Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Köşe Yazıları (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=124)
-   -   Dikkat Çeken, Ezber Bozan, Okunmaya Değer "Alıntılar" (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=30322)

Gönülden 07-17-2010 22:54

Kültürel hayatın, ilginin, yoğunlukların, inceliklerin, hassasiyetlerin ve üretimin yoksullaşması, kirlenmesi, siyasal hayatı da, ekonomik hayatı da olumsuz yönde etkiliyor.
Toplumlara hayatiyet sağlayan, anlamların, değerlerin, ilgilerini bağların yok edilmesi, kültürden, bilgeliklerden bağımsızlaştırarak, teknolojinin sırları içersine kapatmak; toplumları korkunç bir çölleşmeye sürüklüyor. Toplumsal gerçekliğin yalızca siyaset yoluyla tanımlaması; toplumları anlayamamak gibi bir sonuç doğuruyor. Toplumlaşma yapılarının, ideolojik müdahalelerle, kısıtlamalarla, denetime tabi tutması, kuşatıcı/ kapsamlı anlam bütünlüklerinin parçalanmasına neden oluyor. Hangi topumda olursa olsun, ideolojik müdahaleler toplumsal hayatı doğal işleyişini/ akışını akamete uğratıyor. Türkiye’de yaşandığı üzere; ahlaki meşruiyetin yerine, resmi/ideolojik meşruiyetin geçmesiyle birlikte, her türlü baskı, ötekileştirme, dayatma günlük hayatın bir parçası haline geliyor, faşizm normalleşiyor, adaletsizlikler çığ gibi büyüyor.
Eğitimin tek boyutlu hale getirilmesi, eğitime ideolojik içerik kazandırılması, eğitimin ruhsuzlaşmasına neden oluyor. Seküler faşizm sebebiyle, ahlaki eğitime ihtiyaç duyulmaması, ahlaki/manevi ilkelerden/ ölçülerden bağımsız kuşakların yetiştirilmesiyle sonuçlanıyor. Hangi alanda olursa olsun ideolojik müdahaleler, toplumların ufkunu kapatıyor, toplumların yenileme yeteneklerini ve iradesini öldürüyor. Her ideolojik müdahale, aklın ve ahlakın ve ahlakın sınırları yıkılarak gerçekleştiriliyor. Toplumsal sorunlar söz konusu olduğunda ideolojik yapılar ve kontrol, dini yapıların ve yaklaşımların, hukuki yapıların ve yaklaşımların yardımına ihtiyaç duymuyor. İdeolojik sistem/ söylem, bütün değerleri, kavramları sorumsuzca araçsallaştırıyor. Toplumsal bir sistemi fiziksel bir sistem gibi düşünmek, fiziksel bir sistemi yönetiyor gibi yönetmeye çalışmak, toplumu bir eşya gibi görmek anlamı taşır.
İslam, farklı toplumları, renkleri, kökenleri, büyük ve anlamlı bir topluma bir barış toplumuna, barışçı bir bütünlüğe dönüştürmüştür, dönüştürmektedir. İdeolojik sistem bu bütünlüğü bozarak, toplumu, topluluklara, birbirine yabancılaşan parçalara dönüştürdü. Günümüzde yerel bağlamda da, küresel bağlamda da; ideolojik/ ekonomik/ politik egemenlik ihtiraslarının neden büyük göçler, yerinden edilmeler, büyük kitleleri, coğrafi, kültürel, toplumsal, değişikliklere, yabancılaşmalara, yalnızlıklara ve ruhsal sarsıntılara sürüklüyor. Toplumsal yenilenmeyi başaramayan ideolojik politikalar, toplumlara sessizliği/ itaatkârlığı dayatıyor. Toplumsal sorunlara neden olan, bu sorunları ısrarla ve inatla derinleştiren, ideolojik politikalar, bu sorunların bir gün toplumsal muhalefete, çatışmaya ve karşıtlıklara neden olabileceğini düşünme ihtiyacı duymadı. Günümüzde toplumlar, toplumsal değerlerden, anlamlardan bağımsızlaştırılınca her türlü şiddete, ahlaksızlığa, kirliliğe ve dehşete açık hale geldiler. İdeolojik politikaların yetersizliği sebebiyle, insanlık sorunlarının yalnızca askeri ya da siyasal çözümlemelerle yanıtlayabilecek tek boyutlu sorunlar olmadığı, bu sorunların çok yönlü yanıtlar beklediğini hatırlamıyor.
Toplumların, toplumsal olmayan ideolojik/ ırkçı güçlerle işgal altına alınması, toplumları boğucu umutsuzluklara mahkûm ediyor. Türkiye’de de olayların içersinde yaşayarak öğrendiğimiz üzere; ideolojik ve ırkçı güçlerin toplumsal bütünlüğü ya da dönüşümü gerçekleştirebilecek birikim/ yaklaşım ve yetenekleri yoktur. İdeolojik ve ırkçı güçler bir sorumluluk bilincine ihtiyaç duymadıkları için, yıkıcı sorumluluklar üretmekten çekinmezler.

Atasoy Müftüoğlu











Gönülden 07-17-2010 22:55

Tarihisel değişim/ dönüşüm hareketlerinin mahiyetini mantığını, yasalarını anlayamamak, kavrayamamak, bu değişim ve dönüşüm hareketlerinin olumsuz etkilerinin olumsuz etkilerine maruz kalmak, İslam dünyası toplumlarında çok derin belirsizlikler ve çatışmalara neden oluyor. Bu değişim ve dönüşümler, bunların etkileri karşısında, İslami çözümler üretmemek gibi üzerine yererince düşünmediğimiz için, İslam toplumları bir karar merkezi haline gelmeyi başaramıyor. Bütün insanlık sınırlarının, ahlaki sınırların hayâsızca çiğnendiği bir dönemde, Müslümanlar olarak tarihin insani olmayan yüzüyle sınanıyoruz. Müslümanlar, insanlık adına utanç duyulması gereken toplama kampları, işkence adaları, işkence merkezleri vb. gibi uygulamalarla terörize ediliyor. Güncellikle sınırlı ilgiler, duyarlılıklar sebebiyle, İslam ve Müslümanlar çok yönlü kuşatılmışlıkları, emperyal baskıları hissetmiyor. Güncellikle sınırlı ilgiler, duyarlılıklar, hepimize büyük bilinç ve kişilik kayıplarına yol açıyor.
Parçalanmış, kısıtlanmış, baskılanmış İslami varoluşlar yaşıyoruz. Bu durumdan çok rahatsız olduğumuz söylenemez. Seküler dünya görüşü ve seküler bilgi sistemi, biz Müslümanların kamusal bir var oluşa sahip olmamızı, kamusal bir varoluş mücadelesi vermemizi yasaklıyor. Her durumda, özel alanlarda kalarak, kısıtlı varoluşlarımızı sürdürmemiz isteniyor. Allah’a ait olma bilinci, biz Müslümanlara, her yerde, her koşulda, kendi varoluşlarımızın bilincinde olmamız gerektiğini öğretir. Bu bilince ve ahlaka sahip olmamız için, sürüldüğümüz özel alanlarda duygusal/ romantik/ mistik/ folklorik/ yerel/ hamisi dini hayatlar yaşıyoruz. Gerçek bir varoluş bilincine sahip olabilmek için, karşı karşıya bulunduğumuz, maruz bırakıldığımız bütün yabancılaşmaların farkına varabilmeliyiz. İdeolojik yapılar karşısında bağımsızlığımızı kazandığımızda kendimizi gerçek kılabiliriz. Bağımlı varoluşlar bir umut ve irade üretmez. Bağımlı varoluşların algılarını/hayatlarını egemen irade yönetir.
Ortak bir hayat tarzı, ortak değerler/anlamlar temelinde şekillenen, ortak değerlere yabancılaştırılan toplumlar, beklenmedik altüst oluşlar yaşarlar, yaşıyorlar. Bu alt üst oluşlara son verebilmek için, toplumların kaybettikleri anlam/ erdem sistemlerine yeniden sahip olabilmeleri gerekir.
İslami sorumluluklarımızı, düşünsel/ kültürel ve ahlaki sorumluluklarımızı ancak bağımsız varoluşlarımızla gerçekleştirebileceğimizi unutmamalıyız.
Bağımlı varoluşlar, insanları, yalanlarla birlikte yaşama, sahte ilişkilerle, sahte kişiliklere/tercihlere sevkeder.

Atasoy Müftüoğlu








rizzelli 08-07-2010 10:18

:hmm
Silahlı Kuvvetlerimizin en üst ve en önemli komuta merkezi bu suçlamaları yok sayma hakkına veya yetkisine sahip mi?
Hani Genelkurmay Başkanlığı kamuoyuna karşı açık ve dürüst bir “bilgilendirme” politikası izleyecekti?
Belli ki bir yerlerde bir şeyler bozuk.
Neyin bozuk olduğunu bulmak bizim işimiz değil. Ama Silahlı Kuvvetlerimizin saygınlığını kökünden zedeleyecek kadar ağır suçlamalar karşısında hiç değilse, “Şu tarihte, şu şekilde inceleme başlatılmıştır. Sonuç kamuoyuna duyurulacaktır” gibisinden resmi bir duyuru dahi yayınlamayan Genelkurmay, kamuoyundan destek beklememelidir.

Oktay EKŞİ - HÜRRİYET


Ertuğrul ÖZGÜL 08-07-2010 10:21

Ben bu adamın bu sözlerinde samimi olduğuna inanmıyorum...
Bence bu şahıs taktik veriyor....malüm kişilere... göz boyayın ki açık destek alın diyor...

Gönülden 08-13-2010 17:23

Bu ülke 90 yıldır CHP'nin elinden hiçbir 'Hayır' görmedi ve bugün de şer için 'Hayır'a çağırıyor bizleri. Peki neden 'Hayır' diyelim Anayasa değişiklik paketine? Vergilerimizle maaşa bağladığımız generaller kafamızda kılıç sallasın diye mi? Yoksa kararlarını hukuki değil de mezhebi temellere göre alan, yine vergilerimizle maaşladığımız yargıyı ayakta tutalım diye mi?

Kılıçdaroğlu bizden 'Hayır' istiyor. Çünkü, bizler Hantepe'de askerlerimiz vurulurken bunu canlı yayında izleyen komutanlarımızdan hesap sorulmasını ,öldürülüp asit kuyularına atılan insanlarımızın üzerinin açılmasını istemiyoruz. Mahkemelerde hukukçu değil, mezhepçi hakim ve savcı önüne çıkmak istiyoruz. Banka hortumlayan, kağıt kaçakçılığı yapan, vergi kaçırandan hesap sorulsun istemiyoruz. Hesap sorulmasın bunlardan çünkü bu beyler ve hanımefendiler kutsal bir vazife taşıyorlar. 90 yıldır benliğimizi, kimliğimizi parçalayan laikliğin koruyuculuğunu yapıyorlar. Onlara herşey helal. Öldürmek de, öldürtmek me, kaçakçılık da, yolsuzluk da...Eğer bu kadar düştüysek o zaman Kılıçdaroğlu için 'Hayır' diyelim.

