fatih kısaparmak balon baskılı balon - "Mustafa Armağan" Arşivi - - Siyaset Forum

PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : - "Mustafa Armağan" Arşivi -


ümitli_bekleyis
02-09-2008, 02:22
İNGİLİZ KÂŞİFİN TÜRK ' E DUASI


David Livingstone 19 Mart 1813’de İngiltere’de yoksul bir ailede dünyaya geldi. Daha 10 yaşındayken bir dokuma fabrikasında çalışmaya başlamıştı. O zamanlar yalnız büyükler değil, çocuklar da karınlarını doyurabilmek için gayet ağır şartlarda çalışmak zorundaydılar. Küçük Livingstone yılmıyor, fabrikada tam 12 saatini geçiriyor ve 7 kişilik ailesiyle tek odalı bir evde yaşıyordu. Yine de kendisini yetiştirmek için didinirken görüyoruz onu. Mesela ilk haftalığının bir kısmıyla kitap satın aldığını ve onu fabrikada okuyup bitirdiğini söylüyor kaynaklar. Bilim ve seyahat kitaplarını tercih ediyordu. Geceleri de Latince öğrenmek için bir okula gidiyordu. Oyun nedir bilmemişti Livingstone, çocukluğunu yaşayamamıştı. Ama bütün hayatı bir oyun gibi geçecekti.

26 yaşında Glasgow’da bir Protestan üniversitesine kaydoldu. Tıp, kimya ve ilahiyat okudu. Yazları fabrikada çalışıyor, para biriktiriyor, kışları da okula gidiyordu. 1839’da tıp misyoneri olarak Çin’e gitmeye karar verdi. Ama olmadı. Çin’in kapıları Afyon Savaşı’ndan dolayı İngiltere’ye kapanmıştı çünkü. Livingstone aldırmadı ve mesleğinde yükselmeye baktı. Nihayet 20 Kasım 1840’da o tarihî kararını verdi: Tanrı’nın emrini dinleyecek ve doğru Afrika’ya gidecekti. Bu sırada henüz 27 yaşındaydı.

Bekle beni Afrika!

Afrika hakkında çok şey okumuş ve işitmişti. En çok da coğrafya kitaplarında ve atlaslarda henüz keşfedilmediği için “beyaz” olarak bırakılan Orta Afrika’yı merak ediyordu. Tanrı’nın kendisini Afrika’da çalışmak ve insanların acılarını dindirmek için seçtiğine ve okuttuğuna inanmıştı.

1840-1841’de, yani bizim Tanzimat’ın ilan edildiği yıllara rastlayan tarihlerde Güney Afrika’ya yaptı ilk yolculuğunu. Lakin bu ilk seferinde ‘Kara Kıta’da fazla kalamadı. Dönüşünde misyonerliğini pekiştirecek bir adım daha attı ve bir Protestan papazının kızıyla evlendi. Artık bundan sonra eşiyle beraberce gideceklerdi uzak diyarlara.

Eşiyle çıktığı bu yıpratıcı Afrika yolculuğunda kâh azgın nehirlerde sularla mücadele ettiler, kâh ıssız çöllerde kumlarla. Balta girmemiş ormanlara da, aç bataklıklara da gömüldüler. Türlü hastalıklarla boğuştular; çeçe sinekleriyle de. Göller ve şelaleler keşfettiler. Nice kabileler tanıdılar. Şehirler de tabii. 1855 yılında keşfettikleri şelaleye, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın adını koymayı ihmal etmediler ki, bu şelale hala kraliçenin adıyla anılır haritalarda.

Bu arada David Livingstone’un, vakit buldukça haritalar çizip gökyüzünü gözlemlediğini de yazıyor kitaplar. Bu 16 yıl süren nefes nefese yolculuktan sonra döndüğü Londra’da, millî bir kahraman gibi törenle karşılandığını biliyoruz.

Sonraki yıllarda da devam etti keşifleri Livingstone’un. Nihayet 1873 yılında, 60 yaşındayken şiddetli kanamalar sonucunda Bangweulu gölü yakınlarındaki bir köyde (Ulala) son nefesini verdiğinde eskiden Afrika’nın haritalarda, hakkında yeteri kadar bilgi bulunmadığı için beyaz renkle gösterilen kısımları, coğrafyacıların ve elbette emperyalist güçlerin azgın iştahına altın bir tepsiyle sunulmuş bulunuyordu. Kendisi şahsen köleliğe karşı olabilirdi ama Avrupa sömürgeciliğine iştahını kabartan kıta, bugün dahi süren ağır bir sömürünün karanlık adresi oluyordu.

Misyoner kâşifin başarısı

Velhasıl tek başına bir adam, arkasına Evanjelik misyonu almış ve 1840 yılında uzun yürüyüşüne çıkmıştı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra Afrika, Avrupa’dakinden daha fazla Hıristiyan barındıran bir kıta haline gelivermişti. Bugün Nijerya’daki Anglikan mezhebine mensup insan sayısının İngiltere’dekinden fazla olmasının hemen hemen tek bir sebebi vardır: O tek kişinin misyonu uğruna giriştiği delice girişim.[1]

“Tanrı beni uzak ülkelere çağırıyor” demişti bir konuşmasında. Orada kendini bekleyenler olduğundan emindi. Nitekim yanlarında kaldığı bir kabileyi Hıristiyan yapamadığına için için kederlenirken beklediği fırsat birden zuhur edivermişti. O sırada kabile reisinin çocuğu hastalanmış, büyücüler de onu bir türlü iyileştirememişlerdi. Doktor Livingstone fırsat bu fırsat deyip ‘Bir de ben bakayım’ teklifinde bulunmuş ve çocuğun basit bir hastalıktan muzdarip olduğunu görünce rahatlamıştı. Verdiği ilaçla çocuk ayağa kalkar kalkmaz, kabile toptan Hıristiyanlığı kabul etmişti bile.

27 yaşında genç bir adamın gözünü karartıp tek başına girdiği Afrika kıtasından tam 33 yıl sonra tabutu törenle çıkarken, ardından gelenlerin kıtanın çehresini kısa zamanda değiştireceği fark edilmemişti belki. Lakin gördüğümüz gibi değişti. Hem de pek çok değişti.

Afrika’ya şifa götürecek Türk aranıyor

İşte “Victoria çağı”nın unutulmaz “Süpermen”lerinden David Livingstone, ölümünden bir yıl önce bir mektup yazmış ve mektubunda bizi de çok ilgilendiren şu ilginç sözleri etmişti:

“Yalnızlığıma ekleyebileceğim tek şey, Tanrı’nın engin inayetini, dünyanın bu kanayan yarasına (Afrika’yı kastediyor) şifa olacak Amerikalı, İngiliz veya Türk herkese, ihsan buyurmasıdır.”

Burada dikkatimiz çekmesi gereken nokta, 1872 yılında, yani Hasta Adam ilan edildiğimiz, Avrupalının elinde oyuncak olduğumuzu zannettiğimiz bir tarihte, bir İngiliz kâşifinin Afrika’nın derdine derman olacak üç ülke insanını saymış ve Türkleri de zamanın süper güçleri olan İngilizler ve Amerikalılarla birlikte zikretmiş olmasıdır.

Ne var ki, işin daha da çarpıcı yanını en sona bıraktım. Yandaki resimde de gördüğünüz üzere Livingstone’un İngiltere’nin kahramanlarını gömdüğü mezarlık olan Westminster Abbey’deki mezar taşına yukarıya aldığımız sözünün aynen yazılmış olmasıdır.

Günün birinde bu mezarlığı ziyaret edecek bir vatandaşımız çıkarsa lütfen Livingstone’un mezar taşında yazılı olan “Turk” kelimesinin 1873’deki anlamına ve ağırlığına biraz daha yakından baksın, derim. 135 yıl sonra da olsa o tek kelime üzerinde düşünsün ve bugünkü İngiliz kahramanlarının mezar taşlarına neden “Türk” ismini yazdıramadığımız üzerinde gelecek adına mütevazı da olsa bir ders çıkarsın.

Niall Ferguson, Empire: The Rise and Demise of the British World Order and the Lessons of Global Power, London 2002, Basic Books, s. 159.

MUSTAFA ARMAĞAN

http://www.resimekle.gen.tr/files/1jnlu1s68nh8stzuhr11.jpg (http://www.resimekle.gen.tr/)

ümitli_bekleyis
03-18-2008, 01:28
Emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu, “Cumhuriyet” gazetesinde İstiklal Marşı’nı fazla dinci bulduğunu ve içinde geçen bazı ümmetçi kelimeler yüzünden içine sindiremediğini yazmıştı.

Ne var ki, İstiklal Marşı’mıza yönelik bu incitici ve soğutucu tavır yeni değil. Necip Fazıl’ın deyişiyle “mahut” kesimler 87 yıldır İstiklal Marşı’nın içeriğinden mayına basmış insanların çaresizliği içinde fena halde rahatsızlar.

Akif’in şiirini beğenmeyenler olabilir. Fakat yıllar yılı her çalındığında “hazırol-rahat” emrini veren bir komutanın, ömrünün “rahat” pozisyonuna geçtikten sonra zamirindekini boşaltmasıdır asıl acı olan nokta. Biliyoruz ki, İstiklal Marşı’nın ilk okunduğu oturuma Mustafa Kemal Paşa başkanlık ediyordu ve Hasan Basri Çantay’ın dediğine göre, 12 Mart günü marşı ayakta dinleyip alkışlayanlar arasındaydı. Hatta İsmail Habib Sevük’e, İstiklal Marşı’nın en beğendiği beytinin “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl” olduğunu söyledikten sonra “bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır” dediğini de biliyoruz.

Orhan Okay hocanın ağzına sağlık. “Mehmed Akif” demişti, “Türk şiirinin Mimar Sinan’ıdır, İstiklal Marşı da Selimiye’sidir.” Sinan’a ve Selimiye’ye karşı çıkanlar olmuş muydu bilmiyoruz ama Silahçıoğlu çizgisindekiler az da olsa hep mevcuttu. Aşağıda onlardan ikisini tanıyacağız. Açın Nazım Hikmet’in “Kuvâyi Milliye” destanını ve şu mısraları gözünüzü kırpmadan okuyun:

Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
Fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Belli ki Nazım’ın İstiklal Marşı’nda hazmedemediği taraflar vardır. Olabilir. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim nokta başka.

Maalesef Nazım Hikmet’in bazı şiirleri ‘de’ gizli eller tarafından makaslanmıştır. Mesela yukarıda geçen “Âkif, inanmış adam” mısrası, sözkonusu destanın 1965’te yapılan ilk baskısında “Âkif, inanmış adam, büyük şair…” şeklindeydi. Yani “büyük şair” ifadesi sonradan metinden çıkarıldı. Neden? Nazım Hikmet’in Akif’e “büyük şair” demesini kimler istememiş olabilir?

Akif’in İstiklal Marşı’na karşı çıkanların ilki, bizzat TBMM bünyesindendi. Tunalı Hilmi Bey, Abdülhamid’e öfkeli muhalefetiyle adını duyurmuştu. “Geçici meclis”in Ankara’da toplanması kararlaştırılınca -ki “Meclis-i muvakkate” tabiri bizzat milletvekili mazbatalarında geçer- TBMM’ne katılan Tunalı Hilmi, ilk mecliste halkçı ve Türkçü fikirleriyle tanınırdı.

Takvimler 12 Mart’ı gösteriyor ve meclis başkanlığı kürsüsünde Abdülhak Adnan (Adıvar) oturuyordu. Yarışmaya gönderilen şiirler içinden 7’si seçilip meclise gönderilmiştir. 1 Mart günü bu şiirlerden sadece Akif’inki okunmuş ve okunur okunmaz da, daha ilk mısrasından itibaren şiddetli alkışlarla karşılanmıştır.

Bir usul tartışması yaşanmaktadır. ‘Şiirleri edebiyatçılardan oluşan bir komisyona havale edelim, onlar karar versin’, diyenler ile ‘Hayır, bu meclisin işidir’, diyenler arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktadır. Besim Atalay, milli marşların halkın ruhundan fışkırması gerektiğini, ödül için yazılmış bir şiirin milletin hissiyatını dile getiremeyeceğini savunur. Akif karşıtı harekâtın düğmesine basılmıştır.

Hamdullah Suphi para meselesini izah eder, Akif’in yarışmaya para ödülü olduğu için katılmadığını ve kendisinin ısrarıyla ve ödül şartını kaldırmasıyla şiirini yazmaya razı olduğunu anlatır. Üstelik milli marş halk arasından doğmadı diye bekleyecek miydik? Şairlerimize başvurulmuş ve onlar da şiirlerini göndermişlerdir.

Ardından Dr. Suat Bey ile Hacı Tevfik Efendi, Akif’in şiirini destekleyen konuşmalar yaparlar. Onlara cevap Tunalı Hilmi’den gelir. Gürültüler ve protestolar arasında yaptığı konuşmada şunları söyler:

“Arkadaşlar, mesele gayet mühimdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrıyabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyliyemiyorum, kusura bakmayınız… Katiyen Hamdullah Suphi Bey’in isticaline [marşın kabulü için acele etmesine] iştirak edemem.”

Refik Şevket Bey’in, Akif’in de salonda bulunduğunu kastederek, şairlerin şahsiyetlerine tecavüz edilmemesi için müzakerelerin burada kesilmesi ve oylamaya geçilmesi yolundaki itirazına rağmen konuşmasını sürdüren Tunalı Hilmi, şiirleri bir özel komisyona havale etmeyi teklif eder. Ne kadar gizlese de, Akif’in şiirinde hazmedemediği taraflar olduğu besbelli olan Tunalı Hilmi’nin derdi, kabul edileceği kesin gibi olan bu şiirin en azından “belli yerleri”nin değiştirilmesidir. Marşın neresinden rahatsız olduğunu açıkça belirtmeye cesaret edemeden şunları söyler:

“O özel komisyon, seçtiği manzumenin sahibini çağırır, der ki ona: Şu mısrayı çıkarsanız veya şu mealde değiştirseniz ve şu kelimenin bununla değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Sahibi bu değişikliklere onay verir ve o zaman manzume daha parlak olur.”

Plan şu: Edebiyatçılardan oluşacak komisyon şairleri huzuruna davet edecek. Bir şiiri seçecek ama o şiirde beğenmediği kelimeleri çıkarttıracak, değiştirtecek veya yeni kelimeler eklettirecek. Velhasıl, koca Akif’i bir talebe gibi imtihana sokturacak. Tabiatıyla Akif de bunu kabul etmeyeceği için şiirini yarışmadan çekecek. Anladınız tabii: İğrenç bir oyunun eşiğindeyiz.

Sonra bir önerge savaşları. Çantay ve arkadaşları Akif’in şiirinin oylanmasını talep eder, Tunalı Hilmi’nin ekibi ise komisyona havalede ısrarlıdır. Meclisteki ağırlık Akif’ten yanadır ya, Hilmi Bey son bir hamle yapar. Bu defa asıl gayesini saklamaz. Akif’in marşının “tebdil edilmesi [değiştirilmesi] ihtimali vardır” diyerek rahatsızlığını belli eder. Ne ki, Meclis başkanı müzakereyi bitirir. Şimdi sıra oylamaya gelmiştir. Bu arada Refik Şevket Bey’in sesi duyulur: “Akif’in şiirinin aleyhinde bulunanlar da ellerini kaldırsınlar ki, muhaliflerin miktarı anlaşılsın.” Sadece kabul edilmesi için el kaldırarak oylama yapıldığı ve “ekseriyet-i azîme”, yani ezici çoğunlukla kabul edildiği yazılıdır kayıtlarda. Keşke reddedenleri de bilebilseydik: Tunalı Hilmi’den Nazım Hikmet’e, oradan Doğu Silahçıoğlu’na uzanan çizginin soyağacını daha net olarak tespit edebilirdik.

Az daha unutuyordum: Kırşehir mebusu Yahya Galip, Akif’in bizzat kürsüye çıkıp şiiri kendisinin okuması yolunda bir önerge vermiştir. Etraflarına bakınanlar bir sıranın boş kaldığını gördüler. Akif bir sis gibi aralarından geçip kendisini Ankara’nın çamurlu sokaklarına atmıştır çoktan.

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis
05-26-2008, 00:38
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 21 Mayıs bildirisi Türkiye’de yüksek yargı organlarının meşruiyeti ve işlevi konusunda yeni bir tartışma başlattı. Tövbekâr darbecilerimizden Hasan Cemal gibi yargıya ‘kırmızı kart’ gösterenler çıktığına göre bu defa postu kolay deldirmeyeceğimiz söylenebilir.

Öncelikle belirtelim ki, Yargıtay adı, Atatürk zamanında yoktu. 1945’te uydurulmuştu. Kuruluş yılı olan 1868’den bu tarihe kadar bu kurum çeşitli aşamalardan geçmişti ve isim değiştirmeden önce Temyiz Mahkemesi diye anılıyordu.

Yargıtay’ın kurucusu son devrin büyük İslam hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa’dır. 1868 yılında ikizi olan Şûra-yı Devlet (Danıştay) ile birlikte kurulan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin, yani Yargıtay’ın en önemli icraatından birisi neydi biliyor musunuz? Bugün bazı bölümleri hâlâ kimi Arap ülkeleri ile İsrail’de uygulanmakta olan ve İsviçre Medeni Hukuku’nu alacağız diye kaldırıp attığımız “Mecelle”nin yazımı. Dünya hukuk tarihine geçen bu eserin yazarı da Cevdet Paşa’dır. Kendisi aynı zamanda ilk Yargıtay Başkanımızdır!

Tezâkir adlı kitabında Yargıtay’ı nasıl kurduğunu şöyle anlatıyor Paşamız:

“Başına Midhat Paşa’nın geçirildiği Danıştay, gösterişli bir şekilde kuruldu. Bense gösterişe bakmadan temelinin sağlam olmasına özel bir dikkat gösterdim. Dairelerini zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. Kalemlerini güzelce düzenledim. Böylece Yargıtay, birdenbire değil, adım adım oluştuğu için Danıştay’ın başına sonradan gelen altüst oluşlardan etkilenmemiştir.”

Sevgili Cevdet Paşa herhalde Yargıtay başkanlarının garip ve çelişkilerle dolu bildiri metnini okusa bunlara yargıç diplomasını verenleri huzuruna çağırıp bir güzel paylardı.

Üç sene kadar kaldığı Yargıtay Başkanlığı’ndan Sadrazam Âli Paşa ile aralarının bozulması üzerine ayrılan Cevdet Paşa, bulunduğu konumun nezaketini hiçbir zaman unutmamış ve makamını siyasetten olabildiğince uzak tutmaya çalışmış, yapılan baskılar karşısında adamlarını toplayıp sokaklara dökülmemişti.

Şunu da söyleyeyim ki, Osmanlı’nın Yargıtayı, bugünküne göre çok daha dokunulmazlık zırhına sahip olduğu halde görevini siyasileştirmekten kaçınmıştır. Zira 1870 yılında çıkarılan içtüzüğüne göre Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri 1) istifa etmedikçe, 2) daha yüksek bir memuriyete tayin edilmedikçe, 3) aleyhlerinde bir kesinleşmiş mahkeme kararı bulunmadıkça görevden azledilemezlerdi.

Kuruma 1887’de bir dilekçe dairesi eklenmiş, böylece başvuru hakkı sağlanmıştır. Burada belirtelim ki, Sultan Abdülhamid adalet bürokrasisine siyasetin karışmaması için özen göstermişti. Hatta idam cezalarını, yetkisini kullanıp affettiği için Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa’yla arası açılmış, Paşa bunu Sultan’ın adaletlerine güvenmediği şeklinde yorumlamış ve istifa etmek istemişti. Ancak Abdülhamid kendisinin gönlünü almış ve bir insanı öldürmenin sorumluluğunu vicdanen kaldıramadığını, yoksa hakimlerin adaletinden en ufak bir şüphesi olmadığını belirtmek ihtiyacını duymuştu. Düşünün ki, Abdülhamid, Abdurrahman Paşa’nın mezarını atası Fatih’in türbesinin kapısı önüne yaptırarak hem adalete, hem de paşaya duyduğu saygıyı göstermek istemişti.

Yargıtay’ın Cumhuriyet dönemine rastlayan bölümünde çok önemli iki olayı zikretmemiz lazım.

Birincisi, 1925’te Eskişehir’de bulunan kurumun başında Ömer Lütfi (Salman) Bey bulunmaktadır. Henüz açıklanmayan bir sebeple Ömer Lütfi Bey, Adalet Bakanlığı tarafından azledilmiş, yani görevinden alınmıştır. Bu da Cumhuriyet döneminde siyasetin yargıya müdahalesinin açık bir örneğidir. Yargıtay Başkanlığı’ndan alınan ama Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığı uhdesinde kalan Ömer Lütfi Bey, kurumun onuruna müdahale saydığı bu girişimi içine sindiremediği için mesleğinden istifa edecek ve köşesine çekilecektir. Ne de olsa, Abdurrahman Paşa’nın yargının bağımsızlığı ilkesinin ışığında yetişmiş bir Osmanlı’dır.

Son olarak, 1966’da Yargıtay Başkanlığı’na seçilen ve 1968 adli yılı açılış konuşmasında “Tanrı’yı da insan yaratmıştır.” sözünün sahibi İmran Öktem’i hatırlatmak istiyorum. Bu söz ve aynı konuşmada Nurculuk aleyhinde sarf ettiği ağır ifadeler sebebiyle halktan büyük tepki toplayan Öktem, bir yıl bile geçmeden, 1 Mayıs 1969’da ölür. Ancak bir sorun vardır: İmamlar, “Tanrı’yı insanlar yarattı.” sözünden dolayı cenaze namazını kıldırmak istememektedirler. Ankara’daki Maltepe Camii’nin avlusu, 3 Mayıs’ta belki de Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı tabut başı atışmalarına sahne olmuştur. Bir taraftan “Allahsızların namazı kılınmaz”, öbür taraftan “Atatürk geliyor” haykırışları arasında çıkan itiş kakışta İsmet İnönü ezilme tehlikesi geçiriyor ve bir tuğgeneralin tabancasını çekip insanları korkutmasıyla tehlikeyi atlatıyor. Hatta cenazenin taşınması sırasında süren arbede yüzünden tabut neredeyse yere düşecek gibi oluyor. İnönü, “Olay, her manasıyla bir 31 Mart vak’asıdır.” diyerek kamuoyunu tahrik etmeyi başarıyor.

Eh buna bir de geçtiğimiz şubat ayında Prof. Erdal Yavuz’un akıl almaz ifşalarını eklediğimizde tablo tamamlanır. İmran Öktem’in cenazesindeki ‘irtica kalkışması’na tepki olarak bütün Yargıtay üye ve mensuplarının toplanıp 7 Mayıs’ta Anıtkabir’e yürümeleri sırasında bazı subayların kendisine, “Bu yürüyüşte ateş açılacak, ölenler olacak ve bunun üzerine biz duruma el koyacağız.” dediğini aktaran Yavuz, Yargıtay ve provokasyon bağlantısının tarihine ışık tutmuştu.

Nereden nereye değil mi? Cevdet Paşa’nın temellerini sağlam bir şekilde attığını söylediği kurumun geldiği noktaya bakınca hüzünleniyor insan. İlerliyor muyuz yoksa?

MUSTAFA ARMAĞAN

tayyipleyiz
05-26-2008, 00:49
" zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. " temeli böyle atılan Yargıtayın vahim hali ortada ...
O dönem halkı galeyana getiren aktör İnönü imiş, bugün ise bağımsız (!) yargı ...

Nereden, nereye ... Benzetme de çok yerinde sanki ... ;)

Bilgillendirme için, teşekkürler.

ümitli_bekleyis
06-03-2008, 01:42
Fatih'in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum'dur, öbürü de Tursun Beğ'dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.

Kritovulos, Bizans'a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ'in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ'in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya'nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul'u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve...

En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ'in cilveli lisanına bırakayım: "Çün nazar-ı ibret ile İstanbul'un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü'l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü'l-hâl ü perîşân kalmış idi."

Soran gözlerle 'İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?' der gibisiniz. Özetle şunu: 'Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul'a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed'in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.' Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih'in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.

Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade 'kültürel protezlerin eklemlenmesi' hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans'ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası'ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.

"Keşke biz yönetsek" diyeceğimiz şehir var mı?

29 Mayıs 1453'te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul'du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.

Fetihle birlikte İstanbul'a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453'ten sonra sönmek üzere olan Bizans'ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde "daha iyi yönetme iddiası"dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife "Evet" diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.

2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi'ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul'a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul'un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul'u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih'in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul'un derisi altında saklanan fakat Bizans'ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul'u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul'un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki 'uzun soluklu fethi' ya da belki 'sessiz fethi' gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.

MUSTAFA ARMAĞAN

kayısıkentli44
06-03-2008, 01:47
güzel bi yazı..emegine saglık...

+ ;)

tayyipleyiz
06-03-2008, 01:59
"Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz?

Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular. "

[i]Harika bir paylaşım, Fatihlerin Fetih ruhunun yeniden inkişafı duası ile ...(+)

ENGİNEER
06-03-2008, 02:05
Harika bi yazı buda :)

Ben tarih okumayı özlemişim derslerden..

ümitli_bekleyis
06-03-2008, 02:13
"Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz?

Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular. "

[i]Harika bir paylaşım, Fatihlerin Fetih ruhunun yeniden inkişafı duası ile ...(+)


AMİN. Teşekkürler.

ümitli_bekleyis
06-08-2008, 14:51
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’daki türban değişikliği maddesini yok hükmünde kabul eden kararıyla ciddi bir bunalıma itilmiş oldu. Atatürk zamanında mevcut olmayan ve 1960 ihtilalinin ardından kurulan Anayasa Mahkemesi, artık fiilen yönetime el koymuş bulunuyor.

Türkiye’nin, sinir sistemine saplanan bu hukuk kramplarının etkilerini kolay kolay üzerinden atamayacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Öyleyse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tam bir gün önce açıklanan türbanı reddeden kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin değişiklik maddesini iptal eden kararına nasıl bakmamız gerekiyor? O meşhur deyişle, Avrupa hapşırsa biz nezle mi oluyoruz? Yani Brüksel’deki hukukçular kararlarıyla bizimkilere tüyo mu vermiş oldu? Öyleyse hani o övündüğümüz Türk hukuk devrimi?

Bir hukuk devrimimiz vardır gerçi ama bunun ‘Türk’ olduğunu iddia etmek için dünyadan bihaber olmak gerekir. Zira bizim ‘hukuk devrimi yapıyoruz’ diyerek âlâ-yı vâlâ ile İtalya’dan ceza hukuku ithal etmemizden (adoption) sadece birkaç yıl sonra İtalyanların kendi ceza hukuklarını çöpe atmalarındaki parodiden anlayabilirsiniz vaziyetin çarpıklığını.

Bir an için dünyanın şartlarını göz ardı edin ve şu soruya cevap arayın: Eğer günümüzde Roma hukukundan esinlenen laik Batı hukuku yerine İslam hukuku (fıkıh), modern dünyanın benimsediği temel hukuk normu olmuş olsaydı, bugün Brüksel’dekiler de, Ankara’dakiler de hâlâ türbanın mücadelesini mi veriyor olacaklardı?

Durun, ‘böyle bir günde sorulacak en soruyu sordunuz ya, ne diyelim’, der gibi bakmayın bana lütfen. Kısırlaşan ortama bir düşünce kapısı aralamaya çalışıyorum. Hem bunu ben değil, bir Batılı söylüyor. Yani iş ciddi!

‘İslam tarihini bir Batılıdan mı öğreneceğiz?’ yollu yorumlara sapmadan bakacağız söylenenlerin hakikat katına mı, yoksa bâtıl kategorisine mi ait olduğuna. İşte bu yüzden projektörlerimizi Batılı bir hakikat araştırmacısına, Marshall Hodgson’ın satırlarına yöneltiyoruz.

Hodgson’a göre, İslam, küresel bir süreç olan dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. İslamiyet, getirdiği evrenselci ve eşitlikçi esaslarla ve bilgi ile ahlaka yaptığı dengeli vurguyla dünya tarihinin gidişatını etkilemiş, özellikle de modern Batı medeniyetinin teşekkülüne olmazsa olmaz katkılarda bulunmuştur.

Tarihçimiz ilginç bir varsayımda bulunuyor ve diyor ki: Eğer 16. yüzyılda dünyamıza Mars’tan bir gözlemci inmiş olsaydı, insanlığın tamamının Müslüman olmanın eşiğinde bulunduğuna hükmederdi. Gözlemci bu yargıya, kısmen Müslümanların stratejik ve siyasî avantajları sebebiyle ama asıl, genel kültürlerindeki canlılık kendisini etkilediği için varırdı. Zira İslam kültürü 16. yüzyılda dünyada en canlı, en avantajlı ve yayılmaya en müsait kültürdü. Neden?

İslam medeniyetinin ileri olması, bu medeniyetin kendisi dışındaki medeniyetleri sömürüp söndürmediği ve kanatları altında yaşamalarına izin verdiği için dünya medeniyetleri arasında çok büyük bir eşitsizlik doğurmuyordu. Bir medeniyet, en fazla 4-5 yüzyılda diğerlerini yakalayabilirdi. Fakat 17. ve 18. yüzyıllarda kültürel bloklar arasında bir dengesizlik doğmaya başladı. Zaten sürmekte olan değişimin hızı özellikle bir bloğun içinde olağanüstü derecede arttı. Bu blok, Avrupa veya daha genel anlamda Batı olacaktır.

Yazarımıza göre, ne oldu da Batı böylesine hızlı ve verimli bir çıkışı yakaladı? Temel mesele, Batı’nın her anlamda ‘yatırımlar’ını, zaman ve para kaynaklarını, birbirini besleyen büyük ölçekli teknik uzmanlaşmaları bilim ve teknik alanına yönlendirmesiydi. Böylece kurumların teknikleşmesi, daha önce başka uygarlıklarda görülmeyen muazzam bir patlama ile sonuçlandı ve yazarın toplumsal kudretin artışı dediği hadise yakalandı. İşte bu süreçte yakalanan katlamalı üretim artışı, Batı’yı diğer medeniyetlerin önüne geçirdi ve bugüne kadar getirdi.

Fakat tarihçimize göre ‘modern’ olan ile ‘Batı’yı özdeşleştirmek, büyük bir yanılgıya yol açacaktır. Çünkü modernlik, münhasıran Batı’nın eseri olmayıp onun da içinde aktığı bir nehir yatağının ismidir. Bu yüzden Batı, ‘modernliğin babası ve sahibi olmayıp Sümerlerden İslam medeniyetine kadar pek çok kadim medeniyetin geliştirimine katıldıkları ve nihayet, Batı medeniyetine sosyo-kültürel ve ekonomik bir zemin teşkil eden modernlik üzerinde kuruldu. Batı, modern medeniyete ev sahipliği yaptı sadece. Bu ev sahibi pekala İslam da olabilirdi.

Burada 16. yüzyılda dünyamıza inen Marslı gözlemciye geri dönecek olursak, modernliğin hangi topraklarda doğacağı sorumuza kesinlikle ‘Tabii ki İslam dünyasında’ diye cevap vereceğini varsaymak için pek çok sebep vardır.

Peki eğer modernlik Avrupa’da değil de, İslam âleminde zuhur etseydi, acaba dünya nasıl bir şekil alacaktı? Bu soruya Hodgson’ın cevabı nettir: Eğer modernlik ilk olarak İslam âleminde doğsaydı modern toplumun eşitlikçi ve çok-kültürlü eğilimi şimdi olduğundan çok daha yüksek seviyelerde bulunacaktı. Aynı şekilde modernlik Batı’da olduğu gibi bir ulus-devlet çatısı altında değil de İslam âleminde ortaya çıksaydı, modern dünya bir ‘süper-ulema’ ve bir ‘süper-şeriat’ın engin kanatları altında eşitlikçi bir evrensel devletle karakterize edilecekti.

Bir bakıma şunu demeye getiriyor tarihçi: Bugün dünyada ulaşılan insan hakları, uluslararası hukuk şu bu, öyle bir durumda İslam hukukunun ve onu uygulayan Brüksel’deki değil de İstanbul veya Kahire’deki ulema tarafından belirlenecek ve onların yargıları evrensel norm olarak kabul edilecekti. Dolayısıyla Brüksel’deki mahkemenin koltuklarında sarıklı İslam hukuku uzmanları oturuyor olacaktı.

Tarih, belgeler ve bilgiler üzerinde yapan ameliyatın ötesinde bir tefekkür hazinesidir. 1968’de henüz 46 yaşında dünyamızdan ayrılan Hodgson’ın kısacık ömründe sabırla ve özenle yazıp çizdikleri, sadece geçmişin anlaşılmasına değil, bugünün aydınlatılmasına da hizmet etmektedir. Zira bugünün çağdaşlığını sorgulamak için tarihe ihtiyacımız var.

Belki de asıl problemimiz bugünledir. Tarih bahane…

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis
06-08-2008, 14:59
Sarıklı yargıçlar olsaydı biz hapşırınca onlar nezle olurdu.Böylelikle sürekli aynı mevzular üzerinde dönüp dolanan değil, muasır medeniyetin zirvesi biz olurduk . Ulaşılmaya çalışılan , gittiği yolda peşinden gelinen..

ümitli_bekleyis
06-08-2008, 15:15
http://pazar.zaman.com.tr/images/2008/06/01/menderes.jpg


Adnan Menderes bir fikirdi, bir ümitti. Bu toplumu sürü olarak görüp diktatör gibi yönetmeye devam etmek isteyenler ile onun iradesine saygı duyulmasını isteyenler arasında hâlâ süren mücadelenin geçmişteki adresiydi bir bakıma.

Şahsi kusurları elbette olabilir. Kimin yok ki? Ancak bu toplum Adnan Menderes’te onu da aşan bir ışık görmüş ve umutla etrafını çevirmişti. Ondan bir ‘kahraman’ beklemişti.

Ne var ki, kahramanların da desteğe ihtiyaç duydukları anlar olur. “İşte halk yanımda, görmüyor musunuz Eskişehir’de 150 bin kişi meydanları doldurmuş” diyordu darbeden bir gün önce. Ancak unutmayalım ki, 17 Eylül 1961 günü, İstanbul halkı, sokağa çıkma yasağı olmadığı halde, evinden dışarı adım atmamış ve radyodan idam haberini sessizce dinlemişti. O gün, Emniyet kayıtlarına, suç işlenmeyen tek gün olarak geçecektir.

Adnan Menderes’in son anları çok konuşulmuş ve çok yazılmıştır. Necip Fazıl Kısakürek “Son Posta” gazetesinde infazda görevli iki gardiyanın izlenimlerine dayanarak Menderes’in idamı sırasında neler yaşandığını kaleme almıştı. Necip Fazıl’a göre Menderes, tam boynuna ilmek geçirileceği sırada cellada “Dur” demiş ve “dudakları yalnız kendi gönül kulağına ve Allah’a hitab ederek” iki üç dakika boyunca “kıpırdanmış”tır. Ne okuduğu belli olmamakla birlikte dua ettiği besbellidir.

Ancak Yassıada’da idama mahkûm edilip cezası müebbede çevrilen ve Kayseri Cezaevi’nde hapis yatarken yurtdışına kaçmayı başaran Reşat Akşemsettinoğlu, hatıralarında Menderes’in son anını İmralı’daki hücresinden şöyle aktarmıştır:

“Dışarıda hava birdenbire kararmıştı. Koğuşta dahi birbirimizi seçemez olmuştuk. Saat tam 13.23’te “Allah” sesi bir anda etrafa yayıldı. Bu ses Menderes’in sesi idi. İki dakika sonra saat 13.25’te semadan tufan halinde bir yağmur sağanağı indi. Bu sağanak sanki ağaçları, binaları, insanları, eşyaları, gökten sürükleyip getiren bir seldi. İmralı’da bulunan karaağaçların dallarında tüneyen on binlerce kuş, yağmurun şiddetinden dolayı yerlerinden fırlayıp havaya süzülmüşler ve etrafı büsbütün karartmışlardı… Sonradan öğrendiğimize göre hakim, savcı ve subay maskesi altında idamını seyretmeye gelen katiller, yağmurun şiddeti karşısında çil yavrusu gibi etrafa kaçarak Menderes’in son anını görmek zevkinden mahrum kalmışlardı.”

Menderes’in gözü açık çekilmiş son fotoğrafı, boynuna ilmek geçirilmişken çekilmişti. Bundan sonra gözünü yumduğunu gösteren bir başka görüntü ve uzaktan çekilmiş, ayakları sallanırken gösteren ‘post-mortem’ fotoğrafı vardır.

Peki Menderes’i gülerken gösteren son fotoğraf nerede çekilmiştir?

Yanda gördüğünüz fotoğraf, 26 Mayıs 1960 akşamı, Eskişehir’de Şeker Fabrikaları’nın verdiği akşam yemeğinde, muhtemelen saat 22.00 civarında çekilmiştir. Elini öpmek üzere eğilen kişiye gülümseyerek mukabele eden Adnan Menderes, biraz sonra telefona çağrılacak ve dönüşte morali bozuk ve oldukça gergin olduğu görülecekti. Görüştüğü kişi, Meclis Başkanı Refik Koraltan’dır. İstanbul Üniversitesi profesörlerinin protesto hazırlığında olduklarını öğrenmiş ve salona döndükten sonra son siyasi konuşmasını yaparken darbeye çanak tutan üniversite hocalarını “Kara cübbeliler” sözüyle eleştirmişti.

Ancak artık Menderes’in yüzü asıktır ve 5 ay sonra Yassıada duruşmalarında hakim huzuruna çıktığında o tatlı tebessümü gitmiş, yerine süzgün, bitkin, çökmüş bir Menderes gelmiştir. Hakime, 5 aydır kimseyle konuşmasına izin verilmediği için konuşma yeteneğini kaybettiğini, bunun anlayışla karşılanması gerektiğini söyleyecek noktaya kadar varmıştı bitkinliği.

Bu toplumun Adnan Menderes’i neden sevdiğini anlayabilmek için başka tanıklıklara da ihtiyaç var. İşte “Yeni Dünya” dergisinin geçen (Mayıs 2008) sayısında Cevat Akşit Hoca’yla yapılan söyleşi, Menderes’in derin dünyasını deşifre etmemiz için canlı bir ipucu niteliğindedir. Amcası Baha Akşit (DP grup başkan vekilidir) aracılığıyla imam hatiplerin yüksek kısmının, yani yüksek İslam enstitülerinin açılması için Başbakanla görüşmeye giden heyette bulunan Cevat Akşit, bakın darbeden kısa bir süre önce gerçekleşen bu görüşmede Menderes’in nasıl deruni bir fotoğrafını çekiyor:

“Ben 17 yaşımdaydım. Saat [gece] 10’a doğru Başbakan’la görüşeceğimiz odaya girdik. Başbakan geldi, koruma polisini dışarı çıkardı ve kapıyı kilitledi. “Kimse buraya girmeyecek” diye tembihledi. Bir başladı konuşmaya. Türkiye’deki komünist faaliyetleri, bölücü faaliyetleri, masonik faaliyetleri bir bir anlattı. Dedi ki: ‘Benim müsteşarım [Ahmet Salih Korur] masonların reisi. Beni bu kadar bunalttılar, etrafımı çevrelediler. Ben Müslüman’ım. Türkiye’nin de ayakta kalmasının teminatı İslam’dır, imandır. Eğer bugün biz ayaktaysak, beyaz örtülü bir ninenin veya aksakallı bir dedenin kucağında büyümüş bir nesil olarak ayaktayız’ dedi. Ama bu sırada hüngür hüngür ağlıyor.”

Akşit, Menderes’in “İmansız, İslam’sız yaşanmaz. Hayatım pahasına da olsa imam hatip okullarının yüksek kısmını açacağım. Arkadaşlarım beni desteklemiyor, laikliğe aykırı görüyorlar” sözlerinden sonra üç defa “Yalnızım, yalnızım, yalnızım!” dediğini de belirtiyor. O gece o odada bulunan herkes ağlamıştır.

Cevat Akşit’in tanıklığıyla gördüğümüz gibi Menderes’in bir de resmî kayıtlara geçmeyen bir iç dünyası vardı. Zaten Necip Fazıl daha 1951’den itibaren onun bu iç dünyasına bir kuyumcu titizliğiyle eğilmiş ve oradan Menderes’i bile aşan bir anlam ve ümit abidesi yontmaya koyulmuştu.

“Ama Menderes, ah Menderes… Sen mahzun ve münkesir Müslümanların biricik ümid bildiği tek ve yegâne adamsın! Mademki kendini bu kadar sevdirdin ve kendine bu kadar ümit bağlattın; artık mecbur ve mahkûmsun! Bu vatanın ne kadar hasreti varsa hepsini senden bekleyecek ve isteyeceğiz!.. Sen Allah’ın, Resûlü’nün, Türk milletinin ve Türk tarihinin sevgilisi olabilir; ve sahte kahramanların ardından birdenbire gerçek ve büyük kahraman çapında yükselebilirsin!”

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis
06-08-2008, 15:23
Ben teşekkür ederim okuyup , yorum yaptığınız için.

muhafazakargenc
06-14-2008, 23:29
Bu ülkede gerçek demokrasiyi kurmak isteyenler hep sonları ölüm olmuştur. Ancak dediğim gibi Zulüm azrailde olsa Hakkı tutacağız Mukkades davalarda ölüm bile güzeldir.

kralfk
06-19-2008, 13:28
paylaşım için sağol

ümitli_bekleyis
06-20-2008, 13:38
“Tarih yabancı bir ülkedir” demiş ya David Lowenthal, ben bunun bizim gibi ülkeler için pek geçerli olmadığını düşünüyorum artık. Neden mi? Belki Batı için geçerli olabilir dediği, ancak bizimkisi gibi hafızası zayıf toplumlar hep ve daima kendi ülkesinde yaşamaya mahkûmdurlar. Baksanıza, 1969 yılının tam da bu ayları, ne muazzam benzerlikler gösteriyor yaşadıklarımızla.

Bir kere şimdi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması gündemde olan iktidar, Meclis’in yaz boyunca çalıştırılmasından yana ve anamuhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi tatil girmesini ister iken, 1969 Haziran’ında tam aksi bir manzara hakim siyaset sahnesine. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü yaz boyunca Meclis’in çalışmasını istiyor fakat o tarihte iktidarda olan Süleyman Demirel Meclis ve Senato’nun tatile girmesi için ter döküyordu.

Peki niçin ter döküyordu İnönü? Ve Demirel neden kapatmak istiyordu Meclis’i? Olayları biraz başa doğru sarmak lazım bunu öğrenmek için.

Malum 1961 Anayasası, 27 Mayıs darbesini yapan ekibi korumasına almış ve Demokratların yeniden siyasete girmesini engellemişti. Darbecileri koruyan ‘özel’ maddeler o tarihlerde kaldırılamazdı belki ama hiç değilse hâlâ halkın kalbinde sevgisini koruduğu DP’lilerin affı ve siyasete dönmeleri neden mümkün olmasındı?

Bunun için ilk adımı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay atmış ve Kayseri’de hapis cezasını çekmekte olan Celal Bayar ve arkadaşlarını affetmişti. Ancak sorun sadece hapisten kurtulmak değildi. Bu affı, siyasi hakların iadesi takip etmeliydi ki, zaten Bayar’ın eski defterleri bir kenara koyup İnönü ile görüşmesinin hedefinde bu vardı. İki ezeli rakip arasındaki bu yakınlaşma elbette siyasi hesaplarla alakalıydı.

İnönü’nün hesabı, biraz Devlet Bahçeli’nin türban konusunda AK Parti’ye yönelik sıkıştırma stratejisini andırıyor. Hem Demirel’i, devamı olduğunu iddia ederek oylarını aldığı Demokrat seçmenlere hep vaat ettiği fakat bir türlü hayata geçiremediği siyasi hakların iadesi konusunda köşeye sıkıştırmak, hem de 27 Mayıs’ı yapıp Menderes ve arkadaşlarını idam eden ve halkın tepkisini alan darbecilerden farklı, hatta özgürlük havarisi olduklarını ispatlamak üzerine kuruluydu strateji. Tabii yaklaşan seçimlerde daha fazla oy almak da vardı hesaplar arasında. Bir taşla birkaç kuş birden vuruyordu İnönü.

Bayar, ‘yeni Menderes’ olarak piyasa çıkan ve söylemlerinde gizli veya açık, DP’nin devamı olduğunu beyan eden Demirel’in siyasî haklar konusunda somut bir adım atmayışı karşısında AP içindeki adamlarını harekete geçirerek iktidar üzerinde baskı kurmak istiyordu. Öte yandan biz desteğimizi çekersek Demirel düşer tehdidini aba altından göstermeyi de ihmal etmiyordu. Bu amaçla İnönü gibi bir ezeli rakibi Pembe Köşk’te ziyaret edip desteğini istemişti.

Oyundaki üçüncü figür olan Demirel, Bayar-İnönü buluşmasıyla köşeye sıkışmıştı. Yıllar yılı Demokratlara haklarını iade edeceğini söyleyip oy alan ama bunu bir türlü gerçekleştirmeyen Demirel, CHP’nin kontratağı karşısında tam anlamıyla köşeye sıkışmıştı. İnönü, Meclis’e gelmesi halinde DP’lilerin affı lehine oy kullanacaklarını beyan etmiş, ‘Hodri meydan’ demişti. Bu durumda Meclis’ten kaçış imkânı kalmamıştı Demirel’in. 15 Mayıs 1969’da oylama yapıldığında Anayasa değişikliği için gerekli parmak sayısına ulaşıldığı görülmüş, 309 oyla kanun kabul edilmişti. Değişiklik senatoda da kabul edildi mi, artık elindeki kartı kaybedecekti.

Ancak ne olduysa bu sırada oldu ve 17 Mayıs tarihli “Cumhuriyet” gazetesi, “Ordu Anayasa değişikliğine hayır dedi” manşetiyle çıktı. Komutanlar Sunay başkanlığında Çankaya Köşkü’nde toplantı üstüne toplantı yapıyordu. Nihayet Sunay’ın 19 Mayıs mesajı bardağı taşıracak, o da Anayasa değişikliğine karşı olduğunu açıklayacaktı. Kanunun hiç değilse Senato’dan geçmemesi için baskı yapılıyordu.

Anlayacağınız Türkiye tam bir darbe havasına girmişti. Nitekim Demirel iki defa MİT başkanıyla görüşecek, CHP MYK üst üste toplanacak, İnönü ise geri adım atmayacağını ilan edecekti. Gerçekten samimi miydi değil miydi, tartışıladursun, İnönü’nün askerî darbe yanlılarına tokat gibi verdiği şu muhtıra, bence demokrasi tarihimize altın harflerle yazılacaktır:

“Biz tam kadro olarak Senato’ya gidip oy kullanacağız… İsterlerse gelip bizi parlamentodan alsınlar.”

Nitekim 20 Mayıs’ta CHP’nin zoruyla toplanan Senato, af kanununu AP’lilerin engellemesi yüzünden görüşememiş ve dağılmıştır.

Manzara son derece ilginç bir hal almıştır. Demokratların devamı olduğunu söyleyen Demirel, askerden tehdit gelince kanunun çıkmaması için elinden geleni yapmakta, buna mukabil CHP, özgürlükleri savunan ve neredeyse 27 Mayıs’a karşı hareket eden bir parti kimliğine bürünmüş, saflar yer değiştirmiştir.

Demirel ne kadar geri çekilirse, onu köşeye sıkıştıran İnönü, boşalan mevzilere sızıyor ve işi, Cumhurbaşkanı’na mektup yazmaya ve darbe tehditlerine karşı çıkmaya kadar götürüyordu. Nitekim 21 Mayıs tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde İnönü’nün bizzat Sunay’ı ihtilali kışkırtmakla suçlayan ve dolayısıyla darbe heveslilerini mat eden tarihî mektubu yayınlanacaktı. Bu mektubu, bir başka mektubun takip etmesi gecikmedi. İnönü’nün 15 Eylül 1961 günü Cemal Gürsel’e idamların infaz edilmemesi için yazdığı mektup, 29 Mayıs’ta basında yayınlanacak ve Milli Şef’in o günkü tavrını aslında 27 Mayıs’ın hemen arkasından da takındığı ilan edilecekti. Ne var ki, aynı gün Demirel’in baskısıyla Meclis ve Senato tatile girecek ve af konusu da dahil olmak üzere Türkiye’nin acil çözüm bekleyen meseleleri seçimden sonraya bırakılacaktı.

1969 seçimlerini müteakip toplanan senato, DP’lilere siyasi haklarını iade eden kanunu çıkaracak fakat bu defa da bildik bir engele takılacaktı. Askerin İnönü’yü ezip geçemediği görülünce bu defa Anayasa Mahkemesi devreye girecek ve tıpkı geçtiğimiz günlerde olduğu gibi Anayasa değişikliklerini usul değil, esas yönünden denetleme yetkisine sahip olduğunu iddia ederek, yani yetkisini aşıp bir hukuk darbesi yapacaktı. Halbuki Mahkeme’nin sadece ‘uygunluk’ yönünden Anayasa iradesini denetleme yetkisi vardır, yerindelik yönünden bile yoktur. Ama her darbe kendi hukukunu hazırlamakta mahirdir.

1969’dan bu yana 39 yıl geçmiş. İnönü rolünü bugün kim oynuyor, Demirel rolü kimin üzerinde, siz karar verin artık.

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis
06-23-2008, 00:32
Tarihimizde bu kadar büyük etki yapmış başka bir oylama var mıdır bilmiyorum ama 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu, toplam üye sayısı 287 olan bir TBMM’de sadece ve sadece 122 oyla kabul edilmişti dersem sanırım ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bırakın 367’yi, üye tam sayısının yarıdan bir fazlası demek olan salt çoğunluk bile yoktu ortada. Hem de ne için? Trafik Kanunu için değil, Türkiye’nin kaderini değiştiren bir oylama için.

Sordunuz, biliyorum: Peki bu kanun nasıl meşru kabul edilmişti?

Vallahi orasını pek karıştırmayın, zira o zamanlar Sabih Kanadoğlu olmak biraz cesaret isterdi.

İlk TBMM en sert tartışmaların yaşandığı ve bu yüzden zapt edilmesi çok çok zor olan bir meclisti. Oradan kanun geçirmek, tabiri caizse deveye hendek atlatmak gibiydi. Her üye başlı başına bir devlet organı gibi çalışıyor; mecliste çok ilginç tartışmalar, hatta kavgalar yaşanıyor; savaş yıllarında herkesin beli silahlı olduğu için ateşli tartışmalar sırasında tabancaların çekildiği bile oluyordu.

Milletvekilleri, kelimenin gerçek anlamında milletin vekilleriydi, yani bir partinin kıyağı sayesinde değil, kendi özellikleri ve güvenilirlikleriyle oraya gelmişlerdi ve seçmenlerine karşı derin bir sorumluluk duygusuyla hareket ediyorlardı. Müzakereler uzayınca kanunların çıkması gecikiyor, bu da sistemde aksamalara yol açıyordu.

İşte bu aşamada inkılap tarihi kitaplarımızda sözü edilmeyen gizli bir komite kurulacaktı. Selamet-i Umumiye Komitesi denilen bu gizli örgütün 1922-1923 döneminde demokratik hayatımızı nasıl biçimlendirdiğini ve ardından gelen yine bir gizli komite işi olduğu anlaşılan Takrir-i Sükun Kanunu’yla Türkiye’de çok sesliliğin nasıl bıçak gibi kesilip Metin Toker’in deyişiyle bir ‘mezar sessizliği’nin nasıl hakim olduğunu yeni nesle anlatmak lazım ki, tarihin tek bir çizgi halinde değil, uzaktan düzmüş gibi görünen eğri büğrü çizgilerden oluştuğunu görebilsinler.

Peki birinci meclisin bu iş bitirici gizli komitesinin mahiyeti neydi? Kimlerden oluşuyordu? Ve daha önemlisi, neler yapmıştı?

