|
![]() |
#1 |
![]() Tevazu´nun Fazileti
Hadîsler Affetmekten dolayı ALLAH Teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki ALLAH için tevazu göstersin de ALLAH onu yüceltmesin!30 Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardır. Melekler onu o gemle zaptetmektedirler. Eğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: ´Ey ALLAHım! Onu alçalt!´ Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: ´Ey ALLAHım! Onu yücelt!31 Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterir. Helâlinden kazandığı malını infak eder. Zillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur.32 Ebu Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivayet ediyor. Hz. Peygamber (s,a) Kuba´da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyordu. Biz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt ge-tirdik. O sütün içine biraz da bal koyduk. Sütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: ´Bu nedir? Biz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!´ dedik. Bunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu: Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim ALLAH için tevazu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim gururlanırsa, ALLAH onu alçaltır. Kim tutumlu hareket ederse, ALLAH onu zengin eder. Kim israf ederse ALLAH onu fakir eder. Kim ALLAH´ı daha çok zikrederse, ALLAH onu sever.33 Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) evinde birkaç ashabıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldi. Dilencide bir ak-saklık vardı. Hz. Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdi. İçeri girince Hz. Peygamber (s.a) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söyledi. Kureyş´ten bir kişi bundan alınarak sıkıldı. Bilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü.34 RABBİM beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktı. Ben hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrail´e (a.s) doğru kaldırıp bakınca bana ´Rabbine karşı mütevazi ol!´ dedi. Bunun üzerine ´Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!´ dedim.36 ALLAH Teâlâ, Musa´ya (a.s) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: ´Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kerem, takva demektir. Şeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir.37 Mesih İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara... Onlar kıyamette minberlerin sahipleridirler. Ne mutlu dünyada insanların arasını bulanlara... Onlar kıyamet gününde Firdevs´i elde ederler... Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere... ALLAH Teâlâ kıyamette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar. ALLAH Teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu´yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul ALLAH´ın seçtiği (kimseler)dendir.38 Dört haslet vardır. ALLAH onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûttur. Sükût ibâdetin evvelidir, İkincisi ALLAH´a tevekkül etmektir. Üçüncüsü tevazudur. Dördüncüsü ise dünya hakkında zühddür.39 İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet ediyor: Kul tevazu gösterdiği zaman ALLAH onu yedinci göğe yüceltir.40 Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirir. Bu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki ALLAH size rahmet etsin!41 Hz. Peygamber (s.a) yemek yiyordu. Bu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldi. Adam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyordu. Hz. Peygamber onu yanına oturttu.42 Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider.43 Birgün ashabına şöyle buyurmuştur: ´Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?´ Ashab-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?´ deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Tevazudur´.44 Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz za-man, onlara tevazu gösteriniz. Mütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleniniz. Çünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir.45 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Kul, ALLAH için tevazu gösterdiğinde ALLAH onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: ´Yücel! ALLAH seni yüceltsin!´ Gururlandığı ve haddini aştığında ise, ALLAH onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: ´Alçal! ALLAH seni alçaltsın!´ Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktür. Hatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!" Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardı. Güneş dağarcığı geçmişti. Bunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandı. Baktım ki o kişi, Hz. Peygamber´in ashabından Selman-ı Fârisî´dir. Ben ona yaptığımı söyledim. Bana nasihat olarak şunu söyledi: ´Ey Cüreyr! Dünyada ALLAH için tevazu göster! Çünkü dünyada ALLAH için mütevazi olan bir kimseyi ALLAH kıyamet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyamet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!´46 Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: ´Muhakkak sizler, ibâdetin en üs-tünü olan tevazudan gafil bulunuyorsunuz!´ Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ´Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçer. Tevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer´. Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektir. Eğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!´ İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandır. Böyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursun. Dünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!´ Katâde şöyle demiştir: ´Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyamet gününde onun için vebâl olur´. ALLAH Teâlâ, Hz. İsa´ya şöyle vahiy gönderdi: ´Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!´ Kâ´b şöyle der: ´ALLAH (c.c) dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı ALLAH´a teşekkür eder, o nimetten dolayı ALLAH´a karşı tevazu gösterirse, muhakkak ALLAH ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, ahirette o nimetten ötürü derecesini yüceltir. ALLAH Teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü ALLAH´a karşı tevazu göstermezse, ALLAH Teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açar. Dilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer. Abdülmelik b. Mervan´a şöyle denildi: ´Kim daha fazla faziletlidir?´ Abdülmelik ´Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi´ diye cevap verdi. İbn Semmak, Harun Reşid´in huzuruna girip şöyle dedi: -Ey mü´minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir. -Senin sözlerin ne kadar da güzel! -Ey mü´minlerin emîri! ALLAH´ın yaradılışında bir güzellik,nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse ALLAH divanında, ALLAH´ın hâlis velîlerinden yazılır. Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı. Süleyman b. Dâvud (a.s) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdi. Onlarla beraber oturur ve şöyle derdi: ´Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir´. Biri şöyle demiştir: ´Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!´ Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettiler. Hasan onlara dedi ki: Tevazu´nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir´. Mücâhid de şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Nuh´un kavmini (Tûfan´da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi.47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nuh´un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı´. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Âdemoğullarının kalbine muttali oldu. Musa´nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa´yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti´. Yunus b. Ubeyd Arafat´tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben ALLAH´ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdim. Korkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar´. Deniliyor ki: ´Mü´minin ALLAH katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andır. ALLAH katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır´. Ziyad b. Abdullah en-Nemrî dedi ki: ´Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!´ Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ´(Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!´ diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı. Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!" Bu söz, İbn Mübarek´in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: ´Mâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur´. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!´ Musa b. Asım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) esti. Muhammed b. Mukatil´e gittim ve dedim ki: ´Ey Ebu Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için ALLAH´a yalvar!´ Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: ´Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi)´. Bunun üzerine Hz. Peygamber´i rüyamda gördüm. Bana şöyle dedi: ´Muhakkak ALLAH, Muhammed b. Mukatil´in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!´ Bir kişi Şiblî´ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: ´Sen necisin?´ (Böyle sormak Şiblî´nin âdetiydi ve bunun mânâsı ´senin halin nedir´ demektir). Adam, Şiblî´ye cevap olarak şöyle dedi: ´Ben, B har-finin altındaki noktayım´. Bunun üzerine Şiblî ona ´ALLAH senin şahidini helâk etti. Sen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?´ dedi. Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: ´Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!´ Deniliyor ki: ´Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!´ Ebu Fetih b. Şahref den şöyle rivayet ediliyor: ´Rüyamda Ali b. Ebî Talib´i gördüm. Ona ´Ya Ebu Hasan! Bana nasihatta bulun!´ dedim. Dedi ki: ´Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu ALLAH´ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa..´ Bundan daha güzeli ALLAH´a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir. Ebu Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: ´Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!´ Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir´. Bunun üzerine Ebu Yezid´e denildi ki: ´O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?´ Ebu Yezid şöyle cevap verdi: ´Kendine bir makam ve değer vermediği zaman. Çünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır´. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez´. İrve b. Verd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridir. Her nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilir. Ancak tevazu nimeti bunun dışındadır´. Yahya b. Hâlid el-Bermekî dedi ki: ´Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterir. Alçak bir insan ibâdet yaptığı za-man büyür, gururlanır!´ Yahya b. Muaz ´Malıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!´ dedi. Deniliyor ki: ´Tevazu, bütün insanlarda güzeldir. Fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibir bütün insanlarda çirkindir. Fakat fakirlerde daha çirkindir!