|
|
|
|
#1 |
|
Korku´nun Hakikati
Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildir. Onlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdır. Diğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydir. Kul bunların ikisinde de sabra muhtaçtır. Kul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildir. Bu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir. Birinci Çeşit Kulun hevasına uygun olanıdır. Bu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridir. Bu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür. ´Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder´. Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: "Bela karşısında mü´min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir´ Sehl et-Tüsterî şöyle der: ´Afiyet üzerinde sabır, bela üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir´. Dünyanın kapıları ashab-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: ´Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrede-medik!´ Bunun için ALLAH Teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitne-sinden sakındırarak şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi ALLAH´ı an-maktan, alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münâfikun/9) Ey iman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının. Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki ALLAH gafûrdur (çok bağışlayandır), rahimdir (çok merhametlidir).(Tegâbün/14) Hz. Peygamber de şöyle demiştir: ´Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir´.18 Hz. Peygamber, torunu Hasan´ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu: ALLAH doğru söylemiştir: ´Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir bela ve imtihandır´. (Teğâbün/15) Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım.19 İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardır. Bu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektir. Afiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ´be dalmamak, malında ALLAH´ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktır. ALLAH´ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktır. Bu sabır, şükre bitişiktir. İleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanır. Zenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır. Hz. Ali (r.a) ´Güç yetmemek ismettendir demiştir. Hacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelir. Yemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildir. Bu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür. İkinci Çeşit İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektir. Bu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardır. Eziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi... Birinci Kısım Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdır. Bu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridir. Bunlar da iki çeşittir: A) İbadet Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtır. İbadette sabır şiddetlidir. Çünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürker. Rubûbiyyet arzusunda bulunur. Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: ´Hiçbir nefis yoktur ki Firavun´un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın´. Firavun´un arzusu şu sözüdür: Ben sizin en yüce rabbinizim!(Nâziat/32) Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib etti. Onlar da kendisine itaat ettiler. Bu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur. Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve ´Nasıl bu kusuru yapıyorsun?´ diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet eder. Madem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Namaz gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle on-dan hoşlanmaz. Zekât gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmaz. Hac ve cihad gibi... Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektir. ALLAH´a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur: 1.Birincisi ibadetten öncedir. Bu, niyetin tashihinde, ihlasta,riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedir. Bu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır.20 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Oysa kendilerine, dini yalnız ALLAH´a hâlis kılıp O´nu birleyerek ALLAH´a kulluk etmeleri emredilmişti.(Beyyine/5) Yine ALLAH Teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur: Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l) 2.İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında ALLAH´tan gafil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidir. Amelin sonuna kadar edebe riayet etmelidir. Bu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı,ameli bitirinceye kadar sabretmelidir.Bu sabır,sabrın şiddetlilerindendir. Nitekim şu ayet-i celîle´den bu mânâ kastedilmiştir: Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59) 3.Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır.Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır. Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33) Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın).(Bakara/264) Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştır. İbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlar. Kişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır. ALLAH Teâlâ bunları şu ayet-i celîle´de derlemiştir: Muhakkak ki ALLAH adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.(Nahl/90) Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir. ´Akrabalara vermek´ ise mürüvvet ve sılayı rahimdir. Bütün bunlar sabra muhtaçtır. B) Masiyetler Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardır. ALLAH Teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir: ALLAH zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor.(Nahl/90) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir. Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirler. Günahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattır. Ne zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve ALLAH´ın ordusuna karşı mücadeleye girişir. Bu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olur. Açıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi.. Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret mak-sadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi... Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektir. Bu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olur. Oysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdır. İki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabret-mek çok zordur. Oysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridir. Hatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır. İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanır. Fakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmaz. Oysa haberde şöyle vârid olmuştur: ´Gıybet, zinadan daha şiddetlidir´. Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olur. Çünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarır. Bu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordur. Günahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişir. Vesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydır. Şüphe yoktur ki insanoğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam eder. Onlara sabretmek mümkün değildir. Ancak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişir. Tıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi... Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez. İkinci Kısım Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı ol-mayan kısımdır. Fakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardır. Yani bu ´Karşılık vermemek için sabrediniz!´ demektir ve bunun için ALLAH Teâlâ, gerek kısas ve gerekse başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur: Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir.(Nahl/126) Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuştur: Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zul-meden bir kimseyi affet!22 İncil´de Hz. İsa (as) şöyle demiştir: ´Muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildi. Ben ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyiniz. Aksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir. Senin abanı alana izarını ver. Kim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!´ Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedir. Bu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendir. Çünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar. Üçüncü Kısım Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdir. Azizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi... Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendir. Nitekim İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur´an´da sabır üç vecih üzeredir: 1. ALLAH´ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektir. Bunun üçyüz derecesi vardır. derecesi vardır. 2.ALLAH´ın haramlarına karşı sabretmektir. Bunun altıyüz derecesi vardır. Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi.. Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur. Ashab-ı kirâmdan (r.a) biri şöyle demiştir: ´Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam iman olarak saymazdık´. Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevek-kül edenler, yalnız ALLAH´a dayansınlar.(İbrahim/12) Hz. Peygamber (s.a) bir defasında bir malı taksim etti. Bunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: ´Bu taksimle ALLAH´ın rızası kasdedilmemiştir´. Bu söz Hz. Peygamber´e haber verildiğinde. Hz. Peygamber´in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: ´ALLAH kardeşim Musa´ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti´.21 Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, ALLAH´a dayan! (Ahzab/48) Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl!(Müzzemmil/10) Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını bili-yoruz. Sen rabbini hamd ile tesbih et!(Hicr/97-98) Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna-caksınız. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve ALLAH´a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir.(Âlu İmran/186) 3. İlk sadme anında musibete karşı sabretmektir. Bunun dokuz yüz derecesi vardır. Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her mü´min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir. ALLAH´tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdır. Çünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: (Ey ALLAHım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn saye-sinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23 İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır. Ebu Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruz. Acaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?´ Hz. Peygamber (s.a) ALLAH Teâlâ´nın (c.c) şöyle dediğini nakleder Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musi-bet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim.24 Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir.25 Bir musibetle karşılaştığında ´Muhakkak ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz´ (Bakara/156) ve ´Ey ALLAHım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yap. O musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver´ diyen bir müslümana ALLAH Teâlâ dileğini verir!26 Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber´in (s.a) ALLAH Teâlâ´dan şöyle naklettiğini rivayet ediyor: Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ´(Ey RABBİMiz!) sen ortaktan münezzehsin. Bizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır´, dedi. ALLAH Teâlâ (c.c) ´Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır´ dedi.27 Bir başka hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kulumu herhangi bir bela ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururum. Eğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim.28 Dâvud (as) şöyle demiştir: ´Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?