|
![]() |
#1 |
![]() Zühd´ün Hakîkati
Kim zengin olmasına rağmen dilenirse o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın! Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir. ALLAH´ın zenginliği ile ALLAH´tan başka şeylerden müstağni olun!62 ALLAH´ın zenginliği nedir?´ denince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!´ Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63 Başka bir lâfızda ´Kırk dirhem´ diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev... Bundan fazlası hesaptır!64 Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, mik-tarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur. Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır. Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır. Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır: Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır. İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır. Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır. Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki ´Elli dirhem´le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır): Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur! Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, ALLAH ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel et-melidir. Eğer ahiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin ALLAH katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa ALLAH Teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir. O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun.(Âlu İmran/175) Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va´dediyor.(Bakara/268) Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve ALLAH´ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir.ALLAH´tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz. 62) Ebu Dâvud ve İbn Hibban 63) İbn Adîy 64) Tirmizî
![]() |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Zühd´ün Alâmetleri
Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilir. Oysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydır. Ruhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardır. Onların sevinci, halkın hallerini bilmesidir. Halkın kendilerine takdirle bakıp övmesidir. Böyle yapmaları, kesinlikle zühd´e delâlet etmez. Hem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekir. Hatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermez. Oysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir. Nitekim Havvas, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettiler. Elbisenin en iyisini giydiler. Bununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinler. Fakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesin. Zâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir. ´Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz´ derler. Onlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerler. Oysa bü-tün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdir. Ne kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdir. Onların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir ´hâl´ olarak iddia etmişlerdir. Oysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptir-ler". Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledir. Hatta zühd hali zâhide bile müşkil gelir. Bu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır: Bir Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir. (Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (ALLAH´ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü ALLAH, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.(Hadîd/23) Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek. İki İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Birinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidir. İkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir. üç Üçüncü alâmet ALLAH´a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya ALLAH sevgisi... Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim ALLAH´a ünsiyet vermişse, ancak ALLAH ile meşgul olur, O´ndan başkasıyla meşgul olmaz. Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: ´Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH´a ünsiyet etmeye kadar götürdü. Dünya ile ALLAH´a ünsiyet bir arada olmazlar´. Marifet ehli demişlerdir ki: ´İman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de ahireti birden sever ve ikisine de çalışır. İman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz´. Bu sırra binaen Hz. Âdem´in duasında şöyle vârid olmuştur: ´Ey ALLAH´ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir iman istiyorum!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirir. Bu ise, amel edenlerin makamıdır. Rabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirir. Bu ise, âriflerin makamıdır. Zâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdır. Zâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidir. Bu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin na-zarında birdir. Elinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez´. İbn Ebî Havarî der ki: Ebu Süleyman´a sordum: - Dâvud et-Tâî zâhid miydi? - Evet! - Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamış. Yirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?´. - Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin? Ebu Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştir. Çünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yoktur. Zühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddir. Zühdün en son noktası, ALLAH´tan başka herşeyi bırakmaktır. Hatta bir taşı bile İsa (a.s) gibi yastık yapmamaktır. ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidir. Çünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemez. Her ne kadar ALLAH´ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de... Biz ALLAH´ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki ALLAH Teâlâ´ya hiçbir şey büyük gelmez. Bu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak ALLAH´tan istemekte bir mahzur yoktur. Madem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdır. Bu da ALLAH´a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğar. Bu alâmetten birçok alâmetler doğar. Dünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi... Denildi ki: ´Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir´. Bu bakımdan ´Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim´ dememelidir. Yahya b. Muaz dedi ki: ´Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!´ İbn Hafif şöyle demiştir: ´Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır´. Yine şöyle dedi: ´Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir´. Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir. Ahmed b. Hanbel ve Süfyan es-Sevrî şöyle demişlerdir: ´Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanır. Arif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!´ Nasr el-Abazî150 dedi ki: ´Zâhid, dünyada gariptir (azdır), ârif ise âhirette gariptir´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir´. Yine şöyle demiştir: ´ALLAH için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatır. Arif ise misk ve anberi... (Çünkü kalbi mârifetul-lah ile doludur)´. Bir kişi Yahya´ya ´Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd´ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?´ diye sorunca, cevap olarak dedi ki: ´Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, ALLAH senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında... Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettir. Bununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünya gelin gibidir. Kim onu arzularsa onu süsler. Dünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtar. Arif kişi ise ALLAH ile meşgul olur. Dünyaya iltifat bile etmez´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zühd´ün bütün gereklerini yaptım. İstediğime vardım. Ancak insanlar hakkındaki zühd´e varamadım ve buna gücüm de yetmedi´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktı. Ona dünya sevgisini anahtar yaptı. Hayrın tamamını bir eve bırakıp zühd´ü de ona anahtar yaptı!´ İşte zühd´ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardır. Madem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde ALLAH´ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim! 150) Adı Ebu Kasım İbrahim b. Muhammed´dir. Horasan´ın şeyhi idi. Şiblî´nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke´de H. 376´da vefat etmiştir. |
|
![]() |
#3 |
![]() Zühd Hakkında Rağbet Edilecek ve Kaçınılacak Hususlar
Ayetler (Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler ´Keşke Kârun´a verilenin bir ben-zeri de bize verilseydi. Gerçekten onun büyük şansı var´ dediler. Kendilerine ilim verilenler ´(Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır´ dediler. (Kasas/79-80) Burada görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştır. Bu, medhin en yüksek derecesidir. İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir.(Kasas/54) Bu ayet ´Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler´ diye tefsir edilmiştir. Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.(Kehf/7) Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: ´İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim´ demektir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği ´en güzel amellerden´ olmakla tavsif etmiştir. Kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur.(Şûra/20) Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131) Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. ALLAH yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3) İşte ALLAH Teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştır. Bu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp ahireti dünya hayatına tercih edenlerin mü´min olduklarıdır. Hadîsler Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çoktur. Biz bir kısmını Mühlikât bölümünün ´Dünyanın Zemmi´ kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandır. Biz şimdilik sa-dece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğiz. Çünkü dünyadan nefret etmek ´Münciyât´dandır. Zâhidlikten de zaten bu kastedilir. Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, ALLAH onun işini dağıtır. Onun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, ALLAH tarafından kendisi için yazılan gelir. Kim gayesi; ahiret olduğu halde sabahlarsa, ALLAH Teâlâ onun himmetini bir araya toplar. Onun derli toplu işini parçalanmaktan korur. Zenginliğini kalbinde kılar. Dünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!)70 Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşın. Çünkü o, hikmeti telkin eder. ALLAH dilediğine hikmeti ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269)71 Bu sırra binaen denildi ki: ´Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, ALLAH Teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur´. Ashab-ı kirâmın birinden şöyle rivayet edilmiştir: Biz ALLAH´ın Rasûlü´ne şöyle sorduk: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır? - Kalbi mahmum ve dili doğru olan mü´mindir. - Ya Rasûlullah! ´Kalbi mahmum´un mânâsı nedir? - O muttakî ve tertemiz olan insandır. O´nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur. - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider? - Dünyaya buğzedip, ahireti seven kimse!72 Hadîsin mefhumu ´İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever´ demektir. ALLAH´ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH´ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73 Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, ALLAH´ın sevgisine sebep kılmıştır. Bu bakımdan ALLAH kimi severse o, derecelerin en yücesindedir. O halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekir. Bu hadîsin mefhumu da ´Dünyayı seven bir kimse ALLAH´ın buğzuna mâruzdur´ demektir. Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir: Zahidlik ile takva her gece insanoğlunun kalbini gezip kontrol eder. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederler. Aksi takdirde giderler!74 Hârise b. Mâlik el-Ensârî ´Ben hakîkaten mü´minim!´ dediğinde Hz. Peygamber ona ´Peki imanın hakîkati nedir?´ diye sordu. Hârise ´Ben nefsimi dünyadan kopardım. Öyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, RABBİMin arşını bariz bir şekilde görüyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki ALLAH onun kalbini iman ile nûrlandırmıştır.75 İman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve ´O bir kuldur ki ALLAH onun kalbini imanla nûrlandırmıştır´ demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et! ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar. (En´âm/125) ´Ayet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!´ Dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?´ Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır.76 Hz. Peygamber´in ´aldatma evinden uzaklaşmaktan´ ibaret olan zâhidliği ´İslâm´ın hakîkatinin şartı´ olarak göstermesine dikkat et! Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Gereği gibi ALLAH´tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildir. Siz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yeme-yeceğiniz yemekleri topluyorsunuz.77 Hz. Peygamber, böyle yapmanın ALLAH´tan haya etmeye zıd olduğunu beyan etti. Hz. Peygamber´in huzuruna bazı elçiler geldiler. ´Siz necisiniz?´ diye sorduğunda dediler ki: ´Biz mü´minleriz!´ Hz. Peygamber ´İmanınızın alâmeti nedir?´ diye sordu. Onlar ´Bela anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek´ dediler. Hz. Peygamber şöyle dedi: Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayın. İçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyin. Kendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın.78 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber zühdü, imanın tamamlayıcısı kılmıştır. Câbir (r.a) Hz. Peygamber´in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: ´Kim içine hiçbir şey katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ ile ALLAH´ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur´. Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalkıp dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!