Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Seçenekler
 
Alt 03-08-2009, 22:37   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevekkül Hali

Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş, ilim´in ne olduğunu da beyan etmiştik.

Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül´ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül´den bahsetmiştir. Nitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.

Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından türemedir. Denir ki: ´Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir´. Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir. Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir. Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir:
1. Hidayetin zirvesinde olması,
2. Kuvvetin zirvesinde olması,
3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,
4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.
Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.

Hidayet´e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!

Fesâhat´a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.

Şefkat´in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.

Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde

zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar... Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi... Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir.

Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi.. Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde ALLAH´a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi ALLAH´tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber ALLAH´ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O´nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece ALLAH´a tevekkül eder, hiçbir yönden ALLAH´tan başkasına iltifat etmez.

Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü ALLAH´tan başka kimseye dönüş ve ALLAH´tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken, tevhid bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, ALLAH´ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez...

Nasıl ki ALLAH Teâlâ´nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, ALLAH´ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi... Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür. Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla beraber itminan yoktur. Nitekim ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e şöyle buyurmuştur:
ALLAH ´inanmadın mı?´ demişti. İbrahim ´Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum´ dediKullarla aziz olmayı talep edeni ALLAH zelîl eder.16

Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:

Birinci Derece
Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, ALLAH hakkındaki halinin ve ALLAH´ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır.

İkinci Derece
Bu daha kuvvetlisidir. ALLAH ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı ALLAH´a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da ALLAH´a bağlanır ve hakkıyla ALLAH´a tevekkül eder. Çünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez. Sadece kendisine tevekkül edilen ALLAH´a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde kendisine tevek-kül edilenden başkasına yer kalmamıştır.
Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur. Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mü-lâhazasından çeviren bir meşguliyettir.

Sehl et-Tüsterî´den, ´Tevekkülün en alt derecesi nedir?´ diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: ´istekleri terketmektir!´ ´Orta derecesi nedir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: ´İhtiyar´ı terketmektir!´
Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden soru-lunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: ´En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!´

Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, ALLAH´ın huzurunda öyle olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar... Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, ALLAH´ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, ALLAH´ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.

Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez. Ancak sadece ALLAH´tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.

Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?

Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur. İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam et-mesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.

Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuv-vet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi... Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir. Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin in-celiğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder. Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır. Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.

Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu?

Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla ALLAH´a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi... Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır.

Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi... Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: ´Ben ancak senin huzurunda konuşurum!´ Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.

Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur. Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve si-cilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır.

Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır´ demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.

Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da ALLAH Teâlâ´dır; zira tevhid bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı ALLAH´tır! Onları faydalı kılan da ALLAH´tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da ALLAH´tır... Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden ALLAH´tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır.

Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: ´Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir´. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen mükafat, Tevhid bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime´nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah´ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ kelimesinde sadece iki şey ALLAH´a mal edilmiştir. ´Lâ ilâhe illâllah´ kelimesine gelince o, herşeyi ALLAH´a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki ´Lâ ilâhe illâllah´ın ´Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesin. Daha önce ´Tevhîd´in iki kabuğu ve iki özü vardır´ dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:
Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, ´Lâ ilâhe illâllah´ derse ona cennet vâcib olurAltın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır.(Vâkıa/15-16)

Ashab-ı yemîn´in bahsinde su,gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir. Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a´lâyı illiyyîn ´e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı.

Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a´lâyı illiyyîn´de rabb´ülâlemîn´in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrail (a.s) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrail´in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur!
Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18

Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer.
Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gafiller onlardır.(A´raf/179)
Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce ´Lâ ilhahe illâllah´ ve ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: ´Müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez´.

Soru: Senin ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünden ALLAH´a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri ´Gökle yer ALLAH´ın yaratığıdır´ dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?

Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet´in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, ALLAH´ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasma makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır.

Burada gafiller helâk olmuşlardır! Zira gafiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd´de şirk ve ALLAH´tan başka bir yaratıcı is-bat etmektir. Kim ALLAH´ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünde doğru olur. Nitekim daha önce ´Tevhîd´de iki gedikten başkası yoktur´ demiştik. Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhid sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer ALLAH dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır.

16) Ukaylî ve Ebu Nuaym
17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam´dan); Ebu Yâ´lâ, (Ebu Hüreyre´den)
18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı ´Ruhlar hazırlanan askerlerdir...´ hadîsinden alınmıştır.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-08-2009, 22:37   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
Şeyhlerin bu sözlerinin hiç birinin daha önce zikrettiğimiz mânâ hududununun dışına çıkmadığı bilinmelidir. Fakat şeyhlerin her biri hallerin bazılarına işaret etmiştir.

Ebû Musa ed-Deybilî (veya Deybülî) dedi ki: Ebu Yezid el-Bistamî´ye ´tevekkülün ne olduğunu´ sordum. Dedi ki: ´Sen tevekkül hakkında ne diyorsun?´ Dedim ki: "Arkadaşlar, ´Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağından ve solundan seni sarsalar bile kalbin kıpırdamamalıdır´ dediler". Ebu Yezid ´Evet! Bu tarif, tevekkülün hakîki tarifine yakındır. Fakat eğer cennet ehlinin cennette nimetlendiğini, ateş ehlinin de ateşte azap gördüğünü gördükten sonra nefsin için birini tercih edersen tevekkülün esasından çıkmış olursun. (Çünkü ALLAH´a tevekkül, herhangi bir fiili kendi nefsine nisbet etmene zıd düşer)´.

Ebu Musa´nın söylediği, tevekkül hallerinin en büyüğünden haber vermektir. O da üçüncü makamdır. Ebu Yezid´in söylediği ise, tevekkülün esaslarından olan ilmin çeşitlerinin en aziz ve en az bulunanınıdır. Bu da, hikmeti ve ALLAH Teâlâ´nın yaptığını vâcib olarak yapmış olduğunu bilmektir. Bu bakımdan cehennem ile cennet ehli arasında, adalet ve hikmetin esasına göre ayrım yoktur. Bu ilim çeşitlerinin en giriftidir. Bunun arkasında kader sırrı bulunur. Ebu Yezid ise, makamların en yücesinden, derecelerin en yükseğinden konuşur. Yılanlardan korunmayı terketmek tevekkülün birinci makamında şart değildir.

Çünkü Ebubekir Sıddîk (r.a) mağarada yılanların deliklerini kapatmak suretiyle onlardan korundu. Ancak Ebubekir Sıddîk (r.a), bu delikleri ayağıyla veya eliyle kapattı. Bundan dolayı da onun sırrı bozulmadı, denilebilir! Veya şöyle de denilebilir: Ebubekir Sıddîk bunu nefsi için değil Hz. Peygamber´e olan şefkatinden dolayı yaptı. Oysa tevekkül ancak kişinin sırrını harekete geçirip, kendisine ait bir iş için bozulursa, ortadan kalkar. Bu hususa bakmak için bir fırsat vardır. Bunun emsalinin ve bundan daha fazlasının tevekküle zıt düşmediğinin beyanı ileride geleceği gibi yılanlardan ötürü kalbin harekete geçmesinin korku olduğunu, tevekkül sahiplerinin hakkının da yılanları kendisine musallat kılandan korkmak olduğunun beyanı da gelecektir; zira yılanların kuvveti yoktur. Bunlar ancak ALLAH´ın emriyle olur.

Eğer kişi yılandan korunursa, tedbirine ve korunma hususunda, kudretine yaslanmış olmaz. Tedbir, kuvvetin yaratanına yaslanmak demektir.

Zünnûn-i Mısrî´den tevekkülüm mânâsı sorulduğunda cevap olarak demiştir ki: ´ALLAH´tan başka bütün bâtıl rableri atmak ve sebepleri kesmektir!´
Bu bakımdan bâtıl rableri atmak, Tevhîd ilmine, sebepleri kesmek ise, amellere işarettir, Zünnûn-i Mısrî´nin sözünde, her ne kadar lâfzın zımnında varsa da açıkça hale dokunmak yoktur. Bunun üzerine ona denildi ki: ´Biraz daha izah eder misiniz?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Nefsi kulluğun ahkâmına atmak ve rubûbiyet davasından çıkartmaktır!´ Bu ise, sadece kuvvetten teberri etmeye işarettir.

Hamdün (b, Ahmed b. Ammâre) el-Kassar´a tevekkül soruldu. Dedi ki: ´(Tevekkül şudur) eğer senin 10.000 dirhemin varsa, aynı zamanda üzerinde bir danik de borç varsa ölüp de o borcun üzerinde kalacağından emin olmamandır. Eğer boynunda 10.000 dirhem borç varsa ve ona karşılık birşey bırakmazsan, onu ödemek hususunda ALLAH´tan ümidini kesmemendir´. Onun bu sözü, sadece ALLAH´ın kudretinin genişliğine ve kudret dahilindeki şeylerde şu görünen sebeplerin haricinde daha nice gizli sebeplerin bulunduğuna inanmaya işarettir.

Ebu Abdullah (Muhammed b. Ahmed) el-Karaşî´ye tevekkül soruldu. Dedi ki: ´Tevekkül, her durumda ALLAH Teâlâ ile irtibat kurmaktır´. Soran ´Bana da izah eder misin?´ deyince şöyle dedi: ´Başka bir sebebe vardıran sebebi terketmektir ki bunu sevk ve idare eden hakkın ta kendisi olsun!´

Birinci cevap, üç makamı da kapsamına almaktadır. İkinci ce-vap ve tarif ise, sadece en yücesi olan üçüncü makama işarettir. Bu tevekkül, Hz. İbrahim´in (a.s) tevekkülü gibidir; zira Cebrail (a.s) ona ´Bir şeye ihtiyacın var mı?´ diye sorunca dedi ki: ´Sana ihtiyacım yoktur!´ Zira Cebrail´in suali İbrahim´i korumak gibi, başka bir sebebe götürücü bir sebeptir. Bu bakımdan İbrahim (a.s) bunu ´Eğer ALLAH dilerse Cebrail´i bu hususta musahhar eder. Öyleyse bunu bizat sevk ve idare eden ALLAH´tır´ hakikatine güvenerek terketti. Bu hâl, ALLAH´ı gördüğünden dolayı nefsinden geçmiş, ALLAH´ın beraberinde başkasını görmemiş ve öylece kalakalmış bir kimsenin halidir. Bu hâl, esasında vukûu pek nadir bir haldir. Eğer olursa, devamlılığı, oluşundan daha uzak ve daha nadir bulunan bir durumdur.
Ebu Said (Ahmed b. İsa) ´Tevekkül, sükûnetsiz sallantı ve sallantısız, sükûnettir!´ demiştir.

Onun bu tarifiyle, ikinci makama işaret etmesi mümkündür. Bu bakımdan kişinin sallantısız sükûneti, kalbin vekile karşı sükûnete kavuşmasına ve güvenmesine işarettir. Sükûnetsiz sallantı ise, kalbin vekile sığınması, çocuğun annesinin önünde sallanması ve annesinin kendisi hakkında tam şefkate sahip olduğuna kalben inanması gibi vekilin huzurunda yalvarmasına işarettir.

Ebu Ali (Hasan b. Ali) ed-Dekak şöyle demiştir: Tevekkül üç derecedir:
A) Önce tevekkül,
B) Sonra teslim olmak,
C) Sonra tefvîzdir.
Tevekkül sahibi bir kimse ALLAH´ın va´dine güvenir. Teslim olan bir kimse ilmiyle iktifa eder. Tefviz sahibi ise, hükmüne razı olur.

Bu söz kendisine bakılana nisbeten kişinin bakış derecelerinin değişik olmasına işarettir; zira ilim esastır. Va´d ona tâbi olur. Hüküm ise, va´de tâbidir. Tevekkül sahibi bir kimsenin kalbine bunlardan birinin mülâhazasının hâkim olması, uzak bir ihtimal değildir. Bu söylediklerimizden başka, şeyhlerin tevekkül hususunda daha nice sözleri vardır. Biz onları nakletmekle kitabı uzatmayalım; zira keşif, düşünce ve nakilden daha faydalıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz, tevekkül haliyle ilgili olan şeylerdir. Rahmet ve lütfuyla muvaffak kılan ALLAH´tır.
 
Alt 03-08-2009, 22:38   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül´ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir. Böyle zannetmek, şer´an haramdır.

Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle deriz. Tevekkül´ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer´î delillerle beraber zikredelim:

Birinci Durum
Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:
Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.

1. Derece
Kesin olan birinci derece, ALLAH´ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el uzatmayıp ´Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül´ün şartı da çalışmayı terketmektir. Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir´ demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer ALLAH, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ´ bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, ALLAH´ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden ALLAH Teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hz. Meryem´in (a.s) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir.

Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir.

İlm´e gelince, ALLAH Teâlâ´nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.

Hal´e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının ALLAH´ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa ALLAH Teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller olduğundan ve ALLAH´ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O´nunla sevin ve ancak O´na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.

2. Derece
İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi... Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce dediğimiz gibi, azığa değil de ALLAH´ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir. Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvas böyle yapardı.

Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve teh-likeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı?

Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.
Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve ALLAH´ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir.

İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir.
Havvas buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi. Havvas´ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdı. Derdi ki: ´Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez´.

Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da ALLAH´ın sünnetine muhaliftir. İp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında ken-disine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki derece arasında fark vardır.

Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip ALLAH´a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim rivayet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde bir hafta durdu ve ´RABBİM´benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!´ dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: ´Ey RABBİM! Eğer beni diri bırakacaksan,
bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle ilham etti:
İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim!
Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi. Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti:
Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana!
Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve ALLAH´ın sünnetini bilmemektir. ALLAH Teâlâ´nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber ALLAH´a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.

Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duy-mamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.

Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?

Cevap:Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer kalbi ALLAH ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, ALLAH´ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın ALLAH ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi... Eğer kul, ALLAH´tan ´bana rızık verme´ diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! ALLAH Teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona ´Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak ALLAH´tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir´.

Hz. Peygamber (s.a) ´Eğer sizler gereği gibi ALLAH´a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz tak-dirde) dağlar yerinden oynar´ diye buyurmuştur.

İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! ALLAH Teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer ´Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür´ derseniz, hayvanlara bakın! ALLAH Teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?´

Ebu Yakub es-Susî19 der ki: ´Mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!´

Seleften bir zat şöyle demiştir: ´Bütün kullar ALLAH tarafından rızıklanırlar. Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla... Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla... Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan ALLAH´ı müşahede ederler. Rızıklarını O´nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler´.

3. Derece
Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk tabakasının tümü bu derecededir.
 
Alt 03-08-2009, 22:40   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl

Mahlukâtın ALLAH ile olan misali, bir dilenci grubunun misaline benzer ki sultan sarayının önünde bulunan bir meydanda durmuş ve yemeğe muhtaçtırlar. Sultan onlara birçok hizmetçi göndermiş, hizmetçilerin beraberinde ekmekler vardır. Bazısına ikişer bazısına da birer tane vermeleri ve hiç birini ihmal etmemeleri için çaba sarfetmelerini emretmiştir. Aynı zamanda bir dellâla da "Ey millet! Sakin olun! Hizmetçilerim size yemek dağıtmak hususunda çıktıklarında onların yakasına yapışmayın. Usluca bekleyin. Çünkü hizmetkârlar hepinize yemek vermeye memurdurlar. Buna rağmen hizmetkârların yakasına yapışan, onlara eziyet veren ve iki ekmek alanları cezalandıracağım. Açılınca çıkıp gideni hizmetkârlara eziyet vermeyen ve kendisine verilen bir ekmekle kanaat eden uslu bir kimse hakkında ise başkasını cezalandırdığım günde kendisine değerli hediyeler ihsan edeceğim. Kim yerinde durup, iki ekmeğini alırsa, onun için ne ceza vardır, ne de mükafat! Hizmetkârların yanılıp da birşey vermediği kimse de aç yatıp hizmetkârlara kızmazsa, ´Keşke bana ekmeğimi verseydi´ de demezse, ben yarın onu vezir yapacağım.

Memleketimin idaresini onun eline vereceğim!" diye ilan ettirdi. Bu ilandan sonra, is tekçiler dört kısma ayrıldı: Bir kısmı işkembelerine mağlup olup va´dedilen cezaya iltifat etmedi. ´Yarma kadar çok zaman vardır. Biz ise şimdi açız´ deyip hizmetçilere saldırdı, onlara eziyet vererek ikişer ekmek aldılar ve gereken cezaya çarptırıldılar. Kendilerine pişmanlık fayda vermediği halde pişman oldular! Bir kısmı da ceza korkusundan hizmetçilere sataşmadılar fakat çok acıktıklarından dolayı ikişer ekmek aldılar. Bunlar cezadan kurtuldular, ancak, mükafata nâil olamadılar. Bir kısmı da ´Biz hizmetçilerin görebileceği bir yerde oturalım. Bizi unutmasınlar. Fakat bize verirlerse bir ekmek alıp kanaat edelim. Umulur ki sultanın hilatına mazhar oluruz´ dediler. Bunlar da hilata mazhar oldular. Dördüncü bir kısım ise, o meydanın köşelerine çekilip hizmetçilerin gözlerinden kaybolup şöyle dediler: ´Eğer bizi arayıp bize verirlerse bir ekmekle kanaat edelim. Eğer bizi yanlışlıkla ihmal ederlerse, bu gece açlığın şiddetine tahammül edelim. Umulur ki biz, hizmetçilere kızmayı terketmeye de güç yetiririz. Böylece vezirlik mertebesine, sultana yakınlık derecesine nâil oluruz!´

Fakat onların bu tedbiri kendilerine fayda vermedi; zira hizmetçiler her köşeyi araştırdılar. Onlara birer ekmek verdiler. Bu durum, birkaç gün devam etti. Hatta ender olarak üç kişinin bir köşede saklanması ve hizmetçilerin gözlerine görün-memesi, hizmetçileri uzun uzun teftiş etmekten alıkoyan bir meşguliyet başgösterdi. Bu bakımdan bu üç kişi şiddetli bir açlık içerisinde gecelediler. Onlardan ikisi ´Keşke biz hizmetçilere görünüp yemeğimizi alsaydık. Bizim sabrımız kalmadı!´ dediler. Üçüncüsü ise sabaha kadar sustu. Yakınlık ve vezirlik derecesine nâil oldu. İşte bu, halkın misalidir. Meydan, dünyadaki hayattır. Meydanın kapısı ölümdür. O meçhul olan mîâd kıyamet günüdür, vezirlik va´di kıyamet mîâdma tehir edilmeksizin razı ve aç olarak öldüğünde tevekkül sahipleri bir kimsenin şehadet mertebesine varmasının va´didir. Çünkü şehidler, rablerinin katında diridirler ve rızıklanırlar. Hizmetçilerin yakasına yapışan ise sebeplerde pek ileri giden kimsedir. Sultanın emrindeki hizmetçiler ise sebeplerin ta kendisidir.

Hizmetçilerin gözüne görünecek şekilde meydanda oturanlar ise, sükûnetle camiler ve tekkelerde ve mamur yerlerde ikamet edenlerdir. Zaviyelerde gizlenenler ise, tevekkülle çöllerde seyahat edenlerdir. Sebepler onların arkasına düşüp müstesna haller hariç rızık kendilerinin ayağına gelir. Eğer onlardan biri ALLAH´ın hükmüne razı olarak ölürse, ona şehadet ve ALLAH´a yakınlık mertebesi vardır. Halk, bu dört kısma ayrılmıştır. Yüzde doksanı sebeplere sarılmış, geri kalan onda yedisi, sırf hazır bulunmak ve´ şöhret kazanmak suretiyle sebeplere yapışarak meskûn yerlerde ikamet etmiştir. Onda üçü de çöllerde seyahat etmiş, onların ikisi bu durumuna küsmüş, ALLAH´a olan yakınlığı, sadece bir kişi elde etmiştir.
Geçmiş zamanlarda durum bu idi. Şimdi ise, sebepleri terke-den, onbinde bir kişi bile yoktur.

İkinci Durum
Azık edinmek suretiyle sebeplere başvurmak hakkındadır. Bu bakımdan kimin eline şer´î veraset veya kazanmak, dilenmek veya herhangi bir meşru sebeple bir servet geçerse, o serveti edinmekte üç hali vardır.

Birinci Hâl
Hâl-i hazırda ihtiyacı kadarını almasıdır. Bu bakımdan aç ise yemeli, çıplak ise giymelidir. Muhtaç ise, yetecek kadar bir mesken satın almalıdır. Gerisini derhal fakirlere dağıtmalıdır, istif etmemelidir. Ancak müstehak ve muhtaç olan bir kimseye yardım edecek miktarı bu niyetle bekletebilir. Böyle bir kimse, kesinlikle, tevekkülün gereğini yerine getiren bir kimsedir. Bu derece, en yüksek derecedir.

İkinci Hâl
Yukarıda bahsi geçen dereceye tam zıt ve insanı tevekkülün hududundan dışarı çıkaran haldir. O hâl, bir veya daha fazla seneler için istif yapmasıdır. Böyle yapan, asla tevekkül sahibi kimselerden olamaz. Bu hususta şöyle denilmiştir: Hayvanlardan ancak üç grup istif eder: a) Fare b) Karınca c) İnsan.

Üçüncü Hâl
Kırk veya daha az gün için zahîre edinmektir. Bu durumun ahirette tevekkül sahiplerin va´dedilen Makam-ı Mahmûd´dan mahrumiyeti gerektirip gerektirmeyeceği hakkında ihtilâf edilmiştir:

Sehl et-Tüsterî tevekkül hududundan dışarı çıktığına, Havvas ise kırk günle çıkmadığına, fakat kırk günden fazlası için azık biriktirdiği takdirde tevekkül sınırından çıkacağına kail olmuşlardır. Ebu Talib el-Mekkî ´Kırk günden fazla azık edinirse yine tevekkül hududundan çıkmaz!´ demiştir.

Bu ihtilâf, azık edinmenin esası caiz olduktan sonra mâ-nâsızdır. Evet! Biri ´azık edinmenin kökü tevekkülün aslına zıddır´ diye düşünülebilir. Bundan sonra ´Bu kadar gün için caiz, bu ka-dar gün için caiz değildir´ diye ihtilâfa düşmenin mânâsı anlaşılmaz. Bir mertebeden ötürü va´dedilen her sevap o mertebe üzerine tevzi edilir. Oysa o mertebenin başlangıcı ve sonucu vardır. Sonucun sahiplerine Sâbıkûn başlangıçların sahiplerine ise Ashab-ı Yemin denir. Sonra ashab-ı yemin´in de çeşitli dereceleri vardır. Sabikûn da böyledir. Ashab-ı yemin´in derecelerinin en yücesi, sâbikûnun en alt derecelerine yetişmesidir. Bu bakımdan zaman takdirine gerek yoktur. Aksine hakîkat şudur:

Zahireyi terketmek suretiyle tevekkül etmek, ancak emeli kısaltmakla tamamlanır. Yaşama emelinin yok olmasının ise tevekkülde bir an için olsa dahi şart koşulması uzak bir ihtimaldir; zira bu emellerin yokluğu, varlığı düşünülmez birşey gibidir. Yani bu emellerin yokluğunu düşünmek bile mümkün değildir. Halka gelince, onlar tûl-i emel, kasr-ı emel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Emel derecelerinin en kısası, bir gün bir gece ve bundan daha az saatlerdir. En uzunu ise, insanoğlunun ömrü kadar düşünülen zamandır. Bu iki derece arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. Bu bakımdan bir aydan fazlasını istemeyen, bir seneyi isteyenden daha fazla hedefe yakındır. Zahîre edinmeyi Hz. Musa´nın miadı olduğu için kırk günle kayıtlandırmak uzak bir ihtimaldir; zira Hz. Musa´nın hâdisesi, ne kadar zaman için emel beslemeye ruhsat olduğunu beyan etmek için değildir. Fakat o, va´dolunanı elde etmek için Hz. Musa´nın (a.s) müstehak olduğu bir zamandı ki o ancak kırk günden sonra tamam olurdu. Bu da eşyanın tedricî bir şekilde tahakkukunda bu ve buna benzer hâdiselerde ALLAH´ın sünnetinin cereyan ettiği bir sırdan ötürüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ, Âdem´in (a.s) çamurunu kırk sabah kudret eliyle yoğurdu.21

Zira o çamurun kıvama gelmesi, kırk sabah beklemeye bağlı idi. Anlaşıldı ki bir seneden fazlası için ancak kalbin zâfiyeti ve sebeplerin zâhirine meyletmenin hükmüyle istif yapılır. Bu bakımdan böyle yapan kişi tevekkül makamının dışındadır. Hakîki vekilin gizli sebepleri elinde tutan tedbirine güvenmemektedir! Zira gelirin yükselme ve düşüş sebepleri çoğu kez senelerin tekrarıyla durmadan yenilenmektedir. Öyle ise bir seneden az bir za-man için tedbir alanın emelinin kısalığı nisbetinde derecesi vardır: Emeli iki ay olanın derecesi, bir aylık emele sahip olanın derecesi ile üç aylık emeli bulunanın derecesi bir olmaz. Onun derecesi, mertebe yönünden bu iki şahsın arasındadır. Zahîre edinmekten insanı ancak emelin kısalması alıkoyar. Bu bakımdan şahıs için hiç zahîre edinmemek daha faziletlidir. Eğer kalbi zayıf ise, bu takdirde zahîre edinmesi ne kadar azalırsa o nisbette fazileti artar,

Hz. Peygamber´in Hz. Ali ve Usame b. Zeyd´e ´Cenazesini yıkayın´ diye emir verdiği fakir hakkında şöyle rivayet ediliyor: O fakirin cenazesini yıkadılar ve abasıyla kefenlediler. Hz. Peygamber onu defnettiğinde ashabına şöyle dedi: ´O kıyamet günüde, yüzü dolunay gibi olduğu halde haşrolunacaktır. Eğer onda eksik bir haslet olmasaydı yüzü pırıl pırıl parlayan güneş gibi olduğu halde haşrolunurdu´.

(Râvî der ki): Biz Hz. Peygamber´den ´O haslet nedir?´ diye sorduk, şöyle buyurdu:
Bu kişi çok oruç tutar, çok namaz kılar, ALLAH´ı çokça anardı. Ancak kış mevsimi geldiğinde yaz elbisesini, yaz için saklardı. Yaz geldiğinde kış elbisesini ikinci bir kışa saklardı!
Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Size az verilen şey yakîn ile sabrın azimetidir.22

Su testisi, bıçak ve daima muhtaç olduğu âletler böyle değildir. Çünkü bunları edinmek dereceyi eksiltmez. Kış elbisesi ise, insanın yazın muhtaç olmadığı şeydir. Bu durum ancak zahîre edinmeyi terketmekten kalbi ürkmeyen, halkın eline bakmayan, ALLAH´tan başkasına iltifat etmeyen bir kimse için sözkonusudur. Eğer böyle yaptığı takdirde nefsinin muzdarip olmasını, dolayısıyla kalbini ibadet, zikir ve düşünceden meşgul edeceğini seziyorsa, böyle bir kimse için zahîre edinmek, edinmemekten daha evlâdır. Eğer geliri ile idare edecek bir gayr-i menkul edinirse, kalbi de ancak bununla ALLAH´tan başka şeylerden boşalıyorsa, böyle bir gelir kaynağını edinmek, kendisi için edinmemekten daha iyidir. Çünkü maksat, ALLAH´ın zikri için kalbini tecerrüd edip ıslah etmesidir. Bazı şahısları malın varlığı, bazı şahısları da malın yokluğu meşgul eder. Mahzurlu olan şey, insanı ALLAH´tan uzaklaştıran şeydir. Yoksa esasında ne dünyanın varlığı, ne de yokluğu mahzurlu değildir! Bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber tüccarlara, çalışanlara ve sanatkârlara sanatını terketmesini emretmedi. Bunları terkedene de ´bunlarla meşgul ol!´ demedi. Sadece, bütün insanları ALLAH´a davet etti.

Kurtuluşlarının kalplerini dünyadan kesip ALLAH´a bağlamaya bağlı olduğunu telkin etti. ALLAH ile meşgul olmanın temeli kalptir. Bu bakımdan zayıf bir kimsenin yapması gereken en doğru hareket, ihtiyacı kadar rızık edinmektir. Kuvvetli bir kimsenin yapması gereken en doğru hareketinin de azık edinmeyi terketmek olduğu gibi... Buraya kadar söylediklerimizin hepsi çoluk çocuk sahibi olmayan bir kimsenin hükmüdür. Aile sahibi bir kimse ise ailesi için bir senelik yetecek zahîre edinirse tevekkül hududunun dışına çıkmaz. Çünkü bunu onların zayıf hallerini dikkate alıp kalplerini sükûnete kavuşturmak için edinmektedir. Bir sene yetecek miktardan fazla edinmek ise, tevekkülü bozar. Çünkü sebepler, seneler tekerür ettikçe tekrarlanır. Bu bakımdan bir sene yetecek miktardan fazlasını edinmenin sebebi, kalbin zâfiyetidir. Kalbin zafiyeti ise, tevekküle zıt düşer. Bu bakımdan tevekkül sahibi demek, kalbi kuvvetli, nefsi ALLAH´ın faziletine itimat eden, zâhirî sebeplere değil ALLAH´ın tedbirine güvenen muvahhid kimse demektir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) aile efradının bir senelik yiyeceğini zahîre olarak koymuştur.23 Oysa dadısı Ümmü Eymen´e ve başkasına yarın için birşey saklamalarını yasaklamıştır,24
Hz. Bilâl´in, iftar etmek için sakladığı bir parça ekmeğini görünce onu böyle yapmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Bilâl! İnfak et! Arş sahibinin az vereceğinden korkma!25 Yine Hz. Peygamber Bilâl´e şöyle buyurmuştur: Senden birşey istenilirse vermemezlik etme! Sana birşey ve-rilirse onu saklama!26

Bunu, tevekkül sahiplerinin efendisi Hz. Muhammed Mustafa´ya uymak bakımından böyle yapmalıdır. Hz. Peygamber´in emeli o derece kısaydı ki küçük taharetini yaparken su yakın olmasına rağmen teyemmüm eder ve şöyle derdi:
Bana, suya yetişeceğimi kim garanti edebilir? Belki de suya yetişemem!27

Hz. Peygamber eğer zahîre edinmiş olsaydı, onun bu hareketi tevekkülünde bir eksiklik olmazdı; zira o, zahîre edindiği şeye güvenmiyordu. Fakat Hz. Peygamber zahîre edinmeyi, ümmetinin kalben kuvvetli olanlarına ders vermek için terketti; zira ümmetinin kuvvetlileri, onun kuvvetine nisbeten zayıftır. Hz. Peygamber, ailesine bir senelik nafaka edindi. Fakat bunu kendisinin veya ailesinin kalplerinde zâfiyet olduğu için edinmedi. Ümmetinin zayıflarına bu durumu meşru kılmak için bunu yaptı.

ALLAH Teâlâ (c.c) insanlara emrettiği ağır vazifeleri yapmalarını istediği gibi, vermiş olduğu ruhsatları da yapmalarını ister diye zayıfların kalbini hoşnut etmek için zayıflığın, onları ümitsizliğe sürüklememesi için haber vermiştir ki onlar zirveye çıkmaktan aciz oldukları için imkânları dahilinde olan hayrı yapmayı da bırakmasınlar. Çünkü Hz. Peygamber sınıf ve dereceleri ne olursa olsun, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu anladığında bilirsin ki zahîre edinmek, bazı insanlara zarar verir, bazı insanlara da zarar vermez. Buna Ebu Ümâme Bahîlî´nin rivayet ettiği hadîs delâlet eder: Ashab-ı suffeden biri vefat etti. Kefeni yoktu. Hz. Peygamber ´Onun elbisesini arayın´ dedi. Onun izarının iç kısmında bağlı bulunan iki dinar buldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Bunlar iki dağdır!´ buyurdu.28 Yani bu zat, bunlarla dağlanacaktır. Oysa diğer müslümanlardan, ölüp de geride servet bırakanlar olduğu halde Hz. Peygamber onlar
hakkında hiç de böyle demiyordu. Bu durumun iki yönü vardır. Çünkü bu şahsın hali, iki ihtimal taşır:
Birincisi: Hz. Peygamber´in ´Bunlar ateşten yapılmış iki dağdır´ demesidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak.(Tevbe/35)

Bu durum, kişi, zühd, fakirlik ve tevekkül sahibi olduğunu söy-lediği halde bunlardan müflis ise tahakkuk eder. Öyle ise bu bir tür aldatmadır!
İkincisi: Bunu aldatmak için yapmamasıdır. Bu takdirde Hz. Peygamber´in bu sözü, onun kemâl derecesinin eksikliğine işaret olur. Nitekim iki dağın eserinin yüzün güzelliğini eksilttiği gibi... Bu, aldatmadan ötürü değildir; zira kişinin arkasında bıraktığı herşey, onun ahiret derecesinde bir eksikliktir. Çünkü bir kimseye dünyada birşey verildi mi onun nisbetinde ahireti eksilir.

Kalbin, zahîre edinenin sevgisinden uzak olmasıyla beraber, zahîre edinmenin, tevekkülü bozmasının mecburi olmadığının beyanına gelince, bu duruma Bişr´den rivayet edilen haber şehadet eder. Râvi şöyle anlatır: Bişr´in yanında bulunuyordum. Sakalına ak düşmüş, esmer, hafif sakallı biri Bişr´in huzuruna girdi. Hiç kimsenin önünde ayağa kalktığını görmediğim Bişr, onun önünde ayağa kalktı. Bişr bana bir avuç dirhem verip ´En güzel yemeklerden ne bulursan bize onu satın al´ dedi. Oysa hiçbir zaman bana böyle birşey söylememişti.

Hüseyin der ki: Yemeği getirdim, önlerine koydum. Bişr misafîriyle beraber yemek yedi. Oysa başkasıyla birlikte yemek yediğini görmemiştim. Muhtaç olduğumuz kadarını yedik. Yemekten bir-çok şey kaldı. Misafir kalanı alıp elbisesine sardı ve gitti. Onun bu durumuna hayret edip kınadım. Bişr bana O´nun bu yaptığını niçin kınadın?´ dedi. Ben ´Evet! İzin almadan sofrada kalan yemeği alıp gitti! Bu nasıl olur? dedim. Bişr ´O kardeşimiz Feth el-Mevsılî´dir. Bugün Musul´dan ziyaretimize geldi. O bize zahîre edinip de zarar görmeyeceğimiz tevekkül´ü öğretmek istedi!´ dedi.

Üçüncü Durum
Bu durum, korku arzeden zararı bertaraf eden sebeplere teves-sül etmek hususundadır. Zarar, bazen nefiste veya malda insanı korku ile karşı karşıya getirir. Oysa korkuyu defedici sebepleri terketmek tevekkülün şartlarından değildir. Nefis hakkındaki kor-kuya gelince, yırtıcı hayvanın bulunduğu bir yerde, selin akıntı yerinde, yıkılmaya yüz tutan duvarın gölgesinde veya tavanı yıkılmış evin altında uyumak gibi... Bütün bunlar yasaklanmıştır. Böyle yapan bir kimse, faydasız bir şekilde, nefsini tehlikeye maruz bırakmıştır. Evet bu sebepler bazen kesin, bazen zannedilen, bazen da vehmedilen kısımlara ayrılır. Bunlardan vehmedileni terketmek tevekkülün şartıdır. O öyle bir sebeptir ki onun zararı defetmeye olan nisbeti, dağlanmak ile muska yaptırmaya nisbeti gibidir; zira dağlanmak ve muska, olacağı ümit edilen bir şeyi (sözde) defetmek için bazen mahzurlu bir hareketi insana yaptırtır. Bazen de mahzurlu şey tahakkuk ettikten sonra kaldırılması için kullanılır. Oysa Hz, Peygamber tevekkül sahiplerini dağlamayı, muskayı, fal açmayı bırakmakla vasıflandırmıştır. Onları ´soğuk bir yere çıkarken cübbe giymezler´ diye vasıflandırmamıştır! Oysa cübbe de olabilecek soğuk algınlığını bertaraf etmek için giyilir.

Cübbe durumunda olan sebeplerin hepsi böyledir. Evet! İçten gelen hararetin kuvvetini artırmak için kış mevsiminde sefere çıktığında sarımsak yemekle kuvvet almayı düşünmek, çoğu kez sebepler hususunda derinliğine dalmak ve sebeplere fazlasıyla güvenmek olur. Nerdeyse dağlanmaya yaklaşacak bir duruma gelir. Ama cübbe giymek böyle değildir. Kesin iseler defedici sebepleri terketmek için bir yön vardır. Öyle ise kendisine bir insandan zarar dokunduğunda, sabretmek imkânı olduğu gibi zararı defetmek ve intikam almak imkânı da olursa, bu takdirde tevekkülün şartı zararı sineye çekmek ve sabretmektik.
Yalnız onu (ALLAH´ı) veli edin! Onların dediklerine sabret! (Müzzemmil/9-10)

Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler ALLAH´a tevekkül etsinler!(İbrahim/12)

Onların eziyetlerine aldırma, ALLAH´a dayan. (Ahzâb/48)

O halde, azim sahipleri olan peygambeleriıı sabrettiği gibi sabret!(Ahkâf/35)

Böyle salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59)

Bu hüküm, insanlara eziyet hakkındadır. Yılanlar, yırtıcı hayvanlar akreplerin eziyetine karşı sabretmeye gelince, onları defetmeyi terketmenin tevekkülle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur! Çünkü hiçbir faydası yoktur; zira çalışma veya çalışmayı terketmek, ancak dine yardım etmesi açısından istenir. Bizzat kendisi için istenmez. Burada sebepleri sıralamak, tıpkı kesb ve faydayı celbetmek hususundaki sebepleri sıralamak gibidir. Bu bakımdan onları tekrar etmek suretiyle sözü uzatmayacağız. Maldan zararı defeden sebeplerde de durum böyledir. Evden çıkarken kapıyı kilitlemek, deveyi bağlamak tevekküle bir eksiklik getirmez; zira bu sebepler, ya kesin veya zanla ALLAH´ın sünnetiyle bilinmektedir.
Hz. Peygamber´e (s.a) bir bedevî, devesini başıboş bırakıp ´ALLAH´a tevekkül ettim´ dediğinde Hz. Peygamber bedevîye ´Deveni bağla da öyle tevekkül et!´ demiştir.29

Korunma tedbirinizi alın!(Nisâ/102)

Silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisâ/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla ALLAH´ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de ALLAH´ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfâl/60)

O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü siz takip edileceksiniz!(Duhân/23)

İsrâ (geceleyin yürümek) düşmanın gözünden kaybolmak ve bir nefsin korunma sebeplerine başvurması demektir. Bir de Hz. Peygamber´in zararı defetmek için düşmanların gözünden, Sevr mağarasında gizlenmesi vardır. Korku namazında silah taşımak, yılan ve akrebi öldürmek gibi kesin bir müdafaa değildir; zira ikincisi kesinlikle tahakkuk etmiştir. Fakat silah taşımak, zannedilen bir şeyden dolayıdır, Daha önce zannedilenin kesin sebep gibi olmadığını, tevekkül´ün ancak mevhum bir sebebi bırakması olduğunu izah etmiştik.

Soru: Bir cemaattan hikâye olunduğuna göre, tevekkül sahiplerinden öyleleri varmış ki aslan pençesini onun iki omuzu arasına koyduğu halde tınmamış!?

Cevap: Onlardan bir cemaatten hikaye edildiğine göre, onlar aslana da binerlermiş!? Dolayısıyla bu makam, yani böyle yapma yetkisine sahip olmak, seni aldatmasın. Bu, her ne kadar esasında mümkün ise de, başkasından öğrenmek yoluyla böylelerine uymak uygun değildir. Bu makam kerametlerin yüksek bir makamıdır. Fakat tevekkülde şart değildir. Tevekkül´de öyle sırlar vardır ki o sırlara ancak vâsıl olanlar vakıf olurlar.

Soru:Bir alamet var mıdır ki ben onun vasıtasıyla bu sırlara vardığımı bilmiş olayım?

Cevap: Vâsıl olan, alâmetleri aramaya muhtaç değildir. Fakat bu makamdan daha önce belirtilen makamın alâmetlerinden biri, senin içinde bir köpek vardır, adına öfke denir. Onun sana boyun eğmesi bu makamın alâmetlerindendir. O köpek durmadan hem seni, hem başkasını ısırır. Bu köpek, kışkırtıldığında ancak senin işaretinle harekete geçebilecek şekilde sana boyun eğiyorsa, yırtıcı hayvanların sultanı olan aslanı sana boyun eğdirecek kadar derecen yücelir. O vakit, ev köpeğinin sana musahhar olması yaban köpeğinin boyun eğmesinden daha evlâ değil midir? Postunun içindeki köpek sana boyun eğdiği zaman, bu kapında bekleyen köpeğin boyun eğmesinden daha iyidir. Senin içindeki köpek (öfke) sana musahhar değilse, zahirî köpeğin sana boyun eğmesine aldanma!

