Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Seçenekler
 
Alt 02-07-2009, 21:48   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Hased´in Hakîkati, Hükmü, Kısımları ve Mertebeleri

Hased ancak nimete karşı yapılır. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, kardeşine bir nimet ile ikramda bulunursa, o nimet hakkında iki durumda olabilirsin:

Birincisi: O nimeti hoş görmemen ve onun yok olmasını istemendir. Bu durumun ismi haseddir. Bu bakımdan hasedin tarifi nimeti hoş görmemek ve kendisine nimet verilenden o nimetin yok olup gitmesini istemek demektir.

İkincisi: Nimetin yok olmasını sevmez, onun varlığını ve devamlılığını kerih görmez, fakat onun benzerini kendisi için de ister. Bu durumun adı gıbta´dır. Bazen de buna münafese denir. Bazen de münafeseye hased, hasede münafese denilir. İki lâfzın herbiri diğerinin yerinde kullanılır. Mânâlar anlaşıldıktan sonra isimlerin kullanılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mü´min gıbta, münafık ise hased eder.

Birincisi, her durumda haramdır. Ancak bir fâcir veya kâfirin sahip olduğu ve fitne çıkarıp müslümanların arasını bozan, halka eziyet etmekte kullanılan bir malın veya rütbenin onunla bu adamın elinden alınmasını temenni etmek bir zarar vermez. Çünkü sen nimetin nimet olması hasebiyle yok olmasını istemiyor, fesada alet edildiği için yok olmasını istiyorsun. Eğer onun fesadından emin olsaydın onun nimeti seni üzmezdi. Hasedin haram olduğuna bizim naklettiğimiz haberler delâlet etmektedir. Bu tür hased ALLAH Teâlâ´nın bir kısım kullarını diğer bir kısmından üstün kılan kaza ve kaderine küsmektir. Bu ise ne özür ne de ruhsat kabul eder. Acaba bir müslümanın rahat etmesinden kıskançlık duyulmasından daha büyük bir günah mı olur? Oysa ondan sana hiçbir zarar da sözkonusu değildir. Kur´an, buna şöyle işaret etmektedir:

Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır, size bir kötülük dokunsa ona sevinirler.
(Alu İmran/120)

İşte ayetteki sevinmek, şamata diye tabir edilen durumdur. Hased ile şamata biri diğerinden ayrılmayan eş mânâlardır.

Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıklarından ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.(Bakara/109)

Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ onların, iman nimetinin müslümanlardan yok olmasını istemelerinin hased olduğunu haber veriyor.

Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla bir olasınız.(Nisa/89)

ALLAH Teâlâ, Hz. Yusuf´un kadeşlerinin hasedini zikretmiş ve onların kalplerindekini şu şekilde tabir etmiştir:

(Kardeşleri) demişlerdi ki: ´Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir topluluğuz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir!´ İçlerinden bir sözcü ´Yusuf´u öldürün, yahut onu uzak bir yere atın ki babanızın sevgisi yalnız size kalsın ve ondan sonra (tevbe edip) sâlih bir topluluk olursunuz!´(Yusuf/8-9)

Yusuf un kardeşleri, babalarının Yusuf´u sevmesini hoş görmedikleri ve bu sevgi onlara nahoş geldiği ve bu sevginin Yusuf´a gösterilmemesini istediklerinden dolayı Yusuf´u babalarından uzaklaştırdılar.

Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları nefislerine tercih ederler)..(Haşr/9)

Yani göğüsleri, kardeşlerine verilenden dolayı daralmaz ve ondan dolayı üzülmezler. ALLAH Teâlâ ensâr-ı kiramı hasedleri olmamakla övmektedir.
Yoksa ALLAH´ın fazlından insanlara verdiği nimetlere hased mi ediyorlar? Gerçekten biz İbrahim hanedanına kitap ve hikmet verdik. Hem de onlara büyük bir mülk ve saltanat ihsan ettik.(Nisâ/54)

İnsanlar tek bir ümmet idi. ALLAH peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere hak ile kitabı indirdi. Hüküm etmek için o peygamberlerle kitab gönderdi. Oysa kendilerine kitap verilenler, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki bağy´den (zulüm ve kıskançlıktan) ötürü o (Kitab hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler).(Bakara/213)

Ayette geçen ve zulümle tefsir ettiğimiz bağyen kelimesi hased mânâsına yorumlanmıştır.
Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.(Şûrâ/14)

ALLAH Teâlâ, ilmi, onları bir araya getirsin, ALLAH´ın ibadet ve taatinde onları birleştirsin diye ihsan ederek ilimde birleşmelerini emretmiştir. Fakat onlar birbirlerine hased ettiler, ihtilâfa düştüler. Çünkü onların herbiri reis olmak ve sözünün kabul edilmesi sevdasında idi! Bu bakımdan birbirlerinin sözünü reddettiler.

İbn Abbas şöyle demiştir: ´Hz. Muhammed (s.a) peygamber olmadan önce yahudiler bir kavimle savaştıkları zaman, ALLAH Teâlâ´ya şöyle dua ederlerdi: ´Yarab! Göndereceğini bize va´dettiğin peygamberin hürmetine, indireceğin kitabın hürmetine bize yardım et´. ALLAH Teâlâ da onlara yardım ederdi. Ne zaman Hz. İsmail´in evladından Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildi, onu tanımalarına rağmen inkâr ettiler.

Vakta ki onlara ALLAH Teâlâ tarafından yanlarında bulunanı tasdik edici bir Kitab geldi, daha önce Arap müşriklerine karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık ALLAH´ın laneti kâfirler üzerinedir. ALLAH´ın, kullarından dilediği kimseye lütfuyla (vahiy) indirmesini çekemeyerek ALLAH´ın indirdiği Kur´an´ı inkâr etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar.(Bakara /89-90)

Ayette geçen bağy kelimesi hased mânâsınadır. Hz. Safiye şöyle anlatır: ´Birgün babam, amcama ´Sen bu zat (Hz. Muhammed) hakkında ne dersin?´ diye sordu. Amcam ´Bence Musa´nın müjdelediği peygamber budur!´ Babam ´O halde ne yapmalıyız?´ dedi. Amcam ´Hayatta oldukça ona düşmanlık edelim!´ diye cevap verdi.

İşte haramlık hususunda hased´in hükmü budur. Münafese ise haram değildir. Aksine münafese ya vâcib veya mendup veya mübahdır. Bazen münafese terimi yerine hased tabiri kullanılır. Hased´in yerine de münafese tabiri kullanılır

Kusem b. Abbas106 der ki: ´Kardeşim Fadl ile Hz. Peygamber´e gidip zekât toplama memuru olmak için ricada bulunmayı düşündük. Hz. Ali ´gitmeyiniz! O sizi zekât toplamaya memur etmez!´ dediği zaman onlar Hz. Ali´ye şöyle dediler: ´Senin bu sözün bize karşı ancak bir münafese´den ibarettir. ALLAH´a yemin ederiz ki Hz, Peygamber kızını sana verdiği zaman, biz bunun için sana karşı münafese etmedik´.
Münâfese lûgatta nefaset (imrenmek) kökünden gelir. Münâfese´nin helâl olduğuna delâlet eden ayet şudur:

Ki sonu misktir. İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar. (Mutaffifin/26)

Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yerin genişliği gibi olan bir cennet için yarışın ki o, ALLAH´a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmıştır. O, ALLAH´ın ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir. ALLAH çok büyük ihsan sahibidir.(Hadîd/21)

Müsabaka ve yarışma elden çıkma korkusu olduğu zaman yapılır. Bu, mevlâlarınm hizmetine koşuşan iki köle gibidir; zira bu kölelerin herbiri, arkadaşı kendisinden önce mevlâsının hizmetine yetişip, mevlâsının nezdinde kendisine nasip olmayan bir mertebeyi elde eder diye korkar. Bu nasıl böyle olmasın? Zira Hz. Peygamber açıkça belirterek şöyle buyurmaktadır:

Hased ancak iki haslette vardır:

1. ALLAH bir kişiye mal vermiş ve onu o malı hak yola sarfetmeye muvaffak kılmıştır.

2. Bir kişi ki ALLAH kendisine ilim vermiş, o da kendisine verilen ilimle amel eder ve o ilmi halka öğretir.107
Sonra Hz. Peygamber, bu hadîs-i şerifini Ebu Kebşe el-Enmarî´nin108 rivayet ettiği hadiste (tefsir ederek) şöyle buyurmaktadır:

Şu ümmetin misâli, dört kişinin misâline benzer:

1. Bir kişidir ki, ALLAH ona mal ve ilim vermiştir, o da ilminin gereğiyle malından tasarruf eder.

2. Bir kişi ki ALLAH ona

ilim vermiş, mal vermemiştir. O da şöyle der: ´Yarab! Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı, ben onun yaptığı kadar malımdan tasarruf eder, senin yolunda harcardım´. Bu iki kişi ecirde eşittirler.
İkinci kişinin bu temennisi, yani başkasının malı kadar malının olmasını ve onunla o mal sahibi gibi infak etme temennisi, diğer kişinin nimetinin zâil olmasını istemek değildir.
Ve devamla şöyle buyurmuştur:

3. Bir kişi ki ALLAH ona mal vermiş, ilim vermemiştir. O da kendisine verilen o malı ALLAH´ın günah saydığı yerlerde sarfeder.

4. Bir kişi ki ALLAH kendisine ne ilim, ne de mal vermiştir. O da der ki: ´Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı ben de onun gibi günah yerlere sarfederdim!´ İşte bu iki sınıf günahta eşittirler!109
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), (dördüncü kişiyi) mâsiyet için temennide bulunduğundan dolayı kötülemiştir. Yoksa başkasına verilen nimet kadar kendisine de nimet verilmesini istemesinden dolayı kötülemiş değildir.

Bu bakımdan başkasına bir nimetten ötürü imrenip onun nimeti gibi nimet isteyene herhangi bir zarar sözkonusu değildir. Şu şartla ki, başkasının nimetinin yok olmasını istemeyip o nimetin devamlılığından rahatsız olup kıskanmıyorsa... Evet! Eğer o nimet iman, namaz ve zekât gibi dinî ve farz olan nimet ise, burada münafese etmek de farzdır. Kişi imanlı, namazlı ve zekâtlı bir kimse gibi olmayı istemelidir. Çünkü böyle olmayı istemediği takdirde günaha razı olmuş olur. Bu ise haramın ta kendisidir. Malları şerefli yerlerde, sadakalarda sarfetmek gibi eğer nimet faziletlerdense burada münafese menduptur. Eğer nimet mübah bir şekilde kendisinden istifade edilen nimetlerden ise, burada münafese mübahtır. Bütün bunlar kişinin nimet sahibiyle eşit olmayı isteyeceği yerlerdir. Nimette ona yetişmeyi temenni etmeye ve nimetten rahatsız olmamak şartıyla bu nimetin altında iki şey vardır:

1.Kendisine nimet verilenin rahatlığı

2.Başkasının bu hususta eksikliği ve kendisinden geri kalması

Kişi bu iki şeyden birini kerih görür, O da nimet sahibinin geri kalması ve onunla eşit olmayı sevmesidir. Bu bakımdan nefsinin başkasından geri kalmasını hoş görmemekte ve mübahlar hususunda nefsinin eksik kalmasını kerih görmekte bir sakınca yoktur. Bu hareket faziletleri eksiltir. Zühd, tevekkül ve rızaya ters düşer. İnsanoğlunu yüce makamlardan mahrum eder. Fakat günahı gerektirmez. Burada ince ve çözümlenmesi zor bir nokta vardır. Şöyle ki: Kişi öyle bir nimete varmaktan ümitsiz olduğu zaman -oysa bu hususta geri ve eksik kalmayı kerih görür- şüphe yok ki bu takdirde kişi eksikliğin ortadan kalkmasını ister. Eksiğin ortadan kalkması ise ya nimet sahibi gibi bir nimete konmasıyla veya o nimetin sahibinden alınmasıyla mümkündür. O halde bu iki yoldan biri kapandı mı kalp ikinci yolu istemekten ayrılmaz. Hatta nimet sahibinin nimeti yok olduğu zaman, nimetin devamından göğüse daha şifâ verici ve serinletici olur; zira nimetin zevaliyle geri kalması ve başkasının önde olması ortadan kalkar. Bu ise kalbin onulmaz bir durumudur. Eğer böyle bir durumda iş kendisine ha-vale edilir, ihtiyarına bırakılırsa, mutlaka nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu takdirde şer´an ve dînen ayıplanan bir hasedci olur. Eğer takvâ onu nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaktan alıkoyarsa, o da nimet sahibinin nime-tinin ortadan kalkmasıyla meydana gelen rahatlıktan vazgeçebiliyorsa, aklı ve diniyle nefsinin bu hareketini hoş görmemesi gerekir. Hz. Peygamber´in, şu hadîs-i şerîfiyle böyle bir kimse kastedilmiş olabilir:

Üç haslet vardır ki hiçbir insan o hasletlerden ayrılamaz. Birisi hased, ikincisi zan, üçüncüsü tefe´üldür.

Mü´min için bunlardan çıkış yolu vardır: Birisine hased ettiğin zaman zulme kaçma!110
Yani kalbinde hasedden birşey hissettiğin zaman onun gereğini yapma!
İnsanoğlu nimet hususunda kardeşine yetişmek iradesinde olup bu hedefine varmaktan da aciz ise, bütün bunlara rağmen yarıştığı kimsenin nimetinin ortadan kalkmasına meyletmekten sakınması pek uzak bir ihtimaldir; zira nimet sahibinin nimeti devam ettikçe, şüphesiz onun ağırlığını hisseder. Bu derecedeki bir münafese haram olan hasedle boğuşmaktadır.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 02-07-2009, 21:49   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Hased ve Münafese´nin (İmrenmenin) Sebepleri

Münâfese´nin (İmrenmenin) Sebebi
Münâfese´nin sebebi, hakkında münâfese yapılan şeyin sevgisidir. Eğer o şey dinî birşey ise, onun sebebi ALLAH´ın ve Ona ibadetin sevgisidir. Eğer dünyevî birşey ise, onun sebebi, dünyanın mü-bah şeylerini sevmek ve onlarla nimetlenmektir. Bizim şu anda düşüncemiz kötü olan hased ve onun gerçekten çok olan giriş noktaları hakkındadır. Bütün bunlar yedi kısımdır.

Birincisi adavet (düşmanlık), ikincisi taazzuz, üçüncüsü kibir, dördüncüsü ucub, beşincisi sevilen hedeflerin elden gitmesinden korkmak, altıncısı riyaset sevdası, yedincisi nefsin habaseti ve cimriliği´dir. Çünkü kişinin başkasının nimetini hoş görmemesi onun kendisinin düşmanı olmasından kaynaklanır. Bu ise, sadece akran ve emsallere mahsus bir durum değildir. Hatta bazen hasis bir kimse padişaha da hased eder. Yani padişahın nimetinin yok olmasını ister. Çünkü hasis, ya padişah kendisine kötülük yaptığından dolayı veya bir sevdiğini üzdüğünden dolayı padişaha buğzeder veya hased eden bir kimse, hased ettiği kimsenin malıyla kendisine karşı kibir ve gurur tasladığını bildiği için hased eder.

Hased eden ise, onun kibrine tahammül etmemekte, nefsinin izzetli oluşundan dolayı onun gururuna dayanamamaktadır. İşte taazzuzdan gaye budur veya hased edenin tabiatında hased edilene karşı kibir vardır. Fakat hased edilenin nimeti ve serveti olduğundan dolayı bir türlü ona güç yetirip ona karşı kibirlenememektedir. İşte kendisini kibre zorlamaktan gayesi budur. Veya nimet ve mertebesinin büyüklüğüdür. İşte o nimetin benzerini emsalinin elde etmesinden hayrete düşer. Hayretten maksad da budur veya o nimetten dolayı maksatlarına ulaşamamaktan korkmasıdır. Şöyle ki, hased edilen adam o nimetten dolayı hased edenle hedeflerinde boy ölçüşür veya hased edilen adamın elinde bulunan ve o hususta o adamla eşit olmayan nimetin üzerine bina edilen riyaseti sevmez veya bu sebeplerden birisiyle değil de sadece nefsinin habaseti ve ALLAH´ın kullarına verdiği nimeti çok görmesinden olur. Bütün bu sebepleri açıklamak gerekir.

1. Düşmanlık ve Buğz

Bu sebep, hasedin en şiddetli sebeplerindendir; zira herhangi bir sebepten dolayı kendisine eziyet eden herhangi bir yönden ve hedeften kendisine muhalefette bulunan bir kimseden insanoğlunun kalbi nefret eder ve ona kızar. Nefsinde ona karşı kin besler, kin ise içinin rahat etmesini ve intikam almayı ister. Buğzeden kimse kendi nefsiyle içini rahat ettirmekten aciz kaldı mı, bu sefer zamanın o adamdan intikam alması ile içini rahat ettirmeyi ister ve çoğu zaman da bu şekilde hâdiseleri ALLAH nezdindeki büyük derecesine yorarak tefsir eder! Bu bakımdan düşmanına bir belâ isabet etti mi sevinir ve zanneder ki kendisi o düşmana buğzettiğinden dolayı ALLAH o belâyı vermek suretiyle kendisini mükafatlandırmıştır ve kendisinin hatırı için vermiştir! Ne zaman düşmanına bir nimet isabet ederse kızar. Çünkü bu onun muradının aksidir ve çoğu zaman da kalbine ALLAH nezdinde hiçbir dereceye sahip olmadığı zannı gelir! Çünkü kendisine eziyet veren düşmanından ALLAH intikam almamış aksine nimet vermiştir. Kısaca hased, buğz ve düşmanlığı gerektirir ve onlardan ayrılmaz. Takvânın gayesi, zulmetmemektir ve böyle bir şeyi nefsinde görmeyi çirkin saymaktır. İnsanoğlu başka bir insana buğzetsin, sonra o insanın nezdinde kendisini sevmesi ile sevmemesi eşit olsun, yani buğzunun icabına göre hareket etmesin, bu mümkün değildir. Bu durum yani düşmanlıktan dolayı hased öyle bir durumdur ki ALLAH kâfirleri onunla vasıflandırmıştır. Çünkü şöyle buyurmuştur:

(Siz) kitabın tamamına inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman ´inandık´ derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. Deki: ´Öfkenizden ölün! Şüphesiz ALLAH göğüslerin özünü bilir´. Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa ona sevinirler. Eğer sabreder, ALLAH´tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz ALLAH onların yaptıklarını kuşatmıştır.(Âli İmran/119-120)

Onlar size fenalık yapmakta, fesat çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size olan kin ve düşmanlıkları taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür.(Alu İmran/118)

Buğzetmekten dolayı meydana gelen hased, bazen işi mücadeleye hatta savaşa kadar götürür. Hayatını, hilelerle ve ihbarcılıkla perdeyi yırtmaya ve benzer hareketlerle hased edilen adamın ni-metini ortadan kaldırmaya sarfedip heder eder durur.

2.Taazzuz

Taazzuz demek, başkasının kendisinden maddeten ve mânen yüksek olmasına tahammül etmemek ve bunu dayanılmaz görmektir. Bu bakımdan akran ve emsallerinden birisine büyük bir mevki, ilim veya servet verildiğinde onun bu mertebesinden dolayı kendisine karşı böbürlenmesinden korkarak, buna da tahammül edemeyeceğini tahmin ederek ve nefsinin o arkadaşının ahmakça bir hareketini kaldıramayacağından endişe ederek hased etmektir. Gayesi gurur ve kibir taslamak değildir. Aksine kibirlenmek suretiyle karşısındakinin kibrini bertaraf etmektir. Çünkü kendisi onun eşitliğine razı olmuştur, fakat onun büyüklük taslamasına razı değildir ve tahammül etmez.

3.Kibir

Kibir demek, kişinin tabiatında hased ettiği insana karşı böbürlenmenin bulunması demektir. Onu küçümsemesi, hizmetlerine koşturması, ondan elpençe divan durmayı beklemesi, onu gaye ve hedeflerinin arkasında sürüklemeyi istemesi demektir. Bu bakımdan kendisine hased edilen adam herhangi bir nimete konduğu zaman hasedçi, kendisinin nimetten gelen gururunu hazmedemeyeceğinden, tebaiyetinden yüz çevireceğinden veya kendisiyle eşit olmaya doğru adımlar atacağından ve nefsini kendisinden daha yüksek göreceğinden korkar. Bu bakımdan daha önce altta olduğu halde bu sefer üste çıkması sözkonusu olur! Kâfirlerin çoğunun Hz. Peygamber´e karşı hasedleri, tekebbür ve taazzuzdan ileri geliyordu; zira onlar dediler ki: ´Yetim bir genç bizi nasıl geçer, biz ona nasıl başeğeriz!´ İşte bu hakikati ilân eden ayet!

Yine şöyle dediler: ´Şu Kur´an iki kentten (Mekke ve Tâif ten) büyük bir adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilmeli değil miydi?´(Zuhruf/31)

Yani ´Böyle bir kimseye Kur´an indirilseydi ona baş eğmek bize ağır gelmezdi. Malca büyük olan o kimseye biz tâbi olurduk!´

Böylece biz onların bir kısmını diğer bir kısmıyla imtihan ettik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler!(En´âm/53)
Onların bu sözleri, fakir müslümanları tahrik etmek ve onlara karşı böbürlenmek içindir.

4. Taaccüb

Nitekim ALLAH Teâlâ, gelmiş ve geçmiş ümmetlerden haber vererek onların şöyle dediğini bize nakletmektedir:
Sizler ancak bizim gibi beşersiniz!(Yâsîn/15)

Bizim gibi olan iki beşere mi iman edelim?(Mü´minûn/47)

Eğer siz sizin gibi bir beşere itaât ederseniz o zaman siz, mutlaka zarar edenlersiniz demektir.(Mü´minûn/34)

Kâfirler peygamberlerin risalet mertebesinden, vahy almalarından ve ALLAH´a yakın olmalarından hayrete düştüler. Çünkü peygamberler de onlar gibi beşer idiler. Bu bakımdan peygamberlere hased ettiler. Peygamberliğin onlardan alınmasını istediler. Kendileri gibi beşer olan ve yaradılışta benzerleri olan kimselerin kendilerinden üstün olmasından sıkıldılar. Onların böyle yapması tekebbür kasdından veya riyaset talebinden veya eski bir düşmanlıktan veya diğer sebeplerin birisinden ileri gelmiyordu. Onlar hayret ederek şöyle dediler:

ALLAH bir beşeri mi rasûl olarak gönderdi?!(İsrâ/94)

Üzerimize melekler indirilse ya!(Furkan/21)

Korunup da merhamet edilmeniz için, aranızdan sizi uyaracak bir adam aracılığı ile bir zikir gelmesine şaştınız mı?(A´raf/63)

5.Maksatların Elden Kaçmasından Korkmak

Bu tür hased, bir tek maksadın etrafında birbirini kıskananlar arasında meydana gelir ve bunların herbiri maksadını elde etmekte yardımcı olacak her nimet hususunda arkadaşına hased eder. Kumaların kadınlık maksatlarından ötürü birinin diğerine hased etmesi bu türdendir. Anne ve babanın kalbindeki şefkate erişmek için kardeşler arasındaki hased de bu tür hasedtir. Bu hasedi mal ve şeref maksadlarına varmak için güderler. Aynı hocanın talebeleri arasında hocalarının kalbindeki şefkate nail olmak için yapılan hased de bu türdendir. Padişahın yakınları ve hizmetçileri de onun gözüne girmek için bu tür bir kıskanma içerisindedirler. Gayeleri gözde olup mal ve mertebeye ulaşmaktır. Belli fakîhlerin takdirini kazanmak için sürtüşen ve biri diğerine hased eden âlimlerin kıskanması da böyledir; zira birtakım gaye ve hedeflere varmak için onların herbiri insanların kalbinde taht kurmak isterler.

6.Riyaset Sevgisi

Bu sebep; riyaset sevgisi ve herhangi bir maksada ulaşmak için değil de sadece (kuru bir hevesle) kendi nefsine rütbe ve nüfuz istemesidir. Bu, herhangi bir sanatta emsali olmasın diye çırpınan bir kişi gibidir. Bu kişiye halkın methetme sevgisi galebe çaldığı ve ´filan adam ihtisas sahasında asrının biricik adamıdır´ diye övgüler yağması kişiyi bu bâdireye sürükler! Çünkü bu kişi kâinatın en ücra köşesinde bile bir benzerinin olduğunu işittiği zaman rahatsız olur ve onun ölümünü ister veya kendisine eşit olmasına vesile olan nimetinin ortadan kalkmasını ister. Mesela kahramanlık, ilim, ibadet, sanat, güzellik, servet veya özelliği olan herhangi bir hususta kendisine ortak ve eşit olan bir kimsenin bu nimetinin elinden gitmesini ister ve bu hususta tek başına kalmak kendisini sevindirir. Bu hasedin sebebi, daha önce vâki olan bir düşmanlık, taazzuz ve tekebbür değildir. Sadece tek başına ´filan sahada önder ve reistir´ denmesinden duyduğu övünçten ve başka gayesinin yok olma korkusu da değildir. Bu mânâ reislik haricinde bulunan birtakım maksadlarına varmak için halkın kalbinde taht kurmak isteğinden ibaret olan birtakım âlimlerin arasında cereyan eden mânânın ötesinde bir mânâdır. Yahudi âlimleri, Hz. Peygamberi (s.a) tanıdıklarını inkâr ediyorlar ve ona iman etmiyorlardı. Çünkü ilimleri Hz. Peygamberin gelmesi sebebiyle ortadan kalktığı zaman, baş olmaları ve reislikleri iptal olunmuş ve ortadan kalkmıştı!

