne de Türkiye’deki Kürt sorunun çözümüne izin veriyor. Eskiden, terör yüzünden Türkiye kaybederken birileri kazanıyordu, bugün Kürdistan bölgesi de kaybediyor.”
“Türkiye Ortadoğu’da İsrail-İran Kıskacını Kırmaya Çalışıyor”
“Irak’daki her gelişmenin Suriye’yi; Suriye’deki her gelişmenin de Irak’ı etkileyeceği bir gerçek. Suriye’de olabilecek değişiklikler Irak’ın Şii bölgesinde ve Sünni bölgesinde değişime yol açar. Suriye’de olanlar ise İran ve İsrail kıskacındaki her toplumu provoke eder. Ve bu kıskaçta hem Irak var hem de Suriye var. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’da İsrail-İran kıskacını kırmaya çalışıyor. Bu İran’ın geri çekilmesine, İsrail’inde ‘’ehlileşmesine’’ yol açıyor.
“Şiiler 1. Dünya savaşında Osmanlı’nın yanında yer aldı.”
Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, Şiilerle tarihsel bağlarımız olduğunu ve Başbakan’ın Şii bölgesini ziyaretinin İran’a da bir mesaj olduğunu ileri sürdü.
“2. Abdülhamit’in Pan-İslamist politikalarına o dönemde Necef ve Kerbela’daki müctehidler de destek verdiler. Trablusgarp savaşında, 1. Dünya Savaşı’nda Şiilerin Osmanlı ordusunda savaşmaları için cihat fetvası yayınladılar. İngilizler Irak’ı işgal etmeye başladıkları zaman bütün Ayetullahlar ve Şii aşiretleri Osmanlı ordusuyla birlikte İngiltere’ye karşı savaştılar. Dolayısıyla bugünkü konjonktürün yanı sıra tarihten gelen bir miras var. Bu yüzden Başbakan’ın Irak ziyaretinde hem dünyaya hem de İran’a bir mesaj var.”
Özgür Çağrı
04-04-2011, 22:41
"Meçhul ve isimsiz biri olarak, dünyada eziyet çekenlerin yanına gidip eziyet ve işkencede onlara ortak olmak istiyorum. Aynı şekilde Afrika devrimcileri saflarında savaşıp şehadet mertebesine ulaşmak da arzularım arasında"
"Gece yarıları yerin ve göğün esrarengiz suskunluklarında, münacat edip yıldızlarla konuşmak ve yavaş yavaş samanyoluna doğru yükselmek istiyorum. Alemde sonsuzlaşmak, varlık aleminin sı*nırlarından geçmek istiyorum."
"Dert ve gamla dolu kalbim Özgür olmak istiyor. Pejmürde ru*hum artık uçmak ve şu kara gurbet beldesinden göçüp gitmek için ridasını, yolculuk vadisine çekmek istiyor. Gönül, varlık yükünden kurtulup, yokluk aleminde sadece Allah'ıyla vahdete ulaşmak derdinde"...
Şehid Dr. Mustafa Çamran
‘Kum devrimleri’nin Arap/Ortadoğu politik coğrafyasında yarattığı 'korku'yu anlamak için Suudi Arabistan’a bakmak yeterli…
Ödleri öyle patladı ki, ABD ile didişmeyi dahi göze aldılar…
Bugün size devrimlerin ülkeye sirayet etmemesi için Suudiler’in neler yaptığını, gizli girişim ve operasyonları anlatacağım…
Suud Krallığı için öncelikli bölgeler Yemen ve Bahreyn...
Riyad'ın bu ülkelerdeki muhalefetin arkasında İran’ın durduğuna ilişkin inancı tam…
Anımsanacağı gibi son olaylara kadar Krallığın en büyük derdi, Kral Abdullah’tan sonra tahta kimin geçeceğiydi.. Kral yaşlı ve hasta olduğundan, veliahtlar arasından kimin öne çıkacağı tartışması yaşanıyordu.
Fakat bir başka sorun, sıralı veliahtların da hayli yaşlı olmalarıydı.
Bugün ise genç-yaşlı ayrımı kalmadı.. Ülkede prensler devrimlerin krallık sınırını geçmemesi için el birliği yapmış görünüyor.
Ülkenin Suriye politikalarını Kral Abdullah’ın oğlu Abdulaziz bin Abdullah takip ediyor.. 20 gün kadar evvel Şam’a gitti. Gizli bir seyahat demesek de, 'göze batmamaya çalıştı' diyebiliriz.
Kulağıma gelenleri aktarayım: Burada Beşar Esad’la bir görüşme yapıyor Abdülaziz.. Ondan Tahran’la görüşmesini, İran’ı Körfez’e karışmaması konusunda uyarmasını istiyor…
Bunun üzerine 24 Mart’ta Suriye Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim Tahran’a hareket ediyor, mesajı iletiyor. (Suriye’nin kendi dertleri diz boyuyken, Riyad-Tahran arasında mesaj taşıması.. Demek her ikili temasa her 'arabulucu' olmuyor.)
Yemen ve Bahreyn’de kalkışmalar patlak verdiğinde, Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği ve Meşhed’deki konsolosluğa yönelik-kimi iddialara göre Şii milisler tarafından organize edilen-saldırılar yaşanmıştı…
Ancak İran yönetimi Bahreyn ve Yemen olaylarına destek verdiğini gösteren herhangi bir işaret vermekten hep kaçındı. Riyad ise Tahran desteğinden adı gibi emin.
Özellikle, İran Devrim Muhafızları Pasdaranlar’ın eylemleri desteklediği hatta silahlandırdığı konusunda şüphesi yok. (Garip bir şekilde, Batılı istihbarat servisleri-bu konuda hayli meraklı olmalarına rağmen-İran’ın desteği konusuna iman etmiyorlar!)
Krallığın güvenliği ile ilgili bir mesele olduğunda Prens Bandar’dan söz etmeden geçmek imkansız!
Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Başkanı olan Prens Bandan bin Sultan Batı dünyasında, özellikle de ABD’de hayli güçlü ve ilginç bağlara sahip... (Şu kadarını söyleyeyim; Bandar dünyada ABD’nin Saddam Hüseyin’e saldıracağını öğrenin ilk kişiydi. Beyaz Saray’da bizzat Başkan onun kulağına operasyonu dakikasına kadar fısıldadı.)
Bandar’ın bugün Bahreyn'le ilgileniyor.. Buradaki Şii hareketini kontrol etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan yönetimi Bahreyn'e 1000 asker sevk ettiği gece, yine kişisel tanışıklığı bulunan ABD Savunma Bakanı Robert Gates’i arayarak durumu anlatan yine o olmuş!
Bu konuşmanın ardından, aslında Bahreyn’e böylesi bir müdehaleden hazzetmeyen Washington’un sessizleştiği söyleniyor. (Washington-Riyad ilişkisi iyi bir dönemden geçmiyor: Kral’ın Bakan Gates ve Dışişleri Bakanı Clinton’un görüşme talebini reddettiği söyleniyor. Elinizde hangi koz bulunursa bulunsun, ABD’nin bu seviyedeki resmi görüşme taleplerini reddetmek her ülke için stres kaynağı olur!)
Krallık açısından bölgesel denklemleri etkileyeceğine inanılan bir başka ülke Mısır.. Prens Bandar bu ülkeye de bir ziyaret yaptı.. Kahire daha kendine gelememiş olsa da, Bahreyn’e asker göndermenin gerekçelerini anlattı…
Ardından, bu önemli, Bandar Çin’e gitti. Mart ayının 19’unda Beijing’de bulunan Prens, hem-dikkat-Çin lideri Hu Jintao ile hem de-bir dikkat daha-Xi Jinping ile görüştü. (Xi Jinping Çin’in yeni patronu olabilir!) Onlara da müdehalenin gerekçelerini izah etti.
Çin tabii Arabistan için önemli.. İran konusunda pozisyonu düşünüldüğünde, Riyad’a anlayış gösterecek bir Bejing politikasının yararı açık.
Yemen’e gelince.. Krallığın Yemen politikasını İçişleri Bakanı Nayef bin Abdülaziz yönlendiriyor. (Neden İçişleri Bakanı? Belki, Ulusal İstihbarat Servisi’nin başında bulunan bir başka Prens, Makrin bin Abdulaziz tarafından desteklendiği için olabilir!. Savunma Bakanı Sultan bin Abdülaziz buna ne der, hep ayrı tartışma konuları ve işte bu yüzden Suudi hanedanının ilişkileri karışık.)
Konumuza dönersek, Yemen lideri Ali Abdullah Salih 22 Mart’ta Dışişleri Bakanı’nı (Ebu Bekir el-Kabri) Suudiler’e yolladı.. Göstericilerle arasında arabulucuk yapmasını istedi. (Zaten Krallık 30 yıldan fazladır yönetimi destekliyor.)
Riyad da, ülkedeki aşiretlerle sahip olduğu bağları kullanarak muhaliflerle ilişki kurdu. Yemen liderinin üvey kardeşi olan, Başkent Sanaa’nın da komutanı General Ali Muhsin el-Ahmer’in de (kısa bir süre önce Salih’i terk etmişti!) bu yaklaşımı desteklediği söyleniyor.. ABD’nin bu yeni duruma nasıl analiz edeceğini göreceğiz...
İşte Suudi Krallığı’nın kapısını kadar gelen devrim mikrobunun önlemek adına kullandığı dezenfeksiyon yöntemleri böyle…
Tennure pergel, Piramit açılarını ölçebilir mi?
'Model ülke' planı ne kadar daha işleyebilir?..
‘Model’in etki alanını biliyoruz.. Dışişleri Bakanı Davutoğlu yüzölçümünü gayet matematiksel oranlarla anlatmıştı…
"Türkiye’ye pergeli koyup, bin kilometrelik bir daire çizerseniz 20, 3 bin kilometrelik daire çizerseniz 70’den fazla ülke girer"…
Ancak pergeller daire çizerken ne kadar kullanışlıysa, piramit açılarında zorlanabilirler...
Bir "model" ülke, örnek gösterildiği ülkeler o modele ulaşınca ne olur?
Tez şudur ki; pergel daralmaya başlar…
Bunun somut örneğini önce Mısır’da göreceğiz.. Kahire’nin "modelleşme" hızı yükseldikçe, etki alanı artacak, o da daire çizmeye başlayacak!
Kimi teorisyenlere göre, kesişen bu çemberlerden de bir Ortadoğu dengesi üretilebilir.. Örneğin, "Türkiye-Mısır-İran" üçgeni gibi!
Tabii daha önce "hangi İran" sorusunun yanıtlanması gerekiyor.
Tersi de mümkün.. Modeller arttıkça modele ihtiyaç kalmayacak.
Türkiye’nin etki alanı komşulara daralacak.
Para yeni modellere kayacak..
Hepsi tez...
Peki bunlar ne zaman olacak?..
Türkiye'nin iç politik dengelerine etkisi nasıl olacak?
Arnold Toynbee (http://www.tumgazeteler.com/haberleri/arnold-toynbee/) nin; “Seküler Batı uygarlığının, kendi uydurduğu yalanlar içinde bile tutarlılık sağlayamadığını, çürümüş ve sapkın bir uygarlık olduğunu; bilim, kültür ve düşüncede yaptığı atılımlara rağmen, aslında insan soyunu ve gezegenimizin geleceğini bile yok edebilecek bir kaba kuvvet mekanizmasına dayandığını” “100 yıl içinde İslam ın, dünyanın geleceğini belirleyebilecek yegane aktör konumuna yükseleceği” basireti ile netice “ Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa nın refahı ve medeniyeti yıkılır „ (Prof.Dr.Neumark.) neş et ediyor vesselam.
Kur'ânTalebesi
04-19-2011, 20:08
Belki küfür karanlığından kurtulmuştur, ama insanımız tembelliğin karanlığı içinde yüzmektedir. İnsanımız iman zayıflığnın işareti olan sorumsuzluğun ve vurdumduymazlığın karanlğında yüzmektedir. İnsanımız dedikodunun, kötümserliğin, beğenmemenin karanlığında yüzmektedir.
| Yaşar Kaplan – Kalem ve Kelepçe
ABD elçiliğinde ağlayan 'genç siviller' kim?
Batı’nın bölgeyi yeniden tasarımlayan pro(en)jeksiyonunu ayakta tutan temel sütunları ortaya çıkardığınızda, bir tür "aşı" elde ediyorsunuz aslında…
Yani bağışıklık zırhınız biraz o mikroptan almanıza bağlı.. Ama biraz. Hastalık sirayet etmişse zor.
Mesela; büyük Ortadoğu devrimlerinin hangi ülkeler için düşünülmüş olduğunu, hangileri için düşünülmemiş olduğunu, istenmeyen devrimlerin hangi ülkelerde ortaya çıktığını (mikrop bu durmaz ki yerinde), bundan sonra hangilerinin devrim veya "evrim" geçireceğini bilmek gerekir…
Her-halde, finalde hangi ülkelerin hedeflendiğini de.
Ama bunları görebilmek için, şimdi yaşanan devrimlerin nasıl inşa edildiğini de okumak gerekiyor.
'Nasıl', güzel bir gazeteci sorusudur…
Büyük Ortadoğu’daki tüm ülkeleri, son 10 yıllık Buğday üretimlerine bakarak sıralasak, ilk 10 ve 20’de acaba şu an değirmen taşının altında ezilen kaç ülke isabet eder?
İlintili başka sorular da olabilir.. Acaba son 10 yıllık dönemde kendisi üretebilecekken, "yardım" olarak Batı’dan Buğday alan ve "ala ala aç kalan" kaç ülke aynı haritaya sığdırabilinir?
IMF modeli sadece para da mı işler sanıyorsunuz…
Bu toplumlarda dibi 1970’lere kadar giden "ekmek intifadası" diye bir gerçek var, anımsayası olana.
Herkes de biliyor ki, örneğin Mısır’da, devrim iktidarı değiştirdi, belki rejimi de değiştirecek ama Batı politikaları kalacak.
Çelişik görünebilir.. Zaten boğazına kadar Batı yanlısı Kahire liderliği niye Batı tarafından değiştirilsin ki?..
'Tazelenmek' dışında anlamları var elbette bu mimarinin...
“El Kuds el Arabi Gazetesi” editörü Abdulbari Atwan, Mısır dış politikasının (artık), "komşularla ilişkileri normalleştirmek, ekonomik ve stratejik çıkarları öne çıkarmak, ihtilafları çözmek için dialoğa başvurmak gibi yöntemler izleyeceğini" savunuyor...
Bu çizginin Mısır’ı; Türkiye-Suriye-Irak ve belki İran’a yönlendirebileceğini savunanlar var.. Sakın "eksen kayması" gelmesin akla.. Değil...
Mısır'ın bölgede etkisini yitirmesinin sebebi; ABD ile aşırı yakın görüntüsü ve İsrail’le çevirdiği örtülü tezgahlardı.. Şimdi bunlar "düzeltiliyor" ki, sözü dinlensin.