Soru: Tevekkül sahibi bir kimse düşmandan sakınmak için si-lahına sarıldığında, hırsızdan korunmak için kapısını kilitlediğinde, çöllere düşmekten çekindiği için devesinin ayağını bağladığında acaba nasıl tevekkül sahibi olur?

Cevap: İlim ve hâl ile tevekkül sahibi olur!
İlm´e gelince, hırsızın kapıyı kilitlemesiyle değil, ALLAH Teâlâ´nın onu defetmesiyle hırsızın içeriye giremediğini bilmesidir. Çünkü nice kilitli kapı vardır ki fayda vermez. Nice deve vardır ki ayağı bağlanır, ya ölür veya ayağını çözer de kaybolur. Nice silahlı kişi vardır ki öldürülür veya mağlup olur. Bu bakımdan hiçbir zaman bu şeylere güvenme, husumet hususundaki vekil için belirttiğimiz gibi müsebbib´ul-esbab´a (ALLAH´a) güven; zira tevekkül sahipleri eğer mahkemede bulunup sicilleri getirirse, kendi nefsine ve getirdiği sicillere değil, vekilinin maharetine güvenir!

Hâl´e gelince, kişinin evinde ve nefsinde ALLAH´ın hükmüne razı olup şöyle demesidir:
Ey ALLAHım! Eğer evde bulunan şeylere, onları alacak birini musallat edersen, o senin yolundadır ve ben de senin hük-müne razıyım; zira bana verdiğin geriye alınmayacak bir hibe mi olduğunu veya geri istenilecek bir emanet mi olduğunu bilmiyorum ve yine bilmiyorum ki bu rızık benim midir veya ezelde meşiyetin o başkasının rızkıdır diye mi sebkat etmiştir? Sen nasıl hükmedersen ben o hükme razıyım. Senin hükmünden korunmak ve kaderine kızdığım için kapıyı kilitlemiş değilim. Sebeplere yapışmam, senin sünnetine göre hareket etmek içindir. Bu bakımdan ey sebeplerin müsebbibi, güven ancak sanadır!
Kişinin hali ve ilmi böyle olduğunda, devenin ayağını bağlamak, silah taşımak ve kapıyı kapatmak, onu tevekkül hududundan dışarı çıkarmaz. Kişi eve dönüp de eşyalarını evde bulunca, bu onun nezdinde ALLAH´tan gelen yepyeni bir nimet olmalı, böyle telâkki etmelidir. Eğer eşyayı çalınmış görürse, kalbine bak-malıdır: Eğer kalbinin buna razı olduğunu, bununla sevindiğini görür ve ´ALLAH Teâlâ bunu benden ancak ahirette rızkımı fazla vermek için almıştır´ derse, onun tevekküldeki makamı sıhhatli ve doğru olur. Eğer kalbi bundan elem duyar, bununla beraber sabrının kuvvetliliğini görürse, tevekkül davasında doğru olmadığı anlaşılır.

Çünkü tevekkül zühdden sonra gelen bir makamdır. Zühd, kaybettiği dünyasından dolayı üzülmeyen ve elde ettiğiyle sevinmeyen bir kişinin işidir. Bu kişi ise bunun tam aksinedir. Madem ki zühd budur, o halde bu kişinin tevekkülü nasıl doğru olabilir? Evet! Eğer gizleyip şikayetini açığa vurmazsa, aramak ve tecessüste gayreti çoğalmazsa, sabır makamı kendisi için sıhhatli olur. Eğer buna gücü yetmeyip kalbi eziyet duyar, dili şikayet eder ve bedeniyle çalışırsa, böyle kimse için, malının çalınması günahını daha artırıcı olur! Çünkü kendisi, bütün makamlardan eksik ve bütün davalarda yalancıdır. Bundan sonra nefsini iddialarında doğrulamamaya var kuvvetiyle çalışması ve gururunun ipiyle hiçbir kuyuya inmemesi gerekir. Çünkü nefis kandırıcı, kötülüğü emredici ve hayrı iddia edicidir.
Soru: Tevekkül sahibi bir insanın malı olur mu ki malı çalınsın?

Cevap: Onun evi, yemek yediği kap kacak, su içtiği ve abdest aldığı testi, azığını muhafaza ettiği dağarcık, düşmanını uzaklaştırdığı gibi ev eşyalarından hâli değildir. Bunlardan başka hayatın zarurî gereklerinden olan ev eşyası da vardır. Bazen da bir muhtacı görüp kendisine vermek için eline geçen malı yanında bırakır. Bu niyetle yanında mal bırakmak onun tevekkülünü bozmaz. Su testisini, içinde azığı bulunan dağarcığı elden çıkarmak tevekkülün şartlarından değildir. O ancak yemek hususunda zaruret miktarından fazla olan mal hakkında geçerlidir. Çünkü ALLAH´ın sünneti, malı mescidlerin köşelerinde bulunan fakir tevekkül sahiplerine yetiştirmekle cari olmuştur. Testileri ve ev eşyalarını her gün veya her hafta dağıtması ALLAH´ın sünnetine uygun değildir. ALLAH´ın sünnetinden çıkmak tevekkülün şartı değildir. Bunun için Havvas, sefere çıktığında beraberinde ip, kova, makas ve iğne götürürdü. Yiyecek maddesi götürmezdi. Fakat ALLAH´ın sünneti (âdeti) bu iki işin arasındaki farklılıkla cari olmuştur.

Soru: Kişinin muhtaç olduğu eşya çalınırsa üzülmemesi nasıl düşünülür? Zira eğer kişi, onu istemiyorsa neden onu edinmiş, neden onun üzerine kapıyı kilitlemiştir? Eğer ona ihtiyacı olduğu için istemişse, çalındığında kalbi nasıl ondan eziyet duymaz ve üzülmez? Oysa ihtiyacı ile bu hâdise arasında bir perde olmuştur.

Cevap: Kişi o eşyayı dini hususunda ondan yararlanmak için korur; zira eşyanın kendisi için hayırlı olduğunu düşünür. Eğer bu eşya kendisi için hayırlı olmasaydı ALLAH kendisine rızık olarak vermezdi. Böylece ALLAH´ın bu eşyayı edinmeyi kendisi için kolaylaştırmasıyla o eşyanın hayırlı olmasına delil getirdi. Bu eşyanın bulunmasının dinin sebepleri hususunda kendisine yardımcı olduğunu zannetmekle beraber, ALLAH hakkında hüsn-i zan etmesiyle delil getirdi. Bunun kesinlikle böyle olmasını bilmiyor; zira o eşyanın elinden alınmasıyla belalandırılmasmda hayır olması, hedefine varmak için yorulup yorgunluk sebebiyle sevabının daha fazla olma ihtimali vardır. ALLAH Teâlâ hırsızı mu-sallat kılmak suretiyle o eşyayı ondan alınca bu zannı değişti. Çünkü bütün durumlarda ALLAH´a güvenir, ALLAH hakkında hüsn-i zan sahibidir. Bu takdirde der ki:

Eğer şu ana kadar olmasında benim için hayrın olduğunu ve şundan sonra da yokluğunda hayrın olduğunu ALLAH bilmeseydi bunu benden almazdı.

İşte bu gibi zan ile ondan üzüntünün uzaklaşması düşünülür; zira bu zannıyla sebeplere sevinir, fakat sebep olmalarından değil, sebeplerin müsebbibinin bir lütfu olması hasebiyle sevinir. Bu kişi tıpkı şefkatli ve her yaptığına razı olunan bir doktorun huzurunda bulunan hasta gibidir. Eğer doktor kendisine gıda verirse buna se-vinir ve şöyle der: ´Eğer doktor gıdanın bana faydalı olduğunu ve gücümün bu gıdaya yeteceğini bilmeseydi bana vermezdi". Eğer doktor, bundan sonra, gıdayı kendisinden alsa yine sevinir ve der ki: ´Eğer gıda bana zararlı olup beni ölüme doğru sevketmeseydi, doktor gıdayı benden menetmezdi´.

Bu bakımdan kim ALLAH´ın ihsânı hakkında bu hastanın tıp ilminde mahir ve şefkat sahibi doktor hakkında inandığı gibi inanmazsa o kimsenin tevekkülü asla doğru değildir. Kim ALLAH´ı bilir, O´nun fillerini tanır, kullarının ıslahındaki sünnetini sezerse, onun sevinmesi sebeplerle değildir. Çünkü o, hangi sebeplerin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Zengin veya fakir olmama aldırmam. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum´.

İşte tevekkül sahibi bir kimse de eşyasının çalınmasına veya çalınmamasına böylece aldırmalıdır. Çünkü dünya ve ahirette hangisinin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilemez. Nice eşya vardır ki dünyada insanoğlunun helâk olmasına sebep olur ve nice zengin vardır ki zenginliğinden dolayı bir belâya uğrar ve ´Keşke fakir olsaydım!´ der.

21) Deylemî, Müsned´u1-Firdevs
22) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme´den)
23) Müslim, Buhârî, (Daha önce de geçmişti).
24) Daha önce geçmişti.
25) Bezzar
26) Taberânî, Hâkim
27) İbn Ebî Dünya
28) İmam Ahmed
29) Tirmizî
 
Alt 03-08-2009, 22:40   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Muhabbet Konusuna Giriş

Velîlerinin kalplerini dünyanın süslerine ve iltifat etmekten münezzeh kılan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki onların sırlarını, huzurundan başkasını düşünmekten tasfiye etmiştir. Sonra o sırları izzetinin yaygısı üzerine dürmeleri için edinmiş ve hâlis kılmıştır! Sonra isimler, sıfatlar ve marifetinin nûrlarıyla pırıl pırıl parlayacak derecede onlara tecelli etmiştir. Sonra onlara mübarek vechinin nûrlarını keşfettirmiştir ki sevgisinin ateşiyle yansınlar. Sonra onlardan celâlinin künhüyle perdelendi. Öyle ki onlar kibriyasının ve azametinin sahrasında şaşkın kalakaldılar. Bu bakımdan onlar ne zaman ki celâlinin künhünü mülahaza etmeye yeltenmek isteseler, onları akıl ve basiretlerinin yüzünü kaplayan dehşet kaplar. Ne zaman ki ümitsiz olarak o meydandan çekilmek isterlerse, cemalin çadırlarından ´Ey cehaletinden ve aceleciliğinden ötürü hakkı elde etmekten ümitsiz olan! Sabret!´ diye çağrılır. Böylece onlar red, kavuşma, kabul, kovulma arasında, muhabbetinin ateşiyle tutuştukları halde marifetinin denizinde kalakalmışlardır.

Salât ve selâm nübüvvetinin kemâliyle peygamberlerin sonun-cusu olan Hz. Peygamber´in, halkın efendileri, imamları, önder ve rehberleri olan âlinin ve ashabının üzerine olsun! (Yârab!) onlara çokça selâm et!

Muhakkak ki ALLAH´ın muhabbeti, makamlardan en yüce makamın, derecelerden en yüksek derecenin ta kendisidir. Muhabbetin idrâkinden sonra hiçbir makam yoktur ki onun meyvelerinden bir meyve, Şevk, Üns, Rıza ve benzerleri gibi onun etbaından biri olmasın. Muhabbet´ten önce hiçbir makam yoktur ki muhabbetin mukaddimelerinden biri olmasın! Tevbe, Sabr, Zühd ve başkaları gibi....

Diğer makamlara, ulaşmak pek zor ise de kalpler onun imkânına inanmaktan boş bulunmazlar. ALLAH´ın muhabbetine inanmak pek az ve nadirdir. Hatta bir kısım âlimler onun imkânını inkâr ederek şöyle demişlerdir: ´ALLAH´ın muhabbetinin mânâsı, ALLAH´a ibadet etmeye devam etmekten başka birşey değildir! Muhabbetin hakikati muhaldir. Bu ancak sevenin cinsinden olursa mümkün olur´. Bu âlimler, muhabbeti inkâr ettiklerinden üns, şevk, münacât lezzeti ve muhabbetin diğer durumlarını da inkâr etmişlerdir. O halde, bu konunun üzerinden perdeyi kaldırmak gerekir.

Biz bu kitapta muhabbet hakkındaki şeriat delillerini, sonra muhabbetin hakîkat ve sebeplerini, sonra ALLAH´tan başkasının muhabbet´e müstehak olmadığını, sonra lezzetlerin en büyüğünün ALLAH´ın vechi kerimine bakmanın lezzeti olduğunu, sonra ahiret´teki bakış lezzetinin dünyadaki marifetten daha fazla olmasının sebebini, sonra ALLAH muhabbetini takviye eden sebepleri, sonra insanların muhabbet hususunda neden değişik olduklarını, sonra ALLAH´ın marifetinde zihinlerin kusurluluğundaki sebebi, sonra şevk´in mânâsını, sonra ALLAH´ın kuluna olan muhabbetini, sonra ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetleri hakkındaki sözü, sonra ALLAH ile olan ünsiyetin mânâsını, sonra ünsiyetteki inbisat mânâsını, sonra rıza mânâsındaki sözü, sonra rıza´nın fazileti ile hakikatini, sonra duanın ve masiyetlerden tiksinmenin buna zıt düşmediğini, günahlardan kaçmanın da böyle olduğunu, sonra muhiblerin çeşitli hikâye ve sözlerini beyan edeceğiz. İşte bu kitabın bütün beyanları bunlardan ibarettir.

 
Alt 03-08-2009, 22:41   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi

Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni ALLAH Teâlâ´dır. Öyleyse ALLAH´ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir.

ALLAH Teâlâ´nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik. Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi...

Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz.

Bu bakımdan eğer biz âlemde O´ndan başkalarına bakarsak onlarla O´nun sıfatını bile-meyiz. Öyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa ALLAH´ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder.

Hatta ALLAH Teâlâ´nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır. Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler.

İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum budur, ALLAH Teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O´nun varlığına şahitlik eder, O´nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır. Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimi-zin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak... Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O´nun büyüklüğüne şahitlik eder, O´nu tanıtır. Böylece akıllar dehşete kapıldığından O´nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır:

Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez.

İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu. Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen ALLAH ortaktan münezzehtir. Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen ALLAH ortaktan münezzehtir.

Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir. Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk
ettik. Dolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendik. Güneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır.

Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir. Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir. Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse ALLAH Teâlâ eşyanın en zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir.

Eğer O´na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın bir kısmı O´nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O´nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda ALLAH´tan başkasını görmez ve O´ndan başkasını bilmez. Varlıkta ALLAH´tan başkasının olmadığını bilir.

Fiilleri ise ALLAH´ın kudret eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller ALLAH´a tâbidir. ALLAH olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir´in varlığıdır. Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O´nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür.

Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir´in sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, ALLAH´ı geçip de başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi... Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz!

Bütün âlem ALLAH´ın tasnifidir. Bu bakımdan ALLAH´ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin ALLAH´ın fiili olduğunu bilen bir kimse, ALLAH´ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, ALLAH´tan başkasına bakmış, ALLAH´tan başkasını tanımış ve ALLAH´tan başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse ALLAH´tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, ALLAH´ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi´t-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhidde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! ´Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık´ diyenin sözünde bu mânâya işaret vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir. Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir.

Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların ALLAH´ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budur. Bir de bu sebebi (ALLAH´ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür.

İnsanoğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup FesübhânALLAH der. Oysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığındanbunların şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer se-bepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu bakımdan insanlar, ALLAH´ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir.27

Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: ´Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?´

27) Bu, halkın ´Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor´ demesine benzer.
 
Alt 03-08-2009, 22:42   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
ALLAH´a Olan Şevk´in Mânâsı
ALLAH´a olan muhabbetin hakikatini inkâr eden elbette şevk´in hakikatini de inkâr etmek mecburiyetindedir; zira şevk, ancak se-vilen biri hakkında tasavvur olunabilir. Biz ise ALLAH´a karşı olan şevk´in varlığını ârif kişinin ibret, basiretlerin nûrlarıyla bakmak, haberler ve eserler yoluyla ona mecbur olduğunu ispat edeceğiz.

İbreti isbat etmeye gelince, sevginin isbatı hususunda geçen hüküm kâfidir. Her sevilen kendisinin bulunmadığı yerde de sevilir. Hazır bulunana ise iştiyak yoktur. Çünkü şevk, aramak ve bir şeyi beklemek demektir. Hazır olan ise aranmaz. Şevk ancak bir yönden idrâk edilen, diğer bir yönden idrâk edilmeyen bir şeye karşı tasavvur edilir. Hiç idrâk edilmeyen bir şeye karşı ise iştiyak yoktur. Ona karşı şevk sözkonusu değildir; zira bir şahsı görmeyen ve onun vasfını duymayan bir kimsenin, o şahsa karşı müştâk olması düşünülemez. Kemâlinden ötürü idrâk olunana ise, iştiyak sözkonusu değildir. İdrâkin kemâli, görmekle tahakkuk eder. Bu bakımdan sevdiğinin müşahedesine ve ona bakmaya devam eden bir kimse için bu mahbuba karşı şevk´inin varlığı sözkonusu değildir.

Fakat şevk ancak bir yönden bilinen, başka bir yönden bilinmeyen bir şeye bağlanır. Bu durum, iki yönden ötürü ancak gözle görülen şeylerden bir misal vermek suretiyle inkişaf eder. Mesela mâşukası kendisinden kaybolup kalbinde onun hayali bulunan bir kimse, görmekle, o hayali kemâle erdirmeye müştaktır. Eğer onun kalbinden mâşukun zikri, hayali ve marifeti unutulacak derecede silinirse, artık ona karşı iştiyakı düşünülemez. Eğer onu görürse, gördüğü anda ona iştiyakı tasavvur edilemez. Bu bakımdan şevk´in mânâsı; nefsinin hayalini tekâmüle erdirmeye müştak olması demektir. Bazen mâşuku kendisine hakîki sureti görülmeyecek şekilde bir karanlıkta görür. Bu bakımdan rüyetinin tamam olmasına iştiyakı olur. Suretindeki inkişafın tamamı ancak üzerine ışığın doğmasıyla mümkündür.

İkincisi, sadece mahbubunun yüzünü görmesi, mesela onun saçını ve diğer güzelliklerini görmemesidir. Böylece bunları da görmeye iştiyakı hâsıl olur. Eğer hiç görmemiş ve görmeden sadır olan bir hayal de nefsinde sabitleşmiş ve mahbubun güzel bir uzvu olduğunu bilir, fakat görmekle cemâlin tafsilatını idrâk etmemişse, bu takdirde hiç görmediğinin kendisine keşfolunmasına müştâk olur. Bu vecihlerin ikisi de ALLAH hakkında düşünülür. Bunların ikisi de zarurî olarak her ârif kişiye lâzımdırlar; zira ârifler için ilâhî işler her ne kadar parlak bir şekilde belirmişse de sanki ince bir perdenin arkasındadır.

Bu bakımdan tam ve parlak bir şekilde belirmez, ona karışık hayaller katışmıştır; zira hayaller bu âlemde bütün malumatı temsil ve hikâye etmekten kurtulmaz. Bu bakımdan bu hayaller marifetleri bulandırıp karıştırırlar. Bunlara dünya meşgaleleri de eklenir. Öyleyse vuzuhun kemâli, ancak müşahede ve tecellinin tam doğuşuna bağlıdır. Bu da ancak ahirette olur. Bu durum zarurî olarak ALLAH´a karşı iştiyakı gerektirir. İştiyak ise âriflerin mahbubunun müntehasıdır. İşte bu, şevk´in iki çeşidinden biridir. Bu da az olan bir şeyi kemâle götürüp tam vuzuha kavuşturmasıdır. İkincisi, ilâhî işlerin sonuçları yoktur. Ancak kullardan her birine bir kısmı görünür. Sonu olmayan birçok işler de çözülmeden kalır. Ârif kişi onların varlığını ve ALLAH´a malum olduklarını bilir ve ilminin dışında kalan malumatların, bildiklerinden daha çok olduğunu bilir. Bu bakımdan ârif kişi, hiç tanımadığı malumatlardan elde etmediklerinin hakkında durmadan, marifetin aslını elde edinceye kadar iştiyaklı olur. Birinci şevk rüyet, mülâkat ve müşâhede diye adlandırılan şeyler ancak ahirette sonuçlanır. Bu şevk´in dünyada sükûnete kavuşup durgunlaşması düşünülemez.

İbrahim b. Edhem (şevk sahiplerindendi) şöyle diyor: Birgün ´Yârab! Eğer seni sevenlerden birisine seninle mülâki olmadan önce kalbini teskin edecek birşey vereceksen onu bana ver; zira kıvranmak beni bîtab düşürdü´ dedim. Bu konuşmadan sonra rüyamda gördüm ki ALLAH Teâlâ beni huzuruna almış ve şöyle diyor: ´Ey İbrahim! Benden utanmadın mi ki benimle mülâki olmadan önce kalbini sükûnete kavuşturacak bir şeyi sana vermemi istedin.

Müştâk bir kimse dostuyla mülâki olmadan önce nasıl durur?´ Bunun üzerine dedim ki: ´Ey RABBİM! Senin sevgine hayran kaldım. Bilmiyorum! Beni affet ve ne diyeceğimi bana öğret!´ ALLAH şöyle buyurdu: ´De ki: Ey ALLAHım! Beni kazâna râzı, belâna karşı sabırlı kıl. Nimetlerinin şükrünü yapanlardan kıl!´ Zira bu şevk (ancak) ahirette sükûnet bulur.

İkinci şevke gelince, bu şevk ne dünyada, ne de ahirette sonu olmayacağa benziyor! Zira bunun nihayeti (sonu) ahirette ALLAH´ın celâlinden, sıfat, hikmet ve fiillerinden ALLAH´a malum oları şeyin kula keşfolunmasıdır. Oysa bu muhaldir. Çünkü bunun nihayeti yoktur. Kul durmadan ALLAH´ın cemâl ve celâlinden kendisine keşfolunmayan olduğunu bilir. Hiçbir zaman onun iştiyakı durmaz. Hele derecesinin üstünde birçok derecenin olduğunu gören bir kimsenin iştiyakının durması mümkün değildir. Ancak bu kimse visalin aslı olduğu için visalin kemâline iştiyak duyar. Bu kimse bunun için lezzetli bir şevk hisseder ki onda bir elem görünmez. Keşif ve nazarın lütûflarının sonsuza kadar arka arkaya gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Öyle ise nimet ve lezzet kesilmeden, ebede kadar artış kaydeder. Nimetlerin incelerinden yeni yeni verilenlerin lezzeti, verilmeyene karşı olan şevk´i hissetmekten insanı alıkoyar. Bu da dünyada hakkında hiçbir zaman keşif hâsıl olmayan birşey hakkında keşfin vukûunun mümkün olması şartıyladır. Eğer bu mebzul değilse, bu takdirde nimet artış kaydetmeksizin bir sınırda durur. Fakat kesilmez bir şekilde devam eder.
(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: ´RABBİMiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!´(Tahrim/8)

Bu ayet şu mânâyı muhtemildir: Kişi dünyada nûrun esasıyla azıklanırsa, nûrunu tamamlamak kendisine minnet etmek olur. Şu mânâya da gelme ihtimali vardır: Dünyada tekâmülün fazlasına muhtaç olacak bir şekilde parlamayanın gayrisindeki nûrun tamamlanmasıdır. Bu bakımdan nûrun, tamamlanandan maksadı o olur!
Bize bakın da yararlanalım. Onlara ´Arkanıza dönünde nûr arayın!´ denilir.(Hadîd/13)

Bu ayet nûru dünyada edinmenin gerekli olduğuna delâlet eder. Sonra o nûrun parlaklığı ahirette artar. Ahirette yeni bir nûr verilmez. Bu hususta zan ile hükmetmek tehlikelidir. Bizim için hâlâ güvenilir bir hüküm belirmiş değildir. Öyleyse ALLAH Teâlâ´dan bizi ilim ve rüşd bakımından geliştirmesini, hakkı hak olarak göstermesini diliyoruz. İşte basiret nûrlarının bu kadarcığı, şevk´in hakîkat ve mânâlarının keşfedilişidir. Haberlere ve eserlerin delillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur.

Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir.
Ey ALLAHım! Senden, kazadan sonra rızâyı ve ölümden sonra maişetin serinliğini, kerîm yüzüne bakmanın zevkini ve mülâkatın olan şevk´i talep ediyorum.28

Ebu Derdâ (r.a) Ka´b´ul-Ahbar´a: ´Tevrat´taki en hususî ayeti bana haber ver!´ dedi. Ka´b dedi ki: Tevrat´ta şöyle buyurulmuştur:
Ebrârın, mülâkatıma olan iştiyakı uzadı. Oysa ben onların mülâkatına, şevk bakımından daha şiddetliyimdir.

Ka´b dedi ki: Bu ayetin yanında da şöyle yazılıdır: ´Beni arayan beni bulur. Benden başkasını arayan beni bulamaz!´ Bunun üzerine Ebu Derdâ şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber´in de bunu söylediğine şehadet ederim´.

Dâvud´un haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın Hz. Davud´a şöyle bu-yurduğu vârid olmuştur:
Ey Dâvud! Arzımın ehline tebliğ et ki ben beni sevenin dostu-yum. Benimle oturanın arkadaşıyım. Zikrime ünsiyet ede-nin mûnisiyim. Bana arkadaşlık yapanın arkadaşıyım. Beni seçeni seçerim. Bana itaat edeni severim. Ne zaman kulu-mun beni sevdiğini bilirsem, onu nefsim için kabul eder, onu öyle bir sevgi ile severim ki mahlukâtımdan hiçbiri bu hu
susta onun önüne geçemez. Kim hak ile beni ararsa bulur. Kim gayrimi ararsa bulamaz! Ey yeryüzünün ehli! Dünyanın aldanışında sizde olanı terkediniz. Benim kerametime, arkadaşlığıma, benimle oturmaya geliniz! Benimle ünsiyet ediniz ki sizinle ünsiyet edeyim ve muhabbetinize koşayım! Muhakkak ki ben, dostlarımın çamurunu dostum İbrahim´in, kurtardığını (kulum) Musa´nın ve seçtiğim Muhammed´in çamurundan yarattım. Müştakların kalplerini nûrumdan yaratıp, celâlimden nimetlendirdim.

Seleften bir zattan rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, sıddîklardan birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Benim birtakım kullarım vardır, beni severler. Ben de onları severim. Onlar bana müştaktırlar, ben de onlara müştakım. Beni anarlar! Ben de onları anarım. Bana bakarlar! Ben de onlara bakarım. Eğer onların yolundan gidersen seni sever, ayrılırsan senden nefret ederim.O zat ´Yârab! Onların alâmetleri nedir?´ diye sorunca ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:
Onlar şefkatli çobanın sürüsünü gözetmesi gibi, gündüzleyin gölgeleri gözetirler. Kuşun, güneş battığı zaman yuvasına müştâk olduğu gibi, güneşin batışına müştaktırlar. Ne zaman ki karanlık gelir, yataklar yayılır, tahtlar kurulur ve her dost dostu ile başbaşa kalırsa, onlar ayaklarının üzerine dikilirler. Yüzlerine doğru yayılırlar. Kelâmımla bana müracaat ederler. Kendilerine vermiş olduğum nimetlerimden ötürü bana yalvarırlar. Onlar bağıran ve ağlayanlar, ah çekenler ve şikayet edenlerdir. Ayakta duran, oturan, rükû ve secdede bulunanlardır. Benim gözümle benim için tahammül ederler, benim kulağımla benim sevgimden şikayet ederler. Onlara ilk vereceğim üç şeydir: Nûrumdan onların kalbine atarım. Onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler. İkincisi, eğer gökler ve bunlarda bulunan şeyler onların terazilerinde olsa bunları onlar için az görürüm. Üçüncüsü, yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle kendisine yöneldiğim bir kimseye vermek istediğimi kim bilebilir?

Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın ona şöyle vahyettiği vârid olmuştur:
- Ey Dâvud! Ne zamana kadar cenneti hatırlamayacaksın? Benden bana olan şevk´i istemeyeceksin?
- Yârab! Sana müştâk olanlar kimlerdir?
- Bana müştâk olanlar o kimselerdir ki onları her bulanıklıktan arındırmış, sakındırmakla uyandırmışımdır.
Kalplerinden bana açılan bir delik yaratmışımdır ki bana bakarlar. Onların kalplerini elimle kaldırır, semanın üzerine koyarım. Sonra meleklerimin ileri gelenlerini çağırır,
onlar bir araya geldiklerinde bana secde ederler, kendilerine derim ki: ´Bana secde edesiniz diye sizi çağırmadım! Fakat size bana müştâk olanların kalplerini arzedeyim diye ve size karşı onlarla iftihar edeyim diye çağırdım. Çünkü onların kalpleri, benim göğümde, güneşin yeryüzündekilere ışık verdiği gibi meleklerime ışık verir´.Ey Dâvud! Ben müştakların kalbini rıdvanımdan yaptım, vechimin nûruyla nimetlendirdim. Onları kendime yâr ve bedenlerini yerde bakışımın merkezi yaptım. Onların kalplerinden bir yol
açtım. Onunla bana bakarlar. Her gün şevkleri artar.
- Yârab! Muhabbetinin ehlini bana göster!
-Ey Dâvud! Lübnan dağına git! Orada ondört kişi vardır. İçlerinde genç,ihtiyar,orta yaşlılar vardır. Onlara vardığında benden selâm söyle ve kendilerine de ki:
´Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ´Siz bir ihtiyaç talebinde bulunmayacak mısınız? Muhakkak ki siz benim muhiblerim, seçilmiş kullarım ve velilerimsiniz. Sizin sevginize
seviniyor, sizin muhabbetinize koşuyorum´.

Bunun üzerine, Dâvud (a.s) onlara vardı. Baktı ki onlar bir pınarın başında ALLAH´ın azametini düşünüyorlar. Dâvud´u gör-üklerinde kendisinden kaçmak için ayağa kalktılar. Dâvud dedi ki: ´Ben ALLAH´ın size gönderilmiş elçisiyim. ALLAH´ın emrini size tebliğ etmeye geldim!´ Bunun üzerine onlar Dâvud´a yönelip kulaklarını ona diktiler, gözlerini çevirdiler. Bunun üzerine Dâvud (a.s) dedi ki:Ben ALLAH´ın size gönderilmiş peygamberiyim. ALLAH size selâm ediyor. Size diyor ki: ´Benden neden bir ihtiyacınızı, bir hacetinizi istemiyorsunuz? Neden beni çağırmıyorsunuz ki sesinizi ve konuşmalarınızı dinleyeyim? Muhakkak sizler benim dostlarım, velî kullarımsınız. Sevmenize sevinir, muhabbetinize koşarım. Her saat şefkatli ve ince kalpli bir annenin evladına bakışı gibi size bakarım´.
Bu söz üzerine gözyaşları yanaklarından dökülmeye başladı. İhtiyarlar dedi ki: ´(Ey RABBİMiz!) Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin. Biz senin kullarınız. Kullarının evlatlarıyız. Geçmişte kaplerimizin senin zikrinden kesilmesini bağışla!´
Diğeri dedi ki: ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz senin kullarınız ve kullarının evlatlarıyız. Bizimle senin aranda olan muamelelerimizde bize bakmakla bize minnet et!´

Başka biri ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz kullarınız. Kullarının evlatlarıyız! Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildiğin halde nasıl senden istemeye cesaret ederiz? Bu bakımdan senin yolunda yola devam etmeyi bize nasip eyle! Bununla bizim üzerimizdeki nimetini tamamla!´

Başkası ´Bizler senin rızanın talebinde kusurluyuz. Cömertliğinle bize yardım et!´ dedi.
Başkası Bir damla meniden bizi yarattın. Azametini düşünmekle bize minnet ettin. Senin azametinle meşgul, celâlini düşünen bir kimse seninle konuşmaya cesaret edebilir mi? Bizim isteğimiz senin nûruna yaklaşmaktır´ dedi.

Diğeri ´Dillerimiz seni çağırmaktan yoruldu. Çünkü şânın yücedir. Çünkü sen velî kullarına yakınsın. Çünkü muhabbet ehlinin üzerinde senin minnetin çoktur´ dedi.

Bir diğeri ´Sensin kalbimizi zikrine hidayet eden! Seninle meşgul olmaya kalbimizi boşaltan. O halde, şükründeki kusurumuzu bize bağışla!´ dedi.

Bir başkası ´Bizim ihtiyacımızı biliyorsun. İhtiyacımız sadece senin yüzüne bakmaktır!´

Bir başkası ´Kul nasıl efendisine karşı cüretkâr olur? Zira cömertliğinle dua etmeyi sen bize emrettin. O halde göklerin tabakalarmdan gelen bir karanlıkta bize rehber olacak bir nûru bize bağışla!´ dedi.

Bir diğeri ´Senden dileğimiz bize yönelmen ve bunu bizim nezdimizde devam ettirmelidir!´ dedi.
Bir başkası ´Senden bize hibe ettiğinde nimetinin tamamını istiyoruz´ dedi.

Başkası ´Senin yarattıklarının hiçbirinde bizim gözümüz yoktur. Bu bakımdan cemâline bakmayı bize minnet et!´ dedi.

Bir başkası ´Arkadaşlarımın arasında senden bir dileğim var! Dünya ve ehline bakmaktan gözlerimi kör etmeni, ahiretle meşgul olmaktan da kalbimi menetmeni istiyorum´ dedi.
Başkası ´Sen müşriklerin dediğinden yücesin! Senin velî kullarını sevdiğini biliyorum. O halde kalbimizin senden başka herşeyden dönüp seninle meşgul olmasın bize minnet et!´ dedi.
Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, Dâvud´a vahiy göndererek dedi ki:
- Onlara de ki: Sizin konuşmalarınızı dinledim. İsteklerinizi verdim. Bu bakımdan her biriniz arkadaşlarından ayrılsın. Kendi nefsine bir yol edinsin! Muhakkak ben kendimle sizin aranızda bulunan perdeyi kaldıracağım ki siz benim nûruma ve celâlime bakasınız.
- Onlar ne ile senin bu lûtfuna mazhar oldular?
- Güzel zan, dünya ve dünya ehlinden kaçıp benimle başbaşa kalmak, benimle münacât etmekle! Muhakkak bu bir mertebedir. Ona ancak dünya ve dünya ehlini terkeden varabilir. Dünyanın hiçbir şeyiyle meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan, beni bütün kullarıma tercih eden bunu elde eder. İşte böyle bir durumda ona şefkat eder, nefsini boşaltır, benimle onun arasındaki perdeyi kaldırırım. Öyle ki kişi, gözüyle birşeye baktığı gibi bana
bakar. Her saat ona kerametimi gösteririm. Onu yüzümün nûruna yaklaştırırım. Hasta düşerse şefkatli annenin evladına bakması gibi ona bakarım! Susarsa su içiririm. Ona zikrimin tadını tattırırım.

Ey Dâvud! Ona bunu yaptığımda nefsini dünya ve ehlinden körleştiririm. Dünyayı ona sevdirtmem. Benim (sevgim)le meşgul olmaktan artık o gevşemez. O hemen huzuruma gelmek ister. Oysa ben onu öldürmeyi hoş görmem. Çünkü o, mahluklarımın arasında bakışımın merkezidir. Ben ondan başkasına bakmam.

Ey Dâvud! Onun nefsi eridiği, cismi zayıfladığı, azaları fersude olduğu, kalbi zikrimi dinlediği zaman onu bir görsen! Onunla meleklerime ve gök ehline karşı iftihar ederim. O, korku ve ibadet bakımından artar.

Ey Dâvud! İzzet ve celâlime yemin ederim! Onu cennette otur-tacağım. Bana bakmaktan onun sabrına şifa vereceğimi Öyle ki rızanın üstünde razı oluncaya kadar...
Yine Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur:

Benim sevgime yönelen kullarıma de ki: ´Yarattıklarımdan gizlendiğimde, sizinle aramdaki perdeyi kaldırıp kalp gözlerinizle bana bakacak derecede size imkân verdiğimde size hiçbir zarar gelmez. Dininizi size yaydığımda sizden aldığım dünyanın size ne zararı olabilir? Benim rızamı talep ettiğinizde halkın öfkesi size nasıl zarar verir?´

Yine Hz. Dâvud´un haberlerinde vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Beni sevdiğini iddia ediyorsun. Eğer beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkart. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir arada bulunamaz.

Ey Dâvud! Dostunla ihlâslı ol. Dünya ehliyle az ihtilât et! Dinini (veya borcunu) bana havale et, başkalarına değil! Benim muhabbetime uygun görünene yapış, senin için müşkil olan hakkında da bana yaslan, o zaman seni düzeltmeye acele etmem bana hak olur! Senin önderin ve delilin ben olurum. İstemeden sana veririm. Zorluklara karşı yardım ederim. Ben nefsime, ancak talebinin varlığını huzuruma atmak olduğunu bildiğim bir kulu doğruya iletmeyi gerekli kıldım. Oysa o kul bunu huzuruma getirmekle benden müstağni olamaz. Sen böyle oldun mu, zillet ve vahşeti senden uzaklaştırıp zenginliği kalbine yerleştiririm. Çünkü kulum nefsine güvenir ve fiillerine bakarsa onu nefsine havale etmeyi gerekli kılarım. O nefis ki eşyanın en zayıfıdır. O nefis senin ameline zıt düşmez ki sen zorluk çekesin. Arkadaşın da bu durumda senden fayda görmez.

Benim marifetime bir hudud bulamazsın. Marifetin sonu da yoktur, Ne zaman benden fazlalık istersen sana veririm. Benden gelen fazlalığın hududunu bulamazsın. Sonra İsrailoğullarna bildir ki benimle kullarımın arasında bir soy yoktur ki onların benim katımdaki istek ve iradeleri alabildiğine büyük olsun. Onlara gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin kalbine gelmeyen şeyleri mübah kılacağım. Beni iki gözünün arasına koy. Kalbinin gözüyle bana bak! Akıllar: benden perdelenmişlere bakma! Çünkü onlar akılları alabildiğine salıverdiler. Ben izzet ve celâlime yemin ettim ki tecrübe niyetiyle benim ibadetime girene sevabımı açmayacağım. Öğrettiğine tevazu et! Müridlere pek fazla serzenişte bulunma. Eğer muhabbetimin ehli, müridlerin katımdaki derecelerini bilseydiler müridler için kendilerini toprak yapar, müridleri üzerlerinde yürütürlerdi Ey Dâvud! Eğer bir müridi, içinde bulunduğu bir sarhoşluktan çıkarırsan, onu kurtarırsan seni var kuvvetiyle çalışıp cihad eden bir kimse olarak kaydedeceğim. Kimi böyle kaydedersem artık onun üzerinde bir vahşet ve insan-ların ihtiyacı sözkonusu olmaz.

Ey Dâvud! Sözüme yapış. Nefsinden nefsin için azık edin. Sakın ondan getirmeyesin ki senden muhabbetimi perdelemeyeyim. Kullarımı rahmetimden ümitsiz etme ki bana (rahmetime) olan şehvetini kesmeyeyim; zira ben zevkleri ancak mahlukâtımm zâfiyetinden ötürü mübah kıldım. Kuvvetlilere ne oluyor ki zevk peşinde koşuyorlar. Muhakkak ki zevkler, münacâtımm halâvetini eksiltir. Zevklere dalan kuvvetlilerin en az cezası olarak onların akıllarını kendimden perdelerim; zira ben dünyayı dostum için münasip görmem. Dostumu dünyadan uzaklaştırırım.

Ey Dâvud! Benimle arana bir âlimi sokma ki o, sarhoşluğuyla seni muhabbetimden perdelemesin. Onlar, mürid olan kullarımın yolunu kesenlerdir! Şehvetleri terketmek hususunda,daima oruç tutmaktan yardım iste!Oruçyemeyi tecrübe etmekten kaçın! Zira oruca olan sevgim, onun devam ettirilmesidir.
Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık yapmak suretiyle bana kendini sevdir. Ondan şehvetleri menet ki sana bakayım ve aramızda perdelerin kalktığını göresin. Sevabımla sana minnet ettiğimde, ona gücün yetsin diye seninle müdaraat ediyorum. Sen ibadetime yapışmış olduğun halde onu senden esirgeyecek miyim?

ALLAH Teâlâ (c.c) yine Hz. Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Ey Dâvud! Eğer bana sırt çevirenler onları nasıl intizar ettiğimi, onlara nasıl şefkat gösterdiğimi, onların günahı terketmelerine nasıl iştiyak duyduğumu bilseydiler, bana olan şevklerinden ölürlerdi. Muhabbetimden azaları paramparça olurdu.
Ey Dâvud! İşte benden yüz çevirenler hakkındaki iradem budur. Acaba bana yönelen hakkındaki iradem nasıldır?
Ey Dâvud! Kulumun bana en muhtaç olduğu zaman, benden kendisini müstağni gördüğü zamandır. Kuluma en fazla merhamet ettiğim zaman da benden yüz çevirdiği za-mandır. Benim katımda en büyük olduğu zaman bana dönüş yaptığı zamandır!