Bas bas bağırıyor “Hesap soracağım kul hakkı yiyenlerden” diye. Ona oy verelim, Anayasa değişiklik paketine 'Hayır' diyelim ki, Bay Kılıçdaroğlu hesap sorsun. Ama hesabı kimden soracak? Zira başında bulunduğu parti 90 yıldır bizlerin, kulların hakkını yiyor. Gerçi onlar 'kul' lafından da pek hazzetmezler. O yüzden hep 'Kulluk değil, cumhuriyet” diyorlar ya...Bizleri Allah'a kul olmamaya çağırıyorlar, kendilerine kulluk yapalım istiyorlar. Ama nedense Kılıçdaroğlu yine de 'kul hakkı' diyor. Bunu 'Hayır'a yormalıyız ancak madem Kemal Bey hesap soracağına söz verdi o zaman biz de isteklerimizi sıralayalım.

Öldürülüp asit kuyularına atılan kulların hakkını diğer kullardan soracak mısın Kemal Bey? Askerler vurulurken üç boyutlu film izler gibi izleyen general kulları sorgulayacak mısın? Kağıt, petrol, vergi kaçakçılığı yapan işadamı kulu hapse tıkacak mısın? Harcamalarını bizim cebimizden çıkan vergilerle karşılayarak zina yapan eski genel başkanın ile milletvekilinden hesap soracak mısın? Zina yapan milletvekilinle ilgili “Saygı duyarım” diyerek bizlere saygısızlık yaptığın için kendinden hesap soracak mısın? Eğer sen de bu milletvekilin gibi bir duruma düşsen kendine de saygı duyacak mısın, bizlerin de saygı duymasını bekleyecek misin?

Süleymen Kaya











Gönülden 08-13-2010 17:27

Demokrasi konusunda herkes net olmalıdır. Kıvırarak, omurgasız davranarak, demagoji yaparak bu meselenin geçiştirilecek tarafı yoktur.

Geçmişteki demokrasi sınavlarında CHP gibi ciddi yalpalamalar yapan TÜSİAD'ın dünkü açıklaması da hayret vericidir. TÜSİAD diyor ki, "YAŞ'ta siyasi otoritenin zaten kendi tasarrufunda bulunan tercihlerini, adalet mekanizması üzerinden dayattığı görüntüsü ülkemizde giderek belirginleşen güçler çekişmesi krizine yeni bir ivme kazandırmıştır. Sonuçta sivil-asker ilişkilerinde önemli bir eşik geçilmiş; ancak demokrasinin sağlıklı işlemesinin şartı olan güçler ayrılığı ilkesi zarar görmüştür". Yani "hükümet yargıya müdahale ederek komutanlar hakkında dava açtırdı, YAŞ'ı etkilemeye çalıştı" demek istiyor. Bu çok seviyesiz ve mesnetsiz bir yorumdur, açık bir İFTİRA'dır. Demokrasi mesajı veriyor gibi yaparak başka amaçlara hizmet eden bu tür çıkışlar, CHP'nin söylemlerini andırıyor. Ciddi bir kuruluş, hükümete yönelik böyle aleni bir iftirada nasıl bulunabilir? Peki tutuklama kararını kaldıran mahkemeye de hükümet mi talimat vermiştir? Ayıptır ayıp...

Yasin Doğan









Gönülden 08-15-2010 14:13

Ama öncelikle Kürt Müslümanların diğer Müslümanlardan talebi nedir? Çağrısı var mıdır? Beklenti ne yöndedir? Bunların netleşmesi lazım…

Savaş mı? Barış mı? Direniş mi? Dayanışma mı? Duyarlılık mı? Dua mı? İnsani yardım mı? Psikolojik destek mi? Yoksa hala istekler muğlâk mı?

Acilen biz Müslümanlar birbirimize ne söyleyeceksek, nasıl bir mutabakat arayışında isek bunun belirginleşmesi gerekiyor? Sadece teselli bulmak, yüreğimize su serpmek, günah çıkartmak veya tribünlere oynamak değil, tüm samimiyetimizle sadra şifa olacak cümleler kurmalıyız…

Sorunun çözümü noktasında İslam dışı çevreler Müslümanları muhatap almıyor, hesaba katmıyorlar diye alınmak, sızlanmak, şikâyet etmek durumunda değiliz… Evvel emirde sahada olan Müslüman çevreler birbirilerini muhatap almalı, bu yakıcı, eritici soruna el atmalı, ağırlıklarını hissettirmelidirler…

Endişem bu konuda bugüne kadar Müslümanların ihmalinin İslam’a fatura edilmesidir. İslam’ın egemen sistemin payandası olarak gösterilmesidir. Kürt sorunu üzerinden İslam’ın mahkûm edilmesidir… Özellikle bölgede genç kuşakların İslam algısı kuşku, önyargı ve tepki yüklüdür…

Kürt halkı laikçi, seküler, rasyonalist çevrelerin etkisiyle İslamsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldı… İslam, Kürt halkının ezilmişliğinin, geri kalmışlığının gerekçesi olarak karalandı… Zerdüştlük, Kürt halkının ulusal dini şeklinde lanse edildi…

Arap, Fars ve Türklerin Kürtler üzerindeki asimilasyoncu, ırkçı hâkimiyet kurma politikalarının faturası İslam’a çıkarılıyor… Kürtlerin ulusal bilincinin körelmesinin müsebbibi olarak İslam gösteriliyor…

İşte PKK’nın önünü açan bu söylemler oldu…

Fakat tüm geç kalmışlığımıza rağmen hala yapabilecek çok şey var... “Bu sorun beni aşar” demeden, “bu sorun sistemin sorunudur” kolaycılığına kaçmadan, elimizi taşın altına sokmalıyız…

Soruna sadece duygusal ve tepkisel yaklaşımlarla değil, gerçekçi, tutarlı, ilkeli, kararlı, basiretli hamlelerle müdahil olmalıyız. Canımız acısa da, yüreğimiz yansa da, öfkemiz kabarsa da yeni yanlışlara ve yangınlara fırsat veremeyiz…

Sorunun müsebbibi Kemalist paradigmanın seçkinci bürokratları olsa da olayın tüm acı ve yakıcı sonuçlarını biz yaşıyoruz… Ortadaki vahşet ve vahamet bizi vuruyor… Bedel ödeyen biz…

Maliyeti insan hayatı ve toplumların birbirine nefreti olan bu gidişata duyarsız kalırsak kimse bizi affetmez…

Bizler sadece olup biteni izleyen, tartışan, yorumlayan olmanın vebalini taşıyamayız…

Evet, öncelikle Müslümanların ortak bir akla ve ortak bir dile ihtiyacı var. O takdirde çözüme yaklaşırız…

Temel referans Kuran ve Sünnet olduktan sonra neticeye gitmek zor olmayacaktır. Yeter ki, her şeyi vahyin kriterleriyle test edebilelim.

Doğrularımızı sadece söylemde değil, yaşamda da kanıtlamak durumundayız… Önce Müslümanlar duruşlarıyla güven vermeli, adil şahitliklerini sürdürmelidirler…

Şu an Kürtlerde güvensizlik, diğerlerinde ise endişe hâkim…

Ve bu sorun sandıklardan, satırlardan önce sadırlarda çözülmesi gereken bir sorundur… Bugün ateşkes sağlansa bile, yüreklerdeki kin ve nefret ateşini nasıl söndüreceksiniz?

Bizler, Müslüman coğrafyanın tarih içinde toplum sorunlarına getirdiği çözüm pratiklerini, yeni birikimlerle beraber zenginleştirerek yeniden üretebiliriz…

Ama önce Müslümanlar lokal, yerel ve kendi özel çabalarıyla kendilerini sınırlamadan yapılar üstü ortak perspektiflerde buluşmaları gerekiyor…

Derinden gelen dip dalgaya, mikro milliyetçi marazlara kimden gelirce gelsin geçit vermemeliyiz… Müslümanlar ne Türk ulus devletini, ne de Kürt ulus devletini savunmak zorunda değillerdir. Her şeyden önce Müslüman’ız, etnik kökenimiz, kavmi kimliliğimiz dinimizin önüne geçemez…

Nihai çözüm ise adil, güven ve gönüllü ortaklığa dayalı bir İslam birliğidir… Yani esas olan; ittihadı İslam’dır. Belki kimileri için uzak ve zor bir hedef olabilir ama bu amaca yoğunlaşınca şartların oluşacağına inanıyorum. Kaldı ki netice ne olursa olsun bu bizim için itikadi ve ibadi bir sorumluluktur.

Şayet bunun bir çözüm olduğuna inanıyorsak kıyamete kadar bu hedeften kopamayız…

Ertelenen ve engellenen bu proje ümmete çok pahalıya mal oldu…

Evet, çözümü dışarıda değil, önce içeride arayacağız…

Duyarlılık ve sorumluluk bağlamında gerçek evrensel İslam kardeşliğini ayağa kaldıracağız…

İçi doldurulmamış, tek taraflı bir kardeşlik söylemi havada kalır, hayatta karşılığı da yoktur…

Kardeşlik hamasetini ve edebiyatını kimse yutmuyor, sadakat, samimiyet içeren bir kardeşlik özleniyor…

Evet, ya vahyin istediği şekilde kardeşleşeceğiz…

Ya da resmi ideoloji Türkleri kurtlaştırmaya, Kürtleri de mankurtlaştırmaya devam edecek!

Çözüm Türk kurtlaşmasına karşı Kürt kurtlaşması da değildir…

Faşizan mihrakların istediği etnik kutuplaşmayı kardeşlik bilinciyle bertaraf edebiliriz…

Geciktik ama vazgeçmedik… Çünkü inanıyoruz ki “iman etmedikçe cennete giremeyiz”… Birbirimizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmayız…”

Bir başkası için bu bir Kürt sorunu olabilir ama bizim için iman sorunudur…

Ramazan Kayan









rizzelli 08-16-2010 21:58

En mühim silah ve tamir aleti 'istiğfar'dır

Cennete varmasını hedeflediğimiz yolumuzun şeytan ve avanesi tarafından kesilmesine karşı devamlı uyanık kalmamız gerekmektedir.

Uyanık kalıp, zarar görmeden muzaffer olmamızın yolu ise şeytanı ve nefsi unutmamak, en mühim silah ve tamir aleti olan 'istiğfar'ı elden bırakmamak, kâlimizle 'euzubillah' demekle Cenab-ı Hakk'a sığınmak ve halimizle sünnet-i seniyye kalesine dehalet etmekten geçmektedir.

Ahmet Yasin 08-17-2010 11:58

Bir yığın ayrıntının arasında kaybolmadan şu soruya cevap arayalım: "PKK neden ateşkes ilan etti?" Eğer doğru cevabı bulmak istiyorsak, şu soruya verilen cevapla uyumlu bir sonuca ulaşmamız lâzım: "PKK, 1 Haziran'da neden savaş ilan etti?" Cevap şöyle: PKK kendi taktik hedefleri için savaşı başlattı. Sonra büyük bir direnç ve baskı ile karşılaştı.

Nihayetinde bu baskı ve direnç karşısında diz çöktü ve teslim oldu. Çaresiz, ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. PKK'ya ateşkes ilan ettiren irade, bu örgütün içinden yükselen bir irade değil. Dedikodusu yapılan devlet kanadıyla pazarlıklar da bu ateşkesin sebebi olamaz. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin PKK'ya boyun eğdirecek bir başarısı da vaki olmadı. Uluslararası aktörlerin esamesinin okunabilmesi için, diğer şartlarda bir gelişme olması lâzım. Peki o zaman kim? PKK hangi dirence boyun eğdi? Hangi irade PKK'yı ateşkese mecbur bıraktı?