Bir süre sonra İsrail ve-veya ABD'ye karşı, göze sürme niyetine bir-iki "dik durma" hamlesi gelirse şaşırmayın...
Böyle bakınca, Süveyş Kanalı’ndan geçen İran savaş gemilerine sessiz kalmanın nedeni de anlaşılır, Şam’a giden Mısır istihbarat servisinin yeni başkanı Murad beyin ziyareti de!
Fakat en su götürmez, temyize gitmez kanıtlar olay mahallinden değil.. Uzaktan...
Kimi Wikileaks belgeleri ve yeni haberler, ABD’nin kalkışmalarda ön alan gençleri, liderleri, "kampanya düzenleme", "yeni medya" araçlarını kullanma, örgütlenme, seçimleri takip gibi konularda eğittiğini somuta bağlıyor...
New York Times’da Ron Nixon tarafından kaleme alınan bir makale, çeşitli isimler altındaki "genç siviller"in, Amerikan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü, Ulusal Demokratik Enstitüsü, meşhur ve parasını Amerikan Dışişleri’nden alan Freedom House’dan eğitim ve mali destek aldığı gösteriyor...
Biraz gülümseteyim sizi.. ‘Ortadoğu’da Demokrasi Projesi’nin Başkanı Stephen McIrney bu konuda, "Gösterileri başlatsınlar diye onları desteklemedik. Fakat becerilerini ve örgütlenmelerini geliştirsinler diye yardımcı olduk. Eğitimlerin olayda bir payı var ama sonuçta bu onların devrimi. Yani biz başlatmadık" diyor…
Muhteşem.
Bu işin kokusu zamanla daha çok çıkacak. Bu eğitimleri alıp devrimleri yapanlar içinde Amerika’dan yardım alanları suçlayanlar olduğunu, kendi içlerinde mahkemeler kurduklarını biliyor musunuz?
Suçlananlar da ABD elçiliğine gidip ağlamışlar! Arkadaşlarını şikayet edip, sızlanmışlar.
Özlü bir ihtilal sözü, 'devrim önce kendi evlatlarını yer' der ya, çarka çomak sokanlar kimbilir ne oldu?
Robert Fisk: Bin Ladin ihanete uğradı
The Independent'ın ünlü Orta Doğu muhabiri, Usame Bin Ladin'in öldürülmesini ve arkasındaki soru işaretlerini. Fisk, eğer El-Kaide lideri öldürülmediyse, ABD Başkanı Barack Obama'nın seçimi kaybedeceğini söyledi.
http://www.iyibilgi.com/images/haber/45333.jpg
Paylaş | 03 Mayıs 2011 Salı - 13:24
Robert Fisk* / TIMETURK
Orta yaşlı bir hiçlik, tarihin alt ettiği siyasi bir başarısızlık, Orta Doğu’da milyonlarca Arap demokrasi ve özgürlük isterken dün Pakistan’da öldü. Ardından dünya delirdi.
Doğum belgesini vermesinden mütevellit dipdiri Amerikan Başkanı, eski İngiliz İmparatorluğu Ordusu’ndaki bir binbaşının adını taşıyan kasabada öldürülen Usame bin Ladin’in defin ruhsatını sunmak için gecenin bir yarısında ortaya çıktı.
Bize söylenen kafasına tek kurşundu. Fakat cesedin Afganistan’a gizli uçuşu ve aynı derecede gizli şekilde denize gömülmesi? Bedeninin ürkütücü ve garip imhası, (aman, türbesi olmasın) en az o ve kötücül örgütü kadar tüyler ürperticiydi.
Amerikalılar, neşeden sarhoş oldu. David Cameron, “ileriye doğru büyük bir adım” olduğunu düşündü. Hindistan, “muzaffer bir dönüm noktası” olarak niteledi. İsrail Başbakanı Netanyahu, “dillere destan bir utku” diye böbürlendi. Fakat 9/11’de 3 bin, Orta Doğu’da sayısız ölen Amerikalı, Irak ve Afganistan’da ölen yarım milyon Müslüman ve Bin Ladin’i arayarak geçen 10 yılın ardından, dua edelim de başka “dillere destan utku” olmasın. İntikam saldırıları? El-Kaide’yle doğrudan bağlantısı olmayan Batı’daki küçük grubumsulardan belki gelebilir. Emin olun, birileri şimdiden “Şehit Usame Bin Ladin Tugaylarını” kafasında kuruyordur. Belki Afganistan’da ve Taliban içerisinde.
Lakin son 4 aydır Arap dünyasındaki kitlesel devrimler, El-Kaide’nin siyaseten öldüğü anlamına geliyordu. Bin Ladin dünyaya, aslında bana şahsi olarak, Arap dünyasındaki Batı-yanlısı rejimleri, Mübarek ve Bin Ali’lerin sultalarını yıkmak istediğini söylemişti. Yeni bir İslam Halifeliği kurmak istiyordu. Fakat son birkaç ay içinde, milyonlarca Müslüman ayaklandı. İslam için değil özgürlük ve
demokrasi için kendi şahadetlerine hazırdılar. Bin Ladin bu zorbalardan kurtulmadı. Halk kendisi yaptı. Halife de istemediler.
Bu kişiyle 3 kere görüştüm ve sormadığım geriye tek bir soru kaldı. Bu sene ortaya çıkan ve İslam’dan ziyade ulusal bayraklar altında (El-Kaide’nin katletmekten mutluluk duyacağı) Hıristiyanlar ile Müslümanların birlikte gerçekleştirdiği devrimleri seyrederken ne düşündü?
Onun bakışına göre, başarısı üyelik için kart gerektirmeyen El-Kaide’nin yaratılmasıydı. Bir sabah uyanıyordunuz ve El-Kaide’de olmak istiyordunuz. Orada da oluyordunuz. Kurucusu oydu. Fakat asla aktif-katılımlı bir savaşçı değildi. Mağarasında bilgisayar, bombaları patlatmak için telefonu da yoktu.
Desteğimizle tartışmasız hâkimiyet süren Arap diktatörlerin ekserisi, Amerikan siyasetini suçlamaktan çekinirlerdi. Sadece Bin Ladin bu tür şeyleri söylerdi. Araplar, büyük binalara uçakları sürmeyi düşünmedi, fakat söylemek istediklerini söyleyen bu adama gıpta ettiler. Ancak artık artan şekilde bu tür şeyleri söyleyebiliyorlar. Bin Ladin’e ihtiyaçları yok. Artık o bir hiçlik oldu.
Mağaralardan söz açmışken, Bin Ladin’in vefatı Pakistan’ı fecaat bir duruma soktu. Aylardır Başkan Ali Zerdari, Bin Ladin’in Afganistan’da bir mağarada yaşadığını söylüyordu. Ancak Pakistan’da bir malikânedeymiş. İhanete mi uğradı? Elbette. Ya Pakistan ordusu ya da Pakistan İstihbaratı tarafından.Muhtemelen her ikisi de. Pakistan, nerede olduğunu elbet biliyordu.
Ülkenin askeri akademisine ev sahipliğini yapan (1853’teki İngiliz Ordusu’ndaki Binbaşı James Abbott tarafından kurulan) Abbotabat’da aynı zamanda Pakistan Kuzey Ordusu İkinci Tümeni’nin de karargâhı da yer alır. Hemen hemen bir sene önce, başka bir “dünyanın en çok aranan adamı”, Mumbai katliamından sorumlu olduğu düşünülen grubun lideriyle röportaj yapmak istedim. Onu Pakistan’ın Lahor’unda buldum, ellerinde makineli tüfeklerle, üniformalı Pakistanlı polislerin koruması
altında.
Tabi ki cevapsız bariz bir soru daha var; Bin Ladin’i canlı yakalayamazlar mıydı? CIA, Donanma, ABD Özel Kuvvetleri ya da hangi Amerikan ekibi onu öldürdüyse, üzerine atacakları bir ağ da mı yoktu? Barack Obama, ölmesine karar verdi. Eski zamanlarda, “adalet” bir süreçti, bir mahkeme, bir duruşma, bir savunma, bir yargılamaydı. Saddam’ın oğulları gibi Bin Ladin de öldürüldü. Elbet, canlı yakalanması istenmedi. Öldüğü oda, yerden tavana kan revan içerisindeydi.
Fakat bir mahkeme, Bin Ladin’den daha çok başkalarını endişelendirirdi. Nihayetinde, Afganistan’ Sovyet işgali esnasında CIA’deki ilişkilerini ya da Suudi Arabistan’ın istihbarat başkanı Prens Türkî ile İslamabad’daki sıcak görüşmelerini anlatabilirdi. Tıpkı, binlerce gazla öldürülen Kürt yerine 153 kişinin cinayetiyle yargılanan Saddam gibi. Bu gazın Amerika’dan geldiğini, Donald Rumsfeld’le dostluğunu, İran’ı 1980’de işgal ettiğinde ABD yardımından bahsedemeden asıldı.
Gariptir, 11 Eylül 2001’deki insanlığa karşı işlenen uluslararası suçlar için “en çok aranan kişi” o değildi. Vahşi Batı statüsünü, El-Kaide’nin Afrika’daki ABD elçiliklerine ve Dahran’daki ABD kışlalarına önceki saldırılarının ardından elde etmişti. Sürekli Cruise füzelerini beklerdi. En azından ben tanıştığımda öyleydi. Daha önce de 2001’de Tora Bora dağlarında, korumaları savaşmasını
engellediğinde de ölümü bekliyordu. Zamanının bir kısmını Karaçi’de geçirirdi, oraya takıntılıydı. Hatta bana Pakistan başkenti duvarlarındaki Bin Ladin-yanlısı grafiti resimlerini göstermiş, şehrin imamlarını övmüştü.
Diğer Müslümanlarla ilişkileri gizemliydi. Afganistan’da tanıştığımda başlarda Taliban’dan korkuyordu. Geceleyin eğitim kampından Celalabat’a gitmeme izin vermemişti. Ertesi günkü yolculuğumda beni koruması için El-Kaide teğmenlerini yanıma vermişti. Takipçilerinin hepsi sapkınlar olarak gördükleri Şia Müslümanlarından ve kâfirler dedikleri diktatörlerden de nefret ediyordu. Buna rağmen Amerikan işgalcilerine karşı Irak’ın eski-Baasçılarıyla ilişkiye hazırdı. CIA’nin görmezden geldiği bir videoda aynen böyle söylemişti. Asla Hamas’ı övmedi ve İsrail’in eline (her zamanki gibi) koz veren dünkü “kutsal savaşçı” tanımına da güç bela uyardı.
2001’den bir yıl sonra, Bin Ladin’le endirekt zayıf bir bağlantı kurabildim. Pakistan’daki gizli bir yerde güvenilir El-Kaide dostlarından biriyle buluştum. 12 soru yazdım. Bariz ilk soru, 2 Müslüman ülkenin ABD işgaliyle sonuçlanan eylemlerinden ne tür bir zafer beklediğiydi? Haftalarca cevap gelmedi. Sonra bir hafta sonu, ABD’de Saint Louis’te ders vermeyi beklerken, El-Cezire’nin Bin Ladin’in yeni bir video yayınladığı söylendi. Benden bahsetmeden, tek tek, tüm 12 sorumu cevapladı. Evet, Amerikalıların Müslüman dünyaya gelmesini istemişti. Böylece onları yok edebilecekti.
Wall Street gazetecisi Daniel Pearl kaçırıldığında, The Independent’ta hayatını kurtarması için Bin Ladin’e yalvaran uzun bir yazı yazdım. Afgan sınırında dövüldüğümde, Pearl ve hanımı bana bakmışlardı. Hatta Pearl, bana iletişim defterini bile vermişti. Çok daha sonra, Bin Ladin’in yazımı üzüntüyle okuduğu söylendi. Ancak Pearl çoktan öldürülmüştü. En azından öyle söyledi.
Buna rağmen Bin Ladin takıntıları, kendi ailesini bile parçaladı. Bir eşi onu terk etti, iki de Pazar günkü Amerikan saldırısında öldürülmüş görünüyor. Oğullarından Ömer’le 1994’te babasının yanındayken tanıştım. Yakışıklı bir çocuktu ve mutlu olup olmadığını sordum. İngilizce bana “evet” dedi. Fakat geçen sene, Yaşayan Bin Ladin (Living Bin Ladin) adında bir kitap yazdı. Babasının kimyasal silah deneyi esnasında köpeciklerini nasıl öldürdüğünü anlattı ve onu “kötücül” olarak tanımladı. Kitabında, tanışmamızı hatırladığını ve mutlu olmadığı için hayır demiş olması gerektiğini yazdı.
Dün öğlen sularında, Araplardan 3 çağrı aldım. Hepsi Amerikalıların öldürdüğü kişinin Bin Ladin’in dublörü olduğundan emindi. Tıpkı birçok Iraklının Saddam’ın oğullarının 2003’te öldürüldüğüne ya da Saddam’ın gerçekte asıldığına inanmaması gibi. Zamanı gelince, El-Kaide bize söyler. Tabi ki eğer hepimiz hatalıysak ve o dublörse. Gerçek Bin Ladin’den başka bir video ikram edilecek ve Başkan Barack Obama önümüzdeki seçimi kaybedecek.
* The Independent’ın ünlü Orta Doğu muhabiri.
timetürk
http://www.young-lions.it/public/Obama%20Card.jpg
Bugün Filistin'de çocuklarımızı öldüren İsrail yarın Tebuk, Cufuf ve diğer yerlerde öldürmeye başladığında çokbilmişler ne yapacaklar acaba ? İsrail; zulme çanak tutan ve kutsallığı zafiyet içinde olan kitaplarında iddia ettikleri -vaadedilen topraklarını- genişlettiklerinde , "- Hedefimiz Medine şehri." dediler. Gene bu çokbilmişler ne yapacaklar? Tabii ki, siyonist Amerika lobisine boyun eğecekler.
Usame bin Laden
Muaz (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Beytü’l-Makdis’in imarı Medine’nin harabına, Medine’nin harabı büyük savaşın çıkışına, büyük savaşın çıkışı İstanbul’un fethine, İstanbul’un fethi de Deccal’in çıkışına delalet eder’ buyurdu.”
Ebu Davûd: 4294
Hz. Ali'ye Göre Büyük Savaş
...Allah aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Hz.Ali dedi ki: “Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah'dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Bir rüzgarla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgarlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgarı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür. Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır.
Askerimin başbuğu, ancak tek Allah'ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum.
Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim. Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm. Bu suretle “Sevgisi Allah içindir” denmesini diledim; ancak Rabb için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Allah yolunda olmasını, varımı yine Allah için sakınmamı istedim. Benim sakınmamam da ancak Allahiçindir. Vermem de... Tamamı ile Allah'a aidim. başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil.
Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum.
Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir. Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir. Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dava ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur. Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz. Şehvete kul olan, Allah indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür. Şehvet kulu, Allah'ın rahmeti, hususi bir lutuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz. Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum. Artık yeter... Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir. Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın. Kuran'da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.
Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Allah sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel! Beri gel ki ALLAH'ın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu. Küfürden ve dikenliğimden kurtuldun, artık Allah bahçesinde bir gül gibi açıl! Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali'ydin, Ali'yi nasıl öldürürüm?
Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın. O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi? Ömer'in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı? Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi? Onların büyüsü, onların inkarı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?Onlar da asayı ve mucizeleri nereden göreceklerdi?
Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu. Allah ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur. Çünkü Allah, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder. Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan'a yomsuz bir andır. Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam, vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedi mülkler ihsan ederim
Ben öyle bir erim ki kanlıma, katilime bile lutuf şerbetim, kahır zehri olmadı. Peygamber, hizmetkarımın kulağına, bu başımı boynumdan onun ayıracağını söyledi. Peygamber, sevgilinin vahyiyle nihayet ölümümün onun eliyle olacağını haber verdi.
O, daima “ Beni önce öldür de benden bu kötü ve yanlış iş zuhur etmesin” demekte; Ben de “Mademki ölümüm senden olacak, ben kaza ve kadere karşı nasıl hile edebilirim?” demekteyim.
O, daima önümde yerlere kapanarak “Ey Kerem sahibi, beni tanrı hakkı için ikiye böl, ki bu kötü akıbete uğramayayım. Bu yüzden canım yanmasın” der; Ben de daima “Yürü, git. Kader kalemi, bunu yazdı, yazının mürekkebi de kurudu. Olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar, baş aşağı olur.
Gönlümde, sana hiçbir düşmanlık yok. Çünkü bunu, ben senden bilmiyorum ki. Sen Allah aletisin; yapan, Allah'ın eli. Hakkın aletini nasıl kınayayım, Hakkın aletine nasıl itiraz edeyim?” derim
O, “Öyle ise kısas niçin?” dedi. Ali cevap verdi: “ O da Hak'tan, o da gizli bir sır. Eğer Allah, kendi yaptığı işe itiraz ederse bu itiraz yüzünden bağlar, bahçeler yeşertir. Kendi yaptığı işe itiraz, ancak onun karıdır. Çünkü kahırda da tektir, lutufta da.
Bu hadiseler şehrinde bey odur, memleketlerde tedbir onundur, Aletini kırarsa kırılanı tekrar iyileştirebilir.” Ulu kişi, “ hiçbir ayeti değiştirmedik ki ardından daha hayırlısını getirmeyelim” remzini bil.
Allah hangi şeriatın hükmünü kaldırdıysa otu yoldu, yerine gül bitirdi demektir. Gece, gündüz meşguliyetini giderir, bitirir. Akıl ermeyen şu uykuya bak! Sonra tekrar gündüzün nuruyla gece ortadan kalkar, bu suretle de o yalımlı ateş yüzünden donukluk, uyku yanar, gider.
O uyku, o duygusuzluk zulmettir ama abıhayat, zulmette değil mi? Akıllar, o zulmetle tazelenmiyor mu? Hanendenin bestedeki duraklaması sese kuvvet vermiyor mu?
Zıtlar, zıtlardan zuhur etmekte... Allah, kalpte ki süveydada daimi bir nur yarattı.
Peygamberin savaşı sulha sebep oldu. Bu ahir zamandaki sulh o savaş yüzündendir. O gönüller alan sevgili ( Peygamber), alemdekilerin başları aman bulsun diye yüz binlerce baş kesti. Bahçıvan, fidan yücelsin, meyve versin diye muzır dalları budar.
Sanatını bilen bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin diye bahçedeki otları yolar. Sevgilinin ağrıdan, hastalıktan kurtulması için hekim, çürük dişi çekip çıkarır. Noksanlarda nice fazlalıklar var. Şehitlere hayat yokluktadır. Rızk yiyen boğaz kesildi mi “Onlar Rablerinden rızıklanır, ferahlarlar” nimeti hazmedilir. Hayvanın boğazı kesilince insanın boğazı gelişir. O hayvan, insan vücuduna girer, insan olur, fazileti artar.
İnsanın boğazı kesilirse ne olur, fazileti ne dereceye varır? Artık agah ol da onu bununla mukayese et. Öyle bir üçüncü boğaz doğar ki o, Allah şerbetiyle, Allah nurlarıyla beslenir, gelişir. Kesilen boğaz, bu şerbeti içer ama “La” dan kurtulmuş “Bela” da ölmüş boğaz!
Ey kısa parmaklı, himmeti kesik kişi! Ne vakte dek canının hayatı ekmek olacak? Beyaz ekmek için yüzsuyu döktüğünden dolayı söğüt ağacı gibi meyven yok! Duygu canı, bu ekmeğe sabredemiyorsa kimyayı elde et de bakırı altın yap!
Elbiseyi yıkamak istiyorsan bez yıkayanların mahallesinden yüz çevirme! Ekmek orucunu bozduysa kırıkçıya yapış, yücel! Onun eli, mademki kırıkları sarar, iyileştirir... Şu halde onun kırması şüphe yok ki yapmaktır. Fakat sen kırarsan der ki: “Gel yap bakalım.” Elin ayağın yok ki yapamazsın.
Şu halde kırmak, kırığı sarıp iyileştiren adamın hakkıdır. Dikmeyi bilen yırtmayı da bilir. Neyi satarsa yerine daha iyisini alır. Evi yıkar, hak ile yeksan eder; fakat bir anda da daha mamur bir hale getirir.
Bir bedenden baş kesti mi yerine derhal yüz binlerce baş izhar eder. Canilere kısas emretmese, yahut “Kısasta hayat var” demeseydi, Kimin haddi vardı ki kendiliğinden, Allah hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!
Çünkü Allah, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!
Adem Peygamber, ansızın esasen şaki olan İblise hor baktı. Kendisini beğenip, kendisini ulu görüp melun şeytanın yaptığı işe güldü. Allah gayreti bağırdı: Ey tertemiz adam! Sen gizli sırları bilmiyorsun. Eğer Allah kürkü ters giyerse dağı bile ta kökünden temelinden söker.
O zaman, yüzlerce Adem'in perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır! Adem “Bu hor görüşten tövbe ettim. Bir daha böyle küstahça düşünceye düşmem” dedi.
Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkan yok. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet; kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Allah'a razı olan kardeşlerden ayırma!
Senin ayrılığından daha acı bir şey yok... Sana sığınmazsak sen esirgemezsen işimiz, gücümüz ancak kargaşalıktır. Zaten malımız mülkümüz; malımızın, mülkümüzün yolunu kesmekte... Zaten cismimizi soyup çırçıplak bırakmakta!
Elimiz, ayağımıza kastettikten sonra artık kim, senin lutfun olmadıkça canını kurtarabilir ki? Bu pek büyük tehlikelerden canını kurtarsa bile kurtardığı şey ancak idbar ve tehlike sermayesi kesilir.
Çünkü can, canana ulaşmadıkça ebediyen kördür... ebediyen yaslıdır. Esasen senin inayetin olmazsa can, adeta bir tutsaktır; seninle diri olmayan canı ölü farz et. Sen kullara darılır,kulları kınarsan, Ey Allah hakkındır, yaparsın.
Aya, güneşe kusurlu, nursuz... Servinin boyuna iki büklüm; Feleğe, arşa hor ve aşağı... madene, denize yoksul dersen, Kemaline nispetle yaraşır. Çünkü yokluklara kemal verip onlara eriştirme kudreti ancak senindir. Çünkü sende yokluk ve ihtiyaç yoktur; yokları icat eden, onları ihtiyaçtan kurtaran sensin.
Yetiştiren, yakmayı da bilir; çünkü yırtık söken, dikmeyi de bilir. Her güz; bağı bahçeyi yakıp yandırmakta. Sonra yeniden bahçeleri renklere boyayan kırmızı güllere boyayan kırmızı gülleri yetiştirmektedir.
“ Ey yanıp yakılan, zuhur et, yenilen; tekrar güzelleş, güzel sesli bir hale gel” diye hepsini yeniden yaratır. Nergisin gözü körleşir, o, tekrar açar... Kamışın boğazını keser, sonra yine kendisi tekrar okşar, ondan nağmeler çıkarır. Biz mademki masnu'uz, sani değiliz... Şu halde ancak zebunuz, ancak kanaatkarız.
Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Sen buna lutufta bulunmazsan şeytanız. Sen bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı Şeytandan kurtulduk.
Kim hayattaysa değnekçisi, yol gösteren sensin. Değneğin, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki, ne yapabilir ki? Senden gayrı hoş olsun, hoş olmasın... Her şey, insanı yakar, ateşin aynıdır.
Kim ateşe dayanır, ateşe arka verirse hem Mecusidir, hem zerdüşt! Allah'dan başka her şey batıldır, asılsızdır. Tanrının ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur.
Tekrar Ali ve katilinin hikayesine dön; katiline fazlasıyla gösterdiği kerem ve mürüvveti anlat. Ali dedi ki: “Ben düşmanımı gözümle görmekte, gece gündüz ona bakıp durmaktayım. Böyle olduğu halde hiç kızmıyorum. Çünkü ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle adeta bir.
Ölümsüzlük ölümü bize helal olmuştur; azıksızlık azığı, bize rızk ve nimettir. Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir; ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden, doğması bir göçmedir; fakatta cihanda ona yeni baştan bir hayat var.
Ecele doğru meylimiz, ecele aşkımız olduğundan “Nefislerinizi elinizle tehlikeye atmayın” nehyi asıl bizedir. Çünkü nehiy, tatlı şeyden olur, acı için nehye zaten hacet yok ki.
Bir şeyin içi de acı olur dışı da acı olursa onun acılığı kötülüğü esasen nehiydir. Bana da ölüm tatlıdır. “Onlar ölmemişlerdir, Rablerinin huzurunda diridirler” ayeti benim içindir. Ey inandığım, itimat ettiğim kişiler! Beni kınayın ve öldürün. Şüphe yok, benim ebedi hayatım öldürülmemdedir.
Ey yiğit! Hayatım, mutlaka ölümdedir. Ne zamana kadar yurdumdan ayrı kalacağım? Bu alemde durmaklığım, ayrılık olmasaydı (öldüğümüz zaman) “Biz, şüphe yok, Allah'a dönenleriz” denmezdi. Dönen kişi; ayrıldığı şehre tekrar gelen kişidir; zamanın ayırışından kurtulup birliğe erişendir.
Seyis tekrar gelerek “Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti, o fena zamanı görmeyeyim. Sana helal ediyorum, kanımı dök ki gözüm o kıyameti görmesin” dedi. Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı, bir katil olsa da elinde hançer olarak senin kastına yürüse. Yine senin bir tek kılını kesemez. Çünkü kader kalemi böyle yazmıştır; sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma, senin şefaatçin benim. Ben ruhun eri ve sultanıyım, ten kulu değil! Yanımda bu tenin kıymeti yok; ten kaydına düşmeyen bir er oğlu erim. Hançer ve kılıç, benim çiçeğim; ölüm meclisim... bağım, bahçemdir.”
Tenini bu derece öldürüp ayaklar altına alan kişi, nasıl olur da beylik ve halifelik hırsına düşer? O, ancak emirlere yol göstermek, emirliği belletmek için zahiren makam işleriyle ve hükümle uğraşır; Emirlik makamına yeni bir can vermek, hilafet fidanını meyvelendirmek için bu işle meşgul olur.
Peygamber, Mekke'yi fethe uğraştı diye nasıl olurda dünya sevgisiyle ittiham edilir? O öyle bir kişiydi ki imtihan günü ( yani Miraç'ta) yedi göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı.
Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur. Hepsi kendilerini, onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerede ki.
O, Allah ululuğuyla, Allah celaliyle öyle dolmuştur ki bu dereceye, bu makama Allah ehli bile yol bulamaz. “Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hatta ne de ruh” dedi. Artık düşünün anlayın!
“Göz Allah'dan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazharız, karga değiliz; alemi renk ,renk boyayan Allah sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu! Göklerin, hazinelerin akılları bile Peygamberin gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse. Artık Mekke, Şam ve ırak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin!
Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer. Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün. O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör!
Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar. Sen, tozu Allah eri sanırsın. İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer'idir. Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi. Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis'in mirasıdır
Be inatçı, İblis'in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer? Ben köpek değilim, Tanrı aslanıyım. Allah aslanı suretten kurtulandır. Dünya aslanı av ve rızk arar, Allah aslanı hürlük ve ölüm! Çünkü ölümde yüzlerce hayat görür de varlığını pervane gibi yakıp yandırır.
Ölü isteği, doğru kişilerin boyunlarına bir halkadır. Çünkü bu istek, yahudilere imtihan oldu. Allah Kuran'da “Yahudiler, doğrulara ölüm; futuhat, sermaye ve ticarettir. Sermaye ve ticaret isteği var ya; ölümü istemek ondan daha iyidir.
Ey yahudiler; halk içinde namusunuzu korumak istiyorsanız bu dileği, bu ölüm temennisini dile getirin” dedi. Muhammed, bu bayrağı kaldırınca bir tek yahudi bile bu istekte bulunmaya cüret edemedi.
Peygamber “Eğer bunu dillerine getirirlerse dünyada tek bir yahudi bile kalmaz” dedi. Bunun üzerine yahudiler ; “Ey din ışığı, bizi rüsvay etme! Diyerek mal ve haraç verdiler. Bu sözün sonu görünmez. Mademki gözün sevgiliyi gördü, ver elini bana!
Emirül Müminin, o gence dedi ki: “Ey yiğit! Savaşırken. Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, hiddet ettim, huyum harap berbat bir hale geldi. Öyle bir hale geldim ki o anda savaşımın yarısı Allah içindi, yarısı nefsim için. Allah işinde ortaklık yaraşmaz.
Sen Allah nakışısın: Seni, o, kudret eliyle yarattı, bezedi. Onunsun, benim değil.
Allah'ın nakışını yine Allah eliyle kır; sevgilinin camına sevgilinin taşını at!” Kafir bu sözü işitti, gönlünde öyle bir nur zuhur etti ki zünnarını kesti. “Ben, cefa tohumunu ekmiştim, seni başka türlü sanıyordum.
Halbuki sen Allah huylu bir teraziymişsin, hatta her terazinin oku senmişsin! Meğer sen benim soyum sopummuşsun; meğer çırağımın, dinimin aydınlığı senmişsin! Ben o görür göz arayan çırağın kulu, kölesiyim ki senin çırağın da ondan nurlanmış, aydınlanmıştır...
Ben, o nur denizinin kulu, kurbanıyım ki böyle bir inci izhar eder. Bana kelimei şahadeti söyle, bende söyleyeyim ki seni zamanın en yücesi gördüm” dedi. Onlar beraber akrabasından, kavminden elli kişiye yakın kimse de aşıkçasına dine yüz tuttular, müslüman oldular. Ali, ilim kılıcıyla bu kadar boğazı, bu kadar halkı kılıçtan kurtardı.
İlim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür. Yazıklar olsun ki iki lokmacık yendi de bu yüzden fikir çoşkunluğu dondu, yatıştı.