´ ALLAH Teâlâ ´Onun mükâfatı, ona iman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır´. Ömer b. Abdülaziz (r.a) bir hutbesinde şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür´. Sonra da şu ayeti okumuştur: Ancak (ALLAH yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.(Zümer/10) Fudayl b. İyaz´a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi: - Sabır ALLAH´ın kazasına razı olmaktır! - Bu nasıl sabır olabilir? - Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez! Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındı. Bunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldi. Onlara şöyle sordu: ´Siz kimsiniz?´ Onlar ´Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik´ dediler. Bunun üzerine başladı onları taşlamaya. Onlar kaçtığı zaman şöyle dedi: ´Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!´ Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardı. Her saat onu çıkarır ve mütalaa ederdi. O kâğıtta şu ayet yazılıydı: Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın.(Tûr/48) Feth el-Mevsilî´nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldü. Kendisine denildi ki: ´Tırnağınız acımıyor mu?´ Kadın ´Muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı´ diye karşılık verdi. Hz. Dâvud (a.s), oğlu Süleyman´a dedi ki: Mü´min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır: a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; ALLAH Teâlâ´ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir.29 Sâlih kullardan bir zât birgün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktı. Bir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladı. Bunun üzerine şöyle dedi: Falana ALLAH o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı´. Ebu Huzeyfe´nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine ´Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?´ diyene şöyle cevap verdi: ´Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşalt. Çünkü oruçluyum. Eğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim´. İşte ALLAH´ın belasına ahiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi. Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildir. İnsan istese de istemese de mecburdur. Eğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir. Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirt-mekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olur. Bu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir. Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundur. ALLAH´ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidir. Alınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır. Ümmü Süleym de denilen Rümeysa´nın31 şöyle dediği rivayet ediliyor: Kocam Ebu Talha evde yokken oğlu vefat etti. Kalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttüm. Ebu Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladım. O başlayıp yemeğini yedi ve ´Çocuk nasıl?´ diye sordu. Ben ´ALLAH´ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadır. Hasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır´ dedim. Bunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptım. Kalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: ´Ey Ebu Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?´ Ebu Talha ´Onlara ne olmuş?´ dedi. Ben ´Bizden emanet birşey aldılar. Onlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü´ dedim. Ebu Talha ´Yaptıkları pek çirkin bir harekettir´ dedi. Bunun üzerine ben ´İşte şu senin oğlun, ALLAH´ın senin nezdindeki bir emaneti idi. Muhakkak ALLAH Teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü´ dedim. Bunun üzerine Ebu Talha ALLAH´a hamdetti ve ´İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn´ (Biz ALLAH´ın kullarıyız ve muhakkak O´na döneceğiz)´ dedi. Sabahleyin kalkarak Hz. Peygamber´e gitti ve Hz. Peygamber´e aramızdaki hâdiseyi haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey ALLAHım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle.32 Râvî der ki: ´Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördüm. Hepsi de Kur´an okuyordu´. Câbir´in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle byurmuştur: Rüyamda cennete girdim. Ebu Talha´nın hanımı Rümeysa da oradaydı.33 Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidir. Kalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülür. Bir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdır. Bu ise, insan olmanın gereğidir. Hiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz. Hz. Peygamber´in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hz. Peygamber´in gözleri yaşardı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber´e denildi ki: ´Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?´ Hz. Peygamber ´Bu merhamettir. ALLAH Teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder´ dedi. Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdır. Oysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyar. Bazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerin-den yaşlar akar. ALLAH´ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir. İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: ´ALLAH´ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, ALLAH´ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedir. Bil ki senden önce giden ancak, senindir. Senden sonra kalansa senin hakkında me´cûr olandır. Bil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!´ Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, ALLAH´ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varır. Evet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir. Şöyle denilmiştir: ´Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir´ Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir. Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildir. Kalbe gelen fısıltılar dinmez. Hâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olur. Bu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir. Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdür. Bu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste ALLAH´ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı ALLAH´ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gafil olursa zarar eder. Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştır. Eğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budur. Oysa bu da çoğu zaman olma-yacak bir durumdur. Şehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele eder. Hatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele eder. Bununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür. Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütür. Onların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranır. Bu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardır. Vesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden iba-rettir. Şehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettir. Bu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir: Şeytan ateşten yaratılmıştır. İnsan ise yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştır. Yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)te ateşle beraber çamur bir araya gelmiştir. Çamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettir. Bu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten ya-ratılmış mel´un mahluk İblis´e ALLAH Teâlâ´nın çamurdan ya-rattığı Adem´e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildi. O ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan etti. İsyanın sebebini şöyle ifade etti: Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76) Madem durum budur, o mel´un, babamız Adem´e (a.s) secde etmediği için, onun Adem´in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmez. Ne zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olur. Oysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektir. Bu da, secdenin ruhudur. Alnını yere koymak, bu ruhun alametidir. Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi... Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdır. Dolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursun. Şeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştir. Bu bakımdan kıyamete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermez. Ancak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız ALLAH ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamaz. Onun nazarında sen ALLAH´ın muhlis kullarından olursun. Öyle kullar var ki bu mel´unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır. Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetme. Şeytan hareket halindedir. İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun durumu, bardaktaki hava gibidir. Sen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursun. Aksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olur. Aynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalır. Aksi takdirde, ALLAH´tan gafil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur. Kim Rahman´ın zikrini görmezlikten gelirse biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun arkadaşı olur.(Zuhruf/36) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, boş duran gence buğzeder. Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrular. İşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürer. Çünkü şeytanın tabiatı ateştir. Ne zaman kuru bitkiler bulursa üremesi çoğalır. Ateş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam eder. Bu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidir. Nasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz. Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindir. O da nefsinin sıfatıdır. Nitekim Hallac-ı Mansur´a asılacağı sırada tasavvuf un ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ´Tasavvuf senin nefsindir. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!´ Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektir. Bâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdır. Bu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır. ALLAH Teâlâ´dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz! 18) Ebu Ya´la 19) Sünen sahipleri, (Bureyre´den) 20) Müslim, Buhârî, (Hz. Ömer´den) 21) Müslim, Buhârî (İbn Mes´ud´dan) 22) Daha önce geçmişti. 23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim 24) İbn Adîy, (Enes´ten zayıf bir senedle) 25) Müsned-i Şihab 26) Müslim, (Ümmü Seleme´den) 27) Taberânî, Evsat, (Enes´ten) 28) İmam Mâlik, Muvatta 29) İbn Ebî Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söy- lemektedir). 30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems´dir. İlk müslümanlardan biri- dir. Ashabın en çok Kur´an okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı. ´Eğer savaştan kaçarsam Kur´an´ın en kötü hâmili olayım´ demiş, sağ eli kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır. Efendisi Ebu Huzeyfe´nin yanına defnedilmesini istemiştir. 31) Ensar´dandır. Hz. Peygamber´in hizmetçisi Hz. Enes´in annesidir. Künyesiyle şöhret bulmuştur. 32) Taberânî, Kebir 33) Nesâî, Kübra 34) Adı Yessar´dır. Ebu Dâvud ve cemaat kendisinden rivayette bu- lunmuşlardır.