Bu sorunun doğru cevabı, Kürt sorununun çözümünün anahtarını verdiği için çok önemli ve değerli. O kadar önemli ve değerli ki, barış ve huzur ancak bu doğru cevabın üzerine inşa edilebildiği takdirde hayat bulabilir.
Ateşkes üzerine yapılan tartışmaların çoğu teferruat, sorduğumuz sorunun tek doğru cevabı var: PKK'yı Kürtler dize getirdi. PKK'yı ateşkes ilan etmeye Kürtler zorladı. Kürtlerin iradesi, PKK'yı hizaya getirdi ve şiddeti sona erdirdi. PKK'nın ilan ettiği ateşkesi, Kürtlerin PKK şiddeti karşısında zaferi olarak yorumlamak en doğrusu.

Hangi Kürtler? Bizim veya onların Kürtleri değil. Kürt olmanın varoluşsal bütün sorunlarını gündelik hayatlarında her an yaşayan Kürtler. Kürt olarak var olmak ve yaşamak isteyen Kürtler. Kürt sorununun çözümünü, hayatlarının öncelikli amacı olarak gören Kürtler. Kürt sorunundan yaralı ve çözümün muhatabı olan Kürtler...

Gönülden 08-17-2010 16:45

İyilik duygusunu vicdanlardan alanlara taşımak zorundayız… İyiliği sadece konuşan, tartışan değil, taşıyan ve yaşayan olma sorumluluğumuz var… Artık iyiliği birebir yaşamanın huzur ve huşusuna talip olmak gerekiyor… Başkasının iyilikleri ile övünmek, avunmak, kendine pay çıkarmak değil… İyilikleri hepten kurum ve kuruluşlara ihale etmek de değil…

Çünkü iyilik bizim için ne bir hobi, ne de bir nostaljidir… Biz vicdanımızı rahatlatmak için de değil… Toplumsal teveccüh, siyasal yatırım olsun diye de bu işi yapmamalıyız… Çünkü biz, Müslüman’ız…

Hesap gününe inanıyoruz… Hesabımızı nasıl kolaylaştırabiliriz? Bizim derdimiz budur…

İmani, insani ve vicdani sorumluluklarımızdan kaçamayız… Ne mazeretlere sığınabilir, ne de erteleyebiliriz…

Modern dünyanın çöllerinde yol arayanlara rehber olmak bize yakışır…

Hasta bedenlere, yorgun yüreklere Lokman olmak bize yakışır…

Çaresizlikler içerisinde çırpınan sessiz çığlıkların kapısını çalan Hızır, biz olmalıyız…

Kaç garibe umut, kaç acize müjde olduğumuzu kendimize tekrar soralım…

Haydutların, haramilerin köşeleri tuttuğu bir sistemde iyilik melekleri olmak bizden beklenir…

Modern dünyanın tüketim çılgınlığına ve hazcı sapkınlığına karşın çağın rabbanileri, ensarileri, havarileri ve dahi sahabileri biz olmalıyız…

İyiliği, erdemi, onuru, merhameti, masumiyeti, insaniyeti, muhabbeti, ülfeti, adaleti, ahlakı, kardeşliği, mertliği, dürüstlüğü, cömertliği biz taşımalı, kısacası insaniyet mektebini biz kurmalıyız…

Dalga dalga büyüyen bir iyilik hareketi yeryüzünü kuşatmalı ve bu ulvi eylemin öznesi ve öncüsü biz olmalıyız…

Kötüler masum yüreklere zakkum ekmeden, biz tuba tohumları ekmeliyiz…

Bugün yeryüzü kan gölüne, ateş topuna dönmüşse… Kirlenme, yozlaşma, çürüme, kokuşma sınır tanımıyorsa nedenini biraz da kendimizde aramalıyız.

Çünkü yeterince iyi olamadık…

Yeterince iyiliği örgütleyemedik…

Kötülüğü önleyecek bir duvar öremedik…

İyiliğin istismarını önleyemedik…

Hatta iyilikten çıkar devşirmeye yönelen ve özenenlerimiz oldu…

Unutmayalım ki yeryüzünün ıslahına talip olacak bir iyilik hareketi inşa edemezsek, kötülükler bir gün bizi de vuracaktır…

Bunun için Bir olana iman ediyorsak, birre ermek için, birlikte hareket etmek mecburiyetindeyiz…

Dünya iyilere ve iyiliğe muhtaç…

Çünkü yeryüzünde kötülük küreselleşti, sınır tanımıyor… Kötülükler yasallaştı, statükonun koruması altında… Artık kötülükler bireysel değil, toplumsallaştı, nesiller tehdit altında…

Evet, kötülüğe tavır almak bir itikadi gerekliliktir…

Biliyoruz ki; kötüler gücünü, iyilerin tepkisizliğinden alıyor…

İyiliğin taşıyıcısı, kötülüğün gidericisi olma fırsatı henüz elimizde…

Öldükten sonra da yaşamak istiyorsak, geriye ölümsüz eserler, kalıcı iyilikler bırakmamız gerekiyor…

O zaman buyurun, kendimize bir iyilik yapalım… Sorumluluk alanlarımıza dönelim…

İyiliklerimizle yüreklere yürüyebiliriz…

İyilik savaşçıları için daha yürünecek çoook yol var…



Ramazan Kayan










rizzelli 08-23-2010 10:03

Ramazan saadeti...

Ne günlere geldik... Bir zamanlar, daha Ramazan yaklaşırken, irtica haberleri gazetelerimizi kaplamaya başlardı. Sonra her Ramazan’da oruç vukuatları olur/icad edilir, kahraman Türk basını bunları Ramazaniyelik olarak allar pullar, oruç tutmanın zararları, dindarların fenalıkları hanesine yazardı. Oruçluların oruç tutmayanlara saldırısı eksenli “oruç terörü” lafı bile icad edilmişti! Elbette oruç karşıtı “bilimsel” açıklamalar da yapılırdı! Bunları Kenan Evren gibi askerî rütbesi olanlar yaptığı gibi, her türlü doktorluk rütbesi taşıyanlar da yapardı...
Bu sene, şu ana kadar, böyle haberlerle karşılaşmadık. Artık oruçlular, oruçsuzlara saldırmadığından mı, yoksa böyle haberlerin iş yapmadığından mı, bilemiyoruz!..
Tam Ramazan’ın vukuatsız geçeceğini düşünürken, gerçek bir Ramazan vukuatı haberi bütün gazetelere yansıdı. Hem de oruçlularla oruçlular arasında!

D.Mehmet Doğan - Vakit

Gönülden 08-27-2010 02:04

1) Kanun devleti değil, hukuk devleti olmak için... Adalet, barış, özgürlük, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, katılımcı, çoğulcu ve şeffaf bir yönetim için EVET diyorum.
2) Derin devletten, çetelerden kurtulmak için, darbe olmasın, resmi ideoloji, resmi tarih dayatması olmasın diye..
3) Bunlar olsun diyen partilerin kapatılma tehdidi ile karşı karşıya kalmaması için,
4) Bu taleplerin yasalaşmasını engelleyen Anasaya Mahkemesi’nin yapısının yeniden düzenlenmesi için,
5) Bu fikri savunanların sanık sandalyesine oturtulup cezalandırılmasını önlemek, yargıyı tarafsız ve bağımsız kılma adına HSYK’nın yeniden yapılandırılması için EVET diyorum.
Herkes inandığı gibi yaşayabilsin, düşündüğünü özgürce ifade edebilsin diye, dinî, etnik, ideolojik, politik, felsefi, vicdani kanaat farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşayabileceğimiz, katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir yönetim için EVET diyorum..
6) Bir daha darbe olmasın, darbecilerden hesap sorulsun diye EVET diyorum..
7) Devlet şeffaf olsun, vatandaşın bireysel mahremiyeti korunsun. Seyahat özgürlüğü, mahkeme kararı olmadan sınırlandırılmasın diye, YAŞ dahil idarenin bütün eylemlerin yargı denetimi altına alınması için EVET diyorum.
8) Darbe Anayasası’ndan kurtulmak için, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kazanmak için EVET diyorum.
9) Hakkımda devletin yargı kararı olmadan, fişleme yapması, telefonlarımı dinlememesi, hakkımda andıçlar yayınlanması, devlet içinde çeteler hakkımda planlar yapmasın diye EVET diyorum..
10) Çocuklarıma özgür, saygın, zengin bir Türkiye miras bırakmak için EVET diyorum..
11) Parlemento iradesi üzerinde jüristokrasik bir vasayat uygulamasına HAYIR dediğim için referandumda EVET diyorum..
12) Yargı tarafsızlığı ve bağımsızlığı için bu EVET.
13) Sendika ve toplu sözleşme, emeklilik düzenine yeni açılımlar getirdiği için EVET.
14) Yönetime katılım ve etkin yurttaş denetimi için EVET.
15) YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması için EVET.. Yurtdışında çıkış, dinleme ve fişlenme, kapatılan partilerin milletvekilliklerinin sona erdirilmesine, 2. sendika üyeliğine ve buna benzer daha birçok düzenlemeye EVET dediğim için bu pakete EVET diyorum.
Aslında hiçbir solcu, dün tek tek bunları sorsanız hiçbirine kendileri de HAYIR demezdi. Bu işi AK Parti istiyor diye. Bunlar olursa, arkasından gelecek değişiklikler kendi siyasi gelecekleri açısından risk oluşturacağı için HAYIR diyorlar..
Bir HAYIRın darbeye, darbecilere EVET demek olduğunu, Ergenekonculara EVET olduğunu düşünmüyorlar..
Özgürlük olursa, insan hakları olursa, katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir yönetim olursa, gerçekten Türkiye’nin bölüneceğini düşünenler HAYIR diyor. Onun için Ergenekon’un avukatlığına soyunuyorlar. Ama bütün bu baskı ve zulmün, terörün kaynağı, Türkiye’yi bölünme noktasına getiren şey olduğunu hesaba katmıyorlar..
EVET demek için 40 sebeb sayabilirim. Ama benim her bir EVET’imin arkasında bir HAYIR gizlidir aslında.. Anayasa Referandumuna EVET demek, darbelere, darbecilere, çetelere, derin devlete HAYIR demektir aslında..

Abdurrahman Dilipak










rizzelli 09-03-2010 00:11

Kürtler cesurdur!..

Son sözüm Kürtler’e... Aynı coğrafyanın insanlarıyız, hepimizde bir “efelenme” hali vardır. “Tehdit” yedik mi, geri çekilmeyiz, üzerine gideriz. Anadolu’nun ortak davranış biçimi... Kürtler cesurdur, tehditten pek hoşlanmadıklarını da iyi biliyoruz. Ve ben sonuna kadar inanıyorum... “Sandığa gitme, gidersen fena yaparım” diyen o zorbaya, sanki düğüne gider gibi sandık başına giderek yanıtını verecektir... Yani “pısmayacaktır...