Bir buğday tanesi, Adem Peygamberin güneşinin tutulmasına... arzın, güneş ile ay arasına girmesi , dolunayın kararmasına sebep oldu. İşte sana gönlün letafeti! Bir avuç balçıktan (bir iki lokma ekmekten) ayırmadağın bir hale gelmekte!
Ekmek manevi olursa yenmesinde fayda var. Fakat bildiğimiz ekmeğin faydası yok, kalbi daraltıyor. Manevi ekmek, yeşil diken gibi... deve yiyince yüz türlü fayda, yüzlerce lezzet bulmakta.
Fakat yeşilliği gitti de kurudu mu, onu çölde deve yiyince; Damağını avurdunu yırtar, paralar. Yazıklar olsun; öyle yetişmiş gül kılıç kesildi. Ekmek de manevi oldukça o yeşil dikendi. Fakat şimdi zahiri ekmek olduğundan kupkuru bir hale geldi, sertleşti.
Ey nazlı nazenin varlık (ey hüsameddin), bundan önce onu yemeğe alışmıştın. O alışkanlıkla bu kuru ekmeği de alıp yemek istiyorsun ama gayri mana, yerle karıştı; Toprakla karışık, kaskatı, dili damağı yırtar bir hale geldi. Ey deve, şimdi otu yeme, ondan çekin!
Söz, toprakla pek karışık bir hale geliyor, su bulandı... Kuyunun ağzını kapa ki Allah onu yine saf, yine hoş bir hale getirsin. Onu bulandıran, durultur da. Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir.
Mesnevi'den Hikayeler...
Peki MHP liderinin bildiği ne?
Komplo ve entrikaları deşifre etmek için kullanacağınız en sağlam yöntemlerden biri, hayatın doğal akışına aykırı şeyler arasında sebep-sonuç ilişkisi kurmaktır. Seçime giden bir partinin oylarını artıracak ataklara girişmesi doğal akışa uyar. Aynı partinin bir seçmen kesimini kendisine küstürecek çıkışlar yapması anormaldir. MHP Genel Başkanı'nın nisan ayının başında, Gülen Hocaefendi'yi, 'faaliyetlerini askıya almaya' davet eden yazılı açıklaması ile ilan ettiği savaş anormaldi. Bu yazılı açıklamada Hocaefendi, 'devam eden davalara müdahale etmek'le, yani Ergenekon davasında taraf olmakla suçlanıyordu. Daha özel olarak konu, Zirve katliamı soruşturması çerçevesinde gözaltılar ve tutuklamalardı. Bu bildiriyi dikkatle okuyanlar, Genelkurmay sitelerinden veya Ergenekon belgelerinden aşina oldukları bir üslupla karşılaşırlar. Açıklama neden yazılı yapıldı? Böylesine apolitik bir savaşı başlatmak Bahçeli'nin fikri olabilir mi?
Şimdi bağlantıyı kurabiliyoruz. Bahçeli, bu yazılı açıklamayı yaparken şantaj baskısı altındaydı. Bu yazılı açıklamayı öneren ve metni kaleme alan kişi, aynı zamanda kaset işini tezgâhlayan ekibin adresini gösteriyor. Bu kişi bir emekli asker ve üstelik MHP adayı.
Ergenekon MHP'yi önce muhasara etti, sonra esir aldı, şimdi de ameliyat ediyor. Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen 'Proje' başlıklı belgeye, bu ameliyatın şifrelerini çözmek için müracaat edelim. Bu belge, İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Kemalettin Yakar'ın odasının zemininde ele geçirilen belgelerden biri. Belgede, Ergenekon çetesinin siyaseti tanzim planları sıralanıyor. 'Kafes eylem planı' ve 'İrtica ile mücadele eylem planı'nın altı yıldır devam eden sistematik bir çalışmanın ürünü olduğu, belgelerdeki devamlılıktan anlaşılıyor.
Gönülden
06-21-2011, 19:59
İşin sonu şekillerin dinleşmesi ile de sonlanabilir ve karşımıza kültürel Müslümanlık çıkıverir…
Doğrusu ilke, kural, metot, hedef sunmayan bir din şekilden öteye gidemez. Sığ, çiğ, dar ve ham kalmaktan da kurtulamaz… Böylesi bir din tasavvuru statükonun payandası, sistemin parçası ve pazarı olma riski altındadır…
Kimi Müslümanlar da nükseden keyfiyetsizlik ve kifayetsizliğin nedeni de bu değil midir ?
Şekilcilik varsa içsellik yoktur…
Şekilcilik donukluk ve durgunluk demektir… Kendinde var olan potansiyeli harekete geçirme zahmetine katlanmadan görüntü ile yetinmektir…
Özden uzaklaştıkça, İslami değerler önemsizleşir… Gelenek, görenek ve atalar kültüründen tevarüs eden kabuller dinin yerine geçmeye başlar. Nazari ve sathi bilgilerin çeperinde kalan insan dinin özüne intikal etmekte ve ruhunu idrak etmekte zorlanır…
O süreçte bakarsınız ki:
Ayetler sloganlaştı…
İbadetler adetleşti…
Akide felsefileşti…
Din ideolojileşti…
İslam Protestanlaştı…
Hayat profanlaştı…
Peygamber magazinleşti…
Ya da olgunun dinleşmesi ile karşı karşıya kalırız…
Kültürleşen, töreleşen ve sıradanlaşan İslam kafa ve kalplerde muhafaza altına alınmıştır veyahut vicdanlara sürülmüştür…
Doğrusu İslam’ı olduğu gibi kabul etmemiz bizden istenirken, sanki istiyoruz ki, bulunduğumuz hal üzere İslam bizi kabul etsin…
Evet, Müslüman gibi davranmak yetmez, Müslüman olmak zorundayız…
İslam’a hayatımızdan bir parça yer açmak yeterli değil, hayatı tümden ve tüm içtenliğimizle İslam’a bağlamak durumundayız…
İçine ihlâs katılmayan h,iç bir eylem, salih amel kapsamına alınmıyor…
Yine ilimsizlik, fıkıhsızlık, takvasızlık insanı şekilci ve şabloncu bir akıbete düçar kılıyor…
Hikmet ve irfan iklimine uzak düşürüyor…
Ramazan Kayan
Ne zaman?
Kuzey Afrika'dan İran'a kadar bütün bölgede depremler yaşanırken, liderler devrilirken, bütün coğrafya yeniden dizayn edilirken oluyor bunlar. Domino etkisi Türkiye'ye ne zaman vuracak diye sorarken oluyor.Bu dalga, seçimden sonra "Türkiye'yi de Kürt meselesi üzerinden yakalayacak" diyenler haklı çıkabilir...
Terennüm
07-04-2011, 14:33
sahip olamadığımız pek çok imkana kavuştuk..konforumuz yerinde.hayatımız güzel.ama eski heyecanımız. o günlerdeki dayanışmayı ben malesef bugün yeteri kadar göremiyorum.O mahrumiyet zamanlarında ki İslami şuuru ben bugünkü nesilde göremiyorum..
şule yüksel şenler.
AKP İsrail’e göz süzdüğünde, %50 bu işe ne der?
İkili ilişkilerde yeniden aşk havası yaratacak iyileşmeler görünmese de İsrail ile aramızda mahçup bir flört havasının estiğini inkâr eden yok sanırım?
Filistin meselesinde bir değişiklik yok. Veya ‘Kürt meselesi’nde? Ya da ‘alçak koltuk krizi’nde ve ‘Dökme Kurşun Operasyonu’nda?
Yoksa var mı?.. O zaman şu konularda değişiklikler olmuştur belki; Gazze ablukasında, ne bileyim, Davos Krizi’nin o meşhur repliği ‘one minute’de?..
Yok mu?
Mavi Marmara krizinde?. Olmadı iptal edilen askeri tatbikatlarda?. Değilse o zaman muhakkak Hatay’daki saldırıya ilişkin kimi değişikler olmuştur?
Tüm bu şiddetli geçimsizlik kalemlerinde ne olduğuna ilişkin somut bilgi pek az ama İsrail-Türkiye yakınlaşmasındaki göz süzmelerin başlangıç tarihini tam söyleyebiliriz.
12 Haziran!
İlk İsrail Meclisi Knesset’den bol övgülü tebrik geldi Ankara’ya.. Ardından da İsrail Başbakanı Netanyahu’dan. Ve takiben iki ülke arasındaki "gizli görüşmelerin" haberleri…
Oysa açık toplum ve ileri demokrasilerde, örneğin Davos’ta 'tüm dünyanın gözleri önünde' söylenenler gibi, Türk kamuoyunun büyük kesiminin 'halisane duygular' hissettiği İsrail’le görüşmeler de şeffaf olmalı…
Önce İsrail medyası bu yakınlaşmanın haberleri ve faydalarını işlemeye başladı, devamında da Türk basını.
ABD’nin de konuya etkili biçimde müdahil olduğu biliniyor.
Sonra ikinci Gazze seferine hazırlanan İHH’na 'yapma' denildi.. ‘Hayırlı’ bir tesadüf olarak Mavi Marmara’nın 'arıza çıkarması' işte bu zamanlaya denk düştü…
Hatta hatta, Türkiye’ye gelen İsrail Başbakan Yardımcısı ve Stratejik İşler Bakanı Moşe Yaalon’un, Başbakan Erdoğan ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’la bir araya geldiğine kadar götürüldü bu haber ve iddialar.. Elbette Ankara tarafından şiddetle yalanlandı.
Ama bugün gelinen nokta, ilişkileri normalleştirmek yolunda Avrupa’da gizli görüşmeler yapıldığını gösteriyor.. Yani İsrail ve Türkiye artık görüşüyor.
Birden fazla görüşme yaşandığı, uzlaşının şartlarının konuşulduğu, "özür dileriz" ve "üzgünüz" kelimeleri arasında hayli gidilip gelindiği (elbette ‘özür’ olmalı. Birinin ayağına yanlışlıkla bastığınızda söylediğiniz ‘pardon’ anlamına gelecek ‘I am sorry’ değil), hatta İsrail’in 3 kez caydığı dahi haberleştirildi.. Görüşmelerdeki diplomatlarını isimleri bile biliniyor.
Şimdi iki soru var ortada… İsrail’le niye barışıyoruz ve Ankara’da bu iradeyi besleyen çekirdek neresi?..
Türkiye-İsrail arasındaki kaçamak bakışlara çok neden sayılabilir; Suriye ciddi bir gerekçedir. Şam’da yaşananların gösterdiği riskli ihtimaller önce bu iki ülkeyi ilgilendiriyor.
Irak ve İran’daki gelişmeler de bu haneye yazılabilir.. Keza, Mavi Marmara’ya ilişkin BM (Palmer) Raporu da yumuşatılmalı!
Sonuç olarak yeni durumu Ortadoğu’daki gelişmelerde Türkiye’nin yeni konumlanması olarak da okuyabilirsiniz veya 2012 seçimlerine hazırlanan Beyaz Saray’ın İsrail’le arasını bozmama arzusunun okunmasına da…
Çekirdeğe gelince.. Devamında mürüvvet görür müyüz tamamen ayrı konu.. Ancak bilgi, İsrail ile görüşme talimatın bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından verildiği yönünde...
Ağırıma giden ise şu…
İçinde bulunduğumuz Temmuz günlerini zaten bir kenara koyun, 12 Haziran seçimlerini geçin, taa Nisan ayında bir yazı okumuştum…
Şöyle diyordu…
“… Bu gelişmelerin sonunda İsrail ile Türkiye, diyelim 1, hiç bilemediniz 2 yıl içinde kucaklaşır mı? Mümkün mü? Evet hem de öyle mümkün ki, siz bile ‘tabii canım böyle küslük mü olur, reel-politik olmak lazım’ derken bulursunuz kendinizi!”
Anlamakta zorlanan veya şaşkınlığını toparlayamayanlara önerim ise şu: en iyisi; Fenerbahçe’nin gözaltındaki Başkanı ile Ali Taran-Neco’nun kızı konularına vurmaktır kendini...
Bilmem ne dersiniz?
Bahsedilmesi gereken bir başka şey Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin orijinal üyelerinden Norman Podhoretz’in açıklamalarıdır. 2008 yılında Podhoretz, gelecekle ilgi bir senaryo geliştirdi. Senaryoya göre İsrail, İran’a, Suriye’ye ve Mısır’a karşı bir nükller savaş başlatacak. Savaş, Lübnan ve Ürdün’ü de içerebilir. Podhoretz İsrail’i, genişleme politikası taraftarı bir ülke olarak tanımladı ve hatta İsrail’in, İran Körfezindeki petrol alanlarını da askeri olarak işgal edebileceğini öne sürdü.
2008 yılında garip karşılanan şey, Podhoretz’in, Stratejik ve Uluslar arası Çalışmalar Merkezinin stratejik analizinin etkisiyle ileri sürdüğü tahmin oldu. Bu tahmine göre Tel Aviv, Mübarek’in başkanlığı altında Kahire’yi yöneten Mısır’lı sadık müttefiklerine karşı bir nükleer saldırı başlatabilir. Eski rejimin hala varolmasına rağmen, Mübarek artık Kahire’de iktidar sahibi değil. Mısır askeri hala emirler vermekte, fakat İslamcılar iktidara gelebilir. Bu yüzden Müslümanlar sürekli olarak ABD ve Nato’daki müttefiklerinin çoğu tarafından canavar gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Bilinmeyen Gelecek: Sırada Ne Var?
ABD, AB ve İsrail, Türk-Arap-İran dünyasındaki ayaklanmaları, kendi hedeflerini ilerletmek amacıyla kullanmaya çalışmaktadır. Libya ve Suriye’deki durum bunun kanıtıdır. Suud ailesiyle birlikte, Güney batı Asya ve Kuzey Afrika halklarının arasında fitneyi ve bölünmeyi yaymaya çabalamaktadırlar. Tel aviv ve yönetici arap aileleri tarafından kurulan İsrail-Khaliji stratejik ittifakı bu bağlamda oldukça kritik.
Mısır’daki ayaklanma sona erecek gibi değil ve insanlar radikalleşiyor. Bu durum, Kahire’deki askeri cuntanın tavizler vermesiyle sonuçlanıyor. Gösteriler ayrıca İsrail’i hedef almaya başlıyor ve askeri cunta diplomatik uzlaşma için Tahran’la diyaloga girmesi konusunda baskı görüyor. Tunus’ta da popüler akım radikalleşmeye doğru yöneltiliyor.
Washington ve işbirlikçileri ateşle oynuyor. Bu kaos döneminin, İran ve Suriye’yle çatışmak için mükemmel bir fırsat sunduğunu düşünebilirler. Köklerini Türk-Arap-İran dünyasından alan ayaklanmalar tahmin edilemez sonuçlar doğuracak. Bahreyn ve Yemen halklarının devlet destekli şiddet tehdidi altındaki esnekliği bu durumun kanıtıdır.