7. Nefsin Habâseti

Yedinci sebep, nefsin habâseti ve ALLAH´ın kullarına isabet eden hayırdan ötürü onları kıskanmasıdır; zira riyaset ve gururla meşgul olmayan, mal istemeyen bir kimseyi görürsün ki onun yanında ALLAH´ın kullarından birinin iyi durumlarından bahsedildiği ve ALLAH´ın kullarına nimet olarak verdiklerinden bahsedildiği zaman kendisine ağır gelir! Kendisine insanların işlerinin bozukluğundan ve karışık durumlarından, amaçlarının suya düştüğünden, hayatlarının bulanık geçtiğinden bahsettiğin zaman sevinir! Bu kimse hiçbir zaman başkasının rahatlığını hoş görmez. Daima başkasının perişanlığı hoşuna gider. ALLAH´ın nimetlerini kullarına çok görür. Cimrilik yapar. Sanki o kullar o nimetleri onun mülkünden ve hazinelerinden almışlar gibi davranır. İki türlü bahil (cimri) vardır. Biri, öz malıyla halka karşı cimrilik yapar. Diğeri, başkasının malıyla halka karşı cimrilik yapar. İşte bu insan da ALLAH´ın nimetleriyle başkasına karşı cimrilik yapar. Kendisiyle aralarında herhangi bir bağ ve düşmanlık olmayan kullara ALLAH´ın vermiş olduğu nimetleri çok görür! Bunun zâhirî bir sebebi yoktur. Ancak nefiste bulunan bir habaset ve tabiatta bulunan bir rezaletten başka! Bu insanın yaratılışı böyle bir habâset üzerinedir, bunu tedavi etmek gayet güçtür. Çünkü diğer sebeplerle meydana gelen hasedin sebepleri ârızî olduğu için onun sö-külmesi ve tedavisi düşünülebilir ve insan tedavisine ümit bağlar. Hasedin şu son kısmı ise, insanın yaradılışında bulunan bir çirkinliktir. Herhangi bir ârızî sebepten doğmamıştır. Bu bakımdan onun sökülmesi güçtür; zira mucize kabilinden olmazsa normal yollardan sökülüp atılması imkânsızdır.

İşte bunlar hasedin sebepleridir. Bazen bu sebeplerin bir kısmı veya tümü veya çoğu bir şahısta toplanır, dolayısıyla o şahısta hased oldukça kabarık olur. Öyle bir duruma gelir ki kişi onu düzeltmek ve karşısındaki insana zâhirde olsun idare-i kelâm etmek kuvvetine bile sahip olamaz. Aksine idare-i kelâm etmek perdelerini yırtar, açıkça belirtmek suretiyle düşmanlığı su yüzüne çıkar. Hased edenlerin çoğunda bu sebeplerin bir veya birkaçı bulunur. Herhangi bir sebebin bunlardan ayrılması pek enderdir.
 
Alt 02-07-2009, 21:51   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Emsal Akran,Kardeş,Amca Çocukları ve Akrabalar Arasındaki Hased Çokluğunun Sebebi ve BaşkalarıArasındaki Hasedin Azli
Hased


Daha önce belirttiğimiz sebepler bir kavmin arasında çoğaldığı takdirde çoğalır. Bu sebeplerden bir kısmı bir kavmin arasında belirgin bir şekilde kuvvet bulursa, hased de onların arasında kabarır, kuvvetlenir; zira bir şahsa birkaç sebepten ötürü hased edilmesi mümkündür. Mesela başkasının kibir ve gururlanması ağırına gider ve başkalarına karşı kibir gösterir veya düşmanlığından ötürü kibir gösterir. Bunlar gibi daha nice sebepler vardır.

Bu sebeplerden biri, diğerine çeşitli bağlarla bağlı bulunan kimseler arasında çoğalır. O bağlar ki onlardan dolayı sohbet meclislerinde bir araya gelirler. Yine o bağlardan dolayı hedeflerde birleşirler. Bu bakımdan onlardan bir kimse herhangi bir gayede arkadaşına muhalefet ederse, arkadaşının tabiatı ondan nefret eder ve böylece arkadaşının kalbinde kin yerleşir, kin yerleşince de arkadaşı kendisini tahkir eder ve kendisine karşı böbürlenir.

Gayesinde kendisine muhalefet etmesinin bir karşılığı olarak bunu yapar ve kendisini gayelerine ulaştıracak nimete, başkasının sahip olmasından hoşlanmaz. İşte bu sebeplerden bir yığını arka arkaya gelir. Çünkü uzak iki memlekette bulunan iki şahsın arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu bakımdan böyle olan iki şahsın arasında kıskanma ve hased de sözkonusu olamaz. İki ayrı mahallede oturanlar için de böyledir.

Evet! Bir meskende veya bir çarşıda veya bir medresede veya bir mescidde komşu olan, gayeleri çarpışan, maksat ve hedefleri aynı olan insanlar arasında gayelerden dolayı zıddiyet, nefret ve hasedleşme belirir ve kabarır. Bundan da hasedin diğer sebepleri doğup meydana gelir. İşte bunun için âlim âbide değil de âlime hased eder. Âbid âlime değil de başka bir âbide hased eder. Tüccar tüccara hased eder. Öyle ki ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına değil de başka bir ayakkabı tamircisine hased eder. Ancak, sanat birliği değil de başka bir sebepten dolayı ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına buğzediyorsa, o zaman başka! Kişi öz kardeşine ve amcasının oğluna, yabancı kimselere hased ettiğinden daha fazla hased eder. Kadın, kumasına ve kocasının cariyesine kayın validesine ve kocasının başka hanımından olan kızına hased ettiğinden daha fazla hased eder. Çünkü bezzazın hedefi, ayakkabı tamircisinin hedefinden başkadır. Bu bakımdan onlar maksad ve hedeflerde sürtüşmemektedirler; zira bezzazın gayesi servettir. Bunu da ancak fazla bezzaziye getirmek suretiyle elde eder. O halde bu bezzazla başka bezzazın gayeleri çarpışır; zira bezzazın müşterisi, ayakkabı tamircisi tarafından davet edilmez. Aksine başka bir bezzaz onu davet edebilir. Sonra manifaturacının bitişiğindeki manifaturacı ile yarışması, kendisinden uzak olup çarşının öbür tarafında olan bir manifaturacı ile yarışmasından daha fazladır. Bu bakımdan hiç kuşkusuz komşusuna karşı hissettiği hased daha fazladır. Kahraman bir kimse de başka bir kahramana hased eder, âlime hased etmez. Çünkü onun gayesi kahramanlıkla yâdedilmesi ve şöhret bulmasıdır. Bu haslette tek başına kalmasıdır. Âlim bir kişi bu hedefte onunla yarışmaz. Böylece âlim âlime hased eder, kahramana hased etmez. Sonra vâizin vâize hased etmesi, vâizin fakihe ve doktora hased etmesinden daha fazladır. Çünkü iki vâiz arasındaki mücadele, fakih ve doktor ile müşterek olduğu hedeften daha özel bir hedef içindir. Bu bakımdan bu hasedlerin kökü düşmanlıktır. Düşmanlığın kökü de bir hedef üzerinde çarpışmaktır. O tek hedef de uzak olan kimseleri değil de bir diğeriyle münasebeti ve ilgisi olan kimseleri kapsar. Öyle ise bu sırra binaen hased, münasebetleri olan iki kişi arasında daha çok vâki olur. Evet! Post kapmak hususunda amansız bir hırsa sahip olan ve bütün kâinatın en ücra köşelerine kadar nam ve şöhretinin yayılmasını isteyen bir kimse, uzak da olsa bu hususta kendisiyle boy ölçüşen herkesi kıskanır ve hased eder! Bütün bunların menşei dünya sevgisidir. Çünkü toslaşanlar için daralan saha ancak dünyadır. Âhiret ise, orada darlık sözkonusu değildir. Âhiretin misali, ilim nimetinin misâli gibidir. Şüphe yoktur ki ALLAH´ın sıfatlarının, meleklerinin, peygamberlerinin, gökler ve yer melekûtunun marifetini seven ve isteyen bir kimseden hiç kimse bu isteği bilinse bile nefret etmez. Çünkü marifet, âriflerin çokluğuyla daralmaz. Hatta bir tek malûmu bir milyon âlim bilir ve onu bilme-sinden dolayı sevinir ve zevk duyar. Hiçbirinin lezzeti diğerinin lezzetinden dolayı eksilmez. Aksine âriflerin çokluğu sebebiyle yakınlık daha da artar. İstifade ve ifade etmenin semeresi ve meyvesi daha da çoğalır. İşte bu sırra binaendir ki din âlimleri arasında kin ve hased yoktur. Çünkü maksadları ALLAH´ın mârifetidir. Bu ise engin bir denizdir. Hiç kimsenin dalmasıyla daralmaz. Din âlimlerinin gayeleri ALLAH nezdinde büyük bir makama sahip olmaktır. ALLAH katında ise darlık diye birşey yoktur. Çünkü ALLAH katındaki nimetlerin en güzeli onunla mülâki olmaktır. Bu lezzette ise hiçbir mümanaat ve toslaşma sözkonusu olmaz. Doya doya seyredenlerin bir kısmı diğer bir kısmına yeri daraltmaz. Aksine onların çokluğuyla yakınlık daha da artar. Evet! Âlimler ilimleriyle mal ve dünya rütbesi istedikleri zaman, biri diğerine hased eder. Çünkü mal, görünen cisimlerdir. Birisinin eline girdi mi başkasının eli ondan boş kalır. Makam ve mertebenin amacı, kalpleri elde etmektir. Ne zaman bir şahsın kalbi bir âlimin yüceltilmesiyle dolarsa, o kalp âhireti yüceltmekten yüz çevirir veyahut bu hususta eksilir. İşte böylece bu durum hasedleşmeye ve toslaşmaya sebep olur. Bir kalp ALLAH´ın mârifetinin sevgisiyle dolduğu zaman bu sevgi başkasının da kalbinin dolmasına mâni değildir ve başkasının sevinmesine engel de teşkil etmez.

İlim ile mal arasındaki fark şudur: Mal, Zeyd´in elinden çıkmadıkça, Amr´ın eline giremez. İlim ise âlimin kalbinde istikrar bulmuştur. Başkasının kalbine de o âlimin öğretmesiyle yerleşir. O âlimin kalbinden göç etmeksizin başkasına da nasib olur. Mal, cisimler ve ayinlerdir. Bunların ise sonu vardır. Bu bakımdan eğer insan yeryüzündeki bütün serveti elde ederse, başkasının elde edeceği bir servet kalmaz. İlmin ise sonu yoktur ve tamamının bir insan tarafından elde edilmesi de düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH´ın celâl ve büyüklüğü hakkında, yerin ve göklerin büyüklüğü hakkında düşünmeyi kendi nefsine âdet edinen bir kimsenin katında bu düşünce her nimetten daha tatlı gelir ve bu kimse bundan menedilemez ve bu hususta bununla çekişen hiç kimse de bulunmaz. Bu bakımdan bu kimsenin kalbinde hiç kimseye hasedi olmaz! Çünkü bu kimseden başkası da onun mârifeti gibi mârifet sahibi olursa, lezzetinden zerre dahi eksiltmez. Aksine o ikinci kimsenin ünsiyetinden dolayı lezzeti gittikçe artar. Bu bakımdan bu kimselerin lezzeti daimî bir şekilde melekût âleminin acaibliklerini mütalâa etmekten gelir ve cennetin ağaçlarına ve bahçelerine zâhir gözüyle bakan bir kimsenin lezzetinden daha büyük olur. Çünkü ârif bir kimsenin nimeti ve cenneti, onun zâtının sıfatı olan mârifetidir. O mârifetin gitmeyeceğinden emindir! Arif kişi daima o mârifetin meyvelerini koparıp yemektedir!..

Bu bakımdan ârif kişi ruhuyla, kalbiyle, ilminin meyveleriyle gıdalanmaktadır ve bu meyve herhangi bir elle kesilip ambalajlanmış, başkasının bedavadan yemesinden menedilmiş bir meyve değildir. Aksine bu meyveler, isteyenlere yaklaşmış meyvelerdir. Ârif kişi eğer zâhirî gözünü kapatırsa, onun ruhu daima yüce cennetlerde pırıl pırıl parlayan bağ ve bahçelerde yayılır. Eğer âriflerin çok olduğu farzedilirse, bunların biri diğerine hased ediciler olmazlar. Aksine ALLAH Teâlâ´nın haklarında şöyle buyurduğu kimseler gibi olurlar:

Biz o cennettekilerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.(Hicr/47)

İşte onların, daha dünyada iken halleri böyledir. Acaba perde kalktığı zaman ahiret âleminde mahbub görüldüğü zaman onlar nasıl olurlar. Bu bakımdan cennette hasedin varlığı düşünülemez. Cennet ehlinin dünyada da hased etmeleri sözkonusu değildir. Çünkü cennette ne darlık, ne de çekişme vardır. O cennet ancak ALLAH´ın mârifetiyle elde edilir. O mârifet ki dünyada bile onda çekememezlik sözkonusu değildir. Cennet ehli zarurî olarak, gerek dünyada gerekse ahirette hasedden beridir.

