eyup_P
04-22-2008, 21:53
SOHBETİN ADI: İSLÂM’DAN KOPAN KAVRAMLAR 14-MÜRŞİD
İslâm’dan kopan kavramlardan bahsediyoruz. Kavramlardan biri de mürşid. Mürşidin gerekliliği, farziyeti artık hiç dikkate alınmıyor. Bir mürşide tâbî olmanın Kur’ân’daki farziyeti, dînini yaşadıklarını zanneden insanların %90’dan fazlası için artık bir mecburiyet değil. Sanki mürşide tâbiiyet onların üzerine farz kılınmamış.
Evvelâ Allah’ın mürşid adını verdiği insan kimdir? Bunun muhtevasını ortaya koyduğumuz zaman şunu göreceğiz ki her şey çığırından çıkmıştır. İslâm’ın 7 tane safhası vardır:
1- Allah’a ulaşmayı dilemek,
2- Mürşide ulaşmak,
3- Ruhu Allah’a ulaştırmak.
Bu 3 safha Allahû Tealâ tarafından kim Allah'a ulaşmayı dilerse onlar için garanti edilmiştir. Onlar Allahû Tealâ’ya ulaşmayacaklar, Allah onları Kendisine ulaştıracak. Bunun ötesi:
4- Fizik vücudun teslimi,
5- Daimî zikre ulaşıp nefsi Allahû Tealâ’ya teslim etmek,
6- Muhlis olarak irşada ulaşmak,
7- Cüz’î iradeyi de onun gerçek sahibi olan Allah’a teslim ederek irşad makamına tayin olmak ve mürşid olmak. (28 basamaklık bir İslâm merdiveninin 28. basamağının 5. kademesini ifade ediyor.)
Mürşid, Kur’ân’daki normal bir insan için aşılması lâzım gelen bütün kademeleri aşabilen insan demektir. Bu kavram unutulmakla kalmamış, mürşid müessesi unutulurken, tâbiiyet müessesi de unutulmuş, tamamen devreden çıkmıştır ve insanlar mürşidin farz olmadığını zannediyorlar.
Kur’ân’a bu kadar büyük aykırılıklar bir anda oluşmamış, insanlar 14 asır boyunca adım adım hedeflerden sapmışlardır. İnsanlar Kur’ân’ı rafa kaldırmışlar ve dîn adamlarının ortaya koyduğu görüşler ve kararlarla yönlerini tayin etmeye başlamışlardır. Kur’ân bir umacı haline getirilmiştir. “Siz Kur’ân’ı anlamazsınız. Kur’ân Arapça olarak Araplara indirilmiştir. Sahâbe de Araptı ama Kur’ân’ı anlamak için Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e soruyorlardı.” diyorlar ve de Kur’ân’la bir ilişki kurmanın Kur’ân’ın mânâsını öğrenmeye çalışmanın beyhudeliği, bir hedefe ulaştıramadığı noktasından hareket ediliyor. Asırlar boyunca böyle olmuş. Peki, ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) 14 asır evvel Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. O’ndan sonra dîn adamları yazdıkları kitaplarla dîni bugüne kadar getirmişlerdir.
Şimdi aradan geçen devirleri devre dışı bırakın, başlangıca ve sonuca bakalım. Başlangıçta ne vardı? İslâm’ın 7 safhası vardı. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de:
1- 7 safhanın yedisinin de farz olduğunu söylüyor.
2- Bütün sahâbenin 7 safhanın yedisini de yaşayıp irşad makamına kadar ulaştıklarını söylüyor.
Âyetler net ve kesin olarak bunu söylüyor. Öyleyse söylediğimiz bir gerçek midir? Bu kısmın ispatıyla başlayalım:
Allah’a ulaşmayı dilemek farzdır. Allahû Tealâ diyor ki:
30/RUM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönel (Allah’a ulaşmayı dile) ve böylece O’na (Allah’a karşı) takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.