İran’ı “ehlileştirmek” ya da caydırmak için PEJAK kullanılıyor olabilir; ancak kullanan Kuzey Iraklılar olmayabilir. Bu çerçeveden bakınca PKK eylemlerinin de sınır ötesi operasyon çağrısı anlamına geldiği söylenmeli. İran ile Türkiye eş zamanlı Kuzey Irak’ta operasyon yaparlarsa, bunun “terörle mücadele” olduğuna inanmak zor olur. Görünüşte iki devlet teröre karşı ortak gibi algılanır, ancak fiilen karşı karşıya gelirler. İran’ın Irak ile ilişkileri kötü, Türkiye’ninki ise iyi. Üstelik PKK sorunsalı çerçevesinde iyi geçinme siyaseti uygulanıyor ve ABD ile de sorun yaşanması tercih edilmiyor. Eş zamanlı operasyonlarla Türkiye’nin Irak ve ABD ile ilişkileri bozuluverir. Irak’la ilişkisi bozulan Türkiye, Suriye’nin yeniden yapılanmasında rol oynayamaz, üstelik İran saflarına sürüklenebilir. Bunu ABD ve İsrail istemez. İran, İsrail
Bir diğer gelişme ise, eski bir CIA görevlisinin İsrail’in İran’ı vuracağını ifade eden açıklamasının basında yer bulması. Ne ölçüde gerçekçidir bilinmez. Ancak bunun dünyaya duyurulması, ihtimalin düşünülmesi gereğine işaret ediyor. Eski CIA’li devletler arası savaş senaryosuna dikkat çekerek belki de “iç savaş” ya da terörle mücadele savaşlarının bertaraf edilmesinin yolunun topyekun savaşlar olduğunu anlatmaya çalışıyordur.
İran ile İsrail savaşının Filistin, Kıbrıs, Suriye, terörle mücadele konularını bambaşka bir mecraya sürükleyeceği aşikar. Çözüm, barış, diyalog, demokratikleşme konularının terk edileceği, savaşın karanlık ortamında “devlet” otoritelerinin silah gücüyle yetkiyi halklardan kendilerine devredecekleri öngörülebilir. Ancak yine eş zamanlı olarak dünya ve Türkiye basınında yer alan bir diğer gelişmeye de dikkat çekmek gerekir. Haberlere göre İsrail Türkiye ile “barışma” yollarını aramakta ve muhafazakar İsraillileri kızdırmadan bu meseleyi çözüme kavuşturma derdinde.
Berrin Dedeoğlu / Star (http://www.stargazete.com/yazar/beril-dedeoglu/yap-bozun-parcalari-haber-368094.htm)
Terennüm
07-28-2011, 11:28
İsmine ister hoşgörü,ister diyalog,isterse konumuna saygı diyelim bunların hepsi birer vesiledir;asıl gaye ise Allahın rızası ve hoşnutluğudur.Biraz daha açacak olursak bizim bu vesilelerle ulaşmak istediğimiz gaye;bir kaç asırdan beri yanlış anlaşılmış ve yanlış tanıtılmış olan ve hala onu anlatma adına bir kısım yanlışlıkların yapıldığı bir ortamda İslamın doğru anlaşılmasını sağlmaktır.yani bu dinin silm u selamet esaslarına dayandığı ve onun insanlık çapında emniyet ,güven ve barışı tesis edecek dinamiklere sahip bulunduğu gerçeğini gönüllere duyurabilmektir..
Cemre beklentisi s.80-M.Fethullah Gülen.
İntifada
08-12-2011, 20:05
"Diyanet takviminde yazılan saatte oruç başlamıyor, sabah namazının da vakti girmiyor" diyenler de yorum yapıyorlar, "giriyor" diyenler de yorum yapıyorlar. Deliller apaçık ve kesin olsaydı ihtilaf olmazdı. Eğer bir konuda ihtimal varsa, istidlal zayıflar. Bir Müslüman, Ramazan ayı boyunca Diyanet takvimini uyguladığında –diğer iddiaya göre- orucu sakatlanmaz; yalnızca oruca biraz erken başlamış olur. Ama Diyanet takvimi doğru ise oruca bundan 45 dakika sonra başlayanın orucu olmaz. Namaz konusunda ise tersi bir durum vardır; birinde vakit girmeden namaz kılınmış olur ki, bu da caiz olmaz. Şu halde tartışma yapılıp bir sonuç alınıncaya kadar oruca başlamada Diyanet takvimine uyulmalı, sabah namazını kılmak için ise "takvimdeki imsak saatine" göre bir süre daha (bence 20 dakika) beklemelidir. Camilerde bu bekleme zaten gerçekleşiyor. Evlerde ise müminler bu değerli vakti zikir, tefekkür, Kur'an ve nafile namazla değerlendirebilirler.
hayreddin karaman
Tarantula_
08-12-2011, 21:13
Suriye’de yaşanan olaylar gün geçtikçe daha da netleşiyor. Aylar önce yazdıklarımız-söylediklerimiz teker teker yaşanıyor.
Suriye’de ölen insanlar için Esad’ın devrilmesini isteyenler, Esad’a ‘git’ demediği için İran’a kızanlar, Nasrallah’ı Suriye’de yaşanan olaylarda başkalarının parmağı olduğunu söylediği için kötüleyenler acaba gerçekten Suriye halkının yanında yer aldıklarını mı sanıyorlar?
Eğer durumu anlamak ve ona göre tavır almak istiyorlarsa "Suriye’de 'Özgür Suriye Ordusu’ adı verilen milis güçlerin silahları aylar öncesinden ülkeye kimler tarafından sokuldu? " sorusunu sorarak başlamalılar.
Daha sonra Hama Katliamı olmadan önce kimlerin Hama’nın kurtarılmış bölge olduğunu ilan etmek için emirler verdiğini ve Suriye ordusunu alenen ‘gel katliam yap’ diye çağırdığını sormalılar.
Suriye’de yaşananlar çok yalın bir tabir ile Suud-Abd’nin adamları ile Esad’ın iktidar savaşıdır.
Ve Abd’nin başa gelmesini istediği adamlar iktidara gelene kadar kan dökülmeye devam edilecektir.
Suriye’de dökülen kandan sadece Esad’ın sorumlu olduğunu sanmak ancak saflık olabilir. Gizli bir ordu kurdurup, onlara silah verip sonra da karakol basıp onlarca polisi öldürtmek açık bir şekilde Esad’a ‘katliam yap’ çağrısıydı. Aynı zamanda Suriye ordusu içinde muhalefet çok güçlü bir konumda çünkü Rıfat Esad zamanında bu orduyla Beşar Esad’a darbe yapmak istemişti. İşte bu gücün katliamlarda parmağının ne kadar olduğu da ayrı bir konu.
Suriye’deki Suud’un, Abd’nin adamları aylardır Esad’ın kan dökmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Sokaklarda eli silahlı çeteler Suriye ordusu ile savaşırken yani ülkede bir ‘iç savaş’ yaşanırken dışarıya Esad’ın adamlarının elinde silah ile tipini beğenmediği Suriyeliyi öldürdüğü görüntüsü veriliyor.
İnternete aktarılan video görüntüleri de kirli bir propagandanın an be an işlendiğini kanıtlıyor.
Önce Hizbullah’ın Esad karşıtı Suriye’lileri Lübnan’da yakalayıp işkence yaptığını iddia ettikleri video sürüldü piyasaya ve sonra anlaşıldı ki o video seneler öncesine ait ve Esad ile alakalı değil.
Sonra Suriye sokaklarında İran askerleri olduğu yalanı atıldı profesyonel yalancılar tarafından. Suriye ordusunda sakal bırakmanın yasak olduğu ve sakallı askerlerin ancak İran askeri olabileceği iddia edildi. Bu gibi iddialar da defalarca İran tarafından yalanlandı. Aynı şekilde Hizbullah da bu komik iddialara cevap vermek ve yalanlamak zorunda kaldı.
Son olarak Suriye'de Esad güçlerinin bir Suriyelinin başını kestiği iddia edilen görüntülerin aslında seneler önce Irak'ta çekildiği ortaya çıktı.
Suriye’de yaşananlar çok açık bir illüzyondan ibaret.
Suriye operasyonunun ilk ayağı halkın kanının dökülmesini sağlayarak Esad’ın meşruiyetini sarsmaktı. Şimdi ikinci ayağa geçiliyor ve uluslarası müdahale gündemde.
İran’ın ve Hizbullah’ın konumunu anlamakta zorlananlar için durum bundan ibarettir. İran normal olarak Abd’nin kontrolünde olmayan bir yönetimi desteklediğini söylüyor çünkü aksi şekilde bunca kanın dökülmesine sebep olan Amerika’nın ve onun sadık rejimi Suud’un adamları Suriye’nin başına geçecek.
Suriye konusunda 3. şık olması ihtimali maalesef yok. Dışarıdan desteklenmeyen hiçbir gücün yani Suriyelilere has güçlerin iktidara gelmesi, yönetimde yer alması mümkün değil.
Ve Suriye konusunda mazlumların yanında olmak demek maalesef ‘Özgür Suriye Ordusu’ isimli katliam şebekesinin yanında yer almak değil, ‘Hama Kasabı’ lakabı ile bilinen ve Suud Kralının bacanağı olan Suriye muhalefetinin en önemli ismi Rıfat Esad’ın yanında olmak değil, dışarıdan yönetilen Haddam’ı desteklemek değil. Bunlar iktidarı ele geçirmek için halkın kanının dökülmesinin gerektiğine inanan isimler çünkü ne kadar kan dökülürse iktidarlarına o kadar yaklaşacaklar. Suriye'de her ne şekilde olursa olsun kan dökülmesi pragmatist bir bakış açısıyla bakılsa dahi en çok İran'a, Hamas'a, Hizbullah'a zarar vermektedir. Ancak ne kadar kan akarsa Suud,Abd,Hariri destekli muhalefet liderlerinin işi o kadar kolaylaşacaktır.
Peki Suriyeli mazlum halkın yanında yer almak için Esad’ı mı destekleyelim? Diye soracaksınız.
Ben bu konunun çözümünün;
ne Suriye muhalefetinde yer alan batının adamları ile,
ne Suriye’ye müdahale edip daha çok sivilin ve iç savaşın çıkmasını sağlayacak (aslında tek hedefleri bu) NATO ile olacağını düşünmüyorum.
Esad ile İran ve Türkiye’nin baş başa verip ona yol göstermesi ve kanın durması için ellerinden geleni yapması gerekiyordu. Ancak geldiğimiz noktada Türkiye Esad’ı tehdit etmeye başladı ve Suriye’ye müdahale olursa her şey eskisinden daha kötü olacak.
İşin ilginç tarafı bütün bu oyunlar oynanırken ve Emperyalistler için ibre artık İran’ı gösterirken, Müslümanların da basit illüzyonlarla batının yanında yer alması sağlanıyor.
Dökülen kan Müslümanın kanı, dökülecek kan Müslümanın kanı, bu kana ortak olacaklar ise yine Müslümanlar!
Cihad Kayaduman
rizzelli
08-17-2011, 06:36
Oruçla şükretmeyi, fark etmeyi öğreniyorum
Oruç şükürdür, saati iftardır.Oruç sabırdır, saati iftara kadardır.Oruç, camideki coşkudur, saati teravihtir.Oruç fedakârlıktır, saati sahurdur.Oruç edilen duanın makbul olmasıdır, saati iftar ânıdır.Oruç zikirdir, saati iftarda yemeğe başlama ânıdır.Oruç sağlık ve sıhhattir, saati bir aydır.Oruç bedenin sadakasını verme zamanıdır, saati fitredir.Oruç paylaşmadır, saati iftar sofrasıdır.Oruç incelme ve tefekkür zamanıdır, saati ikindi sonrasıdır.Oruç, Kur'an'la kucaklaşmadır, saati hatim ve mukabeledir.Oruç, çocuklar için ibadeti babalarına, dedelerine satma ânıdır, saati iftardan sonradır.Oruç, sevaba bir sevap daha katma zamanıdır, saati diş kirası vermedir.Oruç, gür sesle hep birlikte salavat zamanıdır, saati teravih namazıdır.Oruç eşi dostu, anayı babayı ziyaret etme fırsatıdır, saati bayramdır.Orucun zenginliğini ve güzelliğini saymakla bitirmek ne mümkün. "Oruç benim içindir ve onun mükafatını bizzat ben vereceğim." buyuran Rabb'imiz, bu emri ile orucun güzelliğini ve özelliğini en güzel şekilde anlatmıyor mu?Oruç tutuyorum, mutlu oluyorum.Oruç tutuyorum, sıhhat buluyorum.Oruç tutuyorum, şükretmeyi, fikretmeyi, zikretmeyi, fark etmeyi ve paylaşmayı öğreniyorum.
Oruçla tanıştırdığın ve orucun güzelliğini doya doya yaşamayı bana nasip ettiğin için Sana teşekkür ederim Allah'ım!
Mustafa Oğuz - 17.08.2011
ZAMAN
Ancak solculuk sadece bir tutum değil, aynı zamanda bir varoluş hali. Başka bir ifadeyle kişiye kimlik sağlayan bir nitelik... İnsanlar önce düşünüp, sonra bu düşüncenin ne kadar sol olduğunu sorgulamıyorlar. Aksine solun nasıl düşünmesi gerektiğinden hareketle pozisyon alıyorlar. Bu ise ideolojik çerçevesi olan bir cemaatleşmeyi ima ediyor. Çünkü solun açık bir ikilemi var: Ülkenin asıl muhalifleri onlar değil... Üstelik laiklik sayesinde iktidarın bizzat parçası ve tarafı durumundalar. Ama kendi farklılıklarını da bir şekilde anlamlı kılmak ve aktörleşmek istiyorlar. Kısacası solculuk, aktivizme dayanan bir grup siyaseti olarak somutlaşıyor.
Söz konusu aktörleşme bir siyasi dile, gündelik anlamda aktivizmi taşıyacak bir ideolojik zemine muhtaç. Bunu bugünlerde otoriter laiklikten uzaklaşarak yapmak işlevsel değil, çünkü iktidarda AKP var ve sol bu iktidara karşı olmak 'zorunda'. İdeolojik zeminin devletçilikten uzaklaşarak üretilmesi de mümkün değil, çünkü bu ancak sınıfsal bir mücadele içinde anlamlı olabilirdi ve öyle bir ortam yok... Geriye milliyetçilik kalıyor ve üstelik o sorunun sahibi olan Kürtler muhalefet bile olmakta zorlanıyorlar. Dolayısıyla Kürt meselesi solculuk açısından münbit bir toprağı ifade ediyor. Mağdura sahip çıkan, onun adına konuşan, bu sayede devlete ve hükümete mesafe alan, böylece siyasi kimlikleşme yaşayan bir solculuk, halen son derece popüler.