´ Deniliyor ki: ´Ancak ALLAH´a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardır. ALLAH´a karşı tevazu gösteren için yücelik, ALLAH´tan korkan için emniyet, ALLAH´ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur´. Ebu Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: ´Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuştur. Bu bakımdan ALLAH kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati meneder. ALLAH Teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulu-nur´. O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişir. ALLAH´ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman ALLAH´ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, ALLAH´ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür). Cüneyd-i Bağdâdî´den rivayet edildiğine göre meclisinde bir cum´a günü şöyle dedi: Eğer bana Hz. Peygamber´den şöyle dediği rivayet edilmeseydi sizin için konuşmazdım: Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır.48 Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Tevhid ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür´. Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürür. Muvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar! Amr b. Şeybe´den şöyle rivayet ediliyor: Ben Mekke´de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordum. Bir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördüm. Baktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlar. Bir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad´a geldim. Köprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldi. Dikkatle onu süzdüm ve tedkik ettim. O bana ´Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?´ deyince, ben cevap olarak dedim ki: ´Seni Mekke´de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan...´ Bunun üzerine ben ona Mekke´de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydım. O bana ´Ben o kişiyim!´ dedi. Ona ´ALLAH sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?)´ dedim. Dedi ki: ´Halkın te-vazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladım. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad´ı kasdediyor) beni alçalttı´. Muğîre b. Müslim dedi ki: ´Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî´yi de tâzim eder ve kendisinden korkardık. O şöyle derdi: ´Benim Kûfe´nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!´ Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururdu. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: ´Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!´ Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!´ Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir. Bir kişi, Abdullah b. Mübarek için dua etti ve dedi ki: ´Sen neyi umarsan ALLAH onu sana versin!´ Bunun üzerine İbn Mübârek o kişiye dedi ki: ´Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!´ Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî´nin yanında övündüler. Selman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyim. Eğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür.´ Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Biz keremi takvada, zen-ginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7 Kerîm olan ALLAH´tan hüsnü tevfîkini talep ederiz! ____________________ 30)Müslim 31)Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab´ul-İman 32)Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî 33)Bezzar 34)Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir. 35)Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder. Hz. Dâvud´un, Hz. Musa´nın (a.s) şeriatıyla amel ettiği gibi. 36)Ebu Yâ´lâ, (Hz. Aişe´den); Taberânî, (İbn Abbas´tan) 37)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak) 38)Taberânî, (mevkuf olarak) 39)Taberânî ve Hâkim 40)Beyhakî 41)İsfehanî, Terğib ve Terhib 42)Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebu Dâvud ve Tirmizî Hz. Peygamber´in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivayet etmişlerdir. 43)Hadîs-i Garib´dir. 44)Hadîs-i Garib´dir. 45)Hadîs-i Garib´dir. 46)Ebu Nuaym, Hilye 47) Yani her biri peygamberin ve mü´minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul´un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu. 48) Tirmizî, (Ebu Hüreyre´den)
![]() |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Kibir´in Hakikati ve Afetleri
Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; ´filân adam kibirlendi´. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki ´Nefsinde kibir vardır´. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirir. Böylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o in-sanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür: Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur. Bunun mânâsı ´Böyle görmek kibri yok eder´ demek değildir. Aksine bu görgü ile bu inanç artar. İnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelir. Bundan dolayı da nefsinde azizleşir. İşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım.49 Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum´. Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir. Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünür. Bu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettir. Buna aynı zamanda ´izzet ve taazzum´ da denir. İbn Abbas ´Kendilerine (ALLAH´tan) gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH´ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür var. Onlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir´ (Mü´min/56) ayetinin tefsirinde ´O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler´ demiştir Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, azamet´le tefsir etmiştir. Sonra bu ´izzet taslamanın´ meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da ´kibir´ ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister. Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar. Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladır. Bu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yoktur. Çünkü onlar meşhur hareketlerdir. İşte kibir budur. Kibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuştur. Âbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlar. Halk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez! Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini mü´minlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez. Yine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamaz. Kalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamaz. Hasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildir. Bu hususu uzatmak mânâsızdır. Bu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtır. Kibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur. İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez. Kötü ahlâkların biri diğerini getirir. Bazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırır. Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır. Ayetler O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış ´Haydi canlarınızı verin, ALLAH´a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve ALLAH´ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız´ (derken) onların hâlini bir görsen!(En´âm/93) ´Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere... İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş´ denildi.(Zümer/72) Sonra ALLAH Teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, ALLAH´a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır. Sonra her milletten Rahmân´a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız.(Meryem/69) Ama âhirete iman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar.(Nahl/22) Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbir-lerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara ´Siz olmasaydınız muhakkak biz iman eder-dik!´ derler.(Sebe/31) Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.(Gafir/60) Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A´raf/146) Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kur´an´ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım´. Bazı tefsirlerde de ´Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim´ diye kayıtlıdır. İbn Güreye şöyle der: "Bu ´Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım´ demektir". Bu sırra binaen Hz. İsa (a.s) şöyle der: ´Muhakkak ekin düzlüklerde yeşerir. Tümsekler üzerinde bitmez. Hikmet de böyledir. Mütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yapar. Mağrur bir kimsenin kalbinde yapmaz. Görmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılır. Başını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur´. Bu Hz. İsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldir. Mağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür.50 _________________ 49) Daha önce geçmişti. 50) Müslim |
|
![]() |
#3 |
![]() Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir´in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri
Kendisine karşı kibir taslanan ya ALLAH´tır veya O´nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır: Birincisi: ALLAH´a karşı-kibirlenmektir. Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Nitekim Nemrud da böyle yapmıştır. Nemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyordu. Nitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedir. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ (Nâziât/24) dedi; zira Firavun ALLAH´a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.(Mü´minûn/30) Kâfirlere ´Rahman´a secde edin´ denildiği zaman ´Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç´ derler ve bu onların nefretini artırır.(Furkan/60) İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktır. Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır. Davasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina eder. Bazen de bildiği halde itaat etmez. Bilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmez. Peygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmaz. Nitekim ALLAH Teâlâ on-ların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır: Bizim gibi iki insana mı iman edelim?(Mü´minûn/47) Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz.(İbrahim/10) Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir.(Mü´minûn/34) ´Bize melekler indirilmeliydi, yahut RABBİMizi görmeli değil miydik?´ dediler. Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.(Furkan/21) ´Ona bir melek indirilmeli değil miydi?´ dediler. (En´âm/8) Firavun da ALLAH´ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor: Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi?(Zuhruf/53) O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.(Kasas/39) Firavun, ALLAH´a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladı. Vehb der ki: Musa (a.s) Firavun´a İman et de senin sultanlığın senin olsun!´ dedi. Firavun, Hz. Musa´ya ´Bana mühlet ver ki Hâman´la müşavere edeyim!´ dedi. Bunun üzerine Hâman´la istişare etti. Hâman ona ´Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!´ dedi. Bunun üzerine Firavun, ALLAH´a itaat etmekten ve Hz. Musa´ya uymaktan kaçındı. ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz. Peygamber´e karşı şöyle dediler: Şu Kur´an iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!(Zuhruf/31) Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Ebu Mes´ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hz. Peygamber´den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber yetim bir çocuktu. ´ALLAH onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?´ diye itirazda bulundular. ALLAH Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur: Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32) Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler.(En´âm/53) Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber´e ´Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!´ diyerek fakir müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi: Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O´na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın! (En´âm/52) Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın!(Kehf/28) ALLAH onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: ´Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?´ Deniliyor ki: ´Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad´ı kastediyorlar´. Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. ALLAH Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur: Ne zaman ki onlara ALLAH tarafından yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur´an) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler.(Bakara/89) Vicdanları, onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.(Neml/14) Bu gurur, ALLAH´a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da ALLAH´ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber´e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır. Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektir. Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür. 1. Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır. Hiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak ALLAH´ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda ALLAH ile mücadele etmiş olur. Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma ALLAH Teâlâ´nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir: Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım. Yani bu benim sıfatımın özelliğidir. Ancak bana lâyıktır ve bana yakışır. Bu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur. Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O´ndan başkasına yakışmaz. Bu bakımdan O´nun kullarına karşı böbürlenen O´na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olur. Bu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektir. Her ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de... Bu bakımdan bütün insanlar ALLAH´ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak ALLAH´ın hakkıdır. O halde, ALLAH´ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, ALLAH´ın hakkında ALLAH ile mücadele etmiş olur. Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun´un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir. 2. Gurur rezaleti artan bir kimse ALLAH´ın emirlerinde ALLAH´a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, ALLAH´ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki ´dinin sırlarını araştırıyoruz´ martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler. Onlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmez. Derhal onu inkâra kalkışır. Gücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenir. Böyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira ALLAH Teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: İnkâra sapanlar dediler ki: ´Bu Kur´an´ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz´. (Fussilet/26) Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuştur. Böylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar. Ona ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler.(Bakara/206) Hz. Ömer bu ayeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz) demek suretiyle zik-redeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp ´emr-i bilma´rûf yaptı ve öldürüldü. Başka biri kalktı. Öldürenlere şöyle haykırdı: ´İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?´ Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!" İbn Mes´ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman böyle diyene ´Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!´ diye karşılık vermek yeter de artar bile!" Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye ´Sağ elinle ye!´ deyince o kişi ´Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Gücün yetmesin!´ dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: ´Bu kişinin, Hz. Peygamber´in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi´.51 Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettir. Çünkü kişinin bu tür gururu kendisini ALLAH´ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis´i ve onun durumlarını ALLAH Teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur´a misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir: Ben ondan (Adem´den) daha hayırlıyım! (Sad/76) İşte İblis´in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis´in bu gururu ALLAH´ın emir buyurduğu secde´yi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem´e (a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis´i ALLAH´ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis´in helâk olmasına sebep oldu. İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hz. Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuştur. Çünkü Sâbit (r.a) Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?´ diye sorunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur: Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir.52 Bu söz ´Hakkı reddeden mütekebbir olur!´ şeklinde de vârid olmuştur. Hadîs-i şerifteki ´Gemise´n-nâse´ cümlesinin mânâsı ´Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar´ demektir. İşte birinci âfet budur! ´Sefihe´l-hakka´ ibaresinin mânâsı ise, ´hakkı reddetmek´ demektir. Bu da ikinci âfettir. Bu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektir. ALLAH´a boyun eğmekten çekinen, ALLAH´a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle ALLAH´a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise ALLAH´a ve ALLAH´ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir! ______________ 51)Müslim 52)Müslim, Tirmizî |
|
![]() |
#4 |
![]() Ne ile Kibir Yapılır?
Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler: 1- İlim Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır´53 Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar. İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır. Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini ALLAH katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, ALLAH´ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki ALLAH Teâlâ´nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur. Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!´ Hakîkaten bu hüküm, Ebu Derdâ´nın dediği gibidir. Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar? Cevap: Bunun iki sebebi vardır: Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. ALLAH ile mülâki olmaktaki ve ALLAH´tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil! Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28) Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder. İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur. Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, ALLAH´ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur: Mü´minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir.(Şuarâ/215) Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.(Âlu İmran/159) Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur: Mü´minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29) Hz. Abbas´ın rivayet ettiği hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kavim gelecektir. Kur´an´ı okuyacaklar fakat Kur´an onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar ´Biz Kur´an´ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?´ diyeceklerdir! Hz. Peygamber bunu söylerken dönüp ashabına baktı ve şöyle dedi: Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54 Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez´. Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hz. Ömer´den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hz. Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: ´Kıssalar anlatman boğazlanmandır´. Yani senin için tehlikelidir. Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer şöyle dedi: ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum´. Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: ´Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde ´Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok´ kanâatinin varlığını müşahede ettim´. Huzeyfe gibi bir sahabî´nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet! Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin´in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur. Eğer Hz. Peygamber´in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -ALLAH korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu. Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığı-mıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz,onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! ALLAH Teâlâ´nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O´nun kerem ve fazileti bunu gerektirir. 2. Amel ve İbâdet Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki ALLAH´a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler. Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir. Kişinin ´halk helâk oldu!´ dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir.55 Hz. Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, ALLAH´ın mahlûklarını hafife aldığına, ALLAH´ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl ALLAH´tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56 Bu kimse ile ALLAH için kendisini seven, ALLAH´ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine um-madığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu ALLAH için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı ALLAH´a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini ALLAH´ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, ALLAH tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman ALLAH tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir! Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı ´İsrailoğulları´nın rezili!´ derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da ´İsrailoğulları´nın âbidi´ denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden ´Ben İsrailoğulları´nın reziliyim, bu da İsrailoğulları´nın âbidi... Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki ALLAH bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder´ dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden ´Ben İsrailoğulları´nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları´nın rezili... Bu nasıl benim yanımda oturur?