Ardan ZENTÜRK - star”

Gönülden 09-11-2010 23:59

Kılıçdaroğlu’nun CHP’si hayır diyecekmiş, biz evet diyeceğiz, neden mi? Çünkü -CHP’de ortalığı karıştıran afişlerinde kullanılan argümanlarla cevap verelim, ne dersiniz- “Ulu önderimiz Mustafa Kemal’i tarihten silmek için Evet..” değil, Atatürk’ün putlaştırılmasına dur demek için EVET!, “Yetim hakkı yemekten dosyaları bulunan Recep beyi kurtarmak için Evet” değil, yetim hakkını gözeten Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıkmak için EVET!, CHP’nin dediği gibi “Bebek katilini kurtarmak için Evet...” değil, Kürt sorununa artık bir son vermek için EVET!, “Parçalanacak topraklarımızda Kürdistan’ın kurulması için Evet...” değil, tam aksine, teröre dur demek için EVET! Kürt kökenli vatandaşlarımıza yapılan zulüm bitsin diye EVET! Ezen devlet değil şefkatle okşayan devlet talebi için EVET! CHP başörtüsü konusundaki baklasını da sonunda şu potla ağzından çıkarıyor: “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi için Evet...” Hani çarşaf açılımı vardı, hani herkese eşitlik vardı, hani herkese saygı en temel insan hakkıydı!. CHP’li kafada hiçbiri yok aslında. Sorun da işte bu zaten! Kırdıkları pot da duble! Sözüm ona tesettüre, çarşafa laf ediyorlar ama bir taraftan da azınlık ayrımcılığı yapıyorlar. –Zannetmeyin ki Müslüman kadının Müslüman olmayan biri gibi görünmesini uygun görmüyor olsunlar, bunun için CHP’nin tamamının biraraya gelmesiyle bile olmayacak genişlikte bir bilgi dağarcığı lazım çünkü. Onların derdi başka!- Oysa rahibe gibi giyinmekte veya rahibe olmakta ne var? Rahibeler de Türkiye vatandaşı değil mi! Bu arada bakıyoruz, Heybeliada Ruhban okuluna hiç değinmiyor CHP, bu konuda ne düşünürler acaba?.. Ve geçenlerde Sümela’da yapılan ayinle ilgili de?.. Neyse biz tekrar tesettüre dönelim ve tekrarlayalım: “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi için Evet...” değil, inancı gereği başını örten Müslüman kadınların insanca muamele görmesi için EVET! Bir daha ve bir daha EVET!

Merve Kavakçı









rizzelli 09-14-2010 23:57

Milliyetçi HAYIR Partisi, Cumhuriyet HAYIR Part. ve BOYKOTLU Demokrasi Part. toplamı AK Partinin 2007 oranlarına bile ulaşamadı.

Necdet Ünüvar AK Parti Adana Milletvekili

Ukbâ 09-24-2010 11:38

Derin bir sis çöktü dost bilinen dağların zirvesine. Olsun. Bu da sineye çekilebilirdi. Ne var ki bazı dostların attığı gül, başkasının attığı oktan daha yaralayıcıydı. Mesela bir çilenin gereği yurtdışında kalan ve ikamet edilen her saniyede ızdırap çeken bir insan için saygısız bir dille, "Amerika'da niye kalıyor?" dendi. Aslında problem nerede kaldığı değil; canından aziz bildiği ülkesinde bazı karanlık yapıların kirli planlar yapmasıydı. 'Bitirme planları'nı göz ardı ederek sorulan sorular bir zaman sonra hiçbir mümine yakışmayacak ithamlara dönüştü. Ağza alınmayacak sözlerin önüne Devlet Bey geçmeliydi. O civanmertlik MHP liderine yakışırdı. Ne yazık ki olmadı. MHP'ye sonradan gelen ve mukaddes çileden bîhaber seçkinler güruhu, ülkücü hareketi aslî çizgisinden alıp bambaşka bir çerçeveye sıkıştırdı. Oysa bu tarihî akımın ana damarı Türk-İslam ülküsü uğruna "derviş-gaziler" yetiştirmeyi, "Alperenler"i tebrik ve teşvik etmeyi gerektiriyordu...
REFERANDUMDAN ÇIKARILACAK DERS MHP'Yİ İKTİDAR BİLE YAPABİLİR
Referandum öncesi MHP yönetimi maalesef yanlış bir yola girdi. Keşke öyle bir hataya boyun eğmeseydi. Ne gereği vardı ülkücü hareketin çektiği onca çileye aldırış etmeden "darbe anayasasını" desteklemeye? Belli ki bu talep ülkücü camianın içine sinmeyecekti. Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) yanlış kararları ortadayken, "Aman bu yapı aynıyla korunsun!" demek MHP'ye ne kazandırabilirdi ki!. HSYK'daki çarpık yapıyı korumak o yapının mağdurları arasında olan MHP'ye yakışmazdı. YAŞ kararları nedeniyle yüzlerce mağdur insan ortadayken MHP'nin o kararların üst yargıya denetime açık hale gelmesine karşı çıkmasının bir anlamı yoktu. MHP yönetimi kendini inkâr edecek, vicdanları sızlatacak bir karara imza attı ve ma'şeri vicdan bu tavrı benimsemedi. Parti yönetimi bu çelişkileri söylediğinizde maalesef gerçekle yüzleşmek istemedi.
Referandum sonuçlarını iyi değerlendiren bir MHP yönetimi çok doğru bir strateji geliştirebilir. Hatadan çıkarılacak ders sayesinde iktidara ortak olmak bile mümkün. Yeter ki ders alınsın, özeleştiri yapılsın, tabandan yükselen feryada kulak verilsin... Dost uyarılarını dikkate almak yerine referandumdan suçlular listesi oluşturmak; o listenin ön sıralarına "cemaat" ve "Sayın Gülen"i yazmak çok büyük bir hata. Dost acı söyler; ama doğru söyler. MHP özüne dönmeli, varlık nedenini inkâr eden bir yola girmemeli. Ve daha önemlisi, dostlarını incitmemeli!..

rizzelli 09-25-2010 10:03

Millet binbir ızdırap içinde kıvranırken, onun dertlerine âşinâ olmayan çehreler utansın!

Yıkılan düşünce dünyası, eriyen toplum ve yitirilen nesiller karşısında irkilmeyen ruhlar utansın!

Taş taş devrilip yerle bir olan bir muhteşem medeniyet enkâzı arasında, gözü yaşarmadan, gönlü hoplamadan dolaşıp duran gamsızlar utansın!

Kurumuş sularımızı, bozulmuş bağlarımızı, yıkılmış köprülerimizi, harab olmuş yollarımızı görmeden geçip giden körler utansın!
:utangaç:


Buhranlar Anaforunda İnsan

Gönülden 09-27-2010 16:09

Modern bireyin özgürlük açılımı artık değerlerden azade olmak anlamına geliyor… Kayıt kural tanımayan, sınır ölçü takmayan insan, dur durak bilmiyor… Geriye gri bir hayat, flu bir dünya kalıyor… Bir insan, nerede duracağını bilmiyorsa, o insandan korkulur…

İşte önemli olan, Allah’ın dur dediği yerde durmaktır… Bu duruşu sürdürecek iradeye sahip olmaktır… Bu bağlamda tüm ilişkilerimizi Allah’a onaylatmamız gerekiyor, çünkü biz O’ndan bağımsız yaşayamayız… Şu an sürdürmekte olduğumuz ilişkiler ağı bizi O’ndan uzaklaştırıyor mu, yoksa O’na yakınlaştırıyor mu? Şunu diyebiliyor muyuz: Bizi O’ndan ırak kılacak tüm yakınlıklar ve yaklaşımlar bizden uzak olsun! Yoksa “çağın gereklilikleridir” diyerek sınırları zorluyor muyuz?

Nice zamandır ortak mücadele zeminlerinden kopan, cemaat ruhundan uzaklaşan insanlarımız ilişkilerinde daha pervasız, duyarsız ve ilkesiz… Çoğunlukla ilgi, sevgi, saygı, sevda, kavga, tercih, itaat, irtibat ve ilişkiler; istikamet ve itidal ekseninde değil menfaat ve maslahat bağlamında gerçekleşiyor… Bu durum dünyevileşen, bireyselleşen ve bencilleşen insanın serencamıdır… Kabaran iştah, yükselen tamah, her şeyi mübah görüyor… “Hamd”i ve “şükr”ü kalmayan insan sarhoş, şımarık ve şaşkın… Hazlar konuşunca, heva ilahlaşınca insan da haddini bilmez oldu…

Ramazan Kayan












Ahmet Yasin 09-29-2010 20:44

Hanefi Avcı neden Genelkurmay’a gitti?

Dün yaşanan Hanefi Avcı operasyonu, iktidar karşıtlığı üzerinden yürütülen ideolojik kampanyaları alevlendirdi. Avcı’nın kitabı nedeniyle böyle bir operasyona maruz kaldığı algısı oluşturulmaya çalışılıyor.

Oysa üç emniyet genel müdür yardımcısı ve iki emniyet müdürü hakkındaki soruşturmalar, tutuklamalar yaşanırken onların siyasi iktidar veya cemaatle ilgili piyasaya çıkmış kitapları yoktu. Avcı’yı diğer emniyet müdürü dostlarından ayıran en önemli tarafı, kurnazlığıdır.

Devrimci Karargah Örgütü operasyonu kapsamında dinlenen Nejdet Kılıç’la görüşmelerinin dinlemeye takılması üzerine, anı kitabına cemaat bölümünü eklemesidir. Kitabı kendisine “zırh” yapmaya çalıştı, bu sayede olası bir operasyondan kurtulabileceğini umdu ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Ancak, kabul etmek gerekir, diğer müdürlere göre kitap sayesinde kendisine kamuoyu desteği bulmayı başardı. Atatürkçü Düşünce Derneği ve İşçi Partisi sempatizanları Avcı’nın kitaplarını dağıtarak böyle bir algının oluşmasına katkıda bulundular. Kitabının yazımına emek harcayan bazı gazeteciler de gönüllüğü avukatlığına soyundu.

Kafalar karışmasın, zihinleri bulandıran bir iki soruya da cevap vermek gerekir. Soruşturmayı yürüten savcılık, Avcı’ya 27 Eylül pazartesi günü saat 12.00’ye kadar ifadesini vermek üzere süre tanıdı. Avcı ise sivil savcılığın bu çağrısına uymak yerine gizli bir şekilde Genelkurmay’a giderek askeri savcı Yavuz Şentürk’le görüştü, Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu da bu görüşmede hazır bulundu. Avcı’nın sivil mahkemedeki soruşturmaya direnerek askeri savcılığın yolunu tutması, üstelik bunu gizli şekilde yapması, manidar.

Sizce neden?

Şamil TAYYAR-Stargazete.com

Ukbâ 10-01-2010 12:05

Çocuğu olmayan, işi rast gitmeyen, ticareti kesada düşen herkes kabahati cemaatte buluyor. Suçlular da cemaatle aralarında bir husumet uydurarak kurtulmaya çalışıyor. Eskiden 'Atatürkçüyüm o yüzden üzerime geliyorlar' cümlesi çok yaygındı. Şimdilerde moda cemaat düşmanı olmak. Cemaatin tekerine çomak soktuğu için hakkında fezleke düzenlendiğini ve yargılama yapıldığını iddia eden ne kadar çok insan var! Haklarındaki suçlamaların hiçbirine cevap vermeye yanaşmıyorlar, varsa yoksa cemaat. Suç işleme ayrıcalığı kazanmak için cemaat düşmanlığı yapmak yeterliyse bütün arsızlar hırsızlar sıraya girsin.

Ukbâ 10-01-2010 13:05

Karşıtlıklardan, düşmanlıklardan beslenen milliyetçiliğin boyu çok büyümez. Bizim Cumhuriyet'in ulus devlet projesinin formüle ettiği milliyetçilik, korkularla içe kapanan ve herkesi düşman gören ve milliyetçilik deyince Yunan'a, Ermeni'ye kin gütmeyi anlayan kısır bir anlayışı ifade ediyordu. Bugün Türklük yedi bağımsız devletin bayrağı ile temsil ediliyor. Değişen dünya dengeleri Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da Osmanlı'nın yarım bıraktığı işi Türkiye'nin önüne koyuyor. Kısaca Osmanlı gibi büyük düşünmek ve büyük işlere kalkışmak gerekiyor. Savunmacı, karşıtlıklar ve düşmanlıklar yaratıcı dar bir milliyetçiliğin yerine özgüveni ile korkusuzca ilerleyen ve düşmanlıkları çözerek herkes için kurtarıcı mertebesine yükselen emperyal bir vizyona ihtiyacımız var.
Yeryüzünün en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan bu topraklarda, en sonra gelen sakinler bizleriz. Kimsenin bu topraklardan bizi söküp atmaya gücü yetmez. Üç milyonluk nüfusa sahip Ermenistan'ı Türk milliyetçiliğinin anlam dünyasına taşımak bu topraklarda yaşananları hafife almak ve ufkumuzu daraltmak demektir. Büyük milletler böyle küçük işlerle uğraşmaz. Akdamar Kilisesi'nde Ermenilerin ayin yapması, sadece bizim büyüklüğümüzü ve özgüvenimizi kanıtlar. MHP ideolojisi, Türk milliyetçiliğinin önemli yapı taşlarından biri. Milliyetçiliğin cumhuriyeti aşıp Osmanlı'nın ufuklarında at koşturmaya ihtiyacı var. Öyleyse soralım: Osmanlı gidip Ani'de cuma namazı kılar mıydı?

Gönülden 10-04-2010 00:42

Yıllardır “demokratik hak ve hürriyetleri” tartışan Türkiye, demokrasisini bir türlü sağlam zemine oturtamıyor...
Çünkü milletle devletin istikametleri farklı... Milletin yüzü kıbleye, devletin yönü Batı’ya dönük! Bu yüzden devlet (yani bürokrasi) vatandaşa güvenmiyor.
Kimse de dönüp, “Osmanlı ceddimiz millet-devlet ilişkisini nasıl yürütmüştü?..” diye bakmıyor.
Bu konuda yabancı gezginlerle diplomatların kayıtlarından yola çıkarak bir derleme yaptım: Umarım politikacılarımıza ışık tutar.

• Osmanlı bir “Töre Devleti” kurmuştu. Başta Padişahlar olmak üzere, “Kanun-u Kadim”, özetle “töre”, herkesi bağlardı. Hiç kimsenin kudret ve kuvveti “mutlak” değildi. Özellikle padişahlar denetim altındaydılar ve kanunlarla törelere uymak zorundaydılar.
• Padişahlar savaş ve barış ilanı hakkından bile mahrumdular. Bunun için ulemanın onayını almak zorundaydılar. (Sultan Dördüncü Mehmed, Macaristan savaşını bu yüzden erteleyememişti).
• İsrafa ve sefahate meyleden padişahlar, ulema fetvasıyla halledilirdi (Tahttan indirilirdi). Avrupa’daki gibi istibdat ve mutlakıyet yoktu, insanlık vardı.
• Osmanlı Devleti, insan, hayvan ve bitkiye yönelik hizmetler üreten büyük bir hayır kurumuna dönüşmüştü. Padişahlar bu büyük hayır kurumunun garsonlarıydı!
• Yükselme devrinde padişahların şeyhülislâmları görevden alma yetkileri yoktu, ama şeyhülislâmlar padişahları azletme yetkisine sahiptiler.
• Osmanlı devlet sistemi, pek çok yabancı düşünürün tetkik ve tescilinden geçtiği üzere “mutlakıyet” değil, insanı merkez alan ve insana değer veren bir yapı idi. Sıralamada “önce devlet” değil, “önce insan” gelirdi. Devlet ve her şey insanları mutlu etmek içindi. Bu temel prensip tartışılmazdı.
• İnsanı merkez alan anlayışın kaynağı Kur’an’dı. Kur’an hükümleri zulüm ve istibdat meyline karşı en büyük engeldi. Bu yüzden padişahlar ve yöneticiler zulmü bir yöntem olarak benimsememişler, bu yoldaki bazı münferit hareketleri ise şiddetle cezalandırmışlardı.
• Her padişah, tahta çıkar çıkmaz, Kur’an’a ve töreye bağlı kalacağına yemin eder ve yeminine sadık kalırdı. Bu husus şeyhülİslâmlık müessesi tarafından denetlenirdi.
• Halkın iradesi padişahın nüfuz ve kudretinden üstündü. Bu yüzden padişahlar zaman zaman kıyafet değiştirip halkın içine karışır, talep ve değerlendirmeleri birinci ağızdan öğrenmeye özen gösterirlerdi.
• İşte bütün bunlara dayanarak, Sultan Birinci Mahmud devri reis-ül-küttablarından (dışişleri bakanı diyebiliriz) Emârzâde Hacı Mustafa Efendi, Fransız Sefiri Marquis Villeneuve’e şöyle diyordu: “Aslına bakarsanız, Osmanlı Devleti, adı henüz konmamış bir cumhuriyettir.”
• Osmanlılarda en nüfuzlu insan padişah değil, şeyhülislâmdı. Şeyhülislâmın herhangi bir kararına padişahın itiraz etmesi söz konusu bile değildi.
• Osmanlı Devleti’nde, bugünkü anlamda olmasa bile, bugüne yakın anlamda “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttu. Padişah, idari işlerde hükümete karışamaz, tahakküm edemez, yalnızca tavsiyelerde bulunabilirdi.
• Avrupa’da hiç bir insan hakkı yokken, Osmanlı’da padişahların ve diğer yöneticilerin, insan haklarına riayetleri mecburi idi. Bu husus diplomatik belgelerden anlaşılmaktadır ki, bu da zaten inanç temellidir: Çünkü insan haklarına riayetsizlik kul hakkını gözetmeme anlamına gelir.
• Halk, padişahı açıktan açığa tenkit etmek, devlet ve hükümet adamlarını alaya almak hakkına sahipti. Vaizler vaazlarında, halk hatipleri meydanlarda tenkit hakkını kullanırken, zabıta müdahale etmez, özgürce konuşurlardı (Bunun sayılamayacak kadar örneği var).
• Padişahlar yalnız Müslüman milletin değil, yönetimi altında bulunan gayrimüslim milletlerin de hakkını-hukukunu muhafazaya mecburdu.
• Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan insanların dinlerini özgürce yaşama hakları mevcuttu. Kimse onlara baskı yapamaz, kimse kem gözle bakamaz (Fatih’in “Amannâme”si), kimse onları aşağılayamaz ve asla kınayamazdı.
• Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdü: “İnsan hürdür, ama Abdullahdır (kuldur)” prensibi geçerliydi.
• Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta” idi (haklıysan kuvvetlisin anlayışı)...
• Osmanlı’da “Üstünlerin hukuku” değil, “hukukun üstünlüğü” geçerliydi. Padişahlar bile kadılara (adliyeye) karışamazdı. Hatta gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahkum olurdu (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi davasında olduğu gibi).
•Osmanlı’da devlet başkanları (padişahlar) hükümete sadece tavsiyelerde bulunabilir, talimat veremezlerdi... (Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam [yürütmenin başı=Başbakan] müstakil olup umûr-u saltanata [devleti yönetme biçimine] kimse müdahale etmezdi.”)
Ders olsun!

Yavuz Bahadıroğlu







Gönülden 10-04-2010 17:53

Fıtratsız insan, vicdansız dünya demektir…

Fıtrat medeniyetinin yerini şimdilerde Batı’nın nefsi emmare uygarlığı aldı… Evet, fıtratı bozuklar, fıtrata savaş açtı… Fıtratla oynayanlar, şeytana uyanlardı…

Fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalınca insan olunmuyor, insaniyet gelişmiyor… İnsanın çamurlaşma süreci daha bir derinleşiyor…

Velhasıl, fitne rejimleri, şer odakları, nifak mihrakları insanı bozdu, ruhu kirletti… İnsanın özüne yönelik sanal suikastlar, yasal baskılar, seküler saldırılar, modern tuzaklar bir türlü bitmek bilmiyor…

Resmi ideolojilerin beyin yıkama yöntemleri, fıtrat yıkımına neden oldu…

Genetiği bozulan, geleneği yok olan insanın, geleceği de karanlık…

GDO’dan sonra yeni tehdit insanın DNA’ sına yönelik…

Fıtratın imha ve ifsadı tüm iğrençliklerin, utançların, ilençlerin nedeni… Şakilesi bozulan, şirazesinde çıkan insan kötülüğün odağı oldu…

Homoseksüellik, ensest ilişkiler, estetize edilen günahlar, sınır tanımayan haramlar neyin habercisi? Ya da neyin sonucu?

Gittikçe yaygınlaşan kadının erkekleşmesini, erkeğin kadınlaşmasını başka türlü nasıl izah edeceğiz?

Şimdi insanın kurtlaşmasını normal görebilir miyiz?

Değersizleşen ve duyarsızlaşan insanı nereye oturtacağız?

Zulme tepkisiz, münkere duyarsız, şerre aldırışsız insanın sorunu fıtridir, marazidir…

Bu nedenle en büyük fitne, fıtratın tahrif, tahrip ve tağyirini hazırlayan fitnedir…

Peki, bu kadar vurgudan sonra sormak gerekmiyor mu, fıtrat nedir?

Hayatı anlamak için önce fıtratı anlamak gerekiyor… Hayatın anlamı, fıtrata göre yaşamaktır…

Fıtrat; Allahu Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır…

İnsanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan, yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunları vardır, ona fıtrat diyoruz…

Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibari ile insanın lekesiz, temiz, İslam’a ve imana müsait bir hüviyete sahip olmasıdır…

Fıtrat; var olan her şeyin ne hikmetle yaratıldığını yani o varlığın doğasını ifade eder…

Fıtrat, insanın heva ve heveslerinden dolayı bozulmadan önceki saf halidir...

Kâinatın Allah’ın fıtratı üzere işleyişi İslami dilde adetullah, sünnetullah, fıtratullah ifadeleri ile isimlendirilmektedir…

Fıtrat, nimettir…

Fıtratı anlamak yetmiyor. Önemli olan fıtratı doğru okumak ve onu güzelce korumaktır... Adem olmanın yolu budur, istikameti bulmanın şartı budur…

Fıtratı, tutkulardan, tutsaklıklardan, içgüdüsel dürtülerden, geleneksel şartlanmışlıklardan, toplumsal baskılardan, yasal dayatmalardan, modern şımarıklıklardan korunmak zorundayız…

Fıtrat üzerinde çevrenin dönüştürücü gücünü basite almamak lazım... Çevre temizse fıtratta temiz kalacaktır…

Fıtrata aykırı rejim, ideoloji, sistem, kurum, yapı, eylem, söylem yöntem merduttur, diyebilmek…

İnsanın beden toprağına yüklenen fıtrat tohumu, vahiy yağmuru ile buluştuğu zaman insan hem neşet eder, hem de netleşir…

Evet, fıtratın Fatır-ı Mutlak ile mutabakat halinde olması şarttır. Vahiyden ışığını, ısısını, suyunu, havasını almayan fıtrat çürümeye mahkûmdur. Bu bağlam da yapılması gereken; Allah’ın boyasına boyanmaktır… Kuran ahlakı ile ahlaklanmaktır… Sünneti seriyyenin disiplinine girmektir…

Hanif durmanın, halis kalmanın, halife olmanın yolu budur… İmam, varis, şahit olmanın şifresi fıtratta saklıdır…

Bize düşen görev: fıtratı tercih etmektir… Onu takva örtüsü ile korumaya almaktır… Takva azığı ile beslemektir…

Fıtrat boşluk kabul etmez… Fıtrata hangi korkuları, sevgileri, bilgileri yüklerseniz öyle şekillenir. Bunlar fıtri temayüllerdir… Bunlar Allah için olursa kişi Allah ile barışık olur, bozuşmaz… Ayrıca vaftiz gerekmiyor, yeter ki; fıtrata vefa olsun, mutabakat ve muvafakat bozulmasın…

Ramazan Kayan









Özgür Çağrı 10-04-2010 18:05

Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.
Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.
Üniversite öyle bir yerdir.
Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.
“Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam” diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?
Burası zorba bir ülke.
Küstah bir yönetim var burada.
Herkese, her şeye karışıyorlar.
Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.
Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.
Zorbalık budur işte.
Küstahlık budur.
Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.
Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.
Arapça “seçmeli ders” olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.
Niye?
Başörtülü kız üniversiteye giremez.
Niye?
Alevi’nin ibadethanesine ibadethane denilemez.
Niye?
Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.
Ve, buna inatla devam etmek istiyor.
Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?
Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?
Koca koca adamların “kızların saçının ne kadarı görünsün” diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?
Kız çocuklarını bir “saçmalığa” kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?
Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.
Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.
Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara’ya haykırmalılar:
Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?
Sana ne?