İşte bu ve buna benzer sayılmayacak kadar çok olan haberler Muhabbet, Şevk ve Ünsiyet´in isbatma delâlet ederler. Oysa onların mânâsının tahkiki ancak daha önce söylediklerimizle inkişaf eder.

28) Taberânî
 
Alt 03-08-2009, 22:43   #8
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
ALLAH´ın Kulu Sevmesi ve Bu Sevginin Mânâsı

Kur´an´ın delilleri ALLAH´ın kulunu sevdiği hususunda birbi-rini takviye etmektedir. Bu bakımdan bu sevginin mânâsını bilmek gerekir. Biz önce sevginin delillerini takdim edelim.
ALLAH onları sever, onlar da ALLAH´ı severler!
(Mâide/54)

ALLAH, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.
(Saf/4)
ALLAH tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever.(Bakara/222)

ALLAH Teâlâ ´Ben ALLAH´ın habibiyim´ diye iddia eden bir kimseyi reddederek şöyle buyurmuştur:
De ki: ´O halde niçin günahlarınızdan ötürü (ALLAH) size azap ediyor?´(Mâide/18) Enes (r.a)

Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor.
ALLAH Teâlâ bir kulunu sevdiğinde o kula günah zarar vermez. Günahtan tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.29

Bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: ALLAH tevbe edenleri sever! (Bakara/222)
Ayetin mânâsı şudur: ALLAH onu çok sevdiği zaman ölmeden önce ona tevbe nasip eder. Ne kadar çok olursa olsun geçmiş günahlar ona zarar vermez. Nitekim İslâm´dan sonra geçmiş küfrün insana zarar vermediği gibi... ALLAH Teâlâ, sevgi, için günahın affını şart koşarak şöyle buyurmuştur:

De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu îmran/31)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim ALLAH için tevâzu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim böbürlenirse, ALLAH onu alçaltır. Kim ALLAH´ın zikrini çokça yaparsa ALLAH onu sever.31

Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur:
Kul, nafile ibadetlerle bana yaklaştığında onu öyle severim ki duyan kulağı, gören gözü olurum.32

Zeyd b. Eslem şöyle demiştir: ALLAH kulunu sever ki ona şöyle diyecek dereceye varır: ´İstediğini yap! Seni bağışladım!´

Muhabbet hakkında söylenenler hadde hesaba gelmez. Biz kulun ALLAH´ı sevmesi mecazî değil de hakikattir dedik; zira muhabbet, sözlük anlamı olarak nefsin kendisine uygun olan bir şeye meyletmesinden ibarettir. Aşk ise galip ve müfrit meyilden ibarettir. Biz daha önce ihsanın nefse uygun olduğunu belirttik. Cemâl de uygundur. Cemâl ile ihsanın bazen gözle idrâk edildiğini, bazen de basiretle bilindiğini belirttik. Sevgi bunların her birine tâbi olur. Sadece gözle idrâk olunana has değildir dedik. ALLAH´ın kulunu sevmesine gelince, bütün isimler ALLAH´a ve ALLAH´ın gayrisine ıtlak olunduklarında her ikisine de aynı mânâ ile ıtlâk olunmaz. Hatta iştirak bakımından isimlerin en umumîsi olan vücûd ismi bile aynı yönde Hâlık ile mahluku kapsamaz. ALLAH´tan başka her şeyin varlığı ALLAH´ın varlığından istifade eder. Bu bakımdan tâbi olan varlık, metbû olan varlığa hiçbir zaman eşit olamaz. Ancak ismin ıtlak olunmasında eşittirler.

Bunun benzeri, at ile ağacın cisim isminde ortak olmasıdır; zira cismiyetin mânâ ile hakikati ikisinde de birbirine benzer. Fakat hiçbir zaman birinin asıl olmasını gerektirmez. Bu bakımdan bunların birinin cismiyet! diğerinden alınmış değildir. Bu uzaklık diğer isimlerde daha belirgindir. İlim, irade, kudret ve diğerleri gibi... Bu bakımdan bütün bunlarda yaratanı mahluka benzetme. Lugat bu isimleri önce mahlukât için vazetmiştir; zira bu isimlerden, hâliktan önce mahlukât akla gelir. Bu nedenle bu isimlerin Hâlık hakkında kullanılması istiare, mecaz ve nakil yoluyladır. Muhabbet kelimesi, lügatta nefsin kendisine uygun ve münasip olana meyletmesinden ibarettir, Bu mânâ ancak eksik ve kendisine uygun olan maksadı elinden kaçmış bir nefis hakkında düşünülür. Bu bakımdan bu nefis o şeyi elde etmek suretiyle bir kemâli elde eder. Dolayısıyla onu elde etmekle lezzetlenir. Oysa bu mânâ ALLAH için muhaldir; zira her kemâl, her cemâl, her güzellik ve celâl, ilâhlık hakkında mümkündür. Bu bakımdan o, hâzır ve hâsıldır. Ezelde ve ebedde onun husulü farzdır. Onun yenilenmesi ve giderilmesi ALLAH hakkında düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH için başkasına, başkası olmak hasebiyle bakılmaz. ALLAH´ın nazarı sadece zatına ve fiillerinedir. Oysa varlıkta onun zat ve fiillerinden başkası yoktur.33

İşte bunun için Şeyh Ebu Said Mihenî34 kendisine ´ALLAH onları, onlar da ALLAH´ı severler´ (Mâide/54) ayeti okunduğu zaman demiştir ki: ´Hakkıyle ALLAH onları sever; zira o, nefsinden başkasını sevmez´.

Bu mânâya binaen O küll´dür. Varlıkta O´ndan başkası yoktur. Bu bakımdan nefsinden, nefsinin fiillerinden, nefsinin tasniflerinden başkasını sevmeyen bir kimsenin sevgisi, zatını zati ile ilgili olmaları bakımından zatının tâbilerini geçmez. Bu bakımdan o ancak nefsini sever! (Mahluk ancak hâlikın fiili ve eseridir). O´nun kullarını sevmesi hakkında vârid olan lâfızlar tevil edilir. Mânâsı ´Kulun kalbinden perdeyi basiretiyle kendisini görsün diye kaldırmaya veya kendisine yaklaşmak imkânını ona vermeye ve ezelde bunu onun hakkında irade etmeye´ dönüşür. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın sevmiş olduğu kimseye olan sevgisi ezelîdir. Bu sevginin, kulunu bu yakınlık yollarında yürütmek isteyen ezelî iradesine her izafe edildikçe mânâsı budur. Kulunun kalbinden perdeyi kaldıranın fiiline izafe edilirse hâdistir. Kendisini isteyen sebebin meydana gelmesiyle oluşur.

Nitekim bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur:
Kulum kendisini seveyim diye durmadan nafile ibadetlerle bana yaklaşır.35

Nafilelerle ALLAH´a yaklaşması, iç âleminin durulmasına sebep olur. Kalbinden perdenin kalkmasına, rabbine yakın olmasına vesile olur. Bütün bunlar ALLAH´ın fiili ve o kulu için lütfudur. İşte ALLAH sevgisinin mânâsı budur. Bu ancak bir misal ile anlaşılır. O misal de şudur: Sultan bazen kölesini kendine yaklaştırır. Her zaman huzuruna girmeye müsade eder. Çünkü sultan ona meyleder. Ya kuvvetiyle kendisine yardım etmek veya müşahedesiyle müsterih olmak veya reyinde onunla istişare etmek veya yeme ve içmekte yardım etmesi için ona bu izni verir. Bu bakımdan ´Sultan onu sever´ denir. Sultan´ın onu sevmesi, sultan´ın tabiatına uygun bir şeyin onda bulunduğu için ona meyletmesi demektir. Bazen sultan bir kölesini huzuruna yaklaştırır. Huzuruna girip çıkmaktan onu menetmez. Bu ondan bir fayda gördüğü veya onun yardımına muhtaç olduğu için değildir. Fakat o kul haddi zatında insanı razı edecek ahlâk ve güzel hasletlerle donatılmıştır. Öyle hasletler ki onların yüzünden sultanın huzuruna yakın olmaya ve onun yakınlığından bolca nasip almaya lâyık olur. Oysa hiçbir şekilde sultan´ın ondan bir çıkarı yoktur. Sultan onunla arasındaki perdeyi kaldırdığında ´Sultan onu sevdi´ denilir. Ne zaman kişi, perdeyi kaldırmayı gerektiren güzel ahlâkı elde ederse, ´Huzura varmış, kendini sultana sevdirmiştir´ denir.

Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kulu sevmesi ancak ikinci mânâ iledir. Birinci mânâ ile değildir. Ona ikinci mânâyı misal olarak vermekle zihnine yaklaştıkça bir değişiklik meydana gelir. Mânâsı sebkat etmemek şartıyla doğru olabilir; zira habîb, ALLAH´a yakın olandır. ALLAH´a yakın olma da hayvanların, yırtıcıların ve şeytanların sıfatlarından uzak olmaktır. İlâhî ahlâktan ibaret olan güzel ahlâklarla ahlâklanmaktır. Bu yakınlık mekan bakımından değil, sıfat bakımından yakınlıktır. Kim yakın değilse, yakın olduğunda mutlaka onda bir değişiklik olur. İşte çoğu kez bu sebepten dolayı zannedilir ki yakınlık her yenilendikçe hem kulun,hem de ALLAH´ın sıfatında değişiklik meydana gelir (!) Zira önce yakın değilken sonra yakın olmuştur. Oysa bu değişiklik ALLAH hakkında muhaldir. ALLAH Teâlâ ezelde olduğu gibi daima kemâl ve cemâl sıfatları üzerindedir. Bu ancak şahıslar arasındaki yakınlık hakkında bir misal vermekle tam vuzuha kavuşur:

İki şahıs, bazen hareket etmekle birbirine yaklaşırlar. Bazen biri yerinde sabit, diğeri hareket eder, dolayısıyla birinde hiçbir şey olmaksızın diğerinde meydana gelen bir değişiklikle yakınlık oluşur. Sıfatlardaki yakınlık da böyledir; zira talebe, ilim ve güzelliğin kemâlinde hocasının derecesine yakın olmayı ister. Oysa hocası ilminin kemâlinde durmaktadır. Talebenin derecesine inmek için herhangi bir hareketi yoktur. Talebe ise çalışarak cehaletin ta dibinden ilmin yüceliğine doğru terâkki etmektedir. Bu bakımdan talebe, durmadan değişiklik ve terakkide hocasına yaklaşıncaya kadar gayret eder. Hoca ise değişmez ve sabit bir vaziyettedir. İşte kulun yakınlık derecesindeki terakkisinin böyle anlaşılması uygundur. Bu bakımdan kul her ne zaman sıfat bakımından kâmil, ilim bakımından tamam, eşyanın hakikatini ihâta etmek bakımından mükemmel, şeytanı kahretmek ve şehvetleri yenmekte sabit, rezaletlerden uzaklaşmakta nezih oldukça kemâl derecesine daha yakın olur. Kemâl derecesinin zirvesi ALLAH´ındır. Her birinin ALLAH´a yaklaşması kemâli nisbetindedir. Evet! Bazen talebe, hocasına yaklaşmaya ve onunla eşit olmaya, hatta onu geçmeye muktedir olur. Fakat bu ALLAH hakkında muhaldir.

Çünkü ALLAH´ın kemâli sonsuzdur. Kulun kemâl derecelerindeki sülûkünün ise sonu vardır. O ancak belli bir sınıra ka-dar varır. Hiçbir zaman ALLAH ile eşit olmaya çalışmamalıdır. Sonra yakınlık dereceleri sonsuz bir şekilde değişiktirler. Çünkü o kemâlin sonu yoktur. Madem durum budur, ALLAH´ın kulunu sev-mesi, onu zatına, meşgaleler ve günahları kendisinden uzaklaştırmak suretiyle yaklaştırmasıdır. İç âleminin, dünyanın bulanıklıklarından arındırması, kalbi ile görüyor gibi müşahede etmesi için kalbinden perdeyi kaldırmasıdır. Kulun ALLAH´ı sevmesi ise, yoksun olduğu kemâli idrâk etmeye meyletmeşidir. Kendisinde bulunmayan bu kemale yönelmesidir. Şüphe yoktur ki o, elinden kaçırdığı kemâle müştaktır. O kemâlden birşey elde ettiğinde onunla lezzetlenir. Bu mânâ ile şevk ve muhabbet ALLAH için muhaldir. Eğer ´ALLAH´ın kulu sevmesi karışıklık meydana getiren bir şeydir, kul ALLAH´ın dostu olduğunu nasıl bilecek?´ dersen,cevap olarak derim ki: Bunun alâmetleriyle buna istidlâl edilir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Onu mübalağalı bir şekilde sevdiğinde onu edinir.36
- ´Onu edinir!´ ne demektir?
- Ona ne aile efradı bırakır, ne de mal!
Bu bakımdan ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmeti, onu başkasından uzaklaştırması, onunla başkasının arasına girmesidir.
Hz. İsa´ya ´Neden binmek için bir merkeb satın almıyorsun?´ denilince, şöyle demiştir: ´Beni bir merkeple zatından meşgul etmesinden ALLAH katında kıymetim daha yücedir!´
ALLAH Teâlâ bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Eğer o kul belaya karşı sabrederse onu seçer. Eğer o razı olursa onu tercih eder.37

Bazı âlimler şöyle demiştir: ´Sen ALLAH´ı sevdiğini, onun da seni belalandırdığını gördüğünde, bil ki ALLAH seni arındırmak istiyor´.

Müridlerden biri hocasına dedi ki: ´Ben muhabbetin bir şeyine muttali kılındım´. Hocası dedi ki: ´Ey oğul! O kendisinden başka bir mahbubla seni mübtela kılmış mıdır ki sen de O´nu o mahbuba tercih ettin?´ Talebe ´Hayır!´ dedi. Hoca ´O halde, muhabbete tamah etme! Zira ALLAH Teâlâ bir kula bela verip denemedikçe ona muhabbeti vermez´ dedi.

ALLAH bir kulu sevdiğinde o kulun nefsinden ona bir vâiz kılar. Onun kalbinde onu kötülüklerden sakındırıcı bir kuvvet kılar ki o kuvvet onu kötülüklerden meneder.38

ALLAH bir kula hayrı irade ettiğinde ona nefsinin ayıplarını gösterir.39

Bu bakımdan onun en güzel alâmetleri ALLAH´ı sevmesidir; zira bu sevgi ALLAH´ın onu sevdiğine delâlet eder. Onun ALLAH katında sevildiğine delâlet eden fiil ise, ALLAH´ın onun zâhir, bâtın, gizli, aşikâr her işini bizzat idare etmesidir. Bu bakımdan ona yön veren, işini tedbir eden, ahlâkını güzelleştiren, azalarını çalıştıran, zâhir ve bâtınını düzelten, isteklerini bir istek kılan, dünyadan nefret etmeyi kalbine yerleştiren, kendisinden başkasından onu uzaklaştıran, tenhada münâcât lezzetiyle ona ünsiyet veren, onunla marifetinin arasındaki perdeyi onun gözünden kaldıran ALLAH´tır. İşte bu ve benzeri şeyler ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetidir. Şimdi de kulun ALLAH´ı sevmesinin alâmetini zikredelim; zira bu da ALLAH´ın kulu sevmesinin alâmetleridir. Muvaffak kılan ALLAH´tır!

29) Deylemî
30) Hâkim
31) İbn Mâce
32) Buhârî
33) Bu Vahdet´ul-Vücûd görüşüdür. Nitekim Şeyh Muhyiddin b. Arabî de Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu görüşü defalarca tekrar etmiştir.
{İthaf´us-Saade, IX/612). Bu hususta daha tatminkâr malûmat için bkz. İmâm Rabbânî, Mektûbât
34) Adı Fudayl b. Ahmed b. Muhammed´dir.
35) Buhârî, (Ebu Hüreyre´den)
36 taberânî
37) Deylemî
38) Deylemî
 
Alt 03-08-2009, 22:47   #9
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kulun ALLAH´ı Sevmesinin Alâmetleri

Herkes muhabbet iddia eder. İddia etmek ne kadar kolay! Fakat mânâlar çok çetindir! Bu bakımdan insan, şeytanın kandırmasına ve nefsin aldatmasına kanmamalıdır. Nefis ne zaman ALLAH´ın sevgisini iddia ederse, onu alâmetlerle denemedikçe, ondan delil ve burhanlar istemedikçe ona kanmamalıdır. Muhabbet güzel bir ağaçtır. Kökü sabit, dalları göklerde, meyveleri kalpte, dil ve azalarda belirir. Ondan kalp azalan üzerine feyezân eden eserler dumanın ateşe, meyvenin ağaca delâlet etmesi gibi, muhabbetin varlığına delâlet eder. O eserler çoktur. Onlardan biri cennette keşif ve müşahede yoluyla habibin mülakatını sevmektir. Bu bakımdan kalbin bir mahbubu sevip de onun müşahede ve mülakatını sevmemesi düşünülemez. Seven kalbin, o mahbuba varmasının ancak dünyadan ayrılmakla mümkün olduğunu bildiğinde derhal ölüme dost olması, ondan kaçmaması gerekir; zira seven bir insana vatanından sefer edip mahbubunun vatanına gitmek, ona kavuşmak ağır gelmez. Ölüm, mülakatın anahtarı,müşahedeye giriş kapısıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim ALLAH´ın mülakatını severse ALLAH da onun mülakatınısever.40
Huzeyfe ölüm döşeğinde şöyle haykırdı: ´Bir habib ki fakirlik üzerine geldi. Pişmanlıktan kurtulamam´.41

Seleften bir zat şöyle demiştir: ´ALLAH kulda, ALLAH´ın mülakatını sevmekten sonra, fazla secdelerden daha sevimli bir haslet yaratmamıştır!´ Görüldüğü gibi bu bahis, ALLAH ile mülâki olmayı sevmeyi, secdeye takdim etmiştir. ALLAH Teâlâ, sevgideki doğruluğun hakikati için ALLAH yolunda ölmeyi şart koşmuştur; zira onlar ´Biz ALLAH´ı seviyoruz´ dediler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, ALLAH yolunda ölmeyi ve şehidlik mertebesini talep etmeyi bu sözün doğruluğuna alâmet kılarak şöyle buyurdu:

ALLAH kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.
(Saf/4)
ALLAH mü´minlerden canlarını ve mallarını, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.(Tevbe/111)

Hz. Ebubekir´in kendisinden sonra halife olan Hz. Ömer´e yazdığı vasiyetinde şu cümleler yer almaktadır: ´Hak ağırdır, ağırlığına rağmen kolaydır. Bâtıl hafiftir, hafifliğine rağmen ağırdır. Eğer benim vasiyetimi hıfzedersen hiçbir şey sana ölümden daha sevimli gelmez. Nasıl olsa ölüm gelip yakana yapışacaktır. Eğer vasiyetimi zayi edersen sana ölümden daha ağır gelen hiçbir şey olmaz. Zaten sen ölümü sana yetişmekten aciz bırakamazsın!´

İshak b. Sa´d b. Ebî Vakkas babasından şöyle rivayet ediyor: "Abdullah b. Cahş Uhud gününde bana dedi ki: ´Biz ALLAH´a dua etmeyelim mi?´ Böylece bir kenara çekildiler. Abdullah b. Cahş şu duayı yaptı: ´Yârab! Israrla senden istiyorum. Yarın düşman ile
karşılaştığımda karşıma kuvveti ve öfkesi şiddetli olan bir kişiyi çıkar ki senin yolunda onunla çarpışayım. O da benimle çarpışsın. Sonra benim burnumu ve kulağımı kessin. Karnımı yarsın. Yarın senin huzuruna vardığımda ´Ey Abdullah! Senin burnunu ve kulağını kim kesti?´ diye sor. Ben de ´Ey RABBİM! Senin ve Rasûlü´nün yolunda oldu!´ diyeyim. Sen o zaman ´Doğru söyledin!´ de. Ben akşama doğru Abdullah´ı gördüm. Burnu ve kulağı kesilmiş ve ipe takılmıştı".

Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: ´Ümit ederim ki ALLAH Teâlâ onun yeminin başını yerine getirdiği gibi sonunu da yerine getirmiştir!´

Süfyan es-Sevrî ve Bişr el-Hafî derlerdi ki: ´Ancak şüpheli bir insan ölümden hoşlanmaz; zira dost, her durumda dostu ile mü-lakattan hoşlanır´.

Büveytî42 zâhidlerden birine ´Ölümü sever misin?´ diye sordu. Zâhid durakladı. Bunun üzerine Büveytî ´Eğer doğru olsaydın muhakkak ölümü severdin´ deyip şu ayeti okudu:
De ki: ´Eğer (dediğiniz gibi) gerçekten ALLAH katında âhiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin!´(Bakara/94)

Bunun üzerine kişi dedi ki: ALLAH´ın yüce Rasûlü buyurmuştur: ´Sakın sizden hiçbir kimse ölümü temenni etmesin´.

Kişinin bu itirazına karşı, Büveytî ´ALLAH Teâlâ, bu sözünü insanlara isabet eden bir zarardan ötürü ölümü temenni etmemeleri için söylemiştir. Çünkü ALLAH´ın kaza ve kaderine râzı olmak, ondan kaçmayı talep etmekten daha üstündür´.

Soru:Ölümü sevmeyen bir kimsenin ALLAH´ın muhibbi olması düşünülebilir mi?

Cevap: Ölümü sevmemek, bazen dünyayı sevmekten, aile ef-radından, mal ve evlattan ayrılmaya dayanamamaktan ileri gelir. Bu ise, ALLAH´ı kemâl derecesinde sevmeye zıddır. Çünkü kâmil sevgi, kalbin tamamını kapsayan sevgidir. Fakat aile efradının ve çocuğunun sevgisiyle beraber kişide ALLAH sevgisinden zayıf bir kokunun bulunması, uzak bir ihtimal değildir; zira insanlar sevgi hususunda değişik derecededirler.
Onların değişik derecede olduklarına rivayet edilen şu hadîs delâlet eder: ´Ebu Huzeyfe b.

Utbe b. Rabia b. Abdişşems, kızkardeşi Fâtıma´yı azadlısı Sâlim´e nikâh ettiği zaman, Kureyşliler onu bu hâdiseden dolayı kınayarak şöyle dediler: Sen Kureyş´in soylu kadınlarından birini bir köleye nikâh ettin!´ Bunun üzerine, Ebu Huzeyfe şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, Sâlim´in kızkardeşimden daha hayırlı olduğunu bildiğim için kardeşimi ona nikâh ettim´. Ebu Huzeyfe´nin bu sözü Kureyşlilere, yaptığından daha fazla ağır geldi. Bunun üzerine dediler ki: ´Bu nasıl olur? Fatma senin kızkardeşin, Sâlim ise azadlındır!´ Ebu Huzeyfe dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum:

Kim kalbinin tamamıyla ALLAH´ı seven bir kimseye bakmak istiyorsa, Sâlim´e baksın!
Bu hadîs, insanlardan bir kısmının bütün kalbiyle ALLAH´ı sevmediğine delalet eder. Kişi hem ALLAH´ı, hem de ALLAH´ın gayrisini sever. Şüphe yoktur ki bu kimse, ALLAH´ın huzuruna vardığında o huzurdan dolayı olan nimeti, sevgisi nisbetinde olur. Ölüm ânında çekeceği azap da dünyaya olan sevgisi nisbetinde olur.

Ölümü sevmemenin ikinci sebebine gelince, o sebep kulun muhabbet makamının başlangıcında olmasıdır. Kul ölümden çekinmez. O ancak ALLAH ile mülâki olmaya hazır olmadığı için ölümü sevmez. Bu isteksizlik onun sevgisinin zâfiyetine delâlet etmez. O tıpkı kulağına dostunun yanına geleceği haberi gelen ve dostunun evini düzeltip ziyafet hazırlamak için bir saat gecikmesini isteyen bir muhib gibidir. Bu gecikmeden dolayı dostunu istediği şekilde, kalbi meşgalelerden boş olduğu, sırtı yüklerden hafif bulunduğu halde dostunu karşılar. İşte bu sebepten ötürü olan istememezlik, asla sevginin kemâliyle tezat teşkil etmez. Bu sebebin alâmeti amel için daimî çalışması ve bütün himmetini hazırlığa sarfetmesidir.
O alâmetlerden biri de ALLAH Teâlâ´nın sevdiğini, kendisinin sevdiğine hem zâhirde, hem bâtında tercih etmesidir. Bu bakımdan amelin meşakkatine göğüs gerip, hevâ-i nefsin arkasına takılmaktan sakınmalı, tembellikten yüz çevirmeli, durmadan ALLAH´ın ibadetine devam etmelidir. Nafilelerle ALLAH´a yaklaşmaya çalışıp, O´nun nezdindeki derecelerin meziyetlerini aramalıdır. Nitekim muhib bir kimsenin mahbubunun kalbindeki yakınlığın fazlalığını aradığı gibi... ALLAH Teâlâ muhibleri ALLAH´ın dediğini kendi dediğine tercih etmek ile vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler ve onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları) nefislerine tercih ederler.(Haşr/9)

Kim hevâ-i nefsin peşine takılmaya devam ederse onun sevdiği hevasıdır. Muhib bir kimse, sevdiğinin isteği için nefsinin isteğini bırakır.
Ben ona kavuşmayı arzuluyorum. O ise benden uzaklaşmayı!
Bu nedenle kendi isteğimi onun isteği için terkediyorum!
Sevgi galebe çaldığında, hevâ-i nefsin arzûlarını silkip atar, kişi için sevdiğinden başkasından zevk almak diye birşey kalmaz.

Rivayet ediliyor ki Hz. Zeliha iman edip Hz. Yusuf (a.s) kendisiyle evlendiğinde Yusuf tan uzaklaşıp ibadete koyuldu ve ALLAH ile başbaşa kaldı. Yusuf (a.s) onu gündüz yatağına davet ediyor, o ise bu daveti geceye tehir ediyordu. Gece davet edince gündüze bıraktırıyordu. Hz. Yusuf´a şöyle dedi: ´Ey Yusuf! O´nu tanımadan önce seni seviyordum. O´nu tanıdıktan sonra O´nun sevgisi başkasına yer bırakmadı. O´nun yerine geçecek bir bedel de istemiyorum!´ Bu durum, Yusuf (a.s) ona şunları bildirinceye kadar devam etti: "Muhakkak ki bu arzumu ALLAH Teâlâ bana emretti.

ALLAH Teâlâ bana ´Senden iki çocuk yaratacağım ve onları peygamber kılacağım´ dedi". Bunun üzerine Zeliha ´ALLAH Teâlâ sana bunu emretmiş, beni de bu işe yol kılmışsa, ALLAH Teâlâ´nın emrine itaatim vardır´ dedi. İşte böylece Yusuf a teslim oldu.

Durum bu olduğunda ALLAH´ı seven bir kimse ona isyan etmez. Bunun için İbn Mübârek, isyan eden hakkında şöyle demiştir:
ALLAH´a isyan ediyorsun! Oysa O´nu sevdiğini söylüyorsun!
Senin bu yaptığın hayatımla yemin ederim fiiler içerisinde gariptir!
Eğer senin sevgin doğru olsaydı O´na itaat ederdin. Muhakkak ki seven sevdiğine mûtidir. Bu mânâda yine şöyle demiştir:

Canımın istediğini senin istediğin şey için terkediyorum! Sen ne ile razı olursan ben de onunla râzı olurum, nefsim hoşlanmasa bile!Sehl et-Tüsterî dedi ki: ´Sevginin alâmeti, sevileni nefsine tercih etmektir. ALLAH´a itaat eden herkes ALLAH´ın dostu olmaz. Dost, ancak yasaklardan kaçınan kimsedir´.

Hakîkat Sehl´in dediği gibidir. Çünkü ALLAH´ın muhabbeti, ALLAH´ın kulu sevmesine vesiledir. Nitekim ALLAH şöyle buyurmuştur:
Onlar ALLAH´ı severler, ALLAH da onları sever.(Mâide/54)

ALLAH Teâlâ ne zaman kulunu severse, onun velisi olur. Düşmanlarına karşı ona yardım eder. Kulun düşmanı ise nefsi ve şehvetleridir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ ne onu mağlub eder, ne de onu hevasına ve şehvetlerine havale eder.
ALLAH sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Dost olarak ALLAH yeter, yardımcı olarak da ALLAH yeter!(Nisâ/45)

Soru: İsyan muhabbetin esasına zıt düşer mi?

Cevap: İsyan muhabbetin esasına değil, kemâline zıt düşer. Nice insan vardır ki hasta olduğu halde nefsini sever! Sıhhatli olmayı ister. Oysa kendisine zarar vereni yer. Zarar verdiğini bile bile bunu yapar. Böyle yapması nefsini sevmediği mânâsına gelmez. Fakat marifet bazen zayıf olur. Şehvet de galebe çalar. Böylece sevginin hakkını yerine getirmekten aciz olur.

Buna şu rivayet delâlet eder: Nuayman b. Amr b. Rifa el-Ensâri içki içip Hz. Peygamber´e her getirilişinde had uygulanırdı. Birgün yine getirildi. Hz. Peygamber ona had uyguladı. Bu esnada bir kişi ona lanet okuyarak ´içki içip durmadan Peygamber´in huzuruna getiriliyor´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
Sakın ona lanet okuma! Muhakkak o, ALLAH ve Rasûlü´nü sever!43

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, günahtan dolayı onun sevgisini yok saymadı. Evet! Günah onu sevginin kemâlinden yoksun bırakır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´İman kalbin zâhirinde olursa, şahıs ALLAH´ı normal bir derecede sever. Kalbin derinliklerine girdi mi beliğ bir sevgi ile ALLAH´ı sever, günahları terkeder´.

Kısacası; muhabbet davasında tehlike vardır. Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "Sana ´ALLAH´ı sever misin?´ diye sorulduğunda sükût et. Zira eğer ´hayır´ dersen kâfir olursun. Eğer ´evet´ dersen senin vasfın sevenlerin vasfı değildir. Bu bakımdan gazaptan sakın!"

Alimlerden biri şöyle demiştir: ´Cennette marifet ve muhabbet ehlinin nimetinden daha yüce bir nimet yoktur! Cehennemde de yapmacık olarak marifet ve muhabbet iddia edenin azabından daha şiddetli bir azap yoktur!´O alâmetlerden biri de ALLAH´ın zikriyle müstağrak olmaktır. Öyle ki kişinin dili ve kalbi zikirden boşalmaz. Bu bakımdan bir şeyi çok seven kimse, zarurî olarak, ondan ve onunla ilgili şeylerden çokça bahseder. O halde, ALLAH sevgisinin alâmeti O´nun zikrini sevmektir. O´nun kelâmı olan Kur´an´ı sevmektir. O´nun rasûlünü sevmektir ve ALLAH´a nisbet edilen herkesi sevmektir. Çünkü bir insanı seven onun mahallesinin köpeğini bile sever. Bu bakımdan sevgi arttıkça sevgiliden, sevgilinin etrafına sirayet eder. Bu ise sevgide ortaklık değildir; zira sevgilinin elçisini onun elçisi olduğu için seven bir kimsenin, onun kelâmını seven bir kimsenin sevgisi mahbubun gayrisine geçmiş sayılmaz. Aksine bu sevgi sevgisinin kemâline delâlet eder. ALLAH sevgisi kimin kalbine galebe çalarsa ALLAH´ın yarattığıdır diye ALLAH Teâlâ´nın bütün mah-lukâtını sever. Öyleyse böyle bir kimse Kur´an´ı, peygamberi, ALLAH´ın salih kullarını nasıl sevmez? Biz bunun hakikatini uhuvvet ve arkadaşlık bahsinde zikretmiştik!
De ki: Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH´da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!(Âlu İmrân/31)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Size gıda olarak vermiş olduğu nimetlerinden dolayı ALLAH´ı seviniz. Beni de ALLAH için seviniz.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir ´ALLAH´ı seveni seven, ancak ALLAH´ı sever! ALLAH´a ikram eden ancak ALLAH´a ikram eder´.

Bir müridden şöyle hikâye edildi: "İrade yaşında münacâtın tadını tatmıştım. Gece gündüz Kur´an okumaya devam ettim. Sonra bana bir gevşeklik yapıştı. Kur´an okumayı bıraktım. Rüyamda bana şöyle haykıran birini gördüm: ´Eğer sen beni seviyorsan neden kitabıma cefa verdin? Kitabımdaki ince itâbımı (serzenişimi) hiç düşünmedin mi?´ Bunun üzerine uyandım. Gördüm ki kalbime Kur´an´ın muhabbeti yerleştirilmiştir. Böylece eski hâlime döndüm".
İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Hiçbirinizin nefsine Kur´an´dan başkasını sorması uygun değildir. Eğer nefsi Kur´an´ı seviyorsa, o ALLAHı seviyor demektir. Eğer Kur´an´ı sevmiyorsa ALLAH´ı da sevmez´.

Sehl şöyle demiştir: ´ALLAH sevgisinin alâmeti, Kur´an sevgisidir. ALLAH ve Kur´an sevgisinin alâmeti, peygamber sevgisidir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünnet (hadîs) sevgisidir. Sünnet sevgisinin alâmeti, ahiret sevgisidir. Ahiret sevgisinin alâmeti, dünyadan nefret etmektir. Dünyadan nefret etmenin alâmeti, ondan sadece kendisini ahirete ulaştıracak kadar bir azık edinmektir´.O alâmetlerden biri de tenhada ALLAH´a olan münacâtlarına ve ALLAH´ın kitabını okumaya rağbet etmektir. Böyle bir kimse teheccüd namazına devam edip gecenin sükûnetini fırsat bilir. Dünyevî meşgalelerin kesilmesiyle vaktin dürülmesini ganimet sayar. Sevgi derecelerinin en azı, dost ile başbaşa kalmaktan zevk duymak, onun münacâtından nimetlenmektir. Bu bakımdan bir kimseye uyku ve boş sözlerle iştigal etmek ALLAH´ın münacâtından daha hoş gelirse onun sevgisi nasıl sıhhatli olabilir?

İbrahim b. Edhem, dağdan inerken kendisine ´Nereden geldin?´ diye sorlunca ´ALLAH ile ünsiyetten geldim´ diye cevap vermiştir.

Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Sakın kullarımdan birine ünsiyetini verme, muhakkak ki ben kendimden iki kişiyi ayırırım: Vereceğim sevabı geç verilecek sanarak ibadetten ayrılan kişiyi ve beni unutmuş, haline râzı olmuş kişiyi kendimden uzaklaştırırım. Bunun alâmeti; onu kendi nefsine havale etmemdir. Onu dünyada taşkın bir vaziyette bırakmamdır´.

Şahıs ne zaman ALLAH´ın gayrisiyle ünsiyet peyda ederse, ALLAH´tan başkasıyla olan ünsiyeti nisbetinde ALLAH´tan korkar, yine o nisbette ALLAH muhabbetinden uzaklaşır. Hz. Musa siyah köle Berhî´nin yüzü suyu hürmetine ALLAH´tan yağmur istedi. Onun kıssasında vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´ya (a.s) ´Muhakkak Berhî benim en güzel kulumdur. Ancak onda bir kusur vardır´ dedi. Hz. Musa ´Yârab! Onun kusuru nedir?´ diye sorunca,

ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:
Seherlerde esen nesim rüzgârı onun hoşuna gider. O rüzgâra gönül kaptırır. Oysa beni seven bir kimse hiçbir şeye gönül kaptırma malıdır.

Rivayet ediliyor ki bir âbid uzun seneler bir ormanda ALLAH´a ibadet etti. Bir ara ağacın tepesine yuva yapıp akşamları gelip yuvaya sığınan bir kuşa baktı. Kalbinden ´İbadetimi, kuşun yuva yaptığı şu ağacın altında yapsam, kuşun sesini dinlesem ne güzel olur´ dedi. Bunun üzerine o ağacın altına gitti. ALLAH Teâlâ o zamanın peygamberine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Filan âbide de ki: ´Sen bir mahluka ünsiyet verdin. Muhakkak senden öyle bir derece alacağım ki ebediyyen amelinden hiçbir şeyle artık o dereceye varamayacaksın!´
Durum böyle olduğu zaman muhabbet´in alâmeti, mahbubun münacâtıyla ünsiyet etmek ve mahbub ile tenhada kaldığında en güzel şekilde nimetlenme ve sevdiği ile arasındaki halveti bu-landıran, kendisini münacâtın lezzetinden alıkoyan herşeyden kaçmaktır.

Ünsiyet´in alâmeti; akıl ve idrâkin münacâtın zevkinde müstağrak olmasıdır. Tıpkı mâşukuna hitab ve mâşuku ile münacât eden bir kimse gibi... Bu tür zevk bazılarını öyle bir raddeye getirmiştir ki namaz kılarken evi yandığı halde haberi olmaz. Bazılarının ayağı kendisine isabet eden bir hastalıktan dolayı na-maz kılarken kesilir, bundan haberdar olmaz. Sevgi ve ünsiyet kendisine galebe çaldığında halvete çekilmek ve münâcat etmek onun için gözaydınlığı olur. Onunla bütün üzüntülerini bertaraf eder. Ünsiyet ve sevgi onun kalbini öyle kaplar ki dünya meseleleri birkaç defa tekrar edilmedikçe onlardan hiçbir şey anlamaz. Tıpkı donakalmış aşık gibi... Böyle bir aşık diliyle konuşur, fakat kalbi sevgilisinin zikriyle meşguldür. Bu bakımdan muhib odur ki an-cak sevdiği ile mutmain olur.
Onlar inanmışlardır ve kalpleri ALLAH´ı anmakla yatışır; iyi bilin ki kalpler ancak ALLAH´ı anmakla yatışır.(Ra´d/28)

Katâde bu ayetin tefsirinde ´Kalplerin itminanı ALLAH´ın zikriyle ünsiyet peyda etmeleri demektir´ der.
Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´ın muhabbetinden zevk alırsa bu zevk onu dünya talebinden meşgul eder. Bütün insanlardan onu uzak tutar´.
Mutarrıf b. Ebî Bekr ´Dost, dostunun konuşmasından usanmaz!´ dedi.
ALLAH Teâlâ Hz. Davud´a (a.s) vahyederek ´Gece olunca uyuyan benim sevgimi iddia etmekte yalancıdır. Acaba muhib, habibiyle mülâki olmayı sevmez mi? Ben, beni arayan için varım!´
Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yârab! Sen neredesin ki senin yanına gelelim?´ ALLAH Teâlâ ´Sen kasdettiğine muhakkak varırsın!´ demiştir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´ALLAH´ı seven bir kimse nefsinden nefret eder!´

Yine şöyle demiştir: ´Kimde şu üç haslet yoksa o muhib değildir:
1. ALLAH´ın kelâmını, halk kelâmına tercih etmek,
2. ALLAH´ın mülâkatını, halkın mülâkatına tercih etmek,
3. ALLAH´ın ibadetini, halkın hizmetine tercih etmek!´
O alâmetlerden biri de ALLAH´tan başka elden kaçırdığı hiçbir şey için esef etmemesidir. Teessüfünün ibadet ve zikirsiz geçirdiği zamanlar için olmasıdır. Bu bakımdan arada sırada meydana gelen gafletler için de nefsini kınamak ve tevbe etmek suretiyle çokça dönüş yapmalıdır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki ALLAH´ı sevmiş ve O´na ünsiyet vermişlerdir. Böylece elden kaçırdıkları şeyler için gam yemek onlardan giderilmiştir. Onlar nefislerinin zevkiyle meşgul değildirler; zira onların sultanının (ALLAH´ın) mülkü geniştir. O Sultan ne dilerse o olur. Bu bakımdan onlar için ne takdir edilmişse o onların eline gelir. Onların elinden kaçan ise o Sultanın onlar için takdir buyurduğu tedbirledir´.

Muhibbin yapması gereken şey gafletinden kurtulduğunda mahbubuna yönelmektir. Nefsini kınamakla meşgul olmak, rabbinden şöyle dilemesidir: ´Ey RABBİM! Hangi günah ile lütfunu benden kestin? Beni huzurundan uzaklaştırdın? Nefsimle ve şeytanın arkasına düşmekle beni meşgul ettin?´

Nefsini böyle bu kınamak onda berrak bir zikir ve incelmiş bir kalp meydana getirir ki daha önceki gafletinin kefareti olur. Onun düşüşü, zikrinin ve kalp temizliğinin yenilenmesine sebep olur.

Muhib, mahbubdan başkasını görmeyince ve her gördüğünü ondan görünce üzülmez, şikayet etmez ve herşeyi rıza ile kucaklar ve bilir ki mahbub, kendisi için faydalı olanı takdir etmiştir. Derhal ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlar:

Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bizden hoşlanmadığınız birşey hakkınızda iyi olabilir.(Bakara/216)
O alâmetlerden biri de ibadetle nimetlenmesi, ibadeti ağır say-maması ve ibadetten gelen yorgunluğunun gitmesidir.

Biri şöyle demiştir: ´Yirmi sene gecenin acısını çektim. Sonra yirmi sene ondan nimetlendim´.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Muhibbin alâmeti canlılığın devamıdır. İstek ile ibadete koyulan bir kimsenin kalbi değil bedeni fersûde olur!´

Bazıları şöyle demiştir: ´Sevgi üzerindeki çalışmaya gevşeklik karışmaz!´
Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim, ALLAH´ın dostu olan bir kimse büyük vesilelere konsa bile ALLAH´ın ibadetinden usanmaz´.

İşte bu ve buna benzer şeyler müşahedelerde mevcuttur; zira aşık, mâşukunun isteğine koşmayı ağır görmez! Onun hizmetini bedenine ağır gelse bile kalben lezzetli bulur. Onun bedeni her ne kadar aciz düşse de, onun nezdinde en sevimli şey bedeni tekrar kuvvetlendirmek, ondan aczi ALLAH´a ibadetle meşgul olması için gidermektir. İşte ALLAH sevgisi böyle olur; zira sevgi hâkim olduğu zaman, şüphesiz altındaki şeyi istila eder. Bu bakımdan mahbubu, tembellikten kendisine daha sevimli gelen bir kimse, o mahbubun hizmetinde tembelliği bırakır. Maldan daha sevimli ise onun sevgisi uğruna malı bırakır. Muhiblerden biri malını vere vere kendisine hiçbir şey bırakmaymca,kendisine şöyle denildi:
- Senin muhabbetteki bu halinin sebebi nedir?
- Birgün bir muhib gördüm. Mahbubu ile başbaşa kalmış şöyle diyordu: ´ALLAH´a yemin ederim ben, kalbimin tamamıyla seni seviyorum! Oysa sen yüzünün tamamıyla benden yüz çeviriyorsun´. Mahbub ona ´Eğer beni seviyorsan bana ne infak ediyorsun?´ dedi. O cevap olarak dedi ki: ´Ey efendim! Mülkümde olan her şeyi sana mülk edeceğim. Sonra senin için, helâk oluncaya kadar, ruhumu sana infak edeceğim´. Sonra ben kendi kendime dedim ki: ´Bu bir mahluktur, bir mahluka böyle hitap ediyor. Bu bir kölenin kölesidir. Acaba bütün bunların sebebi olan bir ilahın kölesi nasıl olmalıdır?
O alâmetlerden biri de bütün kullara şefkatli olmasıdır. Onlara merhamet etmesi, ALLAH´ın düşmanlarına karşı şiddetli olması, ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeylerden birini yapandan nefret etmesidir.
Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29)
Ona hiçbir kınayıcının kınaması tesir etmez. ALLAH için öfkelenmekten hiçbir mâni onu çevirmez. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de velî kullarını bununla vasıflandırarak şöyle bu-yurmuştur:
Öyle kimselerdir ki çocuğun bir şeyle mükellef kılındığı gibi benim sevgimle mükellef olmuşlardır. Nesir denilen kuşun yuvasına döndüğü gibi onlar benim zikrime dönerler. Kaplanın kışkırtıldığı zaman öfkelendiği gibi onlar da benim haram kıldıklarım yapıldığında öfkelenirler; zira böyle bir kimse insanların çok veya az olmalarına perva etmez!

Bu bakımdan şu misale dikkat et: Çünkü çocuk, herhangi birşeyle mükellef kılındığı zaman, asla ondan ayrılmaz. O şey çocuğun elinden alındı mı çocuğun işi ancak ağlamak, o şey geri gelinceye kadar bağırmaktır. Eğer uyursa elbiselerinin arasında onunla beraberi uyur. Uyandığında geri dönüp ona yapışır. Ondan ayrılınca ağlar. Onu her buldukça güler. O şey hususunda kendisiyle mücadele edenden nefret eder. Onu kendisine vereni çocuk sever. Kaplana gelince, o öfkelendiğinde nefsine hâkim olamaz. Bazen nefsini helâk edecek kadar öfkesi kabarır. İşte bunlar muhabbetin alâmetleridir, kimde bu alâmetler tamam olursa onda muhabbet tam ve berraktır. Ahirette onun içkisi berrak ve tatlıdır. Kim ALLAH´ın sevgisine başkasının muhabbetini katarsa ahirette sevgisi nisbetinde nimetlenir; zira onun içkisine mukarreblerin içkisinden bir miktar katılır. Nitekim ALLAH Teâlâ ebrar hakkında şöyle buyurmuştur:
İyiler nimet içindedirler. (İnfitâr/13)

Onlara mühürlü, saf bir şaraptan içirilir ki sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar. Karışımı tesnîmdendir. Bir çeşme ki (ALLAH´a) yaklaştırılanlar ondan içerler.
(Mutaffifîn/25-28)

Ebrarın şarabı mukarreblerin katıksız şarabı ona katıldığı için hoş oldu. Ayetteki şarab, cennetlerin tüm nimetlerinden ibarettir. Nitekim (Kur´an), bütün amelleri bununla ifade buyurmuştur.
Hayır! İyilerin yazısı illiyyîn´dedir.(Mutaffifîn/18)

(ALLAH´a) yaklaştırılmış olanlar onu görürler.(Mutaffifîn/21)
Onların kitabının yüceliğinin alâmeti, mukarreblerin onu müşahede edecek kadar yükselmesidir. Nasıl ki ebrar, mukarreblere yaklaşmak suretiyle, hâl ve marifetlerinde artış hissederler, onları müşahede etmekle gelişirlerse, tıpkı ahiretteki halleri de böyle olacaktır:
Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.
(Lokman/28)

İlk yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz.(Enbiyâ/104)

Yaptıklarına uygun bir ceza olarak...(Nebe/26)
Yani ceza, onların amellerine uygun olur. Bu bakımdan hâlis amel, katıksız şarap ile, karışık amel de saf olmayan şarap ile karşılanır. Her şarabın katığı, şahsın sevgi ve amellerindeki saflık nisbetindedir:

Artık kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onun müka-fatını görür ve kim zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür.(Zilzâl/7-8)

Bir kavim kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez,
ALLAH zerre kadar haksızlık etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir.(Nisâ/40)

(İnsanın yaptığı amel) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz!(Enbiyâ/47)

Bu bakımdan dünyadaki sevgisi cennet nimeti, elâ gözlü hûrî ve cennet köşkleri için olan kimse cennette dilediği şekilde kendisine yer yapması, cennet vildanlarıyla oynaması, kadınlarından faydalanması için cennete girme imkânına sahip olur. İşte orada ahiretteki lezzeti sona erer; zira insanoğluna ancak muhabbet hususunda nefsinin isteği olan şeyler verilir. Maksadı evin sahibi ve mülkün mâliki olan ve o mâlikin ihlâslı ve doğru sevgisi kalbine galebe çalan bir kimse ise, kudret sahibi bir sultanın katında, rıza gösterilen bir yerde misafir edilir. Bu bakımdan ebrar, cennet bahçelerinde dolaşırlar. Cennetlerde elâ gözlü huriler ve vildanlarla nimetlenirler. Mukarrebler ise, ALLAH´ın huzurundan ayrılmaz. Gözleriyle daima O´na bakarlar. O huzurun bir zerresine nisbeten cennetin bütün nimetlerini hakir sayarlar. Bazı gruplar, işkembesi ve tenasül uzvunun şehvetiyle meşguldür. Bazı gruplar da sohbetle meşguldür.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu saflardır. İlliyyîn ise akıl sahiplerinindir.
Zihinler illiyyîn´in mânâsını idrâk etmekten âciz olduk-larından ALLAH Teâlâ illiyyîn hakkında şöyle buyurdu:
İlliyyîn´in ne olduğunu sana bildiren nedir? (Mutaffifîn/19)

(Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hadise! Nedir o çarpan hâdise? O çarpan hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin?(Kâria/ 1-3)

O alâmetlerden biri de sevgisinde korkak, ALLAH´ın heybet ve azameti karşısında küçülmektir. Bazen zannedilir ki korku, sevginin zıddıdır. Oysa hiç de öyle değildir. Azametin idrâki heybeti gerektirir. Nitekim cemâli idrâk etmenin sevgiyi gerektirdiği gibi... Muhiblerin muhabbet makamında özel korkuları vardır ki başkası için o korku sözkonusu değildir. Onların korkularının bazısı diğerinden daha şiddetlidir. O korkuların ilki ALLAH´ın yüz çevir-mesinden (iltifat etmemesinden) korkmaktır. Hicabın korkusu bundan daha şiddetlidir. Uzaklaştırmanın korkusu ise ondan da şiddetlidir. Hûd suresinde olan bu mânâ muhiblerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa´yı (s.a) ihtiyarlatmıştır.
İyi biliniz ki Semûd (kavmi) nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti.(Hûd/95)

Uzaklaşmanın heybeti ve korkusu ancak yakınlığa alışmış yakınlığın tadını tatmış bir kimsenin kalbinde büyür. Bu bakımdan uzaklaştırılanlardan bahsedilince, bu ALLAH´a yakın olanları ihtiyarlatır. Yakınlığa ancak uzaklığa alışan bir kimse iştiyak duymaz! Uzaklık korkusundan ancak yakınlık sergisine konmak imkânını bulamayan bir kimse ağlamaz! Sonra (bundan daha şiddetlisi) huzurunda durmanın ve fazla bırakılmamanın korkusudur! Zira biz daha önce yakınlaşmanın dereceleri sonsuzdur demiştik. Kulun yapması gereken şey, her nefeste biraz daha yaklaşmak için var kuvvetiyle çalışmaktır.

Benim de kalbimin üzeri paslanır. Hatta, yetmiş defa ALLAH´tan af talep ederim.45
Hz. Peygamber´in af talep etmesi, ancak ilk adımdandır. Çünkü ilk adım, ikincisine nisbeten uzaklıktır. Bu da sâlikler için yolda vâki olan gevşeklik ve sevgiliden başkasına iltifat ettiği için bir cezadır.

Kudsî haberlerde rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Alim kişi dünyayı benim taatime tercih ettiğinde ona vereceğim en az ceza, ondan münacâtımın zevkini almaktır´.

Şehvet sebebiyle fazla nimeti selbetmek, halk tabakasına verilen bir cezadır. Havassa gelince, onları sadece ucub ve beliren lütfun başlangıçlarına meyletmek, fazla nimetten mahrum eder. Kendisinden ancak ayakları marifet zemininde yerleşmiş kimselerin sakınabildiği gizli mekr budur. Sonra (ondan daha şiddetlisi), telâfi edilmeyenin korkusudur.

İbrahim b. Edhem, seyahatte iken dağın tepesinde birinin şu şiiri okuduğunu duydu: ´Senden gelen herşey bağışlanır. Ancak bizden yüz çevirmen hariç! Fevt olunanı sana hibe ettik! Bizden fevt olunan kaldı´. Bunun üzerine İbrahim tirtir titreyip düştü ve bayıldı. Bir gün bir gece ayılmadı. Onda birçok haller meydana geldi. Sonra dedi ki: "Dağdan bir ses işittim: ´Ey İbrahim! Kul ol´ (diyordu). Bunun üzerine kul olup rahata kavuştum".
Bir öncekinden daha şiddetlisi, aşktan mahrum olmak veya bir derecesine kanaat etmek korkusudur; zira muhib için daha şevk ve amansız bir talep gerekir. Aşık bir kimse daha fazla istemekten hiçbir zaman gevşemez. O ancak yeni bir lütuf ile teseli bulur. Eğer mahbubun yerine başka bir şey ile teselli olursa onun bu teselli oluşu duraklamasının veya dönüşünün sebebi olur. Teselli olmak, onun haberi olmaksızın, kalbine girer. Nitekim haberi olmadığı halde sevginin kalbine girmesi gibi... Muhakkak ki bu değişikliklerin gizli ve semavî sebepleri vardır. O sebepleri çözmek insanın kudreti dahilinde değildir. ALLAH Teâlâ bir insanı aldatmak istediğinde ondaki ´Başkasıyla kanaat etme´ özelliğini gizler.
Dolayısıyla o ümitle başbaşa kalır. Güzel bakışla veya gafletin galebe çalmasıyla veya heva-i nefisle veya unutkanlıkla aldanır. Oysa bütün bunlar şeytanın ordularıdır. Öyle ordular ki meleklerin ilim, akıl, zikir ve beyandan müteşekkil ordularına galebe çalarlar!
ALLAH Teâlâ´nın vasıflarından lütuf, rahmet ve hikmet gibi bir kısmının sevginin heyecanını gerektirdiği gibi, ceberrût, izzet ve istiğna vasıfları gibi bir kısmı da vardır ki görünür, dolayısıyla başkasıyla kanaat etmeye sevkeder. Başkasıyla kanaat etmekse mekr´in, şekavet ve mahrumiyetin başlangıcıdır. Sonra bütün bunlardan daha şiddetlisi kalbin ALLAH´ın sevgisinden, başkasının sevgisine intikal etmesiyle ALLAH´ı başkasıyla değiştirme korkusu gelir. Bu da makt´ın ta kendisidir. ALLAH´ın yerine başkasıyla kanaat etmesi; bu durumun başlangıcıdır. ALLAH´tan yüz çevirmek, O´nun cemâlinden perdelenmek, başkasıyla kanaat etmenin başlangıcıdır. İyilik yapmak hususunda göğsün daralması, zikrin devamında inkıbaza uğraması, virdlerdeki vazifelerini yapmakta usanması, bunun sebep ve başlangıcıdır. Bu sebeplerin belirmesi sevgi bakımından makd makamına nakledilmenin delilidir. Bunlardan korkmak, bunlardan doğru bir murakabe ile sakınmak, doğru sevginin delilidir; zira bir şeyi seven bir kimse, şüphesiz ki onun yok olmasından korkar. Öyleyse muhib bir kimse mahbubunun yok olması mümkün olan şeylerden olduğunu bildiğinde kor-kudan emin olmaz.

Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Kim korku olmaksızın, katıksız muhabbetle ALLAH´a kulluk yaparsa o, nimetlerin kendisi için yayılmasıyla ve naz etmekle helâk olur. Kim ALLAH´a, muhabbeti olmaksızın (sadece) korku ile kulluk yaparsa o, uzaklık ve ürk-mekle ALLAH´tan ayrılır. Kim muhabbet ve korku ile ALLAH´a kulluk yaparsa ALLAH onu sever ve kendine yaklaştırır. Mütemekkin kılar ve öğretir´.

Bu bakımdan muhib bir kimse korkudan kurtulamaz. Korkan bir kimse muhabbetten uzak değildir. Fakat alabildiğine muhabbet denizine dalacak kadar muhabbetin kendisine galebe çaldığı bir kimsenin korkusundan kendisinde birazcık varsa o muhabbet makamındadır ve muhiblerden sayılır. Korkusunun katıştığı muhabbet, sarhoşluğunun azını teskin eder. Eğer sevgi galebe çalarsa, marifet istilâ ederse, buna tahammül etmeye beşerin tâkati kalmaz. Bu bakımdan bunu normale ancak korku çevirir. Kalbe vuruşunu hafifletir.

Nitekim bazı haberlerde rivayet edildi ki sıddîkların birine ebdaldan biri şöyle ricada bulundu: ´ALLAH Teâlâ´ya bana marifetten bir zerre vermesi için rica et´. Sıddîk da ALLAH´tan bunu diledi. Bunun üzerine ebdaldan olan zat dağlara düştü. Aklı dehşet içerisinde kaldı. Kalbi muzdarip oldu. Yedi gün gözlerini semaya dikti, yemedi, içmedi. Bunun üzerine sıddîk rabbinden, onun için dilekte bulunarak şöyle dedi: ´Yârab! O marifetin zerresinden bir miktarını kaldır´.

Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, sıddîka şöyle ilham etti: ´Biz ona marifetin bir zerresinin yüz bin parçasından bir parçasını verdik! Bunun sebebi de şudur: Yüz bin kul, bu kulumun istediği anda, benden muhabbetten birşey istediler. Onların dualarını kabul et-meyi, sen şu ebdal için benim nezdimde şefaatta bulununcaya kadar geciktirdim. Senin dileğini kabul ettiğimde onlara da şu ebdala verdiğim kadarını verdim. Böylece marifetin bir zerresini yüz bin kulum arasında taksim ettim. İşte ona isabet eden bu yüz bin parçadan biridir!´

Bunun üzerine sıddîk hayret ederek şöyle haykırdı: ´Ey hâkimlerin hâkimi! Sen ortaktan münezzehsin. Ona verdiğin o parçadan da eksilt! (Çünkü onun buna da tahammülü yoktur)´. Bu dilek üzerine ALLAH Teâlâ ondan o parçanın bir kısmını giderdi. Böylece onun yanında bir zerresinin yüz bin cüzünden bir cüzünün on bin parçasından bin parçasını bıraktı. Bunun üzerine onun korkusu, sevgi ve ümidi normale döndü. Sükûnet buldu. Diğer ârifler gibi oldu.
Arifin hâli hakkında şair şöyle demiştir: ´Vecdi yakındır. İnsanların hür ve kölelerinden uzak hedefe, garip vasıflı ve garip ilme sahiptir, onun kalbi kuvvetli demir gibidir. Mânâları gözlerle görülmekten yüceldi. Ancak hazır bir kimseye görünür. Bayramlar belli vakitlerde olur. (Oysa) onun için her gün bayramdır. Ahbablar için uzak aralıklı sevinçler vardır, fakat onun sevinci uzak tanımaz´.

Cüneyd-i Bağdadî birkaç beyit okuyarak âriflerin sırlarına işaret etti. Her ne kadar bunu belirtmek caiz değilse de... Onlar şu beyitlerdi: ´Bazı insanları kalpleri gayb´ta yürüttü. Dolayısıyla onlar nimet veren cömerdin yakınma kondular. ALLAH´ın yakınında bir meydana, onun kudsünün gölgesine (kondular). O meydanda onların ruhları cevelân eder, yer değiştirir. Onların o meydana varışları izzet ve akıl iledir. Oradan çıkışları ise, bundan daha kâmil olanadır. O´nun sıfatlarından tek olan izzetle O´na giderler. Tevhîd´in hüllelerinde yürürler. Bundan sonra da sıfatların daha incesi vardır. Onun nezdinde ketmedilmesi daha evlâ ve daha adaletli olan vardır. Ona olan ilminden onu koruyanı ketmedeceğim. Ondan verilmesi doğru olanı vereceğim. Ondan ALLAH´ın kullarına haklarını vereceğim. Ondan menedilmesi gerekenleri menedeceğim. Bütün bunlara ilaveten Rahman´ın bir sırrı vardır. Onu ehli için gizli bir yerde korur. Onu korumak daha güzeldir´.
Kendisine işaret edilen bu marifetlerin emsaline halkın müdahalesi ve iştirak etmesi caiz değildir. Bu marifetlerden birşey bir kimseye keşfolunursa, başkasına belirtmesi caiz değildir. Eğer bütün insanlar burada iştirak ederlerse, dünya harap olur. Bu bakımdan hikmet; dünyanın imarı için gafletin şümulünü gerektirir. Hatta bütün insanlar kırk gün helâl yerlerse, dünyada zâhidlik edeceklerinden dolayı dünya harap olur. Pazarlar ve maişetler iptal olur. Eğer âlimler helâl yeseler, nefisleriyle meşgul olup dil-leri durur, ilimleri yaymaktan çekinirler. Fakat zâhirde şer görünen bir şeyde ALLAH´ın birçok sır ve hikmetleri vardır. Nitekim hayırda da onun sır ve hikmetleri olduğu gibi... Hikmetinin sonu yoktur, kudretinin sonunun olmadığı gibi...

O alâmetlerden biri de sevgiyi terketmek, iddialardan sakınmak, mahbubun tâzim, iclâl, heybet ve sırrını gizleme gayreti için muhabbet ve vecdi göstermekten kaçınmaktır. Zira sevgi, dos-tun sırlarından bir sırdır ve hem de iddialara mânânın hududunu aşan ve mânâdan fazla olan şeyler girer. Bu ise iftiradır. Ahirette bunun cezası pek büyür. Böyle bir kimsenin belası dünyada acelece verilir. Evet! Bazen muhibbin sevgisinde bir sarhoşluğu olur ve dehşete kapılır. Durumları sarsılır. Böylece sevgi onun üzerinde belirir. Eğer bu yapmacık ve kendi kazancının eseri değilse, burada mazurdur. Çünkü sevgiye mağlup olmuştur. Çoğu kez sevginin ateşi buram buram yanar. Onu zaptedemez. Bazen de kalp sevgi ile fezeyan eder. Fezeyanının önüne geçemez. Bu bakımdan gizlemeye kudreti olan kimse der ki:Dediler yakındır! Dedim ki: Güneş ışığı odamda olsa bile onun yakınlığını neyleyeyim! O´ndan benim kalbime gelen ve sevgi ateşini kabartan bir anmadan başka ne faydam vardır? Oysa şevk benim göğsümdedir.