´ diye düşündü ve ondan yüzçevirerek ´Benim yanımdan kalk git!´ dedi. Bu konuşmadan sonra ALLAH o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: ´Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!´ Başka bir rivayette, ´âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı´ şeklindedir. İşte bu hikâye sana, ALLAH Teâlâ´nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, ALLAH´ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben ALLAH´a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla ALLAH´a itaat eden bir kimsedir. Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları´ndan biri -kişi, İsrailoğulları´ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: ´Başını kaldır! Yemin olsun ALLAH seni affetmeyecek!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle va-hiy gönderdi: ´Ey benim adıma yemin eden! Aksine ALLAH seni affetmeyecek!´ Hasan Basrî de şöyle demiştir: ´Yün elbise giyen, işlenmiş el-bise giyenden daha mağrurdur´. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur. Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi ALLAH´ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden ALLAH´ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. ALLAH´ın lütfûna mağrur olmaktır. Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: ´Siz başınıza geleceği göreceksiniz!´ Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin ´kerametlerinden´ olduğunu iddia eder. ´ALLAH ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!´ der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, ALLAH´a, Hz. Peygamber´e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra ALLAH Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır. Sonra mağrur câhil, ALLAH katında ALLAH´ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. ALLAH´ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu za-vallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gafil olarak ALLAH´ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır. Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî´nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı´. Bir de Arafat´tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-´Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!´ Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde ALLAH´tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle ALLAH´a karşı minnet eder. Kim kesinlikle ALLAH´ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu ALLAH´tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için ´başkasından daha hayırlıdır´ şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Oysa ALLAH´ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir. Rivayet ediliyor ki bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hayırla yâdedildi. O kişi birgün çıkageldi. Ashab dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!´ Kişi geldi, selâm verip Hz. Peygamber´in yanına durdu. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki: Seni ALLAH ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu mille-tin içerisinde ´senden daha üstünü yoktur´ dedi mi? Kişi ´Ey ALLAHım! Beni affet´ dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, ALLAH´ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler: Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir. İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır´. Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi. Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber´in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. ALLAH böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer ALLAH Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi: Sana tâbi olan mü´minlere kanadını indir (tevazu göster). (Şurâ/215) Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder! Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere ´O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?´ der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur´an´ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur´an okumuyor!´ Ve benzeri laflar... Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: ´Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu´ ve benzeri sözler... Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur. Abid´in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece ´başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor´ veya ´ALLAH´ın dininde ondan daha kuvvetlidir´ denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar! Âlim´e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: ´Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?´ Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler. Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar. İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? ´Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!´ Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki ALLAH Teâlâ´nın, ´Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur´ dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir. 3. Haseb ve Neseble Gururlanmak Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür. Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: ´Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?´ ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona ´Ey siyah kadının oğlu´ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir! Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: ´Benim yanağıma bas!´ İşte Hz. Peygamber´in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer´i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer´in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve ´Kibri ancak zillet sökebilir´ hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle! İki kişi Hz. Peygamber´in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´İki kişi Musa´nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filânım!´ Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun´57 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde ALLAH nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58 4. Güzellikle Mağrur Olmak Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder. Hz. Aişe´den (r.a) şöyle rivayet edilir: ´Bir kadın Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: ´Sen onun gıybetini yaptın!´59 Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu ´kısa boylu olmakla´ anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe´nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir. 5. Malla Kibirlenmek Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: ´Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!´ Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır: O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona ´Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!´ dedi.(Kehf/34) Arkadaşı ona şöyle cevap verdi: Bağına girdiğin zaman ´MâşaALLAH, kuvvet yalnız ALLAH iledir!´ demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama RABBİM bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir.(Kehf/39-40) Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra ALLAH Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir: ´Ah ne olaydı! RABBİMe hiçbir ortak koşmamış olaydım!´ diyordu.(Kehf/42) Kârun´un gururu da bu türdendir; zira ALLAH Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur: Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler ´Keşke Kârun´a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!´ dediler. 6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir. 7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder. Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de... Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de... İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya ALLAH katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi... ALLAH Teâlâ´dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak ALLAH herşeye kâdirdir. _________________ 53)Irâkî şöyle der: ´´Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal ´İlmin âfeti unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur´ diye zayıf bir senedle Hz. Ali´den bu hadîsi rivayet etmiştir". 54)İbn Mübârek, Zühd 55)Müslim 56)Müslim 57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed 58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban 59)Daha önce geçmişti. |
|
![]() |
#5 |
![]() Kibir´i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler
Kibir, bâtınî bir ahlâktır. Görünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirler. Buna tekebbür demek, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması mânâsına tahsis etmek uygundur. Bu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardır. O da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur; zira kişi nefsinden, ilminden, amelinden veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb´a kapıldığı zaman nefsini büyütür ve kibirlenir. Zahirî kibre gelince, onun sebepleri üçtür: Birinci sebep, mütekebbirdedir. İkinci sebep, kendisine karşı kibir taslanan kimsedir. Üçüncü sebep de bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir. Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdur. Kendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ve hased´dir. Bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe ge-lince, o sebep riyadır. Bu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur: Ucub, hıkd, hased ve riya! Ucub Biz daha önce de ucbun bâtınî kibri gerektirdiğini, bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu söyledik. Hıkd Hıkd, insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlar. Tıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi... Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını doğurmuştur. Böylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştir. Bu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmaz. Her ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de... Nice rezil kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmez. Kendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati kabul etmemeye zorlar. O büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlar. Eğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremez. Ona karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemez. Bilmediği meseleleri ondan sormaz. Hased O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirir. Her ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de... Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder! Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmez. Ondan ilim öğrenmeyi bile reddeder. Nice cahil vardır ki ilme muhtaçtır. Oysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştır. O hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslar. Oysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktır. Fakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar! Riya Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet eder. Hatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara eder. Her ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina eder. İstifade etmek hu-susunda ona tevâzu göstermez. Bütün bunları halkın ´o kendisinden üstündür´ diyeceği korkusundan yapar. Bu bakımdan kendi-sini kibirlenmeye sevkeden âmil sadece riyadır. Eğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdi. Ucub veya hased veya hıkddan ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de böbürlenir. Yalancı olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet eder. Yalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı gururlanır. Meclislerde ona karşı büyüklük taslar! Yolda giderken onun önünde yürür. İkram ve i´zazda onunla eşit olmaya razı olmaz. Oysa bunlara müstehak olmadığını bilir. Neseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için,bâtınında kibir de yoktur. Sanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılır. O halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelir. ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. ALLAH en doğrusunu bilir! |