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Şükrün Fazileti
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd ALLAH´a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür ALLAH´a mahsustur) demek olduğunu zannederler. Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder. Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü ALLAH´a şükrettiklerini görmezsin. Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve ALLAH´a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı ALLAH´a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. ALLAH rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder.İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, ALLAH´ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar. Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: ´Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?´ Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´Dilsiz olup onbin dirhe-min olmasını ister misin?´ dedi. Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?´ dedi. Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: ´İster misin, biz sana Kur´an´ın En´âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?´ Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Hûd sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Yusuf sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: ´Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur´ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!´ Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı. İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife ´Bana nasihat et´ dedi. İbn Semmak, halifeye ´Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife ´Evet! Alırım!´ dedi. İbn Semmak ´Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?´ Halife ´Evet, vazgeçerim´ dedi. İbn Semmak ´O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!´ dedi. Böylece anlaşıldı ki ALLAH´ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, ALLAH´tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin! O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle or-taktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde... Akıl Akla gelince, ALLAH için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda ALLAH´tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. ALLAH´tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, ALLAH´a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir. Halk/Yaratılış Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman ALLAH´ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira ALLAH onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır. İlim İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki ALLAH´ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen ALLAH´ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? ALLAH onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir. İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder. Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde... Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim. ALLAH Teâlâ´nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de mü´min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur. Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir de-mektir. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir. Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz? Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, ALLAH bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, ALLAH onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66 Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, iman, ilim, Kur´an, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için ´Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!´ buyurulmuştur. ALLAH´ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi ALLAH zengin etmez (veya etmesin).67 Bu söz ilim nimetine işarettir. Kur´an öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur.68 ALLAH kime Kur´an´ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse ALLAH´ın ayetleriyle istihza etmiş olur.69 Kur´an´la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir.70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir.71 Seleften bir zat şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki: Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum: 1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından, 2. Tedavi için doktordan, 3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten! Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir: Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın! Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hz. Peygamber´in şu sözüdür: ´Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir´. Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde ALLAH´ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona ´Bunları ilminin bedeli olarak al´ dense veya ´Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al´ dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini ahirette ALLAH´ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona ´Ahirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!´ dense, yine almaz. Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi... Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi. İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazan-makta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi ahirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise ahirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu ayeti okusun! O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz ALLAH´tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.(Nisâ/104) Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır. Soru: Bu gafil kalplerin ilâcı nedir ki ALLAH´ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar? Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, ALLAH Teâlâ´nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve ALLAH´a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı ALLAH´a emniyet nimetine karşı şükreder Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra ALLAH´a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyamet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: ´Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş´. Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça ALLAH´ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan ahiret için azık edinmektir. İşte bu gafil kalplerin ilacı, ALLAH´ın nimetlerini bilip ona şükretmektir. Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu ayeti okurdu: Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit ´RABBİM, der; ´beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım´.(Mü´minûn/99-100) Sonra kalkar ve derdi: ´Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun´. Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir.daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir. Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır! Seleften biri şöyle demiştir: ´Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın´. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´ALLAH´ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır´. Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez. (Ra´d/11) İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır. 66) Tirmizî 67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir. 68) Ebu Ya´lâ, Taberânî 69) Buhârî, Tarih . 70) Tilâvet´ul´Kur´an bölümünde geçmişti. 71) Taberânî |
|
|
|
#3 |
|
Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va´detmiştir. Bu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündür. Bu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir. Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtır. Nasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktir. İlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidir. Bunu teker teker saymak, oldukça uzun sürer. Fakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz. Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olur. Oysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyar. Daha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştik. Boğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olur. Bu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir. Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur: Birincisi Birincisi onun gıdasının maddesine bakmamızdır. O madde, çeşidi ve çokluğu bakımından şehveti harekete getiren lezzetli gıdalardır. Bu bakımdan devamlı oruç tutup, az ve lezzetsiz yemeklerle yetinmek gerekir. Bu bakımdan şehveti kabartan yemekten ve etten sakınmak gerekir. İkincisi İkincisi şehveti tahrik eden sebepleri kesmektir; zira o haram yerlere bakmakla tahrik olur. Çünkü bakış kalbi, kalp de şehveti tahrik eder. Tahrik edici sebeplerin kesilmesi, ancak uzlete çekilmekle ve insanı şehvete sürükleyen şeylere bakmaktan sakınıp onları tamamen terketmekle mümkün olur. Bakış, İblis´in oklarından zehirli bir oktur.35 Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur. Ancak gözleri kapatmak veya okun atıldığı taraftan kaçmak sûretiyle kurtulmak mümkün olabilir... Çünkü o, bu oku ancak sûret ve şekiller yayından atar. Bu bakımdan sûretlerin karşısından çekildiğin zaman, onun oku sana isabet etmez. Üçüncüsü Üçüncüsü, nefsin arzu duyduğu mübah şeylerle nefsi teselli etmektir. Bu da nikâhla olur. Çünkü tabiatın arzu duyduğu şeyler mübah yolla da elde edilebilir. İşte insanların çoğu için en faydalı tedavi budur; zira gıdayı kesmek insanı diğer amellerden de zayıf düşürür. Buna rağmen erkeklerin çoğunun şehvetini de dipten si-lip götürmez. Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Evlenin, evlenmeye gücü yetmeyen bir kimse oruç tutsun Muhakkak ki orucun (şehveti kesmekte) tesiri vardır.36 İşte bunlar üç sebeptir. Yemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsin. İkinci tedavi, köpek-ten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesin. Üçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer. Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur: 1. O yolların birincisi, din ve dünyadaki mücahedenin ve sabrın dünya ve ahiretteki güzel neticeleri hususunda düşünmektir. Sabrın dünya ve ahiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebe-biyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardır. Çektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektir. Bu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendir. Mârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflar. İman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirir. İman zayıflayınca dinî duygular da zayıflar. İmanın kuvvetine yakîn denir. İşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndir. İnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti´dir. 2. O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektir. Bu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve zahmetli işlere yavaşça dalmak, o işlerin kaynağı olan kuvveti takviye eder. Bu nedenledir ki hammalların, çiftçi ve savaşçıların kuvveti artar. Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olur. Bunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdır. Bu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzer. Firavun, sihirbazlarını Hz. Musa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir: Evet! (Size hem mükâfat var) hem o vakit siz (kıymet ve şeref bakımından bana) yakınlardan olacaksınız.(Şuarâ/42) Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzer. Bu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflar. Şehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmaz. Kim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalar. İşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildir. Ancak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektir. Bunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudur. Şöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuştur. Muhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerler. Bu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur. Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirler. O bir olan hedef de ALLAH Teâlâ´dır. Sonra bu, kalbe ga-lip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildir. Gökler ve yerin melekûtunda, ALLAH´ın sanatının acaibliklerinde ve ALLAH´ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildir. Bu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur´an okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarır. Bütün bunlarla beraber,.kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtır. Çünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar. Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamaz. Bu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyar. Bu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdur. İşte bu, meşgul edici şeylerden biridir. İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdir. O da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul eder. Eğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir. Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olur. Fakat ancak bütün alâ-kaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalır. Eğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum bu-dur. Bu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, ALLAH´ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!) Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olur. Bazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olur. Çalışmanın ötesinde Rahman´ın cezbelerine güvenmek gerekir. Çünkü Rahman´ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktir. Bu ise, kulun ihtiyarıyla değildir. Evet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn´e doğru çekilen bir kimse a´lâyı illiyyîn´e doğru gidemez. Himmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilir. Bu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hz. Peygamber´in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır: ´Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardır. O nefhaları kapmaya hazırlanınız´. Bunun hikmeti şudur: Çünkü o nefha ve cezbelerin semavî se-bepleri vardır; zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var.(Zâriyât/22) Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidir. Semavî işler bizim için gaybtır. ALLAH´ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektir. Tıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi... Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verir. Kul ALLAH´ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemez. Ancak şu var ki kişi, ALLAH´ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez. Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman ALLAH´ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olur. Öyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidir. Nitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi... Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekir. Çünkü himmetler ve nefisler ALLAH´ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridir. Hatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlar. Bu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederler. Hatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlar. Ancak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsin. Bu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuştur. Öyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsın. Bunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğar. Tıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi... Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için ALLAH Teâlâ imanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur: (Kur´ân´ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucusu da elbette biziz! (Hicr/9) Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir).(îbrahim/52) Andolsun biz Kur´an´ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?(Kamer/17) İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudur. Bütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur): Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Dünyadan ahirete gitmek, mü´min için kolaydır. ALLAH Teâlâ´nın ´sevgisi için halkı terketmek zordur. Nefisten ALLAH´a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidir. ALLAH ile beraber sabretmek daha şiddetlidir´. Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştir. Nefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam top-lamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidir. Nasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, ALLAH´ın sıfatlarından olan bir sıfattır. O da rubûbiyet sıfatıdır. Rubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenir. Çünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardır. ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti bundan ibarettir: Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir´.(İsrâ/85) Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildir. Ancak kalp, mel´un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştır. Kalp ahiret saade-tini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli ister. Bunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandır. Bunu istediği için kalp kötü değildir. Aksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de ister. Fakat mülk iki çeşittir. Birinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktür. Ona herhangi bir elem karışmaz. Hiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmez. Fakat bu mülk gelecektedir. Oysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatır. Hazır olanı insana süslü gösterir. Ahmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup ahireti de ona va´deder. Dünya mülküyle beraber ahiret mülkünü de ona sözverir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılar. ALLAH´tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur. Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olur. Oysa ALLAH´ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilir. Böylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirir. ALLAH Teâlâ, mahrum olanların du-rumunu şu ayetle tasvir etmiştir. Hayır siz çabuk (geçen şu dünyay)ı seviyorsunuz da ahiretibırakıyorsunuz.(Kıyamet/20-21) Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar (İnsan/27) Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. (Necm/29-30) Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, ALLAH Teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirir. Böylece peygamberler, halkı, mecazî ve geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederler. O mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmez. Bu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar: Ey iman edenler! Size ne oldu ki ´ALLAH yolunda topluca savaşa çıkın!´ dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz! Fakat ahiretin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek azdır.(Tevbe/38) Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebur, Furkan (Kur´an), İbrahim´e gönderilen sahifeler ve ALLAH´tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştir. Halktan istenen şey, dünyada ve ahirette, padişah olmalarıdır. Dünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir. Ahiret padişahlığına gelince, ALLAH´a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir. Şeytan, ahiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira ahiret mülküyle dünya, kumadır. Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilir. Onun için onu dünyaya davet eder. Eğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdi. Fakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildir. Rütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer. Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz. (Yûnus/24) Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırır. Zühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim olması demektir. Böylece şehvet ile öfke, dinin teşvikçisine ve imanın işaretine itaat ederler. Bu mülk, istihlâk yoluyla edinilen bir mülktür; zira onunla sahibi hür olur. Şehvetin onu istilâ etme-siyle şahıs, tenasül uzvunun, midesinin ve diğer isteklerinin esiri olur. Bu bakımdan, hayvan gibi onlara uyar. Öyle bir köle olur ki şehvetin dizgini onu gırtlağından yakalar, istediği yöne çekip evirir çevirir. Bu bakımdan insanoğlunun aldanması ne büyüktür; zira insanoğlu köle olmasına rağmen mülkü elde edeceğini, kul olmasına rağmen rubûbiyet sıfatına ulaşacağını zanneder. Böyle bir kimse dünyada, ancak mâkûs (tepetaklak) ve ahirette de menküs (başı eğik) olur. Padişahlardan biri, zâhidin birisine şöyle der: ´Bir ihtiyacın var mı?´ Buna karşılık zâhid ´Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!´ der. Padişah ´Nasıl olur?´ deyince, zâhid ´Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir´ diye cevap verir. Padişah ´Bu nasıl olur?´ der. Zâhid ´Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!´ İşte dünyanın mülkü budur. Ahirette insanı mülke sevkeden budur. Bu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de ahirette zarar eder. Dosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem ahireti elde etmişlerdir. Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü ahirette de padişah olmayı umarsın. Kim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildir. Aksine buna amel katması gerekir. Bunun ameli üç şeydedir: 1. Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordur. Nasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rüt-benin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdır. Bunu yapma-yan bir kimse, ALLAH´ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur! ALLAH´ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya! (Nisâ/97) 2.İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdır. Bu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidir. Böylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidir. Onları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinler. Öyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını yapmak demektir. 3. Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidir. Öyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemez. Çünkü tabiat ürkektir. Onu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilir. Bu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş hareket eder. Bu tedrice, Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle işaret vardır: Muhakkak bu din metin ve şedîddir. Bu bakımdan bu dinde sâkin hareket et. Sakın nefsini, ALLAH´ın ibâdetinden nefret ettirme. Muhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır.37 Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayın. Muhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder.38 Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sab-retmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanun-larına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasın. Çünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürer. Kim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelir. Tıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği gibi. Bu takdirde işler tam tersine olur. Daha önce şahsın nezdinde sevimli olan bir şey bu sefer sevimsiz olur. Mekruh olan kolay bir meşreb olur ki onsuz sabredemez. Bu durum ise, ancak tecrübeyle ve tatmakla bilinir. Âdetlerde bunun benzeri vardır. Çünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilir. Oynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledir. Bu duruma geldikten sonra iş tam aksine olur. Bu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelir. Oyun hususunda sabır göstermek zahmet olur. Ariflerin birinden rivayet edilen şu hikâye bu du-ruma işaret eder: Şiblî´den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu so-ruldu. Cevap olarak ´Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek husu-sundaki sabır´ dedi. Soran kişi ´Hayır! O değildir!