Ahmet Altan

Gönülden 10-06-2010 15:10

Günümüzde her yerde, her toplumda; tarihin yerine geçen, ya da tarih gibi sunulan mitolojiler, milliyetçiliklere hayat veriyor. Her toplumda, maalesef tarih, ideolojik/poli*tik çıkarlar doğrultusunda bir propaganda aracına dönüştürülüyor. Siyasal, ideolojik, tarihsel mitlere inanan toplumlarda tarihin yol göstericiliğine, tari*hin hakemliğine itibar edilmiyor. Her hangi bir toplumda milliyet*çiliklerin yükselişi, o toplumda gerçek bir tarih bilinci, kültürü, felsefesi oluşmadığını gösterir. Tarih bilincine sahip olmayan toplumlarda geçmiş, bir bilinçten çok, bir turizm nesnesine, bir tüketim nesnesine dönüştürülür ve ticarileştirilir. Tarihsel hafı*za kaybına maruz bırakılan toplumlar, Türkiye Örneğinde görülebi*leceği üzere, Ermenileri, Rumları, Kürtleri içermeyen, bu topluluk*ların öykülerini içermeyen bir tarihe mahkûm edilirler. Tarihi ide*olojik olarak tasarlayanlar, tarihi niceliksel olarak kurgularlar. Tarihin niceliksel olarak yorumlanması demek, toplumların bu tür tarihe ancak sayılar halinde katılmaları demektir. Yalnızca bir halkın, bir toplumun, bir ideolojinin yararlarını/çıkarlarını göze*ten bir tarih yaklaşımı düşünülemez. Tarihin ideolojik anlamda okunması, ırkçı anlamda okunması, tarihin kirletilmesi anlamına gelir. Böylesi bir tarih yaklaşımıyla hiç bir zaman hakikate ula*şılamaz. İdeolojik yaklaşımlar, ırkçı yaklaşımlar/gerekçeler gerçek sorunların üzerini örter, gerçek sorunları göz ardı eder. İdeolojik gerekçeler, -Türkiye'de her dönemde yaşandığı gibi- ideolojik/doktriner kesimleri meşru olmayan arayışlara/eylemlere sevk eder.

Atasoy Müftüoğlu











Ukbâ 10-07-2010 14:46

Kıssadan çıkartılacak hisse şuydu: Resmî dilimiz olan Türkçenin gerçek gücü ve güzelliğinin Kürtçe eğitimin yasaklanması ile bir alâkası yok. Dile hâkim olmayanların, Türkçenin inceliklerine vâkıf olmayanların Kürtçe eğitime karşı çıkmalarının da hiçbir anlamı yok.
Türkçe, potansiyelini gerçekleştirmiş ve zirvelerde dolaşmış bir medeniyetin dili. Çevresindeki her şeye korkuyla bakan, bölünürüz diye farklı dilleri şeytan gibi taşlayanların kuru ve dar dünyası, Türkçeyi de ancak kullanabildikleri düzeye hapsediyor. Resmî dil işte o zaman mahvolur. Neden Türkçenin karşı konulmaz gücüne güvenmiyorsunuz? Yahya Kemâl'in, Tanpınar'ın, Orhan Pamuk'un güzel Türkçesi, ana dili Türkçe olmayanların da katkısı ile bu mükemmel kıvamı buldu. Kürt yazarlar el'an katkıda bulunmaya devam ediyorlar. Peki biz neden onların dillerini kanun ve polis engeli olmadan geliştirmelerine fırsat ve imkân tanımıyoruz?

Kur'ânTalebesi 10-08-2010 20:27

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce ondan su istemiş. Bedevi devesinden inerek ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış:
- Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!
Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraklayıp, bu sözün nedenini sormuş:
- Eğer anlatırsan, demiş bedevi, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.

Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık. Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı. Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı…
Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle…
(ç/alinti)

Ukbâ 10-12-2010 10:32

Bir de anahtar arıyormuş gibi yaparak fitne çıkaracak türden fikir yürütenler var. Neymiş? 'Beyaz Türkler'le AK Parti'nin uzlaşması için 'cemaat iddialarının' AK Parti tarafından Meclis'e taşımalıymış. Kimse kusura bakmasın ama bu, habercilikten çok ihbarcılığa benziyor ve bu düşünceyi pompalayanlara da yakışmıyor. Bir yanda yargı huzurunda ilişkilerini anlatamayan ve "Delilim yok ama delilin adresini biliyorum." diyerek suç ve suçlu icat eden birisi; diğer yanda benzer suçlamalarla defalarca karşı karşıya kalmış, yargıdan aklanarak çıkmış bir kitle. Adalet huzurunda hesap vermekte zorlanan kişi maalesef ilişkilerini izah edemiyor. Tam bu aşamada hükümete çağrı yapmanın ve dahi zanlıya her türlü destek veren meslektaşlarını yüceltmenin anlamı ne? Şeffaflaşmak mı? Tamam; Meclis'e bir önerge daha verilsin ve vaktiyle hangi gazetecilerin Genelkurmay'a sık sık gittiği, hangi darbeci ve cuntacıların özel isteğine uygun yazılar kaleme aldığına dair bir araştırma başlatsın Meclis. Eminim yakın tarihe ışık tutacak ve bu arada hem 'Beyaz Türkler' hem de 'Siyah Türkler' (böyle bir ifadeyi ironi için bile olsa yazmaktan utanç duyuyorum) bazı bilgilere ulaştıracaktır. Sözü uzatmaya gerek yok; Hoca Nasreddin haklı. Karanlık mekânda kaybettiğini apaydınlık bir ortamda arayarak hedef şaşırtanlar gözlerini kapayarak sadece kendilerine gece yapıyorlar. Kimin bu millete ne kadar hizmet ettiğini bu ülkenin insanı gayet iyi biliyor. Ve şükürler olsun ki, vicdanlar daha çürümedi...

Gönülden 10-12-2010 16:55

Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve "öteki" dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bariz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...

Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.

Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zalimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu hâline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...

Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zalimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.






Gönülden 10-12-2010 16:55

Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve "öteki" dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bariz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...

Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.

Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zalimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu hâline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...

Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zalimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.






Ukbâ 10-13-2010 10:07

Kendine medenilik atfeden insanlığın virüslü halini sevgili hocamız çok güzel ifade etmiş teşekkürler sevgili Canan.


Fethullah Gülen Hocaefendi'nin önceki gün Bamteli'nde söylediklerini dinleyince bunlar geldi aklıma. Kendisi hakkında ortaya atılan 'sızma' iddialarını cevaplarken Hocaefendi, 'bir insanın kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denemeyeceğini' ifade ediyor. ''Teşvik edilen insanlar da, o müesseseler de bu ülkeye ait. Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz, hakkıdır girer oraya.'' diyor.
Bu toplumun ekser çoğunluğunun, ana unsurunun devlette görev almasını sızma olarak nitelemek çok eski bir zihniyetin yansımasından başka bir şey değil. Bu eski devlet kafasında, devletin etrafı özellikle iç düşmanla çevriliydi. Dolayısıyla ülkenin içinin düşmanla dolu olduğunu kabul eden anlayış, bu ülkedeki bütün problemlere de kaynaklık etmekten başka bir işe yaramıyordu. İç enerjiyi tüketen, toplumsal barışın zedelenmesine neden olan bütün problemlerin kaynağında da bu anlayış, yani milleti düşman olarak gören zihniyet yatıyordu. Biz bu ülkenin ana unsuruyuz. Bu devlet de, başta ana unsur olmak üzere bu ülkede yaşayan herkesin devletidir. Artık devletin milleti değil, milletin devleti vardır. Bu anlayış hakim olduğu ölçüde de, bu ülkede iç kavgaları besleyen hiçbir şey var olamayacaktır.