Demek ki farzdır. 3-4 tane örnek vermeyeceğiz; birer âyetle farz olduğunu ve bütün sahâbenin bu hedefe ulaştıklarını ispat edeceğiz. Konumuz bu değil ama bu konunun temel direklerinden bir tanesidir. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiş midir? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinab ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar) çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, (sahâbe) şeytana kul olmaktan kurtuldular, içtinab ettiler, kaçındılar, kurtuldular.” Neden? “Çünkü onlar Allah’a ulaşmayı dilediler, Allah’a yöneldiler. Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.”
Bütün sahâbe Allah’ın kulu olmayı başarmışlar ve Allahû Tealâ Allah’a ulaşmayı dilediklerini ve şeytanın kulu olmaktan kurtulup Allah’ın kulu olduklarını burada ispat ediyor.
Mürşide ulaşmak, 14. basamaktır. Farz mıdır? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
5/MAİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz.
“Ey âmenû olanlar; Allah’a ulaşmayı dileyenler, takva sahibi olun. (2. takvanın sahibi olun) ve Allah’a ulaştırmaya size kim vesile olacaksa o vesileyi Allah’tan isteyin.” diyor. O vesileyi Allah’tan istememiz söz konusudur. Allah’a ulaşmayı dilemek, vesileyi Allah’tan istemek. İşte bizi Allah’a ulaştıracak olan o vesile Allahû Tealâ’nın mürşididir. Ulaştırmakta önayak olan, ulaştırmakta mutlak olarak bulunması lâzım gelen bir müessese, irşad müessesesidir.
Bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmışlar mıdır? Kâinatın en büyük mürşidine ulaştıkları kesindir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihi), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana biat ettikleri zaman Allah’a biat etmiş oldular. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardı. Kim (derecesini nâkısa) düşürürse, muhakkak ki o, nefsi sebebiyle (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nâkısa düşürmüştür. Kim de Allah’a olan ahdini yerine getirirse (ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim ederse), ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
“Habibim, sana tâbî olmak Allah’a tâbî olmaktır. Onlar Akabe’de sana biat ettikleri zaman, sana tâbî oldukları zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” Öyleyse sahâbenin mürşide tâbî oldukları da kesinleşmiş durumdadır. Mürşid farzdır ve bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine ulaşmışlar, tâbî olmuşlar, farzı yerine getirmişlerdir.
Bunların birincisi 3. basamakta gerçekleşir. İkincisi 14. basamakta gerçekleşir. İkisi de farz ve sahâbe tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ruhu Allah’a ulaştırmak 21. basamakta olur. Ruhun Allah’a ulaştırılması üzerimize farz mıdır? Allahû Tealâ Muzemmil-8’de diyor ki:
73/MUZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Rabbinin (Allah'ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O'na (Allah'a) dön (ulaş, vasıl ol).
Allahû Tealâ: Fecr-28’de “İrciî ilâ rabbiki” buyuruyor.
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
(Ey ruh!) Rabbine geri dön (erek ulaş). Allah’tan razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanarak.
“Ey ruh, Rabbine rucû et, Rabbine geri dön.” Bu bir farz hükümdür.
Bütün sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar mı? Yani hidayete ermişlerdir. Zumer Suresi 18. âyet-i kerimesine bakıyoruz:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar (sahâbe), sözleri işitirler ve onların (sözlerin) ahsen olanına (Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından söylenilenine) tâbî olurlar. İşte onlar, hidayete erenlerdir (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıranlardır). Ve onlar, ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleridir, nefslerini Allah’a teslim edenlerdir).
Sahâbe için “Onlar sözü dinlerler. Sözün en güzeline, ahsen olanına tâbî olurlar, onlar hidayete erdiler.” diyor. Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır. Allahû Tealâ diyor ki:
18/KEHF-17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min âyâtillâh(âyâtillâhi), men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin, doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
“Kim Allah’a ulaşmışsa o zaman o kişi hidayete ermiştir.” ya da “Allah kimi O’na, Kendisine ulaştırmışsa o zaman o kişi hidayete ermiştir.” Demek ki bütün sahâbe hidayete ermişlerdir ve hidayet, ruhun Allah’a ulaşması üzerimize farzdır.