´ ALLAH´ın Rasûlü şöyle buyurdu: O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidir. Bir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işler. Bu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, ´Lâ ilâhe illâllah´ ile (ALLAH´ın hu-zuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur.79 Cömertlik yakîndendir. Yakîni olan bir kimse ateşe girmez. Cimrilik şektendir. Şekke düşen bir kimse cennete girmez.80 Cömert, ALLAH´a, insana ve cennete yakındır. Cimri ALLAH´tan, insandan uzak ve ateşe yakındır.81 Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidir. Meyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir. İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî´den, Hz. Peygamber´in şu hadî-sini rivayet etmektedir: Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, ALLAH onun kalbine hikmeti sokar. Onun dilini o hikmetle konuşturur. Ona dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtır. Onu saf ve selîm ola-rak dünyadan çıkarır. Selîm olarak cennete gönderir.82 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a), ashabının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçti. Bu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardı. Çünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdi. Bu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: On aylık gebe develer terkedildiği zaman... (Tevkî/4) Hz. Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattı. Kendisine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridir. Neden bunlara bakmadın!´ diye sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ALLAH Teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!´ Sonra şu ayeti okudu: Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme!(Tâhâ/131) Mesrûk, Hz. Âişe´den şöyle rivayet ediyor: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Neden ALLAH´tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?´ dedim ve Hz. Peygamber´de gördüğüm açlıktan dolayı ağladım. Bana dedi ki: Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun! Eğer RABBİMden dünyanın dağlarını beraberimde altın ola-rak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtır. Fakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim. Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed´in ailesi için uygun değildir. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ, peygamberlerin ulu´l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuştur. ALLAH Teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur: O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme!(Ahkaf/35) ALLAH´a yemin olsun! ALLAH´a itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Muhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu´l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğim. Kuvvet ancak ALLAH´tandır.83 Hz. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine ´Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret´ dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?´ Hafsa ´Evet böyle olduğunu bilirim´ dedi. Hz. Ömer ´O halde sen Hz. Peygamber´in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hz. Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Ta ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hz. Peygamber´e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hz. Peygamber´e ağır geldi. Hz. Peygamber´in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hz. Peygamber´in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman ´Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettiniz. Onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın´ dediğini bilmez misin? Hz. Peygamber´in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hz. Peygamber için, Benî Züfer´den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptı. İkincisi daha bitmeden önce, birini Hz. Peygamber´e gönderdi. Hz. Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hz. Peygamber´in ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı". Hz. Ömer, böylece kızı Hafsa´yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hz. Peygamber´in menkıbelerini nakletti. Canının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı. Bazı rivayetlerde, Hz. Ömer´in sözünde bir fazlalık vardır. O da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittiler. Eğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurum. ALLAH´a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğim. Bu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim! Ebu Saîd el-Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdi. Normal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdi. Bu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi.84 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Musa (a.s) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: - Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun! - Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH Teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menetti. O halde biz neyi azık edinelim! Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve ahiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin.85 Huzeyfe Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kim dünyayı ahirete tercih ederse, ALLAH onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86 Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, imanın kemâline eremez. Bir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez.87 Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!´ Hz. İsa´ya denildi ki: - Ey ALLAH´ın elçisi! Eğer bize, içinde ALLAH´a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur! - Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız! - Su üzerinde temel durur mu? - O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: RABBİM (c.c) Mekke´nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben ´Hayır! Ey RABBİM! Ben birgün aç, birgün tok yaşamak istiyorum. Aç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim´ dedim.88 İbn Abbas´tan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber birgün, beraberinde Cebrail olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktı. Cebrail´e ´Ey Cebrail! Seni hak elçi olarak bana gönderen ALLAH´a yemîn olsun. Muhammed´in âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar´ dedi. Hz. Peygamber´in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´ALLAH kıyametin kopmasını mı emretti?´ diye Cebrail´e sordu. Cebrail ´Hayır! Bu, İsrafil´dir. Konuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!´ dedi. Böylece İsrafil, Hz. Peygamber´in yanına indi ve şöyle dedi: ´Senin söylediğini ALLAH işitti. Bana yer-yüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana ver-memi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin´ dedi. Cebrail bu esnada Hz. Peygamber´e ´Rabbine tevazu et!´ işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hz. Peygamber üç defa ´Kul bir peygam-ber olarak yaşamak istiyorum!´ dedi.89 ALLAH Teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, ahiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir.90 Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde ALLAH seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever.91 Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini ALLAH´tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92 Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93 Hz. Peygamber´den ve Hz. İsa´dan (ALLAH´ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivayet ediliyor: Dört haslet vardır. İnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir: 1. Sükut. Bu, ibâdetin başlangıcıdır. 2. Tevazû. 3. Fazla zikir. 4. Az mal!94 Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip ahirete yöneltmek için gelmişlerdir. Halka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadır. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidir. Yardım eden ALLAH Teâlâ´dır! 70) İbn Mâce 71) İbn Mâce 72) İbn Mâce 73) İbn Mâce 74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs´te haya ile iman´ diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut´ul-Kulûb´da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthaf´us-Saade, IX/336) 75) Bezzar ve Taberânî 76) İbn Mübârek, Zühd 77) Bezzar, Taberânî 78) Hâkim 79) Taberânî 80) Deylemî, (Ebû Derdâ´ dan) 81) Tirmizî 82) İbn Ebî Dünya 83) Deylemî, Müsned´ul-Firdevs 84) İbn Mâce 85) Tirmizî 86) Taberânî, (İbn Mes´ud´dan) 87) Ali b. Ma´bed´den 88) İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Sa´d, Taberânî ve Beyhakî 89) Daha önce geçmişti. 90) Deylemî 91) Daha önce geçmişti. 92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir 93) İbn Hibban |
|
![]() |
#4 |
![]() Hayatın Zarûrî İhtiyaçları Hakkında Zühd´ün
Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır: Birinci Mertebe En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini... Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder. İkinci Mertebe Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi... Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir. Üçüncü Mertebe Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. ALLAH´a ve ahiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi... Ebu Yezid, Ebu Musa Abdurrahim´e96 ´Hangi şey hakkında konuşursun?´ diye sorunca cevap olarak ´Zühd hakkında!´ dedi. ´Hangi şey hakkında zühd?´ deyince de cevap olarak ´Dünya hakkında´ dedi. Bunun üzerine Ebu Yezid elini sallayarak şöyle dedi: ´Zannettim ki o, birşey´in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?´97 Dünyayı ahiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi? Bu bakımdan şeytanda ALLAH´ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey ahiret nimetine göre bir lokmanın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile... Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır. Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir. Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir. Birinci Derece Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mahzâ yoklukla mümkün olur. İkinci Derece İkinci derece ALLAH´ın sevabına, nimetine, cennette va´dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir. Üçüncü Derece Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin ALLAH´a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli ALLAH ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, ALLAH´tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü ALLAH´tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. ALLAH´tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, ALLAH´tan başkasını sevmez. Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, ALLAH´ı bilenin durumu da böyledir. ALLAH´ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse ALLAH´ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O´na tercih etmez. Zannetme ki cennet ehli, ALLAH´ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, ALLAH´ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir. Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün ko-nuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir. Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, ALLAH´tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın), ALLAH´tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulu-nan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bü-tün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür. Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse... Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa ALLAH Teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur: İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevk-lere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, ALLAH´ın yanındadır.(Âlu İmran/14) Sonra ALLAH Teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur: Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) Sonra başka bir yerde ALLAH Teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36) Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi´ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41) Ayette bahsi geçen ´heva´ terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yap-mak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar. Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevir-mektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için ALLAH Teâlâ onlara savaşı farz kıldığında ´Ey RABBİMiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?´ dediler. Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır.(Nisâ/77) Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. ALLAH Teâlâ´yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi ALLAH yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da ALLAH´ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (r.a) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir: Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen ko-cakarıların öldüğü gibi ölüyorum. Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. ALLAH onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki: De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen ALLAH´a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum´a/8) Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, ALLAH onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların ´Zühdün tarifi´ hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir. Bişr el-Hafî ´Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!´ demiştir. Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir. Kasım el-Cûî98 dedi ki: ´Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun´. Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir´. Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Zühd, emelin kısaltılmasıdır´. Bu tarif, şehvetlerin hep-sini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir. Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: ´Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!´ O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat ALLAH´a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur. Yine Üveys şöyle demiştir: ´Zühd, ALLAH tarafından va´dedilen tazminat için talebi terketmektir´. Bu söz, rızka işarettir. Hadîs alimleri dedi ki: ´Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet´e yapışmaktır´. Hadîs alimlerinin bu sözünden ´fâsid rey´, dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki ahirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta insanoğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde ´Bu benden daha üstündür´ der". Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır. Bazıları da, ´Zühd, helâli talep etmektir´ demiştir. Bu târif, ´Zühd, talebi terketmektir´ diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir... Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin ta-lebini terketmeyi kasdetmiştir. Yusuf b. Esbat derdi ki: ´Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır´. Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur. Bütün bunlar ´basiretlerinde kusur vardır´ diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez. Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin söylediğidir; o şöyle demiştir: ´Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, ALLAH´tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir´. Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: ´Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs ya-zarsa, o dünyaya meyletmiştir´. Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu ayeti okumuştur: Ancak ALLAH´a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür). (Şuarâ/89) Sonra şöyle demiştir: ´O öyle bir kalptir ki orada ALLAH´tan başkası yoktur!´ Yine şöyle demiştir: ´Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp ahirete yöneldiği için zâhidlik ettiler´. İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır. Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem´in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür. Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz ´Helâl ve Haram´ bahsinde Takva dereceleri´nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir. Mâlik b. Enes´e ´Zühd ne demektir?´ diye sorulduğunda ´takvadır´ cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri... Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır. Hz. İsa´nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki: - Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu? - Ne yaptım ki? - Taşı yastık yaptın ya? Bunun üzerine İsa (a.s) taşı atarak şöyle demiştir: ´Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!´ Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaç-mak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?´ Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü. Ahmed b. Hanbel der ki: ´Zühd, Üveys´in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi´. Hz. İsa (a.s) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: ´Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır´. Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir. Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir´. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir. Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir. Cevap: Dünyadan yüz çevirip ALLAH´a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren ALLAH´a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, ´ALLAH´tan gayrisiyle meşgul değilsin´; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır. Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. ALLAH yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine ALLAH´a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir. Belki zühdün şartıdır. Eğer ´Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir´ dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda ALLAH´tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de ALLAHile olan yakınlığı azalır! Dâvud-i Tâî´nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezze-tine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir´. İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korku-larıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez. Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. ALLAH onlardan razı olsun! 96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir. 97) Kût´ul-Kulûb 98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî´dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır. |
|
![]() |
#5 |
![]() Muhabbet, Sevk ve Üns
İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılır. Fuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirler. Zârurî olanı da yemek ve içmek gibidir. Biz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değiliz. Çünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilir. Zarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olur. Bu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekir. Zârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir. Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendir. Daha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı ´Rîya´ bahsinde zikredilmişti. Şimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz.. I. Yiyecek İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdır. Fakat bunun bir sınırı vardır. Bu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsun. Bu sınır ömüre nisbetledir. Çünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmez. Genişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir. Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalır. Bu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektir. Hali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmaz. İşte bu derece, en yüce derecedir. İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektir.Üçüncü derece ise bir senelik azık edinmektir. Bu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemez. Ancak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna. Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde etti. Onu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmez. Ancak ´tevekkül zühdün şartıdır´ diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedir. Yirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadır. Normali bir batman, en üstün derecesi bir avuçtur. Bu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda ALLAH Teâlâ´nın takdir ettiği miktardır. Bunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektir. Kimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektir. Cinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydir. Normali arpadan ve darıdan yapılan ekmektir. En üstünü elenmemiş buğday ekmeğidir. Elenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz. Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedir. Ortancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydir. Onun en yüksek derecesi ise et yemektir. Bu da haftada bir veya iki kere olursa böyledir. Eğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkar. Bu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemez. Vakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadır. O da kişinin oruçlu olmasıdır. Normali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektir. Öbür gecede yemek yeyip su içmemektir. En yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktır. Yemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu ´Mühlikât´ bölümünde zikrettik. Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Âişe (r.a) demiştir ki: ´Bazen kırk gün geçerdi de ALLAH Rasûlü´nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!´ Bu söz üzerine Hz. Âişe´ye denildi ki: ´O halde siz nasıl yaşıyordunuz?´ Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma..´ Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir.99 Hasan Basrî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardı. Yemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu: Ben ancak kulum.Kulların yediği gibi yer,kulların oturduğu gibi otururum. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ciddî olarak size diyorum: Firdevs´i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!´ Fudayl b. İyaz diyor ki: ´ALLAH´ın Rasûlü, Medine´de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi´.100 Hz. İsa (a.s) şöyle derdi: ´Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz´. Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştik. Onun için bir daha tekrarlamayacağız. Hz. Peygamber, Kuba´ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdiler. Kadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorum. Fakat ALLAH´a tevazu olsun diye terkediyorum´. Hz. Ömer´e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: ´Onun hesabını benden uzaklaştırınız!´ Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendir. Meskeni, nerede bulunursa orasıdır. Dünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur´an konuşması, ALLAH Teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer ALLAH dilerse...´ II. Giyecek İkinci zarûret elbisedir. Onun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidir. Bu da kendisiyle örtülen bir abadır. Normali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçtur. Fazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdır. Miktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektir. Zâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdır. Elbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup bekler. Ne zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedir. Normali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedir. Zaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendir. En azı ise bir gün sırtında kalabilendir. Hatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştır. Her ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de... Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedir. Bu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşer. Ancak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip eder. Bu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundur. Eğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamaz. Aksine dünyanın talibi olur. Bu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdır. Onların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir. Ebu Bürde der ki: "Hz. Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izan çıkarıp bize gösterdi ve ´İşte ALLAH´ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!´ dedi".101 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever.102 Amr b. Esved el Ansî103 der ki: ´Hiçbir zaman kaliteli elbise giymem. Hiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmam. Hiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmem. Hiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr b. Esved´e baksın!´ ALLAH katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar ALLAH ondan yüz çevirir.104 Hz. Peygamber (s.a) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır.105 Hz. Peygamber´in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi.106 Hz. Peygamber´in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi.107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı.108 Hz. Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdi. Buna hülle denirdi. Bunlar aynı cinsten olan iki elbise idi. Bazen de Hz. Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi. Hz. Peygamber´in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idi. Hz. Peygamber (s.a) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdi. Bunun üzerine ashab-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?´ Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdi. Bu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti. Hz. Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs´a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hz. Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdi. Bundan sonra ipekli giyinmeyi haram etti. Sanki Hz. Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir. Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir. Hz. Âişe´ye de ´Bureyre´109 (Hz. Âişe´nin cariyesi) hakkında ´Onun ehline velâyı şart kıl!´110 dediği gibi... Hz. Âişe, Bureyre´yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hz. Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldı. Yine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut´a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir.111 Hz. Peygamber (s.a) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bu kürke bakmak beni meşgul etti. Onu Ebu Cehl´e112 götürün. Bana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin.113 Hz. Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih etti. Hz. Peygamber´in ayakkabısının bağı eskimişti. Onu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdi. Yenisiyle namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bana eski bağı getiriniz. Şu yeni bağı çözünüz. Çünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum! Hz. Peygamber altından bir yüzük taktı. Minber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bu beni meşgul etti. Ona bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz).114 Hz. Peygamber (s.a) bir ara bir çift yeni pabuç giydi. Güzelliği hoşuna gitmişti. Bunun üzerine derhal secdeye yapandı. Kalkarken şöyle buyurdu: Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak RABBİMe tevazu gösterdim.115 Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi. Sehl b. Sa´d´den rivayet şöyle ediliyor: Hz. Peygamber´e ´mar´ yününden bir cübbe ördüm. Etrafını siyah yaptım. Hz. Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: ´Bakın ne güzel, ne yumuşak!´ Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!´ Hz. Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdi. Bu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi: Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hz. Peygamber vefat etti.116 Cabir´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma´nın yanına girdi. Fâtıma´nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!´ Bunun üzerine şu ayet nâzil oldu: Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5) En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardır. ALLAH´ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirler. Fakat azabının korkusundan gizlice ağlarlar. Onların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdır. Onlar eskimiş elbise giyerler. Abidlere tâbi olurlar. Onların bedenleri yerde, kalpleri arştadır.118 İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hz. Peygamber´in elbiseler hususundaki halidir. Ümmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119 Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120 De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu İmran/31) Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´ye şöyle buyurmuştur: Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121 Hz. Ömer´in gömleği üzerinde oniki yama sayıldı. Bu yamaların bazısı deriden idi. Ali b. Ebî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldı. Halife olduğu halde onu giydi. Onun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: ´Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren ALLAH´a hamd olsun!´ Süfyan es-Sevrî ve başkaları dedi ki: ´Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!´ Yine Süfyan es-Sevri şöyle derdi: ´Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdım. Parlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Süfyan es-Sevrî´nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı´. İbn Şübrüme dedi ki: ´Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidir. En şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsın. Seni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Elbise üç kısımdır. Biri ALLAH içindir. O senin avret mahallini örten elbisedir. İkincisi nefis içindir. O da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedir. Üçüncüsü ise insanlar içindir. O da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir´. Seleften bazısı şöyle demiştir: ´Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!´ Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı. ´Havvas´ ise iki parçadan fazlasını giymezdi. Giydiği gömlek ve bir izardan ibaretti. Bazen de gömleğinin eteğini başına sarardı. Seleften biri şöyle demiştir: ´İbâdetin evveli elbisedir´. Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122 Kim kudreti olduğu halde, ALLAH´a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak ALLAH Teâlâ´ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur´.123 ALLAH Teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle bu-yurmuştur:. "Dostlarıma de ki: ´Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinler. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!´´ Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!" Râfî b. Hadîc,124 Bişr b. Mervan b. Hakem Kûfe minberinin üzerinde va´z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: ´Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va´zediyor!´ O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı. Abdullah b. Amir b. Rebia yeni bir elbiseyle, Ebu Zer´in yanına geldi. Başladı zühd hakkında konuşmaya... Bunun üzerine Ebu Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktı. Bu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebu Zer´i Hz. Ömer´e şikayet etti. Hz. Ömer İbn Amir´e ´Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebu Zer´in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?´ dedi. Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!´ Hz. Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: ´Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır´. Hz. Peygamber (s.a) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ´nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar.125 Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldü. Kendisine ´Sen emîrsin. Bunu nasıl yaparsın?´ diye sorulunca şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti´. Hz. Ali, Hz. Ömer´e (r.a) hitâben şöyle dedi: ´Eğer iki arkadaşına (Hz. Peygamber ve Ebu Bekir´e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!´ Mü´min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yoktur. Ondan daha aşağı sarkan ise ateştedir. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz.128 Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: ´Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!´ Evzâî şöyle demiştir: ´Sefer halinde yünlü giymek sünnettir. Hazerde yünlü giymek ise bid´at!´ Basralı bir âbid olan Muhammed b. Vasi!´, Kuteybe b. Müslim´in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdi. Kuteybe ona ´Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?´ diye sordu. Muhammed sükût etti. Kuteybe ´Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!´ dedi. Muhammed cevap olarak dedi ki: ´Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek RABBİMi şikayet etmekten de çekiniyorum´. Ebu Süleyman şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´i dost edindiği zaman ona ´Avretini yerden setret´ diye vahyetti". Hz. İbrahim´in (a.s) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurdu. Birini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun. Selman-ı Fârisî´ye (r.a) şöyle denildi: ´Sen neden güzel elbise giymiyorsun?´ Şöyle dedi: ´Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, ALLAH´a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir´. Ömer b. Abdülaziz´in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardı. Geceleyin ibâdet ederken onları giyerdi. Hasan, Ferkad b. Yakub es-Sebhî´ye129 dedi ki: ´Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir´. Yahya b. Maîn şöyle demiştir: Ebu Muaviye el-Esvedî´nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gör-düm. Bunun üzerine kendisine ´Sen bundan daha iyisini giyebilirsin´ dedim. Buna karşılık şöyle dedi: ´Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermez. ALLAH Teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!´ Yahya b. Maîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı. III. Mesken Zarûri olan üçüncü şey meskendir. Mesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidir. Cami köşelerine, ashab-ı suffe gibi kanaat etmesidir. Normali, kendine mahsus bir yer talep etmesidir. Hurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi... En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidir. Eğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmaz. Eğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira´dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektir. Kireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardır. Kısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekir.Dünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidir. Bunu geçen miktar ise dine ters düşer. Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektir. Buradaki derecelerin en azı malûmdur. Fazla olan fuzulîdir. Bütün fuzulî şeyler de ateştedir. Fuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır. Hz. Peygamber´den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştir. Tedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektir. Elbiseler Hz. Peygamber´in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydi. Teşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardır. Oysa Asr-ı Saadet´te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!´ Hz. Peygamber (s.a) amcası Abbas´a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti.130 Hz. Peygamber (s.a) yüksek bir kubbenin yanından geçerken ´Bu kimindir?´ diye sordu. ´Filân adamındır´ dediler. Ev sahibi Hz. Peygamber´e geldiğinde ondan yüzünü çevirdi. Eskiden olduğu gibi ona yönelmez oldu. Bunun üzerine kişi, ashaba, Hz. Peygamber´in neden değiştiğini sordu. Durum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashab Hz. Peygamber´e hâdiseyi anlattılar. Hz. Peygamber o adama hayır duada bulundu.131 Hasan der ki: ´Hz. Peygamber bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)i ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti.132 ALLAH bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder.133 Abdullah b. Ömer (r.a) der ki: Kamıştan bir ev yapıyorduk. Hz.Peygamber (s.a) yanımızdan geçerken ´Bu nedir?´ diye sordu. Bizde ´Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdir. Tamir ediyoruz!´ dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben ahiret işini bundan daha acele görüyorum´.134 Nuh (a.s) kamıştan bir ev yaptı. Kendisine ´Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Ölecek bir insan için bu da çoktur´. Hasan Basrî şöyle anlatıyor: Safvan b. Muhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdim. Kendisine ´Keşke bunu tamir etseydin!´ deyince, şöyle dedi: ´Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor´. Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyamet gününde o binayı sırtlaması istenir.136 Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılır. Ancak su ve çamura harcadığı hariç! İşte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır.(Kasas/83) Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her bina kıyamet gününde sahibinin boynuna bir vebâldir. Ancak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır.137 Hz. Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye ´Göktekini (cennette) genişlet´ buyurmuştur.138 Hz. Ömer, Şam yolunda, kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördü. ALLAHu Ekber diyerek şöyle dedi: ´Bu ümmette, Hâman´ın Firavun´a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum´. Hz. Ömer bu sözüyle Firavun´un şu sözünü kastediyor: Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap.(Kasas/38) Çamurdan pişirilen ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten maksad, binalarda kullanılan tuğladır. Deniliyor ki: Kendisi için kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten ilk bina yapan Firavun´dur. Bunu ilk kullanan da Hâman´dır... Sonra zâlimler onların izini takib ettiler. İşte ´Zuhruf´ budur. Seleften biri bir şehirde bir cami gördü. Dedi ki: ´Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştim. Duvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördüm. Şu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorum. Hurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılar. Onlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır´. Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdı. Onlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdi. Döndüğü zaman kendisine geri verilirdi. Selefin evleri ot ve deridendi. Bu tip evler şu anda da Yemen´de Arapların âdetidir. Tavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum´. Amr b. Dinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: ´Ey fâsıkların en fâsığı nereye?´ Süfyan es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: ´Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdı. Bu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorum. Fakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!´ İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!´ IV. Ev Eşyaları Dördüncüsü ev eşyalarıdır. Bu hususta da zühd´ün birçok dereceleri vardır. O derecelerin en yükseği Hz. İsa´nın halidir; zira Hz. İsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdı. Sakalını parmaklarıyla tarayan birini gördü. Yanındaki tarağı attı. Nehirden elleriyle su içen birini gördü. Yanındaki testiyi attı. İşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdür. Çünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de ahiret için kişinin boynuna vebâl olur. İnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidir. Çamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur. Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdır. Fakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılır. Tıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi... Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdi. Mertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdır. Eğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in (s.a) ve ashab-ı kirâmın (r.a) yaşantısına bakmalıdır! Hz. Âişe (r.a) der ki: ´Hz. Peygamber´in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı´.140 Fudayl b. Iyaz der ki: ´Hz. Peygamber´in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi´.141 Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna geldi. Hz. Peygamber de bir hasır üzerine yatıyordu. Hz. Ömer hasırın Hz. Peygamber´in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktı. Hz. Peygamber ´Seni ağlatan nedir ey Ömer?!´ buyurunca, Ömer ´Kisrâ ile Kayser´i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladım. Sen ALLAH´ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de ahiretin rahatlığına razı değil misin?´ Ömer ´Evet, ey ALLAH´ın Rasûlü! Razıyım´ deyince şöyle dedi: ´İşte o durum öyledir!´142 Bir kişi, Ebu Zer-i Gifârî´nin yanına girdi. Gözünü Ebu Zer´in evine gezdirdi ve dedi ki: ´Ey Ebu Zer! Senin evinde bir meta gör-müyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!´ Ebu Zer ´Bizim bir evimiz vardır. Güzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz´ dedi. Adam ´Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır´ dedi. Ebu Zer ´Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz´ dedi. Umeyr b. Sa´d143 Humus valisi iken Hz. Ömer´in huzuruna vardı. Hz. Ömer valiye ´Beraberinde dünyadan ne var?´ diye sordu. Vali ´Beraberimde âsam vardır. Ona yaslanarak gidiyorum. Rastlarsam onunla yılan öldürüyorum. Dağarcığım vardır. Onunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorum. Bunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ´ALLAH senden razı olsun! Doğru söyledin´ dedi.144 Hz. Peygamber (s.a) bir seferden gelip Fâtıma´nın evine girdi. Kapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördü. Geri döndü. Sonra Ebu Râfi, Hz. Fâtıma´nın evine girdi. Baktı ki Fâtıma ağlıyor. Fâtıma, ağlayışının sebebini Hz. Peygamber´in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebu Râfi Hz. Peygamber´e, bu dönüşün sebebini sordu. Hz. Peygamber ´O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim´ dedi. Bunun üzerine Fâtıma (r.a) o iki bileziği Bilâl´in eline verip Hz. Peygamber´e göndererek şöyle dedi: ´Bunların ikisini de sadaka verdim. İstediğin yerde harcayabilirsin!´ Hz. Peygamber Bilâl´e ´O halde git, bu bilezikleri sat. Parasını ashab-ı suffe´ye ver!´ dedi. Bilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashab-ı suffe´ye verdi. Bu hâdiseden sonra Hz. Peygamber Fâtıma´nın evine gidip şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsun. Güzel olanı yaptın, sen bendensin!´145 Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur: Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorum. Bu perdeyi filanın ailesine gönder.146 Hz. Âişe bir gece Hz. Peygamber´e yeni bir döşek serdi. Hz. Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyordu. Bütün gece durmadan yan değiştirdi. Sabahladığı zaman, Âişe´ye dedi ki:O yırtık abayı geri getir. Bu döşeği benden uzaklaştır. O beni bu gece uykusuz bıraktı.147 Hz. Peygamber´e geceleyin beş veya altı dinar geldi. Onları o gece evde bıraktı. Fakat uyuyamadı, onları gece dağıttı. Hz. Âişe diyor ki: ´Onları çıkarıp verdikten sonra uyudu. Hatta uykuda horladığını bile işittim´. Sonra şöyle demiştir: ´Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?´148 Hasan der ki: ´Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştim. Onların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktu. Hiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdı. Elbisesini üstüne atar, öylece uyurdu´. V. Kadın Beşincisi hanımdır. Birçok kimseler ´Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır´ demişlerdir. Sehl b. Abdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: ´Zâhidlerin efendisine (Hz. Muhammed´e) kadınlar sevdirilmiştir. O halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?´ İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: ´Ashab-ı kirâmın en zâhidi Hz. Ali idi. Oysa Hz. Ali´nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı´. En sıhhatli fetva, Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin şu sözüdür: ´Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni ALLAH´tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur´. Kadın da bazen insanı ALLAH´tan uzaklaştırıcı olur. Buradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündür. İşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktir. Evlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olur. Vâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilir. Bu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olur. Eğer kadının kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir. Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed´i çoğaltmak ALLAH´a yaklaştırcı ibâdetlerdendir. Hayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildir. Bu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir(!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yoktur. Çünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudur. Aynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudur. Bu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildir. Şüphesiz ki Sehl de bunu kastediyordu. Bunun için Hz. Peygamber evlendi. Bu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu ALLAH´tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdır. Fakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul eder. O halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundur. Eğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir´. Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldir. Aksi takdirde hali değişir. 1. Kazanç, 2. Hadîs talep etmek, 3. Evlenmek. Yine şöyle demiştir: ´Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldir. Çünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir´. Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı ALLAH´tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur. VI. Mal-Mertebe Altıncısı vesiledir. Zarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydir. O da mal ve mertebedir. Mertebe´nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektir. Böylece hedefle-rinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünür. Kim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olur. Çünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmaz. Kalplerde kıymetinin olması mertebe demektir. Bunun yakın bir başlangıcı vardır. Fakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürür. Çünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olur. Faydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılar. Çünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasın. Ancak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtır. Zararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olur. Çünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilir. Bu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamaz. Hele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudur. Halbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktır. Çünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar. Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamaz. Bunun tedavisi tahammül etmektir. Bu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdır. Durum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildir. Çünkü azı, insanı çoğuna götürür. Bunun zararı içkinin zararından daha korkunçtur. Bu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekir. Mala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorum. Eğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundur. Seleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdi. Bu, zühdün şartıdır. Eğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olur. Eğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmaz. Fakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekir. Ancak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılır. Eğer Üveys-i Karanî´nin (r.a) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd´de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz. Bizim daha önce ´zâhidlerin hududunu aşmış olur´ demekteki gayemiz, ahirette zâhidler için va´dedilen güzel makamlara vara-maz demektir. Yoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denir. Tek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir. Ebu Süleyman demiştir ki: ´Kişinin aile efradını zâhidliğe zor-laması uygun değildir. Onları zâhidliğe davet eder. Eğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder´. Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudur. Zâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemez. Evet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundur. Bu hususu, Hz. Peygamber´den öğrenmelidir; zira Hz. Peygamber Fâtıma´nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştür. Çünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstür. Fakat Fâtıma´yı bunları terketmeye zorlamamıştır. Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildir. Fakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdir. Sadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidir. Bu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardır. O derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidir. Zarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdır. Zehirin içilmesi mahzurludur. İlacın ise alınması farzdır. Bu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidir. Bu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştır. Gevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir. Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedir. Şüphesiz kurtuluşa eren zümredendir. Zarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildir. Aksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidir. Çünkü bu miktar dinin şartıdır. Şart ise meşrûtun cümlesindendir. Buna Hz. İbrahim´den gelen şu rivayet delalet eder: İbrahim´in (a.s) bir ihtiyacı başgösterdi. Bir dostuna gidip borç istedi. Dostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndü. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Eğer dostundan (ALLAH´tan) isteseydin muhakkak verirdi´. Hz. İbrahim ´Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordum. Bunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum´ dedi. Bunun üze-rine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´İhtiyaç dünyadan değildir ki!´ Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendir. Onun dışında kalan ise günahtır. Dünyada da günah ve sıkıntı vericidir. Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilir. Zenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlar. Bazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerler. İşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olur. Bu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştir. Bu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak ister. Fakat yol bulamaz. Kendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledir. O da kalbini mey-lettiği zincirleriyle sağlamca bağlar. Öyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedir. Bu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlar. Eğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamaz. Kalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görür. Eğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldür-meye yaklaşır. Bu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam eder. O zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu ahirete çeker. Bu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunur. Fakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyar. Acaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a´lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budur. Bu bakımdan dünyaya dalan kişi ALLAH´ın mülâkatından perdelenir. Perdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur. Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir.(Mutaffîfîn/14-16) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştır. Perdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! ALLAH´tan, Hz. Peygamber´in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hz. Peygamber´e şöyle denilmiştir: Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149 Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: ´İpek böceği gibi çok çalışır. Durmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!´ ALLAH´ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördüm. Sizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı´. Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdi. Eğer onları görseydiniz. ´Bunlar delidir!´ derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler ´Bunların ALLAH katında hiçbir nasibi yoktur´ derlerdi. Eğer sizin şerlilerinizi görseydiler ´Bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir´ derlerdi", şeklinde vârid olmuştur. Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve ´Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum´ derdi. Bu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkar. Kalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, ALLAH onlardan haber ve-rerek şöyle buyurmuştur: Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler...(Yunus/7) Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!(Kehf/28) 149) Daha önce geçmişti. Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur.(Necm/29-30) ALLAH Teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir. Bir kişi Hz. İsa´ya ´Seyahatında beni de beraberinde götür´ deyince şöyle demiştir: ´Malını elden çıkar! Bana yetiş!´ Kişi ´Buna gücüm yetmez´ dedi. Hz. İsa (a.s) şöyle dedi: ´Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!´ Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasın. Onların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırır. Doğuda olanların biri der ki: ´Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!´ Diğeri der ki: ´Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!´ Batıda olanların biri ´Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!´ der. Diğeri de ´Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der". 99) İbn Mâce 100) Daha önce geçmişti. 101) Daha önce geçmişti. 102) Deylemî 103)el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir. 104)İmam Ahmed 105)İbn Mâce 106) Ebu Yâ´lâ 107) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 108) Ebu Şeyh 109) Bureyre, Ensar´dan bir kavmin cariyesi idi. Hz. Âişe´ye hizmet ederdi, 110) Müslim, Buhârî 111) Müslim, (Seleme b. Ekva´dan) 112) Adl Ebu Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî´dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş´in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi. 113) Müslim, Buhârî 114) Daha önce geçmişti. 115) Daha önce geçmişti. 116) Ebu Dâvud et-Tayalisi, Taberânî 117) Ebubekir b. Lâl 118) İyad b. Gânem´den 119) Ebu Ya´lâ 120) Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce 121) Tirmizî 122) İmam Ahmed, İbn Mâce 123) Tirmizî 124) Ensar´ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud´a, sonra Hendek savaşınakatılmış ve H. 73´de vefat etmiştir. 125) İmam Ahmed 126) İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri); ´Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!´ 127) Taberânî 128) Mâlik, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban 129) Basralı bir âbiddir ve H. 31´de vefat etmiştir. 130) Taberânî, (Ebu Aliyye´den) 131) Ebu Dâvud, (Enes´ten) 132) İbn Hibban 133) Ebu Dâvud 134) Ebu Dâvud, Tirmizî 135)Doğrusu Saffan b. Muharriz´dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74´de Abdülmelik´in hilafeti döneminde vefat etmiştir. 136) Taberânî 137) Ebu Dâvud 138) Ebu Dâvud 139) Adı Ebu Muhammed el-Asrem el-Mekkî´dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126´da vefat etmiştir. 140) Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce 141) Tirmizî, Şemâil 142) Müslim ve Buhârî 143)Ensar´ın Evs kabilesindendir. Hz. Ömer kendisini takdîr ettiği için ´biricik şahıs´ mânâsına gelen ´Nesîcu vahdehu´ derdi. Ölünceye kadar Hz.Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir. 144) Ebu Nuaym, Hilye 145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir. 146) Tirmizî 147) İbn Hibban 148) İbn Hibban |
|
![]() |
#6 |
![]() Tevhid ve Tevekkül Konusuna Giriş
Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût´un biricik sahibi olan, gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan ALLAH´a mahsustur. O ALLAH ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır. Onları kendisinden başka bir müdebbir´e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar O´ndan başkasına ibadet etmediler. Çünkü onlar O´nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh olduğunu bildiler. Bütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek zerreciğin ALLAH´a döneceğini, ve her mahluğun rızkının ALLAH´a ait olduğunu bildiler. O´nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman O´na tevekkül ettiler ve HasbunALLAH ve ni´me´lvekîl (ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!) dediler. Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hz. Peygamber´in, âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et! Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedir. Yakîn sahiplerinin makamlarından bir makamdır. ALLAH´a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendir. Tevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledir. Amel bakımından da pek zordur. Tevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktır. Sebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak ise, sünnetullah´a (ALLAH´ın kanununa) ta´n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına dalmak demektir. Şeriat, Nakil ve Tevhîd´in isteğine uygun bir şekilde tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilir. Öyle âlimler ki ALLAH´ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini sürmelemişlerdir. Oldukça derine dalmışlardır. Sonra ALLAH tarafından konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardır. Biz ise şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhid bahsini ekleyeceğiz. Tevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz. |
|
![]() |
#7 |
![]() Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
Evinin eşyası elinden çıktığında tevekkül sahiplerinin yapmaları gereken birtakım âdâb vardır: Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına ´Siz de benim eşyamı koruyun´ demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: ´Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım´. İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın! Muğire, Mâlik b. Dinar´a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona ´ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!´ dedi. Muğire ´Neden´ dedi. Mâlik ´Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese ve-riyor´ dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir. Ebu Süleyman dedi ki: ´Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?´ Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: ´Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya ALLAH yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!´ Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl et-mekle haram yemenin günahından kurtarır. İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne za-man ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hz. Peygamber´in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder: Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30 Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır. Nitekim Hz. Peygamber´den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivayet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve ALLAH yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir. Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı ALLAH onu almazdı. Sonra o malı ALLAH yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer ALLAH yo-´ luna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak ahirete göndermiştir. Eğer o geri gelse dahi, ALLAH yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülkü-dür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir. Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer´in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra ´O ALLAH yoluna olsun!´ dedi. Camiye girip iki rek´at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip ´Ey Ebu Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!´ dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine ´Gidip deveni getirmeyecek misin?´ diye sorulunca ´Ben onu ALLAH yoluna adadım´ dedi. Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. ´ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı?´ diye sorunca ´Beni affedip cennete dahil etti!´ deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine ´ALLAH seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?´ diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: ´Evet! Ben kıyamete kadar böyle mahzun kalacağım´. Ben ´Neden mahzun kalacaksın?´ diye sordum. O ´Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden ´Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir´ diye seslendi. Ben ´Yolun geçilmesi de ne imiş?´ diye sorunca denildi ki: ´Sen dünyada birşey için ´Bu ALLAH yolundadır´ diyor, sonra vazge-çiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık´. Mekke´de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp ´kemerimi sen götürdün!´ dedi. Âbid, kişiye ´Senin kemerinde ne kadar para vardı?´ dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip ´Onlar helâli hoş olsun! Al, zira ALLAH için verdiğim bir malı geri alamam´ diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı. Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur. Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem´in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: ´Ben atın yularını çözerken onu gördüm!´ Kendisine ´O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?´ denilince, cevap olarak ´Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!´ dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî ´Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır´ dedi. Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki; - Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun? - Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum. - Acaba sana geri verirse ne yaparsın? - Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim. Bir başkasına denildi: - Sana zulmedene beddua et! - Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim? Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccac-ı Zâlim´e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: ´Haccac´a pek fazla küfretme! Haccac kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı ALLAH ondan nasıl intikam ala-caksa, Haccac´ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccac´ın hakkını alacaktır´. Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır. Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı ALLAH´a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı ALLAH´a hamdetmesidir. Biri bir âlime, ´yolum kesildi, malım alındı´ diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: ´Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın. Ali b. Fudayl b. İyaz´ın31 Kâbe´yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?´ dedi. Ali ´Hayır! ALLAH´a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyamet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!´ dedi Bir zâta ´Sana zulmedene beddua et!´ denildiğinde ´Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!´ dedi. İşte bun-lar selefin ahlâkı idi. ALLAH onların hepsinden razı olsun! Dördüncü Durum Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır. Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hz. Peygamber´in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder. Hz. Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır: Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32 Ey ALLAH´ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki ALLAH Teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır.33 Hz. Peygamber´den ´İlâç ile muska ALLAH´ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?´ diye sorulunca şöyle buyurmuştur: ´O da ALLAH´ın kaderindendir´. Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar´ dediler.34 Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin.35 İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve ALLAH´ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: ´Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır´. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: ´Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur´.36 Hz. Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir.37 Sa´d b. Muaz damarından kan aldırdı.38 Sa´d b. Zürare yarasını dağlattı. Hz. Ali´nin (r.a) gözleri ağrıdığı zaman Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39 Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi. Hz. Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb´i görünce ´Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?´ dedi. Bunun üzerine Suheyb ´Acımayan tarafla yiyorum!´ deyince Hz. Peygamber tebessüm etti.40 Hz. Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ´Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi´.41 İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür.42 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber´e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: ´Hz. Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü´.43 Hz. Peygamber´in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivayet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir. Âlimlerin biri İsrailiyat´ta Hz. Musa´nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları´nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona ´Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun´ dediklerini, onun da ´O (ALLAH) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım´ diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları´nın Musa´ya ´Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz´ dediklerini, onun da ´Ben tedavi olmam´ diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine ALLAH Teâlâ´nın kendisine ´İzzet ve celâ-lime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim´ şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa´nın (a.s) onlara ´Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!´ dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, ALLAH Teâlâ´nm ona ´Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?´ dediğim nakletmektedir. Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek ´Yumurta ye!´ dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. ALLAH Teâlâ kendisine ´Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır´ diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde ´Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!´ diye kayıt düşülmüştür. Rivayet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. ALLAH Teâlâ o peygambere ´Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir´ diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, ALLAH Teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi. Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar ALLAH´ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durum-lardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan ALLAH´ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez. Hz. Musa´nın şöyle dediği rivayet ediliyor: - Yârab! Hastalık ve deva kimdendir? - Bendendir. - O halde doktorlar ne yapabilirler? - Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye ka- dar kullarımı hoşnut ederler. Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir. Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir! Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir.Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir ya-radır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur. Hz. Peygamber (s.a) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivayet ediliyor ki İmran b, Huseyn hasta olduğunda kendisine ´dağlan´ dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: ´Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: ´Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. ALLAH´a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik´. Sonra tevbe edince ALLAH ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi. Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: ´ALLAH Teâlâ´nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?´ Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! ALLAH daha iyisini bilir. 30) İmam Ahmed 31) Babası gibi zâhid bir zâttı. 32) İmam İmam Ahmed, Taberânî 33) Tirmizî, İbn Mâce 34) Tirmizî, İbn Mâce 35) Tirmizî 36) Taberânî 37) Tirmizî, İbn Mâce 38) Müslim 39) Taberânî 40) Ebu Dâvud, Tirmizî 41) Daha önce geçmişti. 42) îbnAdîy 43) Müslim ve Buhârî 44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebu Bekr b. Semî´nin, diğeri ise Hafız Ebu Nuaym el-İsfehanî´nindir. |
|
![]() |
#8 |
![]() Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi
Seleften, tedaviye başvuranlar sayılmayacak kadar çoktur. Fakat büyük insanlardan bir kısmı da tedaviyi terketmiştir. Bu bakımdan onların bu hareketleri eksiklik zannedilir. Çünkü bu hareket güzel olsaydı, muhakkak Hz. Peygamber onu terkederdi; zira tevekkül hususunda başkasının hali Hz. Peygamber´in halinden daha mükemmel olamaz. Hz. Ebubekir ölüm hastalığında iken kendisine şöyle denildi: ´Senin için bir doktor çağırırsak ne dersin?´ Hz. Ebubekir ise şöyle cevap verdi: ´Doktor bana baktı ve dedi ki: ´Ben istediğimi en güzel bir şekilde yaparım!´ Ebu Derdâ´ya hasta iken şöyle denildi: Sen nerenden şikayet ediyorsun? - Günahlarımdan. - Canın ne istiyor? - RABBİMin mağfiretini. - Senin için doktor çağıralım mı? - Doktor beni hasta düşürdü! Ebu Zer´in gözleri ağrıdığında kendisine şöyle soruldu: - Keşke gözlerini tedavi ettirseydin! - Onlarla meşgul olacak vaktim yok! - Keşke ALLAH´tan sana afiyet ihsan etmesini isteseydin! - Bu iki gözden benim için daha mühim olan bir hususta O´ndan âfiyet istiyorum! Rebî b. Hayseme´ye felç isabet etti. Kendisine denildi ki: ´Keşke tedavi olsaydın!´ Rebî ´Ben tedavi olmayı istedim. Sonra Ad, Semûd ve Ress kavmini hatırladım. Onların arasında gelip geçen birçok nesilleri hatırladım. Onların içinde doktorlar olduğu halde hem tedavi edilen, hem de tedavi eden helâk oldu. Afsun yapmak ve te-davi etmek onları kurtaramadı´. Ahmed b. Hanbel derdi ki: ´Tevekküle inanıp bu yolun yolcusu olan bir kimsenin tedavi olmayı terketmesini, tedavi olmaktan daha iyi görürüm´. Oysa Ahmed b. Hanbel´de de birçok hastalık vardı. O hastalıklardan tedavi olan bir kimse kendisine sorduğu zaman habervermezdi. Sehl et-Tüsterî´ye şöyle denildi: ´Kul için tevekkül etmek ne zaman sıhhatli olur´. Sehl et-Tüsteri ´Bedeninde zarar, malında eksiklik olduğunda haliyle meşgul olup onlara iltifat etmediğinde ve ALLAH´ın kendisini murakâbe ettiğine dikkat ettiğinde´ diye cevap verdi. Durum bu olduğu halde, seleften bazıları tedavi olup bu usulü bir yol olarak bırakmıştır. Bazıları da tedavi olmayı çirkin görmüştür. Hz. Peygamber ile onların fiilini birleştirmenin yolu insanı tedaviden uzaklaştıran mânilerin kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Bu bakımdan tedaviyi terketmenin birçok sebepleri vardır: 1. Hasta ehl-i keşiften olup keşif âleminde ecelinin geldiğini ve tedavinin fayda vermeyeceğini görmelidir. Bu da bazen salih rüyalarla, bazen de tahmin ve zan ile, bazen de kesin bir keşf ile malum olur. Bu Hz. Ebubekir´in (r.a) tedavi olmayı terketmesine benziyor; zira o ehli keşiftendi. Çünkü Hz, Âişe´ye mirası hakkında ´Onlar senin iki kız kardeşindir!´ dedi. Oysa o zaman Hz. Âişe´nin bir tek kızkardeşi vardı. Fakat Hz. Ebubekir´in hanımı o zaman gebeydi. Ölümünden sonra bir kız çocuğu doğurdu. Böylece anlaşıldı ki hanımının kız çocuğu doğuracağı Hz. Ebubekir´e keşfolunmuştu. Öyleyse ecelinin sona erdiğini de keşif yoluyla bilmesi uzak bir ihtimal değildir. Eğer böyle olmasa Hz. Peygamber´in tedavi olduğunu ve tedavi olmayı emrettiğini bildiği halde nasıl tedaviden kaçınırdı? 2. Hastanın kendi haliyle, sonucunun korkusuyla ve ALLAH´ın hâline muttali olduğunu bilmesiyle meşgul olmasıdır. Bu meşguliyet hastalık elemini ona unutturur. Bu bakımdan haliyle meşgul olduğundan dolayı kalbi tedaviyle meşgul olmaz. Ebu Zer Gıfârî´nin konuşması da buna delâlet eder; zira şöyle demiştir: ´Ben iki gözümle ilgilenmekten meşgulüm´. Ebu Derdâ´nın sözü de buna delâlet eder, zira o ´Ben ancak gü-nahlarımdan şikayet ederim!´ demiştir. Bu bakımdan günah korkusundan dolayı kalben hissettiği elem, hastalıktan dolayı bedenen hissettiği elemden daha fazla görünür. O halde bu kimse azizlerinden birinin ölümüyle musibettar olan veya öldürülmek için sultanlardan birinin huzuruna götürülen korkak bir kimse gibidir. Kendisine ´Sen acıkmışsın, yemek yemiyor musun?´ denildiğinde, cevap olarak ´Ben açlığın elemini duymaktan meşgulüm´ demiştir. Onun böyle söylemesi yemeğin açlığı gidermeye yaradığı´ haikatini inkâr etmek ve yemek yiyene ta´netmek değildir. Sehl´in meşguliyeti buna yakındır. Nitekim kendisine şöyle soruldu: - Kut (gıda) nedir? -Kut, Hayy ve Kayyûm olanın zikridir! - Biz bedenin ayakta durmasını sağlayan gıdayı soruyoruz! - O, ilmin ta kendisidir! - Biz senden gıdayı sorduk! - Gıda zikrin ta kendisidir! -Biz senden bedenin yemeğini sorduk! - Senin bedenle ne ilgin var? Başlangıçta bedeni koruyan, sonunda da onu korur. O halde bedenin yakasını bırak! Bedene bir illet geldiğinde onu yaratıcısına götür. Görmez misin, sanatkârın yaptığı şeyde bir kusur görüldüğünde, o düzeltilmek için ustasına geri götürülür. 3.İlletin müzmin olmasıdır. O illete nisbeten kullanılan ilâcın fayda vermesi mevhum ve dağlama ile efsun etmenin yerine geçmesidir. Bu bakımdan tevekkül sahibi bir kimse bu şekildeki bir tedaviyi terkeder. Rebî b. Hayseme´nin sözü buna işaret eder; zira o şöyle demiştir: ´Ad ve Semûd kavmini hatırladım! Oysa onların içeri-sinde dokorlar vardı. Tedavi eden de edilen de helâk oldu!´ Yani tedaviye güven olmaz. Bu da bazen esasında, bazen de hastanın gözünde böyledir. Çünkü tıp ile olan ilgisi ve denemesi azdır. Bu bakımdan faydalı olacağı zannî galip gelmez. Şüphe yok-tur ki ilaçları denemiş olan doktor, ilâçlar hakkında başkasından daha fazla inanç sahibidir. Öyleyse, güvenmek ve zannetmek inanç nisbetindedir. İnanç da deneme nisbetindedir. Âbid ve zâhidlerden tedaviyi terkedenlerin çoğunun dayanağı bu noktadır. Çünkü deva onun yanında asılsız ve mevhum birşey olarak kalmaktadır. Bu zan ise tıp ilmini bilen kimseler nezdinde bazı ilâçlar hakkında geçerli, bazısında da geçersizdir. Fakat´ doktor olmayan bir kimse bü-tün ilâçlara aynı nazarla bakar. Tedavi olmayı, dağlamak ve efsunlamak gibi şeylere dalmak olarak kabul eder. Böylece tevekkül ederek tedaviyi terkeder. 4. Kul tedaviyi terketmekle hastalığın devamlılığını sağlamak ister. Böylece ALLAH´ın belasına karşı sabretmekle hastalığın sevabını elde etmek veya sabır hususunda nefsini´ denemek ister! Zira hastalığa sabretmenin sevabı hakkında uzun uzadıya hükümler vârid olmuştur. Biz peygamberler topluluğu, insanların en fazla belaya uğrayanıyız. Bizden sonra en kuvvetli olanlar, belaya uğrar. Kul, imanı nisbetinde belaya maruz kalır. Eğer imanı sarsılmaz ise, ALLAH Teâlâ ona şiddetli bela gönderir. Eğer imanında zâfiyet varsa bela hafifletilir.45 ALLAH kulunu bela ile dener. Tıpkı sizin altını ateşle denediğiniz gibi... Sizden o altından tortusuz ve paslanmaz halis altın çıkaranınız olduğu gibi, kalitesi düşük altın çıkaranınız da olur. Kimisi de yanmış, simsiyah bir taş çıkarır.46 Muhakkak ALLAH Teâlâ herhangi bir kulunu sevdiği zaman, onu belaya maruz bırakır. Eğer sabrederse, onu kulluğuna kabul eder. Eğer razı olursa, onu seçer.47 Siz kaybolmuş merkepler gibi olmayı istiyorsunuz. Ne hasta olmayı ne de şifa bulmayı istiyorsunuz!48 İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Mü´mini kalp bakımından sıhhatli, beden bakımından da hasta görürsün! Münafığı ise bedenen sıhhatli, kalben hasta görürsün´. Hastalığı ve belayı övme arttıkça, bir grup medh u senâ bakımından hasta olmayı sevdiler ve bunu ganimet saydılar ki hastalığa sabretmenin sevabına nail olsunlar! Onların kimi hastalığını gizler, doktora söylemezdi. Onun elemini çeker, ALLAH´ın hükmüne razı olurdu ve hakkın kalplerine hâkim olduğunu ve hastalığın kendisini haktan uzaklaştırmayacağını bilirdi. Hastalığın ancak azalarının çalışmasını engelleyeceğini ve ALLAH´ın hükmüne karşı sabrettikleri halde oturarak namaz kılmalarının, sıhhatle beraber ayakta kılınan namazdan daha üstün olduğunu bilirlerdi. Haberde ALLAH Teâlâ´nın meleklerine şöyle ferman buyurduğu rivayet edilmiştir: Kulumun işlemiş olduğu salih ameli yazın! Zira kulum benim kudretimin ipine bağlı bulunur. Eğer onu bu hastalık ipinden bırakırsam, eski etinden daha hayırlı et, kanından daha hayırlı kan ihsan edeceğim. Eğer onu öldürürsem mutluluğa götüreceğim.49 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Amellerin en üstünü nefislerin yapmaya zorlandıkları ameldir.50 Bu hadîsin tefsiri hakkında ´Kendisine hastalık ve musibet karıştırılmış amellerdir´ denilmiştir. Bazen hoşlanmadığınız, birşey, hakkınızda hayırlı olabilir. (Bakara/216) Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Kişi hastalıktan dolayı ibadetlerden gevşemiş, farzlarda kusur etmiş ise de, tedaviyi terketmek sadece ibadetler için tedavi olmaktan daha üstündür´. Sehl´de ağır bir hastalık vardı. O hastalıktan tedavi olmuyordu. Fakat halkı aynı hastalıktan tedavi ederdi. Sehl, oturarak namaz kılan ve hastalıktan dolayı hayır işlerine koşmayan birini gördüğünde eğer bu kimse ayakta namaz kılmak ve ibadetlere zinde bir şekilde dalmak için tedavi olmak isterse onun haline hayret ederek şöyle diyordu: ´Haline rıza gösterip oturarak namaz kılması, ayakta namaz kılmak için tedavi olmaktan daha üstün-dür!´ Kendisine ilâç içilmesi hakkında sorulunca cevap olarak dedi ki: ´Tedavi olan kimse, zayıf kimseler için ALLAH´ın gösterdiği genişliğe girmiştir!´ Tedavinin herhangi bir şekline başvurmayan bir kimse daha üstündür; zira kişi, soğuk su olsa bile her tedaviden ´Neden tedavi oldun?´ diye hesaba çekilir. Oysa tedavi olmayan bir kimse bu hususta hesaba çekilmez. Gerek Sehl´in, gerekse Basralılarm âdeti, nefsi aç bırakmak ve şehvetlerini kırmak sûretiyle zayıf düşürmekti. Çünkü bunlar sabır, rıza ve tevekkül gibi kalplerin amellerinden olan bir zerrenin, azaların amellerinin bir dağ ka-darından daha üstün olduğunu bilirlerdi. Elemi çok dehşetli olmazsa, hastalık kalp amellerine mâni olmaz. Sehl şöyle demiştir: ´Bedenlerdeki hastalıklar rahmettir. Kalplerdeki hastalıklar ise cezadır!´ 5. Beşinci sebep kulun daha önce olan birtakım günahları olup kulun onlardan korkmasıdır. Onların kefaretini vermekten âciz olmasıdır. Bu bakımdan hastalık uzarsa bu günahların kefareti olacağını düşünür. Böylece iyileşmemek için tedaviyi terkeder; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sıtma ve harareti, kulun üzerinde bir günah ve hata kal-mayıncaya kadar kulun yakasını bırakmaz.51 Bir günlük sıtma bir senenin kefaretidir!52 Bu hadîsin illetini belirtenlerden kimisi ´Bir günlük sıtma, bir senelik kuvveti yokeder´, kimisi de ´insanın üç yüz altmış mafsalı vardır. Sıtma hepsine girer ve insanoğlu onların herbirinden bir elem duyar ve her elem bir günün kefareti olur´ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) sıtmanın günahlara kefaret olduğunu söyleyince Zeyd b. Sabit, ALLAH Teâlâ´dan daima sıtmalı olmasını talep etti. Ölünceye kadar sıtma, onun yakasını bırakmadı. Ensâr-ı kirâmdan bir cemaat aynı duayı ettiler ve sıtma onların da yakalarını bırakmadı. ALLAH kimin iki gözünü alırsa onun için cennetten başka hiçbir mükâfata razı olmaz.53 Hz. Peygamber (s.a) böyle buyurduğunda ensâr-ı kirâmdan iki gözlerinin kör olmasını temenni edenler oldu. Hz. İsa (a.s) ´Malına ve bedenine musibet ve hastalık isabet etmesine sevinmeyen bir kimse, bunların günahlarına nasıl kefaret olacağını bilmez!´ demiştir. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) büyük bir belaya uğrayan bir kula baktı ve ´Yârab! Buna rahmet et!´ dedi. ALLAH Teâlâ ´Kendisine varlığıyla rahmet ettiğim birşey hususunda ona nasıl rahmet edeceğim?´ dedi. 6. Altıncı sebep kulun kendinde, uzun zaman sıhhatli kalmasından dolayı saldırganlık ve aşırılık hissetmesidir. Bu bakımdan hastalık kalkar da gaflet, aşırılık ve saldırganlık geri gelir diye korktuğu için tedaviyi terkeder veya emelinin uzunluğu, geçmişi telafi etmek hususundaki gecikmesinden ve ibadetlerin tehir edilmesinden korktuğu için tedaviyi terkeder. Çünkü sıhhat, sıfatların kuvvetinden ibarettir. Bununla nefsin hevası kabarır, şehvetler harekete geçer, insanı isyana teşvik eder. Bunun en az derecesinin insanı mübah olan şeylerden faydalanmaya davet etmesidir. Oysa bu da vakti boşuna geçirmektir. Nefse muhalefet etmek ve ibadetlere yapışmak hususundaki büyük kârı ihmal etmektir. ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiğinde hastalık ve musi-betlerle onu uyarmaktan boş bırakmaz. Denildi ki: ´Mü´min bir kimse, illet (hastalık), kıllet (fakirlik) veya zilletten hali olmaz´. Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ ´Fakirlik benim hapsim, has-talık kaydımdır. Kullarımdan sevdiğimi onunla hapsederim´ buyurmuştur. Madem ki hastalıkta saldırganlık ve günah işlemekten alıkoymak vardır, acaba hastalıktan daha üstün ne olabilir? Bu bakımdan nefsin aşırılığından korkan bir kimse için hastalığı tedavi etmekle meşgul olmak uygun değildir. Öyleyse afiyet günahları terketmektedir. Ariflerden biri, bir kimseye şöyle sordu: ´Görüşmeyeli nasılsın?´ O ´Afiyet içindeyim!´ deyince, Ârif ´Eğer ALLAH´a isyan etmemişsen afiyettesin. Eğer O´na isyan etmişsen, isyandan daha korkunç bir hastalık var mıdır? ALLAH´a isyan eden bir kimse afiyet bulmamıştır!´ dedi. Hz. Ali (r,a) Irak´ta, bir bayram günü, Neptîler´in (bir kavimdir) süslendiğini görünce ´Şu süs nedir?´ diye sordu. Dediler ki: ´Ey mü´minlerin emiri! Bu, onların bayram günüdür´. Hz. Ali ´ALLAH´a isyan edilmeyen her gün bizim için bayramdır!´ dedi. ALLAH size sevdiğinizi gösterdikten sonra... (Âlu İmran/152) Ayetteki ´sevdiğinizden´ tâbirindeki gayenin, hastalıklardan şifa bulmak olduğu söylenmiştir. Doğrusu insan kendini müstağni görmekle azar!(Alak/6-7) İnsanoğlu kendisini sıhhatle de müstağni görürse tuğyan eder. Bazıları şöyle demiştir: ´Firavun ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ sözünü ancak uzun zaman hastalık görmediğinden dolayı söy-lemiştir. Çünkü Firavun´un, dört yüz sene başı bile ağrımadı. Hiçbir gün onu sıtma tutmadı. Hiçbir damarı atmadı. Böylece rub-ûbiyyet iddiasında bulundu. ALLAH ona lanet etsin! Eğer başağrısı bir gün kendisini yakalasaydı mutlaka ona rubûbiyet davasını bıraktırıp fuzulî şeylerle meşgul olmaktan alıkoyardı´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Lezzetleri paramparça eden ölümü çok yâd ediniz.54 Sıtmanın ölümün elçisi olduğu, ölümü hatırlattığı ve uzun yaşamak emelini yok ettiği söylenmiştir´.55 Kendilerinin her yıl bir iki kere sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar.(Tevbe/126) Denildi ki: Bu ´Onlar çeşitli hastalıklarla deneniyorlar´ demek-tir. Kul iki defa hasta olup sonra tevbe etmezse ölüm meleği ona ´Ey gâfil! Benden sana elçi üstüne elçi geldi. Sen icabet etmedin!´ diye çıkışır. Bunun için selef, bir sene geçip de nefislerine, ve mallarına herhangi bir bela gelmediği zaman ürkerek şöyle derlerdi: ´Mü´min bir kimse kırk günde bir defa korkutulmak veya bir bela ile mübtelâ olmaktan uzak olamaz! (Biz neden bir senedir hiçbir şey görmedik?)´ Rivayet ediliyor ki Ammar b. Yâsir (r.a) bir kadınla evlendi. Kadın hiç hasta olmuyordu. Bundan dolayı Ammar kadını boşadı.56 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber´e bir kadınla evlenmesi teklif edildi. Kadının vasıfları Hz. Peygamber´i kendisiyle evlenmeye teşvik edecek şekilde anlatıldı. Sonra denildi ki: ´Kadın hayatında hiç hastalık görmemiştir!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Böyle bir kadına ihtiyacım yoktur!´ buyurdu.57 Hz. Peygamber, başağrısı ve benzeri hastalıklar ve acılardan bahsetti. Bu esnada biri ´Başağrısı da neymiş? Ben onu hiç tanımadım!´ deyince Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Benden uzaklaş! Kim cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa şu kişiye baksın!58 Çünkü haberde şöyle vârid olmuştur: ´Sıtma her mü´minin cehennemden olan nasibidir9.59 Enes ve Hz. Âişe´nin (r.a) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber´e şöyle sorulur: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kıyamet gününde şehidlerle beraber olacak kimseler var mı?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Evet! Kim her gün yirmi defa ölümü hatırlarsa o şehidlerle beraber olur! Başka bir lâfızda ´Günahlarını hatırlayıp mahzun olanlar´ şeklinde vârid olmuştur. Şüphe yok ki hastanın ölümü hatırlaması daha fazladır. Hastalığın faydası çoğaldığında bir cemaat hastalığı bertaraf etmek için kullanılan tedaviyi terketmeye taraftar çıkmıştır; zira onlar manevî derecelerinin artışını hastalıkta görmüşlerdi. Yoksa onlar tedavi yöntemlerini yeterli görmedikleri için veya tedavi olmayı eksiklik kabul ettikleri için tedaviyi terketmemişlerdir. Tedavi olmak nasıl eksiklik olur? Oysa Hz. Peygamber tedavi olmuştur. 45) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ ve Hâkim 46) Deylemî 47) Taberânî 48) Beğavî 49) Taberânî 50) Daha önce geçmişti. 51) Ebu Yâ´lâ, İbn Adîy 52) Kuddaî 53) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ 54) Nesâî, İbn Mâce 55) Ebu Nuaym, (merfû olarak da rivayet edilmiştir). 56) Kut´ul- Kulûb 57) İmam Ahmed, (Enes´ten) |
|
![]() |
#9 |
![]() Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
İddia: Hz. Peygamber tedaviyi başkası için meşru kılmak için tedavi olmuştur. Aksi takdirde tedavi olmak zayıfların halidir! Kuvvetlilerin derecesi tedavi olmayı terketmek suretiyle tevekkül etmeyi gerektirir! Cevap: O zaman kanın pıhtılaştığı zaman kan aldırmayı ter ketmenin de tevekkülün şartından olması gerekirdi. İtiraz: Kan aldırmayı terketmek de tevekkülün şartıdır! Cevap: Bu takdirde akrebin ve yılanın sokması da tevekkülün gereği olmalıdır. Bunları kendinden uzaklaştırmaması gerekir. Zira akreb bedenin dışını, pıhtılaşan kan bedenin içini tahrip eder. O halde aralarında fark yoktur. Eğer ´Bu da tevekkülün gereğidir´ denirse, o zaman şöyle cevap verilir: Su ile susuzluğun, ekmek ile açlığın, elbise ile soğuğun giderilmemesi gerekir. Oysa hiç kimse bu görüşü müdafaa etmiş değildir ve bu dereceler arasında hiçbir fark da yoktur. Çünkü bütün bunlar, sebeplerdir. Sebeplerin müsebbibi olan ALLAH Teâlâ bunları bu şekilde tertib ve sünnetini de bu şekilde icra etmiştir. Tedaviyi terketmenirı tevekkülün gereği olmadığına Hz. Ömer ve ashab-ı kirâmdan tâun meselesinde nakledilen durum delâlet eder; zira ashab-ı kirâm Şam´a girmek istedikleri zaman Cabiye´ye vardılar. Şam´da korkunç bir ölüm ve yaygın bir veba hastalığının olduğu kendilerine haber verildi. Burada iki fikri savunan iki gruba ayrıldılar. Bazıları da ´Biz kaçmayacağız ve ALLAH Teâlâ´nın, haklarında şu hükmü verdiği kimseler gibi olmayacağız´. Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi?(Bakara/243) Bunun üzerine Hz. Ömer´e dönüp onun görüşünü sordular. Hz. Ömer ´Biz geri gideceğiz, vebanın bulunduğu yere girmeyeceğiz!´ dedi. Hz. Ömer´e muhalefet edenler dediler ki ´Biz ALLAH´ın kaderinden mi kaçacağız?´ Hz. Ömer ´Evet! ALLAH´ın kaderinden kaçıp onun kaderine sığınacağız´ diyerek onlara şöyle bir misal verdi: ´Bana söyler misiniz, eğer birinizin bir sürü koyunu olsa bir vâdiye gitse, o vâdinin bir tarafı otlu, diğer tarafı ise kupkuru olsa, bu koyun sahibi koyunlarını otlu yerde otlatsa ALLAH´ın kaderiyle otlatmış olmaz mı? Eğer kuru yerde otlatsa yine ALLAH´ın kaderiyle otlatmış olmaz mı?´ Dediler ki ´Evet! ALLAH kaderiyledir!´ Sonra Hz. Ömer, görüşünü sormak için mecliste bulunmayan Abdurrahman b. Avf´ı aradı, Abdurrahman ertesi gün geldiğinde Hz. Ömer, bu durumu ona sordu. O ´Ey mü´minlerin emiri! Bu hususta yanımda Hz. Peygamber´den dinlemiş olduğum birşey vardır´ dedi. Bunu duyan Hz. Ömer sevincinden ALLAHu Ekber diyerek tekbir getirdi. Bunun üzerine Abdurrahman Hz. Peygamber´ den şu hadîsi nakletti: Bir memlekette veba çıktığını işittiğinizde oraya girmeyin. Bulunduğunuz memlekette veba başgösterirse, vebadan kaçarak o memleketten çıkmayın! Bu hadîsi dinleyen Hz. Ömer sevindi. Görüşüne uygun olan hadîsten dolayı ALLAH´a hamdetti ve Cabiye´den halkla beraber geri dönüp gitti. Madem ki durum budur, öyleyse ashab-ı kirâm tevekkülün terkinde nasıl ittifak ederler? Oysa tevekkül, makamların en yücesindendir. Eğer tedaviyi terketmek ve korunmak tevekkülün şartından kabul edilirse... Soru: Neden Hz. Peygamber içinde veba bulunan memleketten çıkmayı yasak etmiştir? Oysa vebanın sebebi, tip ilminde havadır. Tedavinin de en açık yolu; zarar verenden kaçmaktır. Hava ise zarar vericidir. Neden Hz. Peygamber havadan kaçmaya ruhsat vermemiştir? Cevap: Zarar verenden kaçmanın yasak olmadığında ihtilâf yoktur; zira kan aldırmak zarar verenden kaçmaktır. Oysa bu gibi yerlerde tevekkülü terketmek mübahtır. Fakat bu maksuda delâlet etmez. Ancak ilim ALLAH´ın katındadır-burada zarar veren şudur: Hava bedenin zahirine çarpması hasebiyle zarar vermez, aksine teneffüs edilmek suretiyle zarar verir; zira havada bir ufunet bulunursa ve hava, teneffüs borusu ile kalbe varırsa, uzun zaman teneffüs edilince orada tesir eder. Bu bakımdan veba, içe uzun zaman tesir ettikten sonra dışta belirtileri görülen bir hastalıktır. Öyleyse veba hastalığı görülen memleketten çıkmak, yüzde altmış oranında daha önce yerleşen ve kökleşen mikroptan kurtarmaz. Fakat kurtuluş vehmedilir. Bu bakımdan çıkıp kaçmak, efsun yapmak, fala bakmak ve benzeri gibi mevhum olan şeylerin cinsinden olur. Eğer bu mânâ tecerrüd ederse, o zaman tevekküle zıt düşer. Fakat yasak olmaz. (Çünkü kesin değildir). Fakat bu mânâya başka birşey eklendiğinden dolayı veba olan yerden çıkmak ya-saklanmıştır. O eklenen ikinci durum şudur: Eğer sıhhatli kimselere vebalı memleketten çıkıp kaçmak ruhsatı verilirse, o memlekette vebadan dolayı yatağa düşen hastalardan başka kimse kalmaz, Böylece hastaların kalbi kırılır. Bakıcılar yok olur. Hastalara su verecek, yemek yedirecek kimse kalmaz. Hastalar da bunları bizzat yapamazlar. Böylece hastalar ölüme terkedilmiş olur. Oysa kaçıp memleketi terkedenlerin vebadan kurtulmalarının beklenildiği gibi hastaların da kurtulmaları ümit edilir. Bu bakımdan eğer sıhhatliler memlekette durup kaçmasalar, yüzde yüz ölecekleri kesin değildir. Çıkıp gitmekle de yüzde yüz ölümden kurtulmuş sayılmazlar. Fakat çıkıp gitmeleri, geri kalan hastaların kesinlikle ölümüne sebep olur. Müslümanlar binalar gibidir. Bazısı diğerini kenetler. Müslümanlar bir tek beden gibidir. O bedenin bir azası acıdı mı diğer azalar da acıyı paylaşırlar. İşte yasağın illetinde zarar verici durum bizce budur. Memlekette bulunmayan bir kimse hakkında bu, tam tersine işler; zira memleke-tin hastalıklı havası daha onların içlerine tesir etmemiştir ve memleketteki hastaların da bakıcıları olduğu için onlara ihtiyacı yoktur. Eğer memlekette hastalığa tutulmuş kimselerden başkası kalmamışsa ve bakıcılara ihtiyaçları varsa, bir grup da karantinaya rağmen onlara bakmak için oraya varmışsa, bu takdirde yardım için oraya girmek müstehab olur veya diğer müslümanlardan (kesin) bir zararı defetmek ümidiyle bu mevhum olan bir zarara maruz kalmak olduğu için oraya girmeleri yasaklanamaz. İşte bu münasebetle tâundan (vebadan) kaçmak, bazı haberlerde düşmanla çarpışan saftan kaçmaya benzetilmiştir. Çünkü bakıcı bulunmadığı takdirde tâundan kaçılırsa, hasta olan diğer müslümanların kalbi kırılmış ve onların yok olmalarına sebep olunmuş olur! İşte bunlar ince işlerdir. Bunları mülahaza etmeyen, sadece haber ve eserlerin zâhirine bakan bir kimse nezdinde, duyduk-larının çoğu birbirine çelişkili görünür. Bu hususta âbid ve zâhid-lerin yanılmaları pek çoktur. İlmin şeref ve fazileti işte bu noktadan ötürüdür. İtiraz: Tedaviyi terketmekte söylediğin gibi bir fazilet varsa, Hz. Peygamber bu fazileti elde etmek için neden tedaviyi terketmedi? Cevap: Tedaviyi terketmek, günahları çok olup da onları kefaretlendirmek veya nefsinin sıhhatten gelen saldırganlığından ve şehvetlerin galebesinden korkan bir kimseye nisbetendir veya gafletin galebe etmesinden dolayı ölümü hatırlatan bir şeye muhtaç olur veya tevekkül sahipleriyle, razı olanların makamlarına varamadığından dolayı bari sabredenlerin sevabına nail olmaya muhtaç olan veya ALLAH Teâlâ´nın devalar içerisinde koyduğu faydaların inceliklerini kavrayamadığından dolayı, bu devaların onun hakkında efsun gibi mevhum olduğundan veyahut da hali kendisini tedaviden meşgul ettiğinden veya (iki meşguliyeti) cem´etmekle zayıf olduğundan dolayı tedavinin kendisini halinden uzaklaştırmasından korkan kimseye nisbeten tedaviyi terketmekte fazilet vardır. Çünkü bu mânâlar tedaviyi terketmek hususundaki engelleri geri getirmişlerdir. Bunlar bazı mahlukata nisbeten kemâl dereceleridir. Fakat Hz. Peygamber´in derecesine nisbeten eksikliktir. Hz. Peygamber´in makamı bunların hepsinden daha yücedir; zira Hz. Peygamber´in hali sebeplerin var veya yok oluşu anlarındaki müşahedesinin aynı olmasını gerektirir; zira onun bütün hallerde sebeplerin müsebbibine yönelen nazarından başka bir nazarı yoktur. Makamı bu olan bir zata elbette sebepler zarar vermez. Nitekim mal hakkındaki rağbet eksikliktir. Eksiklik ve maldan uzaklaşma rağbeti de onun için kerahiyettir. Her ne kadar bu kemâl ise de, bu da nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşit olan bir kimseye nisbeten eksikliktir. Bu bakımdan taş ile altın eşit olsa bile taştan değil de altından kaçmak daha önemlidir. Hz. Peygamber´in hali toprak ile altının onun nezdinde eşit olmasıdır. Halka zühd makamını öğretmek için altın edinmezdi. Yoksa altına sahip olursa nefsinin azacağından korktuğu için altın edinmiyor değildi. Çünkü onun makamı, dünyanın kendisini aldatmasından müstağni idi. Çünkü yeryüzünün hazineleri kendilerine arzolunduğunda onları kabul etmekten imtina etti. İşte böylece onun yanında sebepleri yerine getirmek veya terketmek, bu görüşten dolayı eşitti. O, tedavi olmayı şu sebepten dolayı terketmemiştir: ALLAH´ın âdet ve sünnetinin üzerinde yürümek ve ümmeti için muhtaç oldukları bir şeye ruhsat vermek... Zaten tedavi olmakta bir zarar da yoktur. Fakat malı zahîre edinmek bunun tam hilâfınadır. Çünkü onun zararı pek büyük olur! Evet! Tedavi zarar vermez. Ancak ilâcın yaratanını değil de ilacın fayda verdiğini düşünmek zararlıdır ve yasaklanmıştır. Bir de günahlarda yardımcı olması için tedavi olmak da yasaklanmıştır. Mü´minlerin hiçbiri ilâcın bizzat fayda verici olduğunu düşünmez. Sadece ´ALLAH Teâlâ onu fayda vermeye sebep kılmıştır´ diyebilir. Nitekim suyu susuzluğu giderici, ekmeği doyurucu görmediği gibi... Bu bakımdan mü´minin maksudundaki tedavinin hükmü, çalışmanın hükmü gibidir. Mü´min ibadet veya günah hususunda sarfetmek için çalışıp kazanırsa bunun hükmü niyetine göredir. Eğer mübah niyetlerle çalışırsa mübahtır. Bu bakımdan zikrettiğimiz mânâlarla anlaşıldı ki tedaviyi terketmek bazı hallerde, tedavi olmak da bazı hallerde daha üstündür. Bu da haller, şahıslar ve niyetlere göre değişir. Yine anlaşıldı ki yapmak ve terketmekten herhangi biri tevekkülde şart değildir. Ancak mevhum olan dağlamak ve efsunlamak gibi durumların terki şarttır; zira bunlara başvurmak tevekkül sahiplerine lâyık olmayan şekilde tedbirlere dalmak demektir. 58) Ebu Dâvud 59) İmam Ahmed, Bezzar |
|
![]() |
#10 |
![]() Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik hazinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü ALLAH´ın hükmüne razı olmak ve O´nun belasına karşı sabretmek kul ile ALLAH arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür: Bir Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. ALLAH´tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek kabilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman´a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: ´Ben ancak ALLAH´ın kudretini vasıflandırıyorum!´ İki İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflan dırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden ´güzel sabır´ öğrenmesi ve ´güzel şükür´ etmeye alışması içindir. Hastalığın ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hasta, önce ALLAH´a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belirtirse bu durum şikayet değildir´. Üç Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, ALLAH´a muhtaç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâatuygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir. Nitekim rivayet edildi ki Hz. Ali´ye (r.a) hastalığında ´Sen nasılsın?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Çok fenayım!´ dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hz. Ali´nin böyle söylemesini kerih görüyor ve bunu ´ALLAH´ı şikayet etmek´ şeklinde telâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hz. Ali ´Ben ALLAH´a karşı pehlivanlık mı göstereyim?´ dedi. Bu bakımdan Hz. Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta ALLAH Teâlâ´nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hz. Peygamber´in kulağına gitmişti: ´Ey ALLAHım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Sen ALLAH´tan bela istemiş oldun. Oysa ALLAH´tan âfiyetiste!60 Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetlerin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. ALLAH´tan şikayet etmek haramdır. Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve ALLAH´ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak ´Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır´ diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim ALLAH´a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını be-lirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir. Seleften biri şöyle demiştir: ´Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!´ ´Sabr-ı cemil!´ (Yusuf/83) ayetinin mânâsı hakkında ´İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır´ denilmiştir. Hz. Yakub´a şöyle denildi: ´Gözünün ışığını götüren nedir?´ Hz. Yakub şöyle dedi: Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik ha-zinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü ALLAH´ın hükmüne razı olmak ve O´nun belasına karşı sabretmek kul ile ALLAH arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür: Bir Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. ALLAH´tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek ka-bilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman´a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: ´Ben an-cak ALLAH´ın kudretini vasıflandırıyorum!´ İki İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflan- dırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden ´güzel sabır´ öğrenmesi ve ´güzel şükür´ etmeye alışması içindir. Hastalığın ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hasta, önce ALLAH´a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belir-tirse bu durum şikayet değildir´. Üç Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, ALLAH´a muh-taç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâat 716 İhya-i Ulûm´id-Din uygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir. Nitekim rivayet edildi ki Hz. Ali´ye (r.a) hastalığında ´Sen nasılsın?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Çok fenayım!´ dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hz. Ali´nin böyle söy-lemesini kerih görüyor ve bunu ´ALLAH´ı şikayet etmek´ şeklinde te-lâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hz. Ali ´Ben ALLAH´a karşı pehli-vanlık mı göstereyim?´ dedi. Bu bakımdan Hz. Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta ALLAH Teâlâ´nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hz. Peygamber´in kulağına gitmişti: ´Ey ALLAHım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Sen ALLAH´tan bela istemiş oldun. Oysa ALLAH´tan âfiyet iste!60 Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetle-rin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. ALLAH´tan şikayet etmek haramdır. Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve ALLAH´ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak ´Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır´ diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim ALLAH´a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını be-lirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir. Seleften biri şöyle demiştir: ´Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!´ Sabr-ı cemil!´ (Yusuf/83) ayetinin mânâsı hakkında ´İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır´ denilmiştir. Hz. Yakub´a şöyle denildi: ´Gözünün ışığını götüren nedir?´ Hz. Yakub şöyle dedi:´Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a ´Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!´ deyince, Hz. Yakub şöyle demiştir: ´Yârab! Sana tevbe ediyorum!´ Tavus ve Mücahid´den şöyle rivayet edilmiştir: ´Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!´ Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi. Denildi ki: İblis, Hz Eyyûb´den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!´ Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır. Kul hasta düştüğü zaman, ALLAH (c.c) iki meleğe şöyle emreder: ´Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!´ Eğer kul ALLAH´a hamdeder, ALLAH´ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona ´Sen öyle olasın!´ diye beddua ederler.61 Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı. Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!´ Yine şöyle demiştir: ´Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum´. ALLAH Fudayl´dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun! Tevhid ve Tevekkül bölümü ALLAH´ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan ALLAH Teâlâ´dır!´Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üze-rine ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a ´Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!´ deyince, Hz. Yakub şöyle demiştir: ´Yârab! Sana tevbe ediyorum!´ Tavus ve Mücahid´den şöyle rivayet edilmiştir: ´Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!´ Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi. Denildi ki: İblis, Hz Eyyûb´den ancak hastalık halinde inleme-sini elde etti!´ Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır. Kul hasta düştüğü zaman, ALLAH (c.c) iki meleğe şöyle emre-der: ´Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!´ Eğer kul ALLAH´a hamdeder, ALLAH´ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona ´Sen öyle olasın!´ diye beddua ederler.61 Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı. Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!´ Yine şöyle demiştir: ´Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum´. ALLAH Fudayl´dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun! Tevhid ve Tevekkül bölümü ALLAH´ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan ALLAH Teâlâ´dır! 60) Daha önce geçmişti. 61) Daha önce geçmişti. |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|