|
|
|
|
#1 |
|
Derin bir sis çöktü dost bilinen dağların zirvesine. Olsun. Bu da sineye çekilebilirdi. Ne var ki bazı dostların attığı gül, başkasının attığı oktan daha yaralayıcıydı. Mesela bir çilenin gereği yurtdışında kalan ve ikamet edilen her saniyede ızdırap çeken bir insan için saygısız bir dille, "Amerika'da niye kalıyor?" dendi. Aslında problem nerede kaldığı değil; canından aziz bildiği ülkesinde bazı karanlık yapıların kirli planlar yapmasıydı. 'Bitirme planları'nı göz ardı ederek sorulan sorular bir zaman sonra hiçbir mümine yakışmayacak ithamlara dönüştü. Ağza alınmayacak sözlerin önüne Devlet Bey geçmeliydi. O civanmertlik MHP liderine yakışırdı. Ne yazık ki olmadı. MHP'ye sonradan gelen ve mukaddes çileden bîhaber seçkinler güruhu, ülkücü hareketi aslî çizgisinden alıp bambaşka bir çerçeveye sıkıştırdı. Oysa bu tarihî akımın ana damarı Türk-İslam ülküsü uğruna "derviş-gaziler" yetiştirmeyi, "Alperenler"i tebrik ve teşvik etmeyi gerektiriyordu...
REFERANDUMDAN ÇIKARILACAK DERS MHP'Yİ İKTİDAR BİLE YAPABİLİR Referandum öncesi MHP yönetimi maalesef yanlış bir yola girdi. Keşke öyle bir hataya boyun eğmeseydi. Ne gereği vardı ülkücü hareketin çektiği onca çileye aldırış etmeden "darbe anayasasını" desteklemeye? Belli ki bu talep ülkücü camianın içine sinmeyecekti. Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) yanlış kararları ortadayken, "Aman bu yapı aynıyla korunsun!" demek MHP'ye ne kazandırabilirdi ki!. HSYK'daki çarpık yapıyı korumak o yapının mağdurları arasında olan MHP'ye yakışmazdı. YAŞ kararları nedeniyle yüzlerce mağdur insan ortadayken MHP'nin o kararların üst yargıya denetime açık hale gelmesine karşı çıkmasının bir anlamı yoktu. MHP yönetimi kendini inkâr edecek, vicdanları sızlatacak bir karara imza attı ve ma'şeri vicdan bu tavrı benimsemedi. Parti yönetimi bu çelişkileri söylediğinizde maalesef gerçekle yüzleşmek istemedi. Referandum sonuçlarını iyi değerlendiren bir MHP yönetimi çok doğru bir strateji geliştirebilir. Hatadan çıkarılacak ders sayesinde iktidara ortak olmak bile mümkün. Yeter ki ders alınsın, özeleştiri yapılsın, tabandan yükselen feryada kulak verilsin... Dost uyarılarını dikkate almak yerine referandumdan suçlular listesi oluşturmak; o listenin ön sıralarına "cemaat" ve "Sayın Gülen"i yazmak çok büyük bir hata. Dost acı söyler; ama doğru söyler. MHP özüne dönmeli, varlık nedenini inkâr eden bir yola girmemeli. Ve daha önemlisi, dostlarını incitmemeli!..
|
|
|
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Millet binbir ızdırap içinde kıvranırken, onun dertlerine âşinâ olmayan çehreler utansın! Yıkılan düşünce dünyası, eriyen toplum ve yitirilen nesiller karşısında irkilmeyen ruhlar utansın! Taş taş devrilip yerle bir olan bir muhteşem medeniyet enkâzı arasında, gözü yaşarmadan, gönlü hoplamadan dolaşıp duran gamsızlar utansın! Kurumuş sularımızı, bozulmuş bağlarımızı, yıkılmış köprülerimizi, harab olmuş yollarımızı görmeden geçip giden körler utansın! ![]() Buhranlar Anaforunda İnsan |
|
|
|
|
|
|
#3 |
|
Çocuğu olmayan, işi rast gitmeyen, ticareti kesada düşen herkes kabahati cemaatte buluyor. Suçlular da cemaatle aralarında bir husumet uydurarak kurtulmaya çalışıyor. Eskiden 'Atatürkçüyüm o yüzden üzerime geliyorlar' cümlesi çok yaygındı. Şimdilerde moda cemaat düşmanı olmak. Cemaatin tekerine çomak soktuğu için hakkında fezleke düzenlendiğini ve yargılama yapıldığını iddia eden ne kadar çok insan var! Haklarındaki suçlamaların hiçbirine cevap vermeye yanaşmıyorlar, varsa yoksa cemaat. Suç işleme ayrıcalığı kazanmak için cemaat düşmanlığı yapmak yeterliyse bütün arsızlar hırsızlar sıraya girsin.
|
|
|
|
|
|
|
#4 |
|
Karşıtlıklardan, düşmanlıklardan beslenen milliyetçiliğin boyu çok büyümez. Bizim Cumhuriyet'in ulus devlet projesinin formüle ettiği milliyetçilik, korkularla içe kapanan ve herkesi düşman gören ve milliyetçilik deyince Yunan'a, Ermeni'ye kin gütmeyi anlayan kısır bir anlayışı ifade ediyordu. Bugün Türklük yedi bağımsız devletin bayrağı ile temsil ediliyor. Değişen dünya dengeleri Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da Osmanlı'nın yarım bıraktığı işi Türkiye'nin önüne koyuyor. Kısaca Osmanlı gibi büyük düşünmek ve büyük işlere kalkışmak gerekiyor. Savunmacı, karşıtlıklar ve düşmanlıklar yaratıcı dar bir milliyetçiliğin yerine özgüveni ile korkusuzca ilerleyen ve düşmanlıkları çözerek herkes için kurtarıcı mertebesine yükselen emperyal bir vizyona ihtiyacımız var.
Yeryüzünün en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan bu topraklarda, en sonra gelen sakinler bizleriz. Kimsenin bu topraklardan bizi söküp atmaya gücü yetmez. Üç milyonluk nüfusa sahip Ermenistan'ı Türk milliyetçiliğinin anlam dünyasına taşımak bu topraklarda yaşananları hafife almak ve ufkumuzu daraltmak demektir. Büyük milletler böyle küçük işlerle uğraşmaz. Akdamar Kilisesi'nde Ermenilerin ayin yapması, sadece bizim büyüklüğümüzü ve özgüvenimizi kanıtlar. MHP ideolojisi, Türk milliyetçiliğinin önemli yapı taşlarından biri. Milliyetçiliğin cumhuriyeti aşıp Osmanlı'nın ufuklarında at koşturmaya ihtiyacı var. Öyleyse soralım: Osmanlı gidip Ani'de cuma namazı kılar mıydı? |
|
|
|
|
|
|
#5 |
|
Yıllardır “demokratik hak ve hürriyetleri” tartışan Türkiye, demokrasisini bir türlü sağlam zemine oturtamıyor...
Çünkü milletle devletin istikametleri farklı... Milletin yüzü kıbleye, devletin yönü Batı’ya dönük! Bu yüzden devlet (yani bürokrasi) vatandaşa güvenmiyor. Kimse de dönüp, “Osmanlı ceddimiz millet-devlet ilişkisini nasıl yürütmüştü?..” diye bakmıyor. Bu konuda yabancı gezginlerle diplomatların kayıtlarından yola çıkarak bir derleme yaptım: Umarım politikacılarımıza ışık tutar. • • Osmanlı bir “Töre Devleti” kurmuştu. Başta Padişahlar olmak üzere, “Kanun-u Kadim”, özetle “töre”, herkesi bağlardı. Hiç kimsenin kudret ve kuvveti “mutlak” değildi. Özellikle padişahlar denetim altındaydılar ve kanunlarla törelere uymak zorundaydılar. • Padişahlar savaş ve barış ilanı hakkından bile mahrumdular. Bunun için ulemanın onayını almak zorundaydılar. (Sultan Dördüncü Mehmed, Macaristan savaşını bu yüzden erteleyememişti). • İsrafa ve sefahate meyleden padişahlar, ulema fetvasıyla halledilirdi (Tahttan indirilirdi). Avrupa’daki gibi istibdat ve mutlakıyet yoktu, insanlık vardı. • Osmanlı Devleti, insan, hayvan ve bitkiye yönelik hizmetler üreten büyük bir hayır kurumuna dönüşmüştü. Padişahlar bu büyük hayır kurumunun garsonlarıydı! • Yükselme devrinde padişahların şeyhülislâmları görevden alma yetkileri yoktu, ama şeyhülislâmlar padişahları azletme yetkisine sahiptiler. • Osmanlı devlet sistemi, pek çok yabancı düşünürün tetkik ve tescilinden geçtiği üzere “mutlakıyet” değil, insanı merkez alan ve insana değer veren bir yapı idi. Sıralamada “önce devlet” değil, “önce insan” gelirdi. Devlet ve her şey insanları mutlu etmek içindi. Bu temel prensip tartışılmazdı. • İnsanı merkez alan anlayışın kaynağı Kur’an’dı. Kur’an hükümleri zulüm ve istibdat meyline karşı en büyük engeldi. Bu yüzden padişahlar ve yöneticiler zulmü bir yöntem olarak benimsememişler, bu yoldaki bazı münferit hareketleri ise şiddetle cezalandırmışlardı. • Her padişah, tahta çıkar çıkmaz, Kur’an’a ve töreye bağlı kalacağına yemin eder ve yeminine sadık kalırdı. Bu husus şeyhülİslâmlık müessesi tarafından denetlenirdi. • Halkın iradesi padişahın nüfuz ve kudretinden üstündü. Bu yüzden padişahlar zaman zaman kıyafet değiştirip halkın içine karışır, talep ve değerlendirmeleri birinci ağızdan öğrenmeye özen gösterirlerdi. • İşte bütün bunlara dayanarak, Sultan Birinci Mahmud devri reis-ül-küttablarından (dışişleri bakanı diyebiliriz) Emârzâde Hacı Mustafa Efendi, Fransız Sefiri Marquis Villeneuve’e şöyle diyordu: “Aslına bakarsanız, Osmanlı Devleti, adı henüz konmamış bir cumhuriyettir.” • Osmanlılarda en nüfuzlu insan padişah değil, şeyhülislâmdı. Şeyhülislâmın herhangi bir kararına padişahın itiraz etmesi söz konusu bile değildi. • Osmanlı Devleti’nde, bugünkü anlamda olmasa bile, bugüne yakın anlamda “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttu. Padişah, idari işlerde hükümete karışamaz, tahakküm edemez, yalnızca tavsiyelerde bulunabilirdi. • Avrupa’da hiç bir insan hakkı yokken, Osmanlı’da padişahların ve diğer yöneticilerin, insan haklarına riayetleri mecburi idi. Bu husus diplomatik belgelerden anlaşılmaktadır ki, bu da zaten inanç temellidir: Çünkü insan haklarına riayetsizlik kul hakkını gözetmeme anlamına gelir. • Halk, padişahı açıktan açığa tenkit etmek, devlet ve hükümet adamlarını alaya almak hakkına sahipti. Vaizler vaazlarında, halk hatipleri meydanlarda tenkit hakkını kullanırken, zabıta müdahale etmez, özgürce konuşurlardı (Bunun sayılamayacak kadar örneği var). • Padişahlar yalnız Müslüman milletin değil, yönetimi altında bulunan gayrimüslim milletlerin de hakkını-hukukunu muhafazaya mecburdu. • Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan insanların dinlerini özgürce yaşama hakları mevcuttu. Kimse onlara baskı yapamaz, kimse kem gözle bakamaz (Fatih’in “Amannâme”si), kimse onları aşağılayamaz ve asla kınayamazdı. • Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdü: “İnsan hürdür, ama Abdullahdır (kuldur)” prensibi geçerliydi. • Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta” idi (haklıysan kuvvetlisin anlayışı)... • Osmanlı’da “Üstünlerin hukuku” değil, “hukukun üstünlüğü” geçerliydi. Padişahlar bile kadılara (adliyeye) karışamazdı. Hatta gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahkum olurdu (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi davasında olduğu gibi). •Osmanlı’da devlet başkanları (padişahlar) hükümete sadece tavsiyelerde bulunabilir, talimat veremezlerdi... (Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam [yürütmenin başı=Başbakan] müstakil olup umûr-u saltanata [devleti yönetme biçimine] kimse müdahale etmezdi.”) Ders olsun! Yavuz Bahadıroğlu |
|
|
|
|
|
|
#6 |
|
Fıtratsız insan, vicdansız dünya demektir…