Genişliğinden uzaklaşmış, siccîn´in darlığına yaklaşmış kimselerin sıfatlarındandır ve bunun için de ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytan bu vasıfla vasıflandırılmıştır. Onun sıfatlarından biri, Hz. Âdem´e ihsan edilen özellikten dolayı Hz. Âdem´e hased etmesidir. İblis secdeye davet edildiği zaman gururlanarak secde etmekten çekinmiş ve isyan ederek temerrüd etmiştir. Anlaşılmıştır ki hased, ancak hepsine yetmeyecek bir hedefe üşüşmekten ileri gelir. Bunun için halkın, göğün ziynet ve süsüne bakmakta birbirlerine hased etmediklerini, ancak yeryüzünün küçücük bir parçası olan dağ ve bahçelerden dolayı hased ettiklerini görürsün. Oysa bütün arzın semaya nisbeten hacim bakımından hiçbir kıymet ifade etmediği âşikârdır. Sema, genişliğinden dolayı insanların bakışları için yeterlidir. Sema için insanlar arasında çekişmek ve hasedleşmek asla sözkonusu olamaz. Eğer basiretli isen ve nefsin için şefkatli isen öyle bir nimeti aramalısın ki o nimetten dolayı hiç kimse ile çekişme ve o nimetin hiçbir zaman yok olması sözkonusu olmasın. Bu nimet dünyada ancak ALLAH´ın mârifetinde, sıfat ve fiillerinin marifetinde, gökler ve yerin melekûtunun acaibliklerinde bulunabilir. Ahirette de bu mertebeye ancak bu mârifet ile varılabilir. Eğer sen ALLAH´ın mârifetine müştak değilsen, onun lezzetini duymazsan, bu husustaki görüşün gevşemiş, bu husustaki isteğin dumura uğramışsa, o vakit sen mâzur sayılırsın; zira cinsî ilişkiden mahrum olan bir kimse, asla cimanın lezzetine iştiyak göstermez. Çocuk da taht ve tacın lezzetine ihtiyaç duymaz. Çünkü bunlar öyle lezzetlerdir ki çocuklar ve erkek olmayanlar değil de ancak erkekler o lezzetleri idrak edebilirler. Mârifetin lezzeti de böyledir. Onun idrâki, ancak erkeklerin şânındandır.

Kendilerini ne ticaretin, ne de bir alışverişin ALLAH´ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı kimseler...(Nûr/37)

Bu lezzete onlardan başkası iştiyak göstermez. Çünkü iştiyak ancak tatmaktan sonra olur. Tatmayan bilmez, bilmeyen müştak olmaz. Müştak olmayan aramaz. Aramayan idrâk etmez. İdrâk etmeyen de esfel-i sâfilînde mahrumlarla beraber olur.
 
Alt 02-07-2009, 21:52   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Hasedi Kalp ten Söküp Atmanın Çaresi

Hased, kalplerin en büyük hastalıklarındandır. Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için faydalı ilim ancak şudur: Hasedin senin için, âhirette ve dünyada zararlı olduğunu, öteki adama ise ne âhirette ve ne de dünyada zararlı olmadığını bilmendir. Hatta kendisine hased edilen adam; hem âhirette hem de dünyasında kendisine karşı güdülen hasedden fayda görür. Sen bunu basiretinle bilip gördüğün zaman nefsinin düşmanı, düşmanının dostu değilsen, kesinlikle hasedden vazgeçmen gerekir.

Hasedin Dindeki Zararı

Sen hasedin yüzünden ALLAH´ın kaza ve kaderine küsmüş olur, kulları arasında taksim ettiği nimetini hor görür, gizli hikmetiyle mülkünde ikame ettiği adaletini çirkin sayar, kerih görürsün. Bu ise tevhidin özüne karşı işlenilen bir cinayet, imanın gözünde bir çapaktır. Din hususunda cinayet olması sana yeter de artar bile! Sen bununla mü´minlerden bir kişiye hile yapmayı, ona nasihat etme vazifesini terketmeyi, ALLAH´ın veli ve peygamber kullarının, diğer kullar için hayır istemeleri hususunda onlardan ayrılmış olursun. İblis ve diğer kâfirlerin mü´minlere belâlar verilmesine ve mü´minlere verilen nimetlerin kalkmasına sevinmeleri hususunda onlara uymuş olursun. Bütün bunlar kalpte bulunan habaset ve çirkinliklerdir. Ateşin odunu yediği gibi bunlar da kalbin hasenelerini yer. Gecenin gündüzü silip ortadan kaldırdığı gibi, haseneleri silip ortadan kaldırırlar.

Hasedin Dünyadaki Zararı

Sen dünyada, hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine sıkıntı yüklemiş olursun; zira ALLAH Teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker, onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için istedikleri belâ dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat istiyordun, oysa buna karşılık olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedin den ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer aklın varsa- hasedden sakınmalısın. Çünkü hasedde kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased hususunda ahirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin! Akıllı bir kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla beraber, çektiği meşakkate rağmen, nasıl kendisini ALLAH´ın gazabına maruz bırakır da di-nini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder.
Din ve dünyası hususunda kendisine hased edilen zatın hiçbir zararı olmadığı keyfiyetine gelince, bu güneşten daha bâriz bir ha-kikattir. Çünkü ona verilen nimet senin hasedinden ötürü ondan alınmaz ki! Aksine ALLAH Teâlâ´nın takdir ettiği ikbal ve nimet, muhakkak yine takdir ettiği zamana kadar devam edecektir. Onu kaldırmaya hiçbir güç yetmez. Herşey ALLAH katında bir ölçüye göredir ve her müddetin bir hududu vardır. Bu sırra binaen peygam-berlerden bir zat (Salât ve selâm onların üzerine olsun) halka musallat olan zâlim bir kadından şikayet etti. ALLAH Teâlâ, o peygam-bere ´onun günleri sona erinceye kadar onun önünden kaçmamasını´ vahyetti.

Ezelde bizim takdir ettiğimizin değişmesine imkân yoktur. Bu bakımdan kaza ve kaderde onun ikbal ve izzetinin devamlılığı için takdir edilen müddete kadar sabret!

Madem nimet hasedle ortadan kalkmaz, o halde kendisine hased edilen kişinin dünyada hiçbir zararı yoktur. Ahirette de suçu olmadığından dolayı günahkâr olamaz. Sen şöyle diyebilirsin: ´Keşke nimet, benim hasedimden dolayı, hased ettiğim kimseden alınsaydı!´
Senin böyle demen, cehaletin son derekesidir. Çünkü bu bir belâdır ki önce sen kendi nefsine istiyorsun; zira sen de hasedinden dolayı düşmandan kurtulamazsın. Eğer hasedden dolayı nimet ortadan kalksaydı, o vakit ALLAH Teâlâ sana da hiçbir nimet bırakmazdı ve hiçbir mahlukuna da iman nimeti dahil, hiçbir nimeti bırakmaması icabederdi. Çünkü kâfirler imanlarından dolayı mü´minlere hased ederler.

Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra nefislerindeki hasedlerinden ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler!(Bakara/109)

Zira hasudun istediği olmaz. Evet! Hasûd bir kimse kendi iradesiyle başkasına dalâleti istediğinden dolayı dalâlete gider; zira küfrü istemek küfürdür. Bu bakımdan nimetin hasedden dolayı hased edilenden alınmasını isteyen bir kimse, sanki kâfirlerin hasediyle iman nimetinin kalkmasını ve diğer nimetlerin de kalkmasını istiyor gibidir! Eğer kendi hasedinle halktan nimetin zâil olmasını istemiyorsan bu cehaletin katmerlisidir; zira hasedçi ahmaklar ALLAH´ın kendisine bu özelliği vermesini ister. Oysa sen başkasından bu özelliği almak hususunda evlâ ve gözde değilsin. Bu bakımdan hasedle sana verilen nimeti senden almamak nimetine karşı ALLAH´a şükretmek sana farzdır. Sen ise cehaletinle onu hor görmektesin.

Kendisine hased edilen şahsın, hasedçinin hasedinden hem dünya hem de âhirette fayda göreceği hususuna gelince bu husus da açıktır. Din hususunda fayda görmesi, ona hased ettiğin için mazlum olmasıdır. Hele hased seni onun aleyhinde atıp tutmaya, bilfiil onun gıybetinde bulunmaya, ona zarar vermeye sürüklerse, onun perdesini yırtmaya, onun kötülüklerini anmaya sevkederse, bütün bunlar ona takdim ettiğin hediyelerdir. Bu sözden benim ga-yem, sen bunlarla kendi sevaplarını ona hediye etmiş olursun ve kıyamet gününde onun karşısında mahrum bir durumda kalırsın. Tıpkı dünyada nimetten mahrum olduğun gibi.
Evet! ALLAH´ın senin üzerinde bir nimeti vardır. Çünkü ALLAH Teâlâ seni hasene ve sevapları elde etmeye muvaffak kılmış, sen ise o hasenelerini kıskandığın kimseye nakletmiş bulunuyorsun. Ona verilen nimete ikinci bir nimeti ekledin, kendi nefsinin şekavetine
ikinci bir şekavet kattın.Kendisine hased edilen kişinin hasedden dolayı dünyada fayda görmesine gelince, bu durum da şöyledir: Halkın gayelerinin en mühimi; düşmanlarını kötülemek, üzmek, şekavete sürüklemektir. Onların üzülmelerini görmektir. Oysa kendisi hasedden doğan elem içinde kıvranır, ondan daha şiddetli bir azap yoktur. Düşmanlarının temennilerinin en son noktası, kendilerinin nimet içinde yüzmeleri, senin ise, onlardan dolayı üzüntü ve hasret içinde kıvranmandır. Oysa sen onların maksadlarını bizzat kendi başına getirmiş bulunuyorsun ve bundan dolayı da düşmanın senin ölümünü istemez. Aksine hayatının uzamasını ister. Ancak bu hayatın hased azâbı içinde devamlı olmasını ister ki sen ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimetlere bakıp kalbin kıskançlık ve hasedden paramparça olsun! Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

Düşmanların ölmemişler, sende gizli bulunan hasedi görünceye kadar diri kalmışlardır.
Sen nimetten dolayı hasede mâruz kalıyorsun. Ancak kâmil o kimsedir ki kendisine hased edilir!

Bu bakımdan düşmanlarının, senin üzüntü ve hasedinden dolayı sevinmeleri, ellerindeki nimetlerden dolayı sevinmelerinden daha büyüktür. Eğer düşmanın senin hasedin elem ve azâbından kurtulacağını bilirse, onun bu bilgisi kendisi için en büyük musibet ve belâdır. O halde sen içinde kıvrandığın hased üzüntüsüyle ancak düşmanının istediği bir durumdasın. Bunu düşündüğün zaman senin, kendi nefsinin düşmanı ve düşmanının da dostu olduğunu anlamış olursun; zira sen hem dünya ve hem de âhirette sana zarar, düşmanına fayda veren bir yoldasın, ALLAH´ın nezdinde çirkin bir durumdasın. Gerek hâli hazırda, gerekse gelecekte insanlar nezdinde de çirkin durumdasın. Sen istesen de istemesen de hased ettiğin insanın nimeti devam edecektir. Sonra sen düşmanına kâr sağlamakla kalmadın, düşmanlarının en katısı olan İblis´i de sevindirdin. Çünkü İblis seni ilim, takvâ, mertebe ve düşmanına verilen maldan mahrum olarak görüp, senin hased ettiğin adama verilen nimete razı olup sevapta -onu sevdiğinden dolayı- ona ortak olacağını bilir ve korkar. Çünkü müslümanlar için hayrı seven, hayırda onların ortağı olur. Kim, din hususunda büyük olanların mertebesini elden kaçırırsa onları sevmek sevabı daima elindedir. Bu bakımdan İblis, senin, ALLAH´ın kuluna verdiği din ve dünya nimetinden dolayı sevineceğini ve bu sevinç sebebiyle de muzaffer olacağını düşünerek korkar. Bu sırra binaen onu sana çirkin gösterir ki amelinle onun mertebesine varmadığın gibi, sevgiyle de varamayasın.