Gönülden 10-13-2010 18:16

“Referandum süreci”nde zırt-pırt kameraların karşısına çıkıp, “siyasi açıklamalar” yapan, bu “HSYK üyeleri” değil miydi?..
O GÜNLERDE SÖYLENENLER
Buyrun, hafızalarımızı tazeleyelim...
HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, o günlerde kameraların karşısına geçiyor ve aynen şunları söylüyordu:
¥ “Yargının sorunlarına yanıt vermekten uzak, yargı içinde büyük sorunlar yaratacak ve öyle sanıyorum ki yargıdan kamuoyunun, milletin beklediği çözümlere çok uzak olan bir metindir... Kusura bakmayın ama, yüksek yargı ile dalga geçiyorlar!”
¥ “Taslak, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Taslak yargı bağımsızlığını, tarafsızlığını ve güvencelerini tahrip etmeye yöneliktir.”
¥ “Taslak metinde yargının idari ve mali yönden bağımsızlığı dikkate alınmamıştır. Tam tersine idareye bağımlı bir kurul yaratılmaya çalışılmıştır. Yargı reformu adı altında yapılan çalışmalardaki stratejinin yargı reformu olmadığı, tam aksine yargıyı ele geçirme stratejisi ve taktiği olduğu her türlü kuşkudan uzak bir şekilde gayet net ve açıkça anlaşılmıştır.”
¥ “Kuvvetler ayrılığı ilkesi Evren tarafından bile muhafaza edildi. Şimdi bundan daha geriye döndürülmeye çalışılıyor. Bu ne kadar inandırıcı, takdiri size bırakıyorum.”
¥ “Pakistan’da 1995’te darbe sonrası yeni anayasa hazırlandı. Yargıçlar ise topluca istifa etti. Türk yargıçlar, onlardan daha az duyarlı değildir.”
Peki, “bağımsız” ve “tarafsızlık”tan dem vuran bir hukukçu, bu kadar “taraf” olabilir mi?..
HSYK, o dönemde “resmen taraf” oldu ve “Hayır” cephesinde yer aldı...
Başbakan Tayyip Erdoğan, o süreçte bunlara seslenip, diyordu ki;
“Eğer siyaset yapmak istiyorsanız; cüppelerinizi çıkarın, bir siyasi partinin şemsiyesi altına girin, ne diyecekseniz, orada deyin!.. Çünkü, bu siyasi çıkışlarınızla yargıyı yıpratıyorsunuz!..
Makamlarınızı, koltuklarınızı ve rütbelerinizi siyaset aracı olarak kullanmayın!”
Ne oldu sonunda?..
Türk Milleti, “Türk Milleti Adına” karar veren yargıya dedi ki;
“Siz, kendi işinize bakın!”
Öyle ya;
“Hükümet’e yetki” veren de millet, “yargı”ya yetki veren de... O halde, tartışılan ne, paylaşılamayan ne?..
Millet, “yeni bir anayasa” yapmış mı?..
Yapmış!..
Bu durumda, “yetki”lerini “milletin yaptığı Anayasa’dan alanlar”ın yapması gereken ne?.. “Milletin kararına saygı” göstermek değil mi?..
Peki, “HSYK üyeleri”nin yaptığı ne?..
Önceki günkü “istifalar”ın tek bir anlamı vardır: “Biz, milleti takmıyoruz!”
Paşa keyifleri bilir!..
Ama, “istifa” kararını açıklarken; “Elimiz-kolumuz bağlandı... Bir iş yapamıyoruz” demelerinin “şov”dan öte bir anlamı yoktur.
KİM ÇALIŞTIRMIYOR?
Yaptıkları, “dört dörtlük şov”dur, çünkü, adama sorarlar;
“Referandumdan önce mi iş yapamıyordunuz, referandumdan sonra mı?”
Öyle ya;
“Yaz kararnamesi”nin görüşüldüğü 14 Ağustos tarihine kadar “iş” yapıyordunuz!.. 14 Ağustos’tan sonra mı “iş yapamaz” oldunuz?.. O günden bu yana “ne değişti” ki, eliniz-kolunuz bağlandı?..
“Çarpıtma” yapmak yerine, millete niye “gerçeği” söylemiyorsunuz?..
Desenize millete;
“12 Eylül’de, sen kararını verdin ve HSYK’nın yapısını değiştirdin!.. Yeni anayasa ile HSYK’nın üye sayısı 21’e çıktığı için, bizim toplantı yeter sayımız yeterli değil... Dolayısıyla, toplanamıyoruz... İş yapmak istesek de yapamayız, çünkü yeni Anayasa buna imkân vermiyor!”
Şu hâle bakın;
“Türk Milleti Adına” karar verme makamında bulunanlar, “Türk milleti”ne bu gerçeği açıklamıyor da, hâlâ “siyaset” yapıp, güya Hükümet’i suçluyorlar!..
Ama, millet yutmaz bunları!..
O ZAMAN ÇALIŞIYORDUNUZ!
Döner ve sorar HSYK üyelerine:
“Bugün çalıştırılmamaktan şikâyet edip Hükümet’i suçlayan sizler; sırf Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner için tutuklama kararı verdiler diye, Erzurum’daki hakim ve savcıların yetkilerini almadınız mı ellerinden?..
O zaman çalıştırılıyordunuz da,
Şimdi mi çalıştırılmıyorsunuz?!?..
Söyleyin hele;
İlhan Cihaner’i nasıl kurtardınız?..
Çekinmeyin, söyleyin;
Ergenekon sanıklarını tahliye ettirmek için hakimleri izne gönderen, izindeki hakimleri geri çağıran, nöbetçi hakimlerle iş bitiren kimlerdi?”
Milletin ağzı torba değil ki, büzesin!.. Millet konuşur ve işte böyle sorular sorar!..
Dahasını da sorar;
“İş bitirme”ler esnasında ne Adalet Bakanı karıştı sizlere, ne Adalet Bakanlığı Müsteşarı!.. O zaman “çalışan” HSYK üyelerinin, bugün “Çalışamıyoruz” demelerinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur!..
AMAÇ KOLTUK!
Bunun bir tek izahı vardır;
“Koltukları kaptırmamak!”
Evet evet; “istifa”ların asıl amacı, “koltukları kaptırmamak”tır!..
Öyle ya;
HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, zaten “53 gün sonra gidecek”ti!.. Musa Tekin’in ise “sadece 4 günü” kalmıştı!.. “İstifa” eden diğer “üyeler”in de “yedek üyeler” olduğunu hemen belirtelim.
O halde, “Niye istifa ettiler?” sorusunun cevabına yeniden bakalım:
Efendim;
15 ay sonra “yüksek yargı”da seçimler var... Yargıtay Başkanlığı ve Danıştay Başkanvekilliği için seçim yapılacak... Bu seçimlere “girebilmek” için ne yapmak lâzım?.. Elbette “istifa” etmek!..
“HSYK’daki görev süreleri zaten dolduğuna” göre, hiç olmazsa şanslarını Yargıtay ve Danıştay’da denesinler!.. Kimbilir, belki de “boşalacak koltuk”lardan birine oturabilirler veya “istedikleri bir adayın seçilmesini” sağlayabilirler!..
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum:
Eğer 15 ay sonraki seçimde Yargıtay Başkanlığı’na Kadir Özbek’in, Danıştay Başkanvekilliği’ne de Suna Türkoğlu’nun seçildiğini duyarsanız, hiç şaşırmayın!..
Sizin anlayacağınız;
“İstifa”ların altında yatan asıl sebep budur!.. Yani, sebep; “çalışamamak” değil, “çalışma”yı Yargıtay ve Danıştay’da sürdürmek!..
Niyet budur, hedef budur!..
Siz o günü bekleyin!.. Göreceksiniz!..
Maksat, “T.S.E. yapılanması” devam etsin!..
Gerçeker’in yerine, Kadir Özbek!..
Nasıl; “yakışır” değil mi?!?..

Hasan Karakaya










Hüdaverdi 10-14-2010 22:35

Türban değil, başörtüsü hocam
Son süreçte kendine “it” diyen üniversite hocasıyla gündeme gelen arkadaşım bugün derse örtülü giriyor. Sabahtan ve öğleden sonra dersi vardı. Hepimiz dua ettik gitmeden. Sabahki hocası hiç sesini çıkarmıyor. Öğleden sonraki derse de daha önce şapka taktığı için her derste tutanak tutmayı geleneksel hale getirmiş bir hocası giriyor. Arkadaşımı karşısında bu kez şapkalı değil de başörtülü görünce “Şapkadan örtüye mi terfi ettin?” diyor. Sonra “Elimize henüz bir yazı gelmedi. Bize bir yazı gelinceye kadar ben de tutanak tutmak zorundayım” diyor. Arkadaşım da “Tamam hocam, tutun” diyor. Hoca tutanağa “Derse türbanla girdi. Uyardım, çıkarmadı” yazınca arkadaşım “Hocam lütfen düzeltin. Ben türbanla değil başörtüsüyle girdim” diyor ve hoca parantez açıp başörtüsü diye ekleme yapıyor. Daha sonra hoca tutanağı tüm sınıfa imzalatıyor. İşlem bitince arkadaşım da “Hocam, ben de şimdi sizin hakkınızda tutanak tutacağım” diyor ve o da tutanağını tutuyor. Aynı hocanın yaptığı gibi tüm sınıfa imzalatıyor. Bu arada hoca “Ben de senin tuttuğunu okuyabilir miyim?” diyor ve okuyor. Arkadaşım da “Hocam isterseniz siz de imzalayın” deyip imzalattıktan sonra derse başlıyorlar. Bunları yazarken arkadaşım yanıma geldi ve “Artık eşarplarımızı düzgün seçmemiz lazım. Bundan sonra okula eşarpla gireceğiz” dedi:) Hepimiz çok mutluyuz. Hakkımızda tutulan tutanaklar ve direniş hayırlara
vesile olacak inşallah.
(İzmir)

Ukbâ 10-20-2010 11:07

-Şayan-ı takdir olan odur ki, amatörce düşünen halkımız, çok defa elit sınıftan daha isabetli kararlar vermiştir. Onun için, demokrasiyi de ilk defa onlar alkışlamış, omuz verip onu biraz daha ileriye onlar götürmüşlerdir. Kendi oylarını beş on tane sayıp başkalarını cahil ve bir şeyden anlamaz görenler öyle göredursunlar, halkımız bu referandumda bir kere daha isabetli karar vermiştir. Bu sebeple netice, hiç kimsenin telkinine değil, milletimizin firaset ve basiretine verilmelidir..
-Referandum lehindeki mülahazalarımı açıkça ifade etmeyi bir vazife saydım. Çünkü, faydalı olacağına inandığım bir işi yapmazsam, ötede Allah'a hesap verme ve Peygamber Efendimiz karşısında mahcup olma durumuna düşerim; boynum bükülür ve ezilirim. Ülkem, milletim ve mefkurem adına yararlı olduğuna inandığım bir mevzuda suskun kalmam dilsiz şeytanlık olur.
-Ben öz be öz Anadolu çocuğu, bu milletin düz bir ferdiyim. Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine, sızma denmez! Çünkü teşvik edilen insanlar da, teşvik edildikleri o müesseseler de yine bu ülkeye aittir. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer, hariciyeye de... Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar, böyle iddialarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdirler..
-Artık ideolojiler neyi emrederse etsin, keşke bir de kinin, nefretin, söylenen her söze bir laf yetiştirmenin yerine, "Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek" diyen Yunus edasıyla birbirimize kucak açmaya çalışsak...
-Zaten vifak ve ittifak, tevfik-i İlahî'nin vesilesi, ihtilaf ve iftirak da İlahi yardımdan mahrumiyetin bir gerekçesidir. Hayırlı hizmetlerin dahi bereketini silip götüren ihtilaflı davranışlardan mutlaka kaçınmalı; böylece fiili bir dua ile Kalblerin Sahibi'ne yönelerek O'ndan topyekun gönülleri yumuşatmasını dilemeliyiz." Evet, büyüklerin sözleri, sözlerin büyükleridir.

Kur'ânTalebesi 10-31-2010 20:21

Başörtülülerin çok yüce gönüllü oldukları fikrindeyim. Yıllar geçti hala onlardan hiçbir zarar görmedik. Ne kafamıza taş attılar, ne yollarda bize hakaret ettiler, ne de yemeklerimize ilaç koydular. Sıfır. Şaşılacak denli sabırlılar. Yalnızca bir-iki protesto gösterisi, hepsi bu. Dinamit yok, sopa yok, zehir yok. İnanamıyorum yani. Bir insanı bu kadar kışkırtın, bu kadar üzün, millete faydası dokunacağı halde engelleyin, hırpalayın aşağılayın o da sizin suratınıza uçan tekme atmasın ? Hala güler yüzle, anlayışla, kibar bir ifadeyle konuşmaya, bizim gibi barbar şebeklere laf anlatmaya çalışsın. Hz. Eyyub sabrı var başörtülülerde. Ben böyle olgunluk, böyle leydi nezaketi görmedim. Her biri bir prenses asaletiyle hareket ediyor. Ben anında cadılığı ele alırdım. Yetkililere sabun büyüsü falan yapardım. Yarasa kanı kaynatırdım. Paspasa kaplan kemiği çakardım. Şaka bir yana, bu ne be kardeşim.

| Murat Menteş

Kur'ânTalebesi 11-02-2010 21:07

Kaç paralık adamsın?

Ben dahil herkes, ama herkes bu soruyu tam da bu günlerde sormalı kendi kendine. “Kaç paralık adamsın?” demeli. Eğer hâlâ, vicdanının üzerini kalın bir perde ile örtüp yüreğini vicdanına zindan etmediyse, kendisini vicdanında yargılamalı ve kendisine değer biçmeli.

Değer biçmeli; kendisini neyin uğruna adadığını öğrenmek, neyin peşine takıldığını bilmek, fiyat etiketine neyi yazdığını öğrenmek ve kendi gerçek yüzünü vicdan aynasında görecek kadar gerçekçi olmak için yapmalı bunu.

“Kaç paralık adamsın?” sorusunun herkesin vicdanında bir cevabı mutlaka vardır. Yani, “kaça gidersin?” Unutmayın ki, size, sizin kendinize biçtiğiniz değerden fazlasını kimse biçmez. Böyle bir muhasebede, insanın değerine yöneltilmiş en büyük tehdidin yine insanın kendisinden geldiği hayret ve dehşetle görülecektir.