Fizik vücudu Allah’a teslim etmek üzerimize farz mıdır? Fizik vücutlarımıza Allahû Tealâ “Âdemoğulları” diyor. Bu hitapla Âdem’in sulbünden gelen bütün insanların fizik vücutlarını ifade ediyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
36/YASİN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
Ey Âdemoğulları! Ben sizden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), sizin için apaçık bir düşmandır.
36/YASİN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
Ve Bana kul olun! (İşte) bu, Sıratı Mustakîm’dir.
Fizik vücutlarımızı Allah’a teslim ederek Allah’ın kulu kılacağımıza dair Allah’a ahd vermişiz. Öyleyse Allah’a fizik vücutlarımızı teslim etmemiz de üzerimize farzdır. Bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler midir? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/AL-İ İMRAN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.” O kitap verilenlere ve ÜMMÎ’lere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse o zaman (onlar) andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını BASÎR’dir (görendir).
“Ey habibim, o ümmilere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi, fizik vücudumuzu Allah’a teslim ettik.” Öyleyse sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir.
Nefslerini teslim edenlerin Kur’ân-ı Kerim’deki adı “ulûl’elbab”tır.
3/AL-İ İMRAN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Hiç şüphesiz; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette ulûl’elbab için nice deliller vardır.
3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”
Ulûl’elbab için ayaktayken, otururken de, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur. Ulûl’elbab daimî zikrin sahipleridir. Bu daimî zikrin tamamlanması halinde nefste hiç afet kalmadığı için nefsin Allah’a tam teslimi söz konusu olur. Üzerimize farz mıdır? Nisa-103’de Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSA-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Namazı bitirdiğinizde; ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah’ı hep zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü; namaz, mü’minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
Bütün sahâbe bu lâzımeyi yerine getirmişler, nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Peki, muhlis olmak söz konusu, irşad olmak söz konusudur. Üzerimize farz mıdır? Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesi onu söylüyor:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budullâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmus salâte ve yu’tuz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
İslâm’dan kopan kavramlardan bahsediyoruz. Kavramlardan biri de mürşid. Mürşidin gerekliliği, farziyeti artık hiç dikkate alınmıyor. Bir mürşide tâbî olmanın Kur’ân’daki farziyeti, dînini yaşadıklarını zanneden insanların %90’dan fazlası için artık bir mecburiyet değil. Sanki mürşide tâbiiyet onların üzerine farz kılınmamış.
Evvelâ Allah’ın mürşid adını verdiği insan kimdir? Bunun muhtevasını ortaya koyduğumuz zaman şunu göreceğiz ki her şey çığırından çıkmıştır. İslâm’ın 7 tane safhası vardır:
1- Allah’a ulaşmayı dilemek,
2- Mürşide ulaşmak,
3- Ruhu Allah’a ulaştırmak.
Bu 3 safha Allahû Tealâ tarafından kim Allah'a ulaşmayı dilerse onlar için garanti edilmiştir. Onlar Allahû Tealâ’ya ulaşmayacaklar, Allah onları Kendisine ulaştıracak. Bunun ötesi:
4- Fizik vücudun teslimi,
5- Daimî zikre ulaşıp nefsi Allahû Tealâ’ya teslim etmek,
6- Muhlis olarak irşada ulaşmak,
7- Cüz’î iradeyi de onun gerçek sahibi olan Allah’a teslim ederek irşad makamına tayin olmak ve mürşid olmak. (28 basamaklık bir İslâm merdiveninin 28. basamağının 5. kademesini ifade ediyor.)
Mürşid, Kur’ân’daki normal bir insan için aşılması lâzım gelen bütün kademeleri aşabilen insan demektir. Bu kavram unutulmakla kalmamış, mürşid müessesi unutulurken, tâbiiyet müessesi de unutulmuş, tamamen devreden çıkmıştır ve insanlar mürşidin farz olmadığını zannediyorlar.