Bir bedevi Hz. Peygambere şöyle dedi:

-Kişi dindar olan kavmi sever, oysa onların derecesine yetişemez,

-Kişi sevdiğiyle beraberdir.111

Bir bedevi Hz. Peygamber hutbe okurken yanına sokularak şöyle der:

-Kıyamet ne zaman kopacak?

-Kıyamet için ne hazırladın?

-Kıyamet için çok namaz, çok oruç hazırlamış değilim. Ancak ben ALLAH´ı ve onun Rasûlü´nü seviyorum.
-Sen sevdiğinle berabersin.112

Enes der ki: ´Müslümanlar, müslüman olduktan beri o gün sevindikleri kadar hiçbir zaman sevinmiş değillerdi´. Bu da müslümanların en büyük hedeflerinin ALLAH´ın ve Hz. Peygamber´in sevgisi olduğuna işarettir.

Enes der ki: ´Biz Hz. Peygamberi, Ebubekir ve Ömer´i sever, fakat onların ameli gibi amel edemeyiz! Ümit ederiz ki onlarla beraber olalım!´

Ebu Musa şöyle demiştir: Ben ´Kişi namaz kılanları sever, fa-kat kendisi namaz kılmaz. Oruçluları sever. Fakat kendisi oruç tutmaz´ diyerek birkaç kişi saydım. Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle dedi:
O, sevdiğiyle beraberdir.113 Bir kişi Ömer b. Abdülaziz´e şöyle sorar:

-Deniliyor ki, eğer âlim olmaya gücün yetiyorsa âlim ol! Eğer buna gücün yetmiyorsa öğrenci ol! Eğer buna da gücün yetmiyorsa onları sev! Eğer onları sevmeye gücün yetmiyorsa bari onlara buğzetme!

-SübhanALLAH! ALLAH Teâlâ bizim için çıkar yol kılmıştır!

Şimdi dikkat et! İblis sana nasıl hased etmiştir? Sevginin sevabını senin elinden nasıl çıkarmıştır? Sonra bununla da kanaat etmemiş, müslüman kardeşini sana mebğuz göstermiştir. Seni onu sevmemeye teşvik etmiştir. Sen günâhkar oluncaya kadar yakanı bırakmamıştır. Nasıl öyle olmasın? Umulur ki sen, âlimlerin birisine buğzediyor, onun dinde yanılmasını istiyorsun ki yanıldığı görülsün ve dolayısıyla rezil olsun! İstiyorsun ki konuşamayacak şekilde dili tutulsun. Öğrenemeyecek derecede hastalansın! Artık bundan daha fazla derecede hangi günah olabilir? Keşke sen, ona yetişmek fırsatı elinden kaçtığı ve bundan dolayı üzüldüğün zaman, bari günah ve ahiret azabından sâlim kalmış olsaydın!

Cennet ehli üç sınıftan ibarettir:
1.Muhsin
2.Muhsini seven
3.Muhsini savunan!114

Yani muhsin´den eziyetini uzaklaştıran, ona hased, buğz ve kerahet getirmeyen...
Dikkat et! İblis seni bu üç giriş noktasından da uzaklaştırmıştır ki sen asla bu üç gediğin hiçbirisinin ehlinden olmayasın! İşte İblis´in hasedi sana nüfuz etmiş, fakat senin hasedin düşmanından değil, aksine öz nefsinden nüfuz etmektedir. Ey hasedci, hâlin uyanıklık veya uyku hâlinde sana gösterilse, nefsini, okunu düşmanının öldürücü bir yerine isabet etsin diye atan ve isabet ettiremeyen, aksine oku dönüp sağ gözünün bebeğine değip de gözünü çıkaran bir kimsenin suretinde göreceksin. Bu kimse bundan sonra oldukça öfkelenir ve ikinci bir ok atmak ister. Birinci atıştan daha şiddetli bir şekilde atar. Bu sefer o ikinci gözüne gelir ve kendisini iki gözden de mahrum eder. Üçüncü defa ok atar ve geri tepen ok gelip başını deler. Oysa her durumda düşmanı sapasağlamdır. Oku zaman zaman kendisine döner. Düşmanları ise etrafında sevinmekte, gülmekte ve tepinmektedirler. İşte bu hasedçinin hali şeytanın onunla oynamasıdır. Halbuki senin hased hususundaki halin bundan daha çirkindir. Çünkü geri tepen oklar, sadece adamın iki gözünü götürmüştür. Eğer o iki göz yerinde kalsaydı bile mutlaka ölümle yine yok olacaklardı. Oysa hased günah getirir. Günah ise ölümle sona ermez. Günahın insanoğlunu ALLAH´ın gazabına ve ateşe sürüklemesi sözkonusudur. İnsanoğlunun dünyada gözünün kör olması, gözü kalıp da o kalan gözle cehenneme girmesinden daha hayırlıdır. Çünkü cehenneme o gözle girdi mi alevler onu çıkaracaktır. Dikkat et! ALLAH, hased edenden nasıl intikam alır? Çünkü hased eden, hased edilenin nimetinin alınmasını istedi. ALLAH ondan o nimeti almadı. Sonra o nimeti hased edenden aldı. Zira günahtan ࡵzak kalmak bir nimettir. Gam ve üzüntüden sâlim kalmak da nimettir. Oysa bunların ikisi de hased edenden uzaktırlar.

Yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzak(lar) kurma(larını artırdı). Kötü tuzak, ancak sahibinin başına geçer.(Fâtır/43)

Hased eden insan çoğu zaman düşmanının istediğinin ta kendisiyle müptelâ olur. Bir müslümanın düşüşü ile sevinen bir kimse çoğu zaman aynı şeyle karşılaşır.

Hz. Aişe der ki: ´Ben Hz. Osman için neyi temenni etmişsem hepsi benim başıma geldi. Hatta ben onun için ölümü temenni etseydim, mutlaka öldürülürdüm´.

İşte hasedin günahı budur. Acaba sürüklediği ihtilâf, hakkı inkâr etmek, dil ve eli serbest bırakıp düşmandan intikam almak için kötülükler işlemek gibi çirkinlikler nasıl olur? Hased öyle bir hastalıktır ki geçmiş milletler onunla helâk olmuşlardır.

İşte buraya kadar söylediklerimiz ilmî ilâçlardır. İnsanoğlu saf bir zihin ve hazır bir kalp ile bu ilâçları tedkik ederse onun kal-bindeki hased ateşi söner. Kendi nefsini hasedle helâk edip düşmanını sevindirmiş olduğunu, rabbini kızdırıp hayatını karmakarışık ettiğini anlar.

Bu husustaki faydalı amele gelince, bu hasede hükmetmektir. Bu bakımdan hasedin istediği her söz ve fiilin zıddını yapmaya nefsini zorlamalıdır. Eğer hased kendisini, hased ettiği kimseyi zemmetmeye zorluyorsa onu övmeye, dilini onu medhetmeye zorlmalıdır. Hased ona karşı gururlu davranmasını isterse, ona karşı nefsine yüklenmelidir, ondan özür dilemelidir. Hased kendisini, ona karşı iyilik yapmamaya zorlarsa, nefsini daha fazla ona iyilik yapmaya zorlamalıdır. Bunu zoraki bir şekilde yaptığı ve kendisine hased edilen adam bunu bildiği zaman o adamın kalbi sevinir. Dolayısıyla o da bunu sevmiş olur, Onun sevgisi görüldüğü zaman hased eden de onu sevmeye başlar. Bundan da aralarında uygunluk doğmuş olur ve onunla da hasedin maddesi ortadan kalkar. Çünkü tevâzu, övgü ve nimete sevindiğini belirtmek, kendisine nimet verilenin kalbini rikkate getirir, şefkat ve merhametini gerektirir, iyilikle buna karşılık vermeye kendisini zorlar. Sonra bu iyilik birincisine dönüşür. Onun da kalbi hoşlanır. Böylece başlangıçta zoraki yaptığı birşey kendisine tabiî ve normal gelmeye başlar. Şeytanın kendisine "Eğer sen, kıskandığın adama karşı te-vazu gösterir, kendisini översen, düşmanın bunu senin acizliğine veya münafıklığına veyahut korkaklığına hamleder. Düşmanın bu şekilde telâkkisi senin için zillet olur!´ demesi, onu bu şekilde davranmaktan alıkoymamalıdır. Bu vesveseler şeytanın kandırma ve hilelerindendir. Hatta zoraki bir şekilde tatlılık göstermek tarafların saldırganlığını önler. Düşmanlık isteğini azaltır. Kalplere karşılıklı yakınlık ve sevgi girer ve bununla da kalpler, hasedin eleminden, karşılıklı buğzetmenin üzüntüsünden kurtularak rahata kavuşmuş olur. işte bunlar hasedin şifalı ilâçlarıdır. Ancak kalplere pek acı gelir. Fakat fayda acı ilâçtadır. Kim ilâcın acılığına tahammül göstermezse şifanın tatlılığına varamaz. Ancak bu ilâcın acılığı, yani düşmana karşı tevazu göstermek, övmek suretiyle onlara yaklaşmak, daha önce zikrettiğimiz mânâları bilmekle kolaylaşır. ALLAH´ın kaza ve kaderine rıza göstermek, ALLAH´ın sevdiğini sevmekle kolaylaşır. Nefsin mağrur olması, isteğinin hilâfına kâinatta bir şeyin olmasını kabul etmeyişi ceha-lettir. Bu cehaleti takınan bir nefis olmayanı istiyor demektir. Onun isteğinin olacağından herhangi bir ümit yoktur. İstenilenin elde edilmemesi zillettir. Bu zilletten kurtuluş ancak iki şeyle olur: Ya isteğin olması ile veya olacak bir şeyin istenmesiyle!

Birincisi senin elinde değil!.. Zorlama ve çabanın burada hiçbir müdahalesi yoktur. İkincisi ise, onun hakkında mücadele etmenin giriş noktası vardır. Onun riyazetle elde edilmesi mümkündür. Bu bakımdan her akıllı kimsenin bunu elde etmesi gerekir. İşte bu umumi bir devâ ve ilâçtır.

Mufassal ve izahlı devâya gelince; hasedin, kibir, gurur, nefsin izzeti, fayda vermeyen şeylere şiddetli harislik göstermek gibi sebeplerini araştırmaktır. Eğer ALLAH dilerse bu sebeplerin tedavilerinin izahı özel bahislerinde gelecektir; zira bu hastalığın maddeleri ve mikroplarıdır. Hastalık ancak mikrobun sökülmesiyle sökülür. Eğer sen maddeyi sökemezsen, bizim söylediklerimizle sadece teskin edebilirsin. Fakat zaman zaman geri gelir. Maddelerin kalmasıyla beraber onu teskin etmek için uğraşmak uzayıp gider; zira kişi rütbe âşığı olduğu sürece, kendisinden başka halkın kalbinde mertebe edinenlere hased eder ve onların mertebe edinmesi kendisini üzer. Oysa gayesi nefsinin üzüntüsünü azaltmak, bunu ne diliyle, ne de eliyle belirtmemektir. Bundan tamamen boşalmak ise mümkün değildir. Tevfîk ALLAH´tandır!

___________________________
111) Müslim, Buhârî
112) Müslim, Buhârî
113) Müslim, Buhârî
114) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

 
Alt 02-07-2009, 21:53   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Hasedin Kalpten Silinmesi Gereken Miktarı
Eziyet, tabii olarak sevilmez. Sana eziyet verenden nefret etmemek, çoğu zaman mümkün değildir. Onun eline bir nimet geçtiği zaman o nimeti kerih görmemek senin imkânın dahilinde değildir. Düşmanının güzel veya perişan halinin nezdinde eşit olması ve nimetini hoş karşılamak senin elinde değildir. Sen nefsinde bu iki durum arasında fark hissedersin. Şeytan da daima seni karşıdaki insana hased etmeye çağırır. Eğer bu durum sende fiil ve sözle hasedi gösterecek raddeye sürükleyecek kadar kuvvet kazanmışsa ve bu da senin ihtiyarî fiillerinden biliniyorsa, sen hem hasedçi ve hem de hasedinden dolayı günahkâr bir kimsesin. Eğer sen tamamen zâhirini kontrol altına alıp ancak içinden nimetin zevâlini istiyorsan ve senin nefsinde de bu durumu kınayıcı ve kerih telâkki edici birşey yoksa, sen yine asi bir hasedçisin. Çünkü hased, fiilin değil kalbin sıfatıdır.

Ve onlardan önce Medine´yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeyden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar.(Haşr/9)

Sizin de kendileri gibi küfre sapmanızı istediler ki hepiniz eşit olasınız!(Nisa/89)

Eğer sana herhangi bir iyilik isabet ederse onların hoşuna gitmez.(Alu İmran/120)

Fiile gelince, o gıybet ve yalan demektir. O, hasedden doğan bir ameldir. Hasedin bizzat kendisi değildir. Hasedin kaynağı kalptir, âzalar değildir. Evet, bu hased bir zulüm değildir ki onun için helâlleşmek farz olsun. O, seninle ALLAH arasında geçen bir günahtır. Sadece âzâların yaptığı şeyler için helâlleşmek farz olur. Sen zâhirini günahtan menettiğin ve bununla beraber tabii olarak kalbin den hased edilenin nimetinin kalkmasından ibaret olarak kalp sızıntısından iğrendiğin zaman, âdeta tabiatından olan bu kötülükten dolayı nefsine kızarsın. Bu takdirde o kerahet, tabiat cihetinden gelen o kötü meylin karşısına akıl cihetinden dikilen bir siper olur. Evet, böyle yaptığın takdirde üzerindeki farz ve vazifeyi yerine getirmiş olursun. Birçok durumlarda bundan daha fazlası senin imkân ve ihtiyarının dahilinde değildir. Eziyet veren ile iyilik yapanın eşit olması ve onlara verilen nimetten dolayı sevinmenin veya onların başına gelen musibetten dolayı üzülmenin eşit olması hususunda tabiatın değişmesine gelince, bu durum, tabiat dünya lezzetlerine iltifat ettiği müddetçe, tabiatın itaat etmeyeceği bir durumdur. Ancak tabiat ALLAH sevgisiyle sendeleyen sarhoş gibi sarhoş olursa kalbi kulların hallerinin tefsirine bakmaz. Aksine tümüne aynı gözle bakar. O da şefkat gözüdür. Tümünü ALLAH´ın kulu olarak görür. Onların fiillerini ALLAH´ın yarattıkları olarak ve kendilerini de ALLAH´a müsahhar olarak görür. Bu durum -eğer olursa- çakan şimşek gibi gelir-geçer, devam etmez. Sonra kalp yine tabiatına döner. Düşman da onunla mücadele etmeye gelir; zira şeytan vesvese ile kalple mücadele etmektedir. Ne zaman insanoğlu bunu kerih görür, kalbine bu durumu gerekli kılarsa, mükellef olduğu vazifesini edâ etmiş olur.

Bazı ulema, kişinin hasedi âzalarına (ortaya) dökmedikçe günahkâr olmayacağına kail olmuştur. Nitekim Hasan Basrî´ye hased hakkında sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ´Onu dışarıya çıkarmadıkça sana zarar vermez!´

Mevkûf olarak Hasan Basrî´den, aynı zamanda merfû olarak Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilir:

Üç haslet vardır. Hiçbir mü´min onlardan boşalmaz. Fakat mü´min için onlarda çıkar yol vardır.

Bu bakımdan mü´minin hasedden çıkış noktası zulmetmemesidir. En- doğrusu, bu Hadîs-i şerîfin bizim söylediğimize hamledilmesidir. Yani tabiatın düşmanın nimetinin zâil olmasını istediği zaman, karşısına din ve akıl cihetinden gelen bir tiksinmenin çıkmasıdır. O tiksinme, insanoğlunu zulmetmekten ve eziyet vermekten engeller; zira hasedin aleyhinde vârid olan bütün hadîslerin zâhirî delâlet eder ki hasedçi bir kimse günahkârdır. Sonra hased, fiillerden değil de kalbin sıfatından ibarettir. Bu bakımdan kim bir müslümanın kötülüğünü isterse o hasedçidir. O halde sadece kalbin hasediyle -ortada fiil yokken- kişinin günahkâr olup olmadığı içtihada açıktır. En açık fetva, âyet ve hadîslerin zâhirinden ve mânâ bakımından belirttiğimizdir; zira bir müslüman için kötülük istemesi ve kalbinin bundan tiksinmemesi kul için affedilmesi uzak bir ihtimaldir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki senin için düşmanların hakkında üç durum vardır:

Birincisi, tabii olarak onların kötülüğünü istemen ve fakat bu duruma sevindiğini de hoş karşılamamandır. Aklınla bunu çirkin görür, kendi kendini kötüler, bu arzuna ulaşmak istemezsin. Hatta bu hastalığın tedavisi için elinden geleni yaparsın. Bunlardan sonra böyle bir eğilim kesinlikle affolunmuştur. Çünkü bundan daha fazlası insanın ihtiyarı dahilinde değildir.

İkincisi, bunu istemen ve düşmanının kötülüğüne karşı sevindiğini açıkça göstermen, dilinle veya âzalarınla bunu belirtmendir. İşte kesinlikle mahzurlu olan hased budur.

Üçüncüsü -ki bu birinci ve ikinci durumlar arasında bir durumdur- kalben hased etmendir. Fakat hasedinden dolayı nefsine buğzetmezsin kalbine karşı senden bir tiksinme belirmez, ancak âzalarını hasedin istediği istikamette, kalbin emrine vermezsin. Bu da ihtilâf yeridir! Açık fetvaya göre bu da günahtan hâli değildir. O sevginin kuvveti ve zayıflığı nisbetinde bir günah sözkonusudur. ALLAH en doğrusunu bilir!

Hamd, âlemlerin rabbi olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!
 
Alt 02-07-2009, 21:54   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Dünyanın Zemmi Konusuna Giriş

Velî kullarına dünyanın tehlike ve âfetlerini tanıtıp bildiren ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki dünyanın ayıp ve çirkinliklerini dostlarına, onun delil ve alâmetlerine baksınlar, sevablarını günahlarıyla karşılaştırıp tartsınlar diye belirtmiştir. Onlar dünyanın kötülüklerinin iyiliklerinden çok olduğunu, onun güneşinin batmaktan kurtulamayacağını anladılar. Fakat o, güzelliğiyle halkın kalbini hoplatıp çeken bir kadın suretindedir. Onun çirkinliklerinin nice sırları vardır ki ona varmak isteyenleri yolun ortasında helâk etmekte... Sonra o, istekçilerinin elinden kaçmakta... Visalini onlara bahşetmekte pek cimri davranmaktadır. Onlara yöneldiği zaman şerrinden ve vebalinden emin olunmamakta... Bir saat iyilik yaparsa, arkasından bir senelik kötülük yapmakta... Bir defacık kötülük yaparsa, onu bir sene uzatmakta... Bu bakımdan onun ikbâl daireleri, helâk ile beraber gezmektedir! Dünya âşıklarının ticaretleri zarardan ibarettir. Onun âfetleri istekçilerinin göğüslerine ardı kesilmeyen oklar gibi peşipeşine saplanmakta... Hallerinin akışları tâliblerinin zilletini haykırmakta.... Bu bakımdan ona aldanan herkesin âkibeti zillet, onunla mağrur olan herkesin sonu hasrettir. Onun şânı, müşterisinden kaçmak, kendisinden kaçanı da aramaktır. Hizmetçisinin elinden çıkar, kendisine perva etmeyerek yüz çevirenin arkasından gider. Berraklığı bulanıklıkların kirinden uzak değildir.

Sevgisi karıştırıcılardan ayrılmakta, selâmetinin arkasından hastalık gelmekte, gençliği ihtiyarlığa sevketmekte, nimetleri hasret ve pişmanlıktan başka bir meyve vermemekte... O hilekâr, kandırıcı ve uğursuzdur. Durmadan müşterilerine süslü püslü görünür ki onlar kendisine kalben bağlanıp dost olsunlar. O zaman onlara iri iri kesici dişlerini gösterip düşmanlık eder. İntizamlı sebeplerini onlar için karma karışık yapar...

Acaibliklerinin gizli taraflarını gösterir, öldürücü zehirlerini onlara tattırır, onları delici oklarının yağmuruna tutar, arkadaşları onun elinden sevgi ve nimetler içerisinde iken birden onlara sırtını çevirir. Sanki onlar tatlı rüyalar görmüş gibi olurlar! Sonra felâketleriyle hayatlarını perişan eder, harmanda dövülen ve saman haline getirilen saplar gibi onları öğütür, kefenleri içerisinde örtüp topraklara gömer. Onlardan biri, üzerine güneş doğan bir şeyi elde ederse, onu hurdahaş bir vaziyete getirir, sanki o dünün zengini değilmiş gibi yapar. Arkadaşlarına sevgi ümidini verir. Onları aldatarak hileli vaadlere boğar. Onlar birçok şeyler beklerken, köşkler inşa ederken, köşklerini mezara çevirir! Cemiyetlerini darmadağın eder. Çalışmalarını kasırga gibi toz duman eder. Öyle bir hale getirir ki kendi kendilerine felâket isterler. İşte dünyanın hususiyetleri budur. Fakat ALLAH´ın emri mutlaka yerini bula-caktır. Salât ve selâm ALLAH´ın kulu ve rasûlü üzerine olsun. O rasül ki âlemlere müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Pırıl pırıl parlayan bir güneş olarak doğmuştur.

Salât ve selâm Muhammed´in ehline ve din hususunda ona yardımcı olan arkadaşlarına ve zâlimlere karşı onu destekleyen zevata olsun! Yarab! Onlara salât ve selâm et!

Dünya hem ALLAH´ın, hem dostlarının ve hem de düşmanlarının düşmanıdır. Dünyanın, ALLAH´a olan düşmanlığı cihetine gelince: Dünya ALLAH´ın kullarının yolunu kesmekte (onları aldatmaktadır) ve bunun içindir ki, ALLAH Teâlâ onu yarattığından beri ona bir defacık olsun şefkat nazarıyla bakmamıştır.

Dünyanın, ALLAH dostlarına olan düşmanlığı cihetine gelince, dünya onlara çeşitli süsleriyle görünmüş, çiçekleriyle, yeşillikleriyle onları kandırmış... Öyle ki onlar, dünyayı terketmek için dünyanın en acı şerbetini içmeye mecbur olmuşlardır.

Dünyanın ALLAH düşmanlarına düşman olma cihetine gelince, dünya, hileleriyle onları kandırmış, ağlarına düşürmüş, öyle ki onlar dünyaya bel bağlamışlar, ona itimat etmişler ve onların dünyaya en muhtaç olduğu bir anda dünya onları mahrum etmiştir. Onlar dünyadan öyle bir hasret meyvesi koparmışlardır ki onu yemekle ciğerleri paramparça olmuştur. Sonra dünya onlara ebedî saadeti haram kılmıştır. Onlar dünyanın elden gitmesine daima hasret çekmekte, onun hilelerinden feryad etmekte ve yardımlarına kimse de gelmemektedir. Aksine onlara ´cehennemde ümitsiz kalınız, benimle konuşmayınız´ denilir.

Bunlar âhireti dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez,(Bakara/86)

Dünyanın gaile ve şerleri büyüdüğünde muhakkak ki dünyanın hakikatini, dünyanın ne olduğunu ve dünyanın düşmanlığıyla beraber yaradılışındaki hikmetini, aldatmaların ve şerlerin hangi kapıdan geldiğini anlamak lâzımdır. Zira şerri bilmeyen bir kimse şerden sakınamaz ve şerre düşmesi de pek yakın bir ihtimaldir. İşte biz -eğer ALLAH dilerse- dünyanın kötülüğünü, onun misallerini, hakikatini, mânâlarının tafsilâtını, onunla ilgili meşguliyetin sınıflarını, onun esaslarına olan ihtiyacın yönünü ve halkın dünyanın boş şeyleriyle meşgul olup ALLAH´tan nasıl yüz çevirdiklerini zikredeceğiz. ALLAH Teâlâ -razı olduğundan dolayı- yardım eder.
 
Alt 02-07-2009, 21:55   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Dünyanın Sıfatlarının Misallerle Belirtilmesi

Dünya, süratle yok olup gidiyor. Sonunun gelmesi pek yakındır. İnsanlara baki kalmayı söz verir, sonra sözüne muhalefet eder. Sen ona bakar, onu sakin ve istikrarlı görürsün. Oysa o şiddet ve süratle seyretmektedir. Süratle durmadan akıp gitmektedir. Fakat ona bakan, onun hareketini hissetmeden ona bel bağlar. Ancak sona erdiği zaman sezer. (O vakit de iş işten geçer). Dünyanın mi-sali gölgedir. Gölge, hareketsiz ve sakin görünür. Oysa hakikatte hareket halindedir. Görünürde sakindir. Onun hareketi zahirî gözle görünmez, bâtınî basiretle görülür. Dünya, Hasan Basrî´nin yanında zikredildiği zaman o şu şiiri okudu: ´Uykudaki rüyalar veya geçici bir gölge gibidir. Muhakkak akıllı bir kimse onun benzeriyle aldanmaz´.

Hasan b. Ali çoğu zaman misal getirerek şöyle derdi: ´Ey bekası olmayan dünya lezzetlerinin ehli! Geçici bir gölgeye aldanmak hamakattır´.