´ deyince, Şiblî ´ALLAH için sabırdır!´ Soran ´Hayır!´ dedi. Şiblî ´ALLAH ile sabır!´ diye cevap verdi. Soran ´Hayır!´ dedi. Şiblî ´O halde hangisi?´ deyince, soran ´ALLAH´tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır´ dedi. Bunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı. ´Ey iman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve ALLAH´tan korkun ki felâh bulasınız´ (Âlu İmran/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: ´ALLAH´da sabrediniz! ALLAH ile sabır yarışı yapın ve ALLAH ile irtibat kurun´ Denildi ki: ALLAH için yapılan sabır meşakkat ve külfettir. ALLAH´ın yardımıyla olan sabır bekadır. ALLAH ile olan sabır vefadır. ALLAH´tan uzak olmaya dair olan sabır cefadır. Nitekim bu mânâda şair şöyle demiştir: Senden olan sabra gelince, onun neticeleri kötüdür. Senden başka diğer eşyalarda olan sabır ise güzeldir Başka bir şair de şöyle demiştir: Sabır her yerde güzeldir. Ancak senin aleyhinde olan müstesna! Sabır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. 35) Daha önce geçmişti. 36) Nikâh bölümünde geçmişti. 36) Nikâh bölümünde geçmişti. 37) İmam Ahmed, Beyhâkî 38) Daha önce geçmişti. |
|
|
|
#4 |
|
Şükrün Tanımı ve Hakikati
Sabır ile Şük´rün Bir Yerde Birleşmeleri Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler ALLAH´ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belanın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer bela mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları ´Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz´ iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin ´Muhakkak ALLAH için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır´ sözünüzün mânâsı nedir? Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belanın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile bela zıddırlar. Bu bakımdan belanın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet ahirette kulun ALLAH´ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise iman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan bela da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Ahirette mutlak olan bela, bir müddet için veya daima ALLAH´tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed bela ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belanın diğer çeşitleri gibi belalardır, Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir. Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendi-sinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak bela olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir bela yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi. ALLAH kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi.(Şûrâ/27) Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7) Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ALLAH mü´min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi...72 Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir. Onaltı kısımda, iman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında bela olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet,kemâl ve nimettir. Çünkü ALLAH´ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için bela olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi. Bu da dünya ve ahirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan ALLAH´ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer ALLAH´ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir. Bu nimetlerden biri de ALLAH Teâlâ´mn kıyamet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir. İşte bunlar ALLAH Teâlâ´nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et!Biz nezaman nerede ´ALLAH´ın her mevcutta bir nimeti vardır´ dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi.., Bu da nimettir. Fakat bun-ların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer ALLAH Teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir. Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim ´ALLAH her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini ve-rir´ sözümüz doğrudur. Öyleyse ALLAH´ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına... O halde, ´mutlak bela´ ve ´mutlak nimet´ diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir. Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?´ Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihe-tinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir. Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira ALLAH Teâlâ´nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer ALLAH o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir. İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü. Bir kişi Sehl Tüsterî´ye şöyle dedi: ´Hırsız evime girip eşyamı götürdü´. Sehl ´ALLAH´a şükret´ dedi; ´eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!´ Bu nedenle İsa (a.s) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: ´Ey ALLAHım! Benim musibetimi dinimde kılma!´ Hz. Ömer (r.a) ´Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka ALLAH´ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!´ Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona ´ALLAH´a şükret!´ dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü ´ALLAH´a şükret!´ oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî´nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî´nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu ´ALLAH´a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî´nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı. Dostundan ´ALLAH´a şükret´ diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak ´Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi bela olabilir?!´ dedi. Ârif kişi ona dedi ki: ´Eğer mecusî´nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?´ Madem durum budur, herhangi bir bela ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek ahirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır. Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal ALLAH´a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: ´Bu secde ne idi?´ Dedi ki: ´Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir´. Birine şöyle denildi: ´Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?´ Cevap olarak dedi ki: ´Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum. Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görü-yorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?´ Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir. Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. (Âlu İmran/178) Üçüncüsü: Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha gü-nahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman ALLAH´ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle ALLAH Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur: Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, ALLAH´ın katında büyük (bir günah)tır.(Nûr/15) O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını ALLAH ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı ALLAH´a neden şükretmiyorsun? Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki ahirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Ahiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira ahirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten ALLAH yücedir. Dördüncüsü: Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz´da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir. Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır. 1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyamette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla ALLAH´ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için ALLAH hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira ALLAH´ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da ALLAH´a teşekkür ederler. ALLAH´tan gelen bela, kul için tedibdir. ALLAH´ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber´e ´Bana vasiyet et´ dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: ALLAH´ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme! Hz. Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin se-bebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ´nm mü´min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü´min kul için genişliği hükmederse, mü´min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı ve zararı hükmederse mü´min de razı olursa kendisi için hayırlı olur! 2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için ha-pishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmuştur: ´Dünya mü´minin hapishanesi, kâfirin cennetidir´. Kâfir, ALLAH´tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü´min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (ALLAH´ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir´i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belanın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de bela olur. Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır. İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır.O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez. Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn Abbas´a, babası Hz. Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu: Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas´tan sonra senin sabrın Abbas´tan daha hayırlıdır. ALLAH da Abbas için senden daha hayırlıdır. Bunun üzerine İbn Abbas dedi ki: ´Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!´ Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.73 ALLAH Teâlâ (bir hadîs-kudsî´de) şöyle buyurmaktadır: Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmak-tan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim. Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, ALLAH´ın buyurduğu gibi, ´Biz ALLAH içiniz ve biz O´na dö-neceğiz´ (Bakara/156) ve ´.Ey ALLAHım! Musibetimde beni me´cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!´ derse, muhakkak ALLAH Teâlâ onun için isteneni yapar. ALLAH Teâlâ (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır: Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır.74 Rivayet ediliyor ki bir kişi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!´ diye şikayette bulununca, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki ALLAH, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Ona bela verdiği zaman da kendisine sabır verir.75 Kişi ALLAH katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden bela ile o bela vasıtasıyla o dereceye varır.76 Habbab b. Eret´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Kâbe´nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey ALLAH´ın Rasûlü! Neden ALLAH´tan bizim için yardım dilemiyorsun?´ Bunun üzerine Hz. Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu: Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi.77 Hz. Ali´den şöyle rivayet ediliyor: ´Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, ALLAH´a olan tâziminden ve ALLAH´ın hakkını bilmendendir. Ebu Derdâ (r.a) şöyle derdi: ´Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli bela yağdırır. Oluk halinde üzerine bela akıtır. Kul, ALLAH´ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: ´Bu ses belli bir sestir!´ İkinci bir defa çağırıp ´Ya rabbî!´ dediği zaman, ALLAH Teâlâ ona ´Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım´. Kıyamet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra bela ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada bela onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: ´ALLAH yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir´. (Zümer/10)78 İbn Abbas´tan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi: Yarab! Mü´min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyor-sun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?) Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: Kul da benim, bela da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan mü´minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona bela veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da´sevaplarının mükâfatını ona veririm. Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veri-rim ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım! Rivayet ediliyor ki ´Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır´ (Nisâ/123) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir şöyle demiştir: ´Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey Ebubekir! ALLAH seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.79 Ukbe b. Amir´in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir insanı günahta ısrar ettiği halde ALLAH ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır. Sonra Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur: Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44) Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber´i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ALLAH bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.80 Hz. Ali ´Size Kur´an´daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?´ dediğinde, dinleyenler ´Evet!´ dediler, o da şu ayeti okudu: Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (ALLAH yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder.(Şûra/30) Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse ALLAH Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! ALLAH katında, ALLAH yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında ALLAH´tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. ALLAH katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır.31 Ebu Derdâ´dan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Süleyman´ın oğlu vefat etti. Süleyman (a.s) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: ´Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti´. Hz. Süleyman (a.s) diğerine ´Sen ne diyorsun?´ diye sordu. Dedi ki: ´Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor´. Hz. Süleyman (a.s) tarla sahibine ´Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?´ dedi. Ziraat sahibi ´Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm ahiret yoludur!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi. Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: ´Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir´. Çocuk ´Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir´ dedi. İbn Abbas´a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca´ da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; ALLAH onu örttü! Bir nafaka idi; ALLAH onu tekeffül etti. Bir ecirdi; ALLAH onu gönderdi´. Sonra iki rek´at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz ALLAH´ın emrini yaptık. Çünkü ALLAH şöyle buyurmaktadır: Sabır ve namazla (ALLAH´tan) yardım isteyin. (Bakara/45) İbn Mübârek´ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: ´Akıllı bir in-san için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!´ Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine ´Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ kulu beladan sonra bela ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder´. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´ALLAH imanlı kulunu bela ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!´ Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ kıyamet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hz. Süleyman´ı (a.s) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih İsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hz. Yusuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hz. Eyyûb ile delil getirir. ALLAH´ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun´. Rivayet ediliyor ki Hz. Zekeriyya (a.s) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hz. Zekeriyya´nın (a.s) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. ALLAH Teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: ´Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!´ Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) ikiye biçilinceye kadar sabretti. Ebu Mes´ud el-Belhî der ki: ´Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da ALLAH ile savaşmak istiyor gibidir´. Lokman Hakîm, oğluna şöyle dedi: ´Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da bela ile denenir. Bu bakımdan ALLAH bir kavmi sevdiği zaman onlara bela verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır´. Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Birgün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: ´Bu gece diş ağrısından uyumadım!´ Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: ´Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim´. ALLAH Teâlâ, Üzeyir´e (a.s) vahiy gönderdi: ´Senin başına bir bela geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!´ ALLAH Teâlâ´nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve ahirette güzel örtüsünü talep ederiz!. 72) Tirmizî 73) Buhâri 74) Daha önce geçmişti. 75) İbn Ebî Dünya 76) Ebu Dâvud 77) Daha önce geçmişti. 78) İbn Ebî Dünya, (Enes´ten) 79) Tirmizî 80) İmam Ahmed, Taberânî 81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes´ten) |
|
|
|
#5 |
|
ALLAH Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
Şöyle diyebilirsin ´Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda ALLAH´tan bela isteyebilir miyiz?´ Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber´den (s.a) rivayet edildiğine göre duasında, dünya ve ahiret belasından ALLAH´a sığınıyordu.82 Hz. Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: ´Ey RABBİMiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve ahirette merhamet ihsan et!´ Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi.83 Hz. Ali ´Ey ALLAHım senden sabır istiyorum´ diye dua edince, Hz. Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu: Ya Ali! Muhakkak ki sen ALLAH´tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!84 ALLAH´tan afiyet talep edin. Hiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştir. Ancak yakîn bundan müstesnadır.85 Ebubekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir. Hasan Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez´. Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir´. Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir.86 Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildir. Çünkü bela iki sebepten nimettir: Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o bela nimettir. Bu da ya dünyada veya dinde olur. İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten bela, nimet olur. Bu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belanın defini istemek uygundur. Nimete şükretmenin ahiretteki sevabını istemek uygundur; zira ALLAH Teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir. Eğer bazıları şöyle diyor dersen: ´Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayım. Bütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım´. Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir: Senden başka hiç kimsede benim bir payım yok. Bu bakımdan dilediğin şekilde beni dene! İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir. Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldi. Bu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara ´Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!´ derdi. İnsanoğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildir. Fakat bazen sevgi kalbe galebe çalar. Hatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zanneder. Bu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olur. Sarhoş olursa rastgele konuşur. Eğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilir. Bu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendir. Aşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez. Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istedi. Dişisi engel oldu. Bunun üzerine erkeği dedi ki: ´Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman´ın mülküyle beraber dünya ve ahiretin altını üstüne getireyim. Senin için bunu yaparım´. Süleyman (a.s) onun bu sözünü işitti. Bunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadı. Serçe ona dedi ki: ´Ey ALLAH´ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez´. Hakîkat, kuşun dediği gibidir. Şair şöyle demiştir: Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor. Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum. Şairin bu sözü de muhaldir. Bunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorum. Çünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektir. Bu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur: Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsun.Dolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olur.Rıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidir.Bu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidir. Malı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder. İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdır. Sevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyar. Sevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenir. Bu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, ALLAH´ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır. Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladır. Bu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman bela onlar için afiyetten daha sevimli olur. Bu öyle bir haldir ki aşkın ga-lebe çaldığında vâki olması uzak değildir. Fakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmaz. Bu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekir. Bunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmez. Daha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır. Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden ALLAH´tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz! 82) İmam Ahmed 83) Daha önce geçmişti. 84) Tirmizî 85) İbn Mâce, Nesâi 86) İbn Ebî Dünya 87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî´nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi. |
|
|
|
#6 |
|
Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri
ALLAH Teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir. Ayetler Andolsun! ALLAH´ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45) Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.(Bakara/152) Eğer siz ALLAH´ın nimetlerine şükredip´ iman ederseniz ALLAH size niye azap etsin? (Nisâ/147) Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz(Âlu İmran/145) İblis şöyle dedi: ´Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım. (A´raf/16) Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştir. Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi: Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A´raf/17) ALLAH Teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13) ALLAH Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı. Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.(İbrahim/8) Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur: Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki ALLAH dilerse sizi fazlından zengin edecektir. (Tevbe/28) Hayır, yalnız O´na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır. (En´am/41) ALLAH dilediğine hesapsız rızık verir.(Bakara/212) Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar.(Nisâ/48) ALLAH dilediği kimseye tevbeyi nasip eder.(Tevbe/15) Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira ALLAH Teâlâ şöyle bu-yurmuştur: Eğer ALLAH´a güzel borç verirseniz, ALLAH onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. ALLAH karşılık verendir, halimdir.(Teğâbün/17) ALLAH Teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır. (Cennetlik olanlar şöyle) derler: ´Hamdolsun o ALLAH´a ki bize olan va´dini yerine getirdi´. (Zümer/74) Dualarının sonu ise ´Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!´(Yûnus/10) Hadîsler Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir.39 Atâ´dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Âişe´nin huzuruna girip ´Hz. Peygamber´den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!´ dedim. Bu söz üzerine, Hz. Âişe (r.a) ağladı ve şöyle dedi: ´Hz. Peygamber´in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebubekir´in kızı! Beni bırak ki RABBİMe ibadet edeyim! Bu sözü üzerine ´Sana yakın olmayı severim. Fakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim´, deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Göz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir´ dedim. Hz. Peygamber bana şöyle dedi:Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa ALLAH Teâlâ şu ayeti indirmiştir: Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, ALLAH´ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (ALLAH´ın birliğine) deliller vardır.(Bakara/164)40 Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder. Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret etti. ALLAH Teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: "Ben ALLAH´ın ´Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır´ (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum". Bunun üzerine o peygamber, ALLAH Teâlâ´dan o taşı ateşten ko-rumasını diledi ve ALLAH Teâlâ da onu korudu. Bir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve ´Şimdi neden ağlıyorsun?´ dedi. Taş ´Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydı. Bu ağlama ise şükür vc sevinç ağlamasıdır´ diye cevap verdi. Kulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidir. Onun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde ´Çok hamdedenler ayağa kalksın´ denir. Bir grup ayağa kalkar. Onlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler. ´Bu çok hamdedenler kimlerdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bunlar her durumda ALLAH´a şükreden kimselerdir´.41 Başka bir lâfızda ´Bunlar hem genişlikte, hem. de darlıkta şükrederler´ şeklinde gelmiştir. Hamd, Rahman´ın ridasıdır (abâsıdır).42 ALLAH Teâlâ Hz. Eyyûb´e (as) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum´. Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hz. Eyyûb´e (as) şöyle vahiy göndermiştir: ´Onların evleri selâm evidir (cennettir). Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederim. Şükür ise, sözlerin en hayırlısıdır. Şükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederim. Bana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm´. İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur: Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Şükür imanın yarısıdır!´ 39) Buhârî 40) İbn Hibban, Ahlâk-ı Rasûl 41) Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî 42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh´de ´Kibriyâ O´nun abasıdır´ şeklinde vârid olmuştur. 43) Nikâh bölümünde geçmişti. |
|
|
|
#7 |
|
Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir. İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır. Birinci Asıl Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir. Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur. Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir. İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44 Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45 Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46 Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır. Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur. Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir. Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz. Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır. Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür. Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur. İkinci Asıl İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir: Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi. İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı. Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir. Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır. İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir. İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir. Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar. Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´. Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun! Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır. Üçüncü Asıl Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir. Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu: - Nasıl sabahladın? - Hayır ile... Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´ Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir. ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17) Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194) Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir. Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi. İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır. ´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır. Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir. Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir. Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir. Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez. Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır! 44) Dualar bölümünde geçmişti. 45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban 46) İbn Ebî Dünya 47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir. |
|
|
|
#8 |
|
Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir. İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır. Birinci Asıl Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir. Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur. Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir. İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44 Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45 Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46 Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır. Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur. Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir. Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz. Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır. Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür. Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur. İkinci Asıl İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir: Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi. İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı. Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir. Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır. İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir. İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir. Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar. Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´. Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun! Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır. Üçüncü Asıl Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir. Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu: - Nasıl sabahladın? - Hayır ile... Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´ Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir. ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17) Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194) Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir. Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi. İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır. ´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır. Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir. Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir. Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir. Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez. Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır! 44) Dualar bölümünde geçmişti. 45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban 46) İbn Ebî Dünya 47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir. |
|
|
|
#9 |
|
Korku Halini Temin Eden Çare
Belki sen ´Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir´ diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz. Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden ALLAH hakkında muhaldir: Birincisi ALLAH Teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir. Bu bakımdan O´na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur.ALLAH´ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur. İkincisi Kendi irademizle yaptığımız herşey ALLAH´ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, ALLAH´ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz. -O´nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum´dan başkası yoktur. O, vahid ve samed´in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O´nda ve dönüşün de O´na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O´dur. İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır. Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.(Sâd/44) ALLAH Teâlâ´nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: ´O´nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür´. Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: ALLAH Teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O´nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O´dur. Şeyh Ebu Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır. (O) onları sever ve onlar da O´nu severler.(Mâide/54) Bu ayet Şeyh Ebu Said´in yanında okunduğu zaman ´Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi ´Bu iki yönden de şükrün ALLAH hakkında muhal olduğuna´ götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir? Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud´un (a.s) kalbine de gelmiştir. Musa´ya (a.s) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim´. Başka bir lâfızda ´Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!´ Başka bir haberde ´Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim´ denmiştir. Soru: Musa´nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, ALLAH için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de ALLAH´tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: ´Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir´. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır. Cevap: Bu, (zevkî) marifetler(in kapıların)dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki: Burada iki görüş vardır: 1. Herşeyi katıksız tevhid gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, ALLAH´ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O´ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever´ demiştir. Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin ALLAH olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. ALLAH´tan başka âlemde her ne varsa, hepsi ALLAH´ın tasviri ve sanatıdır. Eğer ALLAH onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki ALLAH esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, tevhid gözüyle bakıştır. Sûfî taifesi bu hali, ´nefsin fâni olması´ diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de ALLAH´ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, ALLAH´tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: ´Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira´dır. O günde birkaç batman ekmek yer´. Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu ayet-i celîle´de buna işaret vardır: Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (mü´minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (mü´minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü´minleri gördükleri vakit ´İşte bunlar sapıklardır´ diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi.(Mutaffıfin/29-33) Sonra ALLAH Teâlâ âriflerin yarın kıyamette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir. İşte bugün mû´minler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34) Nûh kavmi de Hz. Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi: Nûh onlara ´Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.(Hûd/38) 2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir. O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum´dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O´dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36), öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz. İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece ALLAH ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile tevhidin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında ALLAH´tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür. Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan ALLAH´tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. ALLAH´tan başkasını görmez olup dolayısıyla tevhidin kemâl derecesine varmış bulunur. ALLAH´tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, tevhidin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. ALLAH´ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir. Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız tevhide davet etmek için gelmişlerdir. O tevhidin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir´den başkasını görmemektir. Tevhid´in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar tevhidin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler: Biz putlara, ancak bizi ALLAH´a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.(Zümer/3) Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa tevhid kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara tevhidin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde tevhidin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir. Şair şöyle demiştir: ´Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir´. ALLAH Teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir: Secde et! Yaklaş! (Alak/19) Hz. Peygamber de secdesinde şöyle demiştir: Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem.50 Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ´Senin ikabından affına sığınıyorum´ sözü, sadece ALLAH´ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hz. Peygamber, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O´nun fiiliyle O´nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: ´Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum´. Bunlar iki sıfattır. Sonra tevhid hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: ´Senden sana sığınıyorum!´ Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, ALLAH´tan ALLAH´a kaçmak demektir. Ancak Hz. Peygamber nefsini, ALLAH´tan ALLAH´a kaçtığı, ALLAH´a sığındığı ve ALLAH´ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: ´Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez. Bu nedenle Hz. Peygamber´in ´gücüm yetmez´ sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir. ´Senin kendi nefsini övdüğün gibi...´ sözüne gelince, ALLAH´ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin ALLAH´tan başladığı ve ona döndüğünü ve ALLAH´ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hz. Peygamber´in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı. Hz. Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü ALLAH´tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü. Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır: Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum. Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İşte Hz. Peygamberin istiğfarı bunun içindi. Hz. Aişe (r.a) ´ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?´ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Ben şükreden bir kul olmayayım mı?´ Yani ´Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?´ Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir. Yemin olsun.,eğer siz şükrederseniz muhakkak size(nimetimi) artırırım.(İbrahim/7) Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim. Peygamberler, vasfettiğimiz tevhidin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır. Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir. Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır. Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların ALLAH katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, ALLAH hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir. Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır. Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de... Böylece ALLAH Teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla ALLAH´ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmak-tadır. Böylece ALLAH Teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derece-sine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. ALLAH Teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur: Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.(Tîn/4-6) Durum bu iken, ALLAH Teâlâ´nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. ALLAH onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. ALLAH Teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitme-yen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr olurdun. Hz. Peygamber (s.a) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir: Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur. Hz. Peygamber bu sözü ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey ALLAH Teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir. Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da ALLAH´ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O´nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hz. Peygamber´in, ´amel ediniz!´ sözü, her ne kadar Hz. Peygamber´in dilinden ise de ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın ´amelin faydalı olduğunu´ bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de ALLAH´ın fiillerindendir. Fakat ALLAH´ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır. Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir. İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz tevhid derecesine yükselir. Soru: Neden ALLAH Teâlâ, ´Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız´ buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi ALLAH´a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız? Cevap: Bu sözün ALLAH´tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan,şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! ALLAH kulları için, küfür ve masiyete razı değildir. Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla ahiret saadetine ermesi, ALLAH´a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle ALLAH´ın nimetine şükredici olur. Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse ALLAH sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat ALLAH´ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani ALLAH´ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak ALLAH´ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, ALLAH´ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin ALLAH´tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle ALLAH seni övmüştür. ALLAH´ın seni övmesi ise, O´ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O´dur, öven de O´dur. O´nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur. Bu bakımdan her durumda şükür O´nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen,kendinin ´şeyliğini´ ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır. Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da ALLAH´ın komşuluğuna varmanın sebebidir. ALLAH, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir. Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri ´Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır´ cümlesiyle tâbir edilir. Kime ALLAH tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, ALLAH´ın kelâmını, Hz. Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır. Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun.. O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır. Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan ALLAH´tır. Melik ve cebbar olan ALLAH´tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gafillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar: Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek ALLAH´ın.(Mü´min, Gafir/16) Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan ALLAH´ın mülkü idi. Fakat gafiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gafiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan ALLAH´a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür. 48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebu Ömer´dir. 49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebu Hasan künyesiyle meşhurdur. H. 300´de vefat etmiştir. 50) Müslim |
|
|
|
#10 |
|
Nimet´in Hakikati ve Kısımları
Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan bela (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır. Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hz. Peygamber´in (ve diğer peygamberlerin), âlinin, ashabının ve zürriyetinin üzerine olsun! Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; ALLAH´ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; ahiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir. Rahman´ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (insanoğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz. Birinci şık recâ (ümit), ikinci şık da havf (korku) hakkındadır. Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|