Bu sırrı gizlemekten aciz olan bir kimse ise der ki: Gizlenir. Fakat gözyaşı onun esrarını açığa vurur. Ona olan vecdi, alınan nefes belirtir.
Yine şöyle der:
O kimse ki ki onun kalbi başkasıyla beraberdir, onun hali nice olur?
O kimse ki onun sırrı göz pınarındadır. O nasıl sırrını gizleyebilir?

Âriflerden biri şöyle demiştir: İnsanların ALLAH´tan en uzağı, ALLAH´a çokça işaret yapanıdır´.

Sanki bu kimse herşeyde ALLAH ile târiz eden ve herkesin nezdinde O´nu anmak için yapmacık harekette bulunan bir kimseyi kasdetmiştir. Böyle bir kimseden muhibler ve ALLAH´ı bilen âlimler nefret eder.

Zünnûn-i Mısrî bir arkadaşının yanına girdi. O zat muhabbetten bahsediyordu. Zünnûn onun bir belâ ile mübtela olduğunu görünce şöyle dedi: ´O´ndarı gelen bir zararın elemini hisseden bir kimse O´nu sevemez!´ Kişi cevap olarak dedi ki: Fakat ben şöyle diyorum: ´O´nun zararıyla nimetlenmeyen bir kimse O´nu sevemez!´ Buna karşılık olarak Zünnûn Takat ben de nefsini onun sevgisiyle teşhir eden onu sevmez derim´ deyince, kişi, estağfirullah (ALLAHtan af talep ediyorum) ve ona tevbe ediyorum´ dedi.

Soru: Sevgi, makamların zirvesidir. Onu izhar etmek hayri iz-har etmektir. Bu bakımdan onu izhar etmek neden iyi görülmesin?
Cevap: Sevgi güzeldir. Onu belirtmek de güzeldir! Kötü olan, onunla kendini belirtmektir. Çünkü buraya iddia ve büyüklük taslama girer. Muhibbin hakkı; gizli sevgisinin temeli üzerinde sözlerini değil fililerini ve hallerini tamamlamaktır.
Uygun olan odur ki sevgisini izhar etmek kastı olmaksızın sevgisi kendiliğinden açığa çıksın. Sevgisini belirtmeye kastı olmadıği gibi sevgiye delâlet eden fiiline de kastı olmamalıdır. En uygun olan şudur: Muhibbin kastı, sadece dostunu muhabbetine muttali kılmaktır. Başkasını sevgisine muttali kılmak için birşey söylerse, bu sevgide şirk koşmaktır ve zarar verir.

Nitekim İncil´de şöyle vârid olmuştur: ´Sadaka verdiğinde öyle bir şekilde ver ki sol elin sağ elinin yaptığını bilmesin! Gizlileri gören ALLAH (c.c) açık olarak seni mükafatlandıracaktır. Oruç tuttuğunda yüzünü yıka! Saçlarını yağla ki orucunu rabbinden başkası bilmesin!´46

Bu bakımdan söz ve fiilin izharı tüm olarak kötüdür. Ancak muhabbet sarhoşluğu galebe çalıp dil kendiliğinden konuşursa, azalar titrerse bu takdirde sahibi kınanmaz.
Hikâye ediliyor ki bir kişi mecnunların birinden cahilce bir hareket gördü ve bunu Mâruf-u Kerhî´ye haber verince Mâruf-i Kerhî tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey kardeşim! Onun küçük, büyük, akıllı, deli muhibleri vardır. İşte bu gördüğün kimse o muhiblerin delilerindendir!´
Mekruh olanlardan biri de sevgi ile gösteriş yapmaktır. Bu sebeple eğer muhib ârif ise, meleklerin daimî sevgilerindeki hallerini ve gevşemeden, isyan etmeden gece gündüz ALLAH´ı tesbih ettiklerini ve ALLAH´ın emrini yapmaktaki şevklerini biliyorsa, muhakkak muhabbetini izhar etmez ve kendisinin muhabbetinin ALLAH´ın diğer muhiblerinin muhabbetinden daha eksik olduğunu bilir.

Muhiblerden ve ehl-i keşiften olan biri şöyle demiştir: ´Kalp ve azalarımla otuz sene ALLAH´a var kuvvetimle kulluk yaptım. Hatta ALLAH katında benim bir kıymetim olduğunu zannettim´. Sonra, göklerin alâmetlerinden keşfolunan birkaç şeyi uzun bir hikâye içinde anlattı. O kıssanın sonunda dedi ki: "Ben ALLAH Teâlâ´nın bütün yarattıkları kadar olan bir melek safına vardım. Onlara ´Siz kimsiniz? diye sordum. Onlar dediler ki: ´Biz ALLAH´ın muhibleri-yiz. Şurada üç yüz bin seneden beri O´na ibadet ediyoruz. Buna rağmen hiç birimizin kalbine O´ndan başkası gelmiş değildir ve O´ndan gayrisini anmadık!´ Kişi diyor ki: Bu söz üzerine amellerimden utandım ve amellerimi cehennem azabına müstehak olan kimseye, azabı hafifletilsin diye hibe ettim!"

Öyleyse nefsini ve rabbini bilen ve rabbinden gereği gibi utanan bir kimsenin dili iddialardan uzak olur. Evet! O´nun sevgisine hareketleri, sekeneleri, atılganlık ve geri çekilmesi ve mütereddid olması şahidlik eder.

Cüneyd-i Bağdadî´den şöyle hikâye edilmiştir. Hocamız Sırrî es-Sekatî hastalandı. Hastalığının ilâcını bir türlü bilemedik ve hastalığının sebebini de çözemedik. Bunun üzerine bize hâzık bir doktor tavsiye edildi. Hocamızın idrarından bir şişe alıp doktora gösterdik. Doktor uzun uzun o idrarı tedkik ettikten sonra bana ´Bu idrarın aşık bir kimsenin idrarı olduğunu görüyorum!´ dedi. Bunun üzerine bir çığlık attım ve düşüp bayıldım. İdrar şişesi de elimden düştü. Sonra dönüp Sırrî es-Sekâtî´ye durumu anlattım. Tebessüm ederek şöyle dedi: ´ALLAH müstehakını versin ne de hâzık bir doktor imiş!´ Dedim ki: ´Ey üstad! Sevgi insanın bevlinden de belli olur mu?´ ´Evet !´ dedi.

Sirrî es-Sekatî bir defasında ´Eğer istesem, derimin kemiğime yapışıp kuruması ve cismimin çekilmesi O´nun sevgisinden olmuştur diyebilirim´ dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılması delâlet eder ki Sırrî bu durumu vecdin galebe çaldığı ve baygınlığın başlangıcında söylemiştir. İşte bunlar muhabbetin alâmet ve meyvelerinin esas noktalarıdır.
O alâmetlerden biri de ileride geleceği gibi ünsiyet ve rıza dır. Kısacası; dinin güzel saydığı bütün ahlâklar ve iyilikler sevginin semeresidir. Sevginin meyvesi olmayan birşey, hevâ-i nefsin arkasından gitmektir ve ahlâkların düşüklerindendir. ALLAH Teâlâ bazen kuluna ihsan ettiğinden dolayı kulu tarafından sevilir. Bazen de kul sadece O´nu celâlinden ve cemâlinden ötürü kula o anda bir ihsanı olmasa bile sever, velev ki kula o anda herhangi bir ihsanı yoksa bile... Muhibler de bu iki kısımdan hariç değildirler.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İnsanlar ALLAH muhabbeti hakkında genel ve özel olarak ikiye ayrılırlar. Genel olanlar o muhabbeti, ALLAH´ın ihsanının devamlılığında ve nimetlerinin çokluğunda temin ettikleri marifetle elde etmişlerdir. Onlar O´nu râzı etmekten kendilerini tutamamışlardır. Ancak şu kadar vardır ki onların muhabbeti nimet ve ihsanın nisbetinde azalır ve çoğalır. Havassa gelince onlar muhabbeti kudret, ilim, hikmet ve mutlak saltanatın büyüklüğünden ötürü elde etmişlerdir. Onlar ALLAH Teâlâ´nın kâmil sıfatlarını, en güzel isimlerini tanıdıklarında O´nu sevmemek artık onların elinden gelmez; zira ALLAH bu kâmil sıfatlardan dolayı onların katında muhabbete müstehak olur. Çünkü onlar muhabbetin ehlidir. Eğer ALLAH Teâlâ onlardan bütün nimetlerini alsa bile yine de O´nu severler´.

Evet! İnsanlardan bir kısmı vardır ki hevâ-i nefsini ve ALLAH´ın düşmanı İblis´i sever. Buna rağmen cehâletlerinden ötürü kendilerini kandırarak ALLAH´ın muhibbi olduklarını zannederler. İşte bu kimse öyle bir kimsedir ki onda bu saydığımız alâmetler yoktur. Münafıklıktan, riyakârlık ve gösterişten dolayı o alâmetlere bürünür. Oysa gayreti dünyanın peşin verilen nasibi içindir. O kötü âlimler, kötü kurralar gibi olduğunun hilâfını gösterir. İşte bunlar yeryüzünde ALLAH´ın buğzettiği kimselerin ta kendileridir.
Sehl bir insanla konuştuğunda ona ´ey dost!´ diye hitap ederdi. Sehl´e ´Ey dost diye hitab ettiğin kişi bazen senin gerçek dostun değildir. Sen ona nasıl böyle dersin?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: "Söyleyenin kulağında bir sır vardır! Kendisine ´ey dost´ diye hitap ettiğim kişi, ya mü´min, ya münâfıktır. Eğer mü´min ise, o ALLAH´ın dostudur. Eğer münâfık ise, o şeytanın dostudur".

Ebu Turab eni-Nahşubî, muhabbetin alâmetleri hakkında şu beyitleri söylemiştir: ´Sakın zillet gösterme! Zira habibin delilleri vardır. Habibin yanında habibinin hediyelerinden vesileler vardır. O delillerden biri habibinden gelen belanın acısıyla nimetlenmek-tir. Habibinin her yaptığına sevinmektir. Habibin vermemesi, (onun katında) makbul bir atiyyedir. Fakirlik bir ikram ve acelece verilen bir ihsandır. Tenkidçi ne kadar ısrar ederse habibine itaate azimli olmak delillerindendir. Kalbinde habibten gelen ızdıraplar dopdolu olduğu halde onu mütebessim olarak görmen delillerdendir. Nezdinde dilencinin nasip aldığı bir zatın konuşmasını an-layışla karşılamasını görmen de delillerdendir. Delillerden biri de zahmetlere katlandığını, her söylenenden korunduğunu görmendir.

Yahya b, Muaz şu şiiri okumuştur: ´Onu sahillerin kenar-larında, iki beze bürünerek görmen, delillerdendir. Tenkidçisi olmadığı halde karanlığın içinde üzüntü ve ağlayışı delillerdendir. Onun cihada doğru ve her güzel fiile doğru koştuğunu görmen de delillerdendir. Geçici nimet ve zillet evinden her görünen şey hakkında zâhidliği de delillerdendir. Delillerden biri de mevlâsı kendisini kötü fiiller üzerinde gördüğünden dolayı onu ağlarken bulmandır. Delillerden biri de onun bütün işlerini âdil olan Sultana teslim ettiğini görmendir. Delillerden biri de Sultanın hükmüne razı olduğunu görmendir. Delillerden biri de kalbi matemli kadının kalbi gibi üzüntülü olduğu halde onun insanlar arasında gülmesidir´.

40) Müslim, Buhârî
41) Ebu Nuaym, Hilye
42) Adı Ebû Yakub b. Yahya el-Mısrî´dir. Bu zat İmam Şafii´nin arkadaşı ve kendisinden sonraki halifesidir. H. 231´de Kur´an´m mahlûk olmadığını savunduğundan dolayı Bağdad´da zincirle bağlı iken vefat etmiştir.
43) Buhârî
44) Bu sadece Abdülazîz b. Ebî Revvad´ın rüyasında vâki olan bir hadîstir, Bu zat der ki: "Hz. Peygamber´i rüyada gördüm ve dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!´ O da bana bunu emretti". Beyhakî, Zühd.
45) Müslim, (Ahmed b. Humeyd´den), Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban
(Irâkî) Deylemî de merfû olarak zayıf bir senedle rivayet etmiştir ve bu rivayet rüya hadîsi değildir. (Bkz. Îthaf´us-Saade)
46) İmam Ahmed, Zühd
 
Alt 03-08-2009, 22:48   #10
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
ALLAH ile Ünsiyet´in Mânâsı
Biz ünsiyet´in, korku ve şevk´in muhabbet eserlerinden olduğunu zikrettik. Ancak bunlar değişik eserlerdir. Muhibbin bakışı ve kendisinde galip bulunan şeyden ötürü değişir. Bu bakımdan muhib gayb perdelerinin arkasında cemâlin müntehasına muttali olmak hâli galebe çaldığında, celâlin künhüne muttali olmaktan kusurlu olduğunu sezdiğinde, kalp talebe yönelir ve onun için kıpırdanır ve ona koşar. Bu hale şevk adı verilir.

Bu şevk ancak gaib bir şeye izafetendir. Kişinin üzerine mahbuba yaklaşmaktan ötürü sevinmek, keşften hâsıl olan şey ile huzurun müşahedesi galebe çalmış, bakışı da görünen ve hazır bulunan cemâli mütalaa etmenin üzerine teksif edilmiş ise ve görmediğine iltifat etmiyorsa, kalp düşündüğüyle müjdelenir ve onun müjdelenmesine ünsiyet adı verilir. Eğer izzet, istiğna ve pervasızlık sıfatlarına bakarsa, kalmak ve uzaklaşmak imkânı kalbe gelirse kalp bundan elem duyar. Kalbin bu elemine havf (korku) adı verilir. Bu haller, bu düşüncelerin sebeplerine tâbidir.

Bu bakımdan ünsiyetin mânâsı, kalbin cemâli mütalaa etmekle müjdelenmesi demektir. Öyle müjdelenir ki bu seziş galebe çaldığında ve kalp kendisinden gaib olanın ve ileride gelip yakasına yapışacak olan zeval tehlikesinin düşüncesinden tecerrüd ettiğinde nimet ve lezzeti oldukça büyür.

İşte bu noktada bazıları düşünmüştür. Nitekim kendisine ´Sen müştak mısın?´ diye sorulan ´Hayır! Şevk ancak gaib olan bir şeye karşıdır. Gaib olan hazıra ise kişi niçin müştak olsun?´ diye cevap vermiştir. Bu elde ettiği makamın sevgisinde müstağrak, imkân dahilinde kalan diğer lütûfların meziyetlerine iltifat etmeyen bir kimsenin konuşmasıdır. Ünsiyet hali her kime galebe çalarsa onun isteği tek başına bulunmak ve halvete çekilmek olur.

Şöyle hikâye ediliyor: İbrahim b. Edhem dağdan inip gelince kendisine ´Nerden geliyorsun?´ diye soruldu. Cevap olarak ´ALLAH ile ünsiyetten geliyorum!´ dedi.
İbrahim b. Edhem´in bu sözü şu hikmete binaendir: ALLAH ile ünsiyet, ALLAH´ın gayrisinden tevahhuş etmeyi, hayrete mâni olan her şeyden kaçmayı ve nefret etmeyi gerektirir. Bu bakımdan ünsiyet, kalp üzerindeki şeylerin en ağırıdır.

Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) rabbi ile konuştuğunda bir müddet herhangi bir insandan bir ses duyar duymaz düşüp bayılıyordu. Çünkü sevgi, mahbubun konuşmasının tatlı olmasını, onu anmanın tatlı olmasını gerektirir. Bu bakımdan mahbubtan gayrisinin tatlılığı kalpten çıkar!

Hükemadan biri şöyle dua etmiştir: ´Ey beni zikriyle me´nûs kılan ve kullarından uzaklaştıran (seni çağırıyorum)!´
R
abia el-Adevîye´ye şöyle denildi: ´Sen bu dereceye ne ile ulaştın?´ ´Beni ilgilendirmeyeni terketmek, lâyezâl bir zatla ünsiyet kurmakla!´ dedi.

Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçtim ve kendisine şöyle sordum:
- Ey rahib! Tenhalık pek hoşuna gidiyor mu?
- Ey kişi! Eğer tenhalığın zevkini tatsaydın nefsinden ürküp ona sığınırdın. Tenhalık ibadetin sermayesidir.
- Tenhalıkta en az gördüğün nedir?
- Halkla yaşamaktan rahat olmak ve onların şerrinden selâmetbulmaktır.
- Ey rahib! Kul ne zaman ALLAH ile ünsiyetin zevkini tadar?
- Sevgi arındığı, ALLAH ile arasındaki muamele halis olduğuzaman!
- Ne zaman sevgi durulur?
- Ne zaman ki himmet birleşip taatta bir himmet olursa o zaman sevgi durulur.
Hükemadan biri dedi ki: ´Mahluklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasına yönelirler? Kalplere hayret ediyorum. Nasıl senin yerine başkasıyla ünsiyet ederler?´

Soru:Ünsiyet´in alâmeti nedir?

Cevap: Ünsiyet´in özel alâmeti, halkın muaşeretinden sıkılmak ve onlarla oturup kalkmaktan nefret etmek ve zikrin tatlılığına kendisini tamamen kaptırmaktır. Eğer halkın arasına katılırsa, cemaatta olduğu halde tek başına gibi olur. Halvette bir cemiyet, hazerde bir garip, seferde bir hazır, gaibde bir şahid, huzurda bir gaib gibidir.

Nitekim Hz. Ali bunların vasıfları hakkında şöyle demiştir: ´Onlar bir kavimdir ki ilim onları işin hakikati üzerine üşüştürmüştür. Onlar yakînin ruhuna yapışmışlar, nimetler içerisinde kıvrananların haşin gördüklerini yumuşak telâkki etmişler, cahillerin tevahhuş ettiklerine ünsiyet vermişlerdir. Bedenleriyle dünyaya arkadaşlık yaparlar, fakat ruhları en yüce merkeze bağlıdır. Onlar ALLAH´ın yeryüzündeki halifeleri ve dinine çağıranlardır´.

İşte ALLAH ile ünsiyet´in mânâsı budur. Bu onun alâmeti ve söylediklerimiz de onun delilleridir. Kelâmcıların bazısı, ünsiyeti; şevk ve sevgiyi inkâr etmeye yeltenmişlerdir. Bunların oluşunun teşbihe delâlet ettiğini zannetmişlerdir. Bu kelâmcılar, basiretlerle idrâk olunanların cemâli, gözlerle görülenlerin cemâlinden daha kâmil olduğunu, bunların marifetinin lezzetinin kalp sahiplerine daha galib olduğunu bilememişlerdir.

Bu kelâmcılardan biri de ´Halil´in Gulâmı´47 diye bilinen Ahmed b. Galib´tir. Bu zat, Cüneyd-i Bağdâdî´ye, Ebu Hasan en-Nûri´ye ve diğerlerine sevgi, şevk ve aşk meselesini inkâr ederek hücum etmiştir. Hatta kelâmcılardan bazıları rıza makamını bile inkâra yeltenip ´Sabırdan başkası yoktur.Rızaya gelince bu düşünülemez´ demiştir!
Bütün bu sözler eksik, kusurlu dînî makamların ancak kabuğuna muttali olmuş ve kabuktan başka varlığın olmadığını sanmış bir kimsenin sözüdür; zira duyularla hissedilen şeyler ve din yoluyla hayale giren herşey sırf bir kabuktur. Esasen istenilen öz, onun ötesindedir. Bu bakımdan cevizin kabuğundan başka şey görmeyen bir kimse zanneder ki cevizin hepsi kabuktur. Bu kimsenin katında cevizden yağ çıkarmak şüphesiz muhal görünür. Bu kimse mazurdur. Fakat onun özrü makbul değildir.

ALLAH ile olan ünsiyeti tembel bir kimse idrak edemez. Hileci bir kimse pazu kuvvetiyle onu idrâk etmez. Ünsiyet verenler birtakım kişilerdir ki hepsi necibdirler.
Hepsi tertemiz ve ALLAH için var kuvvetiyle çalışan kimselerdir.

47) Uzun zaman Nahiv alimi Halil b. Ahmed´in hizmetinde ve refakatinde bulunduğundan ve yanında okuduğundan bu ismi almıştır. Bu zat da Nahiv ve Kelâm ilminin ileri gelenlerindendi.
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı