|
|
|
|
#1 |
|
Arşiv bir açılsa görürsünüz
Bugün Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve Genelkurmay Askeri İstihbarat arşivlerini açsa, bugün efelene efelene aramızda dolaşan anlı şanlı çok sayıda gazetecinin görev kağıtları, ibret vesikası olarak alınlarına yapışacaktır.
|
|
|
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü*yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir. Güçlü bir bilinç olmadığı takdirde, gerçek bir değişim olamaz. Tarihin tahakkümünden her hangi bir eylemde bulunmaksızın kurtulamayız. Bu nedenle tarihi nasıl biçimlendirebileceğimize ilişkin yaklaşımlar üzerinde ça*lışmalıyız. Toplumların yenilenmesi, yeni kültürel biçim ve içerik*lerle mümkün olabilir. Yeni kültürel biçim ve içerikler, yerel kültürel sınırları aşmamız için de çok gereklidir.
Etnik rekabetlerin, mezhep rekabetlerinin, çatışmalarının gerilimlerinin yaşandığı, sürdürülebildiği, kışkırtılabildiği bir dünyada/dönemde, İslamın yeniden tarihe dönüşünü beklemek umutsuz bir nostalji içerisinde olmak demektir. Kültürel yerelliklerle, mezhepçi yerelliklerle, dini yerelliklerle İslami bir tarih başlatılamaz. Müslümanlar olarak bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunları hep emperyalist küreselleşmeye bağlamak çok yanıltıcı sonuçlar verebilir. Sorunlarımızın temelinde halen içerisinde yaşamakta bulunduğumuz etnik bencillikler/bağnazlık*lar, mezhep bencillikleri/bağnazlıkları, bilinçsizlikler, bilinç parçalanmaları, teslimiyetçilikler, muhafazakârlıklar, sağcılık*lar gibi çok derin yapısal konular var. Modernite kendi bağlamında göreceli bir bütünlük sağladı, ancak, İslami bünye paramparça. Tarihi yeniden başlatabilmek için yeni bir tarih ve insanlık bilinci gerekir. Yeni bir tarihi başlatabilmek için çığır açan bir dile, çığır açan bir bilince, ah*laka ve bilgeliğe ihtiyacımız var. Gerçek dünyada yankısı ve et*kisi olabilecek, gerçek dünyada karşılık bulabilecek çözümlemeler yapabilecek niteliklere ihtiyacımız var. Modern tarih, ulus-devlet'le, seküler dünya görüşüyle, bilimsel rasyonalizmle, sık sık büyük bunalımlarla karşılaşsa da belirleyiciliğini sürdürüyor. İran, modern-seküler tarihe alternatif olarak ortaya çıktığı için çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. İran örneğinde yaşandı*ğı üzere, dünyanın moderniteden farklı olarak kavramsallaştırılması, modern-seküler dünyayı tedirgin ediyor. Modern-rasyonalist dünya İran'ı anlamakta zorluk çekiyor. Tarihçiler, sosyologlar 30 yıldır İran'ı tartışıyor, İran ile ilgili gelişmeleri tanımlayabilmek için uygun kalıplar bulmakta zorlanıyor. Seküler akıl tarihin en büyük halk hareketini çözümleyemediği için İslam Devrimini akıl almaz bir devrim olarak tavsif ediyor. Modern batı dünyası İran'ı tek ve en büyük meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle İran'a ilişkin olarak sürekli önyargı üretiliyor. Muhteris, bencil, kibirli, küstah bir güç anlayışı İran ve İslam söz konusu olduğunda bütünüyle askerileştirilmiş bir dış politika uygulamasını hayata geçiriyor. Bu arada, İran'ın, İslam devrimiyle birlikte gerçekleştirdiği İslami kavramsallaştırmayı, Şiilikle sınırlandırmaması, evrensel bir İslami inşa için bütün farklılıkları içerecek Ümmet anlayışını esas alan bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini de belirtmek gerekiyor. Atasoy Müftüoğlu |
|
|
|
|
|
|
#3 |
|
Artık Renan’ı aşmak lazım. Sadece onu değil… Sykes ve Picot’ı da.