Ahmet Demirel “Birinci Mecliste Muhalefet” adlı değerli incelemesinde komitenin işlevini, önemli meseleleri meclisten geçirmek ve meclis çoğunluğunu denetim altına almak şeklinde özetliyor. Bu komite gizli görüşmeler yoluyla diğer milletvekili arkadaşlarının güvenlerini kötüye kullanarak bir “azınlık tahakkümü” meydana getirmekteydi. 1922 baharında faaliyete geçen komitenin ilk sınavı, Mustafa Kemal Paşa’ya başkomutanlık verilmesi müzakereleriydi. Öyle bir meclis vardı ki karşılarında, Mersin mebusu Selahattin [Köseoğlu] şöyle kükreyebiliyordu Mustafa Kemal’in talepleri karşısında:

“Yüksek Meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Buradan millete emrolunmaz. Millet, buradan isteklerini beyan eder. Böyle şeyler görüşme yapılmaksızın geçerse, o zaman Meclis yok demektir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.”

İsmet İnönü hatıralarında Mustafa Kemal’in bu sıkı muhalefet yüzünden iki defa meclisi kapatmayı düşündüğünü ve “Bu iş böyle olmayacak. En iyisi meclisi kapatmak” dediğini aktarır. İşte Selamet-i Umumiye Komitesi çetin meclis denetimini aşmanın bir yolu olarak devreye sokulmuş ve millî iradeyi bazen ikna, bazen baskı ve bazen de tehditle yönlendirmiş görünüyor.

Bunun kanıtını, eski Başbakan Rauf Orbay’ın 1926 tarihli bir mektubunda ve asıl geniş bilgiyi, komitenin kurucularından Dr. Emin Erkul’un 2-3 Mart 1954 tarihli “Vakit” gazetesinde yayınlanan hatıralarında buluyoruz. Erkul, bu gizli komitenin nasıl bir derin devlet gibi çalıştığını içeriden şöyle anlatıyor:

“Birinci Millet Meclisi’nin sonlarına kadar gerek Meclis’e ve gerekse birinci gruba hakim ve nâzım rolünü ifa etmiş olan bu zümreye ancak 35 kişi iştirak etmişti. Bu 35’ler tam bir tesanüt halinde hareket ediyor ve evlerde gizli oturumlar tertip ederek Meclis ruznamesindeki maddeleri müzakereye ve neticeye bağlıyordu. Zümrede verilen kararlar birinci grup müzakerelerinden evvel yakın arkadaşlara telkin ediliyor ve grup içtimalarında müdafaa edilerek grup ekseriyetinin kararına iktiran ettiriliyordu. Bir kere grubun ekseriyeti tarafından kabul edilen herhangi bir mevzu grup toplantılarında muhalif veya müstenkif kalanlar dahi olsa disiplin kavaidi mucibince ekseriyet kararına uyarak Meclis’te ekseriyet temin ediliyordu.”

Dr. Emin Erkul’un söylediklerinden çıkardıklarımız şunlar:

1) Gizli komite 1922 baharından 1923 Ağustos’una kadar gerek Meclis’e, gerekse sonradan CHP adını alacak olan Birinci Grup’a hakim olmuş ve onu yönetmiştir.

2) Bu komite 35 kişiden oluşmaktaydı.

3) Tam bir dayanışma içerisinde önemli gündem maddeleri görüşülmeden önce evlerde gizli gizli toplanıyor, kendilerini Meclis yerine koyarak müzakerelerde bulunuyor ve Birinci Grup üyelerine telkinde bulunduktan sonra Meclis’e giriyor ve oturumlarda önceden belirlenmiş taktikleri uygulayarak istedikleri kanunu çıkartıyorlardı.

Bu gizli komitenin Meclis’te zaman zaman terör havası estirdiğini, bazı çatışma ve kavgalarda rol oynadığını ve gerekirse şiddete başvurduğunu, hem organizatörlük, hem de tetikçilik yaptığını söyleyebiliriz. Ne var ki bu ikna veya şiddet eylemleri de bir yerde işe yaramaz olunca, özellikle de Lozan’ı kabul etmeyecekleri anlaşılınca yine bu gizli komitenin baskısıyla Meclis’in kendini feshi ve seçimlere gitmesi gerçekleşecektir. İşte Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya Köşkü’nde İsmail Habib Sevük’e söylediği “Kız gibi bir Meclis yapalım” sözü tam da bu ortamda dillendirilmişti.

İkinci Meclis gerçekten “kız gibi” oldu mu, olmadı mı tartışmalı. Ancak Türkiye’de demokrasinin kesintiye uğramasında en büyük dönüm noktalarından birini teşkil eden Takrir-i Sükûn Kanunu’nun bu Meclis tarafından zoraki kabul edilmesi olayına baktığımızda bu gizli komitenin Tek Parti Dönemi boyunca bir hayalet gibi başımızın üzerinde gezindiğini söyleyebiliriz.

Kim bilir belki hâlâ o hayaleti kovamadık evimizden. Kovulacağına aklınız kesiyor mu?

MUSTAFA ARMAĞAN

tayyipleyiz
06-23-2008, 00:42
Cumhuriyet tarihine bakıldığında her dönemde Milli İradeye set koyan biri veya birilerini bulmak zor olmuyor. Bu setin kaldırıldığı gün, ülke adına en büyü kdevrim olacaktır.


Mustafa Bey de olmasa bunları öğrenemeyeceğiz. Tarih bize uzaylıların ki gibi anlatılmış maalesef. Yazana ve taşıyana minnet olsun. (+)

ENGİNEER
06-23-2008, 00:46
Bu komite daha sonra 60, 80 darbeleri ve 71 muhtırasında da farklı isimlerle ortaya çıktı aslında...Çok güzel bir yazı...

ümitli_bekleyis
06-30-2008, 18:55
Tam yüz yıl önce bugünlerde Balkanlarda olağandışı bir hareketlilik yaşanıyordu. Estonya’nın Reval şehrinde bir araya gelen İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında Makedonya’nın, hatta Osmanlı Devleti topraklarının paylaşıldığına dair haberler “bir kısım” dış basında boy göstermekte ve dedikodusu bile Abdülhamid rejimine nicedir diş bileyen İttihatçıları acilen harekete zorlamaktaydı.

Güya Karadeniz ve Boğazlar Rusya’ya bırakılıyor, Mısır, Sudan ve Basra körfezine kadar Irak İngiltere’nin oluyor, Fransa ise Suriye ile Lübnan’ı alıyormuş.

Bu dedikodular o kadar büyütülmüş ve yaygınlaşmıştı ki, haberi duyan Resneli Niyazi’nin gözlerine tam üç gece uyku girmemişti. Neden acaba? Birazdan anlayacağız bunu. Ancak şimdi Meşrutiyet’in ilanına giden yolun kırılma noktasını tekil eden bu haberin doğru olup olmadığını sorgulamamız gerekiyor.

Bir kere, konu üzerinde Tarih ve Toplum dergisindeki (Sayı: 24, Aralık 1985, s. 16-19) öncü makalesiyle yol açan Orhan Koloğlu’nun dediği gibi, hadi Çar belki kendi kafasından böyle bir oldu bittiye girişebilirdi ama Kralın, hükümetçe onaylanmadan bu derece hayati önemde bir siyasî kararı alması, alsa da uygulatabilmesi çok zayıf bir ihtimaldi. Kaldı ki, Kral, Reval’e Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nı yanına almadan müsteşarlarla vs. gitmişti. Yani “Kral Edward’ın yanındaki uzmanlar arasında siyasal karar verecek nitelikte kimsenin bulunmaması bu açıdan önem taşıyordu.”

İki. Görüşme, uzun zamandır zeminini Fransa’nın döşemekte olduğu bir Antant’ın (İtilafın) son halkasıydı. 1870’de Sedan’da Almanya karşısında yerle bir olan Fransa, Almanya’yı bu birliğin dışında tutabilir ve kin tuttuğu rakibini bir çember içine alabilirse kendisini güvencede hissedecekti. Dolayısıyla hedef, Osmanlı değil, Almanya idi. (Kaynak verip başınızı şişirmek istemiyorum ama meraklılara H.A.L.Fisher’in “A History of Europe” adlı Avrupa tarihinin cilt 2, sayfa 1084 vd. ile W. Kay Wallace’ın “Thirty Years of Modern History” adlı eserinin 48-50. sayfalarına bakmalarını öneririm. Diğer kaynakları, www.mustafaarmagan.com.tr adresinde bulacaksınız.)

Reval görüşmesinin bir başka sebebi ise uzun zamandır Rusya ile yakınlaşmakta olan Avusturya’ya Abdülhamid’in ustaca attığı kancadır. Uzun zamandır istedikleri demiryolu imtiyazını vererek Avusturya’yı tarafsız kalmaya zorlayan Abdülhamid’in bu adımı Rusya’yı karıştırmış, İngiliz ve Fransızların Almanya’yı yalnız bırakma ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yanlarına çekme girişimlerine darbe indirmişti. Reval’den sızan haberlere bakılırsa Almanların Rusya ile yakınlaşma çabaları İngiltere ve Fransa tarafından bitirilmiş görünüyordu.

İşte Avusturya ve Alman basınında, Reval buluşmasının gizli gündeminin Makedonya’nın ve Osmanlı Devleti’nin paylaşılması şeklinde yansıtılmasını masumca bir girişim olarak değerlendirmek için İttihatçılar kadar saf olmak gerekiyordu. Burada düpedüz bir istihbarat savaşının içine düşmüştük ve Türkiye kamuoyunu herkes kendi açısından ifsat etmekle meşguldü. Koloğlu, Alman ve Viyana basınından alıntılarla gazetelerin, Reval’de ekonomik çıkar ve saygınlıklarının nasıl yara aldığı ve bir anti-Alman cephenin oluşturulmakta olduğu ısrarının altını çiziyor.

Halbuki Reval tutanakları yayınlandığında görüldü ki, Kral-Çar görüşmelerinde ayrıntıya girilmemiş, dostluk mesajları verilmiş, Almanya ile ilişkiler, bir de Baltık-Kuzey Denizi sorunları ele alınmıştı. Ayrıntılar müsteşarlar düzeyinde ele alınmakla birlikte Sir Hardinge’in tuttuğu zabıtlardan Makedonya sorununun tartışıldığını, bir formül arandığını fakat karara varılamadığını görürüz. Bundan sonra İran, Afganistan, Girit, Avusturya’ya verilen demiryolu imtiyazı gibi konular görüşülmüştür.

Yani zabıtlarda Makedonya ve Osmanlı topraklarının paylaşılacağına dair bir “anlaşma” asla yoktur. Rusya, İngiltere’yi kendi çizgisine çekmeye çalışmışsa da, İngiltere hiçbir vaatte bulunmadan görüşleri dinlemekle yetinmiştir! Bu kadar.

Bu kadar mı? Değil henüz. Asıl sarsıcı bilgi bundan sonra.

Peki işin aslı buydu da, İttihatçılar neden birdenbire celallendiler Reval’i duyunca? Onun cevabını, Koloğlu’nun, “Times”ın Viyana muhabiri Steed’in kitabından yaptığı bir alıntıda buluyoruz. Beraber okuyalım:

“Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Alman Yahudisi basını, Çar ile Kral Edward’ın görüşmesini statükoya (mevcut duruma) karşı bir komplo olarak nitelemeyi ve burada Padişah’ın hükümranlığına ve toprakları üzerindeki otoritesine karşı bir saldırı şeklinde görmeyi tercih ettiler. Selanik ve Makedonya’nın Abdülhamid karşıtı Genç Türk suikastçılarına toplanma yeri hizmeti gören BÜTÜN ÖZEL MASON LOCALARINDA Reval buluşmasının Avusturya-Alman versiyonu yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden felakete karşı hazırladıkları eylemi hızlandırmaları öğütlendi.”

Demek ki neymiş? Birincisi, İttihatçılarımızın kafası, güvenli diye toplandıkları Mason localarında bir güzel yıkanıyormuş. İkincisi, çoğu Reval’i yabancı gazetelerden ve Makedonya’daki konsolosluklardan öğreniyorlarmış. Bir de aralarına karışan ajanların faaliyetini sayarsanız tablo aşağı yukarı tamamlanır.

İşte 3 gece uykusuz kaldıktan sonra 3 Temmuz 1908 günü tabur kasasındaki paraları ‘ödünç’ alarak dağa çıkan Niyazi Bey’i günlerdir uykusuz bırakan haber böyle bir dezenformasyonun eseriydi. Zaten o sırada Mekadonya Mali Komisyonu’nun Fransız delegesi M. Steeg İttihatçıların Makedonya’nın ıslahatıyla değil, Abdülhamid rejiminin devrilmesiyle ilgilendiklerini söylerken bize bir ipucu uzatıyordu aslında: İttihatçıları ateşleyen asıl neden dışta değil içerideydi.

Tam da Reval görüşmelerinin gerçekleştiği günlerde Abdülhamid’in hafiyeleri bu gizli cemiyetin şifresini çözmüşler ve merkeze doğru hızla ilerliyorlardı. Muhtemelen birkaç gün sonra cemiyet deşifre edilecek ve seri tutuklamalar başlayacaktı. (Niyazi Bey’in hatıratında Selanik’e gelen bu ‘müfsidler’den nefretle bahsetmesi boşuna değil.) Ya yakayı ele verecekler ya da dağa çıkacaklar ve ‘hürriyet’ isteyeceklerdi. Hürriyet istiyorlardı zira hürriyet gelirse hafiyelik bitecek ve müthiş takipten yakayı sıyıracaklardı.

Reval bahaneydi yani…

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis
06-30-2008, 19:23
Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın gündeme getirdiği Zübeyde ve Latife hanımların başlarının kapalı mı yoksa açık mı olduğunu konuşadursun, biz bir başka First Lady’nin hayatına eğilerek başörtülü Cumhuriyet liderlerinin eşlerinin başlarını nasıl açtıklarını Mevhibe İnönü örneği üzerinden göreceğiz.

Bu ilginç bir nokta, çünkü Mevhibe Hanım genellikle gözlerden uzak kalmayı tercih eden bir lider eşi olarak bilinir. Bu yüzden hayatındaki ayrıntılar, torunu Gülsün Bilgehan’ın çalışmasına kadar (Mevhibe, Ankara 1994, Bilgi Yayınevi) büyük ölçüde gözlerden saklanmıştır. İlk defadır ki, bu çalışmayla İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanımın hayatı, bilinmeyen yönleriyle kamuoyunun önüne açılmış oldu. Ne diyelim, darısı Latife Hanım’ın başına!

Yazıyı okumaya başlamadan dikkatinizi çekmek istediğim husus, Mevhibe Hanım’ın başını 1927 gibi nispeten geç bir tarihe kadar açmamış olmasıdır. Yani Başbakanın hanımı başörtülü olabiliyordu Cumhuriyet’in 4. yılına kadar. Nitekim Latife Hanım’ın da başı, Cumhurbaşkanının 1925’teki boşanma kararına kadar kapalıydı. Aynı durum aşağı yukarı Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun tamamı için geçerlidir.

Kitaptan günümüzdeki tartışmalarla ilgili kimi parçaları aşağıya alarak, herkesin Latife Hanım’ı konuştuğu bir zamanda Mevhibe Hanım’ın kendisi ve Atatürk’le ilgili hatıra, gözlem ve bilgilerine yer vereceğiz. Bakalım Mevhibe Hanım ilk olarak başörtüsünü nasıl çıkarmış, aynı akşam Atatürk, İngiliz Elçisinin hanımına nasıl öpme teklifinde bulunmuş ve yine muhtemelen bir Arap elçisinin hanımıyla başörtüsü üzerine nasıl tartışmış? (Alıntılar, kitabın 195-198. sayfalarındandır.)

Mevhibe Hanım başını nasıl açtı?

1927 yılı son dönemin sıkıntılarını unutturan büyük bir balo ile başladı. Gazi Paşa hem kendisinin, hem başkentlilerin bunalımdan çıkıp Cumhuriyetin ilk yıllarının gayretli havasına yeniden dönmesini arzu ediyordu. Ankara’daki sosyal hayat gün geçtikçe gelişiyordu. Sıra Ankara’ya tek tük gelmeye başlamış yabancı elçilerle devlet ileri gelenlerini büyük bir eğlencede bir araya getirmedeydi… Gazi, bekâr olmasını engelleyici gibi kabul ederek, ilk Cumhuriyet balosunu Başbakanın köşkünde vermek istedi. İsmet Paşa arkadaşının arzusunu emir olarak nitelendirip derhal hazırlıklara girişti… Mevhibe’ye ev sahibesi sıfatıyla önemli görev düşüyordu.

(…)

Balo akşamı nefis bir mehtap vardı. Ankara kar içerisindeydi, bembeyaz boş tepeler ay ışığı altında bir masal dekorunu andırıyordu… Pembe Köşk’ün saçaklarının altına yerleştirilen ampuller yakılmıştı, karla yüklü çam ağaçlarının ortasında ev de sanki sihirli bir şatoya benziyordu. Şiddetli kış yolları kapadığından, konuk otomobilleri Çankaya yokuşunu zorlukla tırmanabiliyorlardı.

(…)

Mevhibe, bu özel gecede giyeceği elbiseyi Brüksel Sefiresi Lütfiye Hanım’a rica ederek, Belçika’dan ısmarlamıştı. Yakası sivri, “V” şeklinde açık, kolları mendil biçiminde, mor lame bir balo kıyafetiydi… Genç kadın Mustafa Kemal ile kocasının bu ilk cumhuriyet balosuna verdikleri önemi bildiğinden birkaç gündür uzun düşüncelere dalmış, nihayet bir karara varmıştı. O gece konuklarının önüne saçları açık olarak çıkacaktı. Ankara’nın tek kadın kuaförü olan Beyaz Rus’un dükkânına gitmiş, kumral saçlarını hafifçe kabartarak, arkasında gevşek bir topuz halinde toplamıştı.

(…)

-“Gazi Paşa geliyorlar!”

Pembe Köşk’ün sahipleri, haberi duyar duymaz, büyük misafirlerini karşılamaya çıktılar. Cumhurbaşkanlığı otomobili durdu, içinden Mustafa Kemal çevik bir hareketle atlayarak çiftin önünde belirdi. Etraftakiler paltosunu çıkarmak için yardımına koşuyorlardı ki, Gazi bir işaretle onları durdurdu. Gözleri genç kadının üzerindeydi. Belli belirsiz bir hayranlıkla arkadaşının eşini süzdü. Mevhibe jaketatay giymiş, çok şık, dimdik duran eşi İsmet Paşa’nın yanında zarif, mahcup ve çok güzel görünüyordu. Gazi, ev sahibesinin karşısında hafif tebessüm ederek eğildi, sonra genç kadının çekinerek uzattığı elini dudaklarına hafifçe dokundurdu. Mevhibe’nin yanakları heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Cumhurbaşkanı ilk defa elini öpüyordu. Yumuşak bakışları Mustafa Kemal’in sert, mavi gözleri ile karşılaştı ve onlarda teşekkür ve saygı okudu. Gazi, Başbakanın eşine kalabalığın önüne başı açık olarak çıkma cesaretini gösterdiğinden dolayı nazik bir şekilde teşekkür ediyordu.

Sonra, İsmet Paşa ile selamlaştılar ve içeri girdiler…

[b]Gazi İngiliz Elçisinin hanımını nasıl öpmüştü?

İngiliz Elçisi Sir George Clerk’in karısı da boylu boslu, gösterişli bir hanımdı. Çevresinde zekâsı ve şakaları ile ün yapmıştı.

Elinde içki bardağı ile konuklarla sohbet eden Cumhurbaşkanının en çok onun yanında oyalandığı dikkati çekmişti. Fransızca konuşuyorlardı ve kadın sürekli bir şeyler anlatarak, Gazi’yi bol bol güldürüyordu. Bir ara sefire, salonun ta öteki ucunda duran eşine yüksek sesle seslendi:

“Şekerim, bak reisicumhur hazretleri bana iltifat ediyorlar! Beni öpmek için izin istiyorlar, ben de sana sorayım dedim…”

Bir an sessizlik oldu, öbür davetliler hayretle başlarını çifte çevirdiler. Gazi de şaşırmıştı. Yapılan şaka sinirlerini bozmuştu. İngiliz leydinin alnına acele bir buse kondurarak derhal yanından uzaklaştı. Neyse ki durumu Mevhibe kurtardı. Yemek salonuna kurulan büfe açılmıştı; misafirleri yemeğe davet etti…

Atatürk bir yabancı kadınla başörtüsünü tartışıyor!

Mevhibe, bir ara kocasının kalabalığın ortasında genç bir kadınla konuştuğunu gördü; tanımıyordu. Ufak tefek bir hanımdı, yabancı sefirelerden biri olabileceğini düşündü. Aynı anda dikkati yine Gazi’ye çevrildi. Mustafa Kemal başını sıkı sıkıya örtmüş, hatta yüzünü yarıya kadar saklamış bir bayanla tartışıyordu. Bütün uğraşlarına rağmen, kadını ikna edemediği anlaşılıyordu. Üstelemedi; hanımların kendi iradeleriyle çağdaş hayata ayak uydurmaları taraftarıydı…


MUSTAFA ARMAĞAN

nar
07-01-2008, 01:08
Mustafa Armağan, insanda dalga geçme isteği uyandıran bir kitaptan alıntı yapmış...

Teşekkürler paylaşım için...(+)

tayyipleyiz
07-01-2008, 01:21
Sanki İngiliz Kraliyet ailesini ve bir davetini okudum. Hiç de bu kadar utanmamıştım. ;) (+)

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:18
Onun hakkında, “Parti arkadaşları arasında, hali, tavrı, giyinişi, konuşuşu. “R” harflerini telâffuz edemeyişi, kimseyi takmayışı, kırıcı davranışları ile sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi” diyordu diplomat arkadaşı Semih Günver ve ekliyordu: “Takatinin hududu yoktu, mücessem faaliyet idi.”

Sunday Times’a bakılırsa o, muhtemelen Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli Dışişleri Bakanıydı. The Times ise bu tespite “en zeki” sıfatını da ekliyordu.

Peki kimdi tam da 46 yıl önce bugün İmralı’da idam edilen bu ‘aykırı’, ‘yetenekli’ ve ‘zeki’ dışişleri bakanı? Herhalde elimizdeki tanımlara ‘idam sehpasına tekme vurarak ölümden korkmadığını gösteren merhum siyasetçimiz’ açıklamasını eklersek çoğunuz tanıyacaksınızdır onu. O, kemikleri artık İstanbul Topkapı’da Adnan Menderes ve Hasan Polatkan ile beraber dinlenmeye çekilen Fatin Rüştü Zorlu’dan başkası değildir.

Peki kimdir Fatin Rüştü Zorlu?

1910’da anne ve baba tarafından paşa torunu ve İbrahim Rüştü Paşa’nın oğludur. Galatasaray’dan mezun olduktan sonra Cenevre’de hukuk okur. Ardından ver elini dişişleri bakanlığı. Artık Zorlu’nun kaderi uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kaderiyle birlikte bu renkli kulvarda şekillenecektir.

“Hariciye” deyip geçmeyin, cazip görünür dışarıdan ama iç yapısı, kendisi de bir hariciyeci olan Büyükelçi Semih Günver’in deyişiyle, bir ormana (jungle) benzer. Sürekli rekabet, dişişleri mensuplarının içini yer bitirir. Dostluklar aldatıcıdır. Büyük balık küçük balığı yutar orada. Alçak gönüllülüğe yer yoktur. Kimse kimseyi gerçekten sevmez.

Böylesine kıyıcı bir rekabet ortamında mücadeleye başlayan Zorlu’nun avantajları yok değildir. Paşa çocuğu ve torunu olmaktan başka, bir de göreve başladığı yıllarda Atatürk’ün değişmez dışişleri bakanı postuna ısınmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Hanımla evlenir, üstelik nişan yüzüklerin bizzat Atatürk takar.

Rüzgârı arkasına almıştır ve artık çalışma vaktidir. Zorlu hakikaten çalışır. İlk büyük deneyimini Montrö Antlaşması görüşmelerinde yaşar (1936), ikincisini Hatay müzakerelerinde (1937). Bakandan takdirnamelerle ödüllendirilir.

Ancak Atatürk’ün ölümü ve İnönü döneminde kayınpederinin bakanlığı bırakması üzerine hamilerini kaybeder ve zor günleri başlar. Şifre Müdürlüğünü, Ticaret Dairesini yönetir. Görevse yapılacaktır. Bir makine gibi çalıştığı söylenir. “Makine gibi yorulmaz, makine gibi insafsız”dır. İş yüzünden etrafını kırıp döktüğü olur. Ama kişisel mesele olmaz hiçbir zaman.

Takvimin yaprakları 1950’yi gösterdiğinde Türkiye’de iktidar değişir ve Adnan Menderes fırtınasıdır başlar siyasette. Türkiye’nin NATO’ya girişinde onun ciddi katkısı görülür. Şu tesadüfe bakın ki, Adnan Menderes de hanımı tarafından uzaktan akrabası olmaktadır. Siyasete girmesi için asıl baskı, bir sonraki seçimlerde, yani 2 Mayıs 1954’de gelir. Ailesi ve yakın çevresi onu siyasette görmek istemektedir. Girer.

Devlet Bakanıdır artık ve Kıbrıs’ın ateş topu gibi olduğu devirlerden birindeyizdir. Kıbrıs politikasında başarılı ilk adımları atar atmasına ama, bu kendini dış politikaya adamış adama ilk darbe, bizzat Demokrat Parti grubundan gelir. Altı ay süren ilk Bakanlığı, 9 Aralık 1955’de DP Grubu’nun meşhur isyanı sırasında sona erer. Bir sonraki bakanlığı için artık 2 Kasım 1957’yi beklemesi gerekecektir.

Bakanlığı sırasındaki en büyük başarısı, Lozan’da muallakta bırakılan Kıbrıs meselesini yine Lozan’ın 30. maddesine dayanarak Türkiye’nin garantörlüğüne bağlamaktır. Müthiş bir müzakere maratonu içerisinde kendisine Lawrence Durrell’in Acı Limonlar adlı romanını delil gösteren Yunanlı meslektaşına Shakespeare’in Othello’sundan cevap yetiştirecek kadar birikimlidir, akıllıdır. Hatta Yunan tarafına en büyük darbeyi nerede indirmiştir, bilir misiniz? Yunan Parlamentosunun Kıbrıs zabıtlarını buldurup çevirterek ve orada, Yunanlıların gizledikleri ENOSİS, yani adanın Yunanistan’a ilhakı tezinin nasıl savunulduğunu İngilizler ve Amerikalıların gözüne soktuğu anda. İşte bu atak üzerine rakibi Averof, “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı” demiştir.

Zorlu gerçekten de kazanmış mıdır? Bilinmez. Bilinen bir şey var ki, o da Kıbrıs’ı yeniden Misak-ı Millî sınırlarına katamasa bile, en azından Türkiye’nin garantörlük haklarını dünyaya kabul ettiren bu başarılı antlaşmadan yaklaşık bir yıl sonra, 27 Mayıs 1960 darbesiyle Zorlu’nun kendisini hücrede ve bundan yaklaşık 15 ay sonra da idam sehpasında bulduğudur.

Ondan geriye, “Kıbrıs’ı sattı” diye kendisine demediğini bırakmayan İsmet İnönü’nün son başbakanlığında Kıbrıs’a garantör devlet olarak müdahale etmeye kalkması (ne gariptir ki, İnönü’nün CHP’si mecliste bu Türkiye’nin yüz akı antlaşmaya red oyu vermiştir), daha da ilginci, Kıbrıs’ı sattığı için kendisine küs olan Bülent Ecevit’in 1974’de Başbakanken Zorlu’nun eseri olan garantörlük hakkımıza dayanarak adaya müdahalede bulunmuş olmasıydı. Yani onu uçuracak “Karaoğlan” unvanının arkasında 13 yıl önce ipe korkmadan uzanan başın teri yatıyordu.

Zavallı Fatin Rüştü, Yassıada’dakilere bir türlü laf anlatamayınca Atatürk zamanında aldığı takdirnamelerden medet ummuştu. İşe yaramış görünüyor mu sizce? m.armagan@zaman.com.tr


--------------------------------------------------------------------------------

Son mektubu

Fatin Rüştü Zorlu İmralı’da abdest alarak idam sehpasına çıkan tek mahkûm oldu. Mektup yazmak için izin istedi, verdiler. Kelepçeli elleriyle yazmaya çalıştı, bir türlü beceremedi. Sonunda insafa gelip kelepçeyi çıkardılar. Her satır onu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Mektupta şunlar yazılıydı:

Sevgili Anneciğim, Emelciğim, Sevinciğim ve Abiciğim,

Şimdi, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.

Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.

Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet eder, tekrar üzülmenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim. Allah memleketi korusun.

MUSTAFA ARMAĞAN

murat kurt
07-06-2008, 23:19
Kahraman..

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:20
Her dönemde , bütün aykırılıkların başını neden CHP çekiyor ? ... Acaba ? .... >:(

tayyipleyiz
07-06-2008, 23:30
"Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. "


"Allah memleketi korusun."


Ben adanmış bir ruh diye buna derim. Hakk için savunmuş, hizmet etmiş ve canı pahasına devam etmiş. Biz model olarak bunları seçiyoruz. İsmet ve İsmetçileri değil.

Teşekkürler.(+)

EpiVaTeS
07-06-2008, 23:32
˙·٠٠•● İsmeti model seçenlere duyurulur ismeti model seçmek lenini stalini karl marxı seçmektir ismetçilere duyurulur duyan varsa˙·٠٠•●••٠·˙

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:32
Okuma nezaketinde bulunduğunuz için ben teşekkür ederim .

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:34
Hep diyordum da inanmıyorlardı: “Abdülhamid bilmecesi” adım adım çözülüyor. François Georgeon’un “Abdülhamid’i anlamak bugünkü Türkiye’yi anlamak olacaktır.” sözündeki isabeti, demiryollarımızın tarihinden de rahatlıkla görmek mümkün.

Bunun için tarihe soru sorma tarzımızı değiştirmemiz yeterli olacak.

Mesela ‘II. Abdülhamid neden denizciliğe değil de demiryolculuğa önem vermişti?’ diye sormuyoruz da, ‘Abdülhamid denizciliğe neden düşmandı?’ sorusunun üzerine sinekler gibi üşüşüyoruz. Gözlerimizdeki büyü öylesine kalın bir perde oluşturmuş ki, bunun stratejik bir öncelik sorunu olduğunu, Abdülhamid’in, amcası Abdülaziz gibi 15-20 yıl sonra tonla para akıtmayınca ıskartaya çıkacak dev gemiler yaptırmak yerine, ülkenin bekası sorununu demiryollarında gördüğünü, yani meseleyi daha uzun vadeli değerlendirdiğini nedense göremiyoruz.


1912 yılında yayımlanan Erkân-ı Harbiye kaymakamlarından, yani Genelkurmaydaki yarbaylardan M. Süreyya Bey bunu doğru soruyu sormuş oysa. “Donanma mı? Şimendifer mi?” adlı kitabında, savunma için elimizdeki mali kaynak sınırlı, diyor. Bu sınırlı kaynağı her yere birden yetiştiremeyeceğimiz için en öncelikli olarak nereye aktaracağımızı iyi düşünüp taşınmamız gerekir.

Yarbay M. Süreyya Bey’in kitabının, Enver Paşa’nın iktidara el koyduğu 1912 yılında yayınlandığını da unutmayın. Yani İttihatçıların Abdülhamid aleyhine beyin yıkama kampanyalarının dorukta olduğu bir zamanda Genelkurmay’dan bir subay çıkıp Abdülhamid’in demiryolu üzerine kurulu savunma projesinin haklılığı üzerine rahatça kalem oynatabiliyor.

Tezi şu: Biz Abdülhamid’in denizciliği ihmal ettiğine inandığımız için saf saf yeni bir donanma oluşturmaya giriştik. İyi de, onca gayrete rağmen 800 bin lira yardım toplanabildi. Oysa bu parayla yarım dretnot bile almak kabil değildir. Hadi bir iki dretnot aldık diyelim, şimdiki Bahriye bütçesiyle onları yılda bir defa bile boyatamayız! Manevra ve talim masraflarını ise aklınızdan dahi geçirmeyin. Oysa aynı parayla hiç değilse birkaç yüz kilometrelik bir hat inşa edebilirdik ve bu hat ufak tefek masraflarla ilanihaye elimizde kalırdı.

Öyleyse, diyor Süreyya Bey, bize en gerekli olan ulaşım aracı tren mi, gemi mi? Kendisi ülkenin geleceğini demiryollarında görüyor ve Abdülhamid’in adını anmadan -anabilmesi de pek mümkün değildi zaten- onun tercihinde haklı olduğunu savunuyor.

Nitekim Süreyya Bey, yine adını vermeden Abdülhamid’in denizciliğe değil de, demiryoluna ağırlık vermesindeki sırrı da açıklıyor: “Anadolu’da Suriye, Irak ve Kürdistan’da inşa edilecek şimendifer hatlarının evvela X darb [çarpı] işareti teşkil etmeleri taraftarıyım. Bu darb işaretinin bir ucuna İstanbul, mukabil ucuna Bağdat, diğer ucuna Erzincan, mukabiline de Şam diye vaziyet-i coğrafîlerine [coğrafi konumlarına] göre yazınız. Şu vecihle bir ana hattı inşa edilse Kürdistan, Irak, Suriye, Anadolu hep birbirine bağlanmış olmaz mı? Birisine olacak sevkiyatta diğer kıtadan asker sevki pek kolaylaşmayacak mıdır?

Medine’den San’a’ya [Yemen], Suriye’den Mısır’a acaba şimendifer hatları inşa edilemez mi? Hicaz şimendifer hattına vaktiyle herkes gülüyordu. Şimdi varidat [gelir] bile temin etmeye başladı. Hicaz’ı Suriye’ye bağladı... Acaba [elde edilen] hasılatla hat San’a’ya kadar temdid olunamaz [uzatılamaz] mı?”

Bir İttihatçı subayın bu çarpıcı tespit ve teklifleri, Osmanlı’nın da, Türkiye’nin de ortak sorununu isabetle ortaya koyuyor.

Velhasıl, Abdülhamid’in Osmanlı yurdunu demir ağlarla örme projesi Atatürk döneminde ‘ana yurdu’, Anadolu’yu “dört yandan” demir çember içine alma teşebbüsüyle sahiplenilmiştir. Yani Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimleri arasında demiryolculuk bakımından herhangi bir kesinti mevcut değildir.

Hicaz Demiryolu gibi muhteşem bir proje, yalnız raylarının uzunlukları ve viyadükleriyle değil, organizasyonundaki başarıyla da ele alınmalı değil midir? Sadece Müslüman parasıyla, Müslüman emeğiyle ve Müslüman beyniyle gerçekleştirilen bu proje, açıklandığı 1 Mayıs 1900 günü, Hartmann’ın ifadesiyle emperyalist dünyayı, “şaşkınlığa düşürmüştü”. Bu ‘kutsal hat’, modern dünyada Müslümanların ölmediklerini, dimdik ayakta olduklarını haykıracaktı dosta düşmana.

Kaldı ki, imtiyazı Almanlara verilen Bağdat Demiryolu’yla birlikte düşünüldüğünde Abdülhamid’in projesinin kapsamı berraklaşır. Bağdat Demiryolu projesinin ilk halinde hattın Ankara-Kayseri-Diyarbakır-Musul güzergâhını izlemesi öngörülmüştü. Hatta Erzurum’a kadar uzatılacak bir ara hattın Arpaçay-Sarıkamış arasında daha önce yapılmış hatta bağlanması ve böylece Kafkaslara da açılması, öte yandan İran’a bağlanacak olan bir başka hatla bu sefer de Hazar Denizi’nin ötesine, yani Afganistan’a ve Hindistan’a erişilmesi planlanmıştı. Ancak hattın Erzurum ve Diyarbakır’a uzatılmasına Ruslar, İran ve Afganistan’a ulaşmasına ise İngilizler tehditle karşı koydular. Böylece Bağdat Demiryolu Konya-Adana-Halep-Musul güzergâhını izlemek zorunda kaldı.

Ancak Ruslara karşı da söyleyecekleri vardı Abdülhamid’in. Hamleye karşı hamle yapmış ve gelin, Kuzey ve Doğu Anadolu’ya yapılacak demiryolunun imtiyazlarını size vereyim, demişti. 1900 yılında imzalanan Karadeniz Anlaşması’nın amacı da buydu; ancak Ruslar yanaşmadılar buna. Yani kim yaparsa yapsın, yeter ki bu ülkeye bir çivi çakılsındı Abdülhamid’in derdi.

Prof. Jastrow’un dediği gibi, “Bağdat Demiryolu 20. yüzyılın hayaleti” olmuştu. İlahi profesör: Abdülhamid’in kendisi hâlâ Ortadoğu’nun üzerinde gezinen bir hayalet değil mi?

MUSTAFA ARMAĞAN

EpiVaTeS
07-06-2008, 23:35
˙·٠٠•● ALLAH gözümüzün nuru Abdülhamidimize rahmet eylesin bizide onun izinden gidenlerden eylesin ˙·٠٠•●••٠·˙

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:36
AMİNN ...

aşk-ı ilahi
07-06-2008, 23:37
Fatin Rüştü Zorlu İmralı’da abdest alarak idam sehpasına çıkan tek mahkûm oldu
allah razı olsun...

tarihte böyle bir bakanımızın var olduğunu bilmek bile güzel...abdestli gittiyse rabbimin şehadet gömleğini giymiştir..ne mutlu ona...

aşk-ı ilahi
07-06-2008, 23:43
Hicaz Demiryolu gibi muhteşem bir proje, yalnız raylarının uzunlukları ve viyadükleriyle değil, organizasyonundaki başarıyla da ele alınmalı değil midir? Sadece Müslüman parasıyla, Müslüman emeğiyle ve Müslüman beyniyle gerçekleştirilen bu proje, açıklandığı 1 Mayıs 1900 günü, Hartmann’ın ifadesiyle emperyalist dünyayı, “şaşkınlığa düşürmüştü”. Bu ‘kutsal hat’, modern dünyada Müslümanların ölmediklerini, dimdik ayakta olduklarını haykıracaktı dosta düşmana.

Allah Abdulhamit handan razı olsun...mekanı cennet olsun inşaalah

dünyayı hayran bıraktığı ne ilk nede son icraatıydı....

tayyipleyiz
07-06-2008, 23:45
Bir dönem ki; Odönem 30 küsür yıllık bir gecikme, ayakta kalma Dünyaya hakimiyet adına devamiyet arzeden bir 34 yıl dönemi ... İşte o "kızıl sultan" iftırasına maruz kalan deha insan, Abdülhamit Han ... Biz ondan razıyız. Imarım nice Abdülhamitler gönderir Rabbim bu ülkeye ...

Sanki o iftiranın fosluğunu ve de Bu büyük sultanın dehasını ortaya koymuş Üstat.


Teşekkürler.

EpiVaTeS
07-06-2008, 23:48
˙·٠٠•● Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan diye bağıranlara duyurulur bu yazı ˙·٠٠•●••٠·˙

EpiVaTeS
07-06-2008, 23:49
˙·٠٠•● Gerçi kulakları vardır duymazlar,gözleri vardır görmezler bizimkisi ümit işte˙·٠٠•●••٠·˙

ümitli_bekleyis
07-06-2008, 23:49
Bir dönem ki; Odönem 30 küsür yıllık bir gecikme, ayakta kalma Dünyaya hakimiyet adına devamiyet arzeden bir 34 yıl dönemi ... İşte o "kızıl sultan" iftırasına maruz kalan deha insan, Abdülhamit Han ... Biz ondan razıyız. Imarım nice Abdülhamitler gönderir Rabbim bu ülkeye ...

Sanki o iftiranın fosluğunu ve de Bu büyük sultanın dehasını ortaya koymuş Üstat.


Teşekkürler.


AMİN

kanuni
07-07-2008, 13:27
Demir ağlarla ördük islam dünyasını dört baştan

ümitli_bekleyis
07-08-2008, 01:52
Geçen ay, vefatının 70. yıldönümünde rahmetle andığımız Mehmed Akif’in bazı yönleri çok vurgulanmış, lakin hayatının bazı safhaları neredeyse bilinmezlik perdesinin arkasına saklanmıştır.
Nasrullah Camii’nde yaptığı heyecanlı konuşmalar, fedakârlığı, sözünün eri oluşu, kar yağdığı bir gün saatlerce yürüyerek bir dostuna verdiği sözü yerine getirmesi, İstiklal Marşı için verilen 500 liralık ikramiyeyi almaması çok sık tekrarlanır; gelgelelim 3 yıl kadar milletvekilliğinde bulunduğu halde TBMM’de neden “inatla” suskun kaldığı yeterince bilinmez.

Gerçekten de, Akif gibi bir söz üstadının Meclis’teki suskunluğu hayreti muciptir. Ankara’nın içinden geçtiği bu fevkalade kritik devrede, üstelik en yetkili karar organında bulunan Akif, olaylara neden müdahale etmemiş, neden hiç sesini çıkarmamıştır? Ne yazık ki, Akif araştırmaları, Eşref Edip ve Hasan Basri Çantay’dan sonra bu suskunluğun sebepleri hakkında suskun kalmıştır.

Nitekim hakkında yazılmış en değerli hatıralardan birinin yazarı olan dostu Mithat Cemal Kuntay, Akif’in milletvekilliğini “4 senelik bir sükût” diye nitelendirmiştir. Şöyle devam eder Kuntay:

“Zabıtlarda iki üç kelimesi var; bunlar bile çok defa bir edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” [memurlar] kelimesini “me’mureyn” [iki memur] diye okuyacak, Akif oturduğu yerden haykıracak: “Me’mureyn olsa şekerle besleriz.”

Kuntay bunu, onun terbiyesine yoruyordu. Akif, bilmediği konulara karışmak istemiyordu! Hayret ediyorum bu yoruma. Belki bütçe gibi teknik konularda anlayabiliriz bu suskunluğu; ama Allah aşkına, hiç mi ilgileneceği ve hiddetleneceği bir mevzu cereyan etmemişti 1920-1923 döneminde? Bu müthiş altüst oluşlar sırasında hiç mi kendisine söz orucunu bozduracak bir konu bulamamıştır?

Doğrusunu söylemek gerekirse TBMM Gizli Zabıtları 1980’de yayınlanıncaya kadar bu böyle biliniyordu. Yayınlanınca görüldü ki, Akif “konuşmuştu”. Tabii yine de beklendiği kadar değil. Ne var ki, en azından bir gizli oturumda kürsüye çıkmış, daha sonra da kürsüye çıkmadan, oturduğu yerden bazı tartışmalara girişmişti. Hatta 28 Şubat 1921 tarihli oturumda muhatabına, “Rezil herif, sus” diye belirtmişti öfkesini.

Ne var ki, Akif’in Meclis kürsüsünden yaptığı tek konuşma, bundan 20 gün önceye aittir: 8 Şubat 1921 Salı günü yapılan gizli oturumda, Sevr Antlaşması hakkında Sadrazam Tevfik Paşa’ya çekilecek telgraf tartışılmaktadır. İtilaf Devletleri, Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerini hafifletmek için Londra’da bir konferans düzenlemeyi kararlaştırmış ve İstanbul hükümetini davet etmişlerdir. Tevfik Paşa ise uzlaşma yanlısı bir sadrazam olarak Ankara’dan da bir heyetin katılmasını şart koşmuş, bir telgraf çekerek Ankara hükümetini temsilen İstanbul’a bir heyet gönderilmesini istemiş, böylece yakınlaşmayı hızlandıracak bir jest yaptığını zannetmişti.

İşte TBMM tarafından verilmesi düşünülen cevap Meclis’in gizli oturumunda görüşülmektedir ve kürsüde Burdur mebusu Mehmed Akif Bey vardır.

Akif, İstanbul ile Ankara arasındaki önyargıların ortadan kalkmasını ve mevcut iki hükümetli yapının bertaraf edilmesini arzulamaktadır. Bir müsvedde hazırlanmış ve okunmuş, onun üzerinde tartışılmaktadır. Akif müsveddenin üslubundaki şiddete karşıdır. Daha yumuşak, daha uzlaşmacı (itilâfcuyâne) bir telgraf çekilmesini ister. Taleplerimizi ılımlı bir dille ve yumuşak bir üslupla ifade edelim, Tevfik Paşa tarafı kabul etmezse sorumluluk ve vebal onların üzerine kalır demekte, demekle kalmamakta ve kendi hazırladığı bir metni okumaktadır.

Aslında son derece ilginç olan bu mektubun tamamını burada yayınlamak isterdim. Lakin yerimiz müsait değil. Özetle şunları söylüyor Akif:

İstanbul hükümeti olayların gidişatını yeterince kavrayabilmiş değil. Ancak Sevr’i yeniden gündeme getirmenin de faydası yok. Olan oldu. Milletin istiklali, Sevr’in büsbütün ortadan kalkmasına bağlıdır. Bugün Milli Mücadele sayesinde elhamdülillah durum lehimize dönmüş durumda. Ancak İstanbul ısrarla hakikatlere gözlerini yumuyor. İşgal kuvvetleri devletimizin bütün varlığını payimal ediyor. Hukukunu çiğniyor. Bu durumda İstanbul’un yeni bir tavır alması gerekir. Oysa Ankara, Halife ve Sultanı kurtarmak için canla başla çalışıyor. İstanbul’un görevi artık Ankara’ya devretmesi en uygunudur. Dolayısıyla Tevfik Paşa Londra’ya heyet gönderme hakkının yalnız Ankara’da olduğunu açıkça ilan etmelidir. İkilik ancak böylelikle ortadan kalkar. TBMM, “icmâ-i ümmet mahiyetinde”dir. Yabancı işgali altındaki bir halifenin vereceği kararlar gayri meşrudur. Osmanlı hanedanının seçkin konumunu koruyabilmesi için İstanbul’un, TBMM’yle mesaisini birleştirmesi gerekir. Aramızdaki ufak tefek meseleleri büyütmeden aynı gayenin elde edilmesine elbirliğiyle çalışmak dinî, vatanî ve millî görevlerin en önde gelenidir. Derhal TBMM’nin seçtiği delegelerin tasdik edilmesi temennimizdir.

Akif kürsüden indikten sonra önerisine başta Hamdullah Suphi’ninki olmak üzere çeşitli eleştiriler gelir. Hatta Tunalı Hilmi Bey, “berât-ı idam” gibi bazı kelimelerini beğenmez. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkar ve Akif’in önerisini eleştirmeye başlar. Ancak daha ilk madde olan Sevr’de Akif’e söylemediği bir sözü söylettiğini görürüz. Buna göre Akif, Sevr’in genel olarak tadil edilmesini istemiştir. Atatürk’ün sözleri şöyledir: “Sevr muahedesinin bazı maddelerini kabul etmektense, Sevr muahedesinin heyet-i umumiyesini tadil etmek lazımdır, diyor.”

Halbuki zabıtlar meydanda. Akif şu sözlerle ifade etmiştir meramını: “Milletin berat-ı idamından başka bir şey olmayan Sevr muahedenamesini İstanbul’a kabul ettiren esbabın burada mevzubahsedilmesini münasip görmüyoruz. Ancak milletin istiklali o muahedenamenin birkaç maddesinin tadil ve tebdiliyle temin olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevakkıf bulunmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak ü tesiri haiz olamayacakları pek tabiidir.” Akif’in neden sustuğunu bundan iyi hangi misalle anlatabiliriz ki?


[b]MUSTAFA ARMAĞAN (ARŞİV)

ümitli_bekleyis
07-11-2008, 18:10
Ergenekon Operasyonu kapsamında emekli Orgeneral Şener Eruygur’un evinde yapılan aramalarda ele geçen bir belgeye göre 7 Temmuz 2008 günü Ak Parti’yi devirme harekâtının miladı olacakmış. Gerisini basından biliyorsunuz: Suikastlar, eylemler, mitingler, şu bu derken Türkiye tam bir kaosa sürüklenecekmiş. Tabii ardından gelsin darbeli günler.

Konuya tarihî derinlikten bakınca dikkatimi 7 Temmuz tarihinin seçilmiş olması çelmeledi ister istemez. Neden özellikle 7 Temmuz? Ya da şöyle soralım: 7 Temmuz şifresinin anlamı nerede gizli? Öncelikle söyleyelim ki, 7 Temmuz’un darbeciliğimizin “kanlı miladı” olduğu bilinmedikçe günümüz darbecilerinin eylemlerine başlangıç tarihi olarak neden 7 Temmuz’u seçtiklerini anlayamayız. Onun için şimdi yüz yıl öncesinin o “kanlı” gününe dönelim ve hatırlayalım neler olduğunu. Sultan II. Abdülhamid devrilmedikçe iktidara nüfuz edemeyeceklerini düşünen Masonlar ve yaklaşan büyük dünya kapışmasında Osmanlı’yı saflarına çekmek için fırıldaklar çeviren Avusturya-Alman istihbaratı, Reval’de Rus Çarı ile İngiltere Kralı’nın Osmanlı topraklarını bölüştükleri propagandasında hedefine ulaşmış ve hafiyelerin nefeslerini enselerinde hisseden İttihatçılar isyan için düğmeye basmışlardı.

İttihat ve Terakki Genel Merkezi’yle yazışarak dağa çıkma iznini alan Resneli Niyazi, 3 Temmuz günü diğer subayların cuma namazında olmalarından faydalanarak tabur kasasını soymuş, 200 kadar gönüllü asker ve bir o kadar sivil “vatan fedaisi”yle dağa çıkmıştı. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, en güvendiği komutanlardan Arnavut Şemsi Paşa’yı Niyazi Bey’i yakalamakla görevlendirdi.

Halkın “Şemo” diye andığı Şemsi Paşa, sertliği, disiplini ve padişaha sadakatiyle tanınıyordu. Yıllarca Balkanlar’da başta Bulgarlar olmak üzere azgın komitacılarla boğuşmuş deneyimli bir askerdi. Hatta Fevzi Çakmak bile onun yanında çetecilerle nasıl mücadele edileceğini öğrenmişti. Bir keresinde tepelerinde vızıldayan kurşunlardan rahatsız olan ve başını kurşun sesinin geldiği tarafa doğru çevirip duran Fevzi Bey’e, “Merak etme delikanlı, sesini duyduğun kurşun sana isabet etmez” esprisini yapan da bu Şemsi Paşa’dır. Şemsi Paşa saraydan emri alınca derhal harekete geçti ve Manastır’a geldi. 7 Temmuz günü (bazı kaynaklarda ise 8 Temmuz diye geçer) Yıldız Sarayı’na gerekenin yapılacağından emin olunması yolunda rahatlatıcı bir telgraf çekti.

Onun gelişiyle isyancılar korkuya kapılmışlardı. Şemsi Paşa gibi yıllarca dağlarda keklik gibi komitacı avlamış bir komutanın Resneli Niyazi’nin çetesini yakalaması işten bile değildi. Eğer bunu başarırsa isyan öldürücü bir yara alacak, belki de arkasından gelecek tutuklamalarla bir daha bellerini doğrultamayacaklardı.

Birinci Ferik Şemsi Paşa (ne var ki, Soner Yalçın’ın “Efendi”de yazdığı gibi ‘Müşir’ (Mareşal) değildi; Birinci Ferik, Korgeneral ile Orgeneral arasında bir rütbedir; Müşir olan, daha sonra yine ihtilalciler tarafından dağa kaldırılacak olan Tatar Osman Paşa’ydı), bir süre önce inme indiği için bir ayağını sürüyerek Manastır Postanesi’nin merdivenlerinden inmekteydi. Tam makam arabasına bineceği sırada seyirciler arasından bir el uzandı ve tabancasını ateşledi. İki el ateşle ihtilal de artık geri dönülemez bir dönemece girmiş oluyordu. Bazıları kurşunların Paşa’nın göğsüne saplandığını ve hemen oracıkta öldüğünü söylüyorsa da, oğlu Müfid Şemsi’nin babası hakkında kaleme aldığı kitapta kurşunlardan birinin omzuna saplandığı ve babasının tekrar postane binasına girdikten sonra iç kanamadan öldüğü yazılıdır ki, herhalde İttihatçıların sözlerine değil, oğlunun sözlerine itibar etmek gerekir.

Ateş eden Teğmen Atıf Bey, bir subayın açtığı ateşle yaralanmışsa da, kargaşalıktan yararlanıp kaçmayı başarmış, önce bir dükkâna girip kepenkleri kapattırmış, daha sonra örgüt tarafından çarşaf giydirilmek suretiyle arkadaşının evine götürülmüş, oradan da yine çarşaflı olarak başka bir eve nakledilerek takipten kurtarılmıştır. O artık bir kahramandır, anlı şanlı hürriyet fedaisi! Nitekim Cumhuriyet döneminde bu kahramanlığı ödüllendirilecek ve başka bir marifeti olmadığı halde iki dönem Çanakkale milletvekilliği yapacaktır.

Düşünün: TBMM’de bir katil milletvekili. Katilden kahraman olur mu? İhtilal başarıya ulaşırsa olur! Ulaşamazsa ne mi olur? Talat Aydemir gibi sehpayı boylar.O halde biz darbeleri başarısına göre mi yargılayacağız? Peki darbe veya ihtilal sırasındaki usulsüzlükleri, hırsızlıkları, adam vurma ve yaralamaları gayeye giden yolda her şey mubahtır, mantığıyla aklayacak mıyız? Ve bu ne zamana kadar devam edip gidecek? Bugün buna nasıl karşı çıkıyorsak, ‘Geçmiş geçmemiş’ olduğuna göre tarihte yapılanlara da aynı şekilde karşı çıkmalı değil miyiz?

Tabur kasasını soyup köylülerden zorla vergi toplayan Resneli Niyazi ‘hürriyet kahramanı’, bizzat kendi komutanını katleden Atıf Bey ‘vatan fedaisi’, eniştesi Nazım Bey’i bile vurdurmaktan çekinmeyen Enver Bey en büyük ‘vatanperver’ sayıldıkça, yani birtakım insanlar kendi kendileri görevlendirerek çeteler kurup başarıya ulaşınca kutsanırsa bu işin sonunu getiremeyiz. Yarın öbür gün bir başkasının sizin düzeninize karşı aynı kanun dışı eyleme girişmesi karşısında diyecek bir şeylerinizin de olması gerekmez mi?

Yasal yollardan iktidara gelmiş olan Sultan Abdülhamid’i anayasayı ihlal etmekle suçlayanlar, bir süre sonra en ağır militer düzeni bal gibi savunmamışlar mıydı? Rahmetli Adnan Menderes de 27 Mayısçılar tarafından 1924 Anayasası’nı ihlal etmekle suçlanmıştı; ne gariptir ki, onu anayasayı ihlalle suçlayan darbeciler aynı anayasayı toptan kaldırıp atmışlardı, yine de yüzleri kızarmadan tozunu bile bırakmadıkları anayasayı ihlal ettiği için Başbakan asabiliyorlardı.

Meşrutiyet ihtilali Türkiye için demokratik bir süreci başlatmıştı. Eyvallah. Lakin İttihatçılar, uğrunda nice kanlar akıtarak ilan ettikleri Meşrutiyet’i çok değil, 2 yılda boğmamışlar mıydı? Ve başlattıkları demokratik sürece tabiatıyla başka aktörler de dahil olmaya kalkınca idamlar, suikastlar, sokak ortasında yargısız infazlar, Babıali baskınları birbirini izlememiş miydi?

İşte 7 Temmuz’u darbelerine milat yapanlar, o günün toplumun yüzüne bulaştırdığı kanın hâlâ temizlenmediğini bir kere daha göstermiş oldular.

MUSTAFA ARMAĞAN

Meftun
07-11-2008, 18:21
Düşünün: TBMM’de bir katil milletvekili. Katilden kahraman olur mu? İhtilal başarıya ulaşırsa olur! Ulaşamazsa ne mi olur? Talat Aydemir gibi sehpayı boylar.O halde biz darbeleri başarısına göre mi yargılayacağız? Peki darbe veya ihtilal sırasındaki usulsüzlükleri, hırsızlıkları, adam vurma ve yaralamaları gayeye giden yolda her şey mubahtır, mantığıyla aklayacak mıyız? Ve bu ne zamana kadar devam edip gidecek? Bugün buna nasıl karşı çıkıyorsak, ‘Geçmiş geçmemiş’ olduğuna göre tarihte yapılanlara da aynı şekilde karşı çıkmalı değil miyiz?

Tabur kasasını soyup köylülerden zorla vergi toplayan Resneli Niyazi ‘hürriyet kahramanı’, bizzat kendi komutanını katleden Atıf Bey ‘vatan fedaisi’, eniştesi Nazım Bey’i bile vurdurmaktan çekinmeyen Enver Bey en büyük ‘vatanperver’ sayıldıkça, yani birtakım insanlar kendi kendileri görevlendirerek çeteler kurup başarıya ulaşınca kutsanırsa bu işin sonunu getiremeyiz. Yarın öbür gün bir başkasının sizin düzeninize karşı aynı kanun dışı eyleme girişmesi karşısında diyecek bir şeylerinizin de olması gerekmez mi?

işte bu yüzdendir ki bu dava 'dönüm noktası'

ya döneceğiz ya da virajı alamayıp uçuruma yuvarlanacağız...

teşekkürler ümitli....

ümitli_bekleyis
07-11-2008, 18:30
Rica ederim ;)

ümitli_bekleyis
07-11-2008, 23:42
Mehmed Akif’in “Safahat”ı, üzerinde uyuduğumuz gerçek bir hazine. Onun kadar farklı okumalara elverişli bir metin bulmak kolay olmasa gerek. Kendi devrindeki olayların bir tür aynası olarak da sökebilirsiniz hecelerini, zamanı bulamaç yaparak getirdiği eleştiriler olarak da.

Bazı bölümleri o devrin malum şahsiyet veya olay kadroları üzerine kurulmuştur ama o devir battığından, olay veya şahıslar da hafızalarımızda giderek silikleştiğinden, karınlarındaki anlamı söküp çıkarmak pek zahmetsiz bir işlem olmuyor tabiatıyla.

Velhasıl, emek gerektirir Akif’i okumak. Tabii fazlasıyla değer. Zahmetinizi ödülsüz bırakmayacak kadar değerli taşlarla döşelidir çünkü “Safahat”ın yolları.

Hele “Âsım”... O bambaşka.

Değerli ağabeyim Beşir Ayvazoğlu Kapı Yayınları’ndan çıkan “1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi” adlı usta işi arkeolojik kazısında bize bir fotoğrafın peşinden giderek yakın tarihimizin edebî ve kültürel enkazı altında gülümseyen resmi uzatıyor. “Âsım”la başlayan hazin bir hikâye bu. Umutların enkazı. Ama aynı zamanda iki devrin birbirinin içine geçmesinden hasıl olan muazzam çatırtının Akif’in neslini nasıl hem tematik, hem de coğrafi ve zamansal bir savrulmaya mahkûm ettiğini öz bir şekilde sunuyor kitap.

1924, bir imparatorluğun bir ulus-devlete dönüşme sürecinin başlangıcı. Evet daha önce TBMM kurulmuş, saltanat kaldırılmış, cumhuriyete geçilmiştir. Ancak toplum şuur ve hayatına yansıyan değişikliklerin başlangıcı neredeyse tamamen 1924 yılına dayanır. Hilafetin ilgası, Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması, medreselerin kapatılması, yeni anayasanın kabulü, muhalefeti temsil etmek üzere kurulan Terakkiperver Fırka’nın kurulmasıyla kapatılması bir olan ömrü, Said Nursi’nin Van’da Erek Dağı’na çekilmesi... Bütün bu hadiseler arasında ferahlatıcı bir haber, Akif’ten beklenen “Âsım” kitabının yayınıdır.

Ancak devrin dağdağası içinde “Âsım”ın biraz zamanını şaşırdığı bile söylenebilir. Tam bir tasfiyenin başladığı yılda eskiyle yeninin buluşacağı ‘bir başka inkılab’ın mümkün olduğunu açıklayan bu ilginç kitabı haklı olarak “Kuğunun son şarkısı” diye nitelendirmişti Süleyman Nazif. Osmanlı’nın batarken semaya bıraktığı en güzel şarkıydı o. Akif bir yanardağa dönen dimağından fışkıran mısraları, çelik kalemiyle milletinin mermerden mamul tarih cephesine kazırken, o kalemden akan mübarek sıvıyla yalnız Türkçenin değil, dünya edebiyatının da en büyük şaheserlerinden birinin yazılmakta olduğunu acaba sezebilmiş midir?

Ne yazık ki, “Âsım”ın talihsizlik yakasını bırakmamış ve hâlâ yeterince anlaşılamamıştır. Aslında, geçmişi değil, geleceği anlatır Akif; Beşir Ayvazoğlu’nun dikkat çektiği gibi, ideal neslin temsilcisi olarak gördüğü Asım’ı anahtar gibi kullanarak bir “gelecek projesi” çizer. Daha doğrusu alternatif bir “kurtuluş reçetesi”.

İyi ama biz daha önce kurtulmamış mıydık? İstiklal Savaşı’nda düşmanı İzmir’den denize dökmemiş, yurdu düşmandan temizlememiş miydik? Yoksa Çanakkale’de süper güçleri durdurarak işgali önlemek yeterli olmamış mıydı? İşte Akif bütün bunların bir son değil, bir başlangıç olduğunu anlatmak için yazmıştı “Âsım”ı. Barut ve kan kokusunun yerini kitap kokusu, şehit ve gazilerin yerini çantası elinde, bilgi pınarından kana kana içmeye hazırlanan yeni bir nesil almalıydı: “Âsım’ın nesli” buydu.

Çanakkale zaferini, İstiklal Savaşı’nı kazanan bu altın nesil, şimdi yeni bir göreve talip olmalıydı. Onlar bilginin, eğitimin, cehaletle ve fakirlikle savaşın Çanakkale’sini başaracaktır şimdi. Ve ancak bu başarılırsa Çanakkale gerçekten ve nihai olarak kazanılmış olacaktır. Genç nesli kırgın gibi biçen Çanakkale’lerin bir daha yaşanmaması için “bu Çanakkale”nin kazanılması şarttır.

Lakin Akif’in ideal neslin timsali saydığı Âsım askerden dönünce bir tuhaf olmuştur. Sokakta gördüğü sarhoşları pataklamakta, mübarek Ramazan günü sigarasının dumanını yüzüne üfleyenleri tokatlamakta, kumarbazları alenen tehdit etmektedir. Hatta hızını alamayıp memleketteki bozuk işlerin düzeltilmesini alıştığı kaba kuvvet mantığıyla çözmeye kararlıdır. Vurarak, kırarak, hatta darbe yaparak işlerin düzeleceğine inanmıştır.

Babası, Âkif’e Âsım’ı şikayet eder. “Senin aptal” der, “daha bir hayli çılgın bularak Bâbıâli’yi basmayı kurmuş.” Bâbıâli’yi, yani Başbakanlığı basarak işi tepeden halletmeye karar vermiştir. Ablası mani olmaya çalışmaktadır ama ne yapacağı hiç belli olmaz bu “deli”nin. Bakarsın hem basar, hem de asar baştakileri! Ona ne yapıp edip mani olunmalıdır. Babanın sözü geçmiyordur. Akif’ten yardım ister. Âsım’ı doğru yola getirmek ona düşmektedir.

Nihayet millî şairimiz, Âsım’ı bir kenara çeker. Dinî ve bilimsel bilgilerin beraber okutulacağı yeni bir medrese kurup “nesli tehzib” ve “i’lâ ile”, yani terbiye edip yükseltmekle meşgul olması gerektiğini söyler. Kendisi de inkılap istemektedir ama hükümeti devirmekle, adam asıp kesmekle yapılacak bir inkılap değildir o. Bilgiyle ahlakı kaynaştıracak, bütünleştirecek uzun vadeli (kendisi “20 yıl ister” diyor) bir inkılaptır. Onun için Âsım, Avrupa’ya gidip fen diyarından sızan sonsuz pınarı hem içecek, hem de yurda getirecektir.

Asım ve nesli, böylece İttihatçıların bu ülkeye en büyük kötülükleri olan darbeci zihniyetten uzaklaşmalı ve ülkenin geleceğini sabun köpükleri üzerine değil, sağlam temeller üzerine kurmanın gönüllü fedaileri olmalıdırlar. (Muhtemelen Âsım, 1916’da bir hükümet darbesine hazırlanan Teşkilat-ı Mahsusa’dan Yakup Cemil ve arkadaşlarının etkisindedir.)

İşte hazırlanmış, Berlin’e, tahsile gitmektedir Çanakkale kahramanı Âsım. Şairimiz şu umut dolu mısralarla yolcular onu:

İnkılabın yolu mademki, bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat önce dönünüz.
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize.

Eşref Edip, Akif’in “Âsım”ın devamını yazmayı planladığını ancak gerçekleştiremediğini söyler. Anadolu’da ‘lafın tamamı deliye söylenir’ derler. Bence yazmış yazacağını. O tohumlar bugün bitmekte. Hem yalnız Berlin’de mi?..

ümitli_bekleyis
07-13-2008, 18:58
Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim.

Ergenekon Operasyonu ikinci yaşına bastı, şimdi boyutlarının nerelere varacağı merak konusu. Besbelli kökleri epeyce derinde. Ali Bayramoğlu’nun dediği gibi Ergenekon’un benzeri gizli örgütlerden farkı, mevcut siyasi yapıyı yalnız yıkmak değil, yeni baştan kurmak istemesidir.

Dolayısıyla Ergenekon’un mahiyetini iyi tespit etmek gerekir. Bir yanda “devletin tepesinden iktidarı yıkmak” isteyenler var, öbür yandan ses getirecek eylemler düzenleyen tetikçiler. Üstelik bu hareket, seçim öncesinde gördüğümüz mitingler gibi halkı meydanlara dökerek siyasallaşma eğiliminde.

Burada bir adım daha atarak şunu ileri sürmek durumundayım: Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır, yani oradaki yönetimlerin de kendi arzularına göre dizayn edilmesi için uğraş vermektedirler. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim. Ancak o görüşmeden sonra sözünü ettiğim muhalif şairi Kazakistan’ın başına geçirmek için “state behind”ın derin bir mücadele içinde olduğunu öğrendiğimde anladım ki, mesele sadece Haydar Aliyev’den ibaret değilmiş.

Farkındayım, nöbetçi tarihçimiz bugün pusulayı şaşırıp aktüaliteye fazla daldı diyorsunuz içinizden. Ancak biz de insanız, değil mi? Arada bir güncel tarih yazmak bizim de hakkımızdır.

Geçtiğimiz perşembe akşamı 32. Gün programında Gülay Göktürk “Şimdi merak edilen şey, Ergenekon’un Fırat’ın doğusuna uzanıp uzanmayacağıdır.” diyerek derin devletin fermuarını biraz daha açmış oldu. Gerçekten de Güneydoğu, özellikle Diyarbakır boyutu, Ergenekon’un hangi saçaklara tırmandığını göstermesi bakımından önemli olacak.

Bugün biz de Osmanlı tarihine uzanalım ve Diyarbakır merkezli bir direnişin örtüsünü açalım.

Sahi Osmanlı tarihini ne denli kötürüm ettiğimizin farkında mıyız? El birliğiyle ortaya bir Osmanlı karikatürü koyuyor ve işin garibi, yaptığımızı beğenmiyoruz! Osmanlı bu değil, bu olamaz.

Sadece azameti, hoşgörüsü, uzun ömürlülüğü vs. ile açıklamıyorum Osmanlı’yı. Mantık çalıştırılarak da bu engin coğrafyada, bu kadar karmaşık bir halklar yelpazesiyle ve bu kadar uzun ömürlü bir devleti yönetmenin çocuk oyuncağı olmadığı pekala anlaşılabilir. Düşünün ki, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar her on yılda bir adeta yıkılıp yeniden kurulmakta. En son geçen yıl Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsız birer devlete dönüşmesi, Osmanlı’nın tasfiyesinin hâlâ bitmediğinin göstergesi değil de neydi?

Peki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Japonya’da, kendisinden 112 yıl önce, II. Abdülhamid döneminde oralara kadar gitmiş olan yelkenli Osmanlı gemisi hayaletinin karşılamış olmasını neyle izah edeceksiniz? Üstelik Ertuğrul Fırkateyni’nin Oşima (İngilizce yazılışıyla Oshima değil!) kayalıklarında uğradığı feci akıbet, Cumhuriyet döneminin ünlü dolayısıyla şair Can Yücel’in büyük Milli Eğitim Bakanlarından Hasan-Âli Yücel’in dedesi olunca ‘Osmanlı’ isimli bu geminin cesametine şaşmamak elde midir?

Türkiye’de bir zamanlar ‘toplumsal tarih’ yazdıkları iddiasındaki kesim, sosyalistlerdi. Ne var ki, bütün yaptıkları, ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) denilen ve Karl Marx’ın Avrupa semalarından Zeus gibi bakarak üzerimize bir ağ olarak fırlattığı teorik çıtçıtı tarihimize dikme uğraşını şurasından burasından mıncıklamaktı. Kemal Tahir’in bu zehirli çıtçıtı çıkarıp atmak için bir ömür boyu uğraşmak, söküp atmak istediğinde ise ne azim belalarla boğuşmak zorunda kaldığını biliyorsunuzdur. Bu arada haklarını yemeyelim, bir de Nazım Hikmet’in dünyaca meşhur icadı olan Şeyh Bedrettin masalı vardı, malum.

Belge ve bilgiler tepelerinde birer zebani olmadan ortak hafızamızın kanallarına serbestçe aktıkça ayan beyan görmeye başlıyoruz ki, Osmanlı tarihi, cebinden kat kat olmuş mendiller gibi bizden saklamış nice olayları. Kime? Gözü olanlara elbette.

İşte Hollanda (Leiden) ve ABD’de (Boston) yeni çıkan bir kitap bizi Osmanlı tarihi okyanusundaki bakir adalarla tanıştırıyor; daha doğrusu bir zamanlar su altında kalmış olan ama artık işgalci sular (mesela Marksizm) küresel ısınmadan dolayı ortalıktan çekilince gün ışığı gören bakir adalarla.

Kitabın yazarı Ariel Salzmann, bir ABD’li akademisyen. Daha önce “Osmanlı: İnsanlığın Son Adası” adlı kitabımda kendisinden ve ‘Osmanlı’da özelleştirme’ konulu ünlü makalesinden söz etmiştim. Orada Osmanlı Devleti’nin, 17. yüzyıldan itibaren getirdiği iltizam uygulamasıyla bir tür ‘özelleştirme’ye gittiğini ama nedense bu ‘çağdaş’ tercihi dolayısıyla özelleştirmeyi savunanlarca dahi eleştirildiğini söylüyor, bu akıl almaz garabete dikkatimizi çekiyordu. Oysa Salzmann’a göre, tam da serbest piyasa ekonomisi çağında, yani bir devletin sırtında kambur olan KİT’leri özelleştirmesinin iyi bir şey olduğuna sonuna dek inanan bizlerin (istisnalar elbette var) Osmanlı Devleti hem de yüzyıllar önce aynı şeyi yapınca neden onu eleştirdiğini anlayamadığını söylemişti.

Salzmann, son kitabı “Tocqueville in the Ottoman Empire”da (Brill Yayınevi, 2004) hayal gücümüzü biraz daha zorlamamızı istiyor. Eğer diyor, Fransız filozofu Alexis de Tocqueville Amerika Birleşik Devletleri yerine ‘Osmanlı Birleşik Devletleri’nin sistemini incelemiş olsaydı, aynı şekilde erken modern devletin tohumlarının bir kısmının Osmanlı’nın bakir topraklarında yattığı tespitinde bulunabilir miydi?

Kitabında Osmanlı’da federalizm konusunu da işleyen yazar, burada Diyarbakır tarihinin bilinmeyen bir dönemine ışık tutarak aslında bizim solcuların, Şeyh Bedrettin’de boşu boşuna aradıkları, tam da kendilerine lazım olacak müthiş bir argümanı nasıl ıskaladıklarını ustaca ortaya koyuyor. Varsa yoksa “1871 Paris Komünü” diyen ve devlete direnenleri kutsayan solcularımızın, Paris Komünü’nden 50 küsur yıl önce Şeyhzade İbrahim Paşa’nın “Diyarbakır Komünü”nden bihaber ve dolayısıyla suskun kalmaları yeterince garip değil mi? Türkiye’de sol düşüncenin çarpık gelişimi incelenirse garip değil aslında.

Kimdir 19. yüzyıl başlarında Diyarbakır’da 3 ay kadar bağımsız bir yönetim kurmuş olan İbrahim Paşa ve nedir “Diyarbakır komünü”? Bunları gelecek yazımızda ele alacağız.

ümitli_bekleyis
07-16-2008, 03:39
http://www.mustafaarmagan.com.tr/yazilari/nisan.jpg

Londra’daki Trafalgar Meydanını duymayan yok gibidir. Meydanının adı, tarihimize de bir vesileyle hizmeti geçmiş olan İngilizlerin efsanevî Amirali Horatio Nelson’un (ölümü: 1805) Napolyon’u tarihten silen zaferin hatırasını taşır.

İşte Nelson’un daha önce 1798 yılında kazandığı Aboukir (Ebu Hur) deniz zaferi de, İngiltere’nin dünya denizlerine egemen olduğunu perçinleyen, Avrupa ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisi olmuştur.



Amiral Nelson’u, Napolyon’a karşı kazandığı, Aboukir (Ebu Hur) deniz savaşından sonra III. Selim’in sorgucu ve sol kolundaki apoletin hemen altında bulunan ay-yıldızlı “murassa nişanı”yla gösteren bir tablo.

Amiral Nelson, 1798 yılında yine Fransızlara karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve İngiltere’de bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra tekrar görevinin başına dönmüştü. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çekilen Fransız donanması şimdi Akdeniz’deydi ve nereye yöneleceği İngilizlerin meçhulüydü. Bir türlü doğru dürüst haber alınamıyordu. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla Mısır’a çevirmişti rotalarını.

Akdeniz’de ateşli bir arama ve kovalamaca başlamıştı. Nelson, tam 2 ay boyunca Fransız donanmasının izini aradı Akdeniz’in tuzlu sularında. Geçerken Malta adasını zapt eden Fransız filosunun, Mısır’ın İskenderiye şehrine yöneldiği haberi gelmişti nihayet. Nelson büyüklüğünü burada da gösterdi ve derhal filosuna emir verdi: İskenderiye’ye Napolyon’dan önce varacaklardı. Nitekim filo, düşmanlarından 2 gün önce İskenderiye’ye varmıştı.

İyi ama nerdeydi bu Fransızlar? Acaba istihbaratları yanlış mı çıkmıştı?

Endişeli bekleyiş, sonunda geri dönüp Fransız gemilerini arama emrine yol verdi. Halbuki biraz daha sabredip bekleselerdi, ne Napolyon’un Mısır’a çıkması imkânı vardı, ne de İngilizlerin yenilmez armadasının elinden kurtulması.

Ancak tam bu noktada tarihte nadir görülen bir olay meydana geldi. İskenderiye limanında Fransızları göremeyen Nelson, geriye dönmüş, fakat 60 mil mesafeden limana doğru ilerleyen Fransız donanmasını görememiş, filolar birbirinden habersiz bir şekilde ters yönde geçip gitmişlerdi. İki ezelî rakipten Napolyon İskenderiye’ye yollanırken, Nelson oradan ayrılıyordu. İşte Napolyon’a Mısır’ın kapılarını açan, bu yıldızın parladığı andı.

Şimdi Fransızları ellerinden kaçırmışlardı ve bir daha onlardan haberdar olabilmek, bir aylarını alacaktı.

Dönüp dolaşan ve İskenderiye limanına geri gelen İngiliz filosu, 1 Ağustos 1798’de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gördü. Nelson hep yaptığı gibi vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi.

5 Fransız gemisine, 8 İngiliz gemisi ateş açıyordu. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyon’un, sayesinde Mısır’a çıkarma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu batmış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır surette yaralanmıştı. Ancak o sırada Nelson, yaralarına değil de, elinden kaçırdığı 2 Fransız gemisine yanıyordu!

Mısır’a çıkıp Doğu seferini başarıyla gerçekleştiren fakat orada mahsur kalan Napolyon, o moral bozukluğuyla ve can havliyle Akka kalesine saldırmışsa da Cezzar Ahmed Paşa’nın kuvvetleri karşısında yenilmiş, nihayet 1799 yılında bir fırkateyne atlayarak Mısır’dan Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Ardında bıraktığı Fransız ordusunun İngilizlere teslim olması, sürpriz olmamıştır tabiatıyla.



İşte bu zafer sonrasında Osmanlı Sultanı III. Selim, Amiral Nelson’u, “bilvesile” Osmanlı’ya yardımlarından dolayı tebrik etmiş ve “daima hafifçe titreyip pırıldayan” pırlanta sorgucu ve apoletin püsküllerinin hemen bitişiğindeki ortası beyaz ay-yıldızlı “murassâ nişanı” göndermişti.

Diğer Osmanlı hediyelerinin altın kılıflı bir kılıç, bir altın kaplama zarf ve kahve fincanı takımı olduğunu öğreniyoruz. III. Selim’in bu değerli hediyeleri, halen Londra civarında, İngiliz Deniz Harp Okulu’nun bulunduğu Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’nde teşhir edilmektedir.

Zaferiyle Osmanlı Devleti’ne dolaylı olarak yardımda bulunan Nelson, Padişah’tan aldığı pırlantalı sorgucu önemli törenlerde taktığı gibi, murassa nişanı da göğsünden hiç eksik etmemiştir. Hatta 1805 yılında yapılan ünlü Trafalgar savaşında Napolyon’un ipini çektikten sonra, savaşta aldığı yaralardan dolayı sancak gemisinin ambarlarından birinde son nefesini verirken, üniformasındaki 3 nişandan birisi, bu ay-yıldızlı zarif Osmanlı nişanıydı.

Şimdi Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’ne gidenler, Nelson’un bir tutam saçıyla birlikte murassa Osmanlı nişanını ve (yanda resmi görülen) “çelenk” adı verilen pırlanta sorgucunu, kılıç ve kahve takımıyla birlikte görerek şu savaşların nelere kadir olduğunu düşüneceklerdir muhtemelen.

Velhasıl Osmanlı Devleti, herkesin çöktü çökecek dediği yaralı bir döneminde dahi yabancı generallerin göğsüne bir nişan taktığı zaman bu, dünya tarihine geçen bir hadise oluyordu. ‘Ya bugün?’ demeye dilim varmıyor...

ümitli_bekleyis
07-23-2008, 00:37
III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı.

Osmanlı Anadolu’yu yalnızca sömürmüş, tek bir çivi çakmamıştır. Anadolu’ya ne yapmışsa Selçuklular yapmıştır!

Kim bilir kaç kez duydunuz bu ‘kızkaçıran’ lafları. İşin garibi, sözde erkeklerimizin de bu fiyakalı laflar karşısında ürküp kaçmaları.

Öyleyse gelin, Diyarbakır’ın camilerine, hamamlarına değil, zamanın ticaret merkezleri olan hanlarına göz atalım ve bakalım Osmanlılar, İstanbul’un fethinden 100 yıl sonra fethettikleri bu Anadolu şehrine kaç altın çivi çakmışlar?

Prof. İbrahim Yılmazçelik’in değerli araştırması “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır”a (Türk Tarih Kurumu Yay., 1995, s. 89-94) göre Diyarbakır’da bugün ayakta kalmış 3 tane han var: Hasan Paşa Hanı, Deliller Hanı ve Çifte Han; üçü de Osmanlı eseri.

İyi de koca şehirde 3 tane han mı yapmış Osmanlılar? diyeceklere cevabımı hemen doğrultuyorum: Bugün ortadan kalkmış bulunan 17 han ile beraber Osmanlılar Diyarbakır gibi nüfusu 20-30 binlerde seyreden bir şehre tam 20 iş merkezi hediye etmişlerdi. Yaklaşık bin kişiye bir han! Nasıl?

Şimdi geçelim asıl konumuza. Önce tabloyu önümüze koyalım:

19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, iki zıt eğilim arasında gidip geliyordu. 1) Merkezden uzak bölgelerde bağımsızlık ve ayrılıkçılık rüzgârları esiyor, 2) Devlet, merkezî kontrolü yeniden kurmak istiyordu. Böylece biri merkezden uzaklaştırıcı, diğeri merkezîleştirici iki kuvvet çarpışıyor, mücadeleden hangisinin galip çıkacağı bilinmiyordu.
http://www.mustafaarmagan.com.tr/yazilari/1181.jpg
1819 “Diyarbakır komünü” günlerinden kısa bir süre sonra Diyarbakır Ulu Cami'nin avlusundan bir görünüş. Ressam: Jules Laurens, 1847.

Özellikle Rusların Doğu Anadolu’ya inmeleriyle iyice gevşeyen sistemde Kürt emirleri fiilen başlarına buyruk hale gelmiş, giderek İstanbul’u tanımaz olmuşlardı. Nitekim 1802 Ocak’ında tarihlerimize “Diyarbekir İhtilali” diye geçen ciddi bir karışıklık yaşanmış, şehir halkı yeniçerilerle tam 3 gün boyunca cenk etmiştir.

1806-1812 Rus Savaşı’nın hemen ardından harekete geçen Sultan II. Mahmud, bir dizi askerî operasyon düzenleyerek bağımsızlık bayrağını açma eşiğindeki taşrayı yeniden merkeze bağlamayı başaracak, yüzyılın ortalarına gelindiğinde bölgede bağımsız Kürt emirliğinden eser kalmayacaktır.

İşte hikâyemiz bu mayınlı zemin ve zamanda geçer.

1819’da Diyarbakır Eyaleti, Rakka Eyaleti’ne bağlanarak Behram Paşa’nın yönetimine verilmiştir. Behram Paşa, Viranşehir’deki Milli aşiretindendir ve bu aşiretin Diyarbakır ayanından Şeyhzade ailesiyle arası açıktır. Bunun üzerine eski vali Şeyhzade İbrahim Bey’in torunu Mehmed Bey, Müftü Hacı Mesud Efendi, Karacaoğullarından Ömer ve Serdar Beyler ayaklanmanın fitilini ateşlediler. Valinin görevden alınmasını, Diyarbakır’ın yeniden “mütesellimlik” yapılmasını, yani yerel bir yönetici eliyle vekaleten yönetilmesini ve bu görevin de kendilerine verilmesini istiyorlardı. Nihayet bu yazının yazıldığı günden 189 yıl önce, 18 Temmuz 1819’da başlayan isyan 26 Ekim’e kadar tam 101 gün devam etti ve 101 gün boyunca Diyarbakır surları top ve tüfek sesleriyle inledi durdu.

Hatırlatalım: Ramazan ayının 25. gecesi çıkan isyan, vali Behram Paşa’nın, halkı, “Öldüreceğim, keseceğim, evlerinizi yakacağım” diye korkutması üzerine patlak vermişti. Halk, ulema ve eşraf (dikkat: Osmanlı’da bu üçü ittifak etti mi, ciddi bir sorun var demektir) işbirliği yapmış ve korkan vali iç kaleye kapanarak kapıları sımsıkı kapatmıştı. Vali kaçınca yönetim Diyarbakırlıların eline geçmiş ve şehirde renkli sahneler yaşanmıştı.

Mesela vali olduğu zamanlardan beri (1809-1913) şehrin çıkarlarını savunmayı ilke edinen İbrahim Paşa ailesini (Şeyhzadeleri) isyanda başrolde görüyoruz. Gümrük vergisini Diyarbakır esnafının yararına değiştiren, şehrin ticaret yollarını kesen eşkıya ile mücadeleye giren, kişisel servetini şehrin altyapısını düzeltmek uğruna harcayan, hanlar hamamlar yaptıran bir ‘âsi’ portresi vardır karşımızda.

Asıl önemlisi, şehrin, Behram Paşa gelmeden ve isyan sırasında astığım astık... tarzı değil, halkla ve önde gelenlerle istişare edilerek yönetilmiş olmasıydı. Divan, yani danışma kurulu toplanıyor ve kararlarını ortak olarak alıyordu. Ahali, 3 aydan fazla bir süre devletin gönderdiği yardım kuvvetlerini surlardan içeri sokmamış, nihayet bu direniş, merkezî kuvvetlerin ateş üstünlüğü sayesinde çökertilebilmişti.

Gerisini iyi kötü tahmin edersiniz. Elebaşılardan çoğu sürgüne gönderildi. Şeyhzade Mehmed Bey, Karacaoğlu Ömer ve Serdar’ın mallarına el konuldu ve yakalandıklarında idam edilmeleri için ferman çıkarıldı. Ancak bir süre sonra cezaları sürgüne çevrildi, malları ailelerine iade edildi ve 5 yıl sonra evlerine döndüler. Öte yandan isyanı bastıran Behram Paşa ödüllendirileceğine, valilikte ancak 5 ay kalabildi. Sonra görevden alındı. Devletin her şeye rağmen isyancılara müsamahasının altını çiziyorum.

Ariel Salzmann, Diyarbakır olayını Fransa’nın eski rejimin sonlarında yaşadığı ‘bitmemiş devrimler’e benzetir:

III. Selim’le başlayan merkeziyetçi yapılanmanın aktörleri, “Diyarbakır komünü” gibi zorlu örneklerde pişerek Osmanlı Devleti’nin Yunanistan, Cezayir ve Mısır gibi parçalara bölünmesinin önüne nasıl geçileceğini öğrendiler ve Tanzimat reformlarının temelleri böyle atıldı. Devlet adamları, parçalanmaya sürüklenen bölgeleri nasıl toparlayacaklarını bu olaylarda tecrübe ettiler ve taşraya nasıl nüfuz edeceklerinin yolunu yordamını keşfettiler. Böylece Tanzimat dönemindeki arazi kanunları ve idarî düzenlemelerin temelleri bu ‘bitmemiş devrimler’ döneminde atılmış oldu.

Sözün kısası, 1871’in ‘bitmemiş devrim’i olan Paris Komünü’nü Fransa’nın modern devlet yönetimine geçişinde zorunlu bir aşama olarak gören aydınlarımız, nedense Osmanlı’nın ‘bitmemiş devrimi’ olan “Diyarbakır Komünü’nü anlamaya yanaşmadılar ve bunun içindir ki, ne bu topraklara özgü bir tarihin temellerini yakalayabildiler, ne de bu toplumun modernleşme serüvenini anlayabildiler.

Kaybeden kim oldu? Bugün Ergenekon’un ‘fermuar’ından görünen Güneydoğu’yu gözden kaçıracaklar kimlerse onlar elbette.