Kur’ân’a bu kadar büyük aykırılıklar bir anda oluşmamış, insanlar 14 asır boyunca adım adım hedeflerden sapmışlardır. İnsanlar Kur’ân’ı rafa kaldırmışlar ve dîn adamlarının ortaya koyduğu görüşler ve kararlarla yönlerini tayin etmeye başlamışlardır. Kur’ân bir umacı haline getirilmiştir. “Siz Kur’ân’ı anlamazsınız. Kur’ân Arapça olarak Araplara indirilmiştir. Sahâbe de Araptı ama Kur’ân’ı anlamak için Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e soruyorlardı.” diyorlar ve de Kur’ân’la bir ilişki kurmanın Kur’ân’ın mânâsını öğrenmeye çalışmanın beyhudeliği, bir hedefe ulaştıramadığı noktasından hareket ediliyor. Asırlar boyunca böyle olmuş. Peki, ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) 14 asır evvel Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. O’ndan sonra dîn adamları yazdıkları kitaplarla dîni bugüne kadar getirmişlerdir.
Şimdi aradan geçen devirleri devre dışı bırakın, başlangıca ve sonuca bakalım. Başlangıçta ne vardı? İslâm’ın 7 safhası vardı. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de:
1- 7 safhanın yedisinin de farz olduğunu söylüyor.
2- Bütün sahâbenin 7 safhanın yedisini de yaşayıp irşad makamına kadar ulaştıklarını söylüyor.
Âyetler net ve kesin olarak bunu söylüyor. Öyleyse söylediğimiz bir gerçek midir? Bu kısmın ispatıyla başlayalım:
Allah’a ulaşmayı dilemek farzdır. Allahû Tealâ diyor ki:
30/RUM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönel (Allah’a ulaşmayı dile) ve böylece O’na (Allah’a karşı) takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.
Demek ki farzdır. 3-4 tane örnek vermeyeceğiz; birer âyetle farz olduğunu ve bütün sahâbenin bu hedefe ulaştıklarını ispat edeceğiz. Konumuz bu değil ama bu konunun temel direklerinden bir tanesidir. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiş midir? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinab ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar) çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, (sahâbe) şeytana kul olmaktan kurtuldular, içtinab ettiler, kaçındılar, kurtuldular.” Neden? “Çünkü onlar Allah’a ulaşmayı dilediler, Allah’a yöneldiler. Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.”
Bütün sahâbe Allah’ın kulu olmayı başarmışlar ve Allahû Tealâ Allah’a ulaşmayı dilediklerini ve şeytanın kulu olmaktan kurtulup Allah’ın kulu olduklarını burada ispat ediyor.
Mürşide ulaşmak, 14. basamaktır. Farz mıdır? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
5/MAİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz.
“Ey âmenû olanlar; Allah’a ulaşmayı dileyenler, takva sahibi olun. (2. takvanın sahibi olun) ve Allah’a ulaştırmaya size kim vesile olacaksa o vesileyi Allah’tan isteyin.” diyor. O vesileyi Allah’tan istememiz söz konusudur. Allah’a ulaşmayı dilemek, vesileyi Allah’tan istemek. İşte bizi Allah’a ulaştıracak olan o vesile Allahû Tealâ’nın mürşididir. Ulaştırmakta önayak olan, ulaştırmakta mutlak olarak bulunması lâzım gelen bir müessese, irşad müessesesidir.
Bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmışlar mıdır? Kâinatın en büyük mürşidine ulaştıkları kesindir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihi), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana biat ettikleri zaman Allah’a biat etmiş oldular. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardı. Kim (derecesini nâkısa) düşürürse, muhakkak ki o, nefsi sebebiyle (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nâkısa düşürmüştür. Kim de Allah’a olan ahdini yerine getirirse (ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim ederse), ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
“Habibim, sana tâbî olmak Allah’a tâbî olmaktır. Onlar Akabe’de sana biat ettikleri zaman, sana tâbî oldukları zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” Öyleyse sahâbenin mürşide tâbî oldukları da kesinleşmiş durumdadır. Mürşid farzdır ve bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine ulaşmışlar, tâbî olmuşlar, farzı yerine getirmişlerdir.
Bunların birincisi 3. basamakta gerçekleşir. İkincisi 14. basamakta gerçekleşir. İkisi de farz ve sahâbe tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ruhu Allah’a ulaştırmak 21. basamakta olur. Ruhun Allah’a ulaştırılması üzerimize farz mıdır? Allahû Tealâ Muzemmil-8’de diyor ki:
73/MUZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Rabbinin (Allah'ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O'na (Allah'a) dön (ulaş, vasıl ol).
Allahû Tealâ: Fecr-28’de “İrciî ilâ rabbiki” buyuruyor.
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
(Ey ruh!) Rabbine geri dön (erek ulaş). Allah’tan razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanarak.
“Ey ruh, Rabbine rucû et, Rabbine geri dön.” Bu bir farz hükümdür.
Bütün sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar mı? Yani hidayete ermişlerdir. Zumer Suresi 18. âyet-i kerimesine bakıyoruz:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar (sahâbe), sözleri işitirler ve onların (sözlerin) ahsen olanına (Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından söylenilenine) tâbî olurlar. İşte onlar, hidayete erenlerdir (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıranlardır). Ve onlar, ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleridir, nefslerini Allah’a teslim edenlerdir).
Sahâbe için “Onlar sözü dinlerler. Sözün en güzeline, ahsen olanına tâbî olurlar, onlar hidayete erdiler.” diyor. Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır. Allahû Tealâ diyor ki:
18/KEHF-17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min âyâtillâh(âyâtillâhi), men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin, doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
“Kim Allah’a ulaşmışsa o zaman o kişi hidayete ermiştir.” ya da “Allah kimi O’na, Kendisine ulaştırmışsa o zaman o kişi hidayete ermiştir.” Demek ki bütün sahâbe hidayete ermişlerdir ve hidayet, ruhun Allah’a ulaşması üzerimize farzdır.
Fizik vücudu Allah’a teslim etmek üzerimize farz mıdır? Fizik vücutlarımıza Allahû Tealâ “Âdemoğulları” diyor. Bu hitapla Âdem’in sulbünden gelen bütün insanların fizik vücutlarını ifade ediyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
36/YASİN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
Ey Âdemoğulları! Ben sizden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), sizin için apaçık bir düşmandır.
36/YASİN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
Ve Bana kul olun! (İşte) bu, Sıratı Mustakîm’dir.
Fizik vücutlarımızı Allah’a teslim ederek Allah’ın kulu kılacağımıza dair Allah’a ahd vermişiz. Öyleyse Allah’a fizik vücutlarımızı teslim etmemiz de üzerimize farzdır. Bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler midir? Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/AL-İ İMRAN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.” O kitap verilenlere ve ÜMMÎ’lere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse o zaman (onlar) andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını BASÎR’dir (görendir).
“Ey habibim, o ümmilere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi, fizik vücudumuzu Allah’a teslim ettik.” Öyleyse sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir.
Nefslerini teslim edenlerin Kur’ân-ı Kerim’deki adı “ulûl’elbab”tır.
3/AL-İ İMRAN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Hiç şüphesiz; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette ulûl’elbab için nice deliller vardır.
3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”
Ulûl’elbab için ayaktayken, otururken de, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur. Ulûl’elbab daimî zikrin sahipleridir. Bu daimî zikrin tamamlanması halinde nefste hiç afet kalmadığı için nefsin Allah’a tam teslimi söz konusu olur. Üzerimize farz mıdır? Nisa-103’de Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSA-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Namazı bitirdiğinizde; ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah’ı hep zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü; namaz, mü’minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
Bütün sahâbe bu lâzımeyi yerine getirmişler, nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Peki, muhlis olmak söz konusu, irşad olmak söz konusudur. Üzerimize farz mıdır? Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesi onu söylüyor:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budullâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmus salâte ve yu’tuz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).