Ben “Allah’tan aşağısına (min dunillah) gitmem; benim fiyatımı yalnızca O belirler ve ondan aşağısı da kurturmaz” diyenler “esas duruş” sahibi olanlardır. Onlar, kendi sınırlarını keşfedenler; yüreğinin çeperlerine tutunarak kendi kendilerini gerçekleştirmek için, kendilerinin zirvesine tırmananlardır. Yeteneklerini tam kapasite kullanmaya çalışan bu insanlar, “şahsiyet” damgasıyla damgalanırlar ve yaratıklar içerisinde en paha biçilmez unsur olurlar. Ondan gerisi, “ucuza gitmek”tir.

| Mustafa İslamoğlu

Gönülden 11-05-2010 22:27

İslam’ın yolu engebeli ve çileli bir yoldur. Bedel ödemeyi güze alanlar seferi sürdürdüler, diğerleri ise süründü ve silindiler…

Şimdilerde ise biz Müslümanlar “engellenen İslami hayat” günlerinden “ertelenen İslami hayat” günlerine geldi…

Niçin böyleyiz, bilmiyorum… Ağır aksak, hantal, monoton, yılgın, yorgun, bezgin, bitkin ruh hallerini nasıl yorumlamak lazım?

Bu bir iptal midir? Tatil midir? Firar mıdır? Fetret midir? Ricat mıdır? İstirahat mıdır?

Ertelenen İslami sorumlulukların arkasındaki yorgun ruhları, dağınık zihinleri, boş yürekleri, çökmüş iradeleri çözmek gerekiyor…

Bu nasıl bir hal?

Bu bir çaresizlik midir, yoksa çabasızlık mıdır?

Nasipsizlik midir, yoksa gayretsizlik midir?

İmkânsızlık mıdır, yoksa ihmal midir?

Diyebilirim ki, Türkiyeli Müslümanlar yakın dönem mücadele tarihlerinde hiç bu kadar imkâna sahip olmamışlardı… Bilgi birikimi, tecrübe geleneği, kadro insanı, ekonomik güç, kurumsal zeminler, fikri derinlik, entelektüel donanım, toplumsal ilgi, psikolojik destek düne göre daha iyi… Böyle iken bu durağanlığı, atalet ve rehaveti neye yorumlayacağız?

Emeller eylemlerin önüne geçti…

Arzular azmimizi kırdı…

Hedefi büyütmemiz beklenirken çıtayı düşürdük…

Şimdi bizden yerleşik hayata ve mevcut şartlara alışmamızı istiyorlar… Var olanla yetinmeliymişiz…

Öyle ya! Olgunlaştık (!), akıllandık (!), önlem almayı öğrendik (!), tecrübe edindik (!)…

Sonuçta kendimizi kilitledik, sorumlulukları erteledik, önceliklerimiz değişti… Ne biz eski bizdik, ne de düşman eski düşman…

Artık bizi dışarıdan engelleyen bir düşman yoktu, içten içe bizi çözen, çürüten bir olayla karşı karşıyaydık…

Merkeze yürüdükçe, parayla yüzleştikçe, karşı cinsle halleştikçe bize bir haller oldu…

Dünkü sorumluluk alanları bugünkü klasımıza uygun değildi… Sınıf atladıkça saftan ve sahadan koptuk…

Şimdi, sahici sözlerle sahaya inme vakti… Çünkü gece gündüz, yaz kış, zaman ve mekân bize emanet…

Her yeni güne ne ekleyebiliriz?

Her gün amel defterine artı ne katabiliriz?

Kıyametler kopuyor olsa da dar zamana son anda bir fidan daha ekebiliriz…

Çünkü dünyanın, ahretin ekeneği olduğunu en iyi biz biliriz…


Ramazan Kayan










Kur'ânTalebesi 12-05-2010 00:45

Unutkandır insan. En çok da kendini unutur. İnsan yanını yitirir. Sık sık kalbini düşürür göğsünden. Vicdanına temas etmeden geçirir bir ömrü. Gönlünün gönlünü etmeden getirir yarını. Şehrin gürültüsünde, telaşların yangınında, görsel kandırmaların kuytusunda, yüzüne serince değen, senden hiç yüz çevirmeyen, boş söz ve yalan söylemeyen, unuttuğun yanlarını hatırlayan, düşürdüğün kalbini yakana yeniden takan, çiçek kokulu bir pencere önünde bekleyen, yağmur sonraları ikindilerde sıcacık tebessümeyle koyup gelen bir dost içtenliğini…

…kim istemez?

Ateşli politik cepheleşmelerde, ezici küresel gündemlerde unuttuğumuz nedir? Gündelik telaşlarda, taraflılıklara indirgenen bakışlarda yitirdiğimiz kimdir? En acımasız siyasal rakiplerin birlikte ağladığı bir görüntü yok mudur ülkemizde? İri puntolu manşetlerin, kalın harfli köşe yazılarının kalıplarını kırıp da, savunmasız ve çıplak yanlarımıza aniden dokunuveren bir, bizi kol kola getiren, herkesi birlikte kucaklayan, kucaklatan bir ortak sevincimiz yok mudur? Yeryüzünün kavgalara boğulmuş, tarafgirliklere parsellenmiş acılı yüzünde, hele de bu ülkenin coğrafyasında, o kadar çok ortak sızımız var ki, ortak hazzımız var ki? Niye kavga ediyoruz? Neyi bölüşemiyoruz?

Siyasal etiketleri bir düşürsek yakamızdan. Sayısal etkilenmeleri bir kenara koyuversek… Ortak değerlerimize eğileceğiz hüzünle.. Ortak kaygılarımızın başında kucaklaşacağız umutla. İnsanın olduğu her yerde, insan özünün unutulmadığı her zeminde bir huzur umudu vardır, sevinçlerin gök mavisi saklıdır.

Senai Demirci

dilemma 12-14-2010 12:39

"siz devlete inanan bütün reziller

cehennemde kar
şıma çıktığınızda
öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza
hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden
anlayacaksınız 'allah' ne demek
'ahlak' ne demek
ve rüya…

bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
devletin bekasının da allah belasını versin,
malboranın da!"
Ah Muhsin Ünlü

Gönülden 01-27-2011 20:00

Düşünmek, üretmek yerine varolanla yetinmek, günü kurtarmak revaç buldu… Özgürleşen (!) insan, ölümcül bir boşvermişliğe ve başıboşluğa doğru dümen kırdı… Özgür ama özne değil, nesneleşmenin acziyetine düçar oldu…

Teknoloji ile tekleyen insan, mekanik bir yaşamın kollarında artık devre dışı…

Çürümenin, çözülmenin, körelmenin temel nedeni tembellik değil midir?

Azmi törpüleyen, ruhu örseleyen, iradeyi çökerten atalet, gaflet ve cebanet halleri değil midir?

Tembel insan kendisi ile barışık değildir; karamsar, kararsız ve kafası karışıktır… Mücadele ruhunun, mücahede azminin yerini hoş temenniler, boş tavsiyeler almıştır… Önce ağırdan almalar sonradan yerini aldırışsızlığa terk etti… İşte aldanmanın adımları böyle başladı…

Bitkin, bezgin, yılgın, yorgun ruh hali insanın tükenişini haber veriyor… Anlaşılan o ki, yaygın ve aktif tembelliğin sonuçları ağır olacak; hüsran, hicran, hüzün ve hasret bizi bekliyor…

Öyle ki, terakkiden, tekâmülden vazgeçtik, tükenen nesiller nasıl kurtarılacak?

Hantallık, hamlık, hareketsizlik normalleşince hayatın hayrı ve bereketi kalmadı…

Bu gün bizi bitiren başkaları değil tembellik ve günahlarımızdır…

Aşmamız gereken ilk engel tembelliğimizdir… İç dünyalarında kendilerini kilitleyenleri dışarıdan hiçbir rüzgâr harekete geçiremez…

“İki günü birbirine denk geçen mümin ziyandadır” nebevi gerçeğinden koptuk…

Düne kadar canlarını dişlerine takarak gayret edenler; bu gün Rablerinin istediği gibi değil, canlarının istediği gibi yaşıyorlar… En düşkün oldukları şey, kendi rahatları… Risk almayanlar aslında kendilerini nasıl bir tehlike terk ettiklerinin farkında değiller…

Dün harıl harıl çalışanların bugün horul horul uyumaları anlaşılacak gibi değil…İddialarından gazgeçmek, ideallerini iptal etmek, iradeye ket vurmak olacak şey mi?

Daha da beteri tüm bunların bazen tevazu adına, bazen haddini bilmek, kimi zaman da başkasını nefsine tercih etme söylemi ile yapılıyor olmasıdır… Ya da tam tersi; ağır abi, akil adam edası ile yapılanlara burun kıvırmak… “Bu işler artık bizim klasımıza göre değil, biz büyük işlerin adamıyız” havası… “Sıradan işlerle bizi meşgul etmeyin, varsa çapımıza göre projeleriniz buyurun, tartışalım” cakası…

Demem o ki, çalışmalarda tempo düşebilir, işler sapasarabilir ama mutlaka bir iş üzere olmak gerekiyor… “Nasıl olsa bir yapan çıkar” yanılgısı yaygınlaşıyor…

Gönülsüz, isteksiz, üşengeç, “bizden geçti” ruh hali zamanla insanı duyarsız, gayesiz kılabiliyor… Peki bu işlerden elini-eteğini çekmiş, ununu elemiş, eleğini asmışlarımız ne elde ettiler?

Önceleri tatlı bir rekabet vardı, şimdi yerini acı bir rehavet aldı… Artık aktif bir tembellik kabul görüyor… Herkes tembellik hakkını kullanmak istiyor… Çağın gereği midir, yoksa hastalığı mıdır, bilmiyorum… Ustaca kendini geri çekme, üstünden atma, işin içinden sıyrılma becerisi (!) yaygınlaşıyor… Ya da bunun ismi uyanıklık mıdır, işbilirlik midir? Anlamak lazım…

İşin doğrusu; zihinsel tembellik tefekkürsüzlükle neticelendi…

Ruhsal tembellik kararsızlığa dönüştü…

Bedensel tembellik hantallığı doğurdu…

Ve şimdilerde tembellik tevekkül olarak algılanmaya başlandı… Tıpkı zilletle sabrın, tedbirle korkunun karmaşası gibi…

Biz, “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (53/39) gerçeğinin müntesipleriyiz… Nasıl boşverebiliriz?

Yine biz, “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devam et.” (94/7) düsturunun muhatabıyız… Nasıl erteleyebiliriz?

Bizim öğretimizde “Kıyamet kopuyor olsa da elindeki fidanı dikmek” vardır…

Çünkü inanıyoruz ki, zerre-i miskal hayırda, zerre-i miskal şerde kayıt altında…

Saniyelerimiz bile sayılı… Her şey hesaba tabi… Zaman bize emanet… Hatta biz işi vaktinden çok olanlardanız…

Bizi harekete geçirecek güç bizde saklı… Yeter ki, biz kendimizi fesh etmeyelim…

Biz kendimize yâr olduktan sonra kimse bizi engelleyemez…

Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği belli, öz kaynakları harekete geçirmek gerekiyor…

Bunu da hatır için değil, Hakk’ın emri olduğu için yapmalıyız…


Ramazan Kayan









All times are GMT +3. The time now is 19:35.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025