|
|
|
|
#1 |
|
Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim ALLAH´a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk´ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler. Vâsıtî51 buna işaret ederek şöyle demiştir: ´Korku, ALLAH ile kul arasında bir perdedir!´ Yine şöyle demiştir: ´Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca´nın bir fazileti kalmaz´. Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir. Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir. İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır. Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur. Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi... Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de... Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi... Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, ALLAH´tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen ALLAH´ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve ALLAH´ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben sizin içinizde ALLAH´tan en fazla korkanınızım. 52 ALLAH´tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar.(Fâtır/28) Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. BAzen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür. Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir´. Hakîm Ebu Kasım53 ´Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. ALLAH´tan korkan da ALLAH´a kaçıp sığınır´ demiştir. Zünnûn-i Mısrî´ye şöyle denildi: - Kul ne zaman ALLAH´tan korkmuş olur? - Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın yerine koyduğu zaman ALLAH´tan korkmuş olur. Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi... Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi. Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, ALLAH´ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir. Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. ALLAH´tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur. Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir. Bundan daha yücesi verâ dır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ´dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hz. Ali´nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir. Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun. Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: ´O, müttakî, veri´ ve afiftir!´ Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir. 51) Sonraları Mısır´a gelen bu zat, H. 310´da orada öldü. 52) Buhârî 53) Adı Ebu Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî´dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet
Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir. Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi... Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, ALLAH´ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, ALLAH´ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, ALLAH´ın gayrısıyla meşgul olup ALLAH´dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin ALLAH tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde ALLAH´ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir! İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken ALLAH´ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm´ül-Kitab´daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır. Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. ´Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi´ düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir: Şu ALLAH´ın kitabıdır. ALLAH bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir. Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur: Bu ALLAH´ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta ´Şekavet ehlinin ta kendileridir´ denilir. Sonra ALLAH Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce ALLAH Teâlâ bir devenin iki sağımı arası ka-dar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki ALLAH´ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, ALLAH´ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54 Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü ALLAH´ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, ALLAH´tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, ALLAH´ın marifetinin meyvesidir. Kim ALLAH´ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla ALLAH´ı tanımış olsaydı günahından değil, ALLAH´tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı ´Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi´ diye düşünmelidir. Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya ALLAH´a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber´i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a´lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil´i esfel-i sâfilîn´e düşüren ALLAH´ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü ALLAH´a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur. İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş... Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi. ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!´55 İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur. Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye kor-karsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel ALLAH içindir. Fakat ALLAH´ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki ALLAH Teâlâ ´Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem´ sözünde sâdıktır. ALLAH´ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir. Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, ALLAH´ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya ALLAH´tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, ALLAH´tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur. 55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat´tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir. Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine ´Ârif ateşten değil, ancak ALLAH´tan mahcub olmaktan korkar´ denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, ALLAH´ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır. ALLAH Teâlâ´dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz! 54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir´den) |
|
|
|
#3 |
|
Yemeklerin Islahı
Korku´nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir. İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O´nunla yakınlık kurmakla mümkündür. Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkün-dür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir. Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, ALLAH´a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir. Ayet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku´nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. ALLAH Teâlâ´nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin ma-kamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir. Ayetler Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.(A´raf/154) Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (hakkıyle) korkar.(Fâtır/28) ALLAH Teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır. ALLAH onlardan razı olmuş,onlar da O´ndan razı olmuşlardır.İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.(Beyyine/8) İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hz. Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir´. Hz. Musa´nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile ALLAH´ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur:Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56 Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin ALLAH´a, salâtın Rasûlullah´a mahsus olduğu gibi... Öyle ki ´Hamd âlemlerin rabbi olan ALLAH´a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed´e ve onun bütün âline mahsustur´ denir. ALLAH Teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur: Onların ne etleri, ne kanları ALLAH´a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O´na ulaşır.(Hacc/37) Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir. ALLAH katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.(Hucurât/13) Sizden önce kitab verilenlere de size de ´ALLAH´tan korkun!´ diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH´ındır.(Nisâ/131) Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!(Âlu İmran/175) Görüldüğü gibi, ALLAH korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü´minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü´minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir. Hadîsler Hz. Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: ´Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur´. Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben ´ALLAH katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır´ dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: ´Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!´ Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek ALLAH tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.57 Hikmetin başı ALLAH korkusudur!58 Hz. Peygamber, İbn Mes´ud´a hitaben şöyle demiştir: Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra ALLAH´tan çokça kork!59 Fudayl b. Iyaz der ki: ´ALLAH´tan korkan bir insanı, ALLAH kor-kusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: ´ALLAH´tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Hiçbir mü´min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi... Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem´. Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler. Zikr´in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. ALLAH Teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: ALLAH´a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır). (Alâ/10) Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.(Rahmân/46) ALLAH Teâlâ (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır: İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım.60 ALLAH´tan korkan bir kimseden herşey korkar.61 Aklı en fazla olanınız, ALLAH´tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız ALLAH´ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.62 Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Âdemoğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!´ Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan korkan bir insanın kalbi erir. ALLAH´a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir´. Yine Zünnûn şöyle demiştir: ´Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur´. Ebu Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: ´Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, ALLAH ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur´. Yahya b. Muaz´a şöyle soruldu: - Yarın kıyamette insanların en emini kimdir? - Bugün en fazla korkandır. Sehl şöyle demiştir: ´Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!´Hasan´a şöyle denildi: - Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz. - ALLAH´a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır. Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: ´Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur´. Hz. Âişe, Hz. Peygamber´e şöyle sorar: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! ´Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler´(Mü´minûn/60) ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir? - Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir.63 ALLAH´ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ´nın zıddının havf olması gibi... Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ´nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür. Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler. Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiyâ/90) Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rab-lerine dua ederler.(Secde/16) Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Size ne oluyor ki ALLAH için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nuh/13) Çoğu kez Kur´an´da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku´nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab´ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse ALLAH korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir. Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.(Tevbe/82) Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar vc Kur´an onların derin saygısını artırır.(İsrâ/109) Şimdi siz bu Kur´an´a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?(Necm/59-61) Mü´min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi ALLAH korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki ALLAH onu ateşe haram kılar.64 Mü´minin kalbi ALLAH´ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.65 ALLAH korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66 Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hz. Peygamber´e şöyle sordu: - Kurtuluş yolu nedir? - Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67 Hz. Aişe Hz, Peygamber´e şöyle sordu: - Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı? - Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer.68 ALLAH´ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya ALLAH yolunda akıtılan bir damla kandan ALLAH katında daha sevimli bir şey yoktur.69 Ey ALLAHım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz dam-laları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.70 Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde ALLAH Teâlâ onları gölgelendirir. Hz. Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir: O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde ALLAH´ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir. 56) Müslim, Buhârî 57) Taberânî 58) Beyhakî 59) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 60) İbn Hibban, Beyhakî 61) İbn Hibban 62) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim 64) Taberânî, Beyhakî 65) Taberânî, Beyhakî 66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce 67) Daha önce geçmişti. 68) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir. 69) Tirmizî, (Ebu Ummâme´den) 70) Müslim, Buhârî |
|
|
|
#4 |
|
Islah Edicilerin Islahı
Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: ´Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın´. Muhammed b. el-Münkedir, ALLAH korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır: ALLAH korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz! Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! ALLAH korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı´. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyamet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, ALLAH Teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet mü´min ise fazla azap çekmez´. Ebu Süleyman der ki: ´Ağlamak, ALLAH korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise ALLAH Teâlâ´nın cemâlinin şevkinden doğar´. Ka´b´ul-Ahbar der ki: ´Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun, ALLAH korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir´. Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir! Hanzele şöyle anlatıyor: Birgün Hz. Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hz. Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hz. Peygamber´in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hz. Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: ´VALLAHi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hz. Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı´. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine´nin sokaklarından ´Hanzele münafık oldu´ diye bağıra bağıra mecsidi nebevî´ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebubekir Sıddîk (r.a) ile karşılaştım. Bana ´Hayır! Hanzele münafık olmadı´ dedi. Böylece Hz. Peygamberin yanına vardım. ´Hanzele münafık, oldu´ diyordum. Bu sözlerimi duyan Hz. Peygamber ´Hayır! Hanzele asla münafık olmaz´ dedi. Bunun üzerine dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur.71 Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve ALLAH´ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler ALLAH korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun se-bebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir. 71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle) |
|
|
|
#5 |
|
Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
Korku ve ümid´in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin ´Korku mu daha üstündür, recâ mı?´ suali yanlış bir sualdir. Tıpkı ´Ekmek mi üstündür yoksa su mu?´ diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı ´Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler´ demektir. Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum ALLAH´ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum ALLAH´ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir. Fakat ´Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür´ te´viline binaen böyle denilebilir. Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında ALLAH´ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır. Kim ALLAH´ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur. Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; ´Eğer mü´minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar´. Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine ´Ey oğul! ALLAH´tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O´nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve ALLAH´tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O´nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün´ demiştir. Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!´ Hz. Ömer´in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur. Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer ´Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer´in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur´ dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur. Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır. Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez. Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de... Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar. Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz. Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe´den ´Acaba bende münafıklık var mı?´ diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe´ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice ALLAH´a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır? Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, ALLAH´a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, ALLAH´ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72 Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, ALLAH´tan korkması ile ALLAH´ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için ALLAH Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem´ederek şöyle buyurmuştur: Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16) Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90) Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve ALLAH´ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur. Böyle bir durum, korku değil, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kim sadece korkudan ALLAH´a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile ALLAH´a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde ALLAH´a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür´. Mekhûl şöyle demiştir: ´Sadece korkudan ötürü ALLAH´a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle ALLAH´a kulluk yapan, Mürcie´dir. Sadece muhabbetten ötürü ALLAH´a kulluk yapan zmdık´tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü ALLAH´a ibadet eden ise muvahhiddir.73 Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve ALLAH hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder! Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir. ALLAH´ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan ALLAH´ını sevmelidir. Çünkü ALLAH ile mülâki olmayı sevenle ALLAH da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan ALLAH´ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, ALLAH´ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; ALLAH´ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O´na döner. Ölümle insan O´nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır. Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin ALLAH´tan, O´nun zikri, mârifeti ve O´nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da ALLAH Teâlâ´nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir. Bu bakımdan biz ALLAH Teâlâ´dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak ALLAH´ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve ALLAH sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, ALLAH´tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber´in ALLAH´ı çağırdığı dua ile dua etmektir: Ey ALLAHım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74 Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur. Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır. Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75 ALLAH Teâlâ da bir hadîs-i kudsî´de şöyle demiştir: Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76 Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna ´Ey oğul! Bana ALLAH´ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben RABBİMe hüsn-i zan ile mülâki olayım!´ dedi. Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı. Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret´ dedi. Bütün bunlardan gaye; ALLAH´ı, nefsine sevdirmektir. ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur. - Beni kullarıma sevdir! - Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım? - Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir. Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın ALLAH´ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur. Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî´yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî ´Şimdi kurtuldum!´ diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî´nin durumunu sordu. Ona ´Dün gece vefat etti´ denildi. 72) Bezzar ve Taberânî 73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220) 74) Tirmizî, (Ebu Derdâ´dan) 75) Müslim 76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî |
|
|
|
#6 |
|
İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki ALLAH´a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere ta-hammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak kor-kunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır´. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. ALLAH´ın zikrine koyulmak, ALLAH´ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima ALLAH´ı anmak insanı ALLAH ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve ALLAH ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur. Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan ALLAH için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O´nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür. Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar. Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, ALLAH´tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri ALLAH´ın azabından, ikincisi O´nun zatından korkmaktır. ALLAH´ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O´nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler: ALLAH sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28) Ey mü´minler! ALLAH´tan O´na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102) Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak ALLAH´ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir. Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın ALLAH´ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, ALLAH´tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O´na yakın olmayı umar. Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: ´Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!´Bu korku, âlimlerin korkusudur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kullarından ancak âlimler, ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28) Âlimler gibi, bütün mü´minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder. Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak ALLAH´tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi... Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar, ALLAH (c.c) Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork´. Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde ALLAH´ı tanıyan, ALLAH´ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis´i uzaklaştırdığını bilmiş olur. ALLAH Teâlâ´nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: ´Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem´. Eğer kalbine ´ALLAH ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder´ düşüncesi gelirse, ALLAH Teâlâ´nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira ALLAH Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti. Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur: Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa´yı mağlûp etti. Musa dedi ki: ´Sen o Ademsin ki ALLAH seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin´. Bunun üzerine Adem, Musa´ya şöyle dedi: - Sen o Musasın ki ALLAH seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce ALLAH´ın Tevrat´ı yazdığını gördün? - Kırk sene önce! - Acaba o Tevratta ´Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı´ hükmünü gördün mü? - Evet! - Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce ALLAH´ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun? Hz. Peygamber ´Adem böylece Musa´yı, delil bakımından mağlûb etti´ buyurdu.77 Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü´minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi... Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer ALLAH´ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, ALLAH´ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer ALLAH ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer ALLAH o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben ALLAH´tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, ALLAH´tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden ALLAH´tır.78 Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. ALLAH azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza´nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır. ALLAH´ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79 Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80 Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu: Ey ALLAHım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81 İkinci bir rivayette ´Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun´ diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? ALLAH´a yemin ederim, ben ALLAH´ın Rasûlüyüm. Buna rağmen ALLAH´ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82 Hz. Peygamber´in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz´un´un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben ´Cennet sana mutlu olsun!´ dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir. Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim. Ben, Osman´dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!´83 Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 ´ALLAH´a yemin ederim Hz. Peygamber´den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali´nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı. ´Suffe´ ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için ´Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber´e hicret ederek geldin. ALLAH yolunda öldürüldün´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85 Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. ´Cennet senin için mutlu olsun!´ dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: - Şu, ALLAH namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir? - Ey ALLAH´ın Rasûlü! O benim annemdir. Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86 Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmaktadır: Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87 Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir: İyi bilin Hûd´un kavmi Ad, (ALLAH´ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60) İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68) İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95) Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki ALLAH dileseydi insanların hiçbiri O´na ortak koşmazdı; zira ALLAH dileseydi herkese hidayet verirdi. Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir. Vâkıa/1-3)Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir. Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır. Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14) O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: ´Ah! Keşke ben toprak olaydım!´(Nebe/40) Rahman´ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38) Kur´ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur´an´da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi: Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82) Zira ALLAH Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir: Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67) (Böyle yaptık) ki (ALLAH), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8) Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31) ALLAH´ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, ALLAH´ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99) İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O´nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102) Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân´a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...(Meryem/85-86) İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71) Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40) Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20) Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8) Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23) Asr´a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi) İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar ALLAH´ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim ALLAH´ın azabından emin olabilir. Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail ALLAH korkusundan ağladılar. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu: - Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz? - Senin azabından kim emin olabilir! Sanki bu iki zat, ALLAH´ın gaybın âlimi (allâm´ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için ALLAH´ın ´Ben ikinizi de emin kılmışım´ sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde ALLAH´ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler. Nitekim Hz. İbrahim mancınık´a konulduğu zaman ´ALLAH bana kâfidir´ dedi. Hz. İbrahim´in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı ´Senin bana ihtiyacın var mıdır?´ dedi. Hz. İbrahim ´Sana ihtiyacım yoktur!´ dedi. İbrahim´in böyle söylemesi ´ALLAH bana kâfidir´ sözünü yerine getirmesi demektir. ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyurmuştur: Ve çok vefalı İbrahim´in...(Necm/37) Yani ´ALLAH bana kâfidir´ sözünün gereğini yerine getiren İbrahim´in... ALLAH Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa´dan da haber vermiştir: Dediler ki: ´RABBİMiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz´. ´Korkmayın´ dedi; ´ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm´.(Tâhâ/45-46) Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa ALLAH´ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta ALLAH yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu: Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen! Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti: Ey ALLAHım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber´e ´Kendini bu kadar harap etme! Çünkü ALLAH sana va´dettiğini yerine getirecektir´88 dedi. Hz. Ebubekir´in makamı, ALLAH´ın va´dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber´in makamı ise, ALLAH´ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber´in makamı, Ebubekir´in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, ALLAH´ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse ALLAH´ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa´ya şöyle söylemiştir: ALLAH demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara ´Beni ve annemi, ALLAH´tan başka iki ilah edinin´ dedin?" Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir: Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116) Sonra Hz. İsa şöyle demiştir: Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118) Hz. İsa, durumu ALLAH´ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin ALLAH´ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır? Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır: Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını´ sözü çıkmıştır.(Secde/13) Rabbinin ´Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım´ sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119) Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur. Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile ALLAH´a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü´minin kalbi, Rahman olan ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir. Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28) Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki ´ALLAH´ın azabından emin olmaktan sakın!´ dendiği halde o, ALLAH´ın azabından emin olur. Eğer ALLAH ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, ALLAH´ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir´ diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!´ Bir kişi şöyle demiştir: ´Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!´ Ebu Derda ´Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır´ diye yemin ederdi. Sehl derdi ki: ´Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar´. Sıddîklar o kimselerdir ki ALLAH onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60) Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira ALLAH´ın affı senin günahından daha büyüktür´. Karşılık olarak şunları söyledi: ´Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla ALLAH´a mülâki olmaktan korkmazdım´. Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek ´Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!´ Arkadaşı dedi ki: ´Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?´ ALLAH´tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı. Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar´. Ebu Yezîd der ki: ´Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim´. Hz. İsa ´Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz´ demiştir. Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, ALLAH Teâlâ´ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?´ Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: ´Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!´ Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid´at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: ´Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur´. Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve ´ben müslümanım´ desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89 Hadîsin başka bir lâfzında ´Söz verdiği zaman hile yaparsa´ diye varid olmuştur. Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî ´Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır´ demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî´nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) ´Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim´ demiştir. Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: ´Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir´. Şöyle denilmiştir: ´Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır´. Bir kişi İbn Ömer´e dedi ki: - Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz. - Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk! Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman´ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe´nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe ´Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!´ dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe ´Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber´in zamanında nifak kabul ediyorduk!´ dedi. İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur. Huzeyfe derdi ki: ´Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar´. İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid´at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü ´Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir´ denilmiştir. Ariflerden biri diğerine dedi ki: ´Ben nefsim için nifaktan korkuyorum´. O da cevap olarak ´Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!´ dedi. Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´min kul iki korku arasındadır: ALLAH´ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile ALLAH´ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90 Yardım edici ALLAH´tır. 78)Bazı nüshalarda ´aynısı´ yerine ´gayrisi´ geçmektedir. Fakat illet ile ma´lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: ´Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih´e mutabık değildir!´ En yüce misâl ALLAH içindir. ALLAH temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224). 79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur". (İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce) 80) ´ALLAH´a yemin olsun, içinizde en fazla ALLAH´tan korkanınız benim!´ (Müslim) 81) Taberâni 82) Müslim, (Hz. Âişe´den) 83) Buhârî, (Ümm´ül-Ulâ el-Ensârîye´den) 84) Künyesi 85)Beyhakî ve Ebu Ya´lâ. 86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den); İbn Humeyd, Ebu Ya´la 87) Tirmizî, Hâkim 88) İbn Şahin, Şerh´üs-Sünne 89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr´dan) 90) Beyhakî, Şuab |
|
|
|
#7 |
|
Sabır ile Şük´rün Bir Yerde Birleşmeleri
Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, kötü sondan korkmaya dönüşür. Peki su-i hatimenin mânâsı nedir? Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur. Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, insanoğlu ile ALLAH arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir. Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü ALLAH´tan çevrilirse, ALLAH ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira ALLAH´ın alev alev yanan ateşi ancak ALLAH´tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti ALLAH´a yönelen bir mü´mine ise, ateş şöyle haykırır: ´Ey mü´min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek´. Bu bakımdan ne zaman mü´minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır. Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak imanın aslı ve ALLAH sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin imanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur. Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden ALLAH onun azabını kıyamete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir? Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid´atçı, ALLAH´ın nûrundan perdelenmiş, Kur´an ve iman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür. Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.91 Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92 Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine bela indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır. Bu bakımdan Nekir ve Münker´in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyamet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar... Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki ALLAH´ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va´dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, imanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların´havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar. Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir? Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder: Birincisi Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid´atçı gibi; zira zâhid olan bid´atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid´at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid´attan gayem; kişinin ALLAH´ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder. Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde ALLAH ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. ALLAH Teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir: (Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47) De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri?(Kehf/103-104) Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, ay-nen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim ALLAH´ın zatı, sıfatları ve fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kur-tarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde ALLAH´a, Rasûlüne ve son güne iman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir. Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, ALLAH´ın indirmiş olduğu hükümlere, ayet ve hadîslerin zâhirlerine, ALLAH´ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların ALLAH´ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm... Yakîn nûruyla ALLAH´ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledik-leri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir. Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. ALLAH ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin ´ilm´el-yakîn´ ve ´ayn´el yakîn´ olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur: Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun. Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu. Her kim ALLAH´a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız imandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir! Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardık-ları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse ALLAH´ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da ´kibrit-i ahmer´ gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının ALLAH´a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur. İkincisi İkinci sebebe gelince, o aslında imanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman iman zayıf düşerse ALLAH sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte ALLAH sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir. Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan iman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu ALLAH´tan görür. Böylece ALLAH tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de ALLAH´tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine ALLAH´tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki imanın zâfiyeti, ALLAH sevgisinin zâfiyetini gerektirir. Bu bakımdan kalbinde, ALLAH´ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket ALLAH´ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira ALLAH´ı ancak tanıyan bir kimse sever. De ki: ´Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size ALLAH ve Rasûlünden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24) Öyleyse kimin, kalben ALLAH´ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle ALLAH´ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefre-tini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi ALLAH´ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir. Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının hu-zuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı... Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri iman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur. İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun imanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine ALLAH´ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve ALLAH´a karşı mahcup olur. Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir. Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce insanoğlunda me´lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zarure-tin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar imanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da... Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak ALLAH´ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da ALLAH katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi... Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi... Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır.İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir. Bu duruma binaen ilim ALLAH´ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur. Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi. Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: ´Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyamet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur´. Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz´dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak ALLAH´tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da... Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de... Hatta ben şeyh Ebu Ali el-Farmedî´den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu es-nada dedi ki: ´Ben şeyhim Ebu Kasım el-Kirmanî´ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: "Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için ´şöyledir´ dedin. Ben de ´Neden öyle olsun!´ diye sordum". Bunun üzerine şeyh Ebu Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: ´Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.´95 Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira insanoğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: ´Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin ALLAH´ın ibadetine sarfetmektir´. Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette arif-lerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin. Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine an-ladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle bera-ber selâmet kalması gerçekten zordur. Mutarrıf b. Abdillah96 şöyle demiştir: ´Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!´ Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler mü´min kulun ruhunu huzur-u ilâhî´ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki ´Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?´ Süfyan es-Sevrî birgün ağlıyordu. ´Neden ağlıyorsun?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum´. Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa mü´minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir. O da öyle bir düşüncedir ki Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir: Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır. Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir. Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: "Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara ´Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?´ diye sordum, onlar ´Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler". İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür. Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir. Şehâdet mertebesi ise, kalpte ALLAH sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgi-sinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak ALLAH´ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahi-retini satın almak ve ALLAH ile yapmış olduğu alış verişe razı ol-mak halinde o mertebeye ulaşılır. ALLAH, mü´minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111) Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh´un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, ALLAH´ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. "Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip ´Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım´ deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu! ALLAH´ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uyku-dan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, se-nin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi... Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar ALLAH´tan gafil ol-maktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur? Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.97 Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur ka-lan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın ALLAH´ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde... Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder. Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır. Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez. Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavan-ları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur! İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, ALLAH´a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine ALLAH Teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et! Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (r.a) akıl, amel ve ALLAH´ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır! Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki ALLAH korkusundan aşağı düşer. ALLAH yaptıklarınızdan gafil değildir!(Bakara/74) 91)Tirmizî 92) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 93) Tam adı Ebu Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî´dir. Farmid, Tûs´a bağlı bir köydür. H. 377´de Tûs´.da vefat etmiştir. 94) Künyesi Ebu Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî´dir. Horasan´a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan´dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî´nin şeyhidir, Nisbeti Ebu Yezid el-Bistâmî´nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye´nin büyük simalarındandır. 95) Bu cevaz ve vücûb şer´î değil, tarîkat âdâbındandır. 96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır. 97) Sehl et-Tüsteri´nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthaf´us-Saade, IX/243) |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| Seçenekler | |
| Stil | |
|
|