Denildi ki: ´Bu şiir Hz. Hasan´ın sözüdür´.
Deniliyor ki, bedevilerden biri bir kavmin yanında misafir oldu. Kendisine bir yemek ikram ettiler, yemeği yedi. Sonra onların çadırının gölgesine gitti ve uyudu. Onlar çadırı kaldırdılar. Güneş adamın üzerine gelince kalktı ve şu şiiri okudu: ´İyi bilin ki dünya inşa ettiğin bir gölge gibidir ve muhakkak birgün gölgen yok olacaktır".
Yine şöyle denilmiştir: ´Dünyası en büyük hedefi olan kişi ke-sinlikle o dünyanın aldatma ipine sarılmıştır!´

Dünyanın başka bir misali; hayalleriyle aldatmak, elden çıktıktan sonra iflas etmek hususunda uyku âleminin hayal ve karışık rüyalarına benzer. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dünya, rüyalardır. Onun ehli ondan dolayı ceza görüp azap çekerler.40

Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: ´Ben nefsimi dünyada uyuyan bir kişiye bezettim. Bu kişi rüyasında hoşuna giden ve gitmeyen durumları görür. Bu durumda iken birden uyanır. İşte insanlar da böyle uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O anda yas-landıklarından ve sevdiklerinden hiçbir şey ellerinde kalmaz!´

Bir hakîme şöyle denildi: ´Dünyaya en fazla benzeyen şey nedir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Uykuda görülen rüyalardır´.
Ehline düşmanlığı ve yavrularını helâk etmesi bakımından dünyanın başka bir misâli: Dünyanın tabiatı, kandırmak için önce yumuşaklık ve lûtuf göstermektir. Sonunda âheste âheste helâk eder. Dünya, müşterisine süslenen bir kadın gibidir. Onlarla evlendiği zaman onları keser!

Hz. İsa´ya, keşif âleminde dünya gösterildi. Dünyayı ihtiyar, beli kambur ve sırtında her süsten birşeyler bulunan bir kadın sûretinde gördü. Dünyaya şöyle sordu:

-Kaç defa evlendin?

-Sayamam!

-Kocalarının hepsi ölüp mü seni bıraktılar, yoksa hepsi seni boşadılar mı?

-Aksine hepsini ben öldürdüm!

-Kalan kocalara yazıklar olsun! Senin geçmiş kocalarından nasıl ibret almıyorlar? Sen onları, birbirinin ardından helâk ediyorsun, hâlâ senden sakınıp uzaklaşmıyorlar!
İçi dışına benzememek bakımından dünyanın başka bir misâli: Dünyanın dışı süslü, içi çirkindir. O, süslenmiş bir acuze kadın gibidir. Halkı, görünür taraflarıyla aldatır. Halk onun içine vâkıf olduğu zaman, onun yüzünden peçeyi kaldırdıkları zaman onun çirkinlikleri onların gözleri önüne serilir. Dış görünüş ile aldatıldıklarından ve akılsızlıklarından utanırlar!

Ulâ b. Ziyad41 şöyle demiştir: ´Rüyamda yaşlı bir acûze gördüm. Derisi buruşmuştu. Fakat dünyanın bütün süsleri sırtındaydı. Halk çepeçevre etrafını sarmış, hayran hayran kendisini temaşa ediyordu. Gelip baktım, onların onu seyretmelerine hayret ettim. Ona şöyle dedim:

-Azap olasıca! Sen kimsin?

-Sen beni tanımıyor musun?

-Hayır! Senin kim olduğunu bilmiyorum!

-Ben dünyayım.

-Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum.

- Eğer benim şerrimden korunmayı istiyorsan paradan nefret et!

Ebubekir b. Iyaş42 şöyle demiştir: ´Dünyayı rüya aleminde, yüzü çirkin, beli kambur bir ihtiyar kadın olarak gördüm. Elini çırpıyordu, halk arkasına takılmıştı, el çırpmakta ve hora tepmekte idiler. Benim hizama geldiği zaman bana yöneldi ve şöyle dedi: ´Eğer seni elde etseydim, şunların başına getirdiğimi senin de başına getirecektim´. Sonra Ebubekir hüngür hüngür ağlayarak şöyle dedi: ´Bağdad´a gelmeden önce bu rüyayı görmüştüm!´

Fudayl b. İyaz İbn Abbas´tan şöyle naklediyor: ´Kıyamet gününde dünya beli kambur, gözü mavi, ön dişleri dışarda, şekli çirkin bir ihtiyar kadın sûretinde getirilir ve halka denilir ki: ´Siz bunu tanıyor musunuz?´ Onlar ´Biz bununla tanışmaktan ALLAH´a sığınıyoruz!´ derler. Denilir ki: ´Bu, o dünyadır ki siz onun için dövüştünüz, aranızdaki sıla-yı rahmi kestiniz, ondan dolayı birbirinizden nefret ettiniz. Birbirinizi kandırdınız, mağrur oldunuz!´ Sonra dünya cehenneme atılırken şöyle bağırır: ´Ey RABBİM! Benim yardımcılarım ve dostlarım nerede?´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: Dünyanın dost ve yardımcılarını dünyaya ilhak ediniz!´

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Dinlediğime göre, bir kişi ruhen ALLAH´ın huzuruna gitmek üzereyken bakar ki yolun kenarında sırtında her türlü süs eşyası ve elbiseler olan bir kadın duruyor, yanından geçen herkesi oyalıyor. O arkasını çevirdiğinde insanların gördüklerinin en güzeli oluyor. O yöneldiğinde insanların gördüğü şeyin en çirkini oluyor. Beli kambur bir acuze!... Gözü gök renkli ve miyop... Ben şöyle dedim:

-Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum!

-Hayır! ALLAH´a yemin ederim, sen paradan nefret etmedikçe ALLAH seni benim şerrimden korumaz.

-Sen kimsin?

-Ben dünyayım!

İnsanoğlunun dünyadan geçişi ve dünya için başka bir misalî: Haller üçe ayrılır: Bir hal var ki, sen onda hiçbir şey değildin... O hal, senin varlığından önce ezele kadar olan haldir. Bir hal var ki onda dünyayı müşahede etmiyordun. O da ölümünden sonra ebede kadar olan haldir. Üçüncü bir hal var ki ebed ile ezel arasındadır. O da senin dünyadaki hayatının günleridir. Bu bakımdan onun uzunluk miktarını düşün ve onu ezel ve ebed taraflarına nisbet et ki, dünyanın uzun seferde kısa bir menzilden de kısa olduğunu anlayasın.

Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Benimle dünyanın arasında (ne alâka) var! Benim ve dünyanın misâli, bir yaz gününde seyreden bir binicinin misâli gibidir. O biniciye bir ağaç görünür. O ağacın gölgesinde bir an uyur. Sonra onu terkederek yoluna devam eder.43

Kim dünyayı bu gözle görürse, o kimse dünyaya meyletmez. Dünyanın günleri zararda mı, darlıkta mı, genişlik ve refahta mı geçmiştir umursamaz. Hatta böyle bir kimse dünyada bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)in üzerine bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) koymaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) üzerine ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) koymadan, kamış üzerine kamış koymadan dünyadan göçüp gitti. Bazı ashabın kireçten ev yaptığını gördüğünde ´İşin bundan daha acele olduğunu görüyorum!´44 buyurdu ve onların yaptığını beğenmedi. Buna Hz. İsa da işaret ederek şöyle demiştir: ´Dünya köprüdür. Onun üzerinden geçiniz, fakat üzerinde ev yapıp tamir etmeyiniz!´

Bu açık bir misaldir. Zira dünya hayatı, ahirete ulaştıran bir köprüdür. Beşik, köprünün başına konulan mil, mezar köprünün öbür başına konulan mil... İki mil arasında sınırlı bir mesafe vardır. İnsanların bir kısmı köprünün yarısına, bir kısmı üçte birine, bir kısmı üçte ikisine, bir kısmı da sonuna geldiği halde hâlâ da gâfildir. Durum ne olursa olsun mutlaka geçmek mecburiyetindedir. Geçerken köprünün üzerinde ev inşa etmek, çeşitli süs ve
ziynetler takmak, cehalet ve muhrumiyetin tipik bir misali ve en son zirvesidir.
Varışının yumuşaklığı, çıkışının sertliği hususunda dünyanın başka bir misalî: Dünyanın başlangıcı kolay ve yumuşak görünür. Dünyaya dalan zanneder ki onun sonu da başlangıcı gibidir. Oysa heyhat, nerede! Zira dünyaya dalmak kolay, selâmetle ondan çıkmak pek çetindir. Hz. Ali, Selman-ı Fârisi´ye dünyanın misalini yazarak şöyle demiştir:

Dünyanın misali yılanın misali gibidir. Dokunduğunda yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür. Bu bakımdan dünyada hoşuna giden şeyden yüz çevir. Çünkü dünyada seninle arkadaşlık yapan pek azdır. Dünyayı gam ve tasalarından kurtulacağını bildiğinle bertaraf et! En fazla sevindiğin zaman, dünyadan daha fazla sakın! Zira dünyanın arkadaşı ne zaman dünyadan sevindirici bir şeye gönül bağlarsa, mutlaka dünyanın nahoş bir hâdisesi gelip onu ondan alır. Vesselâm!45

Dünyaya daldıktan sonra mesuliyet ve yorgunluğundan kurtuluşun zor ve imkânsız olduğuna dair başka bir misâl:

Dünyaya dalanın misâli, suda yürüyen bir kimsenin misâli gibidir. Acaba su içinde yürüyen bir kimsenin ayaklarının ıslanmamasına imkân var mı?46

İşte Hz. Peygamber´in bu hadîs-i şerîfi sana, bedenleriyle dünya nimetlerine dalıp, kalpleri dünyadan tertemiz ve içlerinin dünyanın hilelerinden uzak olduğunu sananların cehaletini bildirmektedir! Onların bu zannı, şeytanın bir hilesidir. Eğer onlar, içinde bulundukları durumdan çıkartılırlarsa, onun ayrılığından dolayı en büyük fecâata uğramış kimseler olacaktır. Nasıl suda yürümek, mutlaka ayağın ıslanmasını gerektiriyorsa, tıpkı bunun gibi dünya ile haşırneşir olmak da kalbin dünya ile ilgilenmesini ve kararmasını gerektirir. Kalbin dünya ile beraber olan ilgisi, ibadetin halâvetini meneder!

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:

Ben haklı ve ciddi olarak sizlere diyorum ki, nasıl hasta bir kimse yemeğe bakıp acının şiddetinden yemekten lezzet alamıyorsa, öylece dünyaya dalan da ibadetten lezzet alamaz. Kalbinde bulunan dünya sevgisiyle beraber ibadetin lezzetini duyamaz. Ciddi olarak size derim ki, hayvan binilmediği ve uysallaştırılmadığı takdirde serkeş olur ve huyu bozulur. Böylece kalpler de ölümün zikriyle arkadaş ol-madıkları, ibadetin yorgunluğunu çekmedikleri zaman katılaşıp kabalaşılırlar. Ciddi olarak size derim! Tulum delinmedikçe veya çürümedikçe bal kabı olması yakın bir ihtimaldir. Kalpler de böyle... Şehvetler onları delmedikçe, tamahkârlık onları kirletmedikçe veya nimetler onları katılaştırmadıkça, onlar hikmetin kabları olurlar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Dünyadan ancak bela ve fitne kalmıştır. Amelinizin misâli, bir kabın durumuna benzer. Onun üstü tatlı oldu mu altı da tatlı olur. Üstü çirkinleşti mi altı da çirkinleşip bozulur.47

Şu dünyanın misâli, başından sonuna kadar çürümüş bir elbisenin durumu gibidir. O elbise, sonunda bulunan bir ip ile bağlı kalmıştır. O ipin kopması da pek yakındır!48
Dünya ilgilerinin birinin diğerine, insanı helâk edinceye kadar sürüklemesine başka bir misal: Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya talibinin misali, deniz suyunu içenin misali gibidir. İçmesi arttıkça susaması artar. Bu durum, ölünceye kadar devam eder´.

Dünyanın sonunun başlangıcına muhalefet etmesine, başlangıcının parlaklığına ve sonunun habasetine başka bir misal: Dünyanın şehvetleri lezzetlidir. Tıpkı yemeklerin midedeki lezzeti gibi... Kul, ölüm çağında dünyanın şehvetlerinin çirkinliğini, pis koktuğunu ve kerahetini, midede son şeklini alan yemeklerden hissettiği pis koku gibi hissedecektir.. Nasıl ki yemek, lezzetli, yağı fazla ve halâveti daha belirgin oldukça ondan vücuda gelen pislik daha çirkin ve daha pis kokarsa, kalpteki şehvet daha lezzetli ve daha kuvvetlidir, onun kokusu, kerihliği, ölüm çağında ondan görülen eziyet daha şiddetlidir. Hatta bu dünyada görülmektedir. Zira evi yağma edilen, malı, aile efradı ve çocuğu alınan bir kimsenin musibeti, elemi ve fecaati, kaybettiği şey hakkında o şeyden aldığı lezzet, ona karşı duyduğu sevgi ve onun için gösterdiği has-sasiyet oranındadır. Bu bakımdan varlık anında kişinin yanında olan şey daha lezzetlidir. O lezzet yokluk anında daha zahmet verici, daha acıdır. Zira ölümün mânâsı dünyadakilerin kaybedilme-sinden başka bir şey değildir.