|
![]() |
#6 |
![]() Mütevazi Kimselerin Ahlâkı, Tevazu ile Tekebbür´ün Ortaya Çıktığı Yerler
Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar. Hatta sesinde ve nağmesinde, îrad ettiği ibarelerde, kullandığı kelimelerde yürüyüşünde, kalkışında, oturuşunda, hareketlerinde görülür. Fiillerinde, hallerinde, sözlerinde ve amellerinde görülür. Mütekebbirlerden bazıları vardır ki kibrin bütün bu türleri onda vardır. Bazıları bir kısmında tekebbür eder, bir kısmında tevazu gösterir. Tekebbür, yani önünde halkın ayağa kalkmasını veya huzurunda el pençe divan durmalarını isteyerek kibirlenmek de bunlardan biridir. Oysa Hz. Ali şöyle demiştir: ´Kim cehennem ehlin-den birine bakmak istiyorsa, kendisi otururken huzurunda elpençe divan duran bir topluluk bulunan bir kimseye baksın!´ Enes (r.a) dedi ki: ´Ashab-ı kirâmın nezdinde Hz. Peygamber´den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hz. Peygamber´i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı. O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir. Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Kul, arkasından biri yürüyüp kendisini takip ettiği müddetçe durmadan ALLAH´tan uzaklaşır!´ Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü görünüşte onlardan farklı değildi. Bir topluluk Hasan Basrî´nin arkasında yürüdü. Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: ´Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!´ Hz. Peygamber (a.s) ashabıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi... Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır. O ahlâklardan biri de kişinin başkasını ziyaret etmemesidir. Her ne kadar ziyaret etmesinden, din hususunda başkasına bir hayır hâsıl olsa da yine yapmaz. Bu durum, tevâzunun zıddıdır. Süfyan es-Sevrî Remle´ye (Filistin´de bir yer) geldi. İbrahim b. Edhem kendisine haber gönderip: ´Gel de bize hadîs rivayet et´ dedi. Bunun üzerine Süfyan es-Sevrî geldi. İbrahim´e ´Ya Ebu İshak! Süfyan es-Sevrî´ye nasıl böyle haber gönderirsin?´ denildi. İbrahim, cevaben şöyle dedi: ´Onun tevâzusunu denemek istedim!´ O huylardan biri de, kişinin başkasının yakınına oturmasından kaçınmasıdır. Ancak önünde oturursa buna izin verir. Tevâzu bunun tam zıddıdır. İbn Vehb60 şöyle anlatıyor: ´Ben Abdülâziz b. Ebî Revvad´ın61 yanına oturdum. Baldırım onun baldırına bitişikti. Kendimi biraz ondan uzaklaştırdım. O benim elbisemden tuttu. Beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: ´Neden zorbalara yapmadıklarınızı bana yapıyorsunuz? Oysa ben sizin içinizde benden daha şerir bir kimse görmüyorum´. Enes der ki: ´Medine´nin cariyelerinden herhangi biri Hz. Peygamber´in elinden tutar. O cariye Hz. Peygamber´in elini bırakıp gitmedikçe Hz. Peygamber elini onun elinden çekmezdi´. O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivayet edildi ki bir kişi bedininde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. O anda Hz. Peygamber´in yanında yemek yiyen bir grup ashab vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi). Abdullah b. Ömer yemeğinden, cüzzamlı, alacalı veya herhangi bir hastayı uzaklaştırmazdı. Onları mutlaka sofrasında oturturdu. O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde birşey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır. Rivayet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz´e birgün misafir geldi. Ömer de yazı yazıyordu. Çıra sönmeye yüz tutmuştu. Misafir dedi ki: -Ben kalkıp çırayı düzelteyim mi? -Misafiri çalıştırmak kişinin şerefine yakışmaz! -O halde hizmetçiyi uyandırayım mı? -Bu uykusu ilk uykudur. (Kalkmak ona zor gelir). Kendisi kalkıp yağ kabını eline aldı, çıraya yağ doldurdu. Bunun üzerine misafir dedi ki: -Ey mü´minlerin emîri! Sen bizzat mı kalkıp bunu yaptın? -Gittiğimde ben Ömer´dim. Döndüğümde de yine Ömer´im. Bu hizmet benden hiçbir şey eksiltmedi. ALLAH nezdinde insanların en hayırlısı mütevâzi olandır. O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdır. Bu da mütevazi kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hz. Peygamber aksini yapardı.62 Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez´. (Nehc´ul-Belâğa) Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) Hz. Ömer´in Şam valisi olduğu halde, odundan yapılmış kazanını bizzat hamama taşır (ve yıkanır )dı. Tâbiînden Sadık b. Ebu Mâlik (r.a) der ki: ´Ebu Hüreyre´yi pazardan gelirken gördüm. Medine valisi Mervan b. Hakem´in nâibi olduğu halde sırtına bir odun bağı almıştı ve ´Ey Ebu Mâlik´in oğlu! Emîre yol ver!´ diyordu. Esbağ b. Nübâte´den63 şöyle rivayet ediliyor: ´Hz. Ömer´i görür gibiyim. Sol eline bir parça et almış, sağ elinde de kamçısı pazarlarda gezip kontrol yapa yapa gidip evine giriyor´. Biri şöyle anlatıyor: Hz. Ali´yi gördüm. Bir dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine: ´Ey mü´minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!´ teklifinde bulundum. Dedi ki: ´Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstehaktır´. O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ´Ziyneti terketmek; normal elbise ile iktifa etmek imandandır´.64 Harun65 der ki: ´Ben hadîsin metninde geçen ´el-Bezâe´nin mânâsını Muan´dan66 sordum. Cevap olarak ´Elbisenin düşüğüdür!´ dedi. Zeyd b. Vehb67 der ki: ´Hz. Ömer´i (r.a) pazara çıkarken gördüm. Elinde kamçısı, sırtında bir izar (abâ) vardı. O abâda ondört yama bulunuyordu. O yamaların bazıları deriden idi´. Hz. Ali, yamalı bir elbisesinden dolayı kınandı. Buna karşılık olarak şöyle dedi: ´Benim bu giyimime, mü´min bir kimse uyar. Kalbi de bundan korkar!´ Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Elbiselerin şatafatlısı kalpte gurur meydana getirir. Tavus şöyle demiştir: ´Ben bu iki elbisemi yıkıyorum. Onlar kirlenmedikçe kalbimi değişik ve hoşuma gitmeyen bir şekilde görü-yorum´. (Kalbine giren ucbu kasdetmektedir). Rivayet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: ´Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!´ Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: ´Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!´ Kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?´ denilince, cevap olarak dedi ki: ´Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardır. O nefsim dün-yanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki birşeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de ALLAH nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi´. Said b. Süveyd şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülaziz, bize cuma namazını kıldırdı. Sonra oturdu. Sırtında önünden ve arkasından yamalı bir gömlek vardı. Biri kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! ALLAH Teâlâ sana varlık vermiştir. Acaba bir elbise giysen ne olur?´ dedi. Bunun üzerine o başını eğerek düşündü. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi: ´En büyük fazilet, zengin olduğun halde tutumlu davranmaktır. Affetmenin en faziletlisi, gücün yettiği halde affetmektir´. Kim herhangi bir süsü ALLAH için bırakırsa, güzel bir elbiseyi ALLAH için çıkarır, ALLAH´a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak ALLAH´a gerekli olur.68 Soru: Hz. İsa (a.s) ´Elbiselerin süslüsü kalpte gurur meydana getirir´ dedi. Oysa bizim peygamberimizden (s.a) güzel elbisenin gurur olup olmadığı sorulduğu zaman, cevap olarak ´Hayır! Gurur olmaz! Fakat gurur, hakkı reddeden ve halkı hakir gören bir kimsenin hareketidir´ buyurdu. Bu bakımdan Hz. İsa´nın bu sözü ile Hz. Peygamber´in bu hadîsini nasıl telif edebiliriz? Cevap: Yeni elbisenin her durumda ve herkes için tekebbürü gerektirmesi zarurî değildir. İşte Hz. Peygamber buna işaret etmiştir ve Hz. Peygamber´in Sâbit b. Kays´ın halinden bildiği bu idi; zira Sâbit şöyle sordu: ´Ben öyle bir kişiyim ki gördüğün gibi, güzel elbiseler bana sevdirilmiştir. Bu tekebbür olur mu?´ Hz. Peygamber de Sâbit´in meylinin nezâfete ve elbisenin temizliğine olduğunu, o elbise ile başkasına karşı gururlanmak niyeti taşımadığını bildiği için böyle demiştir, zira temiz elbise giymek, ille de gurur olacaktır diye bir mecburiyet yoktur. Fakat bazen de gururdan olur. Nitekim düşük kıymetli elbiseye razı olmak, bazen tevazudan olduğu gibi... Mütekebbir bir kimsenin alâmeti; halk onu gördüğü zaman süslenmek istemesi, tek başına kaldığı zaman nasıl olacağına aldırmamasıdır. Güzelliğe tâlip olanın alâmeti tek başına kalsa, hatta evinde bile bulunsa, herşeyde güzelliği sevmesidir. Böyle bir sevgi kibirden olmaz. Bu bakımdan haller birçok bölüme ayrıldığı zaman Hz. İsa´nın ´O kalbin gururudur´ sözü, ´bazen kalpte gu-ruru gerektirir´ mânâsındadır. Hz. Peygamber´in ´O kibirden değildir´ sözü ise ille de kibri gerektirmez demektir. Kibri gerektirmemesi mümkün olduğu gibi, kibri doğurması da mümkündür. Kısacası böyle bir durumda haller değişiktir. En güzeli, elbiselerin normal olmasıdır. Öyle bir elbise olmalı ki ne şıklığı ile, ne de pek yıpranmışlığıyla şöhreti getirmemelidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Yiyiniz! İçiniz! Giyiniz ve isrâf ile gururun gayrisinden tasadduk ediniz! Muhakkak ki ALLAH, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister.69 Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün!´ O, bu sözüyle, takva ehlinin elbisesiyle gururlanan bir topluluğa hitap etmiştir. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Size ne oluyor ki sırtınızda ruhbanların elbisesi bulunduğu ve kalbiniz yırtıcı kurtların kalbi gibi olduğu halde bana geliyorsunuz? Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün´. Mütevazilerin ahlâkından biri de kendisine küfredildiği veya eziyet edildiği veya hakkı alındığı zaman, bunlara göğüs germek suretiyle tevazu göstermesidir. Bu tevazu esastır. Biz, gazab ve hased bahsinde eziyete tahammül göstermek hakkında seleften vârid olan misalleri zikretmiştik. Kısacası güzel ahlâk ve tevazunun kaynakları Hz. Peygamber´in ahlâkıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber´e uymak ve ondan öğrenmek daha uygundur. Ebu Seleme der ki: ´Ebu Said el-Hudrî´ye şöyle sordum: ´Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?´ Bana cevap olarak şöyle dedi: ´Ey yeğenim! ALLAH için ye! ALLAH için iç ve ALLAH için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hz. Peygamber´in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hz. Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da- çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi. Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdi. Elini hiçbir yemeğe uzatmazdı´. Ebu Seleme b. Abdurrahman der ki: Hz. Âişe´nin hanesine gittim. Ebu Said´in Hz. Peygamber´in zühdü hakkında bana söyledik-lerini ona naklettim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Söylenenin bir harfi dahi yanlış değildir. Hatta eksik bile söylemiştir. Zira sana Hz. Peygamberin hiçbir zaman doyasıya yemediğini, hiç kimseye şikayet etmediğini, fakirliğin onun nezdinde genişlik ve zenginlikten daha sevimli olduğunu, bütün gün aç olduğu, bütün gece de açlık içerisinde kıvranıp sabahladığı halde, onun bu halinin onu o günün orucunu tutmaktan menetmediğini söylememiş. Oysa Hz. Peygamber eğer rabbinden yeryüzünün hazinelerini, meyvelerini, doğusundan batısına kadar olan geniş maişetini isteseydi, muhakkak kendisine verirdi. Hz. Peygamber´e olan şefkatimden ve çektiği açlığa üzüldüğümden ötürü çok zaman ağlamışımdır. Onun karnını elimle sıvazlar şöyle derdim: ´Nefsim sana fedâ olsun! Seni açlıktan menedecek kadar gıdayı dünyadan edinmiş olsaydın (daha iyi olmaz mıydı?)´ Bunun üzerine derdi ki: ´Ey Aişe! Ulû´1-Azim peygamberlerden olan arkadaşlarım bundan daha zahmetlisine katlandılar. Onlar, o halleri ile gidip rablerinin hu-zuruna vardılar. Onların varışlarını rableri güzel yaptı. Sevaplarını kat kat eyledi. Ben maişette genişliğe kaçarsam, benim bu hareketimin beni onlardan geri bırakmasından korkarım. Bu bakımdan birkaç gün sabretmem, yarın ahirette nasibimin eksiltilmesinden bana daha sevimli gelir! Arkadaş ve dostlarım olan ulû´1-azim peygamberlere yetişmekten bana daha sevimli gelecek birşey yoktur´. Hz. Aişe (ra.) der ki: ´ALLAH´a yemin olsun! Bu sözlerden sonra, Hz. Peygamber, bir haftayı tamamlamadan ALLAH Teâlâ ruhunu kabzedip onu götürdü´. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır. O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hz. Peygamber´e uysun! Nefsini Hz. Peygamber´in derecesinden üstün görenin ve Hz. Peygamber´in razı olduğuna razı olmayanın cehaleti, ne korkunç cehalettir. Hz. Peygamber dünya ve din hususunda, mertebe bakımından, mahlûkların en yükseğiydi. Her beşerî izzet ve yücelik, ancak ona uymaktadır. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Biz öyle bir milletiz ki ALLAH bizi İslâm´la aziz etti. Bu bakımdan biz, İslâm´ın gayrisinde izzet aramayız!´ Hz. Ömer, bu sözünü Şam arâzîsine pejmürde bir kıyafetle girdiği ve kınandığı zaman söylemişti.70 Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki bunlara Abdal denir. Onlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün istikrarı için kazıklarıdır. Peygamberlik sona erdiği zaman, ALLAH Teâlâ, peygamberlerin yerine, Ümmet-i Muhammed´den bir kavmi vazifelendirdi. Onlar fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmak ve güzel yüz sahibi olmakla halktan üstün olmadılar. Fakat onlar, doğru takva, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı sağlam göğüs, ALLAH rızası için müslümanlara nasihat etmek, korkmaksızın sabır göstermek ve zelîl olmaksızın tevazu göstermek suretiyle bu dereceye yükseldiler. Onlar bir kavimdir ki ALLAH onları seçmiş, kulları arasında ulûhiyyetine ibâdet etmek hususunda onları tahsis kılmıştır. Onlar kırk sıddîktırlar. Onlardan otuz kişinin kalbi, Rahmân´ın dostu İbrahim´in yakînine benzer bir yakîn üze-rindedir. Onlardan birinin yerine, ALLAH tarafından biri yaratılmadıkça o ölmez. Ey kardeşim! Bil ki onlar hiçbir şeye lânet okumazlar, hiçbir şeye eziyet vermezler. Hiçbir şeyi tahkir etmezler. Hiçbir şeye karşı böbürlenmezler. Hiçbir kimseye hased etmez ve dünyaya haris olmazlar. Onlar, haber verme bakımından insanların en doğrusudur. Tabiatça en yumuşaklarıdırlar. Nefisce en cömertleridirler. Onların alâmet-i fârikaları cömertlik, tabiatları güler yüzlülük, sıfatları selâmettir. Onlar bugün korkuda, yarın gaflette değildirler. Onlar zâhirî hallerine devam ederler. Onlara, kendileriyle rablerinin arasındaki muamelelerde şiddetli esen rüzgârlar, şiddetli koşan atlar yetişemezler. Kalpleri sevinerek ALLAH´ın yüce huzuruna şevk göstererek yükselir. Hayır yarışmasında herkesten önde olmak bakımından terakki ederler. Onlar ALLAH´ın hizbidirler. İyi bilin ki ALLAH´ın hizbi, zafere kavuşanların ta kendileridirler. Râvî der ki: Ben Ebu Derdâ´ya ´Bana bu saydığın sıfattan daha zor gelecek bir sıfat işitmedim. Ben nasıl bu zor sıfatı elde ederim?´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Seninle bu sıfat arasında, ancak dünyadan nefret ettiğin zaman bir münasebet vardır; zira sen dünyadan nefret ettiğin zaman, ahiret sevgisine yönelirsin. Ahiret sevgisi nisbetinde dünyadan yüzçevirip zühd ve takva gösterirsin. Zühd´ün ve takvân nisbetinde sana fayda verenleri basiretinle seversin. ALLAH Teâlâ isteğinin güzel olduğunu bildiği zaman, ona istikamet yolunu açar, onu korur. Ey yeğenim! Bu durum, ALLAH´ın kitabında vardır: Gerçekten ALLAH, takva sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.(Nahl/12) Yahya b. Ebî Kesir71 şöyle demiştir: ´Biz bu hususta düşündük. Lezzet alanların hiçbiri ALLAH sevgisinden ve rızasını talep etmekten almış oldukları zevki hiçbir şeyden alamazlar. Yarab! Bizi, seni sevenlerin sevenlerinden eyle! Ey âlemlerin rabbi! Çünkü senin vergin ancak senin razı olduğun bir kimseye lâyık olur´. ALLAH rahmet deryalarını efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının üzerine akıtsın ve onlara selâm etsin! ______________ 60)Abdullah b. Vehb b. Müslim Kureyş kabilesindendir. Güvenilir olan bu zat, âbid idi. H. 97 senesinde 72 yaşında vefat etmiştir. 61)Künyesi Ebu Abdurrahman´dır. Sâdık bir âbiddir. H. 59 senesinde vefat etmiştir. 62)Ebu Yâ´lâ, (Ebu Hüreyre´den) 63)Temim kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. Künyesi Ebu Kasım´dır. Râfızîlikle itham edilmiştir. {İthaf"us-Saade, VIII/380) 64)Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Ebu Umâme b. Sa´lebe´den) 65)Tam adı Harun b. Said el-İllî es-Sa´dî´dir. Fazilet sahibi bu kişi H. 53 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir. 66)Bu zat, Muan b. İsa el-Fezzarî -İmam Mâlik´in talebelerindendir- veya Muhammed el-Gifârî´dir. 67)Ebu Süleyman Kûfelidir. Muhadramûn´dandır. Güvenilir bir zattır. H. 80 senesinden sonra vefat etmiştir. 68)Ebu Nuaym 69)Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî 70)Zehebî, (Kays b. Müslim tarikiyle) 71)Kûfelidir. |
|
![]() |
#7 |
![]() Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu
Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir. Birinci Yol Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır. Şifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündür. İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak ALLAH´a lâyık olduğunu bilir. Rabbini, O´nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükâşefe ilminin son noktasıdır. Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye ALLAH´ın Kitabı´ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur´an´da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur. Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! ALLAH onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.(Abese/17-22) İşte bu ayet-i celîle, insanoğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun! İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Sonra ALLAH onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira ALLAH onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte insanoğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan insanoğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira insanoğlu yaratılışının başlangıcında kâmil ya-ratılmadı. ALLAH Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı.İşte bu, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetlerinin mânâsıdır: Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese/17-18) İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.(İnsan/1-2) Böylece ALLAH Teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.(Abese/20) Bu ayet-i celîle insanoğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir. Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur.(İnsan/2-3) Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra ALLAH onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken ALLAH Teâlâ ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalâletten sonra hidayet etti. Dikkat et! ALLAH onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor! İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?(Yasin/77) O´nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz!(Rûm/20) Bu bakımdan ALLAH´ın insanoğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsanoğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra insanoğlu ALLAH´ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce ALLAH (c.c) insanoğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! ALLAH Teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O´nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce ALLAH´a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur: Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik!(Beled/8-10) İnsanoğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (ALLAH onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu.(Kıyâmet/36-38) Bundan sonra ALLAH Teâlâ insanoğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur: Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi?(Kıyâmet/40) O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir. Evet! Eğer ALLAH Teâlâ, insanoğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat ALLAH Teâlâ varlığın devamında çeşitli afetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan insanoğlu bunu düşünmelidir. İnsanoğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür: Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/21-22) Âyetin mânâsı, ALLAH insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer âzâlarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra RABBİM onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyametin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyameti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona ´Kitabını oku!´ denilir. O, kitabına işaret ederek ´Bu nedir?´ diye sorar. Ona ´O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat ALLAH onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!´ denir. Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: ´Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmektir!´ İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: ´Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek´ (Abese/22). Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak... (bunlar hiç de ona yakışmaz!) İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden ALLAH´a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, ALLAH´ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan ALLAH nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -ALLAH´ın affetmesi müstesna ki ALLAH´ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan ALLAH affederse o başka! ALLAH´ın kereminden ve ALLAH hakkındaki hüsn-i zandan dolayı ALLAH´tan bu af umulur. Kuvvet ancak ALLAH´tandır! Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, ALLAH´ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur. Amelî ilaca gelince, o bilfiil ALLAH´a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hz. Peygamber´in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır. Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: ´Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim´.72 Selmân-ı Fârisî´ye ´Neden yeni bir elbise giymiyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!´ dedi. Selman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştir. Mârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur. Bu sırra binaen ALLAH ve Hz. Peygamber´e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: ´Namaz dinin direğidir!´ Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur. O sırlardan olarak ALLAH´ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslâm´dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi. Hâkim b. Hizam73 der ki: ´Hz. Peygamber´e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim´. Hz. Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslâm´ın hikmetini anladıktan sonra, imanı kemâle erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdir. Böylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlâk olsun. Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. Kalp ise melekût âlemindendir. İkinci Yol Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. Biz Câh´ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldir. Bundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelir. Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim: Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır. Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir. Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür! Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: ´Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!´ Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır. İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa ALLAH Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur: O´dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı.(Secde/7-8) Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: ´Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!´ Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: ´Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsanoğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte insanoğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hz. Peygamber´in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın? Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez? İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez.İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya kok-lamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır. Enes (r.a) der ki: ´Ebubekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: ´Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!´ Tavus, Ömer b. Abdülaziz´e şöyle dedi: ´Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tavus, Ömer´in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte insanoğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini birgün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar. Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır. Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin? Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve ahirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hâkimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helâk etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir! İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir. Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti ALLAH´ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur. Bunun için Kâ´b´ul-Ahbar şöyle demiştir: ´Muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır´. Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir âlem kayar´. Bu bakımdan ALLAH nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini bü-yütmekten aciz kalır. Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir. Bir Bilmelidir ki ALLAH´ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, ALLAH´a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse ALLAH´ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: ´Sana ne oldu?´ Cevap olarak der ki: ´Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum´.74 ALLAH Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur: Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer.(Cum´a/5) Bununla ALLAH yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel´am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur: Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/175-176) İbn Abbas (r.a) der ki: ´Bel´am´a ALLAH tarafından bir kitap indirildi. Bel´am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel´am´a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi... Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice âlim vardır ki ahirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzular. Böyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten ALLAH´a sığınırız! Bu bakımdan bu tehlike âlimi gururdan meneder; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündür. Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashab-ı kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uy-gun değildir. Ashabdan biri şöyle demiştir: ´Keşke annem beni doğurmasaydı´.75 Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: ´Keşke ben çöp olsaydım!´ Başka biri de şöyle dedi: ´Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!´ Diğer biri de ´Keşke ben anılan birşey olmasaydım´ demiştir. Bütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyor. Bu bakımdan ashab-ı kirâm nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdi. Ne zaman âlim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu tamamen gider. Nefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görür. Böyle bir âlimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamış. Bazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmış. Bazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin ha-rareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verir. Öyle ki dünya kendisine daralır, tâkati son raddeye gelir. Bu sefer hesabının yapılması emredilir. Az veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilir. Öyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmez. Kendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştır. Bazılarını da atfetmiştir. Fakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedir. İzzet ve gururu iptal olur. Üzüntü ve korkusu artar. Halkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmaz. Aksine halktan herhangi birine karşı ´bana şefaatçı olur´ ümidiyle tevazu gösterir. İşte âlim kişi de böyledir. Rabbinin emirlerini, âzalarında beliren suçlarla, iç âlemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zâyi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır. İki Âlim kişi bilir ki kibir ancak ALLAH´a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman ALLAH´ın nefretine uğrar. Oysa ALLAH da kendisinden tevazu göstermesini ister ve ALLAH kendisine ´Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur´ demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, ALLAH´ın abâsı olan kibir hakkında ALLAH ile cedelleşen bir kimsenin belini ALLAH´ın kıracağını bilirler. ALLAH onlara manevî makamları ALLAH nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir. Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid´atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? ALLAH nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid´atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder? Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür. Âlim kişi kâfir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kâfirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, âlim kişinin de dalâlete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilir. Âhirette ALLAH katında değerli olan kimse büyüktür. Köpek ve domuz rütbece ALLAH katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir âlimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hz. Ömer´e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa ALLAH Teâlâ Hz. Ömer´e İslâm´ı nasib etti. Hz. Ebubekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir. Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman ´Bu cehaletiyle ALLAH´a isyan etmiş, ben ise ilmimle ALLAH´a isyan ediyorum. Bu bakımdan ALLAH katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!´ demelidir. Âlim kişiye baktığında ´Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!´ demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: ´Bu benden önce ALLAH´a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: ´Ben ondan önce ALLAH´a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Bid´atçı ve kâfire baktığı zaman ´Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (ALLAH korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...´ demelidir. Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin ahiret saadetinde ve ALLAH´a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir. Fakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve lâyıktır. Başkasının korkusuyla meşgul olmamalıdır. Çünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudur. Oysa her insanın şefkati kendi nefsinedir. Bu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamaz. Her ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldür. Sanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır. Soru: Bu duruma göre ALLAH yolunda nasıl bid´atçı ve fâsık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir? Cevap: Bu karışık bir durumdur. Halkın çoğu burada hayrette kalır; zira ALLAH için bid´atı ve fıskı inkâr etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb´a sürüklenmesiyle karışır. Nice cahil âbid ve mağrur âlim vardır ki fâsık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fâsıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak ister. Bu kimse ALLAH için o fâsıktan nefret ettiğini zanneder. Nitekim daha önce İsrailoğulları´nın âbidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi.... Bunun hikmeti şudur: ALLAH´a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli... Bundan sakınmak da mümkün! Fâsık ve bid´atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi´l-mâruf ve nehy-i an´il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürür. O şeylerin ikincisi; senin alâmet-i fârikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak ALLAH´tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendir. Bu bakımdan burada minnet senin değil, ALLAH´ındır. Bunu ALLAH´tan bilmelisin ki nefsin ucb´a kapılmasın. Ucb´a kapılmadıysa gurura da kapılmaz. O şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektir. Senin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun! Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim? Cevap: Sen sadece mevlân için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştir. Senin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştir. Sen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helâk olmuş görmemelisin. Aksine ALLAH Teâlâ´nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısın. Anlaman için bunu bir misâl ile anlatayım. ALLAH için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildir. Değerini onun değerinden üs-tün bilmen zarurî değildir. Bu hususa şöyle bir misâl verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evlâdı vardır, bir de hizmetkârı... O hizmetkâra çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve ´edebe mugayir bir harekette bulunup lâyık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur´ diye emretmiştir. Eğer hizmetkâr efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görür. Çünkü köle, ancak mevlâsının emrini yerine getirmek suretiyle mevlâsına yaklaşmak ister. Mevlâsının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sâdır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenir. Fakat mevlâsının evlâdına karşı mütevazidir. Mevlâsının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilir. Çünkü evlâdın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan gurur ve adem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildir. İşte aynen bunun gibi bid´atçı ve fâsığa bakıp onların ahirette ALLAH katında kıymetleri ezelde takdir edilen imandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündür. Senin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gafil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsin. Bununla beraber, sen mevlânın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid´atçı ve fâsığa kızarsın. Çünkü onlardan mevlânın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştir. Bunu, mevlânın nezdinde ahiret âleminde mevlâya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsın. İşte bazı âlim ve akıllılar böyle yapardı. Buna korku ve tevazu da eklenirdi. Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit eder. Neticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket eder. Bu, gururun son derecesidir. ALLAH´a karşı isyan eden veya bid´at oluşuna inanarak emr-i ilâhînin hükmüyle bid´atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur! Yedinci Sebep: İbâdet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.76 İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer âbid kişi ´Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir´ derse, ona cevap olarak denir ki: ´Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, ALLAH katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır´. Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber ´Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir´ buyurmuştur. Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, ALLAH´ın katında ALLAH nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü ALLAH ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdır. Alim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur. Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, ALLAH sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür. Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve ´bunun günahı benden daha fazladır´ demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, ALLAH´ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi ALLAH katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı ALLAH´ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın ALLAH sevgisi, ihlâs, korku ve ALLAH´ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. ALLAH Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur. Vehb b. Münebbih der ki: ´Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir´. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: ´Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür´. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: ´Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla ALLAH arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! ALLAH o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir´. Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur´. Bir kimsenin, ALLAH katında şakî olması ezelde, kaza ve ka-derde takdir edilmiş olabilir. O kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görür. Bu ise faziletin ta kendisidir. Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: ´Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: ´Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp ALLAH´ın ibadetine dalmak gibi olmaz!´ İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona ´Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?´ diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: ´Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir´. Bunun üzerine âbid dedi ki: ´İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!´ Bu hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir. Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60) Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar. Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü´minûn/57) ´Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) kor-kardık´ dediler.(Tûr/26) ALLAH (c.c) günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini ´ALLAH´tan korkmak´ ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir: Gece gündüz hep ALLAH´ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiya/20) Onlar O´nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28) Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman ALLAH´ın azabından emin ol-mak galebe çalar ve kibir ortaya çıkar. Bu ise helâk olmanın sebebidir. Bu bakımdan kibir, emin olmanın delilidir. Emin olmak da helâk edicidir. Tevâzu korkunun delilidir. Korku ise, saadete vardıran bir vasıftır. Bu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır. İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va´dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir. Birinci İmtihan: Herhangi bir ilmî meselede, amellerinden biriyle münâzaat etmesidir. Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine teşekkür etmek ağır gelirse bu durum onun kalbinde gizli bir kibir olduğuna delâlet eder. Bu hususta ALLAH´tan korksun! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun! İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak ALLAH´a lâyık olduğunu hatırlatmalıdır. Amelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, nefsinin acizliğini ikrar etmeli, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: ´Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gafil idim. ALLAH sana mükâfat versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin´. Çünkü hikmet, mü´minin yitiğidir. Bu bakımdan mü´min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur. Kalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olur. Ne zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde kibir vardır. Eğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, riya vardır. Bu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidir. Nefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, ALLAH katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdır. Riyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsin. Eğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde riya ve kibir aynı anda bulunur. Onlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtul-ması fayda sağlamaz. Bu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidir. Çünkü onların ikisi de helâk eder. İkinci İmtihan: Mahfellerde arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdur. Bu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt oluncaya kadar devam etmelidir. Böyle yapmakla kibir kendisinden silinir. Fakat burada şeytanın bir hilesi vardır. Şöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu tevazu sanar. Bu ise gururun ta kendisidir. Çünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham ettirirler! Dolayısıyla gurura kapılmış olur. Tevazu göstermekle de gururunu belirtmiş olur. Akran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir! Böyle yapmak gururun habâsetini, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur. Üçüncü İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu gururdur; zira böyle yapmak güzel ahlâktandır. Bu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek büyüktür. Bu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelir. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır. Bununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır. Dördüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler. İnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirler. Oysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdir. Oysa insanoğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır. Ancak ALLAH´a selîm bir kalp getiren (fayda görür). (Şuâra/89) Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtladı. Kendisine ´Ey Ebu Yusuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?)´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Evet! Vardı. Fakat ben nefsimi, denemek istedim´. İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştir. Haberde şöyle vârid olmuştur; ´Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır´.77 Beşinci İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir. Ömer b. Abdülaziz´in (r.a) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim devenin yularını veya dizlerini bağlar, yünden (kabaca) yapılmış elbise giyerse, o kibirden uzaklaşmıştır. Ben ancak kulum. Yerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerim. Deveme yem veririm. Yemek yerken parmaklarımı yalarım. Kölenin dâvetine icabet ederim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Ebu Musa el-Eş´ari´ye şöyle denildi: ´Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum´a namazından geri kalıyorlar!´ Bunun üzerine Ebu Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde imamlık yaptı. Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde riya ve kibir bir arada bulunur. Cemaatten ötürü meydana gelen riyadır. Tek başına bulunduğu zaman meydana gelen kibirdir. Bunu iyi bil! Çünkü şerri bilmeyen şerden korunamaz. Hastalığı bilmeyen tedavisini yapamaz. _____________ 72)Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, {mürsel olarak) 73)Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el- Esedî´dir. Hz. Hatice´nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir. 120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm´da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi. 74) Müslim, Buhârî 75) Hz. Ömer´in sözünden alınmıştır: ´Keşke Ömer´i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler´. 76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebu Umâme´den) 77) Beyhakî, Şuab´ul-îman |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|