Milletimiz en az iki yüzyıldır savunmadadır. Bir koluyla kafasını yağan taşlardan korumaya çalışıyor. Diğer koluyla gözü bağlı yol bulmaya çalışıyor. Ama buna rağmen, tökezlemelere rağmen yerinde saymıyor. Ricat da değil bunun adı artık. İnadına rakibine doğru hamle yapan bir cüreti var. Bu çok yönlü savunmanın en büyüğü kültürel ve ideolojik savunma olageldi. Savunmanın bir kısmını, “İslam ümmeti” adına biz yüklendik. Çağladık, durulduk, kokuştuk, ağladık çağlar boyu. Çağlar tahterevallide milletlerin yerini değiştirdi. Karanlık Çağlar sadece Avrupa için geçerliydi. Müslümanların en parlak çağları ise, Avrupa’nın Karanlık Çağlar’ına denk gelir. Osmanlı’nın en parlak zamanı 16. yüzyıldı, malum. 17. yüzyılda duraklama oldu. 18. yüzyıla gerileme damgasını vurdu. 19. yüzyıl ise Osmanlı’nın çöküş asrı oldu. 20. yüzyıla Osmanlı’nın sarkması, Osmanlı’nın gücünden olmadı. Uluslararası siyaset bazen destek verdi suni solunuma. Sonunda ise, solunum hortumunu çektiği gibi, hançeri de beraber sapladı Osmanlı’ya. Osmanlı Devleti geriledi. Müslüman ülkeler geriledi. 19. yüzyıl bu gerilemenin artık zirvede olduğu zamanları ifade ediyordu. O dönemler İslamlığın bilimde, felsefede, ekonomide, devlet idaresinde geri olduğu belirgin hal almıştı. Renan gibi filozoflar bu gerilemeyi İslam’a yordular. 1883 yılında Cemalettin Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı geldi. Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslam’da olduğu, İslam’ın hem Kur’an ve hem de hadislerle ilmi teşvik ettiği yönündeydi. Bu mülahazaların özündeki siluet ise, kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne halde olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi. Bir anlamda, yaklaşık bir yüzyıldır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği savunma psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu Afgani. Avrupa’ya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlı’nın değildi. Aynı zamanda bütün Müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir savunma, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen. Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen şüpheydi. Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyit eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi bu. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık, belki bütün entelektüel çevrelere ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında. Sadece zaman ve mekâna göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu. Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu. Şimdilerde ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı… Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre--lükse olmadan--hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray: Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı. Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır. Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebalepti. Sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır. Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan, Kargılarını semaya sütun yapan alem, Hakka tapan alem, Adaleti mabet yapan âlem, Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı. Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı. El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu. Granada yerle bir. Tek bir kükremeye hasretti millet. Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde... Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi. İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi. Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler. Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık. Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında. Rusya’nın rızasını da almışlardı. Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı. Sykes-Picot Anlaşması… Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu. Balkanlar gitmişti zaten. Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü. Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler. Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu. Demem o ki… Artık Renan’ı aşmak lazım. Sadece onu değil… Sykes ve Picot’ı da. Hadi kendimizden başlamalım! |
|
|
|
|
|
|
#4 |
|
CIA’nin evvelki adı Stratejik Hizmetler Bürosu idi (OSS).
Ama şimdiki adı daha bir şık ya da --nasıl derler--“kiş” duruyor. Google haritası elinde. Disneyland coğrafyalarını çoğaltmak istiyor. Yeni nesil çocuklara iyilik yapmak için çırpınıyor. Banka hesaplarındaki bir liralık değişimden haberdar. IBAN, sanki “I ban” ironisi ile çıkıyor karşınıza! İstediği zaman, internette sosyal paylaşım sitelerinde yazılanlar elinde. Hatta gmail vb. e-posta şirketlerinin verdiği bütün hesapları tarayabiliyor. Silseniz bile, internet ortamında yazılan her şey aslında kayıtlı kalıyor. Internet zaten kontrolünde olabiliyor. Beynelmilel joystickler de elinde. İkinci Dünya Savaşında kurulan örgütün amacı “düşman hatlarında” ajanlık yapmaktı. 1947 yılına gelindiğinde, OSS CIA oldu. “Sabotaj, anti-sabotaj, imha ve boşaltma önlemleri ve “yer altındaki” direniş güçlerine, gerillalara, “özgürlük hareketlerine” ve mahalli komünist karşıtı unsurların desteklenmesi” amaçları arasındaydı. Hayattan özgürleştirmek de özgürlükler arasında yer aldı. CIA’nin temel amaçları arasında yabancı hükümetler, şirketler ve kişiler hakkında bilgi toplamak ve politika yapıcıları bilgilendirmek var. Bunun uzantısı olarak da gizli operasyonlar düzenlemek ve paramiliter oluşumlara her türlü destek vermekle kalmıyor. Para ve militer oluşum teminlerinde uzman bir örgüt. Aynı zamanda “Özel Faaliyetler Birimi” ile dış politikada adeta belirleyici bir konuma oturmakta. Bu nedenle George Bush ve Samuel Huntington dâhil siyasi ve akademik olarak birçok esas CIA bağlantılı oldu. Soros aynı çıkarların ekonomik alandaki uzantısı olarak CIA ile yolu kesişenlerden oldu. CIA’nin işleri özellikle 2004 yılında belirgin şekilde evirildi, değişti. Bu tarihten önce ABD hükümetinin tek istihbarat örgütü CIA idi. Değişiklik İstihbarat Reform ve Terör Önleme kanunuyla geldi. Böylelikle sadece ülke dışında değil ülke içinde de operasyon yetkisi kazandı. Daha da ilginç olanı onca ümitlerle ve daha zerre kadar bir şey yapmadan kendine Nobel Barış Ödülü bahşedilen Başkan Obama döneminde CIA’in bütçesi 80 milyara dolara ulaştı. Bu miktar sadece kayıtlı olan bütçeyi ifade ediyor. Bir de örtülü ödenek kısmı var ki onun da az olmadığı biliniyor… “Kara” operasyonlar için aktarılan kara para kayıtlara girmiyor. Yani, 80-100 milyar dolarlık yıllık bütçesi, 20 bin civarında çalışanı olan bir örgüt CIA. Aslında ABD’nin ikinci ordusu gibi. Ordunun “anayasal” olarak yapamadıklarını CIA kendi yasalarını oluşturarak yapıyor. ABD silahlı kuvvetlerinin yıllık bütçesi kabaca 500 milyar dolar. CIA’nin bütçesi İngiltere ordusunun bütçesinden daha fazla. İngiliz silahlık kuvvetlerinin 69 milyar, Çin’in 58 milyar, Fransa’nın 54 milyar, Japonya’nın “nefsi müdafaa” güçlerinin yıllık bütçesi 44 milyar dolar. Tabii bu paranın aktığı yerler var CIA başarıları için: basın, hükümetler, asker ve sivil taraftar. Başarılı operasyonların ufak maliyetleri oluyor. Başarıların bir kısmına gelince... 1952’de Mısır’da darbe oldu. “Özgür Subaylar Hareketi” yapmıştı. Nedeni bilinmiyor. J Mısır Kralına Özgür Subaylar kızmıştı. İsrail’le olan savaşta ülke çıkarlarına aykırı davranmıştı Kral. Darbe oldu. Nasılsa darbe sonrasında İsrail’in işleri daha bir kolaylaştı bölgede. 1953 yılında İran lideri Musaddık’ın darbeyle iktidardan düşürülmesi geldi akabinde. Musaddık sömürülen ülke kaynaklarını kamulaştırmak istemişti… 1958’de Cezayir’de bir başka filmin senaryosu çıktı. CIA Cezayirli öğrencileri Cezayir’in Fransa’ya karşı “istiklal” savaşında destekledi. Hatta o dönemde Charles De Gaulle’ün CIA tarafından suikasta kurban edileceği haberleri çıktı. Arada müttefiklerin de “didişmeleri” olabiliyor tabii… Ama iyi niyetli olmak lazım. ABD o dönemde Fransa-Cezayir rabıtasının Cezayir’i komünist Rusya’nın pençesine düşmesinden endişe ediyordu. 1960 yılında Türkiye’de Menderes hükümetini düşüren güç yine CIA idi. Menderes halkı arkasına aldığını sanmıştı. Ha bir de Sovyetlere yaklaşmıştı biraz… Darbecilerin ilk açıklamaları arasında “demokratik süreç” ve beynelmilel anlaşmaları tanıdıkları ifadeleri vardı. Tanıdılar, sıdk ile tanıdılar hem de. (1980 askeri darbesinde de tanımışlardı. Darbe kardeşliklerinin göz yaşartan sahneleri böyle yaşandı.) Tevafuklar devam etti… Mısır’da darbe olmuştu çok geçmeden benzer yıllarda. Libya’da 1963 yılında monarşi devrildi birden. Yine “genç subaylar” vardı devrede. Devrim Komuta Konseyi petrol fiyatlarını artırma çabasında oldu, artırdı da. Arap milliyetçiliği de vardı işin içinde. İsrail karşıtlığı da. ABD-Libya ticareti 1968 yılında Libya lehine 800 milyon dolar artıda oldu. 1970’lerde Araplara ilham olan bir ülke oldu Libya. Nasılsa petrolün ellerinde bir silah olduğunu anlamıştı Arap dünyası… Kaddafi ile George Bush arasında zihniyet farklı yoktu aslında. İkisi de askerdiler ve güneş gözlükleri vardı yani… Ama Kaddafi’den kesesi, CIA’den gelir sesi türden şeyler var… CIA 1981 yılında Kaddafi’yi ortadan kaldırmak için operasyon yaptı. Sonra iddialar saçıldı ortaya: Kaddafi Avrupa ve Afrika’da teröristlere yardım ediyordu! (Sahnenin devamı Bush döneminde 2005 yılında geldi Libya’ya. Ama Kaddafi hayatta kaldı.) Fas’ta olanlar ayrı bir konu tabii. Fas muhalefet lideri Mehdi Ben Barka kaçırılması ve kırklara karışması bir türlü anlaşılmadı. İnsan Hakları İzleme Derneği CIA’den defalarca gizli belgeleri açıklamasını istedi. Ama olmadı işte…1965 yılında Ben Barka Paris’te gündüz gözüne kaçırılmış ve cesedi bile bulunamamıştı. Ahmet Buhari yıllar sonra ışığın New York’taki Özgürlük Anıtının meşalesinden geldiğini açıkladı. Enteresandır 9/11 olaylarında CIA yetersiz de kalmıştı! Sonrasında seyyar bir El-Kaide petrolün çıktığı her yerde fışkırır olmuştu. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da derken, Yemen hedefe konuldu. Sonrası bildik masallar… Obama'nın açıklamasının ardından ABD medyasında Yemen haberlerine geniş yer verilmeye başlandı. Gazetelere konuşan kimi "adını vermek istemeyen" kaynaklar, Yemen'deki El Kaide örgütünün ABD topraklarında bir saldırı yapabilecek çapta olduğunu iddia etmeye başladılar. “Yemen kökenli bomba tehlikesinin ardından” ABD yönetimi bu ülkeye CIA ajanlarını göndererek "teröre karşı mücadele başlatıldığını" açıkladı. “Terör” en güzel diploması sermayesiydi. Ha bir de kitle imha silahları olurdu arada… Vurmak için gerekçe terör olmazsa, bu sefer “demokrasi” devreye girerdi. ABD ve İngiltere'nin ilgi alanına giren Yemen'in kuzey bölgesindeki Şii Husiler Yemen hükümeti ile savaşıyordu. Bu savaş nedeniyle Yemen'deki ABD destekli hükümet oldukça zayıflamış durumdaydı. Suudi Arabistan ise Kuzey bölgesindeki bu isyanı kendi ulusal güvenliği için tehlike olarak tanımlıyordu. Bu nedenle Yemen ordusu ve Suudi Arabistan'a bağlı güçler geçtiğimiz yıl içinde Kuzey Yemen'de operasyonlar yapmıştı. Bu operasyonlar Kızıldeniz'e konuşlanmış ABD savaş gemilerinden atılan füzelerle de destekleniyordu. Araştırmacı Rick Rozoff ise Yemen'de gizli bir ABD operasyonu olduğunu belirtiyordu. Rozoff'a göre, bu operasyon ABD kadar NATO tarafından da genişletiliyor ve Yemen'in ileride Afganistan ya da Irak gibi işgale uğramaması için hiçbir neden yoktu. Rozoff gibi gazetecilerin dikkat çektiği husus, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'nde NATO etkinliğinin artıyor olmasıydı. Çevre ülkelerden Somali'de NATO koordinasyonunda "korsan avı" başlatılırken, ABD Cibuti’de bir üsse yerleşiyordu. Fransa ise Basra Körfezi'nde bir üs inşası başlatıyordu. Rozoff'a göre amaç, Orta Asya'dan Avrupa'ya uzanan rotanın en önemli güzergâhını ABD'nin kontrolü altına alınmasıydı. Çin sadece seyretmiyordu tabi ki. İşte böyle… CIA dünya çapında bu kadar yoğun bir NGO. Amacı yurtta sulta cihanda sulta. Başını kaşıyacak vakti olmayan bir örgütün bugün Fas, Cezayir, Tunus, Yemen, Mısır, Libya gibi ülkelerde operasyon yapıyor derseniz kimseyi inandıramazsınız. Çünkü... CIA tüm hasta, hamile ve kafayı çeken personeli haricinde tam kadro Disneyland'dalar. Disneyland'a tam kadro sığmadıkları için coğrafyada değişiklik yaptılar sadece. Disneyland'ın da enerji kaynaklarına yakın olması kesintileri önlemek için. Çocuklar aniden karanlıkta kalmasınlar. Aksi halde demokrasi sinemasında ürkek alışırlar. “Good Night and Good Luck!” filmi gösterimde… |
|
|
|
|
|
|
#5 |
|
Çöl Aslanı Ömer Muhtar, Libyalılara öncülük ederek işgalci İtalyanlara karşı on yıl kadar destansı bir direnişin tarihini yazdı. Asla teslim olmayacaklarını haykırdı durdu. İşgalcilere, “bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız”, dedi. Sahte bir mahkeme kurularak hakkında idam hükmü okunduğu zaman, “beni öldürdüğünüzü düşünebilirsiniz, ama ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım”, diyerek de meydan okudu İtalyanların şahsında tüm sömürgecilere.
|
|
|
|
|
|
|
#6 |
|
"Meçhul ve isimsiz biri olarak, dünyada eziyet çekenlerin yanına gidip eziyet ve işkencede onlara ortak olmak istiyorum. Aynı şekilde Afrika devrimcileri saflarında savaşıp şehadet mertebesine ulaşmak da arzularım arasında"
"Gece yarıları yerin ve göğün esrarengiz suskunluklarında, münacat edip yıldızlarla konuşmak ve yavaş yavaş samanyoluna doğru yükselmek istiyorum. Alemde sonsuzlaşmak, varlık aleminin sı*nırlarından geçmek istiyorum." "Dert ve gamla dolu kalbim Özgür olmak istiyor. Pejmürde ru*hum artık uçmak ve şu kara gurbet beldesinden göçüp gitmek için ridasını, yolculuk vadisine çekmek istiyor. Gönül, varlık yükünden kurtulup, yokluk aleminde sadece Allah'ıyla vahdete ulaşmak derdinde"... Şehid Dr. Mustafa Çamran |
|
|
|
|
#7 |
|
‘Kum devrimleri’nin Arap/Ortadoğu politik coğrafyasında yarattığı 'korku'yu anlamak için Suudi Arabistan’a bakmak yeterli…
Ödleri öyle patladı ki, ABD ile didişmeyi dahi göze aldılar… Bugün size devrimlerin ülkeye sirayet etmemesi için Suudiler’in neler yaptığını, gizli girişim ve operasyonları anlatacağım… Suud Krallığı için öncelikli bölgeler Yemen ve Bahreyn... Riyad'ın bu ülkelerdeki muhalefetin arkasında İran’ın durduğuna ilişkin inancı tam… Anımsanacağı gibi son olaylara kadar Krallığın en büyük derdi, Kral Abdullah’tan sonra tahta kimin geçeceğiydi.. Kral yaşlı ve hasta olduğundan, veliahtlar arasından kimin öne çıkacağı tartışması yaşanıyordu. Fakat bir başka sorun, sıralı veliahtların da hayli yaşlı olmalarıydı. Bugün ise genç-yaşlı ayrımı kalmadı.. Ülkede prensler devrimlerin krallık sınırını geçmemesi için el birliği yapmış görünüyor. Ülkenin Suriye politikalarını Kral Abdullah’ın oğlu Abdulaziz bin Abdullah takip ediyor.. 20 gün kadar evvel Şam’a gitti. Gizli bir seyahat demesek de, 'göze batmamaya çalıştı' diyebiliriz. Kulağıma gelenleri aktarayım: Burada Beşar Esad’la bir görüşme yapıyor Abdülaziz.. Ondan Tahran’la görüşmesini, İran’ı Körfez’e karışmaması konusunda uyarmasını istiyor… Bunun üzerine 24 Mart’ta Suriye Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim Tahran’a hareket ediyor, mesajı iletiyor. (Suriye’nin kendi dertleri diz boyuyken, Riyad-Tahran arasında mesaj taşıması.. Demek her ikili temasa her 'arabulucu' olmuyor.) Yemen ve Bahreyn’de kalkışmalar patlak verdiğinde, Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği ve Meşhed’deki konsolosluğa yönelik-kimi iddialara göre Şii milisler tarafından organize edilen-saldırılar yaşanmıştı… Ancak İran yönetimi Bahreyn ve Yemen olaylarına destek verdiğini gösteren herhangi bir işaret vermekten hep kaçındı. Riyad ise Tahran desteğinden adı gibi emin. Özellikle, İran Devrim Muhafızları Pasdaranlar’ın eylemleri desteklediği hatta silahlandırdığı konusunda şüphesi yok. (Garip bir şekilde, Batılı istihbarat servisleri-bu konuda hayli meraklı olmalarına rağmen-İran’ın desteği konusuna iman etmiyorlar!) Krallığın güvenliği ile ilgili bir mesele olduğunda Prens Bandar’dan söz etmeden geçmek imkansız! Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Başkanı olan Prens Bandan bin Sultan Batı dünyasında, özellikle de ABD’de hayli güçlü ve ilginç bağlara sahip... (Şu kadarını söyleyeyim; Bandar dünyada ABD’nin Saddam Hüseyin’e saldıracağını öğrenin ilk kişiydi. Beyaz Saray’da bizzat Başkan onun kulağına operasyonu dakikasına kadar fısıldadı.) Bandar’ın bugün Bahreyn'le ilgileniyor.. Buradaki Şii hareketini kontrol etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan yönetimi Bahreyn'e 1000 asker sevk ettiği gece, yine kişisel tanışıklığı bulunan ABD Savunma Bakanı Robert Gates’i arayarak durumu anlatan yine o olmuş! Bu konuşmanın ardından, aslında Bahreyn’e böylesi bir müdehaleden hazzetmeyen Washington’un sessizleştiği söyleniyor. (Washington-Riyad ilişkisi iyi bir dönemden geçmiyor: Kral’ın Bakan Gates ve Dışişleri Bakanı Clinton’un görüşme talebini reddettiği söyleniyor. Elinizde hangi koz bulunursa bulunsun, ABD’nin bu seviyedeki resmi görüşme taleplerini reddetmek her ülke için stres kaynağı olur!) Krallık açısından bölgesel denklemleri etkileyeceğine inanılan bir başka ülke Mısır.. Prens Bandar bu ülkeye de bir ziyaret yaptı.. Kahire daha kendine gelememiş olsa da, Bahreyn’e asker göndermenin gerekçelerini anlattı… Ardından, bu önemli, Bandar Çin’e gitti. Mart ayının 19’unda Beijing’de bulunan Prens, hem-dikkat-Çin lideri Hu Jintao ile hem de-bir dikkat daha-Xi Jinping ile görüştü. (Xi Jinping Çin’in yeni patronu olabilir!) Onlara da müdehalenin gerekçelerini izah etti. Çin tabii Arabistan için önemli.. İran konusunda pozisyonu düşünüldüğünde, Riyad’a anlayış gösterecek bir Bejing politikasının yararı açık. Yemen’e gelince.. Krallığın Yemen politikasını İçişleri Bakanı Nayef bin Abdülaziz yönlendiriyor. (Neden İçişleri Bakanı? Belki, Ulusal İstihbarat Servisi’nin başında bulunan bir başka Prens, Makrin bin Abdulaziz tarafından desteklendiği için olabilir!. Savunma Bakanı Sultan bin Abdülaziz buna ne der, hep ayrı tartışma konuları ve işte bu yüzden Suudi hanedanının ilişkileri karışık.) Konumuza dönersek, Yemen lideri Ali Abdullah Salih 22 Mart’ta Dışişleri Bakanı’nı (Ebu Bekir el-Kabri) Suudiler’e yolladı.. Göstericilerle arasında arabulucuk yapmasını istedi. (Zaten Krallık 30 yıldan fazladır yönetimi destekliyor.) Riyad da, ülkedeki aşiretlerle sahip olduğu bağları kullanarak muhaliflerle ilişki kurdu. Yemen liderinin üvey kardeşi olan, Başkent Sanaa’nın da komutanı General Ali Muhsin el-Ahmer’in de (kısa bir süre önce Salih’i terk etmişti!) bu yaklaşımı desteklediği söyleniyor.. ABD’nin bu yeni duruma nasıl analiz edeceğini göreceğiz... İşte Suudi Krallığı’nın kapısını kadar gelen devrim mikrobunun önlemek adına kullandığı dezenfeksiyon yöntemleri böyle… |
|
|
|
|
|
|
#8 |
|
Tennure pergel, Piramit açılarını ölçebilir mi?
'Model ülke' planı ne kadar daha işleyebilir?.. ‘Model’in etki alanını biliyoruz.. Dışişleri Bakanı Davutoğlu yüzölçümünü gayet matematiksel oranlarla anlatmıştı… "Türkiye’ye pergeli koyup, bin kilometrelik bir daire çizerseniz 20, 3 bin kilometrelik daire çizerseniz 70’den fazla ülke girer"… Ancak pergeller daire çizerken ne kadar kullanışlıysa, piramit açılarında zorlanabilirler... Bir "model" ülke, örnek gösterildiği ülkeler o modele ulaşınca ne olur? Tez şudur ki; pergel daralmaya başlar… Bunun somut örneğini önce Mısır’da göreceğiz.. Kahire’nin "modelleşme" hızı yükseldikçe, etki alanı artacak, o da daire çizmeye başlayacak! Kimi teorisyenlere göre, kesişen bu çemberlerden de bir Ortadoğu dengesi üretilebilir.. Örneğin, "Türkiye-Mısır-İran" üçgeni gibi! Tabii daha önce "hangi İran" sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Tersi de mümkün.. Modeller arttıkça modele ihtiyaç kalmayacak. Türkiye’nin etki alanı komşulara daralacak. Para yeni modellere kayacak.. Hepsi tez... Peki bunlar ne zaman olacak?.. Türkiye'nin iç politik dengelerine etkisi nasıl olacak? |
|
|
|
|
|
|
#9 |
|
Dün Washington’da ülkenin en güçlü İsrail yanlısı lobi örgütü Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) yıllık konferansında konuşan Obama şunları söyledi: “Dört yıl önce sizin önünüze geldiğimde İsrail’in güvenliği kutsaldır demiştim. Bu inanç, başkan olarak benim kararlarıma yön verdi. Gerçek şu ki, benim yönetimimin İsrail’in güvenliğine bağlılığı benzersizdir. İsrail, Mavi Marmara olayından sonra izole edildiğinde onları destekledik.” Obama, askeri seçeneği ima ederek hiçbir seçeneği dışlamadığını bir kez daha tekrarladı ve “Buna Amerikan kuvveti de dahildir. ABD’yi ve çıkarlarını korumak için güç kullanmam gerekirse tereddüt etmeyeceğim” dedi.
|
|
|
|
|
|
|
#10 |
|
Arnold Toynbee nin; “Seküler Batı uygarlığının, kendi uydurduğu yalanlar içinde bile tutarlılık sağlayamadığını, çürümüş ve sapkın bir uygarlık olduğunu; bilim, kültür ve düşüncede yaptığı atılımlara rağmen, aslında insan soyunu ve gezegenimizin geleceğini bile yok edebilecek bir kaba kuvvet mekanizmasına dayandığını” “100 yıl içinde İslam ın, dünyanın geleceğini belirleyebilecek yegane aktör konumuna yükseleceği” basireti ile netice “ Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa nın refahı ve medeniyeti yıkılır „ (Prof.Dr.Neumark.) neş et ediyor vesselam.
|
|
|
|
|
![]() |
| Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
| bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|