Ne var ki kendisini anlamlı kılacak siyaset arama eğilimi, 'özgürlükçü solun' en güçlü olduğu addedilen ilkesel yönünü giderek tahrip etmekte. Çünkü söz konusu ilkelerin en önemlisi şiddete karşı olma. Nitekim Kürt meselesinde devlet eleştirisinin dayanağı da bu. Ayrıca bu soldan kime sorsak, bize barış yanlısı ve şiddet karşıtı olduğunu, şiddetin siyaset ve barış yolunu tıkadığını söyleyecektir. Ne var ki Kürt meselesinin somutuna geldiğimizde tablo muğlaklaşıyor. Çünkü Kürt siyasetinin şiddet tercihi karşısında konum almak, sola siyaset alanı bırakmıyor, bizzat solcunun kendisini anlamsızlaştırıyor.
Eğer solculuk demokratlığın içinden üretilebilseydi, böyle bir açmaza girilmez, alınan konum siyasi kimliği yaralamazdı. Ama solun geçmişinde laiklik ve pozitivizm var... Oradan çıkacak bir cemaatçiliğin demokrat olması ise neredeyse imkânsız.
Tetikçi de olsa, taşeron da olsa yine de insan birazcık vicdan taşımaz mı? Yoksa hakikaten insanlıktan kovulmuş, bütün değer yargılarını çöplüğe atmış bir güruh haline mi geldiniz? O zaman birileri size gayri insani muameleler yaptığında, kimseye söyleyeceğiniz bir söz, kimseye edeceğiniz bir şikayet hakkınız kalmaz. Sizi her zeminde desteklemesine rağmen kalbinde vicdan kırıntısı taşıyan hiç kimse yanınızda değil artık. Görebiliyor musunuz? Yoksa görüyorsunuz da umurunuzda olmuyor mu? Siz ne de olsa bir yerden iş almış terör şirketi değil misiniz?
Silah sıkanlara söylenecek çok da bir şey yok. Çünkü onlar insan olma ayrıcalığını çoktan yitirdiler. Onlar idealden, yüce hedeflerden şeytanın cennetten kovulması gibi kovuldular. Vampirler onları kendi saflarına katalı çok oldu. Sözlerim hâlâ insanlıktan kovulmayanlara... Vampirlere muhabbet duymasına rağmen hâlâ insanlıktan kovulmamışlara... 'Barış istiyoruz' deyip gencecik fidanları toprağa düşürenlere... Kadın öğretmenleri bile bile katledenlere ses etmeyen ve silahın belirlediği rotada yürüyüp siyaset yaptığını söyleyenlere... Askeri vesayetin gönüllü destekçilerine..! Bilesiniz ki, bu kan ilk önce sizi boğacak. Sizin de insan olma ayrıcalığınızı elinizden alacak.
Devlet bir taraftan rutin dışı uygulamalarla, Kürt vatandaşlarını katlettiği iddia edilenleri yargılarken, bir taraftan da tedhişi her yere yaymaya çalışan bir terör örgütünün kökünü kazımaya hazırlanıyor. Bu nedenle Başbakan'ın "Habur anlayışı bitti'' açıklaması çok önemli. Bu konuda psikolojik üstünlük de hükümetten yana. Çünkü pek çok çevrede 'hükümet elinden geleni yaptı, PKK fazlasıyla küstah ve şımarık davranıyor' düşüncesi hakim.
Geçmişte askeriye içinde bulunan bir yapının şehitler üzerinden siyaseti belirleme isteği, PKK ile mücadelede büyük başarısızlıkların yaşanmasına neden olmuştu. Medyaya da yansıyan birçok şaibeli baskınla ilgili tartışmalarda Genelkurmay'ın olayların üstünü örten tavrı gözden kaçmıyordu. PKK baskını yapıyor, elini kolunu sallaya sallaya kaçıyordu. Ancak Genelkurmay'daki yeni konsept, eskisine hiç benzemiyor. Artık baskın yapıp kaçamıyorlar. PKK, gerçekleştirdiği terör eylemlerinde ciddi kayıplar vermeye başladı. Bir de yasal düzenlemeler yapılıp özel timlerin devreye konulması, PKK'nın işini bir hayli zorlaştıracak. Yeni dönemde kendisine yardım ve yataklık edenlerin güvenlik güçleri içinde barınması da çok zor görünüyor. BDP ve PKK, bütün bunları hesaplıyor mu acaba?
Ne olmak ihtimâli var? İki şey; üstelik aynı anda, eşzamanlı!
"Silahla karşılık vererek bir terör örgütünün ortadan kaldırılabildiğine dünya tarihi şahit olmamıştır; silahlı mücadele anlamsız" safsatasını yayıp duran pısırık, gizli PKK hayranı entellere inat Türkiye Cumhuriyeti devleti, PKK'yla korakor, dişediş mücadele etmek ve kendine yönelik silahlı tehdidi caydırmak zorundadır; şimdiye kadar öğrenemediyse bundan sonra öğrenecek, başka çare yok; buna illâ ki mecbur. Bu safhada barış, müzakere anlamsız. Karşınızda ancak güçten ve şiddetten anlayan bir tabiat varsa, onu müzakere ile ikna edemezsiniz. Zor kullanarak silahını elinden alıp caydırdıktan sonradır o siyasi aflar, müzakereler, bayırın teröristine üç tuğlu vezir muamelesi reva görmeler... Şiddet kullanan, tıpkı devletin teorisinde yazdığı gibi kamu gücünün şiddeti ile etkisiz hale getirilmelidir; Silahlı mücadeleyi kaybeden, egemen olmak raconunu da kaybeder. Kim kazanırsa o devlet olur.
Devlet kendi faili meçhul kirli çamaşırlı mensuplarını yakalayıp teker teker adaletin huzuruna çıkarması gerektiği gibi, PKK'nın bütün eylem sanıklarını teker teker yakalayıp hâkime teslim etmezse, açık konuşalım meşruiyetini zedelemiş, erkini başkasına devretmiş, "enenmiş" olur. "Hem şiddet kullanayım, hem de beni barış için muhatap say" diyen PKK'yı adam yerine koyan devlet, değil kamu idaresini, bir çay bahçesini bile yönetemez.
PKK'lılar ve yandaşları, devlete en az maliyetle zorla ortak olmak istiyorlar; dillerinin altında çoktandır gezdirdikleri iri bakla budur. "Biz de kurucu unsuruz" gevelemeleri bu hedefe mâtuf. Yağma yok! PKK'nın şiddete dayalı tehdidini caydıramayan devlet, yıkılsın gitsin derim ben!
"Aman" noktasına gelince iş başka. Kürtlerin bilumum haklı ve tabii taleplerini hemen şimdi, yeni anayasaya tehir etmeden, savsaklamadan yerine getirmeyen kamu idaresine de devlet demem.
Gönülden
01-13-2012, 22:56
Biz, Türkiye'nin insanları, bırakın bu trafiği sorgulamayı, İncirlik Üssü'nün esir ticareti için nasıl kullanıldığını bile sorgulayamadık. O işkence merkezlerinden, sorgu merkezlerinden Türkiye'de de var mıydı, üzerine gitmedik. Çoğu Avrupa Birliği üyesi otuz altı ülkenin esir ticareti için yaptığı anlaşmada Türkiye var mıydı, bilemedik.
Ülkelerin çıkarları, jeopolitik hesaplar, günübirlik siyasi şovlar, kitlelerin dostluk ve düşmanlıklara göre formatlanması, demokrasi çığlıkları, içi boş siyasi söylemler, bize dayatılan tehdit algılamaları... Bunların çoğu yalan.
Yalanlar üzerinden iktidarlar şekilleniyor, ülkeler kurulup yıkılıyor, haritalar değiştiriliyor. Bizler, bu yalanlarla avunuyoruz sadece.
İnsan ırkının onuruna, değerlerine, özgürlüğüne saygı duymayı bilemediğimiz, onlara sahip çıkamadığımız müddetçe bu iğrenç insanların şekillendirdiği bir dünyaya mahkum olacağız.
Yerde yatan o Afgan'ın, ülkesini savunmak için verdiği mücadele ile, binlerce kilometre öteden gelip cesetlere işeyen rezil askerlerin onuru arasında bir tercih yapalım.
Biz hangisiyiz gerçekten?
İbrahim Karagül
Mefhumların ma’nâsını tersine çevirmişler
İnsanların bir araya gelerek toplu hareket etmelerini önlemek istiyorsanız veyâ onları sizin istediğiniz şekilde toplamak arzunuz varsa; konuştukları dili kendi keyfiniz istikámetinde değiştirmeniz gerekir. İnzar’a yaptığım bir denemenin baş kısmını birlikte mütâlea etmekte fayda görüyorum.
Âlem-i Şehâdetteki siyâset sahnesinin şifresini geçen asrın ilk çeyreğinde çözen Bedîüzzamân Hazretleri, bir ma’nâda istikbâle de baktığı için “Mahremdir” kaydını koyduğu “Sırr-ı İnnâ A’taynâ” isimli çalışmasında bu bilgileri yakın çevresine açıklar. Fakat, sistemin evhâm derecesine varan endişeleri sebebiyle sürgüne gönderildiği Kastamonu’da odun yığınlarının altında o çalışmasını saklarken, zâten karakolun karşısında olan meskenine zulmen baskın yapan emniyet mensûbları ele geçirirler; lâkin netîcede hukúkí ta’kíbâta bile lüzûm görülmez.
İşte oradaki bilgilerden anlıyoruz ki; bugün bütün dünyâyı kontrolü altına alan “gizli zındıka komitası”, Hicrî 1223 târihinde “global” hamlesine başlıyor. Batıda Fransız İhtilâli ile ipleri ele alırken, Osmanlı içinde de Yeniçeri Ocağına el atıyor. Bir asırlık çalışmaları sonunda ise dünyâyı Birinci ve İkinci Cihân Harbleriyle hercümerce getireceği kaosun temelleri atılmış; Osmanlı ise çöküşün sonuna getirilerek tecrübeli Sultân II. Abdülhamid Han’dan kurtulunmuştu.
Hicrî 1323’le başlayan bu devreye, Bedîüzzamân Hazretleri, “Deccâliyyetin ileri karakolu” ismini veriyor ve bir asır sonra da asıl Deccâliyyetin ortaya çıkacağını söylüyor. Şu içinde bulunduğumuz sene i’tibârıyle 1427’de olduğumuza göre, artık mes’elenin ta’bîr ve te’vîlini zihinlere havâle ediyorum.
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ümmetlerini korkuttukları bu Âhirzamân alâmeti “Deccâliyyet” fitnesinin herkes tarafından tanınabilir bâriz vasfı, “yalan” üzerine kurulu olmasıdır. Korkunç bir cerbeze ile hakka “bâtıl”, bâtıla “hak” damgasını vurur; elindeki korkunç propaganda vâsıtaları ile de herkesin beynine bu ters ma’nâları düz imiş gibi çakar! Kafaların içini kaplayan ağır duman tabakası artık kolay kolay dağıtılamaz. Bin türlü zaafından yakalanmış idâreci ve bilgin kadroları ise, bu “yalan ve cerbeze” furyasının gönüllü yerleştiricileri olmuşlardır.
Merhûm Üstâd geçen Mîlâdî asrın ilk çeyreğinde bu gerçeği veciz ifâdelerle kâğıda dökmüştür. Diyor ki:
“Zamân olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyâsette lâfz, ma’nânın zıddıdır. ‘Adâlet’ külâhını ‘zulüm’ başına geçirmiş. ‘Hamiyyet’ libâsını ‘hıyânet’ ucuz giymiş. ‘Cihâd’ ve hem ‘gazâ’ya ‘bağy’ ismi takılmış. ‘Esâret-i hayvânî, istibdâd-i şeytânî’, ‘hürriyyet’ nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekábül, makámlarda becâyiş-i mekânî.” (Sözler, Lemâat, s.659)
Zâlimlerin “âdil”, hâinlerin “vatanperver”, mücâhid gázîlerin “terörist”, nefse köle olmanın ise “hürriyyet” olarak tam tersinden isimlendirildiği bir devreye girildiğini tâ 1919’da şu satırlarıyla haber veriyor. Bugün de aynı tablo, üstelik daha da şiddetlenerek devâm etmiyor mu? Bütün haberleşme sistemlerini kullanan gizli dünyâ hâkimleri, bütün mefhûmların içini boşaltarak tam tersini kitlelere yutturmakta değiller mi? Ma’nevî gücünüz olsa da Levh-i Mahfûz’daki hakíkatları gösterseniz, yine de beyinleri dumanlanmış insanlara hakkı kabûl ettirmek mümkün olamıyor. Çünkü, bir kere zıddını benimsemiş bulunuyor…
Böyle bir tablo içinde bize düşen bir vazîfe yok mudur? Bu kaostan nasıl kurtulup, bunca beyin yıkama vâsıtalarına nasıl sırt çevirip de “gerçeklerin dili”ni öğreneceğiz? Bin yıllık bir medeniyyet muhassalasının dilini bir gecede ortadan kaldıran Karakuşî hareketlerin bu milleti getireceği nokta elbette burası idi; planlandığı gibi de oldu!
Kitleleri doğruya ulaştırma vâsıtası olan mefhûmların tersine çevrildiği bir kuş dili ile gelinen nokta, eğer elimizdeki son toprak parçasının da alınmak istenmesi olmasaydı, şaşardım! Haydi bakalım, bu seli nasıl tersine çevireceğiz, veyâ nehri asıl yatağına nasıl döndereceğiz?
İntifada
03-01-2012, 17:06
CIA ajanı Raymond Davis Pakistan güvenliği tarafından yakalandığı sırada . Davis Irak ve Afganistanda sunni ve şii camiilerine ve kalabalık pazar yerlerine bomba yerleştirdiğini kabul etti.
Son zamanlarda Blackwater ürünü bu tür saldırılar Pakistan ve Afganistanda sıklaşmış durumda. Camii ve pazar yerlerinde patlayan bombalar mücahidlerin gerçekte yapmadıkları ve inanç bakımındanda kabul edemeyecekleri türden katliamlar. Bu bağlamda Pakistan ordusu askeri istihbaratı bölgede camiilere bomba yerleştiren bir CIA ajanını geçtiğimiz günlerde yakaladı. CIA ajanı Raymond Davis iş üstünde iken suçüstü yakalandı. Kaçmaya çalıştı ve kendisini takip eden ISI görevlilerinden olduğu tahmin edilen bir Pakistan vatandaşını öldürdü ama yakalanmaktan kurtulamadı. Davis sorguda suçlamaları kabul etti ama politik baskılar ve ABD nin baskısı sonucu bu ülkeye geri iade edildi. Böylece bölgede bu tür 3. kol faaliyeti yürüten bir ajan serbest bırakılmış oldu.
Ahmet Yasin
03-05-2012, 13:28
Dün Washington’da ülkenin en güçlü İsrail yanlısı lobi örgütü Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) yıllık konferansında konuşan Obama şunları söyledi: “Dört yıl önce sizin önünüze geldiğimde İsrail’in güvenliği kutsaldır demiştim. Bu inanç, başkan olarak benim kararlarıma yön verdi. Gerçek şu ki, benim yönetimimin İsrail’in güvenliğine bağlılığı benzersizdir. İsrail, Mavi Marmara olayından sonra izole edildiğinde onları destekledik.” Obama, askeri seçeneği ima ederek hiçbir seçeneği dışlamadığını bir kez daha tekrarladı ve “Buna Amerikan kuvveti de dahildir. ABD’yi ve çıkarlarını korumak için güç kullanmam gerekirse tereddüt etmeyeceğim” dedi.
Gönülden
03-07-2012, 21:34
Batı referanslarına dayalı kültürel, siyasal, ekonomik, hukuksal kurumları ihraç amacına yönelik "insan hakları emperya*lizmi" batı değerleriyle uyumlu rejimler, toplumlar, yapılar oluşturmaya çalışıyor. İslam ve Müslümanlar söz konusu olunca Batı dünyası hemen ideolojik ve ırkçı gündemi, ideolojik/ırkçı yaklaşımı seçiyor. Modern-seküler-liberal zihinsel iktidarın sistematik baskıları sebebiyle maalesef İslamî temellendirmeleri kullanamıyoruz, kendi meşruiyet referanslarımıza itibar et*miyoruz.
Müslümanlar, İslamî anlam ve amaçları kavramsal ve kurumsal anlamda somutlaştırmaksızın, İslamî varoluştan söz ede*mez, İslamî anlamda kendilerini gerçekleştiremezler. Neoliberal diktatörlüğün izni ve himayesi altında bir İslami dünya kuramayız. İnsanlığa ve tarihe bir bütünlük içerisinde bakarak, analitik bir perspektife sahip olarak dünyada neler olup bitti*ğini anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız. Tarihi geriye doğru ilerletmek mümkün olamaz.
Müslümanlar olarak bugün, İslamî mirasın/birikimin/bilincin, modernliklerle hesaplaşabilecek bir noktaya gelmesi için çok çaba harcamamız gerekiyor. Müslümanların geçmişte neler yaptık*larını anlatmak yerine, bugün ne yapmaları gerektiğini, bugünü nasıl dönüştürmeleri gerektiğini tartışmaya açmamız gerekiyor. Tarihi oluşturma iradesine ve eylemine sahip olmadığımız takdir*de, emperyal güçler, insanlığın geleceği üzerinde tahakkümlerini sürdürecekler. Zulme, adaletsizliğe maruz kalanların, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeleri beklenemez, zulme ve adaletsiz*liğe maruz kalanlar elbette muhalefetlerini; rahatsızlıklarını, öfkelerini dile getirecek, elbette direnişe geçecekler. Günümüz*de gelenekçi, teslimiyetçi unsurlar her durumda “ne yapabiliriz ki”, biçiminde mazeretler üretirler; direnişçiler ise, her şartta ya*pabileceğimiz şeyler var diyerek eylemlerini sürdürürler. İslamî dilin/söylemin gerçeklikle bir biçimde ilişki kurması gerekir. İslamî dil/söylem duygusal bir içerikle sınırlandırılamaz.
Küresel etkiler sebebiyle kendi hayat tarzlarımızı korumamız, savunmamız ve temsil etmemiz gün geçtikçe daha da zor hale geliyor. Kitlesel popüler kültürün küreselleşmesi, rock mü*ziği, futbol, sinema, televizyon, uluslararası eğlence, küresel ikonlar aracılığıyla küreselleşmenin olumsuz etkilerine maruz kalan genç kuşaklar kendi dünyalarına, kültür ve uygarlık değer*lerine daha çok yabancılaşıyor.
Gönülden
03-24-2012, 21:58
Tarihsel zamanın / olayların / gelişmelerin karşısında Müslümanlar olarak nerede ve nasıl durduğumuz, yanıtlanması gereken hayati önemde bir sorudur. Modern-seküler demokratik tiranlık, halklarımızın / toplumlarımızın kendi hayat / siyaset tarzlarını seçme yeteneklerini yok ediyor. Müslümanların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları, kendi toplumla*rını kendi elleriyle özgürleştirmeleri savaşlar yoluyla en*gelleniyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde, İslam’ın baskın, hakim, belirleyici ve tayin edici bir rol üstlenmemesi için; yalnızca kültürel bir misyona sahip olması için küresel bir terörizme başvuruluyor. Amerika bu dönemde İslam toplumların*da, emperyalist bir izlenim vermekten korktuğu için, İslam toplumlarına yönelik politikaları müttefikleri aracılığıyla uygulamaya koyuyor; doğrudan müdahale etmek yerine, müttefikleri aracılığıyla müdahale ediyor. İslamî dil / söylem / po*litika ancak sürekli olarak geri adım atarak, özür dileye*rek, ödün vererek kendisini ifade edebiliyor.
Bursa'nın maneviyat büyüğü Somuncu Baba, tarlası olup da tohumu olmayan yoksul talebesine bir çuval buğday vererek; "Tarlanın yarısını kendin için, yarısını da benim için ek." der. Talebe bu yardıma sevinerek tarlanın yarısını kendi adına yarısını da hocası adına eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde, hocasıyla birlikte tarlaya gelirler. Talebeye ait kısımdaki ekinler gayet iyi ve gür yetişmiş, hocasınınki ise zayıf ve cılız kalmış. Somuncu Baba, iyi yetişen mahsulün kimin olduğunu sorar. Talebe de utancından "Sizin efendim." der. Buna üzülen Somuncu Baba söylenir:
-"Biz ahiretimizin mamur olması için dua ediyorduk, demek ahiretimiz yerine dünyamız mamur olmaya başlamış, ücretimizi dünyada alıyor, ahiretimize bir şey bırakmıyor muyuz yoksa." diye üzüntüsünü açıklayınca talebesi gerçeği anlatmak zorunda kalır:
"Efendim der, aslında iyi olan taraf bana aittir, zayıf olan da size aittir. Utancımdan dolayı iyi olanın size ait olduğunu söyledim."
Somuncu Baba'nın yüzünde tatlı bir tebessüm dolaşır:
"Şimdi oldu evlat." der, "Ekinin gür tarafının bana ait olduğunu duyunca, 'Dünyada alacağınızı aldınız ahirette isteyecek bir şeyiniz kalmadı.' denecek olan servet sahiplerinden mi oluyorum yoksa diye endişe ettim!."
Gönülden
04-04-2012, 22:22
Malatya halkı için Somuncu baba'nın diğer ismi ile Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin önemi büyük...
Birçok alim ve tasavvuf ehli şahsiyetin yetişmesinde büyük emekleri vardır..Mevlam rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşallah
Paylaşım için teşekkürler Yalçın üsdat
Gönülden
06-22-2012, 01:18
Siyasal diktatörlerden kurtulan toplumlarımızda, yerel diktatörlerin yerine emperyal sermayenin diktatörlüğü geçiyor. Yerel diktatörlerin zulümlerini ısrarla konuşurken, küresel diktatörlüklerin kitlesel katliamlarını tartışmayı unutuyoruz. Yerel diktatörlerden nefret ediyoruz, ancak, yerel diktatörlerden kurtulmak için, emperyal diktatörlerin, eli kanlı diktatörlerin yardımlarına ihtiyaç duyuyoruz. Tarihin kendisi olan tanıklıklar gerçekleştiremiyoruz. Duygusal muhalefet ya da duygusal muvafakatin sınırlarını aşamıyoruz. Ortalık gözü yaşlı romantik duygusallıklardan geçilmiyor.
Gönülden
06-24-2012, 14:42
"Değişim sade yaşam koşullarımızı ve çevreyi eskisinden farklı kılmakla kalmıyor. Değer ölçülerimiz ve algılamalarımız da değişiyor. Örneğin binlerce yıl insanlık tarihini en fazla etkileyen elma Hz. Adem'in cennetten kovulmasına sebep olan 'Elma' değil miydi? Derken yeni zamanlar ve müspet ilimlerin çağı geldi.
Bu dönemden sonra insanlık için en etkili elma, Newton'un başına düşüp yer çekimi kanunlarının farkına vardıran 'Elma' oldu.
Şimdi de 'Bilişim Çağı'ndayız ve etkisi sınırları aşan en değerli 'Elma' Steve Jobs'un elması (Apple) değil mi?" (Sabah: 20-03-2012)
Elma sembolünün kuşaklar arasında farklı çağrışımlar yapması, "hayat" algımızın nasıl değiştiğini gösteren güzel bir örnektir.
Mehmet Barlas
"Değişim sade yaşam koşullarımızı ve çevreyi eskisinden farklı kılmakla kalmıyor. Değer ölçülerimiz ve algılamalarımız da değişiyor. Örneğin binlerce yıl insanlık tarihini en fazla etkileyen elma Hz. Adem'in cennetten kovulmasına sebep olan 'Elma' değil miydi? Derken yeni zamanlar ve müspet ilimlerin çağı geldi.
Bu dönemden sonra insanlık için en etkili elma, Newton'un başına düşüp yer çekimi kanunlarının farkına vardıran 'Elma' oldu.
Şimdi de 'Bilişim Çağı'ndayız ve etkisi sınırları aşan en değerli 'Elma' Steve Jobs'un elması (Apple) değil mi?" (Sabah: 20-03-2012)
Elma sembolünün kuşaklar arasında farklı çağrışımlar yapması, "hayat" algımızın nasıl değiştiğini gösteren güzel bir örnektir.
Mehmet Barlas
Elma ile Adem a.s. arasına giren şeytan ! Newton'un başına elma düşmüş yalanlarıyla eğitim sistemlerini ! Günümüzde de Şeytan ve avanelerine hizmet eden ! Apple grubu'nun birileri tarafından yükseltilmesi ! Doğrusal İlerlemeci anlayışta olanlar ! İlerlemiş diyebilirler ! Kur'an Ümmeti ! Bunu yutmaz ! Kur'an'dan uzaklaşanlar yuttu bile !!!
Yerel diktatörlerden nefret ediyoruz, ancak, yerel diktatörlerden kurtulmak için, emperyal diktatörlerin, eli kanlı diktatörlerin yardımlarına ihtiyaç duyuyoruz.
Öncelikle İki/üç eksik bulunmaktadır ! Birincisi Emperyal kelimesinin yanına Sosyalist kelimesinin eklenmesidir ! Devletlerin çıkar ve Dış politikalarının da eklenmesi doğru bir algıya dönüşecektir !
Üçüncüsü bu eksiklik ;
http://pressmedya.com/?aType=haber&ArticleID=9395
Gönülden
06-24-2012, 15:57
HaArP üsdat El Kaide'nin çağrısına bakınca herşey İslam için cihat için diyoruz ama kafamda soru işaretleri var..
Öncelikle müslüman alemine baktığımızda ulusal beklentiler, çıkarlar, menfaatler için İslam meşrulaştırma aracı haline gelmiyor mu..
Müslümanlar olarak bağımsız bir model yerinde sürekli batıya uyum sağlama mücadelesi veriyoruz...dünya içerisinde bulunduğu sistemi yargılarken bizler varolabilmek için onların sistemlerinden yardım bekliyoruz...ümmet bilincini hala yakalayamamışız...ümmetcilikte mezhepciliğe yer yokken bütün haberler açıklamalara hep mezhepcilik üzerinden yapılıyor...foruma bile baktığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılır sanırım..
HaArP üsdat El Kaide'nin çağrısına bakınca herşey İslam için cihat için diyoruz ama kafamda soru işaretleri var..
Öncelikle müslüman alemine baktığımızda ulusal beklentiler, çıkarlar, menfaatler için İslam meşrulaştırma aracı haline gelmiyor mu..
Müslümanlar olarak bağımsız bir model yerinde sürekli batıya uyum sağlama mücadelesi veriyoruz...dünya içerisinde bulunduğu sistemi yargılarken bizler varolabilmek için onların sistemlerinden yardım bekliyoruz...ümmet bilincini hala yakalayamamışız...ümmetcilikte mezhepciliğe yer yokken bütün haberler açıklamalara hep mezhepcilik üzerinden yapılıyor...foruma bile baktığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılır sanırım..
Müslümanlar dediğimizde kelimenin Manası olan Allah'a ve Allah'ın Dinine Teslim olanları kast ediyoruz...! Bu itibarla Deccali Dünyada Devletlerin yahutta Küresel Güçlerin İslam ile alakalı bir kavramdan bahsetmeleri olanaksızdır ! Bu itibar ile Devletlerin Küresel Güçlere bağlı politikalarını çeşitli sistem altında yaralı bereli Müslümanları oyalamak ve kullanmaktan başkası değildir ! Bu itibarla Müslüman olan Halklar düzeyinde bakmak lazım gelir !
Ümmet bilinci Müslümanların Yek Vücut olmasıdır ! Bu Elle, Dille, Kalple derecelendirmesine haizdir ! Kalpte kalıyor ! Dil ise sadece tanımlıyor ve tekrar ediyor ! Elle kısmına Deccali engeller mevcut ! Örtüler ve deccali yalanlar ! İşte Devletler bunları yapıyor ! Arap-Fars-Kemalist tarzı şeyleri kullanırken hassasiyetleri ayyuka çıkarıyorlar !
Örneğin Suriye için Alimlerine fetva verdiren Suudiler ! Kendi istediği kavramı üretme derdinde ki ! Müslümanların Fetva verdirdikleri Müslümanlar Suudi Yönetimi şeytani addedenler !!! Bu itibarla kendi işine yarayacak kendisine tehlike oluşturmayacak bir Kavram üretmeye gayret ediyor !!!
Mezhepçilik konusu ise hamaset ve hassasiyetin ayyuka çıktığı mayınlı tarla !
a) Sünni-Şia kavramları Dini İlimlerle inceleme, ispat, delil getirme gibi münazaralara ait iken ! Siyasal kavramlar bunu belirleyici oluyor ! Oysa herşey siyasi ! Şia Fırka kavramı bile siyasidir ! Sonradan Tarihte Ameli kavram olarak yerini almıştır ! Bir Pasta'nın bir dilimi olan Pasta'nın bütününden üretildiğini kabul etmiyor !
b) Sünniliği yahutta Şia'lığı farklıda ! Küresel Güçlerin kandırarak ydeccali yoluna aldığı bir takım gruplar mevcut ! Bunların bilinmesi kavramı zorlaştırıyor !!!
c) Halk ve Avama ilgilendiği alanlar verilmek suretiyle anladığı dilden konuşuyorlar !!! Oysa Salt düzeydeki Şia-Sünni algısı hatta Nusayri algısı ile ! Siyasi ve olayların içinde olduğu kavram zehirlidir bu itibarla enjekte edilir !!! Örneğin Esed'in Nusayrilikle ne alakası var ! Yahut Suud Kralının Sünnilik ile ne alakası var !!! gibi !
Meseleye Müslümanlar olarak Halk nazarında İslam'a sahip çıkmaya çalışan Kalpten Elle ve Dille Mücadeleye girebilecek Alimleri ortaya çıkarmalıyız ! Çünkü Artık Hakkı söyleyen Alim yok denecek kadar az !!! Meselenin özü burası !
Foruma gelince her düşünce ve algı sahibi insan olabilir ! İlim ve Bilgileri, Zihinlerindeki algılar ve Siyasetin kirlettiği kavramları görünce dengeli ve Ahlak ölçütünde ele almak lazım gelir ! Ahlaklı ve Edepli Örneğin Zan ediyorum böyle ! ''Eğer böyle ise'' tarzında yazışma ve konuşmalar daha sağlıklı ve vebal aldırmayan konuşmalar olabileceğini hüsnü zan ediyorum !
Taraf yerine meselenin tahlil ve tahkiki gerekemekte !
Müslümanlar Deccal'den dağlara kaçacak hadisinin işaretine işaret etmek yanlış olmaz zan ediyorum !!!
El Kaide kavramını anlayabilmek için Önce deccali yalanlardan sıyrılıp sade ve salt bir kavram ile bakmak lazım gelir ! Usame ne anlatıyor ???
http://www.youtube.com/watch?v=xXHBmWULVro
Gönülden
01-02-2014, 17:49
Müslümanlar olarak hepimiz için zihinsel anlamda, kültürel ve siyasal anlamda yoğun bir hesaplaşma zorunlu hale gelmiştir. Zihinlerimizi baskı altında tutan karanlık ve şovenist kavramların geçerliliklerini sorgulamakta da çok geç kaldığımızı hatırlamalıyız. Tek boyutlu bir teknik uygarlığın, tek boyutlu bir ilerleme yaklaşımının, maddi konfor ve maddi rahatlıktan ibaret bir modernlik anlayışının sömürgesi olmaya devam edemeyiz. Dünyanın, hayatın, siyasetin din’den, ahlaktan bağımsızlaşması demek, insanlık için iyi bir gelecek olmadığına işaret eder. Siyasetin din ve ahlaktan arındırılması bugünün dünyasında görülebileceği üzere siyaseti bir yıkım aracına dönüştürür.
Son zamanlarda “Ilımlı İslam Projesi” biraz rafa kalkmış durumda. Daha önce ABD, AKP gibi iktidarları destekleyerek bunlar üzerinden toplumlara "siyasal İslam" yerine "ılımlı İslam", yani siyasi iddiasından vazgeçmiş bir din öneriyordu. Bu önerilen hayat tarzının siyasal kısmını AKP, sosyal kısmını ise Cemaat temsil ediyordu Türkiye’de. Son gelişmelerle birlikte bu proje rafa kalkmış gibi görünüyor, Libya’da, Tunus’da ve özellikle Mısır’da. Ilımlı İslam projesinden ABD vazgeçmiş diyebilir miyiz? Yoksa bir dönem için mi ertelenmiştir?
Ondan asla vazgeçmezler çünkü çıkarlarını korumak için tek kurtuluş yolu odur. Yani İslam’ı tamamen yok edemezsiniz, bu bir vakıadır. O halde onu razı olacağınız boyuta indirgemeniz lazım. Mesela Mustafa Kemal de önce İslam şeriatına savaş açmıştır. Sonra onu yok edemeyeceğini görünce Diyanet üzerinden sistemin razı olacağı bir İslam algısı üretmeyi, İslam'ı ve Müslümanları bu algı üzerinden denetleyip yönlendirmeyi tercih etmiştir. Yani "dine karşı din" politikasını esas almıştır. Aynı şey küresel sistem için de geçerlidir. Önce yeni NATO konsepti içinde düşman ilan ederek bütün olarak İslam'a savaş açmışlardır. Huntington'un medeniyetler arası çatışma tezi öne çıkarılmış, soğuk savaş döneminin düşmanı olan komünizmin yerine İslam konmuştur. Medeniyetler arası çatışma olacak, İslam’la Batı medeniyeti (içinde Rusya ve Çin de olmak üzere, Batı İslam karşıtı seküler kapitalist zihniyet olarak düşünülmeli) çatışacak denmiştir. Sonra böyle topyekûn İslam'ı ve bütün Müslümanları karşıya almanın akıllıca bir strateji olmadığını ve bu şekilde galebe çalınamayacağını görmüşlerdir. Ondan sonra Kissinger’ın ürettiği tez şudur: “İslam kendi içinde çatışacak”.
Ondan sonra "Dine karşı din" projesi ABD ve batı hegemonyasının hiç vazgeçemeyeceği bir proje olarak gündemdeki yerini almıştır. Takip ettikleri politikanın özü şudur; "Ilımlıları destekle ve uzlaş, radikalleri düşmanlaştır, terörize et ve yok et". "İslam algısının ve Müslümanların bölünüp kendi içinde çatıştırılması" suretiyle küresel sömürü düzeninin devamı sağlanmak isteniyor. Yani "İslam ile Batı medeniyeti çatışacak" tezini terk ederek, "ılımlılarla" "radikaller" çatışacak demişler ve ılımlı saydıklarının arkasında yer almışlardır. Rand Corporation’ın önemli ve kapsamlı raporları var bu konuda. Sürekli şunu vurgulamışlardır: “ılımlıyı destekle, radikali vur”. Türkiye ve ABD dışişleri bakanlarının eş başkanı olduğu “Küresel Terörizmle Mücadele Forumu“ var, 2012’de kuruldu. Çok yakın bir süre önce 200 milyon dolar bütçe tahsis edilerek harekete geçirilen bir organizasyon bu. Kendilerine göre "radikal" ve "cihatçı" dedikleri İslam anlayışına sahip Müslümanları takip edip onlara bir takım iş vb. imkânlar sağlayarak kazanmaya yönelik, öyle olmayanları da ya İHA’larla vurarak ya da başka bir yöntemle tasfiye etmeye yönelik bir çaba başlattılar. Otuz ülke üye oldu bu foruma ve eşbaşkanları Türkiye ve ABD dışişleri bakanları. Bu çaba, Şeriati’nin güzel tespiti ile “Dine Karşı Din” projesidir. Zaten tarih boyu bu böyle olmuştur. Din ve dinsizliğin kavgası yoktur, dine karşı din vardır. Tevhid diniyle şirk dininin mücadelesi söz konusudur. Evet ifade ettiğim gibi, İslam coğrafyasında "doğrudan doğruya İslam’ın bütününü karşılarına almaları çok büyük bir kesimin de ''radikalleşmesine'' yol açabilir ve tam tersine kendilerine düşman olan kitleyi büyütür" endişesine kapıldıkları için "Uzlaşmacı İslam" algısı ve yandaş "Ilımlı Müslüman" taraftarlar oluşturulup, İslam'ın karşısına kendi içinden bir cephe açılmak istenmektedir. Evet, bir kısmını yandaş haline dönüştürürlerse, ılımlılık adı altında, sizler iyisiniz diyerek yanlarına çekerlerse, diğerlerini alt etmekte onları kullanırlar ve Kissinger’ın tezi işler. Şu anda yapılmak istenen de yapılan da budur.
İstenmeyen Irak ve Şam’daki İslam Devleti değil Allah’ın şeriatıdır. Bunu ikame etmek isteyen IŞİD olsun, Nusret olsun Somali’de Şebab, Yemen’de Ensaru’ş Şeria olsun hiç farketmez. Bugün IŞİD’den mücahid kardeşlerimiz Amerikan uşaklığı yapan silahlı satılık fitnecilerin kuşatması altında. Bu adamlar tüm soğukkanlılıkla mücahid kardeşlerimizi şehid ederken münafık medyadan bir tek kalemin kıpırdağını ve mücahid kardeşlerimize yapılan zulmü ortaya koyduklarını göremiyoruz. Ancak Allah’ın dininin zaferi için onlara ihtiyaç yoktur. Allah emrinde galiptir. Bundan önce devletin mücahidleri zalimce öldürüldüğünde hiç gıkları çıkmayan satılık kalemlerden bugün de bir şey beklemenin elbette bir anlamı yoktur. Ancak değerli halkımız şunu bilmelidir ki Müslümanlar gerçekten büyük bir medya propagandasıyla kandırılmaya, samimi, şeriat isteyen mücahidler şeytan gibi gösterilirken kendilerine zalimce saldıran gruplar mazlum gösterilmeye çalışılmaktadır.
Tüm kardeşlerimizi, hepimize hakkı hak batılı da batıl olarak göstermesi için Allah’a dua etmeye çağırıyorum.
Son yapılan operasyonlar Müslüman Kasabı Ariel Şaron’un ruhunu şâd etmek için midir?
Geberdiğinde taziye mesajı yayınlamayan, leşinin gömülmesinde bulunmayan Türkiye adına bir özür dilemek midir, bir nebzecik de olsa İsrail’i teselli etmek midir?
Artık iyice biliyoruz, Hakan Fidan operasyonundan son 17 Aralık ihanetine kadar olanlar Mavi Marmara’nın intikamıydı, “One Minute”ün intikamıydı.
Bundan sonra yapılanlar da, Sabra ve Şatilla kamplarında binlerce Müslüman kadın ve çocuk mültecinin katili Ariel Şaron’nu kaybetmenin üzüntüsünden olmalıdır.
Evet, bütün bu olup bitenler israil’e bayram ettirmek içindir, israil’i son zamanlarda içine düştüğü zilletten birazcık olsun kurtarmak ve rahatlatmak içindir. Lütfen kimse lafı döndürüp dolaştırmasın ve hiç kimse de Müslümanları aptal ve enayi zannetmesin…
Kayseri’de görülmekte olan Furkan Doğan davasında “İsrail yargılanamaz, bana mı danıştınız giderken?” diyen hâkim için, “İsrail’den bir hâkim gelip yargılasa bu kadar küstah olamazdı” demiştik, gerçekten yanılmamışız.
Bugün Kayseri’de bundan daha küstahça, daha aptalca bir iş yaptılar; Kayseri’nin en çok sevilen yardımsever ağabeylerine operasyon düzenlediler. İsterseniz bir araştırma yapın, Recep Çamdallı ve Ömer Faruk Aksebzeci’den daha çok sevilen kim vardır Kayseri’de? Fakir olup da çaresiz olup da öksüz ve yetim olup da bu iki kişiyi tanımayan kim var acaba? Biri umrede olduğu için henüz gözaltına alınmadı fakat onun da evine baskın düzenlendi.
Türkiye genelindeki bu son operasyonlar söylediğimiz gibi israil’den gelen ekipler tarafından yapılsaydı belki bu kadar aptalca olmazdı, Gülen gurubunun Müslüman camiaya olan kin ve düşmanlığı bu kadar su yüzüne çıkıp sırıtmazdı, kalmışsa eğer, haysiyet ve değerini bu kadar yerle bir edecek şekilde olmazdı.
Allah aşkına bu kadar kin ve düşmanlık nedir kendileri dışındaki İslami camiaya?
Bu operasyonlarla başta yardım kuruluşları ve onlar üzerinden iktidarı ve Türkiye’yi terörizmi destekleyen ülke olarak dünyaya sunmanın ne anlama geldiğini, bunu ancak en azılı düşmanların yapabileceğini bilmiyorlar mı acaba?
Nedir bu kin ve düşmanlık?
Biz unutmadık herkul.org’da Fethullah Gülen’in suratını ekşiterek “Hizbulvahşet, Tahşiye” görüntüleri yayınlandıktan hemen sonra Malatya’da, Elazığ’da Müslümanlara düzenlenen baskınları, uydurma CD’lerle şu anda yüz elli yedi yıl ceza alan kardeşlerimizi.
Tahşiye adına da Mehmed Doğan Hoca’nın Mustafa Kaplan ve arkadaşlarının aylarca zindanlara atıldıklarını.
Şu anda sizin tedarik ettiğiniz uydurma delillerle, emniyet ve yargıdaki çöreklenenlerinizin marifetiyle Hizbuttahrir adına, İBDA-C adına, Hizbullah adına, El Kaide adına zindanlarda ne kadar Müslüman yatıyor biliyor musunuz?
Hem sadece İslam adına ve İslami camialara değil, Hoca Efendi ve cemaat aleyhine yazdığı ve konuştuğu için içerde olan ne kadar insan var acaba?
Evet, nedir Müslümanlara olan bu kininizin sebebi? Televizyon dizilerinizde dışınızdaki insanlara kustuğunuz kininizin sebebi nedir?
Şekavet Tepelerinden dışınızdaki Müslümanların üzerine akıttığınız fitne ve zehirlerin sebebi nedir?
Eğer bir gün tam olarak iktidarı ele geçirirseniz ne yapacaksınız acaba?
Artık hiç tereddüt etmiyoruz çoğumuzu Guantanmo’ya göndereceğinizden, israil’e teslim edeceğinizden, Amerika’ya teslim edeceğinizden.
Peki, Recep Tayyip Erdoğan’ı, Ahmet Davudoğlu’nu, Hakan Fidan’ı nereye göndereceksiniz, merak ediyoruz. Galiba onları da terörü destekleme, El Kaide’yle birlikte olma ve savaş suçlarından Lahey’e göndereceksiniz.
Bu arada gücünüz yettiği an Sisi ile birlikte Hamas’ı çökertmeye çalışacağınızdan da hiç şüphemiz yok. Hani şu hiç hazzetmediğiniz, israilli masum çocukları füzelerle öldüren(!) Hamas’ı.
Yanılıyor muyuz, yanlış mı düşünüyoruz hakkınızda, yapmaz mısınız öyle bir şey?
Şu nefret listenizin tamamını bir yayınlasanız da görsek, hani birinci sırasında Üsame bin Ladin’in olduğu nefret listenizi.
Artık öyle olunca şefaat listenizin tamamını da görmek isteriz, birinci sırada Ecevit’in olduğu şefaat listenizi.
Afganistan'dan Fas'a kadar bu coğrafyada en büyük aidiyeti kendi aşiretidir. Türk Dış Politikasının en büyük hatası aşiret bağlarını önemsememesidir. Stratejik Derinlikte Şammar ve Duleym ile ilgili hiç bir şey yoktur. Şammar Haseke'den Riyad'a kadar her yerdedir, Duleym Irak'ın her şehrindedir. Şammar 5 milyon, Duleym 3 milyonluk mini devlettirler. Eğer Davudoğlu Suriye'de Öso-Suk yerine Şammar ve Şeytat ile masaya otursa idi Allahualem Suriye'nin Doğusunda Işid değil Türkiye olurdu...! Eğer Davudoğlu Barzani'ye değilde Duri'ye, Duleym'e, Tamim'e destek verseydi Musul ve Kerkük'te Türk Bayrağı Dalgalanırdı...!
Sözde Davudoğlu coğrafyayı çok iyi bilir ama Osmanlı'nın Kürdistan'da, Mezepotamya'da, Levant'ta bu aşiretlerle burada tutunduğunu bilmez...!
Nusra liderleri Culani ve Ebu Mariya başlarda Şeytat aşireti ile iyi geçinmeselerdi Irak'tan Suriye'ye adımlarını bile atamazlardı...!
@anlamazdınki Halil İbrahim
vBulletin v3.8.4, Copyright ©2000-2025, Jelsoft Enterprises Ltd.