|
|
|
|
#1 |
|
Gurur´un Zemm, Hakikati ve Misalleri
ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi ALLAH hakkında aldatmasın(Lokman/33) O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ´Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım´. Onlara ´Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!´ denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) mü´minlere şöyle bağırırlar: ´Bizler sizinle beraber değil miydik?´ Mü´minler ´Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. ALLAH´ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz), o çok aldatıcı (şeytan), sizi ALLAH(ın affı) ile aldattı´.derler.(Hadîd/13-14) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür.1 Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) ALLAH´ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder! İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de... Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim. I. Misal Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu ALLAH hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, ahiret borçtur. O halde dünya ahiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu ahirete tercih etmek gerekir´. Yine der ki: ´Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, ahiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız´. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis´in kıyasına benzer. Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın.(Sâd/76) Bu mağrurlara şu ayet-i celîlede de işaret vardır: İşte onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.(Bakara/86) Bu gururun tedavisi, ya iman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred iman tasdikine gelince, ALLAH Teâlâ´yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir: Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. ALLAH katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir.(Nahl/96) ALLAH katında olan daha hayırlıdır.(Kasas/60) Ahiret daha hayırlı ve daha bâkîdir.(Alâ/17) Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.(Âlu İmran/185) Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!(Lokman/33) Hz. Peygamber (s.a) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hz. Peygamber´i tasdîk ettiler, ona iman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri ´ALLAH mı seni peygamber olarak gönderdi?´ derdi. Hz. Peygamber ´evet´ deyince, o da tasdik ederdi. Bu iman, halkın imanıdır. Bu iman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin imanı, babanın çocuğuna ´mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır´ demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir. İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, ahiret ise borçtur!´hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından ahiret müddetine kıyas et. Çünkü insanoğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise ahiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz. Bu bakımdan ahirete iman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, ahiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan ´Peşin, borçtan dahil hayırlıdır´ kıyasında yanılmıştır. Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gafil olmuştur. Çünkü ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır´ mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsanoğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: ´Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Ahiret ise şüphelidir!´ Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir. Fakat tüccar şöyle der: ´Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!´ Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir. Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır´. İşte tıpkı bunun gibi ahiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer ahiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer ahiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur. Bu sırra binaen Hz. Ali ALLAH´ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: ´Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun´. Hz. Ali, bu sözünü ahiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer ahiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir. İblis´in ´Ahiret şüphelidir!´ şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine mü´minlerin nezdinde ahiret kesin ve yakîndir. Mü´minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır. Birinci Yol Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek iman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi ahireti tasdîk eden ve ahiretten haber veren, takvanın, ahiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, ALLAH´ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla ahireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar. İkinci Yol Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hz. Peygamber´in ahiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrail´den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hz. Peygamber´in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler), peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi... Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun haki-kati keşfolunur. Ruhun ALLAH´ın emrinden olduğu görünür. Ruhun ALLAH´ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; ´ALLAH´ın sadece mahlûkudur´ densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir: 1.Emir âlemi 2.Halk (yaratma) âlemi Emir de, halk da ALLAH´ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma), dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hz. Adem´in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hz. Adem´in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hz. Adem´i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet ALLAH´ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. ALLAH´ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir: O kimseler gibi olmayın ki ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19) Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) ´Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman ´Fesaketü´r-rutabetu an kumamiha´ denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına ´mârifet ve velayet´ denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir. Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın ´âhiret şüphelidir´ aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle mü´min olanlar, ALLAH´ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir. Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü imanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece iman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir. Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82) Muhakkak ki iyilik yapanlara ALLAH´ın rahmeti pek yakındır.(Araf/56) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İhsan, senin ALLAH´ı görür gibi ALLAH´a ibâdet etmendir,2 ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: Asr´a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr Sûresi) ALLAH´ın Kitabı´ndaki mağfiret va´di, iman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin ALLAH´ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim: ALLAH´ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: ´Eğer ALLAH´ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız´. Nitekim ALLAH Teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur: Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer RABBİMe döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.(Kehf/36) Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken mü´min ona şöyle dedi: ´Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?´ Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, mü´minin sözünü reddederek şöyle dedi: ´Ahiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir´. ALLAH Teâlâ, As b. Vail´in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´Elbette bana mal ve evlat verilecek!´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77) O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı?(Meryem/78) Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail´den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: ´Onu âhirette alırım´. O cevap olarak bana ´Ben ahirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi: Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´elbette bana mal ve evlat verilecektir´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77) Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak ´Bu benim hakkım! Kıyametin kopacağını zannetmiyorum? RABBİMe döndürülecek olsam bile muhakkak O´nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır´ der.(Fussilet/50) Bütün bunlar, ALLAH´ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis´in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden ALLAH´a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında ALLAH´ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, ahiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Ahiret azabını, onun üzerine kıyas ederler. Nefislerinde de ´ALLAH bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir.(Mücâdele/8) Bazen de mü´minlere bakarlar. Mü´minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve mü´minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler: ALLAH´ın aramızdan kendilerine iman ihsan ettiği kimseler şunlar mı?(Enam/53) Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı.(Ahkaf/11) Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: ´ALLAH dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: ´ALLAH geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!´ Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: ´Eğer ben ALLAH´ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım ALLAH bana ikramda bulunmazdı´. Kişinin zihnini karıştıran şey ´Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği´ düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: ALLAH´ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, ALLAH´ın nimetine aldanmıştır; zira ALLAH katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil ALLAH´ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin ALLAH´ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir. Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır. Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcıdırlar; zira ALLAH Teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi... Nitekim Hz. Peygamber´den böyle vârid olmuştur.3 Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: ´Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi´. Dünyanın kendilerine yönelişini, ALLAH´ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: ´Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!´ Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun ALLAH katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir. Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse ´RABBİM bana ikram etti´ der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa ´Rabbin beni zelil düşürdü´ der.(Fecr/15-16) ALLAH Teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden ALLAH´a sığınırız. ALLAH Teâlâ´dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu ALLAH Teâlâ beyan etmiştir. Hasan Basrî der ki: ALLAH Teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da ´hayır´ demek suretiyle yalanladı. ALLAH Teâlâ şöyle der: ´Mal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir, Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin ALLAH´tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın ALLAH´a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: ALLAH´ın Kitabı´na iman ve O´nun Rasûlü´nü tasdik etmektir. Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller.(Mü´minûn/55-56) Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız.(Kalem/44) Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44) ´Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız´ ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!´ Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır.(Âlu İmran/178) ALLAH´ın Kitabı´nda ve Hz. Peygamber´in Sünneti´nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona iman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei ALLAH´ı ve ALLAH´ın sıfatlarını bilmemektir; zira ALLAH´ı bilen bir insan ALLAH´ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. ALLAH başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder. Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/98) ALLAH Teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur: ALLAH´ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar.(A´raf/99) Onlar hileye saptılar. ALLAH da ona karşılık verdi. ALLAH fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir.(Âlu İmran/54) Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak!(Tarık/15-17) Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi ´Benim kızgınlığımdan kork´ diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran ALLAH´ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin ALLAH´ın dünya nimetlerini kendisine vermesini ALLAH katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle ALLAH katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir. İkinci Misal İkinci misal, mü´minlerin günahkârlarının ´ALLAH kerîmdir, biz O´nun affını ümit ederiz´ demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir. ´ALLAH´ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir´ zannıyla ´Kullarının günahları ALLAH´ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i tevhidiz, mü´miniz, iman sebebiyle ALLAH´tan ümidimiz vardır´ zanlarıyla olur. Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hz. Ali´nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de ALLAH´tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise ALLAH´a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır. Şeytanın Hz. Ali´nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: ´Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. ALLAH sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!´ Aldanmış kişi, Hz. Nuh´un (a.s) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hz. Nuh (a.s) rabbine şöyle seslendi: Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va´din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin. ALLAH Teâlâ, Hz. Nuh´a cevap olarak şöyle buyurmuştur: Ey Nuh! O senin ailenden değildir, o(nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.(Hûd/45-46) Hz. İbrahim (a.s) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. ALLAH Teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de ALLAH´a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: ALLAH itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: ´Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz´. Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe´ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde ALLAH katında takvâ´nın başkalarına faydalı olması, ALLAH´ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de ALLAH´ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için ALLAH Teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir. İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin ´ALLAH kerîmdir. Biz ALLAH´ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz´ demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Ben kulumun, zannı üzereyim´. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır! Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hz. Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: ´Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, ALLAH hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan´da bulunmuştur´. İşte günahkârların bu sözü de ibâdetsiz olarak ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona ´ümid´ ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa ALLAH Teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur: Onlar ki inandılar, göç ettiler, ALLAH yolunda savaştılar; işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar. ALLAH çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Bakara/218) Yani böyle kimselerin ALLAH´ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ başka bir ayette ahiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur: (Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o mü´minlere bahşedilmiştir).(Vâkıa/24) Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyamet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir.(Âlu îmran/185) Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, ´Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir´ diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir. Hasan Basrî´ye "Amellerim zâyi ettikleri halde ´Biz ALLAH´tan ümit ederiz´ diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak ´Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar´ dedi. Müslim b. Yesar der ki: ´Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim´. Bunun üzerine biri ona cevap olarak ´Biz ise ALLAH´tan ümidimizi kesmiyoruz´ dedi. Müslim, cevap olarak ´Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar´ dedi. Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha iman etmeden önce veya iman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce ALLAH´ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de ALLAH´ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de iman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) ALLAH Teâlâ´nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, tevhid üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini ALLAH´tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, ALLAH´a güvenerek aldanmış kimselerdir. Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.(Furkan/42) Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.(Sad/88) ALLAH Teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır: Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık.(Secde/12) Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, ahirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin ´Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir´ (Necm/39) sözün doğrudur. Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere ´Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve ´ALLAH hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz´ dedik". (Mülk/8-9) Yani biz size ALLAH´ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size ´Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir.´ (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi ALLAH´a güvendirip aldatan ne idi? Onlar cevap olarak şöyle dediler: ´Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!´ Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler!(Mülk/11) Eğer ´Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?´ diye sorarsan cevap olarak deriz ki: ´Reca ve ümit iki yerde güzeldir: 1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine ´Senin tevben kabul edilmez?´ deyip kendisini ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, ALLAH Teâlâ´nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, ALLAH´ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır. De ki: ´Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin, ALLAH bü-tün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez.(Zümer/53-54) İşte burada görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir. Ve ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82) Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum´a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum´a namazına gitmek gelirse, şeytan ona ´sen cum´aya yetişemezsin, yerinde dur´ dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum´aya giderse ve cum´aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde ´İmam benim hatırım için cum´a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder´ ümidinde ise, bu kişi mağrurdur. 2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine ALLAH´ın nimetini ve salih kullarına va´dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlamalıdır: Muhakkak mü´minler zafer bulmuştur. O mü´minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.(Mü´minûn/1-11) Birinci reca (ümit), tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: ´Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır´. Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, ALLAH´tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini ALLAH´ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: ´ALLAH günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada bir-takım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O´nun rahmetiyle nasıl aldanırım?´ Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, ALLAH´tan yüz çevirmelerinin, ahiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur: Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır.4 Hz. Peygamber´in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş za-manlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz ALLAH´ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, ALLAH´tan yüz çevirmiş olarak görürsün. ALLAH´ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: ´Selef-i salihînin, ashab-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!´ Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hz. Peygamber (s.a) Me´kal b. Yesar´ın kendisinden rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur: Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur´an, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecek-tir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: ´Benim bu iyiliğim ALLAH katında kabul edilir´. Eğer kötülük yaparsa der ki: ´Benim bu kötülüğüm affedilir´.5 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur´an´daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. ALLAH Teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur: Onların ardından, yerlerine geçip Kitab´a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169) Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler. (Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.(Rahman/46) Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va´dimdir.(İbrahim/14) Kur´an, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur´an hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur´an´ın içindeki hükümlere imanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur´an´ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur´an´ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur´an´daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır? İşte buraya kadar söylediklerimiz, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder. Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur. Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle ALLAH´tan af talep eden veya günde yüz defa ALLAH´ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün ALLAH´ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gafil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri kaydetmiş, ALLAH da her kelimeye karşı ceza vereceğini va´detmiştir. (İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.(Kaf/18) Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı. Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs´in ve Firdevs´teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek ALLAH´ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur´an´ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan ALLAH (c.c) ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır ALLAH en doğrusunu bilir. ____________ 1)İbn Ebî Dünya 2)Müslim, Buhârî 3)Tirmizî, Hâkim 4)Ucub bölümünde geçmişti. 5)Deylemî, Müsned´ül-Firdevs
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu
Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. İman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle ALLAH´ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir. Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, imanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur: Zani bir kimse, mü´min olduğu halde zina etmez.7 Hz. Peygamber bu sözüyle ALLAH´ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan imanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu imanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez. Hz. Peygamber (s.a) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın ALLAH´tan uzaklaştırıcı ve ALLAH´ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan imanın yokluğunu kasdetmiştir. Nitekim doktor ´Şu zehirdir, onu yemeyeceksin´ dediği zaman, doktorun aksine onu yerse ´Mü´min olmadığı halde zehiri yedi´ denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun ´zehir öldürücüdür´ sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz. Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. İman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, ALLAH´tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır´.8 Bunun misali, ´İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir´ diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun. Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan iman, insan gibidir. Tevhid şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, imanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhid ve Risalet´e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir. Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde imanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir. Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan iman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o iman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan iman boyle değildir. Asi bir kimsenin muti bir kimseye ´Senin mü´min olduğun gibi ben de mü´minim´ demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına ´Ben de ağacım, sen de!´ demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır". Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi? Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur. Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra ALLAH korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir. Bu bakımdan günahlar, iman için, bedenleri kemiren´zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozulun-caya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir. Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır. Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan ahiretin elden gitmesidir. O ahiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir. Günah zehirleri, iman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur: Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler. (Yâsin/8-10) Sakın iman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki iman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de mü´min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan imandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan imandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi... Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer´e, fer´in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,.. Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır. Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab´ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik. 7) Müslim, Buhârî 8) Tirmizî |
|
|
|
#3 |
|
Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir
Kur´an´ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira ALLAH Teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur: Topluca ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz. (Nûr/31) Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir. Zira tevbenin mânâsı; ALLAH´tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şsytanm insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularmdandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra ALLAH´ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va´dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir: Eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriye-tini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım. (îsra/62) Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp ALLAH´ın yoluna yönelmektir. Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem´in özelliğidir. Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind´indir. Her güzelin tabiatı Hind´in tabiatı gibidir. Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır. Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm´ın hakikatinden gafil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm´ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, ALLAH´ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır. Bu bakımdan bu durum tevbe´nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Adem´in (a.s) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi... Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz. Tevbefnin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır. Nitekim Kur´an´da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz. Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, ALLAH´ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz. Eğer bundan da kurtulursa ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum. Bunun için ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur: Öyle ki ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir. (Fetih/2) Hz. Peygamber´in´ yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır? Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. ALLAH´ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe´nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer´an vâcib değildir. Bu bakımdan senin ´tevbe her durumda vâcibdir´ sözünden maksad nedir? Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe´nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir. Aksine tevbe´nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir. Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi... Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) ´Reyn´ denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi... Nitekim ALLAH Teâlâ şöjde buyurmuştur: Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14) Bu bakımdan ´reyn´ (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder. Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır. Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir. Buna Hz. Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir: Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin! O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür. Senin ´Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib´in iki mânâsı vardır. Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla ALLAH´tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler. Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud´a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir. Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir. Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler. Hz. İsa (a.s) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi: - Sen ahiret için dünyayı terketmemiş miydin? - Evet, ne olmuş? - Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden başını yere koymuyorsun? Bunun üzerine Hz, İsa (a.s) taşı atarak başını toprağa koydu. Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hz. İsa´nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hz. Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va´dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu. Hz. Ebubekir´in (r.a) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, ALLAH´ın bütün mahlûkundan daha fazla ALLAH´ı, ALLAH´ın yolunu, mekrini, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz ALLAH´a güvendirip aldatmış olmasın! Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını ´koklarsa bilir ki nasûh tevbe´nin lüzumu ALLAH yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır. İsterse bu kul Nuh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir. Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: ´Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?´ Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur. Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibe-tiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer. Hz. Ali´den şöyle rivayet edilmiştir: ´İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her mu-sibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır´. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Ölüm meleği kula göründüğü zaman, ona ´Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak kadar bile o saatten geri kalmazsın´ der. Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez. İşte ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur: Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir. (Sebe/54) Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de ´Ey RABBİM! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sa-lihlerden olsam!´ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (ALLAH yolunda) harcayın. ALLAH bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve ALLAH bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Münâfikûn/10-11) Denildi ki: Kulun ALLAH´tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir: - ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde RABBİMin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim. - Günleri tükettin, artık günün yoktur! - Öyle ise bir saat beni tehir et! - Saatleri tükettin artık saatin yok! Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur. Bu hallerin sadmelerinde imanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce ALLAH Teâlâ´dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu tevhid üzerine çıkar. İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur. Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca ´Ben şimdi tevbe ettim?´ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur, (Nisa/18) ALLAH´a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler.(Nisa/17) Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin! Bu sırra binaen Lokman Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir. Kim acele tevbe etmeyi ´sonra yaparım´ diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır. Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir.9 Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır. Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile ALLAH´ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile ALLAH´a varan kurtulur. Öyleyse kalp, ALLAH´ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de ALLAH´ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir. Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette ALLAH Teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar! 1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum! Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım. Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım. Bu bakımdan emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki olacağını da iyi (düşün)!´ 2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum! Senin nezdindeki emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi? Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer emanetimi koruduysan ben de va´dimi îfâ etmek suretiyle seni karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti sen den istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!´ Nitekim ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinde buna işaret vardır: Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim, (Bakara/40) Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler, (Mü´minûn/8) 9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir. |
|
|
|
#4 |
|
Ümid´in Çaresi ve Sebepleri
Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir: a. Mârifetler b. Haller ve durumlar c. A´mâl (ameller) Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir. Bu kaide, ALLAH´a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid´ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik. Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez. Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin. Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar. İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat ALLAH Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber´in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir. Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar. Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir. Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun. Böylece ALLAH Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve ALLAH Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. ALLAH Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da ALLAH Teâlâ´nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim. Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde ALLAH´ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir. Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin ALLAH´a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu ALLAH´ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir. Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur. Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir. Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez. Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette... Küçük kıyametten gayem ölüm halidir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur. Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir: Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En´âm/94) Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir: Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14) Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi... Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman ´Onların yeri sarsıldı´ demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de... Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır. İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır. Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir. Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır. Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir. Bu bakımdan büyük kıyamet´in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! ´Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir´. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır: (Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61) Bu bakımdan iki kıyamet´i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir. Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi´nin şu sözünü duymadın mı? Vâiz olarak ölüm, yeter!10 Hz. Peygamber´in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? ´Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır´. Ey ALLAHım! Muhammed´e ölümün acısını kolaylaştır.11 Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar. Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler. Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur: Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10) Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar. Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar... Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir. Böylece Kirâmen Kâtibin´in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur. Nitekim Hz. Peygamber´in hadîsinde buna işaret vardır: Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz. Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir. 10) Beyhakî 11) Tirmizî |
|
|
|
#5 |
|
Sabrın Fazileti
Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almaz. Böylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olur. Bu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsın. Şehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır. Öyle ise ALLAH sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesin. Bu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursun. Böyce ALLAH Teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesin. Sen bitki gibi değilsin. Çünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çeker. Bu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtır. Nasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştır. Eğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak ALLAH Teâlâ´nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildir. Fakat bütün bunlara girmek istemiyoruz. Ancak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın. Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridir. Fakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedir. Eğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf et-mekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdın. Elde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi. Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsın. O kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidir. Bu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederler. Gelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildir. Bu bakımdan ALLAH senin için başka bir irade halketti. O irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardır. Nitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi... Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir. Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldun. Nitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi... Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdik. Bu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| Seçenekler | |
| Stil | |
|
|