Fıtrat medeniyetinin yerini şimdilerde Batı’nın nefsi emmare uygarlığı aldı… Evet, fıtratı bozuklar, fıtrata savaş açtı… Fıtratla oynayanlar, şeytana uyanlardı… Fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalınca insan olunmuyor, insaniyet gelişmiyor… İnsanın çamurlaşma süreci daha bir derinleşiyor… Velhasıl, fitne rejimleri, şer odakları, nifak mihrakları insanı bozdu, ruhu kirletti… İnsanın özüne yönelik sanal suikastlar, yasal baskılar, seküler saldırılar, modern tuzaklar bir türlü bitmek bilmiyor… Resmi ideolojilerin beyin yıkama yöntemleri, fıtrat yıkımına neden oldu… Genetiği bozulan, geleneği yok olan insanın, geleceği de karanlık… GDO’dan sonra yeni tehdit insanın DNA’ sına yönelik… Fıtratın imha ve ifsadı tüm iğrençliklerin, utançların, ilençlerin nedeni… Şakilesi bozulan, şirazesinde çıkan insan kötülüğün odağı oldu… Homoseksüellik, ensest ilişkiler, estetize edilen günahlar, sınır tanımayan haramlar neyin habercisi? Ya da neyin sonucu? Gittikçe yaygınlaşan kadının erkekleşmesini, erkeğin kadınlaşmasını başka türlü nasıl izah edeceğiz? Şimdi insanın kurtlaşmasını normal görebilir miyiz? Değersizleşen ve duyarsızlaşan insanı nereye oturtacağız? Zulme tepkisiz, münkere duyarsız, şerre aldırışsız insanın sorunu fıtridir, marazidir… Bu nedenle en büyük fitne, fıtratın tahrif, tahrip ve tağyirini hazırlayan fitnedir… Peki, bu kadar vurgudan sonra sormak gerekmiyor mu, fıtrat nedir? Hayatı anlamak için önce fıtratı anlamak gerekiyor… Hayatın anlamı, fıtrata göre yaşamaktır… Fıtrat; Allahu Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır… İnsanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan, yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunları vardır, ona fıtrat diyoruz… Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibari ile insanın lekesiz, temiz, İslam’a ve imana müsait bir hüviyete sahip olmasıdır… Fıtrat; var olan her şeyin ne hikmetle yaratıldığını yani o varlığın doğasını ifade eder… Fıtrat, insanın heva ve heveslerinden dolayı bozulmadan önceki saf halidir... Kâinatın Allah’ın fıtratı üzere işleyişi İslami dilde adetullah, sünnetullah, fıtratullah ifadeleri ile isimlendirilmektedir… Fıtrat, nimettir… Fıtratı anlamak yetmiyor. Önemli olan fıtratı doğru okumak ve onu güzelce korumaktır... Adem olmanın yolu budur, istikameti bulmanın şartı budur… Fıtratı, tutkulardan, tutsaklıklardan, içgüdüsel dürtülerden, geleneksel şartlanmışlıklardan, toplumsal baskılardan, yasal dayatmalardan, modern şımarıklıklardan korunmak zorundayız… Fıtrat üzerinde çevrenin dönüştürücü gücünü basite almamak lazım... Çevre temizse fıtratta temiz kalacaktır… Fıtrata aykırı rejim, ideoloji, sistem, kurum, yapı, eylem, söylem yöntem merduttur, diyebilmek… İnsanın beden toprağına yüklenen fıtrat tohumu, vahiy yağmuru ile buluştuğu zaman insan hem neşet eder, hem de netleşir… Evet, fıtratın Fatır-ı Mutlak ile mutabakat halinde olması şarttır. Vahiyden ışığını, ısısını, suyunu, havasını almayan fıtrat çürümeye mahkûmdur. Bu bağlam da yapılması gereken; Allah’ın boyasına boyanmaktır… Kuran ahlakı ile ahlaklanmaktır… Sünneti seriyyenin disiplinine girmektir… Hanif durmanın, halis kalmanın, halife olmanın yolu budur… İmam, varis, şahit olmanın şifresi fıtratta saklıdır… Bize düşen görev: fıtratı tercih etmektir… Onu takva örtüsü ile korumaya almaktır… Takva azığı ile beslemektir… Fıtrat boşluk kabul etmez… Fıtrata hangi korkuları, sevgileri, bilgileri yüklerseniz öyle şekillenir. Bunlar fıtri temayüllerdir… Bunlar Allah için olursa kişi Allah ile barışık olur, bozuşmaz… Ayrıca vaftiz gerekmiyor, yeter ki; fıtrata vefa olsun, mutabakat ve muvafakat bozulmasın… Ramazan Kayan |
|
|
|
|
|
|
#7 |
|
Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.
Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler. Üniversite öyle bir yerdir. Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir. “Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam” diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi? Burası zorba bir ülke. Küstah bir yönetim var burada. Herkese, her şeye karışıyorlar. Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar. Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor. Zorbalık budur işte. Küstahlık budur. Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir. Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık. Arapça “seçmeli ders” olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz. Niye? Başörtülü kız üniversiteye giremez. Niye? Alevi’nin ibadethanesine ibadethane denilemez. Niye? Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada. Ve, buna inatla devam etmek istiyor. Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu? Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu? Koca koca adamların “kızların saçının ne kadarı görünsün” diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu? Kız çocuklarını bir “saçmalığa” kurban etmek tepenizi attırmıyor mu? Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir. Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık. Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara’ya haykırmalılar: Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden? Sana ne? Ahmet Altan |
|
|
|
|
#8 |
|
Günümüzde her yerde, her toplumda; tarihin yerine geçen, ya da tarih gibi sunulan mitolojiler, milliyetçiliklere hayat veriyor. Her toplumda, maalesef tarih, ideolojik/poli*tik çıkarlar doğrultusunda bir propaganda aracına dönüştürülüyor. Siyasal, ideolojik, tarihsel mitlere inanan toplumlarda tarihin yol göstericiliğine, tari*hin hakemliğine itibar edilmiyor. Her hangi bir toplumda milliyet*çiliklerin yükselişi, o toplumda gerçek bir tarih bilinci, kültürü, felsefesi oluşmadığını gösterir. Tarih bilincine sahip olmayan toplumlarda geçmiş, bir bilinçten çok, bir turizm nesnesine, bir tüketim nesnesine dönüştürülür ve ticarileştirilir. Tarihsel hafı*za kaybına maruz bırakılan toplumlar, Türkiye Örneğinde görülebi*leceği üzere, Ermenileri, Rumları, Kürtleri içermeyen, bu topluluk*ların öykülerini içermeyen bir tarihe mahkûm edilirler. Tarihi ide*olojik olarak tasarlayanlar, tarihi niceliksel olarak kurgularlar. Tarihin niceliksel olarak yorumlanması demek, toplumların bu tür tarihe ancak sayılar halinde katılmaları demektir. Yalnızca bir halkın, bir toplumun, bir ideolojinin yararlarını/çıkarlarını göze*ten bir tarih yaklaşımı düşünülemez. Tarihin ideolojik anlamda okunması, ırkçı anlamda okunması, tarihin kirletilmesi anlamına gelir. Böylesi bir tarih yaklaşımıyla hiç bir zaman hakikate ula*şılamaz. İdeolojik yaklaşımlar, ırkçı yaklaşımlar/gerekçeler gerçek sorunların üzerini örter, gerçek sorunları göz ardı eder. İdeolojik gerekçeler, -Türkiye'de her dönemde yaşandığı gibi- ideolojik/doktriner kesimleri meşru olmayan arayışlara/eylemlere sevk eder.
Atasoy Müftüoğlu |
|
|
|
|
|
|
#9 |
|
Kıssadan çıkartılacak hisse şuydu: Resmî dilimiz olan Türkçenin gerçek gücü ve güzelliğinin Kürtçe eğitimin yasaklanması ile bir alâkası yok. Dile hâkim olmayanların, Türkçenin inceliklerine vâkıf olmayanların Kürtçe eğitime karşı çıkmalarının da hiçbir anlamı yok.
Türkçe, potansiyelini gerçekleştirmiş ve zirvelerde dolaşmış bir medeniyetin dili. Çevresindeki her şeye korkuyla bakan, bölünürüz diye farklı dilleri şeytan gibi taşlayanların kuru ve dar dünyası, Türkçeyi de ancak kullanabildikleri düzeye hapsediyor. Resmî dil işte o zaman mahvolur. Neden Türkçenin karşı konulmaz gücüne güvenmiyorsunuz? Yahya Kemâl'in, Tanpınar'ın, Orhan Pamuk'un güzel Türkçesi, ana dili Türkçe olmayanların da katkısı ile bu mükemmel kıvamı buldu. Kürt yazarlar el'an katkıda bulunmaya devam ediyorlar. Peki biz neden onların dillerini kanun ve polis engeli olmadan geliştirmelerine fırsat ve imkân tanımıyoruz? |
|
|
|
|
|
|
#10 |
|
Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce ondan su istemiş. Bedevi devesinden inerek ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış:
- Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma! Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraklayıp, bu sözün nedenini sormuş: - Eğer anlatırsan, demiş bedevi, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler. Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık. Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı. Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı… Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle… (ç/alinti) |
|
|
![]() |
| Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
| bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|