Hz. Peygamber, (s.a) Dahhâk b. Süfyan´a49 şöyle der:

-Yemeğin tuzlanıp tere otu ile ıslah edilip sana getirildiğinde onun üzerine süt ile su içmiyor musun?

-Evet!

-Acaba o nasıl olur?

-Malûmunuz olan durum meydana gelir!

-ALLAH (c.c) dünya için darb-ı mesel olarak âdemoğlunun yemeğinin son şeklini örnek vermiş bulunuyor!50

Dünya darb-ı mesel olarak ademoğluna beyan edilmiştir. Ademoğlundan çıkana dikkat et! Her ne kadar onu otlamış ve tuzlamış ise de ne olduğunu düşün!51

ALLAH Teâlâ dünyayı ademoğlunun yemeğine, ademoğlunun yemeğini de dünyaya misal olarak gösterdi. Her ne kadar onu sebze ve tuzla ıslah etmiş olsa da...

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Onları gördüm. Onu (dünyayı) baharat ve kokularla lezzetli hâle getiriyorlar. Sonra gördüğünüz gibi en pis şey olarak dışarı atıyorlar´.
İbn Abbas ´Bir de o insan (yediği) yemeğine baksın!´ ayetinin tefsirinde ´Kendisinden çıkan pisliği düşünsün´ demiştir.

Bir kişi İbn Ömer´e ´Sana bir sual sormak istiyorum, fakat utanıyorum´ dedi. İbn Ömer dedi ki:
-Utanma! Söyle!

-Herhangi birimiz def-i hâcet ettiği zaman kalkıp pisliğine bakabilir mi?

-Evet bakmalı, çünkü melek kendisine der ki: ´İşte cimrilik yapıp da vermediğine bak ne hale gelmiş´.

Bişr b. Ka´b şöyle demiştir: ´Gelin size dünyayı göstereyim´. Böylece arkadaşlarını mezbeleliğe götürür ve şöyle der: ´İşte dünyanın meyvelerine, tavuklarına, balına ve yağına bakınız! ´

Dünyanın ahirete nisbeti hakkında başka bir misal de şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ahirette dünya ancak birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Bu bakımdan sizden biriniz dikkat etsin! Parmağıyla neyi geri getirir!52

Dünya ve dünya ehlinin, dünyanın nimetleriyle meşgul oldukları ve ahiretten gâfil kaldıkları ve bundan dolayı da büyük hüsrana uğradıkları hakkında başka bir misal: Dünya ehlinin gâfil oldukları cihetle, misâlleri, bir gemiye binen bir kavmin misâli gibidir. Gemi onları bir adaya çıkarır... Kaptan onlara ihtiyaçlarını görmek üzere izin verir. Fakat geri kalmaktan kendilerini sakındırır. Geminin acele gideceğiyle kendilerini korkutur. Onlar da adanın etrafına dağılırlar. Bir kısmı ihtiyacını görüp hemen geriye döner. Her yer boş olduğu için istediği yere yerleşir. En yumuşak ve maksadına en uygun yerleri elde eder. Bazıları da adada kalır. Adanın ışıklarına, rengarenk çiçeklerine, gür ormanlarına, kuşlarının güzel ötüşlerine, ahenkli seslerine bakar! Onun toprağını, taşlarını, renkli ve güzel manzaralı, acaib nakışlı madenlerini ve bakanların gözünü kamaştırıcı zebercetlerin garip şekillerini seyreder. Sonra geminin gitme tehlikesini düşünerek kendine gelir, gemiye döner. Ancak dar zahmetli bir mekan elde eder ve oraya yerleşir.

Bazıları da mücevherlere, taşlara yönelir. Onların güzellikleri kendisini sarhoş eder. Nefsi onları bırakmaya bir türlü razı olmaz. Onlardan bir miktarı beraberinde getirir. Ancak gemide yerini daraltır, kendisine ağırlık ve yük olur. O taşları edindiği için pişman olur. Onları atmaya da kıyamaz. Bırakmak için bir yer de bulamaz. Geminin içinde onları omuzunda taşımaya mecbur olur. Aldığından pişman... Ama pişmanlık fayda vermez.

Bazıları da ormanlara dalar, gemiyi unuturlar ve oldukça uzaklaşırlar. Öyle ki o meyvelerin yenmesiyle, o güllerin koklanmasıyla, o ağaçlar arasında gezmekle meşgul olduğundan dolayı kaptanın çağrısını duymaz. Bununla beraber yırtıcı hayvanlardan korkar. Düşüşlerden ve felâketlerden de emin değildir. Elbisesine takılan çalılar, bedenini yaralayan dallar, ayağına batan dikenlerden de kurtulamaz. Dehşetli bir ses gelir, ondan yüreği hoplar. Bir çalı elbisesine takılıp yırtar, avret mahallini dışarıda bırakır, istese de geri dönmesine imkân kalmaz.

Gemidekilerin sesi kendisine geldiği zaman beraberindekilerle ağır ağır döner. Fakat gemide bir yer bulamaz. Açlıktan ölünceye kadar denizin kenarında kalır. Bazılarına da ses gelmez. Gemi kalkar. Bazılarını yırtıcı hayvanlar parçalar. Bazıları yolunu şaşırıp ölünceye kadar şaşkın şaşkın gezer. Bazıları çamurlara saplanır. Bazılarına yılanlar saldırıp sokar (ve öldürür). Çürümüş leş gibi darmadağın olurlar. Gemiye almış olduğu çiçek ve taşlarla ve onların ağırlığıyla gelen ise, bunların kulu kölesi olur. Onları korumanın üzüntüsü kendisini meşgul eden... Onların kaybolmasından korkan.... Yeri daralmış.... Az bir zaman sonra o çiçekler solmaya başlar. O renkler, o taşlar bozulmaya yüz tutar. Onların pis kokuları yayılmaya başlarlar. Yerini daraltmakla beraber pis kokularıyla, ona eziyet vermeye başladılar. Denize atıp kurtulmaktan başka bir çare bulamaz. Yediği yabani meyveler kendisinde kötü etkiler yapar. Vatanına o kokulardan çeşitli hastalıklara maruz kaldıktan sonra varabilir! Kim geç dönmüşse güzel ve geniş yer bulamaz. Geç gelen geniş yer bulamasa bile bir müddet yerin darlığı ile sıkıntı çeker. Fakat vatanına vardığı zaman rahat eder. Daha önce dönen ise, on geniş yeri bulur, vatanına sağ ve sâlim varır.

İşte bu, dünya ehlinin geçici lezzetlerle meşgul olup varacakları yeri unutup işlerinin akibetinden gaflet etmelerinin misalidir. Ben akıllı bir kimseyim deyip yerin taşları olan altın ve gümüşe aldanan, dünyanın süsü olan bitkilere kanan bir kimsenin hareketi ne çirkindir. Oysa bunlardan hiçbir şey ölüm çağında kendisine arkadaşlık etmeyecektir. Aksine yorgun ve vebal altında gidecektir. Oysa bunlar kendisini hali hazırda da üzmekte elinden kaçacak diye meşgul etmektedirler. Bütün halkın hali budur. Ancak ALLAH´ın koruduğu müstesna.

Halkın dünya ile mağrur olması ve imanlarının zafiyeti için başka bir misal: Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: "Kulağıma geldiğine göre Hz. Peygamber ashabına şöyle demiştir: ´Benim, sizin ve dünyanın misâli, bir kavmin misâli gibidir ki bu kavim tozlu topraklı bir sahraya yolcu olarak çıkıyorlar. Yürüdükleri yolun mu daha fazla, yoksa kalan kısmın mı daha fazla olduğunu bilmedikleri bir durumda azıkları bitiyor. Hayvanları helâk oluyor. Çölün ortasında kalıyorlar. Ne azık var, ne binek... Kesinlikle yok olacaklarına kanaat getiriyorlar. Onlar bu durumda iken süslü bir elbiseye bürünmüş, başı yağlanmış birisi ansızın çıkıp yanlarına geliyor. Kendi aralarında diliyorlar ki: ´Bu adam sulu, meskûn bir yerden pek yakın bir zamanda ayrılmış ve yakın bir yerden geliyor olsun´. O adam onlara vardığı zaman şöyle dedi:

- Ey cemaat!

-Buyur! Ne diyorsun?

-Siz ne durumdasınız?

-Senin gördüğün durum üzerindeyiz!

-Acaba susuzluğunuzu kana kana gideren bir suya, yemyeşil bir bahçeye sizi iletirsem ne yaparsınız?

-Hiçbir şeyde sana muhalefet etmeyiz?

-Haydi, ALLAH ile sözlerinizi ve va´dlerinizi teyid ediniz! Onlar hiçbir hususta kendisine karşı gelmemek üzere ona ALLAH ile söz verdiler.
Kişi onları, susuzluklarını kana kana gideren suya, yemyeşil bir bahçeye götürdü. Orada ALLAH´ın dilediği zamana kadar kaldı, sonra şöyle dedi:

-Ey millet!

-Buyur!

-Göç vardır!

-Nereye?

-Sizin suyunuza benzemeyen daha güzel olan bir suya, bahçenize benzemeyen daha üstün bir bahçeye...

-ALLAH´a yemin olsun, biz bunu artık hiç elde edemeyeceğimiz zannına kapıldığımız bir anda elde ettik. Bundan daha hayırlı olan bir hayatı biz ne yapalım!
Onlardan bir grup da- ki az bir gruptu- şöyle dediler:

-Siz bu kişiye, hiçbir şeyde kendisine isyan etmeyeceğinize dair
sözler ve ALLAH ile yeminler vermediniz mi? Bu kişi ilk konuşmasında sizinle doğru konuştu. ALLAH´a yemin ederim, sonunda da sizinle doğru konuşuyor!

Adam bu konuşmadan sonra kendisine tâbi olanlarla beraber gitti. Diğerleri geri kaldılar. Onlara bir düşman baskın yaptı. Sabahleyin kimi esir, kimi ölü olarak sabahladı!"
Halkın dünya ile nimetlenişine, sonra dünyanın ayrılışına üzüldüklerine başka bir misal: İnsanların kendilerine verilen dünya hakkındaki durumları, bir evi hazırlayıp süsleten ve insanları tertip üzere evine davet eden bir kimsenin durumu gibidir. Biri onun evine girer ve girene, üzerinde buhur ve reyhanlar bulunan bir altın tabak ikram eder ki onu koklasın ve geriden gelenlere bıraksın. Onu alıp mülk edinsin ve götürsün diye takdim etmez. O kişi de bunu bilmediği için, ev sahibinin onu kendisine hediye ettiğini zanneder. Evden çıkınca bundan dolayı sıkılır, acı çeker. Fakat ev sahibinin âdetini bilen bir kimse ise, o tabaktan faydalanır ve sahibine teşekkür eder, onu kalp rahatlığıyla, göğsünün inşirahıyla sahibine geri verir. İşte dünya hakkındaki ALLAH´ın kanununu bilen bir kimse bilir ki dünya ziyafet evidir. İkamet sa-hiplerine değil, yolculara sebil edilmiştir ki yolcular ondan azıklansınlar. Nasıl ki misafirler yol kenarındaki vakıflardan yararlanıyorlarsa, onun içindekinden de yararlansınlar. Ona kalplerini bağlamazlar ki ondan ayrıldıkları zaman üzülmesinler.

İşte bunlar dünyanın, âfet ve gâilelerinin misalleridir. Biz lâtif ve habir olan ALLAH´tan hüsn-ü tevfikini, kerem ve hilminin yardımıyla talep ederiz!

________________________
39)Çoğu nüshada böyle yazılıdır. Bazı nüshalarda da Muhammed b. Hüseyin yazılıdır. Muhammed b. Hasan isminde çok kimse vardır. Müellifin hangi-sini kastettiği belli değildir.
40)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
41)Basralı olan bu zat güvenilir âbidlerdendir.
42)Kûfeli olan bu zat, Kurrâ´dandır.
43)Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
44)Ebu Dâvud, Tirmizî, (Abdullah b. Amr´dan hasen ve sahih bir senedle)
45)Şerif er-Radî Nehc´ul-Belâğa´da. şöyle der: ´Hz. Ali, bu mektubu halife
olmadan önce yazmıştır´.
46)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî
47)İbn Mâce
48)İbn Hibban, Ebu Nuaym, Beyhâkî
49)Hz. Peygamber´in zekât toplayan memurlarındandır.
50)İmam Ahmed, Taberânî
51)Taberânî, İbn Hibban
52)Müslim
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı