|
|
|
|
#1 |
|
Cimriliğin Tedavisi
Cimriliğin sebebi mal sevgisidir. Mal sevgisinin de iki sebebi vardır. Bir Onlardan biri, uzun emelle beraber ancak mal ile elde edilen şeyleri sevmektir. İnsanoğlu birgün sonra öleceğini bilse çoğu zaman malıyla cimrilik yapmaz. Çünkü birgün veya bir ay veya bir sene muhtaç olacağı miktar yakındır. Eğer kısa emelli olmasına rağmen çocukları varsa, çocuklar uzun emelin yerine kaim olur.Çünkü kişi onların geride kalacaklarını, kendi nefsinin kalacağı gibi takdir eder, onlar için mal toplar ve bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Çocuk, cimriliğe, korkaklığa ve cehalete teşvik edici bir sebeptir.132 Buna ´fakirlik korkusu´, ´rızkın gelmesine az güvenmek´ de eklendiği zaman şüphesiz ki cimrilik daha da güçlenir. İki İkinci sebep, malın bizzat kendisini sevmesidir; zira insanların bir kısmı vardır ki ömrünün geri kalan kısmında kendisine yetecek kadar malı vardır. Eğer normal infak etse bile geride binlerce dirhemi kalacaktır. Kendisi çocuksuz bir ihtiyar olduğu halde beraberinde birçok mal vardır. Fakat nefsi, zekâtı vermeye bile tahammül etmemektedir. Hastalık anında kendisini tedavi etmeye razı olmamaktadır! Dinarların dostu ve aşığı olmuştur. Elinde dinarların olmasından vc onlara muktedir olmasından zevk alır. Onları toprak altında saklar. Bilir ki öldüğü zaman onlar ya toprağın altında zâyi olacaktır veya düşmanlarının eline geçecektir. Buna rağmen nefsi bir türlü bir lokma yemesine veya sadaka vermeye dahi razı olmaz. Bu, kalbin büyük bir hastalığıdır. Tedavisi zordur. Hele ihtiyarlık zamanında bu müzmin bir hastalıktır. Tedavi edilmesi umulmaz. Bunun sahibinin misâli, bir şahsa aşık olan ve o şahıstan gelen elçiyi seven, sonra aşık olduğu şahsı unutan, elçi ile meşgul olan bir kimsenin misâline benzer. Çünkü dinarlar (paralar) elçidir. İnsanların ihtiyaçlarını giderir ve bunun için de sevimli olur; zira lezzetli birşeye götüren de lezzetli olur. Sonra paralar vasıtasıyla elde edilen ihtiyaçlar unutulur. Paralar kişinin yanında sanki kendilerinde bulunan bir marifetten dolayı sevgili olur. Bu ise dalâletin son noktasıdır. Hatta para ile taş arasında fark gören bir kimse cahildir. Ancak para ile ihtiyaç yerine getirilir. İşte farkı bu kadardır. Bu bakımdan ihtiyaçtan fazla olanı taş mesabesindedir. İşte mal sevgisinin sebepleri bunlardır. Her hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan şehvet sevgisini, aza kanâat etmekle ve sabırla tedavi etmelisin. Çünkü uzun emeli, ölümü çok hatırlamakla, akran ve emsâlinin ölümüne bakmakla tedavi edersin. Mal toplamak sevgisini, mal toplayanların yorgunluklarına ve onlardan sonra malın zâyi olmasına bakmakla tedavi edebilirsin. Kalbin çocuğa karşı duyduğu aşırı ilgiyi şu şekilde tedavi edebilirsin: Çocuğun yaradanı, onunla beraber rızkını da yaratmıştır. Nice çocuklar vardır ki babasından kendilerine miras kalmamıştır. Oysa babasından miras alanların halinden, onun hali daha iyidir. Malı çocuğu için topladığını ve çocuğunu hayırlı bir durumda bırakıp kendisinin şerre gideceğini bilmekle tedavi edebilir. Evladı eğer muttakî, salih bir kimse ise, ALLAH ona kâfidir. Eğer fâsık ise bıraktığı o mal ile günahları daha da artar. İşlediği günahların felâketi de kendisine döner düşüncesiyle tedavi olur. Kalbini, cimrilik hakkında ve cömertliğin övülmesi hususunda vârid olan hadîsleri ve cimrilikten dolayı ALLAH´ın büyük azabını düşünmek suretiyle tedavi etmelisin. Fayda verici tedavi formüllerinden biri de cimrilerin durumlarını çokça düşünmek, tabiatın onlardan nefret ettiğini ve çirkin gördüğünü çokça düşünmektir; zira hiçbir cimri yoktur ki başkasında olan cimriliği çirkin görmesin ve cimri olan arkadaşlarının cimriliğinden rahatsız olmasın. Bu bakımdan kendisinin de halkın kalbinde çirkin sayıldığını bilmelidir. Nitekim diğer cimrileri de kendisi böyle telâkki eder. Yine kalbini malın maksadlarını, niçin yaratıldığını, malın sadece ihtiyaç miktarının korunması gerektiğini, fazlasını infak etmekle âhiret için azık hazırladığını düşünmekle tedavi eder. İşte mârifet ve ilim yönünden gelen tedavi formülleri bunlardır. Bu bakımdan kişi, basiret nûruyla malı vermenin, gerek dünyada ve gerek ahirette, vermemekten daha hayırlı olduğunu bildiği zaman, eğer aklı varsa vermeye rağbet eder. Eğer şehveti hayır hususunda harekete geçerse, derhal ilk hatıra gelene icabet etmelidir. Çünkü şeytan, kendisini durmadan fakirlikle korkutur ve cömertlikten menetmeye çalışır. Hikâye olunuyor ki, Ebu Hasan el-Buşencî133 birgün helâda bulunuyordu. Bu esnada talebesini çağırdı ve dedi ki: -İç gömleğimi çıkar, filân adama ver!´ -Helâdan çıkıncaya kadar sabredemedin mi? -Nefsimin caymasından emin değilim. Helâda iken kalbime geldi. Helâdan çıkıncaya kadar nefsimin fikir değiştireceğinden emin olmadığımdan dolayı böyle yaptım. Cimrilik sıfatı zorla vermeye kendisini alıştırmakla ortadan kalkar. Tıpkı aşkın, ancak mâşukun memleketinden ayrılmakla ortadan kalktığı gibi... Hatta kişi sefere çıkar, mâşukundan ayrılırsa ve bir müddet de onsuz tahammül etmeye kendisini zorlarsa, kalbi artık onsuz durmaya alışır. Cimrilik hastalığını tedavi etmek isteyen bir kimsenin de vermek suretiyle maldan zorla ayrılması uygundur. Hatta malı suya atması bile malı severek elinde bulundurmaktan daha hayırlıdır. Bu hususta çıkar yolun inceliklerinden biri de nefsini güzel isim yapmak, cömertlikle şöhret bulmakla aldatmasıdır. Nefsi, cömertliğin haşmetine tamah edinceye kadar riya kasdıyla vermelidir. Böylece nefsinden cimriliğin çirkefini uzaklaştırır, onunla riya çirkefini elde etmiş olur. Fakat bunu yaptıktan sonra riyaya yönelir, riyayı ilacıyla ortadan kaldırmaya çalışır. Bu bakımdan isim yapmak hevesi, nefsi maldan kesme anında nefis için teselli gibi olur. Nitekim çocuğun, annesinin sütünden kesildiği anda kuş ve benzeri şeylerle oynamakla teselli olduğu gibi... Çocuğun bunlarla oynaması, çocuğu oyunla başbaşa bırakmak için değildir. Annesinin memesinden ayrılsın diye bu imkân kendisine verilir. Sonra bu imkândan da bir kısmını diğerine musallat kılmak uygundur. Nitekim şehveti öfkeye musallat kılınır. Şehvetin hamakatı onunla kırılır. Ancak bu usûl, kendisinde mertebe ve riya sevgisi, cimrilik sevgisinden daha az olan kimse için faydalıdır. Böylece en kuvvetlisi en zayıf ile değiştirilir. Eğer rütbe onun nezdinde mal kadar sevimli ise o vakit cimriliği bırakıp ona yapışmakta hiçbir fayda yoktur. Çünkü bir hastalıktan yakayı sıyırır ve diğer hastalığa onun bir mislini daha eklemiş olur. Bunun alâmeti, riya için vermenin kendisine ağır gelmemesidir. Böylece bilinir ki riya kendisinde daha galiptir. Eğer vermek, riya ile beraber nefse ağır geliyorsa, bu takdirde vermek uygundur. Bu ağır gelme delâlet eder ki cimrilik hastalığı kalpte riyadan daha ağır basar. Bu sıfatların birinin diğerini ortadan kaldırmasının misâli, tıpkı şu denilen söze benziyor: ´Ölünün bütün bedeni kurtlanır. Sonra da o kurtlar sayıları azalıncaya kadar birbirini yerler. (Yani iki büyük kurda dönüşünceye kadar birbirlerini yerler). Sonra o iki kurt birbirini yeyinceye kadar dövüşür. Galip mağlubu yer, semizleşir. Sonra tek başına kalır ve ölüme mahkûm olur!´ İşte bu çirkin sıfatlar da böyledir. Bazılarını bazılarına musallat etmek, onun kökünü kazımak, kuvvet bakımından zayıf olanı, kuvvetliye yem yapmak mümkündür. Ta ki bir tanesi kalıncaya kadar... Onu da mücahede ile eritip ortadan kaldırmalıdır. Onunla mücahede etmek, ondan gıdasını menetmek demektir. Sıfatlardan gıdayı menetmek demek, onların isteklerine göre amel etmemek demektir. Diğer sıfatlar, şüphesiz birtakım ameller isterler. Ne zaman onlara aykırı hareket edilirse, onlar sönerler ve ölürler. Meselâ cimrilik, malı sarfetmemeyi ister. Onun isteğine karşı çıkıp zaman zaman mal verildiği takdirde cimrilik sıfatı ölür. Cömertlik, insana tabiat olur, vermek için çekilen zorluklar ortadan kalkar; zira cimriliğin tedavisi ilim ve amelledir. Burada ilim, cimrilik âfetinin bilinmesine, cömertliğin faydasına dönüşür. Fakat cimrilik bazen gözü kör, kulağı sağır edercesine kuvvetli olur. Dolayısıyla bu husustaki mârifetin tahakkukuna mâni olur. Mârifet tahakkuk etmediği takdirde rağbet ve istek harekete geçmez. Dolayısıyla çalışmak da kolay olmaz, illet müzmin olarak kalır. Tıpkı ilacın bilinmesine ve kullanma imkânına mâni olan hastalık gibi... Zira böyle bir hastalıkta ölünceye kadar sabretmekten başka çare kalmaz. Tasavvuf şeyhlerinin bazılarının âdeti, müridlerdeki cimriliği tedavi etmek hususunda, şuydu: Onlara mahsus olan zaviyelerden onları menederdi. Bir müridin zaviyesiyle ve zaviyenin içerisinde bulunan şeylerle sevindiğini hissettiği zaman, onu başka bir zaviyeye, başka bir zaviyeyi de oraya nakleder ve onun elinden bütün mülk edindiklerim alırdı. Yeni bir elbiseye iltifat ettiğini gördüğü veya bir seccade ile sevindiğini hissettiği zaman derhal onu başkasına vermesini emrederdi. Ona eski bir elbise giydirirdi. Öyle bir elbise ki müridin kalbi o elbiseye meyletmezdi.İşte kalp bu yolla dünya mallarından uzaklaşırdı. Bu bakımdan bu yolda gitmeyen bir kimse dünya ile yakınlık kurup dünyayı sever. Eğer kişinin bin türlü malı varsa bin tane sevgilisi var demektir. Bunun için de onlardan biri çalındığı zaman, onu sevdiği kadar, üzüntüye mâruz kalır. Öldüğü zaman bir defada onun üzerine bin musibet iner. Çünkü hepsini severdi ve hepsi kendisinden alınmıştır! Hayattayken de onları kaybetmek ve onların elinden çıkması tehlikesiyle karşı karşıya idi. Padişahlardan birine Firuzeç denilen maddeden yapılmış, cevherlerle süslenmiş bir tabak hediye edildi ki onun benzeri görülmemişti. Padişah buna pek sevindi. Yanındaki hükemadan birine şöyle sordu: -Bunu nasıl görüyorsunuz? -Onu bir musibet ve fakirlik olarak görüyorum! -Nasıl olur? -Eğer kırılırsa reddedilemeyecek bir musibet olur. Eğer çalınırsa ona muhtaç olur ve benzerini de bulamazsın. Oysa bu sana gelmeden önce sen hem musibetten, hem de buna muhtaç olmaktan emindin. Sonra günün birinde tabak kırıldı veya çalındı. Padişaha bu musibet pek ağır geldi ve dedi ki: ´Hakîm doğru söyledi! Keşke o tabak başta bize hediye edilmeseydi!´ Dünya sebeplerinin hepsinin durumu budur. Çünkü dünya ALLAH düşmanlarının düşmanıdır. Onları cehenneme sevkeder. ALLAH dostlarına da düşmandır. Kendisine karşı sabretmekle onları üzer. ALLAH´ın da düşmanıdır. Çünkü ALLAH´a giden yolu kullarının yüzüne kapatır. Kendi kendisinin de düşmanıdır. Çünkü nefsini kıtır kıtır yer; zira mallar ancak hazinelerde nöbetçilerle korunur. Hazine vc nöbetçiler ise, ancak mal ile; dirhem ve dinarı vermek suretiyle edinilir. Bu bakımdan mal, nefsini yer, zatına ters düşer. Sonunda yok olup gider. Malın âfetini ve tehlikesini bilen bir kimse onunla ünsiyet edip sevinmez! Aksine zarurî ihtiyacı kadar ondan alır. İhtiyaç kadarıyla kanaat eden bir kimse cimri olmaz. Çünkü ihtiyacı olanı vermemesi cimrilik değildir. Muhtaç olmadığı miktarı korumakla nefsini yormaz. Bu bakımdan onu sarfeder. Hatta o, nehrin suyu gibidir; zira nehrin suyu hakkında hiç kimse cimrilik etmez. Çünkü halk, ihtiyaçları kadarıyla kanaat eder! ________________ 132) İbn Mâce 133) Adı Ebu Hasan Ali b. Ahmed b. Sehl´dir. H. 318´de vefat etmiştir.
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Hırs ve Tamahkârlığın Kötülenmesi, Kanaat Etmenin ve İnsanlardan Müstağni Olmanın Övülmesi
Fakirlik bölümünde söylediğimiz gibi fakirlik övülmüştür. Fakat fakirin kanaatkâr olması, halktan tamahını kesmesi, halkın elindeki mala iltifat etmemesi, nereden gelirse gelsin zihniyetiyle malı elde etmeye haris olmaması gerekir. Bu ise fakir için ancak zaruret miktarı yemek, giymek, meskenle kanaat edip, kıymet bakımından en düşüğüyle, çeşit bakımından en azıyla yetinirse mümkündür. Emelini yaşadığı güne veya yaşadığı aya döndürür ve kalbini bir aydan sonrası ile meşgul etmezse mümkündür. Eğer çoğa iştiyaki olup uzun emel beslerse, kanaatin azizliği elinden kaçar, tamahkârlık ve harisliğin zilletiyle kirlenir. Tamahkârlık ve harislik kendisini çirkin huylara, mürüvvetleri yıkıcı münkerleri yapmaya sürükler. Zaten Âdemoğlu hırs, tamahkârlık ve az kanaat üzerine yaratılmıştır. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer Âdemoğlunun iki vâdi dolusu altını olsaydı muhakkak üçüncü bir vâdi daha isterdi! Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Tevbe edenin tevbesini ALLAH kabul eder.22 Ebu Vakıd el-Leysî23 şöyle anlatır: Hz. Peygamber´e vahiy geldiği zaman biz ona geliyorduk. O bize gelen vahyi öğretiyordu. Ben birgün Hz. Peygamber´e geldim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ buyurmaktadır ki biz malı, namazın kılınması, zekâtın verilmesi için ihsan ettik. Eğer Ademoğlu´nun bir vâdi dolusu altını olsa muhakkak ikincisinin olmasını ister. Eğer ikincisi olsa muhakkak üçüncüsünü ister. Öyleyse âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Tevbe edenin tevbesini ALLAH kabul eder.24 Ebu Musa el-Eş´arî şöyle demiştir: ´Berâe sûresine benzer bir süre nâzil oldu. Sonra ALLAH tarafından kaldırıldı. Ancak o sûreden şu ayet aklımda kaldı: Muhakkak ALLAH Teâlâ bu dini, nasipleri olmayan kavimlerle takviye eder. Eğer Âdemoğlu´nun iki vâdi dolusu malı olsa, muhakkak üçüncü vâdiyi temenni eder. Âdemoğlu´nun gözünü ancak toprak doyurur. Ancak ALLAH tevbe edenin tevbesini kabul eder. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Doymayan iki aç vardır. Birincisi ilme, ikincisi mala aç olandır.25 Ademoğlu ihtiyarlar, fakat onunla beraber iki şey gençleşir: 1. Emel, 2. Mal sevgisi!26 Bunlar Âdemoğlunun saptırıcı ve helâk edici niteliğidir. ALLAH Teâlâ ve Hz. Peygamber kanaati övmüşlerdir. Cennet o kimseye olsun ki geçimi yetecek kadar olduğu ve kanaat ettiği halde İslâm dinine hidayet olunmuştur.27 İster fakir olsun, ister zengin, hiç kimse yoktur ki kıyamet gününde dünyada nafaka verilmiş olmasını temenni etmesin.28 Zenginlik, servetin çokluğu değildir. Zenginlik, ancak gönül zenginliğidir.29 Hz. Peygamber, hırsı ve mübalağalı bir şekilde dünyayı aramayı yasaklayarak şöyle buyurmuştur: Ey insan! Helâlinden kazanmaya bak! Çünkü hiçbir kul yoktur ki kendisine yazılan rızıktan başka birşey elde etsin! Kendisine yazılan rızık eline geçmeden önce hiçbir kul dünyadan göç etmez,30 Rivayet ediliyor ki, Hz. Musa (a.s) rabbine şöyle sordu: -Senin kullarının hangisi daha zengindir? -Verdiğime en fazla kanaat edeni. -Hangisi daha âdildir? -Nefsinden, başkasının hakkını alan. İbn Mes´ud Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Muhakkak ki Ruh´ul-Kudüs (Cebrail) benim kalbime ´Rızkını tamamen yemedikçe hiçbir insan ölmeyecektir´ diye ilham etti. Bu bakımdan siz ALLAH´tan korkun! Kazançta meşrû olandan ayrılmayın!31 Ebu Hüreyre, Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Ey Ebu Hüreyre! Ne zaman fazlasıyla acıkırsan, sana bir ekmek ile bir testi su (kâfidir). (Bundan sonra) dünya (isterse) helâk olsun!32 Müttaki ol, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en şükredicisi olursun! Kendi nefsin için sevdiğini insanlar için de sev, mü´min olursun. Ebu Eyyûb el-Ensarî´nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber tamahkârlığı yasaklamaktadır: Bir bedevi Hz. Peygamber´e gelerek ´Bana nasihat et! Fakat kısa olsun!´ dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu: Namaz kıldığın zaman veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Yarın kendisinden dolayı özür dileyeceğin bir konuşmayı sakın yapma! Halkın elindeki servetten ümitsiz ol!33 Avf b. Mâlik el-Eşcâî şöyle anlatıyor: Biz Hz. Peygamber´in yanında yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Siz ALLAH´ın Rasûlü´ne bîat etmez misiniz?´ Biz ´Sana daha önce biat etmedik mi?´ dedik. Bu sözümüzden sonra yine ´Siz ALLAH´ın Rasûlü´ne bîat etmez misiniz?´ dedi. Bunun üzerine biz ellerimizi uzattık ve bîat ettik. Bu esnada bizden biri ´Biz sana bîat ettik ama neyin üzerine biat ediyoruz?´ diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: ALLAH´a ibâdet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, beş vakit namazı kılacağınıza, başınızdakinin sözünü dinleyip itaat edeceğinize dair biat ettiniz. Gizlice birşey konuştuktan sonra İnsanlardan hiçbir şey istemeyeceğinize dair biat ettiniz?´ dedi. Râvî der ki: ´Bu kişilerden bazıları elinden kamçısı düştüğü zaman kamçısının kendisine verilmesini dahi kimseden istemez, bineğinden iner, kamçısını kendisi alırdı´. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Tamahkârlık fakirliktir. Halkın elindeki maldan ümit kesmek ise zenginliktir´. Halkın elindeki maldan ümidini kesen bir kimsenin halka ihtiyacı olmadığı gibi onlardan minnetsiz olacağı da muhakkaktır. Hukemâdan birisine şöyle denildi: ´Zenginlik nedir?´ Cevap olarak ´Azı temenni edip yetecek kadarla kanaat etmendir´ dedi. Hayat, geçen birkaç saattir. Tekrarlanan birkaç günün zahmetleridir. Razı olduğun bir hayata kanaat et! Hevâ-i nefsini bırak, hür olarak yaşarsın! Çok felâket vardır ki, onu insanoğluna altın, yakut ve inci getirir!.. Muhammed b. Vâsı, kuru ekmeğini su ile ıslatır, yer ve derdi ki: ´Buna kanaat eden bir kimse, hiç kimseye muhtaç olmaz!´ Süfyan es-Sevrî ´Dünyanızın en hayırlısı kendisinden dolayı müptelâ olmadığınız şeylerdir. Müptelâ olduğunuz şeyin en hayırlısı, sizin elinizden çıkandır´ dedi. İbn Mes´ud şöyle demiştir: Hergün bir melek şöyle seslenir: ´Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelen az, seni azdıran çoktan daha hayırlıdır´. Sumeyt b. Aclan şöyle demiştir: ´Ey Ademoğlu! Karnın ancak bir karış çapındadır. O halde seni neden ateşe sokuyor?´ Bir hakîme şöyle soruldu: ´Senin malın nedir?´ Cevap olarak ´Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket ve halkın elindeki servetten ümit kesmektir´ dedi. ALLAH Teâlâ´nın şöyle dediği rivayet edilir: ´Ey Âdemoğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa bile ondan ancak yediğin senin olur. Ondan sana gıdayı, verdiğimizin hesabını da başkasına yük-lediğimiz zaman muhakkak ben sana iyilik yapmış olurum´. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Biriniz birşey istediği zaman, basitçe istesin, kişiye sen sen (deyip onu övmek suretiyle) belini kırmasın. Çünkü kendisi için ayrılan rızık eline gelir´. Emevîlerden biri Ebu Hâzım b. Ebî Seleme´ye bir mektup yaza-rak ihtiyacını kendisine bildirmesinde ısrar etti. Ebu Hâzım ona şu cevabı verdi: İhtiyacımı mevlâma arzettim. Bana verileni kabul ettim. Bana verilmeyene de kanaat edip razı oldum.´ Hukemâdan birine şöyle soruldu: -Hangi şey akıl için daha sevindiricidir? Üzüntünün giderilmesinde hangi şey daha fazla yardım eder? -Akıl nezdinde en sevindirici şey, kişinin ölümünden önce yapıp gönderdiği sâlih ameldir. Üzüntünün giderilmesinde en fazla yardımcı olan şey ise kaza ve kaderin hükmüne razı olmaktır. Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´En uzun üzüntüye sahip olarak hasetçi kimseyi gördüm. Yaşantı bakımından en refahlısını da kanaat eden kimse olarak buldum. Eziyetçe en fazla olan da tamahkârlık yapıp haris olan bir kimsedir. Maişet yönünden insanların en düşüğü, dünyayı en fazla tepenidir. Pişmanlık yönünden en büyükleri ise ifrata kaçan âlimdir´. Rızıkları taksim eden ALLAH´ın, kendisine rızık vereceğine güvenerek akşamlayan bir kimsenin kalbi ne zengindir! Böyle bir kimsenin şerefi korunmuştur. Onu kirletmez! Yüzü yepyenidir, onu yıpratmaz! Yine şöyle denilmiştir: Ne zamana kadar konaklamak, sefere çıkmak, uzun çalışmak, gitmek ve gelmek durumunda kalacağım? Evden uzak, dostlardan garip, hâlimin ne olduğunu bilmez bir vaziyette kalacağım? Bazen doğuda, bazen batıda harisliğimden dolayı ölüm bile kalbime gelmez. Eğer kanaat etseydim durduğum yerde rızık bana gelecekti! Muhakkak zenginlik kanaattir, malın çokluğu değil! Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Size ALLAH´ın malından kendime neyi helâl kıldığımı haber vereyim mi? Biri kış, diğeri yaz için olan elbi-sem, hac ve umremi yapmak için bir devedir. Bunlardan sonra benim nevâlem (gıdam), Kureyş´ten herhangi bir kişinin nevalesi gibidir... Nafaka bakımından onların en yükseği olmadığım gibi, en düşük yaşayanı da değilim. ALLAH´a yemin olsun bunun da helâl olup olmadığını bilmiyorum´. Sanki Hz. Ömer, bu kadarla kanaat etmenin bile farz olan mik-tardan fazla olup olmaması hususunda şüphe etmektedir! Bir bedevi, kardeşini harislikten dolayı kınayarak şöyle dedi: ´Kardeşim! Sen arıyor ve aranıyorsun! Elinden kurtulamayacağın biri (ALLAH Teâlâ) seni arıyor. Sen ise, başkası (ALLAH Teâlâ) tarafından sana verileni aramaktasın! Sanki senden gâib olan sana keşfolunmuştur! Sanki içinde bulunduğundan da göç ederek uzaklaşmışsın! Ey kardeşim! Sanki mahrum kalan haris bir kimseyi ve zengin olan zâhid bir kimseyi hiç görmemişsin!´ Bu hususta şöyle denildi: "Görüyorum ki zenginlik gittikçe seni dünya için haris kılıyor! Sanki ölmeyecekmişsin gibi! Acaba senin tayin ettiğin bir sonuç var mıdır ki birgün oraya vardığın takdirde ´artık bana yeter, razı oldum´ diyesin!" Şa´bî şöyle dedi: ´Hikâye olunuyor ki bir kişi çekuk veya turkay kuşunu avladı. Kuş kendisine şöyle sordu: -Beni avlayıp ne yapacaksın? -Seni kesip yiyeceğim? -Yemin olsun, ben bir derdine derman olmadığım gibi açlığını da gideremem. Fakat sana üç haslet öğreteceğim ki beni yemekten sana daha hayırlıdır. Onların birini daha elinde iken sana öğreteceğim, ikincisine gelince, uçup ağacın dalına konduğum zaman öğreteceğim. Üçüncüsünü ise, dağın tepesinde olduğum zaman... -O halde birinci hasleti söyle! -Sakın elinden kaçan birşey için üzülme!Bunun üzerine avcı kuşu bıraktı. Kuş, ağacın üzerine konduktan sonra avcı dedi ki: -Haydi! İkinci hasleti söyle! -Sakın olmayacak şeye inanma! Bunu dedikten sonra uçup dağın tepesine kondu ve şöyle dedi: -Ey şakî! Eğer beni kesmiş olsaydın, benim kursağımdan iki inci çıkaracaktın ki her incinin ağırlığı yirmi miskaldır. Avcı bunun üzerine dudağını ısırarak üzüldü, ah çekti ve şöyle dedi: -Üçüncü hasleti söyle! -Sen iki tanesini unuttun bile! Fakat ben üçüncüsünü sana yine haber vereyim. Sana ´elinden çıkmış birşey için üzülme ve olmayacak şeye inanma´ demedim mi? Oysa benim etim, kanım ve tüyüm, üst üste konsa yirmi miskal ağırlığında değildir! O halde nasıl olur da benim kursağımda ağırlığı yirmişer miskal olan iki inci bulunabilir? Bunu dedikten sonra uçup gitti. İşte bu, Âdemoğlunun şiddetli tamahkâr-lığına bir misaldir. Çünkü tamahkârlık, insanı hakîkati idrak etmekten kör eder. Öyle ki olmayacak şeyi, olur zanneder. İbn Semmak34 şöyle demiştir: ´Ümit, kalbinde bir iptir, ayağında da bir kelepçe... Bu bakımdan ümidi kalbinden çıkar! Zira böyle yaptığın takdirde, kelepçe ayağından çıkmış olur!´ Ebu Muhammed Yezidî35 şöyle demiştir: Hârun Reşid´in hu-zuruna girdim. Baktım ki altın suyuyla yazılı bir sahifeye bakıyor. Beni gördüğü zaman tebessüm etti. Bunun üzerine ben ´ALLAH Teâlâ mü´minlerin emirinin işini rast getirsin! Bir fayda mı var orada?´ diye sordum. Cevap olarak dedi ki: ´Evet! Ben bu iki beyti Beni Ümeyye hazinelerinin birisinde gördüm. Hoşuma gitti ve bunlara üçüncü bir şiiri ekledim" dedi ve bana şu şiiri okudu: Bir ihtiyacın önünde bir kapı yüzüne kapandığı zaman onu başkası için bırak! O başka ihtiyacın kapısı sana açılacaktır. Çünkü karın dağarcığının doldurulması sana kâfidir. Emirlerin kötülükleri ise onlardan korunmak bakımından sana kâfi delildirler. Sakın namusunu verme! Günahları işlemekten sakın ki onların cezası senden uzaklaşsın! Abdullah b. Selham, Kâ´b´ul-Ahbar´a dedi ki: ´Dinleyip an-ladıktan sonra ilimleri âlimlerin kalplerinden silip götüren nedir?´ Cevap olarak ´Tamahkârlık, nefsin oburluğu ve ihtiyaçların peşine amansızca düşmektir´ dedi. Birisi Fudayl´a dedi ki: ´Ka´b´ın bu sözünü bana açıkla!´ Fudayl şöyle cevap verdi: ´Kişi istediği bir şeyde ısrarla tamahkârlık yaptığından dolayı dini gider! Oburluğa gelince, o şu veya bu şeyler hakkında nefis oburluğudur. Öyle ki isteklerinin tümü verilsin istersin. Dolayısıyla şuna ve öbürüne ihtiyacın olur. O senin muhtaç olduğunu gördüğü zaman, burnuna esaret halkasını geçirir ve seni istediği istikamete sürükler, sana galip gelir. Sen de kendisine boyun eğmek mecburiyetinde kalırsın. Bu bakımdan dünyayı sevdiğinden dolayı onun yanından geçerken selâm verirsin. Hasta olduğunda ziyaret edersin. ALLAH rızası için ona selâm vermez, ziyaret etmezsin!´ Sonra Fudayl ´Bu sözler senin için falan ve filandan rivayet edilen yüz hadîsten daha hayırlıdır´ dedi. Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´İnsanın acaip olan işindendir ki ´ona dünya durdukça, sende kalacaksın´ denseydi bile, dünyanın geçici ve kendisinin de kalıcı olmadığını bildiği halde gösterdiği harislikten daha fazla bir halislik yaratılışında olmazdı´. Abdülvahid b. Yezid şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçerken ´Nereden yiyorsun?´ diye sordum. Cevap olarak ´Hâbir ve Lâtîf olan ALLAH´ın armağanından... Öyle habîr ki değirmeni yaratmış ve ona öğütmek için un olacak buğday getirmiş´ dedi. Bunu söylerken eliyle azı dişlerinin değirmenine işaret etti. Habîr ve kâdir olan ALLAH ortaktan münezzehtir! _______________________ 22)Müslim, Buhârî 23)Medineli olan bu zat 85 yaşında, H. 68 senesinde vefat etmiştir. 24)İmam Ahmed, Beyhâkî 25)Taberânî 26)Müslim, Buhârî 27)Tirmizî, Nesâî 28)İbn Mâce 29)Müslim, Buhârî 30)Hâkim 31)İbn Ebî Dünya 32)İbn Mâce 33)Ebu Davud, İbn Mâce 34) Bu zat, Muhammed b. Sebih Bağdâdî´ dir. Meşhur bir vaizdi 35) Adı Yahya b. Mübârek b. Mugire Advî´dir. Lûgat ve Nahiv ilmini pek iyi bilirdi. H. 252 de vefat etmiştir. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| Seçenekler | |
| Stil | |
|
|