Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Seçenekler
 
Alt 03-08-2009, 22:24   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Zaruret Olmaksızın Dilenmenin Haram Olması ve Dilenmeye Mecbur Olan Fakirin Âdâbı

Kendisine gelen şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur.
1. Malın kendisini,
2. Verenin hedefini,
3. Kendisinin almaktaki hedefini.

Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik.
Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da ALLAH için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur.

Birincisi
Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hz. Peygamber´in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber´e (s.a) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hz. Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi.50

Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi:
Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim.51

Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî´ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ´nın Hz. Peygamber´den rivayet ettiği şu hadisi nakletti:

Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu ALLAH´a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da ALLAH´ın ikramını kabul etmemek olur!)52

el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi.

Hasan Basrî de bahsi geçen hadîsi rivayet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan´ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: ´Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyamet gününde nasibi olmadığı halde ALLAH´ın huzuruna varır´.

Hasan Basrî´nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi.

İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı.

Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna ´Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım´ derdi.

Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediye-sini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur.

Bişr el-Hafî dedi ki: ´Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî´nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı
olmuş olurum´.

Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî´ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki:
- Onu alıp fakirlere dağıtacağım.
- Böyle yapmanı istemiyorum.
- Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim?
- Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum.
Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki:
- Bağdad´da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum.
- Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur!

İkincisi
İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını ´Zekâtın Sırları´ bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle ALLAH´a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sada-kayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt´den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır!

Üçüncüsü
Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyan es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: ´Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!´

Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna cevap olarak şöyle dedi: ´Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!´

Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır.
Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir.53

Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen ALLAH tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin.54

Âlimlerin biri şöyle demiştir: ´Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!´

Sırrî es-Sakatî? İmam Ahmed b. Hanbel´e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmam Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine ´Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfe-tinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir´ dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed ona ´Söylediğini bana tekrar et!´ dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmam Ahmed ´Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder´ dedi.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine gir-meye sevketmesinden korkulur´.

Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve ahiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa ALLAH için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fa-kirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik.

İmam Hanbel´in Sırrî es-Sekatî´nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmam´ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir!

Mekke-i Mükerreme´de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: ´Yanımda biraz para vardı. Onları ALLAH yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe´yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim:
- (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen ALLAH!?
O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: ´Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!´ Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve ´Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur´ deyip gerisini bana iade etti.
Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki:
Bütün bunları ALLAH bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır!
Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü ALLAH kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir.

İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gafil olma!
Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim!(Kehf/7)

Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır:
1. Belini doğrultan yemekte,
2. Avret mahallini örten elbisede,
3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır!
Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer ALLAH´a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen ALLAH´ın azabına da mâruz kalırsın. ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, ALLAH´a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer ALLAH helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse ALLAH onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va´dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl´den ve zekâttan ödenmesi farzdır.
Rızkı dar olan da ALLAH´ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7)

Bu ayetin mânâsının ´İki elbisesinden birisini satsın´ veya ´Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın´ demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da ALLAH´ın kişiye vermiş olduğu nimettendir.

Seleften biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. ALLAH´ın birtakım kulları da vardır ki ALLAH´a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler´.

Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere... Kendisine ´bunların kimler olduğu´ so-rulunca cevap olarak ´Kuvvetliler ALLAH´a tevekkül eden kimseler-dir. Cömertler ALLAH´a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen ALLAH´ın ibâdetine veren kimselerdir´ dedi.
O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları gö-rürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de ALLAH´tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir.

Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî´yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi ´Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun´ diyor" dedi. Şakîk´in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk´e ´Ben bunu kasdetmedim!´ dedi. Şakîk ´Ben de arkadaşlarımın tevhid´ini denemek istedim!´ diye karşılık verdi.

Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları´nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Musa´ya ´Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım´ diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve ALLAH tarafından me´cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir.
ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz!

50) İmam Ahmed
51) Ebu Dâvud, Tirmizî
52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır.
53) Taberânî
54) Daha önce geçmişti.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-08-2009, 22:25   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik

Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır.55

Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin.56

Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz ´dilencilik esasında haramdır´ sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik.

1.ALLAH Teâlâ´dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve ALLAH´ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de ALLAH Teâlâ´yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir.
2.Dilencilikte şahsın ALLAH´ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa mü´min bir kimse ALLAH´tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi
kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir.
Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır.
3.Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır.
Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir.Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır.Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde,

Hz.Peygamber´in şu hadîsini anlamış olursun:
Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de di-lenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57

Dikkat edersen Hz. Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi...

Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyamet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde ALLAH´ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz.58

Başka bir lafızda ´Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur´ şeklinde gelmiştir.
Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hz. Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm´ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: ´Halktan hiçbir şey dilenmeyin´. Hz. Peygamber (s.a) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi:

Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa ALLAH onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdi-mizde daha sevimlidir.59
- Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır.
- Senden istemekten de mi?
- Benden istemekten de...60

Hz. Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine ´Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!´ dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye ´Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam ´Ben ona akşam yemeği yedirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: ´Sen dilenci değil tüccarsın!´ Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp ´İkinci bir defa dilenme!´ diye emir verdi.

Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hz. Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hz. Ömer´in bu yaptığını uzak görür ve der ki: ´Hz. Ömer´in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta´zir cezası vardır. Hz. Ömer´in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hz. Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?´ Fakîhin Hz. Ömer´in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hz. Ömer´in fıkhı yanında nedir? Onun ALLAH´ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hz. Ömer´in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı ALLAH´a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hz. Ömer´i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hz. Peygamber´in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hz. Ömer´den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hz. Ömer´in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâ-mil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hz. Ali´nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gafil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hz. Ömer´in yaptığıyla delil getir!

Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gafil olarak Hz. Ömer´in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu tak-dirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir.

Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni´ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır.

Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine ´mekruh´ denilmez. ´Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!´ derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer ALLAH dilerse kefaret olur.

Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi... Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi... Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi... Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihti-yaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle be-raber dilenmesi mübahtır.

Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur?

Cevap: Şikayet, ALLAH´a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: ´Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor´. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi...

Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir?

Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığmda ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur.

Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, ALLAH hükmeder!
Hz. Peygamber´in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber´in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve dava-arı halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, ALLAH ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki ´Hâkim´, ´Ahkem´ül Hâkimîn´dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, ahiret âlimleridir. Onların fetvasıyla ahiret sultanının satvetinden kurtulur.

Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi... Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey ALLAH katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, ALLAH katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur.

Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir.

Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî´den başka kimseden birşey almazdı. ´Biliyorum ki Sırrî,

elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum´ derdi.
Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi...

Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hz. Peygamber´in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi.
Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hz. Süleyman, Hz. Musa ve Hızır!61

Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir.

İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez.

Bu inceliklerle Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur:
Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir.

Hz. Peygamber´e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse ALLAH´tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir.

55) Ebu Dâvud, (Hüseyin b. Ali´den)
56) Ebu Dâvud, Tirmizî
57) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
58) Ebu Dâvud ve İbn Hibban
59) İbn Ebî Dünya
60) Bezzar, Taberânî.
61) Hızır´ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir.
 
Alt 03-08-2009, 22:26   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Dilencilerin Halleri

Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvas ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ ´Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür´ demiştir.

Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ´ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ´nın başına bir musibet geldi.

Biz bu meseleyi Sabır Kitabı´nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir.

Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur.
İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır.

Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla ALLAH´a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hz. Peygamber´e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hz. Peygamber´e gelip haber verdiler. Hz. Peygamber ´O ALLAH´ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!´ dedi.

İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: ´Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!´

Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: ´Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, ALLAH´ın faziletidir. ALLAH, faziletini dilediği kuluna verir´.

Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik´ten şöyle rivayet etti: Fakirler Hz. Peygamber´e bir elçi gönderdiler. O elçi ´Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim´ dedi. Elçi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücü-müz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ec-rini ALLAH´tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir mü´min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin ´SübhânALLAHi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vALLAHü ekber´ (ALLAH´ı tenzih ederim. Hamd ALLAH´a mahsustur. O´ndan başka mâbud yoktur ve ALLAH herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir.

Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hz. Peygamber´in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da ´Biz razı olduk, razı olduk´ dediler.42

Bu hadîs Hz. Peygamber´in ´O, ALLAH´ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir´ sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların ALLAH´ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder.

Hz. Peygamber´in ´Muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır´ sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?´ Bunun üze-rine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: ´Kibir ALLAH´ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!´
Sonra şöyle dediler: ´Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi...

Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun ALLAH ile münâzaa etmesi uygun değildir´.

ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur:
Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta ALLAH ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarındandır´.
Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te´vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimse-nin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet ALLAH´ın sıfatıdır.

Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı´nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat ALLAH´a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde ALLAH´tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini ALLAH´tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (a.s), Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler...

Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, ALLAH´ın sevgisi ve O´nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak ALLAH´ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber ALLAH´ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı ALLAH´tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi... Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber ALLAH´ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur.

Dünya ise, gafillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulu-nan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashab-ı kiram şöyle demiştir: ´Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik´. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür´.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´Malların evrilip çevrilmesi imanın tadını emer´.

Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür.43
Hz. Musa´nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, an-cak peygamberler (a.s) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ALLAH´ın fazileti tamamlanır; zira ALLAH´ın yüce peygamberi (s.a) dünyaya şöyle hitab etmektedir:

Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hz. Peygamber´e süslerine bürünerek görünürdü.
Hz. Ali şöyle derdi: ´Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır´.45

Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir.46

Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette ahiretten ürker. ALLAH´ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette ALLAH´tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp ALLAH´ın gayrısından uzaklaştığı zaman, ALLAH´a iman ettiği için, şüphesiz ki ALLAH´a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da ALLAH ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen ALLAH´tan, ALLAH´a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin iki-sinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır.

İkisinin misali,doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, ALLAH´ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır.

Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir.

Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur.

Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: ´Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir´.

Ebu Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: ´Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir´.

Dahhak´tan47 şöyle rivayet ediliyor: ´Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini ALLAH´tan isterse bu durum, ALLAH yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır´.

Bir kişi Bişr b. Haris´e ´Benim için ALLAH´a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler´ deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana ´Evde ne un var, ne ekmek´ dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur".

Bişr şöyle diyordu: ´İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir´.

Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) ´Ey ALLAHım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum´.

Hz. Ebubekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba ´Malın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir´ hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyamet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür.

Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (r.a) cennetten gecikmiştir; zirâ Hz. Peygamber´in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur.

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Mescidin kapısında beni na-mazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip ALLAH yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim´.
´Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?´ denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum´.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!´

İbn Atâ´nın ´Zenginlik ALLAH´ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür´ sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ´nm hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik ALLAH´ın zenginliğine benzemez. Çünkü ALLAH Teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ´nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki ALLAH Teâlâ´nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. ´ALLAH Teâlâ´nın sıfatları kula lâyık değildir´ diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim ALLAH´ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta ALLAH´ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır.

Şeyhin biri şöyle diyordu: ´ALLAH´a giden yolun yolcusu, yolu kat´etmeden önce, ALLAH´ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur´.
Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek ALLAH´ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, mü´minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O´na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın vasfı değildir. ALLAH Teâlâ´nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan mü´minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve ALLAH´a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir.

Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi iman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü
için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü ALLAH´ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla
enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, ALLAH Teâlâ´nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın
varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir.

İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalan-mak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey ALLAHım! Muhammed´in âlinin nafakasını yetecek kadar kıl!
Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik...

Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dün-yaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, ahiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rûh´ul-Kudüs (Cebrail) kalbime şöyle ilham etti: ´Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!´

Hz. Peygamber´in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da ALLAH Teâlâ´dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, ALLAH ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle ALLAH´ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir. O istisna edilen yerlerin biri, Hz. Âişe´nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur.

İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı.

İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de ALLAH´tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. ALLAH´a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim ALLAH´ın katındadır.

42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce´nin İbn Ömer´den bir hadîs rivayet ettiğini söylemiştir.
43) Deylemî, Müsned´ü1 Firdevs
44) Hâkim
45) İmam Ahmed, Zühd
46) Müslim, Buhârî
47) Dahhak b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı