Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Köşe Yazıları (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=124)
-   -   Dikkat Çeken, Ezber Bozan, Okunmaya Değer "Alıntılar" (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=30322)

HaArP 03-01-2011 22:47

Batı Kaygılı (!)
 
Bizim dünyamızda, yani Ortadoğu"da, daha geniş anlamda İslam Dünyasında 20. yüzyıl başlarında bir düzen kurulmuş.
Ülkelerde bu düzenlerin (rejimlerin) halktan korunması ve halka rağmen ayakta tutulması görevi batı yanlısı ordulara verilmiş.
Batının yapılandırdığı bu sistemlerin yürütülmesi işi ise batıcı, laikçi, sivil bürokratlara ve aydınlara emanet edilmiş. Yıllarca halk yok sayılmış, kaale alınmamış. Halkın kültürü, değerleri, geçmişi tu-kaka edilmiş. Batıya ait olan, batılı ne varsa reklam edilmiş, topluma dikte edilmiş. Batının değer yargılarına itibar etmeyenlere “gerici”, “yobaz”, “fundamantalist” denmiş.
Türkiye dahil, hemen bütün İslam ülkelerinde ve Ortadoğu coğrafyasında kritik kurumlar, önemli mevkiler, stratejik noktalar batı kafalı, laikçi, inançları ve değerleri tahkir eden kimselerle doldurulmuş.
Devlet başkanları, Krallar, başbakanlar, bakanlar hep batı kompleksi taşıyan, batılılar karşısında ezik, geçmişinden, toplumundan, kültüründen utanan kimselerden seçilmiş.
Halk baskılanmış, itilip kakılmış. Bu ülkelerde güya seçimler yapılmış; ama halka zulmeden diktatörler tuhaf bir şekilde %90"ların altına düşmeyen oy oranlarıyla yeniden seçilmişler ve 30-40 yıl iktidarlarını devam ettirmişler. Yaşlandıklarında ezdikleri halk tuhaf şekilde hep bunların oğullarını kızlarını seçmiş!...
Tunus"ta yaşananlar başta ABD, Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci, Neo-emperyal güçleri tedirgin etti.
Demokrasinin yılmaz savuncuları(!), insan haklarının bekçileri(!) oldukları için açıktan halk hareketlerine tavır alamadılar. Ama el altından halka karşı (kendi kontrollerindeki) otoriter yönetimleri desteklediler. Dünya kamuoyuna bu türden halk hareketlerinin ülkeleri de-satabilize edebileceği, kaos ve kargaşa çıkarabileceği veya bu ülkelerin radikal İslami akımlara kapılabileceği yönünde haberler-yorumlar pompaladılar. Demokratik talepleri, meşru eylemleri bile “radikal dinci tehdit!” gösterme gayretine girdiler.
Tunus"taki halk ayaklanması bir sonuca varmış değil. Demokratik bir yönetime, halka dayalı bir rejime kavuşup kavuşamayacağı meçhul.
Belki de 1990"lı yıllarda Cezayir"de yaşandığı gibi, batı destekli derin karanlık yapılar burada da devreye girecekler ve batı destekli diktatörlere başkaldıran halk bir güzel ezilecek, terbiye edilecek. Batının diktiği kuklalara baş kaldırmanın ne anlama geldiğini bir güzel öğrenecekler. Batı ve kuklası yönetimler “cihadist”, “radikal dinci” guruplarla savaştığını söyleyecek ve ayaklanan halkı yine “demokratik bir şekilde!” sindirecekler, presleyecekler. Batı, kukla yönetimlerle bu coğrafyaları sömürmeye devam etmek isteyecek!..
Batı medyası ve bizim gibi ülkelerdeki sömürge artığı aydınlar “her devrim iyi değildir!” vs gibi söylemler geliştirmeye başladılar bile... Ama işler çok da batının istediği gibi gitmeyebilir!….
Tunus"ta başlayan eylemler, halkın rahatsızlığı yine batı desteğinde halkı ezen Mısır"a da sıçradı. Olaylar Libya"ya, Cezayir"e, Fas"a, Ürdün"e, Suudi Arabistan"a yayılabilir.
Globalleşen dünyada Araplar, halklar göz göre göre ezilmek, güdülmek istemiyorlar. Tunus"ta başlayan ve diğer Arap diktatörlüklerine yayılma potansiyeli taşıyan hareket kanla-şiddetle bastırılsa bile, gereken rüzgarı yakalayabilirse, halklar batı yanlısı otoriter yönetimleri birer birer devirebilirler. Arap dünyasında batıya rağmen demokratik devrimler silsilesi başlayabilir!..
Batıcı aydınlar ve batılılar Arap sokaklarında başlayan eylemlerden oldukça kaygılı görünüyorlar!... Olaylara farklı anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. “Durun bakalım nereye gidecek?” diyerek olayları maniple etme derdindeler.
Bence bu eylemler devam etmeli, bütün Arap sokaklarına yayılmalı!...
Araplar her halükarda batı kuklası diktatörlerce idare edilmekten daha iyi noktalara gelirler!....


Mahmut KARAKÖSELİ

İntifada 03-02-2011 05:17

Gönültaş Kaddafi hakkında şu bilgileri paylaşıyordu:
"Kaddafi bir Arap milliyetçisiydi ama bir Türk düşmanı değildi. Askeri eğitimini Türkiye`de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara`daki Kara Harp Okulu`nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya`da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye`nin dil okulunda da kurs gördüler. Kendisi ile birlikte, daha sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde önemli görevler alacak olan 11 Arap daha vardı. Talat Aydemir Türkiye`de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu`nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi"

HaArP 03-14-2011 17:23

Devrim dalgaları Riyad'ı vurmadan Tel Aviv'e ulaşmaz


Mısır devriminden önce, Hüsnü Mübarek’in sağlık durumuna ilişkin hayli bilgi dolaşıyordu ortada.
Bunların çoğu ciddiydi ve hepsi sâbık liderin yaşına göndermeler yapıyordu.
Evet Mübarek hasta ve yaşlı ama..
Devrim ecelden hızlı geldi…
Tersi de olabilirdi.
'Domino taşlarının doğal dizilişinde' olmadığını düşünsem de, bugün alevler Libya’yı kavuruyor.
Oysa ‘bitmiş’ sayıp biraz ileriye bakmak lazım…
(Bundan gayrı olarak; Libya’daki olası sonuca ABD iç dinamikleri açısından da bakmak gerekir! Kaddafi’yle beraber bölgede Obama’ya muhalif “Amerikani” ilişkiler de temizleniyor!)
Ortadoğu’nun kadim ve kangren sorunu İsrail-Filistin meselesinin barışa ulaşması için "daha" devrim gerekiyor..
Ama nerede?..
Yaşanan devrimlerin ardında Batı/ABD mühendisliği var ise, nihai barışın ana aksamı İsrail’e bu mânada diz çöktürülmesi olmalı.
Bunun için de evvela Arap dünyasının en büyük monarşisinin zorlanması gerekiyor…
Riyad değişmeden Tel Aviv’in değişmesi zor.
Tüm bu değişim yelkenlerine devrim rüzgarlarının yetip yetmeyeceği merak edilebilir..
Bu konuda tutucu olmamak gerekiyor; çünkü bu rüzgarlar daha "Batı Avrupa"ya da sıçrayacak!... (İzlediğimiz gibi değil ama kendi formatında. Hatta yaşanıyor.)
Batı’nın güçlü 'kolları' Türkiye’yi tüm bölgeye örnek gösterirken, muhalif kolu 'sessiz' kalırken, "zayıf kolu" Ankara’yı içine bile almazsa, ikisinden biri değişir!
İsrail’in devrimler sırası ve sonrasındaki duruşuna ilişkin hassas tartan analizlerde iki tema var…
Bir, Değişen sistemin bir kısmının yine İsrail tarafından dizayn edildiği
İki, İsrail’in öyle veya böyle yalnızlaştırıldığı!. "Yalnızlaştırılmayı"; 'en çok' ABD’ye bağlı olma diye tercüme edebiliriz.
Ki, bu devrimler tamamlanamadan seçime girecek Obama’ya sorun çıkarılmasın.
Peki Suudi Arabistan?..
Krallığa dalganın ulaşacağı açık!
Gücü ve zamanı tartış(ıl)malı.
Suudiler siyasi reform istiyorlar.. Ancak Kral seviliyor ve en önemlisi para var.
Kimi devlet organları için seçim, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi, yolsuzluklar, vergiler, şeffaflık, yönetim kadrolarının-bakanlar kurulunun yaş ortalaması 65! Kral ve ardışık 2 veliahtın 80’in üzerinde-gençleştirilmesi, siyasi partilerin kurulması, eşitlik, vb konularda yükselen talepler var ülkede.
Bunun dışında geniş Kraliyet ailesinin içinde narin dengeler var!
Bunlar monarşiyi yıkmaya yeter mi?. Şimdilik öyle durmuyor.
Değişim duvar kağıdı yırtmak gibidir.. Duvardan ayrılmış bir ucu olsun yeter.
Bir çekişte hepsi de aşağı inebilir… Küçük bir parça da yırtılabilir.
Saray’ın duvar kağıtlarında kalkmış uçlar var.
Biri de Kral’ın sağlığı…

HaArP 03-16-2011 11:47

Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı. Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti!

“Objektif” takılmanın müptezelliği
Her “nesnel” olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder.
“Kendi nefsi için” bir şey istiyorsa “namerttir.”
Nesnel olmak iddiası, yarışa bir adım önde başlama isteğidir.
İddiayı yapan, “nefsini” muhataplıktan çıkarmaktadır.


Amacı zaten “aşikâr” olan “gerçeği” dile getirmek stratejisidir.
Bu algı, Batı’nın Doğu’ya bakışında yoğun olarak işletilir.
Ayrıca Doğu’nun “bireyleri” arasında birbirine karşı da etkili olur.
Her zaman böyle miydi peki?
“Nesnel” bakmanın bir üst değer olması, özellikle pozitif bilimlerle gelişti.
Laboratuar bilimleri nesneyi gözlem altına aldı, reaksiyona soktu.
Çıkan sonuç, gerçeğin “nesne” olarak varlığıydı.
Sonra, endüstriyel üretim mekanizmalarına yansıdı.
Sonra, siyaset ve toplum mühendislerinin dilinde pelesenk oldu “nesnellik”.
Giderek toplum, sermaye ve siyasetin elinde “nesne” oldu.
İma ettiği ciddi bir yargı vardır “nesnel”in…
Gerçek yeknesak bir algıdır, demekti.
“Üretim hatları” mantığı toplum algılarına geçerli kılındı.
Ham madde olarak alınan algının kendisi, genel gerçek oldu.
Gerçeği bulmaya çalışan kişi veya özne, gerçeğin algı sürecinde değildi.
Özne dâhil değildir artık.
Özne aletsel bir nesneliğe ilişir zamanla.
Gerçeğe “fotoğraf çeken” bir nesne bakmaya başladı.
Yani nesne-insan nesne-maddenin fotoğrafını çekmesi gibi…
Artı veya eksi katkıları olmazdı.
Oysa…
Öznenin “kendiliğinden” gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedirliği yanılsamadır.
On dokuzuncu yüzyılda “Deneysel tıp,” “Deneysel roman,” gibi akımlar, realist, natüralist ve pozitivist ekollerin temel bakış açısı nesnellik üzerine kuruldu. Pozitif bilim kavramları bu “nesnel gerçeklik” iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanları, “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan etti. Bireysel adlarını almaya başladılar: sosyoloji, psikoloji, biyoloji gibi bilim dalları bu ayrışmayla meydana geldiler.
Avrupa Orta Çağında gerçek, önceleri “Tanrı’nın elinde” ve “kurumlarında” idi. Rönesans, Reform ve Aydınlanma teorileriyle farklılaşan yorumla oluştu. Bu süreçte, insanın akıl ve mantığıyla“İlahi olanı” akılla tercüme etme fikri doğdu. Evreni anlamak için sadece İlahi kaynak değil, insan aklının da telif yeteneği olduğu fikri çıktı. Bilgi ve fikir Kilise sultasından çıkarak “özne”lerin ellerinde şekillenmeye başladı. Kilise dışı, yani seküler düşünürler özneler olarak düşünmeye ve yazmaya başladı.
Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı.
Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti.
Çünkü Kilisenin aklı, Papanın direktiflerinden ibaret kalmıştı. Aristokrasi de Papazın sultasından bıkmıştı. Kilisenin taşınmazlarını da elde etmek istiyordu. Papaz kendini, “Tanrı kelamını” temsil eden nesne olarak ifade ettiği için o “özne” olarak zaten yoktu. Papazın tartışılması, Papanın tartışılması, Papanın tartışılması ise doğrudan Tanrının tartışılması anlamına geliyordu.
Kilise bu kavgayı on dokuzuncu yüzyılda, düşünür özneye karşı kaybetti. Sonra düşünürün yerini “bilim adamı” almaya başladı. O noktada, sermaye kendini “özne” olarak merkeze koymak istedi. Bilimin nesnelliği tartışmaları bu dönemde başladı. Darvin’le insan, “insan” köklerini bıraktı. Marks'la kültürel sanılanın aslına natürel yaşam kavgasından ibaret olduğunu düşündü. Freud’la ise, şuuruna da hâkim olamayan “natürel” varlık olduğunu dehşetle keşfetti “bilim”. Sosyoloji verileri topladıkça, antropolojiden gelenlerle birleştirdi. Folklor çalışmaları tepsiyi sundu ikisine ve artık “öznel” durumlar “genel” hükümler haline dönüştü.
Öznel demek “genel” olanın bir küçük nüvesi oldu.
Birini bilince, hepsini bilmek demekti.
Sanayide üretilen maddelerin standartları insana uygulanır oldu.
Özne nesneleşti yani…
On dokuzuncu yüzyıl resimden fotoğrafa geçti. Bu dönem ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan “nesnel fotoğrafçı” edasıyla yaklaşmanın dönemi oldu. Ellere değil, ellerin yaptığı makineye önem veren gerçeklikti bu. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın-- Eflatun’un taklit teorisini andırırcasına-- bir atı geminden tutan adam resmine ait olması bu nedenle manidardır. Yani, fotoğraf makinesi bir resmi fotoğraflamıştı!
Giderek “bilimsellik” ve onunla aynı koşumları taşıyan “nesnellik”, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulundu. Değişen atom teorileri ve post modern yaklaşımlara rağmen, harcıâlem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve “adil” bakışla özdeş hale geldi. Hem bilimde hem edebiyatta --bir dönem taklitçisi olduğu mutlak gerçeğin “not edicisi”, “yansıtıcısı” sanılan insanın-- gerçeği “yaratma” çabaları on dokuzuncu yüzyılda çıktı. “Objektif”le beraber anılan fotoğraf makinesinin ilk modelleri kullanıma girdi.
Dahası…
Sanayileşme, sömürü ve kolonizasyonla beslendi. Etkilerini Avrupa’da toplumun --kendini koruyamayan-- her kesiminde hissettirmeye başlamıştı.
Sermaye “özne” olmuştu.
On dokuzuncu yüzyılda “Romantik” dönem tasavvurları hala vardı. Ancak onlarda bile, artık nostaljiyle anılan kırsal cennetler bitmiş, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bıraktı.
Cinsellik alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanat döküldü. O da meta olmuştu…
Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in Dünyanın Menşei adlı resmi bu durumu anlatır. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle, insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildi.
Önceleri insanlar “kader”i “varlığın silsilesi” doğrultusunda muğlâk ve soyut bir yön tayin edici olarak görüyordu. Birçok farklı etkenle beraber “kaderi” yeniden anlama çabaları çıktı. Arkasından gelen Marksist yorum ve başkaldırı “tarih”i, insan eliyle yazma çabalarına dönüştü.
“Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eş düzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekspresyonizme kayması aslında, “izafiyet teorisi” öncesinde gelişen “gerçeği” anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta “yansıtmanın” (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder.
“Real” olana direnişin özünde, “real” olanın ona direnene verdiği acı ve kaçıma hissi ve o tür gerçekliğe yaratan unsurlara direniştir.
Direniş, diretileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder. Yirminci yüzyıl başlarında, Eski Yunan’da beşinci yüzyılda nispiyetçi sofistlerin, bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçilik, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygulanarak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda “real” olana dair tekeli kırdı. Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan kırılmıştı. Artık “evrensel, monistik, mutlakıyetçi, objektif”lik iddiaları anlamsızlaştı.
Dilerim artık Türkiye’de de “objektif”lik kaçak güreş taktiği olmaktan çıkar ve yerini “sübjektif” hakkaniyete bırakır. Dilerim ki gerçek, suret ve hologramlarda değil, “gerçek” öznelerin dilinde varlık hüviyetine bürünür.

Gönülden 03-16-2011 23:16

Bugünün dünyası emperyalizm çağının başladığı 1870’li yıllardan bu yana, beyaz Hıristiyan-Avrupa düşüncesinin ideolo*jik dayatması altında bulunuyor. Laiklik kavramının da ilk kez 1870’li yıllarda kullanıldığına dikkat etmek gerekiyor. Modern*likler bugünün dünyasında zihinsel/entelektüel iktidarı temsil ediyor. Batı, kendi siyasal/ekonomik/ kültürel modelini Batı dışı dünyaya tek model olarak dayatınca, Batı dışı dünyayı an*lama, çözümleme ve bu dünyaya saygı duyma düşüncesi ortadan kalkıyor. Modern zihinsel iktidar, siyasal/kültürel yapılar modeller arasında farklılıklar olabileceğini kabul etmiyor.

Avrupa modeli, modern model, farklı modellerden bi*risi olarak değil, tek model olarak dayatılınca gerilimler, karşıtlıklar ve çatışmalar ortaya çıkıyor. Modern zamanlarda, modernizmin oluşturacağı türdeşliğin, etnik çatışmaları yok edeceği iddia ediliyordu, uluslar üstü popüler kültür aracılı*ğıyla kapitalist kültürün dünyayı türdeşleştireceği sanılıyor*du. Bu kibirli iddialara rağmen, bu günün dünyası etnik çatış*malar, kültürel çatışmalar ve ırkçı çatışmalara sahne olmaya devam ediyor. Batı dışı dünyanın, Batılı kavramsal çerçeveler*le çözümlenemeyeceği, yapılandırılamayacağı gerçeği üzerinde neoliberalizmin diktatörlüğü, neoliberal hayat tarzı, seküler dünya görüşü, özgürlük kavramını ve düşüncesini yozlaştırıyor. Özgürlük adına herkesin dilediği gibi hareket etmesi durumunda sorumsuzluklar ve karmaşa kaçınılmaz hale geliyor. Kişisel ihtirasları ve çıkarları tatmin uğruna her yola başvur*mak özgürlük fikrine zarar veriyor. Her şeyi mubah telakki eden bir özgürlük yaklaşımı, bugün olduğu gibi, toplumları derin bir fesad'a sürüklüyor. Ahlaki sınırları olmayan bir özgürlük ya da serbestlik anlayışı, amaçsızlık temelinde yaşanan bir hayat tarzı oluşturur, bu hayat tarzı her tür sapmaya ve sapkınlığa zemin hazırlar. Değerlerden bağımsız bir özgürlük anlayışı savunulamaz. Her tür aşırılığa, amaçsızlığa, sapkınlığa izin veren bir özgür*lük düşünülemez. İnsanlığın ahlaki anlamda mahvına yol açabilecek bir özgürlükten söz edemeyiz. Özgürlük, insanı anlamlı, amaçlı, düzenli bir hayata hazırlar. Başkalarına zarar verme, başkalarını tahkir ve tezyif etme, başkalarını taciz etme, başkalarına saygı*sızlık etme özgürlüğü olamaz. Kör ve kirli bencilliklerle özgür*lükler arasında bir ilişki kurulamaz. Özdenetim yeteneği olmazsa, insanlar iradelerine hakim olamazlar. Değerli, erdemli, makûl, doğru, güzel, meşru ve haklı olanı yapmakta özgür oluruz.

Batı referanslarına dayalı kültürel, siyasal, ekonomik, hukuksal kurumları ihraç amacına yönelik "insan hakları emperya*lizmi" batı değerleriyle uyumlu rejimler, toplumlar, yapılar oluşturmaya çalışıyor. İslam ve Müslümanlar söz konusu olunca Batı dünyası hemen ideolojik ve ırkçı gündemi, ideolojik/ırkçı yaklaşımı seçiyor. Modern-seküler-liberal zihinsel iktidarın sistematik baskıları sebebiyle maalesef İslamî temellendirmeleri kullanamıyoruz, kendi meşruiyet referanslarımıza itibar et*miyoruz.

Müslümanlar, İslamî anlam ve amaçları kavramsal ve kurumsal anlamda somutlaştırmaksızın, İslamî varoluştan söz ede*mez, İslamî anlamda kendilerini gerçekleştiremezler. Neoliberal diktatörlüğün izni ve himayesi altında bir İslami dünya kuramayız. İnsanlığa ve tarihe bir bütünlük içerisinde bakarak, analitik bir perspektife sahip olarak dünyada neler olup bitti*ğini anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız. Tarihi geriye doğru ilerletmek mümkün olamaz.

Müslümanlar olarak bugün, İslamî mirasın/birikimin/bilincin, modernliklerle hesaplaşabilecek bir noktaya gelmesi için çok çaba harcamamız gerekiyor. Müslümanların geçmişte neler yaptık*larını anlatmak yerine, bugün ne yapmaları gerektiğini, bugünü nasıl dönüştürmeleri gerektiğini tartışmaya açmamız gerekiyor. Tarihi oluşturma iradesine ve eylemine sahip olmadığımız takdir*de, emperyal güçler, insanlığın geleceği üzerinde tahakkümlerini sürdürecekler. Zulme, adaletsizliğe maruz kalanların, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeleri beklenemez, zulme ve adaletsiz*liğe maruz kalanlar elbette muhalefetlerini; rahatsızlıklarını, öfkelerini dile getirecek, elbette direnişe geçecekler. Günümüz*de gelenekçi, teslimiyetçi unsurlar her durumda “ne yapabiliriz ki”, biçiminde mazeretler üretirler; direnişçiler ise, her şartta ya*pabileceğimiz şeyler var diyerek eylemlerini sürdürürler. İslamî dilin/söylemin gerçeklikle bir biçimde ilişki kurması gerekir. İslamî dil/söylem duygusal bir içerikle sınırlandırılamaz.

Atasoy Müftüoğlu









Özgür Çağrı 03-16-2011 23:39

Sen, ey zalim, ey müstekbir!
Şehirler yıkıverdin, taş üstüne taş bırakmayan zulümlerle... Milletler siliverdin yeryüzünden adları anılmayacak kavimlerle... Çocuklar öldürdün toprağı doyurmayan ölümlerle... Kadınlar, ihtiyarlar katlettin taş yürekli kalbinle...

Ey zulüm, ey zalimin sermayesi...
Mazlumlar hep izzetle direnirken bugüne dek Filistin`de Irak`ta, Afganistan`da, Keşmir`de... Kaybeden sen oldun, kaybeden zalimler oldu izzetsizce.

Ve Halepçe... Ey Hama...
Yürek yakan vaka. Çocuk, kadın ve ihtiyar demeden insanından hayvanına kadar zulme giriftar olan Halepçe... Zalimlerden bir zalimin zulmüne/gadrine uğrayan mazlumlar... Baharın diriliş kokusunu hardal gazıyla koklayanlar... Toplarla evleri dövülen... Umutları, ümitleri zalimlerce söndürülen nice insanlar... Kimi sokakta bebeğine sarılmış da yerlerde donakalmış, kiminin gözleri açık bakadurmuş semaya... Her yer ceset, her yer ölüm dolu... İnsanlık uykuda, insanlık zevku sefada...

Ey Halepçe...
Kimsesizliğine yanan yürekler, sana ağlayan gözler, ağıtını yakan kadınlar, feryadını duyan mustazaflar adına sen bir ayetsin, bir işaretsin. Sen mazlumların sembolü, sen ezilmişlerin nişanesisin...

Dünya sana sessiz kalmamalı... Unutulmamalısın ki zalimler bir daha cesaret bulmasın. Anılmalı, anlaşılmalısın. Sen, yani Dünya Mustazaflarının adı...
Bak, görüyor musun Tunus`ta başlayan mazlumların öfkesini. Kıvılcım kıvılcım saraduruyor koktuğun her toprağı.

El-Benna`yı, Seyyid Kutub`u şehit eden zalimleri bir bir deviriyor mazlumlar. Perdesiz semaya yükselen mazlumların ahları, devrim devrim geziyor coğrafyaları. Devrimlere gebedir zalimlerin ufukları... Devrildiyse Mısır`ın Firavunları, devrilecektir zulmün cebbarları/tiranları...

Yine de sen, ey gözyaşım!
Ey bağrı kan ve kin dolu çocuk...
Taşın, Siyonist zalime Filistin`de bir kurşun bedduan bir lanet, şehadetinse mazlumlara bir berekettir, üzülme...
Sen ey Halepçeli, ey çocuğuna sarılmış gözleri açık anne! Sana zulmeden asıldı bir başka zalimin eliyle.
Sahibiniz Allah (cc)`tır, üzülme...
Sen ey Irak`ta Afganistan`da, Keşmir`de hergün öldürülen toplarla, füzelerle yok edilen!
Ey isimsiz coğrafyamın isimsiz mazlumları!
Zulüm payidar olmaz. Zalim de ilelebed yaşamaz.
Ve unutmayın bilin ve bildirin ki
"ALLAH`I ZALİMLERİN YAPTIKLARINDAN HABERSİZ SANMA!!" (İbrahim, 42)

HaArP 03-17-2011 12:59

Kerbela uyarısına dikkat!





Başbakan Erdoğan’ın olayların sıcaklığı sürerken yaptığı “yeni Kerbelalar istemiyoruz” çıkışı, Türkiye’den beklenilen çıkıştır. Türkiye, bu açıklamayla, Şii nüfuslu Bahreyn’in başkenti Manama’daki İnci Meydanı’nda demokrasi talep eden kitlelere Sünni askeri güç kullanılmasının yaratacağı büyük yıkıma da dikkat çekti.
Türkiye, Tahran-Riyad hattında şekillenen Şii-Sünni gerginliğinin bölgede sadece İsrail’e yaradığını da çok iyi biliyor. Ankara’ya düşen, İran ve Suudi Arabistan’ı izledikleri politikalardan vazgeçirmektir.
Bahreyn’de yaşanılacak bir trajedi, Müslümanlar’ın önümüzdeki bin yılını esir alacaktır.

HaArP 03-20-2011 17:34

Arşiv bir açılsa görürsünüz

Bugün Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve Genelkurmay Askeri İstihbarat arşivlerini açsa, bugün efelene efelene aramızda dolaşan anlı şanlı çok sayıda gazetecinin görev kağıtları, ibret vesikası olarak alınlarına yapışacaktır.

Gönülden 03-20-2011 23:03

İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü*yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir. Güçlü bir bilinç olmadığı takdirde, gerçek bir değişim olamaz. Tarihin tahakkümünden her hangi bir eylemde bulunmaksızın kurtulamayız. Bu nedenle tarihi nasıl biçimlendirebileceğimize ilişkin yaklaşımlar üzerinde ça*lışmalıyız. Toplumların yenilenmesi, yeni kültürel biçim ve içerik*lerle mümkün olabilir. Yeni kültürel biçim ve içerikler, yerel kültürel sınırları aşmamız için de çok gereklidir.



Etnik rekabetlerin, mezhep rekabetlerinin, çatışmalarının gerilimlerinin yaşandığı, sürdürülebildiği, kışkırtılabildiği bir dünyada/dönemde, İslamın yeniden tarihe dönüşünü beklemek umutsuz bir nostalji içerisinde olmak demektir. Kültürel yerelliklerle, mezhepçi yerelliklerle, dini yerelliklerle İslami bir tarih başlatılamaz. Müslümanlar olarak bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunları hep emperyalist küreselleşmeye bağlamak çok yanıltıcı sonuçlar verebilir. Sorunlarımızın temelinde halen içerisinde yaşamakta bulunduğumuz etnik bencillikler/bağnazlık*lar, mezhep bencillikleri/bağnazlıkları, bilinçsizlikler, bilinç parçalanmaları, teslimiyetçilikler, muhafazakârlıklar, sağcılık*lar gibi çok derin yapısal konular var.



Modernite kendi bağlamında göreceli bir bütünlük sağladı, ancak, İslami bünye paramparça. Tarihi yeniden başlatabilmek için yeni bir tarih ve insanlık bilinci gerekir. Yeni bir tarihi başlatabilmek için çığır açan bir dile, çığır açan bir bilince, ah*laka ve bilgeliğe ihtiyacımız var. Gerçek dünyada yankısı ve et*kisi olabilecek, gerçek dünyada karşılık bulabilecek çözümlemeler yapabilecek niteliklere ihtiyacımız var. Modern tarih, ulus-devlet'le, seküler dünya görüşüyle, bilimsel rasyonalizmle, sık sık büyük bunalımlarla karşılaşsa da belirleyiciliğini sürdürüyor. İran, modern-seküler tarihe alternatif olarak ortaya çıktığı için çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. İran örneğinde yaşandı*ğı üzere, dünyanın moderniteden farklı olarak kavramsallaştırılması, modern-seküler dünyayı tedirgin ediyor. Modern-rasyonalist dünya İran'ı anlamakta zorluk çekiyor. Tarihçiler, sosyologlar 30 yıldır İran'ı tartışıyor, İran ile ilgili gelişmeleri tanımlayabilmek için uygun kalıplar bulmakta zorlanıyor. Seküler akıl tarihin en büyük halk hareketini çözümleyemediği için İslam Devrimini akıl almaz bir devrim olarak tavsif ediyor. Modern batı dünyası İran'ı tek ve en büyük meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle İran'a ilişkin olarak sürekli önyargı üretiliyor. Muhteris, bencil, kibirli, küstah bir güç anlayışı İran ve İslam söz konusu olduğunda bütünüyle askerileştirilmiş bir dış politika uygulamasını hayata geçiriyor. Bu arada, İran'ın, İslam devrimiyle birlikte gerçekleştirdiği İslami kavramsallaştırmayı, Şiilikle sınırlandırmaması, evrensel bir İslami inşa için bütün farklılıkları içerecek Ümmet anlayışını esas alan bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini de belirtmek gerekiyor.

Atasoy Müftüoğlu








HaArP 03-20-2011 23:07

Artık Renan’ı aşmak lazım. Sadece onu değil… Sykes ve Picot’ı da.

Milletimiz en az iki yüzyıldır savunmadadır.
Bir koluyla kafasını yağan taşlardan korumaya çalışıyor.
Diğer koluyla gözü bağlı yol bulmaya çalışıyor.
Ama buna rağmen, tökezlemelere rağmen yerinde saymıyor.
Ricat da değil bunun adı artık.
İnadına rakibine doğru hamle yapan bir cüreti var.
Bu çok yönlü savunmanın en büyüğü kültürel ve ideolojik savunma olageldi.
Savunmanın bir kısmını, “İslam ümmeti” adına biz yüklendik.
Çağladık, durulduk, kokuştuk, ağladık çağlar boyu.
Çağlar tahterevallide milletlerin yerini değiştirdi.
Karanlık Çağlar sadece Avrupa için geçerliydi.
Müslümanların en parlak çağları ise, Avrupa’nın Karanlık Çağlar’ına denk gelir.
Osmanlı’nın en parlak zamanı 16. yüzyıldı, malum.
17. yüzyılda duraklama oldu.
18. yüzyıla gerileme damgasını vurdu.
19. yüzyıl ise Osmanlı’nın çöküş asrı oldu.
20. yüzyıla Osmanlı’nın sarkması, Osmanlı’nın gücünden olmadı.
Uluslararası siyaset bazen destek verdi suni solunuma.
Sonunda ise, solunum hortumunu çektiği gibi, hançeri de beraber sapladı Osmanlı’ya.
Osmanlı Devleti geriledi.
Müslüman ülkeler geriledi.
19. yüzyıl bu gerilemenin artık zirvede olduğu zamanları ifade ediyordu.
O dönemler İslamlığın bilimde, felsefede, ekonomide, devlet idaresinde geri olduğu belirgin hal almıştı.
Renan gibi filozoflar bu gerilemeyi İslam’a yordular.
1883 yılında Cemalettin Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı geldi.
Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslam’da olduğu, İslam’ın hem Kur’an ve hem de hadislerle ilmi teşvik ettiği yönündeydi.
Bu mülahazaların özündeki siluet ise, kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne halde olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi. Bir anlamda, yaklaşık bir yüzyıldır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği savunma psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu Afgani.
Avrupa’ya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlı’nın değildi. Aynı zamanda bütün Müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir savunma, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen.
Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen şüpheydi.
Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyit eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi bu. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık, belki bütün entelektüel çevrelere ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında.
Sadece zaman ve mekâna göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu.
Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu.
Şimdilerde ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı…
Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre--lükse olmadan--hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray: Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı.
Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır.
Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebalepti. Sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır.
Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan,
Kargılarını semaya sütun yapan alem,
Hakka tapan alem,
Adaleti mabet yapan âlem,
Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı.
Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı.
El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu.
Granada yerle bir.
Tek bir kükremeye hasretti millet.
Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde...
Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi.
İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi.
Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.
Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık.
Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında.
Rusya’nın rızasını da almışlardı.
Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı.
Sykes-Picot Anlaşması…
Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu.
Balkanlar gitmişti zaten.
Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü.
Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler.
Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu.
Demem o ki…
Artık Renan’ı aşmak lazım.
Sadece onu değil…
Sykes ve Picot’ı da.
Hadi kendimizden başlamalım!

HaArP 03-21-2011 22:15

CIA’nin evvelki adı Stratejik Hizmetler Bürosu idi (OSS).
Ama şimdiki adı daha bir şık ya da --nasıl derler--“kiş” duruyor.
Google haritası elinde.
Disneyland coğrafyalarını çoğaltmak istiyor.
Yeni nesil çocuklara iyilik yapmak için çırpınıyor.
Banka hesaplarındaki bir liralık değişimden haberdar.
IBAN, sanki “I ban” ironisi ile çıkıyor karşınıza!
İstediği zaman, internette sosyal paylaşım sitelerinde yazılanlar elinde.
Hatta gmail vb. e-posta şirketlerinin verdiği bütün hesapları tarayabiliyor.
Silseniz bile, internet ortamında yazılan her şey aslında kayıtlı kalıyor.
Internet zaten kontrolünde olabiliyor.
Beynelmilel joystickler de elinde.
İkinci Dünya Savaşında kurulan örgütün amacı “düşman hatlarında” ajanlık yapmaktı.
1947 yılına gelindiğinde, OSS CIA oldu. “Sabotaj, anti-sabotaj, imha ve boşaltma önlemleri ve “yer altındaki” direniş güçlerine, gerillalara, “özgürlük hareketlerine” ve mahalli komünist karşıtı unsurların desteklenmesi” amaçları arasındaydı. Hayattan özgürleştirmek de özgürlükler arasında yer aldı.
CIA’nin temel amaçları arasında yabancı hükümetler, şirketler ve kişiler hakkında bilgi toplamak ve politika yapıcıları bilgilendirmek var. Bunun uzantısı olarak da gizli operasyonlar düzenlemek ve paramiliter oluşumlara her türlü destek vermekle kalmıyor. Para ve militer oluşum teminlerinde uzman bir örgüt. Aynı zamanda “Özel Faaliyetler Birimi” ile dış politikada adeta belirleyici bir konuma oturmakta. Bu nedenle George Bush ve Samuel Huntington dâhil siyasi ve akademik olarak birçok esas CIA bağlantılı oldu. Soros aynı çıkarların ekonomik alandaki uzantısı olarak CIA ile yolu kesişenlerden oldu.
CIA’nin işleri özellikle 2004 yılında belirgin şekilde evirildi, değişti. Bu tarihten önce ABD hükümetinin tek istihbarat örgütü CIA idi. Değişiklik İstihbarat Reform ve Terör Önleme kanunuyla geldi. Böylelikle sadece ülke dışında değil ülke içinde de operasyon yetkisi kazandı.
Daha da ilginç olanı onca ümitlerle ve daha zerre kadar bir şey yapmadan kendine Nobel Barış Ödülü bahşedilen Başkan Obama döneminde CIA’in bütçesi 80 milyara dolara ulaştı. Bu miktar sadece kayıtlı olan bütçeyi ifade ediyor. Bir de örtülü ödenek kısmı var ki onun da az olmadığı biliniyor… “Kara” operasyonlar için aktarılan kara para kayıtlara girmiyor.
Yani, 80-100 milyar dolarlık yıllık bütçesi, 20 bin civarında çalışanı olan bir örgüt CIA. Aslında ABD’nin ikinci ordusu gibi. Ordunun “anayasal” olarak yapamadıklarını CIA kendi yasalarını oluşturarak yapıyor. ABD silahlı kuvvetlerinin yıllık bütçesi kabaca 500 milyar dolar. CIA’nin bütçesi İngiltere ordusunun bütçesinden daha fazla. İngiliz silahlık kuvvetlerinin 69 milyar, Çin’in 58 milyar, Fransa’nın 54 milyar, Japonya’nın “nefsi müdafaa” güçlerinin yıllık bütçesi 44 milyar dolar.
Tabii bu paranın aktığı yerler var CIA başarıları için: basın, hükümetler, asker ve sivil taraftar.
Başarılı operasyonların ufak maliyetleri oluyor.
Başarıların bir kısmına gelince...
1952’de Mısır’da darbe oldu. “Özgür Subaylar Hareketi” yapmıştı. Nedeni bilinmiyor. J Mısır Kralına Özgür Subaylar kızmıştı. İsrail’le olan savaşta ülke çıkarlarına aykırı davranmıştı Kral. Darbe oldu. Nasılsa darbe sonrasında İsrail’in işleri daha bir kolaylaştı bölgede.
1953 yılında İran lideri Musaddık’ın darbeyle iktidardan düşürülmesi geldi akabinde. Musaddık sömürülen ülke kaynaklarını kamulaştırmak istemişti…
1958’de Cezayir’de bir başka filmin senaryosu çıktı. CIA Cezayirli öğrencileri Cezayir’in Fransa’ya karşı “istiklal” savaşında destekledi. Hatta o dönemde Charles De Gaulle’ün CIA tarafından suikasta kurban edileceği haberleri çıktı. Arada müttefiklerin de “didişmeleri” olabiliyor tabii… Ama iyi niyetli olmak lazım. ABD o dönemde Fransa-Cezayir rabıtasının Cezayir’i komünist Rusya’nın pençesine düşmesinden endişe ediyordu.
1960 yılında Türkiye’de Menderes hükümetini düşüren güç yine CIA idi. Menderes halkı arkasına aldığını sanmıştı. Ha bir de Sovyetlere yaklaşmıştı biraz… Darbecilerin ilk açıklamaları arasında “demokratik süreç” ve beynelmilel anlaşmaları tanıdıkları ifadeleri vardı. Tanıdılar, sıdk ile tanıdılar hem de. (1980 askeri darbesinde de tanımışlardı. Darbe kardeşliklerinin göz yaşartan sahneleri böyle yaşandı.)
Tevafuklar devam etti…
Mısır’da darbe olmuştu çok geçmeden benzer yıllarda.
Libya’da 1963 yılında monarşi devrildi birden. Yine “genç subaylar” vardı devrede. Devrim Komuta Konseyi petrol fiyatlarını artırma çabasında oldu, artırdı da. Arap milliyetçiliği de vardı işin içinde. İsrail karşıtlığı da. ABD-Libya ticareti 1968 yılında Libya lehine 800 milyon dolar artıda oldu.
1970’lerde Araplara ilham olan bir ülke oldu Libya. Nasılsa petrolün ellerinde bir silah olduğunu anlamıştı Arap dünyası… Kaddafi ile George Bush arasında zihniyet farklı yoktu aslında. İkisi de askerdiler ve güneş gözlükleri vardı yani…
Ama Kaddafi’den kesesi, CIA’den gelir sesi türden şeyler var…
CIA 1981 yılında Kaddafi’yi ortadan kaldırmak için operasyon yaptı. Sonra iddialar saçıldı ortaya: Kaddafi Avrupa ve Afrika’da teröristlere yardım ediyordu! (Sahnenin devamı Bush döneminde 2005 yılında geldi Libya’ya. Ama Kaddafi hayatta kaldı.)
Fas’ta olanlar ayrı bir konu tabii. Fas muhalefet lideri Mehdi Ben Barka kaçırılması ve kırklara karışması bir türlü anlaşılmadı. İnsan Hakları İzleme Derneği CIA’den defalarca gizli belgeleri açıklamasını istedi. Ama olmadı işte…1965 yılında Ben Barka Paris’te gündüz gözüne kaçırılmış ve cesedi bile bulunamamıştı. Ahmet Buhari yıllar sonra ışığın New York’taki Özgürlük Anıtının meşalesinden geldiğini açıkladı.
Enteresandır 9/11 olaylarında CIA yetersiz de kalmıştı!
Sonrasında seyyar bir El-Kaide petrolün çıktığı her yerde fışkırır olmuştu. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da derken, Yemen hedefe konuldu. Sonrası bildik masallar…
Obama'nın açıklamasının ardından ABD medyasında Yemen haberlerine geniş yer verilmeye başlandı. Gazetelere konuşan kimi "adını vermek istemeyen" kaynaklar, Yemen'deki El Kaide örgütünün ABD topraklarında bir saldırı yapabilecek çapta olduğunu iddia etmeye başladılar. “Yemen kökenli bomba tehlikesinin ardından” ABD yönetimi bu ülkeye CIA ajanlarını göndererek "teröre karşı mücadele başlatıldığını" açıkladı.
“Terör” en güzel diploması sermayesiydi. Ha bir de kitle imha silahları olurdu arada… Vurmak için gerekçe terör olmazsa, bu sefer “demokrasi” devreye girerdi.
ABD ve İngiltere'nin ilgi alanına giren Yemen'in kuzey bölgesindeki Şii Husiler Yemen hükümeti ile savaşıyordu. Bu savaş nedeniyle Yemen'deki ABD destekli hükümet oldukça zayıflamış durumdaydı. Suudi Arabistan ise Kuzey bölgesindeki bu isyanı kendi ulusal güvenliği için tehlike olarak tanımlıyordu. Bu nedenle Yemen ordusu ve Suudi Arabistan'a bağlı güçler geçtiğimiz yıl içinde Kuzey Yemen'de operasyonlar yapmıştı. Bu operasyonlar Kızıldeniz'e konuşlanmış ABD savaş gemilerinden atılan füzelerle de destekleniyordu.
Araştırmacı Rick Rozoff ise Yemen'de gizli bir ABD operasyonu olduğunu belirtiyordu. Rozoff'a göre, bu operasyon ABD kadar NATO tarafından da genişletiliyor ve Yemen'in ileride Afganistan ya da Irak gibi işgale uğramaması için hiçbir neden yoktu. Rozoff gibi gazetecilerin dikkat çektiği husus, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'nde NATO etkinliğinin artıyor olmasıydı.
Çevre ülkelerden Somali'de NATO koordinasyonunda "korsan avı" başlatılırken, ABD Cibuti’de bir üsse yerleşiyordu. Fransa ise Basra Körfezi'nde bir üs inşası başlatıyordu. Rozoff'a göre amaç, Orta Asya'dan Avrupa'ya uzanan rotanın en önemli güzergâhını ABD'nin kontrolü altına alınmasıydı. Çin sadece seyretmiyordu tabi ki.
İşte böyle…
CIA dünya çapında bu kadar yoğun bir NGO. Amacı yurtta sulta cihanda sulta.
Başını kaşıyacak vakti olmayan bir örgütün bugün Fas, Cezayir, Tunus, Yemen, Mısır, Libya gibi ülkelerde operasyon yapıyor derseniz kimseyi inandıramazsınız.
Çünkü...
CIA tüm hasta, hamile ve kafayı çeken personeli haricinde tam kadro Disneyland'dalar.
Disneyland'a tam kadro sığmadıkları için coğrafyada değişiklik yaptılar sadece.
Disneyland'ın da enerji kaynaklarına yakın olması kesintileri önlemek için.
Çocuklar aniden karanlıkta kalmasınlar.
Aksi halde demokrasi sinemasında ürkek alışırlar.
“Good Night and Good Luck!” filmi gösterimde…

HaArP 03-25-2011 02:07

Çöl Aslanı Ömer Muhtar, Libyalılara öncülük ederek işgalci İtalyanlara karşı on yıl kadar destansı bir direnişin tarihini yazdı. Asla teslim olmayacaklarını haykırdı durdu. İşgalcilere, “bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız”, dedi. Sahte bir mahkeme kurularak hakkında idam hükmü okunduğu zaman, “beni öldürdüğünüzü düşünebilirsiniz, ama ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım”, diyerek de meydan okudu İtalyanların şahsında tüm sömürgecilere.

HaArP 03-25-2011 17:27

Gül en çok Koru ve Davutoğlu’ndan etkileniyormuş
Amerikan diplomatlarının kaleme aldığı rapor/telgraf şöyle devam ediyor…
“Bu bağlamda, Gül en fazla iki kişiden etkileniyordu. 1) Kuzey Cephesi için Türk desteği olmadıkça, ABD’nin savaşa gitme gücünden yoksun kalacağını ısrarla savunup duran İslami gazeteci Fehmi Koru ve 2) ABD’yi bir Türk-İslam barış girişimi sürdürerek engellemenin ABD için de en iyisi olacağına Gül’ü ikna eden Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu.”

HaArP 03-26-2011 22:40

İLLUMİNATİ NEDİR ?
Dünyayı her konuda büyük bir gizlilik içersinde yöneten bir grup Tanrı kompleksli insanın oluşturdukları koalisyonun ortak adıdır.
"Ve Allah'ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak." ( Tevrat, Tesniye Bölümü 7/ 16 )
" İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın." ( Tevrat, mezmurlar bölümü 2 / 8-9 )
Ve gözümüzün içine baka baka " Bakın ben aydınlanmayım !" yalanıyla yüzümüze sırıtan bu kurukafalar hayatımızın rengini kana bulayan gerçek mübessimlerdir.
İLLUMİNATİ'NİN GÜÇ KAYNAKLARI NELERDİR?
Kabala gibi meditasyon, simya gibi çok eski zamanlardan bu yana kullanılagelen bir büyü ilmi sayesinde döndürüyor çarkları şeytan ve onun bu zavallı dostları. İllimünati'nin gücü Kabala'dan geliyor.
Aslında bu onların dini.
Şeytan'a tapıyorlar, ayinler düzenliyorlar, masum kişiler kurban ediliyor ve kan içiyorlar.
"Et yeyin ve kan için yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya dek kan içeceksiniz." ( Tevrat, Hezekiel Bölümü 39 / 18-20 )
İLLUMİNATİ'NİN YAPISI VE İŞLEYİŞİ
Annuit Coeptis.
Bir piramit dizaynı içersinde yapılanmışlar. Işık noktası adını verdikleri tepe noktasında mason ilahı Lüzifer'in gözü bulunuyor. Ve hemen arkasında en üst yönetim meclisinde İLLUMİNATİ yer alıyor.
Texe Marks bu işleyişi çemberlerle açıklamış.
Pramitte de görüldüğü gibi üç kategori söz konusu.
1. kategoride; hiç görünmeyenler ( gizli olanlar )
2. kategoride; ucu görünen ancak büyük kısmı gizli olanlar
3. kategoride ise halkın içine giren ve yukarının emirlerini uygulayan saçaklar yer alıyor.
NASIL ÇALIŞIYORLAR?
İç çemberin on görünmez gizli adamının insiyatifine bağlı kaderlerimiz.(Rabbimizi tenzih ederiz) Yılda iki kez bir araya geliyorlar ve toplantılarında nerede hangi savaş çıkarılacak, nasıl çıkarılacak, nerede ekonomik kriz patlak verecek, nerede salgın hastalıklar vücut bulacak en ince ayrıntısına kadar bunları planlıyorlar. Bilimsel keşifler ve devrimler de bunlara dahil.
" Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla." ( Tevrat, Yeremya Bölümü 12 /3 )
" Ve onun içine veba ve sokaklarına kan göndereceğim ve çepeçevre onun üzerine gelen kılıçla içindeki yaralılar düşecekler ve bilecekler ki ben Rabbim." ( Tevrat, Hezekiel Bölümü,28 / 23 )
On Aslan Kral !!!
On kral, On güçlü adam, illuminati. Dünya'nın ipleri onların
ellerinde...
Büyük fikirlerin öne atıldığı neredeyse Dünya'ya kader biçtikleri
toplantıları büyük gizlilik içersinde gerçekleştirilirken gündem
pramitin diğer halkalarına tam olarak yansıtılmıyor.
Emir komuta zincirlerinin başında duran isim ise sanıldığı gibi A.B.D
değil, geldi mi gelecek mi gibi sorularla insanlık tarihi boyunca hep bir
merak konusu olmuş olan ve şu an Tibet'te yaşayan DECCAL ve onun en büyük
hizmetkarı da dünyaca ünlü meditasyon hocası Maharishi Mahesh
Yogi.
Şeytanın en büyük yanıltmacası olan meditasyon tuzağı şu an yeryüzünde bu
karanlık yüzler tarafından kurulmuş durumda.
ON ASLAN KRAL'IN ÖZELLİKLERİ
Kanlarındaki doğa ve kalite imanlarının en köklü dayanağı olmuş.
Biz tanrıyız diyor adamlar.
Bilgeliğin devleriyiz.
Yüksek bilincin yegane sahipleriyiz...
Buna iman ediyorlar; çünkü tanrı diye tapındıkları Lüzifer onlara böyle söylüyor.
Siz Tanrılarsınız!
Yüksek bilincin sahiplerisiniz...
Bilgeliğin devlerisiniz.
" Ben dedim, ilahlarsınız ve hepiniz yüce olanın oğullarısınız. Kalk ey Allah yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin hepsine sen varis olacaksın." ( mezmurlar bölümü 82 / 6-8 )
Şeytanın bu pohpohlamalarıyla gerçekten tanrı olduklarına ikna olmuş olan bu zavallı illimünatlar hedefledikleri kötülükleri gerçekleştirmek konusunda gözlerini bile kırpmıyorlar.
NE AMAÇLA KURULMUŞTUR? HEDEFİ NEDİR?
Söz konusu komployu yürüten elit tabakanın hedefi;
Başkenti Kudüs olacak olan bir dünya devleti kurmak.
Yeryüzündeki tüm özgürlükleri ortadan kaldırmak.
Sonuç olarak ta dünyanın yegane hakimi olmak.
İşte o günlere ulaşmak için de ellerinde avuçlarında ne varsa (ki küçümsenmeyecek boyutlarda varlıklı insanlar bu insanlar.) bu uğurda harcıyorlar.
Öyle görünüyor ki; bekledikleri gün gelip çattığında hizmet ettikleri efendinin dünyanın tahtına geçip oturacağından zerre kadar şüphe etmiyorlar.
"Ve aranızda yürüyeceğim ve sizin Allah'ınız olacağım ve siz benim kavmim olacaksınız." ( Tevrat,Levlililer Bölümü,26/12 )
"Çünkü sana kulluk etmeyen millet harap olacak. Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanlarında yere kapanacaklar ve sana Rabbin şehri Kudüs'ün SİON'u diyecekler. Ve milletlerin sütünü emeceksin." ( İşaya Bölümü,60/10-16 )
İlluminati
İlluminati dünyanın en zengin 10 ailesinin, küresel hakimiyeti ele geçirmek için yönettikleri bir dünya komplosudur.
HEDEFİ NELER
Hedefleri nasıl ortaya çıkmıştır?
Şeytan, insanların başına ördüğü bu çorabın neticesinde dünya hakimiyetini o insanların vasıtasıyla ele geçirmek istiyor. Bu korkunç küresel imparatorluk, ekonomik yönden ülkeleri çökerterek birer sömürge yaparken bir yandan da tüm dünyadaki insanlara mutluluk ve barış adı altında şeytani zehrini saçmaya devam ediyor.
Hatta bu işin başındaki isim de Maharishi'dir; şeytanın adamı. Onun adı geçiyorsa bilin ki o işte, bir zulmani koku var. Maharishi ve onun kurduğu gruplar "meditasyon" diye bir furyayla insanları akın akın iblise çağırıyorlar. Ama tam iblise yakışacağı gibi bunu çok sinsice yapıyorlar; "Rahatlama" maskesi altında..
"Transandantal meditasyon, yoga" terimlerini gördüğünüz heryerden uzak durmanız konusunda ben sizi uyarayım. Çünkü zamanla şeytanın tesiri altına gireceğiniz, "huzur ve mutluluk" vaadiyle başlanan ama sonu insanları intaharlara kadar sürükleyecek bunalımların yuvasıdır bu tarz yerler.
Bu konu üzerine yazılanları etraflıca araştırdığınızda daha önce meditasyon yapıp Maharishinin bu eğitimi sebebiyle psikolojik zarara uğramış insanların tazminat davalarına siz de rastlarsınız. İşin maddi kaybı bir yana, insanların beynini ele geçiren manen çöküntüye uğratan sinsice bir tuzak bu!!
Bu küresel imparatorluk dünyaya hakim olmak üzere büyük gayretlerin içerisinde. 8 tane uydudan dünyaya yayın yapıyorlar ve insanları bu yalanlara inandırıyorlar. İnsanları şeytanî bir hakimiyet altına almak için el birliğiyle gözümüzün önünde çalışıyorlar. Ve ne kadar sistemli çalıştıklarını gördükçe benim tüylerim ürperiyor!
Dünyanın en zengin insanları bu çetenin içinde. Ve korkunç bir faaliyet, bütün dünyayı hakimiyeti altına almak üzere hareket halinde. Küresel imparatorluğun ilk kralı da Raja Nader Raam'ın (Nadir Raam). Bu isime de dikkat edin. Maharishi ve grubu emirleri altına aldıkları liderlerle dünyayı şeytanî imparatorluğun kölesi haline getirmek niyetinde. Ve bunu da dünyada sulh ve sükûn yoluyla, bir maske altında yapıyorlar, sinsice...
Bütün insanlığı mahvetmek üzere, Şeytanî imparatorluklarını kurmak için korkunç bir tuzak hazırlamışlar. İnsanlar sırf cehaletlerinden ve mutluluğa olan açlıklarından önlerine çikolatalı pasta içinde sunulan bu zehri, "meditasyon, yoga ; rahatlama, aydınlanma"dır diye kapışıyorlar, kendi mahvoluşlarını hazırladıklarını bilmeden.
Eğer bütün bunları başarabilirlerse, şeytanî imparatorluk dünyaya hakim olabilirse, insanlar acıyı o zaman yaşarlar. Ama buna dur diyecek gerçekleri gören birileri elbette olacaktır. İnanıyorum ki onların gerçek yüzünü ortaya çıkaracak, bu zulmani tuzakları, Allah'ın nuruyla bozacak Allah dostlarının "biz buradayız" demesi yakındır.
Ben sizi bu zulmani meditasyon tuzağına ve bu Gizli Dünya Devletinin Para Tuzakları: IMF ve Dünya bankasının sömürge arayışlarıyla daha nice ülkelere vuracakları ekonomik darbelere, para oyunlarına karşı uyarayım.
Gelin, araştıralım ve bu gerçeklerle bilinçlenen, birlik olan bir toplum olup hem kendi ülkemizin, hem de dünya ülkelerinin gerçek aydınlıklara ulaşması için IMF'nin ve IMF gibi İlimunatinin benzer tuzaklarına düşmeyelim..

HaArP 03-30-2011 21:29

1 numaralı hedef o kıskacı kırmak


Hem doğuya, hem batıya 4 mesajımız var.




TRT Haber AÇI Programında Gazeteci Faruk Bilgin, Prof. Dr. Beril Dedoğlu, Prof Dr. Sedat Laçiner, Prof Dr. Gökhan Çetinsaya ve Prof Dr. Vedat Bilgin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihi Irak ziyaretini değerlendirdi. Prof. Dr. Sedat Laçiner'in konu hakkındaki tespitleri şöyle:
‘Kandili yok ederseniz iki Kandillik radikal üretirsiniz”
“PKK, Kandil dağında ciddi anlamda izole edilmiş durumda. Eminim ki bugün Türk uçakları Kandil’i yerle bir edecek olsa bile Türkiye’de politika üreticilerinin ortak bir iradesi var artık ve ‘’irade’’ ‘hayır yerle bir etmeyelim’ der. Barzani de Türkiye ne düşünüyorsa aynısını düşünüyor ama bunları deklare edemiyor. Neden Kandil’ i yok etmenin hiçbir yararı yok? Kandil’i yok ederseniz iki Kandillik radikal üretirsiniz. Türkiye bunları bildiği için artık PKK da BDP de zor durumda. O yüzden oturma eylemi yapıyorlar, polise tokat atıyorlar. Polisin de onlara tokat atması bekleniyor fakat polis tokat atmıyor. TC’nin polisi milletvekilini tokatlıyor dedirtmiyor. Tokat yiyor taş yiyor ama ‘hayır bu sefer hata yapmayacağım’ diyor. Aynı şekilde Kuzey Irak’ta da hata yapmıyor. Çok büyük ekonomik ilişkiler var ama bunun ötesinde başka bir durum var ortada. Barzani, Talabani dediğimiz kişiler, Iraklı Kürtler, Şeyh Sait isyanı gibi isyanlar olmasaydı ve imkan olsaydı, bu gün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydılar. Kuzey Irak’taki Kürtler, Mustafa Kemal hareketine en çok destek veren Osmanlı tebaalarından bir tanesidir. Türkiye’nin parçası olmak için fiili çalışmış yer yer silahlı mücadele bile vermişlerdir. İngilizler bu yüzden bunların yaşadıkları köyleri kasabaları bombalamışlardır.”
Irak ziyaretinde Türkiye’nin neyi amaçladığını ve Suriye – Irak dengelerini yorumlayan Prof. Dr. Dedeoğlu şunları söyledi:
“Başbakan Erdoğan, Irak’daki üç bölgeyi de gezerken yapıcı bir rol oynuyor ‘’Şiiliğin, Sünniliğin, Türkmenliğin hiçbir önemi yok; insan olmanın önemi var ve siyasetimizi bunun üzerine kurduk’’ diyor. Irak konusunda şeffaf bir siyaset uyguladığını hem Iraklılara hem de dünyaya söylüyor; çünkü daha önce Türkiye’nin Irak politikası oldukça karanlıktı, bir sürü el vardı ve yapılanlar dönüp Türkiye’yi de buldu. Bu ziyaretin en önemli tarafı Türkiye siyasetinin şeffaf yüzünün dünyaya ilanıdır. Başbakan Kürdistan bölgesinde ‘’Biz artık burayla olan ilişkimizi PKK terörü üzerinden adlandırmak istemiyoruz’’ demeye çalışıyor. Teröre üzerinden kurulan bir ilişki ne Kürdistan bölgesinin gelişmesine ne de Türkiye’deki Kürt sorunun çözümüne izin veriyor. Eskiden, terör yüzünden Türkiye kaybederken birileri kazanıyordu, bugün Kürdistan bölgesi de kaybediyor.”
“Türkiye Ortadoğu’da İsrail-İran Kıskacını Kırmaya Çalışıyor”

“Irak’daki her gelişmenin Suriye’yi; Suriye’deki her gelişmenin de Irak’ı etkileyeceği bir gerçek. Suriye’de olabilecek değişiklikler Irak’ın Şii bölgesinde ve Sünni bölgesinde değişime yol açar. Suriye’de olanlar ise İran ve İsrail kıskacındaki her toplumu provoke eder. Ve bu kıskaçta hem Irak var hem de Suriye var. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’da İsrail-İran kıskacını kırmaya çalışıyor. Bu İran’ın geri çekilmesine, İsrail’inde ‘’ehlileşmesine’’ yol açıyor.

“Şiiler 1. Dünya savaşında Osmanlı’nın yanında yer aldı.”
Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, Şiilerle tarihsel bağlarımız olduğunu ve Başbakan’ın Şii bölgesini ziyaretinin İran’a da bir mesaj olduğunu ileri sürdü.
“2. Abdülhamit’in Pan-İslamist politikalarına o dönemde Necef ve Kerbela’daki müctehidler de destek verdiler. Trablusgarp savaşında, 1. Dünya Savaşı’nda Şiilerin Osmanlı ordusunda savaşmaları için cihat fetvası yayınladılar. İngilizler Irak’ı işgal etmeye başladıkları zaman bütün Ayetullahlar ve Şii aşiretleri Osmanlı ordusuyla birlikte İngiltere’ye karşı savaştılar. Dolayısıyla bugünkü konjonktürün yanı sıra tarihten gelen bir miras var. Bu yüzden Başbakan’ın Irak ziyaretinde hem dünyaya hem de İran’a bir mesaj var.

Özgür Çağrı 04-04-2011 22:41

‎"Meçhul ve isimsiz biri olarak, dünyada eziyet çekenlerin yanına gidip eziyet ve işkencede onlara ortak olmak istiyorum. Aynı şekilde Afrika devrimcileri saflarında savaşıp şehadet mertebesine ulaşmak da arzularım arasında"

"Gece yarıları yerin ve göğün esrarengiz suskunluklarında, münacat edip yıldızlarla konuşmak ve yavaş yavaş samanyoluna doğru yükselmek istiyorum. Alemde sonsuzlaşmak, varlık aleminin sı*nırlarından geçmek istiyorum."

"Dert ve gamla dolu kalbim Özgür olmak istiyor. Pejmürde ru*hum artık uçmak ve şu kara gurbet beldesinden göçüp gitmek için ridasını, yolculuk vadisine çekmek istiyor. Gönül, varlık yükünden kurtulup, yokluk aleminde sadece Allah'ıyla vahdete ulaşmak derdinde"...

Şehid Dr. Mustafa Çamran

HaArP 04-05-2011 01:14

‘Kum devrimleri’nin Arap/Ortadoğu politik coğrafyasında yarattığı 'korku'yu anlamak için Suudi Arabistan’a bakmak yeterli…
Ödleri öyle patladı ki, ABD ile didişmeyi dahi göze aldılar…
Bugün size devrimlerin ülkeye sirayet etmemesi için Suudiler’in neler yaptığını, gizli girişim ve operasyonları anlatacağım…
Suud Krallığı için öncelikli bölgeler Yemen ve Bahreyn...
Riyad'ın bu ülkelerdeki muhalefetin arkasında İran’ın durduğuna ilişkin inancı tam…
Anımsanacağı gibi son olaylara kadar Krallığın en büyük derdi, Kral Abdullah’tan sonra tahta kimin geçeceğiydi.. Kral yaşlı ve hasta olduğundan, veliahtlar arasından kimin öne çıkacağı tartışması yaşanıyordu.
Fakat bir başka sorun, sıralı veliahtların da hayli yaşlı olmalarıydı.
Bugün ise genç-yaşlı ayrımı kalmadı.. Ülkede prensler devrimlerin krallık sınırını geçmemesi için el birliği yapmış görünüyor.
Ülkenin Suriye politikalarını Kral Abdullah’ın oğlu Abdulaziz bin Abdullah takip ediyor.. 20 gün kadar evvel Şam’a gitti. Gizli bir seyahat demesek de, 'göze batmamaya çalıştı' diyebiliriz.
Kulağıma gelenleri aktarayım: Burada Beşar Esad’la bir görüşme yapıyor Abdülaziz.. Ondan Tahran’la görüşmesini, İran’ı Körfez’e karışmaması konusunda uyarmasını istiyor…
Bunun üzerine 24 Mart’ta Suriye Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim Tahran’a hareket ediyor, mesajı iletiyor. (Suriye’nin kendi dertleri diz boyuyken, Riyad-Tahran arasında mesaj taşıması.. Demek her ikili temasa her 'arabulucu' olmuyor.)
Yemen ve Bahreyn’de kalkışmalar patlak verdiğinde, Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği ve Meşhed’deki konsolosluğa yönelik-kimi iddialara göre Şii milisler tarafından organize edilen-saldırılar yaşanmıştı…
Ancak İran yönetimi Bahreyn ve Yemen olaylarına destek verdiğini gösteren herhangi bir işaret vermekten hep kaçındı. Riyad ise Tahran desteğinden adı gibi emin.
Özellikle, İran Devrim Muhafızları Pasdaranlar’ın eylemleri desteklediği hatta silahlandırdığı konusunda şüphesi yok. (Garip bir şekilde, Batılı istihbarat servisleri-bu konuda hayli meraklı olmalarına rağmen-İran’ın desteği konusuna iman etmiyorlar!)
Krallığın güvenliği ile ilgili bir mesele olduğunda Prens Bandar’dan söz etmeden geçmek imkansız!
Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Başkanı olan Prens Bandan bin Sultan Batı dünyasında, özellikle de ABD’de hayli güçlü ve ilginç bağlara sahip... (Şu kadarını söyleyeyim; Bandar dünyada ABD’nin Saddam Hüseyin’e saldıracağını öğrenin ilk kişiydi. Beyaz Saray’da bizzat Başkan onun kulağına operasyonu dakikasına kadar fısıldadı.)
Bandar’ın bugün Bahreyn'le ilgileniyor.. Buradaki Şii hareketini kontrol etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan yönetimi Bahreyn'e 1000 asker sevk ettiği gece, yine kişisel tanışıklığı bulunan ABD Savunma Bakanı Robert Gates’i arayarak durumu anlatan yine o olmuş!
Bu konuşmanın ardından, aslında Bahreyn’e böylesi bir müdehaleden hazzetmeyen Washington’un sessizleştiği söyleniyor. (Washington-Riyad ilişkisi iyi bir dönemden geçmiyor: Kral’ın Bakan Gates ve Dışişleri Bakanı Clinton’un görüşme talebini reddettiği söyleniyor. Elinizde hangi koz bulunursa bulunsun, ABD’nin bu seviyedeki resmi görüşme taleplerini reddetmek her ülke için stres kaynağı olur!)
Krallık açısından bölgesel denklemleri etkileyeceğine inanılan bir başka ülke Mısır.. Prens Bandar bu ülkeye de bir ziyaret yaptı.. Kahire daha kendine gelememiş olsa da, Bahreyn’e asker göndermenin gerekçelerini anlattı…
Ardından, bu önemli, Bandar Çin’e gitti. Mart ayının 19’unda Beijing’de bulunan Prens, hem-dikkat-Çin lideri Hu Jintao ile hem de-bir dikkat daha-Xi Jinping ile görüştü. (Xi Jinping Çin’in yeni patronu olabilir!) Onlara da müdehalenin gerekçelerini izah etti.
Çin tabii Arabistan için önemli.. İran konusunda pozisyonu düşünüldüğünde, Riyad’a anlayış gösterecek bir Bejing politikasının yararı açık.
Yemen’e gelince.. Krallığın Yemen politikasını İçişleri Bakanı Nayef bin Abdülaziz yönlendiriyor. (Neden İçişleri Bakanı? Belki, Ulusal İstihbarat Servisi’nin başında bulunan bir başka Prens, Makrin bin Abdulaziz tarafından desteklendiği için olabilir!. Savunma Bakanı Sultan bin Abdülaziz buna ne der, hep ayrı tartışma konuları ve işte bu yüzden Suudi hanedanının ilişkileri karışık.)
Konumuza dönersek, Yemen lideri Ali Abdullah Salih 22 Mart’ta Dışişleri Bakanı’nı (Ebu Bekir el-Kabri) Suudiler’e yolladı.. Göstericilerle arasında arabulucuk yapmasını istedi. (Zaten Krallık 30 yıldan fazladır yönetimi destekliyor.)
Riyad da, ülkedeki aşiretlerle sahip olduğu bağları kullanarak muhaliflerle ilişki kurdu. Yemen liderinin üvey kardeşi olan, Başkent Sanaa’nın da komutanı General Ali Muhsin el-Ahmer’in de (kısa bir süre önce Salih’i terk etmişti!) bu yaklaşımı desteklediği söyleniyor.. ABD’nin bu yeni duruma nasıl analiz edeceğini göreceğiz...
İşte Suudi Krallığı’nın kapısını kadar gelen devrim mikrobunun önlemek adına kullandığı dezenfeksiyon yöntemleri böyle…

HaArP 04-06-2011 16:12

Tennure pergel, Piramit açılarını ölçebilir mi?



'Model ülke' planı ne kadar daha işleyebilir?..
‘Model’in etki alanını biliyoruz.. Dışişleri Bakanı Davutoğlu yüzölçümünü gayet matematiksel oranlarla anlatmıştı…
"Türkiye’ye pergeli koyup, bin kilometrelik bir daire çizerseniz 20, 3 bin kilometrelik daire çizerseniz 70’den fazla ülke girer"…

Ancak pergeller daire çizerken ne kadar kullanışlıysa, piramit açılarında zorlanabilirler...
Bir "model" ülke, örnek gösterildiği ülkeler o modele ulaşınca ne olur?
Tez şudur ki; pergel daralmaya başlar…
Bunun somut örneğini önce Mısır’da göreceğiz.. Kahire’nin "modelleşme" hızı yükseldikçe, etki alanı artacak, o da daire çizmeye başlayacak!
Kimi teorisyenlere göre, kesişen bu çemberlerden de bir Ortadoğu dengesi üretilebilir.. Örneğin, "Türkiye-Mısır-İran" üçgeni gibi!
Tabii daha önce "hangi İran" sorusunun yanıtlanması gerekiyor.
Tersi de mümkün.. Modeller arttıkça modele ihtiyaç kalmayacak.
Türkiye’nin etki alanı komşulara daralacak.
Para yeni modellere kayacak..
Hepsi tez...
Peki bunlar ne zaman olacak?..
Türkiye'nin iç politik dengelerine etkisi nasıl olacak?

HaArP 04-19-2011 13:35

Arnold Toynbee nin; “Seküler Batı uygarlığının, kendi uydurduğu yalanlar içinde bile tutarlılık sağlayamadığını, çürümüş ve sapkın bir uygarlık olduğunu; bilim, kültür ve düşüncede yaptığı atılımlara rağmen, aslında insan soyunu ve gezegenimizin geleceğini bile yok edebilecek bir kaba kuvvet mekanizmasına dayandığını” “100 yıl içinde İslam ın, dünyanın geleceğini belirleyebilecek yegane aktör konumuna yükseleceği” basireti ile netice “ Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa nın refahı ve medeniyeti yıkılır (Prof.Dr.Neumark.) neş et ediyor vesselam.

Kur'ânTalebesi 04-19-2011 20:08

Belki küfür karanlığından kurtulmuştur, ama insanımız tembelliğin karanlığı içinde yüzmektedir. İnsanımız iman zayıflığnın işareti olan sorumsuzluğun ve vurdumduymazlığın karanlğında yüzmektedir. İnsanımız dedikodunun, kötümserliğin, beğenmemenin karanlığında yüzmektedir.
| Yaşar Kaplan – Kalem ve Kelepçe

HaArP 04-25-2011 12:52

ABD elçiliğinde ağlayan 'genç siviller' kim?



Batı’nın bölgeyi yeniden tasarımlayan pro(en)jeksiyonunu ayakta tutan temel sütunları ortaya çıkardığınızda, bir tür "aşı" elde ediyorsunuz aslında…
Yani bağışıklık zırhınız biraz o mikroptan almanıza bağlı.. Ama biraz. Hastalık sirayet etmişse zor.
Mesela; büyük Ortadoğu devrimlerinin hangi ülkeler için düşünülmüş olduğunu, hangileri için düşünülmemiş olduğunu, istenmeyen devrimlerin hangi ülkelerde ortaya çıktığını (mikrop bu durmaz ki yerinde), bundan sonra hangilerinin devrim veya "evrim" geçireceğini bilmek gerekir…
Her-halde, finalde hangi ülkelerin hedeflendiğini de.
Ama bunları görebilmek için, şimdi yaşanan devrimlerin nasıl inşa edildiğini de okumak gerekiyor.
'Nasıl', güzel bir gazeteci sorusudur…
Büyük Ortadoğu’daki tüm ülkeleri, son 10 yıllık Buğday üretimlerine bakarak sıralasak, ilk 10 ve 20’de acaba şu an değirmen taşının altında ezilen kaç ülke isabet eder?
İlintili başka sorular da olabilir.. Acaba son 10 yıllık dönemde kendisi üretebilecekken, "yardım" olarak Batı’dan Buğday alan ve "ala ala aç kalan" kaç ülke aynı haritaya sığdırabilinir?
IMF modeli sadece para da mı işler sanıyorsunuz…
Bu toplumlarda dibi 1970’lere kadar giden "ekmek intifadası" diye bir gerçek var, anımsayası olana.
Herkes de biliyor ki, örneğin Mısır’da, devrim iktidarı değiştirdi, belki rejimi de değiştirecek ama Batı politikaları kalacak.
Çelişik görünebilir.. Zaten boğazına kadar Batı yanlısı Kahire liderliği niye Batı tarafından değiştirilsin ki?..
'Tazelenmek' dışında anlamları var elbette bu mimarinin...
El Kuds el Arabi Gazetesi” editörü Abdulbari Atwan, Mısır dış politikasının (artık), "komşularla ilişkileri normalleştirmek, ekonomik ve stratejik çıkarları öne çıkarmak, ihtilafları çözmek için dialoğa başvurmak gibi yöntemler izleyeceğini" savunuyor...
Bu çizginin Mısır’ı; Türkiye-Suriye-Irak ve belki İran’a yönlendirebileceğini savunanlar var.. Sakın "eksen kayması" gelmesin akla.. Değil...
Mısır'ın bölgede etkisini yitirmesinin sebebi; ABD ile aşırı yakın görüntüsü ve İsrail’le çevirdiği örtülü tezgahlardı.. Şimdi bunlar "düzeltiliyor" ki, sözü dinlensin.
Bir süre sonra İsrail ve-veya ABD'ye karşı, göze sürme niyetine bir-iki "dik durma" hamlesi gelirse şaşırmayın...
Böyle bakınca, Süveyş Kanalı’ndan geçen İran savaş gemilerine sessiz kalmanın nedeni de anlaşılır, Şam’a giden Mısır istihbarat servisinin yeni başkanı Murad beyin ziyareti de!
Fakat en su götürmez, temyize gitmez kanıtlar olay mahallinden değil.. Uzaktan...
Kimi Wikileaks belgeleri ve yeni haberler, ABD’nin kalkışmalarda ön alan gençleri, liderleri, "kampanya düzenleme", "yeni medya" araçlarını kullanma, örgütlenme, seçimleri takip gibi konularda eğittiğini somuta bağlıyor...
New York Times’da Ron Nixon tarafından kaleme alınan bir makale, çeşitli isimler altındaki "genç siviller"in, Amerikan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü, Ulusal Demokratik Enstitüsü, meşhur ve parasını Amerikan Dışişleri’nden alan Freedom House’dan eğitim ve mali destek aldığı gösteriyor...
Biraz gülümseteyim sizi.. ‘Ortadoğu’da Demokrasi Projesi’nin Başkanı Stephen McIrney bu konuda, "Gösterileri başlatsınlar diye onları desteklemedik. Fakat becerilerini ve örgütlenmelerini geliştirsinler diye yardımcı olduk. Eğitimlerin olayda bir payı var ama sonuçta bu onların devrimi. Yani biz başlatmadık" diyor…
Muhteşem.
Bu işin kokusu zamanla daha çok çıkacak. Bu eğitimleri alıp devrimleri yapanlar içinde Amerika’dan yardım alanları suçlayanlar olduğunu, kendi içlerinde mahkemeler kurduklarını biliyor musunuz?
Suçlananlar da ABD elçiliğine gidip ağlamışlar! Arkadaşlarını şikayet edip, sızlanmışlar.
Özlü bir ihtilal sözü, 'devrim önce kendi evlatlarını yer' der ya, çarka çomak sokanlar kimbilir ne oldu?

HaArP 05-03-2011 15:24

Robert Fisk: Bin Ladin ihanete uğradı



The Independent'ın ünlü Orta Doğu muhabiri, Usame Bin Ladin'in öldürülmesini ve arkasındaki soru işaretlerini. Fisk, eğer El-Kaide lideri öldürülmediyse, ABD Başkanı Barack Obama'nın seçimi kaybedeceğini söyledi.





http://www.iyibilgi.com/images/haber/45333.jpg
Paylaş | 03 Mayıs 2011 Salı - 13:24

Robert Fisk* / TIMETURK
Orta yaşlı bir hiçlik, tarihin alt ettiği siyasi bir başarısızlık, Orta Doğu’da milyonlarca Arap demokrasi ve özgürlük isterken dün Pakistan’da öldü. Ardından dünya delirdi.
Doğum belgesini vermesinden mütevellit dipdiri Amerikan Başkanı, eski İngiliz İmparatorluğu Ordusu’ndaki bir binbaşının adını taşıyan kasabada öldürülen Usame bin Ladin’in defin ruhsatını sunmak için gecenin bir yarısında ortaya çıktı.
Bize söylenen kafasına tek kurşundu. Fakat cesedin Afganistan’a gizli uçuşu ve aynı derecede gizli şekilde denize gömülmesi? Bedeninin ürkütücü ve garip imhası, (aman, türbesi olmasın) en az o ve kötücül örgütü kadar tüyler ürperticiydi.
Amerikalılar, neşeden sarhoş oldu. David Cameron, “ileriye doğru büyük bir adım” olduğunu düşündü. Hindistan, “muzaffer bir dönüm noktası” olarak niteledi. İsrail Başbakanı Netanyahu, “dillere destan bir utku” diye böbürlendi. Fakat 9/11’de 3 bin, Orta Doğu’da sayısız ölen Amerikalı, Irak ve Afganistan’da ölen yarım milyon Müslüman ve Bin Ladin’i arayarak geçen 10 yılın ardından, dua edelim de başka “dillere destan utku” olmasın. İntikam saldırıları? El-Kaide’yle doğrudan bağlantısı olmayan Batı’daki küçük grubumsulardan belki gelebilir. Emin olun, birileri şimdiden “Şehit Usame Bin Ladin Tugaylarını” kafasında kuruyordur. Belki Afganistan’da ve Taliban içerisinde.
Lakin son 4 aydır Arap dünyasındaki kitlesel devrimler, El-Kaide’nin siyaseten öldüğü anlamına geliyordu. Bin Ladin dünyaya, aslında bana şahsi olarak, Arap dünyasındaki Batı-yanlısı rejimleri, Mübarek ve Bin Ali’lerin sultalarını yıkmak istediğini söylemişti. Yeni bir İslam Halifeliği kurmak istiyordu. Fakat son birkaç ay içinde, milyonlarca Müslüman ayaklandı. İslam için değil özgürlük ve
demokrasi için kendi şahadetlerine hazırdılar. Bin Ladin bu zorbalardan kurtulmadı. Halk kendisi yaptı. Halife de istemediler.
Bu kişiyle 3 kere görüştüm ve sormadığım geriye tek bir soru kaldı. Bu sene ortaya çıkan ve İslam’dan ziyade ulusal bayraklar altında (El-Kaide’nin katletmekten mutluluk duyacağı) Hıristiyanlar ile Müslümanların birlikte gerçekleştirdiği devrimleri seyrederken ne düşündü?
Onun bakışına göre, başarısı üyelik için kart gerektirmeyen El-Kaide’nin yaratılmasıydı. Bir sabah uyanıyordunuz ve El-Kaide’de olmak istiyordunuz. Orada da oluyordunuz. Kurucusu oydu. Fakat asla aktif-katılımlı bir savaşçı değildi. Mağarasında bilgisayar, bombaları patlatmak için telefonu da yoktu.
Desteğimizle tartışmasız hâkimiyet süren Arap diktatörlerin ekserisi, Amerikan siyasetini suçlamaktan çekinirlerdi. Sadece Bin Ladin bu tür şeyleri söylerdi. Araplar, büyük binalara uçakları sürmeyi düşünmedi, fakat söylemek istediklerini söyleyen bu adama gıpta ettiler. Ancak artık artan şekilde bu tür şeyleri söyleyebiliyorlar. Bin Ladin’e ihtiyaçları yok. Artık o bir hiçlik oldu.
Mağaralardan söz açmışken, Bin Ladin’in vefatı Pakistan’ı fecaat bir duruma soktu. Aylardır Başkan Ali Zerdari, Bin Ladin’in Afganistan’da bir mağarada yaşadığını söylüyordu. Ancak Pakistan’da bir malikânedeymiş. İhanete mi uğradı? Elbette. Ya Pakistan ordusu ya da Pakistan İstihbaratı tarafından.Muhtemelen her ikisi de. Pakistan, nerede olduğunu elbet biliyordu.
Ülkenin askeri akademisine ev sahipliğini yapan (1853’teki İngiliz Ordusu’ndaki Binbaşı James Abbott tarafından kurulan) Abbotabat’da aynı zamanda Pakistan Kuzey Ordusu İkinci Tümeni’nin de karargâhı da yer alır. Hemen hemen bir sene önce, başka bir “dünyanın en çok aranan adamı”, Mumbai katliamından sorumlu olduğu düşünülen grubun lideriyle röportaj yapmak istedim. Onu Pakistan’ın Lahor’unda buldum, ellerinde makineli tüfeklerle, üniformalı Pakistanlı polislerin koruması
altında.
Tabi ki cevapsız bariz bir soru daha var; Bin Ladin’i canlı yakalayamazlar mıydı? CIA, Donanma, ABD Özel Kuvvetleri ya da hangi Amerikan ekibi onu öldürdüyse, üzerine atacakları bir ağ da mı yoktu? Barack Obama, ölmesine karar verdi. Eski zamanlarda, “adalet” bir süreçti, bir mahkeme, bir duruşma, bir savunma, bir yargılamaydı. Saddam’ın oğulları gibi Bin Ladin de öldürüldü. Elbet, canlı yakalanması istenmedi. Öldüğü oda, yerden tavana kan revan içerisindeydi.
Fakat bir mahkeme, Bin Ladin’den daha çok başkalarını endişelendirirdi. Nihayetinde, Afganistan’ Sovyet işgali esnasında CIA’deki ilişkilerini ya da Suudi Arabistan’ın istihbarat başkanı Prens Türkî ile İslamabad’daki sıcak görüşmelerini anlatabilirdi. Tıpkı, binlerce gazla öldürülen Kürt yerine 153 kişinin cinayetiyle yargılanan Saddam gibi. Bu gazın Amerika’dan geldiğini, Donald Rumsfeld’le dostluğunu, İran’ı 1980’de işgal ettiğinde ABD yardımından bahsedemeden asıldı.
Gariptir, 11 Eylül 2001’deki insanlığa karşı işlenen uluslararası suçlar için “en çok aranan kişi” o değildi. Vahşi Batı statüsünü, El-Kaide’nin Afrika’daki ABD elçiliklerine ve Dahran’daki ABD kışlalarına önceki saldırılarının ardından elde etmişti. Sürekli Cruise füzelerini beklerdi. En azından ben tanıştığımda öyleydi. Daha önce de 2001’de Tora Bora dağlarında, korumaları savaşmasını
engellediğinde de ölümü bekliyordu. Zamanının bir kısmını Karaçi’de geçirirdi, oraya takıntılıydı. Hatta bana Pakistan başkenti duvarlarındaki Bin Ladin-yanlısı grafiti resimlerini göstermiş, şehrin imamlarını övmüştü.
Diğer Müslümanlarla ilişkileri gizemliydi. Afganistan’da tanıştığımda başlarda Taliban’dan korkuyordu. Geceleyin eğitim kampından Celalabat’a gitmeme izin vermemişti. Ertesi günkü yolculuğumda beni koruması için El-Kaide teğmenlerini yanıma vermişti. Takipçilerinin hepsi sapkınlar olarak gördükleri Şia Müslümanlarından ve kâfirler dedikleri diktatörlerden de nefret ediyordu. Buna rağmen Amerikan işgalcilerine karşı Irak’ın eski-Baasçılarıyla ilişkiye hazırdı. CIA’nin görmezden geldiği bir videoda aynen böyle söylemişti. Asla Hamas’ı övmedi ve İsrail’in eline (her zamanki gibi) koz veren dünkü “kutsal savaşçı” tanımına da güç bela uyardı.
2001’den bir yıl sonra, Bin Ladin’le endirekt zayıf bir bağlantı kurabildim. Pakistan’daki gizli bir yerde güvenilir El-Kaide dostlarından biriyle buluştum. 12 soru yazdım. Bariz ilk soru, 2 Müslüman ülkenin ABD işgaliyle sonuçlanan eylemlerinden ne tür bir zafer beklediğiydi? Haftalarca cevap gelmedi. Sonra bir hafta sonu, ABD’de Saint Louis’te ders vermeyi beklerken, El-Cezire’nin Bin Ladin’in yeni bir video yayınladığı söylendi. Benden bahsetmeden, tek tek, tüm 12 sorumu cevapladı. Evet, Amerikalıların Müslüman dünyaya gelmesini istemişti. Böylece onları yok edebilecekti.
Wall Street gazetecisi Daniel Pearl kaçırıldığında, The Independent’ta hayatını kurtarması için Bin Ladin’e yalvaran uzun bir yazı yazdım. Afgan sınırında dövüldüğümde, Pearl ve hanımı bana bakmışlardı. Hatta Pearl, bana iletişim defterini bile vermişti. Çok daha sonra, Bin Ladin’in yazımı üzüntüyle okuduğu söylendi. Ancak Pearl çoktan öldürülmüştü. En azından öyle söyledi.
Buna rağmen Bin Ladin takıntıları, kendi ailesini bile parçaladı. Bir eşi onu terk etti, iki de Pazar günkü Amerikan saldırısında öldürülmüş görünüyor. Oğullarından Ömer’le 1994’te babasının yanındayken tanıştım. Yakışıklı bir çocuktu ve mutlu olup olmadığını sordum. İngilizce bana “evet” dedi. Fakat geçen sene, Yaşayan Bin Ladin (Living Bin Ladin) adında bir kitap yazdı. Babasının kimyasal silah deneyi esnasında köpeciklerini nasıl öldürdüğünü anlattı ve onu “kötücül” olarak tanımladı. Kitabında, tanışmamızı hatırladığını ve mutlu olmadığı için hayır demiş olması gerektiğini yazdı.
Dün öğlen sularında, Araplardan 3 çağrı aldım. Hepsi Amerikalıların öldürdüğü kişinin Bin Ladin’in dublörü olduğundan emindi. Tıpkı birçok Iraklının Saddam’ın oğullarının 2003’te öldürüldüğüne ya da Saddam’ın gerçekte asıldığına inanmaması gibi. Zamanı gelince, El-Kaide bize söyler. Tabi ki eğer hepimiz hatalıysak ve o dublörse. Gerçek Bin Ladin’den başka bir video ikram edilecek ve Başkan Barack Obama önümüzdeki seçimi kaybedecek.
* The Independent’ın ünlü Orta Doğu muhabiri.
timetürk



http://www.young-lions.it/public/Obama%20Card.jpg

HaArP 05-03-2011 16:28

Bugün Filistin'de çocuklarımızı öldüren İsrail yarın Tebuk, Cufuf ve diğer yerlerde öldürmeye başladığında çokbilmişler ne yapacaklar acaba ? İsrail; zulme çanak tutan ve kutsallığı zafiyet içinde olan kitaplarında iddia ettikleri -vaadedilen topraklarını- genişlettiklerinde , "- Hedefimiz Medine şehri." dediler. Gene bu çokbilmişler ne yapacaklar? Tabii ki, siyonist Amerika lobisine boyun eğecekler.

Usame bin Laden

Muaz (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Beytü’l-Makdis’in imarı Medine’nin harabına, Medine’nin harabı büyük savaşın çıkışına, büyük savaşın çıkışı İstanbul’un fethine, İstanbul’un fethi de Deccal’in çıkışına delalet eder’ buyurdu.”
Ebu Davûd: 4294

HaArP 05-07-2011 00:02

Hz. Ali'ye Göre Büyük Savaş
...Allah aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.


Hz.Ali dedi ki: “Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah'dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Bir rüzgarla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgarlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgarı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür. Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır.
Askerimin başbuğu, ancak tek Allah'ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum.
Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim. Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm. Bu suretle “Sevgisi Allah içindir” denmesini diledim; ancak Rabb için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Allah yolunda olmasını, varımı yine Allah için sakınmamı istedim. Benim sakınmamam da ancak Allahiçindir. Vermem de... Tamamı ile Allah'a aidim. başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil.
Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum.
Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir. Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir. Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dava ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur. Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz. Şehvete kul olan, Allah indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür. Şehvet kulu, Allah'ın rahmeti, hususi bir lutuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz. Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum. Artık yeter... Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir. Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın. Kuran'da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.
Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Allah sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel! Beri gel ki ALLAH'ın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu. Küfürden ve dikenliğimden kurtuldun, artık Allah bahçesinde bir gül gibi açıl! Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali'ydin, Ali'yi nasıl öldürürüm?
Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın. O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi? Ömer'in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı? Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi? Onların büyüsü, onların inkarı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?Onlar da asayı ve mucizeleri nereden göreceklerdi?
Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu. Allah ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur. Çünkü Allah, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder. Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan'a yomsuz bir andır. Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam, vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedi mülkler ihsan ederim
Ben öyle bir erim ki kanlıma, katilime bile lutuf şerbetim, kahır zehri olmadı. Peygamber, hizmetkarımın kulağına, bu başımı boynumdan onun ayıracağını söyledi. Peygamber, sevgilinin vahyiyle nihayet ölümümün onun eliyle olacağını haber verdi.
O, daima “ Beni önce öldür de benden bu kötü ve yanlış iş zuhur etmesin” demekte; Ben de “Mademki ölümüm senden olacak, ben kaza ve kadere karşı nasıl hile edebilirim?” demekteyim.
O, daima önümde yerlere kapanarak “Ey Kerem sahibi, beni tanrı hakkı için ikiye böl, ki bu kötü akıbete uğramayayım. Bu yüzden canım yanmasın” der; Ben de daima “Yürü, git. Kader kalemi, bunu yazdı, yazının mürekkebi de kurudu. Olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar, baş aşağı olur.
Gönlümde, sana hiçbir düşmanlık yok. Çünkü bunu, ben senden bilmiyorum ki. Sen Allah aletisin; yapan, Allah'ın eli. Hakkın aletini nasıl kınayayım, Hakkın aletine nasıl itiraz edeyim?” derim
O, “Öyle ise kısas niçin?” dedi. Ali cevap verdi: “ O da Hak'tan, o da gizli bir sır. Eğer Allah, kendi yaptığı işe itiraz ederse bu itiraz yüzünden bağlar, bahçeler yeşertir. Kendi yaptığı işe itiraz, ancak onun karıdır. Çünkü kahırda da tektir, lutufta da.
Bu hadiseler şehrinde bey odur, memleketlerde tedbir onundur, Aletini kırarsa kırılanı tekrar iyileştirebilir.” Ulu kişi, “ hiçbir ayeti değiştirmedik ki ardından daha hayırlısını getirmeyelim” remzini bil.
Allah hangi şeriatın hükmünü kaldırdıysa otu yoldu, yerine gül bitirdi demektir. Gece, gündüz meşguliyetini giderir, bitirir. Akıl ermeyen şu uykuya bak! Sonra tekrar gündüzün nuruyla gece ortadan kalkar, bu suretle de o yalımlı ateş yüzünden donukluk, uyku yanar, gider.
O uyku, o duygusuzluk zulmettir ama abıhayat, zulmette değil mi? Akıllar, o zulmetle tazelenmiyor mu? Hanendenin bestedeki duraklaması sese kuvvet vermiyor mu?
Zıtlar, zıtlardan zuhur etmekte... Allah, kalpte ki süveydada daimi bir nur yarattı.
Peygamberin savaşı sulha sebep oldu. Bu ahir zamandaki sulh o savaş yüzündendir. O gönüller alan sevgili ( Peygamber), alemdekilerin başları aman bulsun diye yüz binlerce baş kesti. Bahçıvan, fidan yücelsin, meyve versin diye muzır dalları budar.
Sanatını bilen bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin diye bahçedeki otları yolar. Sevgilinin ağrıdan, hastalıktan kurtulması için hekim, çürük dişi çekip çıkarır. Noksanlarda nice fazlalıklar var. Şehitlere hayat yokluktadır. Rızk yiyen boğaz kesildi mi “Onlar Rablerinden rızıklanır, ferahlarlar” nimeti hazmedilir. Hayvanın boğazı kesilince insanın boğazı gelişir. O hayvan, insan vücuduna girer, insan olur, fazileti artar.
İnsanın boğazı kesilirse ne olur, fazileti ne dereceye varır? Artık agah ol da onu bununla mukayese et. Öyle bir üçüncü boğaz doğar ki o, Allah şerbetiyle, Allah nurlarıyla beslenir, gelişir. Kesilen boğaz, bu şerbeti içer ama “La” dan kurtulmuş “Bela” da ölmüş boğaz!
Ey kısa parmaklı, himmeti kesik kişi! Ne vakte dek canının hayatı ekmek olacak? Beyaz ekmek için yüzsuyu döktüğünden dolayı söğüt ağacı gibi meyven yok! Duygu canı, bu ekmeğe sabredemiyorsa kimyayı elde et de bakırı altın yap!
Elbiseyi yıkamak istiyorsan bez yıkayanların mahallesinden yüz çevirme! Ekmek orucunu bozduysa kırıkçıya yapış, yücel! Onun eli, mademki kırıkları sarar, iyileştirir... Şu halde onun kırması şüphe yok ki yapmaktır. Fakat sen kırarsan der ki: “Gel yap bakalım.” Elin ayağın yok ki yapamazsın.
Şu halde kırmak, kırığı sarıp iyileştiren adamın hakkıdır. Dikmeyi bilen yırtmayı da bilir. Neyi satarsa yerine daha iyisini alır. Evi yıkar, hak ile yeksan eder; fakat bir anda da daha mamur bir hale getirir.
Bir bedenden baş kesti mi yerine derhal yüz binlerce baş izhar eder. Canilere kısas emretmese, yahut “Kısasta hayat var” demeseydi, Kimin haddi vardı ki kendiliğinden, Allah hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!
Çünkü Allah, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!
Adem Peygamber, ansızın esasen şaki olan İblise hor baktı. Kendisini beğenip, kendisini ulu görüp melun şeytanın yaptığı işe güldü. Allah gayreti bağırdı: Ey tertemiz adam! Sen gizli sırları bilmiyorsun. Eğer Allah kürkü ters giyerse dağı bile ta kökünden temelinden söker.
O zaman, yüzlerce Adem'in perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır! Adem “Bu hor görüşten tövbe ettim. Bir daha böyle küstahça düşünceye düşmem” dedi.
Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkan yok. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet; kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Allah'a razı olan kardeşlerden ayırma!
Senin ayrılığından daha acı bir şey yok... Sana sığınmazsak sen esirgemezsen işimiz, gücümüz ancak kargaşalıktır. Zaten malımız mülkümüz; malımızın, mülkümüzün yolunu kesmekte... Zaten cismimizi soyup çırçıplak bırakmakta!
Elimiz, ayağımıza kastettikten sonra artık kim, senin lutfun olmadıkça canını kurtarabilir ki? Bu pek büyük tehlikelerden canını kurtarsa bile kurtardığı şey ancak idbar ve tehlike sermayesi kesilir.
Çünkü can, canana ulaşmadıkça ebediyen kördür... ebediyen yaslıdır. Esasen senin inayetin olmazsa can, adeta bir tutsaktır; seninle diri olmayan canı ölü farz et. Sen kullara darılır,kulları kınarsan, Ey Allah hakkındır, yaparsın.
Aya, güneşe kusurlu, nursuz... Servinin boyuna iki büklüm; Feleğe, arşa hor ve aşağı... madene, denize yoksul dersen, Kemaline nispetle yaraşır. Çünkü yokluklara kemal verip onlara eriştirme kudreti ancak senindir. Çünkü sende yokluk ve ihtiyaç yoktur; yokları icat eden, onları ihtiyaçtan kurtaran sensin.
Yetiştiren, yakmayı da bilir; çünkü yırtık söken, dikmeyi de bilir. Her güz; bağı bahçeyi yakıp yandırmakta. Sonra yeniden bahçeleri renklere boyayan kırmızı güllere boyayan kırmızı gülleri yetiştirmektedir.
“ Ey yanıp yakılan, zuhur et, yenilen; tekrar güzelleş, güzel sesli bir hale gel” diye hepsini yeniden yaratır. Nergisin gözü körleşir, o, tekrar açar... Kamışın boğazını keser, sonra yine kendisi tekrar okşar, ondan nağmeler çıkarır. Biz mademki masnu'uz, sani değiliz... Şu halde ancak zebunuz, ancak kanaatkarız.
Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Sen buna lutufta bulunmazsan şeytanız. Sen bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı Şeytandan kurtulduk.
Kim hayattaysa değnekçisi, yol gösteren sensin. Değneğin, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki, ne yapabilir ki? Senden gayrı hoş olsun, hoş olmasın... Her şey, insanı yakar, ateşin aynıdır.
Kim ateşe dayanır, ateşe arka verirse hem Mecusidir, hem zerdüşt! Allah'dan başka her şey batıldır, asılsızdır. Tanrının ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur.
Tekrar Ali ve katilinin hikayesine dön; katiline fazlasıyla gösterdiği kerem ve mürüvveti anlat. Ali dedi ki: “Ben düşmanımı gözümle görmekte, gece gündüz ona bakıp durmaktayım. Böyle olduğu halde hiç kızmıyorum. Çünkü ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle adeta bir.
Ölümsüzlük ölümü bize helal olmuştur; azıksızlık azığı, bize rızk ve nimettir. Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir; ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden, doğması bir göçmedir; fakatta cihanda ona yeni baştan bir hayat var.
Ecele doğru meylimiz, ecele aşkımız olduğundan “Nefislerinizi elinizle tehlikeye atmayın” nehyi asıl bizedir. Çünkü nehiy, tatlı şeyden olur, acı için nehye zaten hacet yok ki.
Bir şeyin içi de acı olur dışı da acı olursa onun acılığı kötülüğü esasen nehiydir. Bana da ölüm tatlıdır. “Onlar ölmemişlerdir, Rablerinin huzurunda diridirler” ayeti benim içindir. Ey inandığım, itimat ettiğim kişiler! Beni kınayın ve öldürün. Şüphe yok, benim ebedi hayatım öldürülmemdedir.
Ey yiğit! Hayatım, mutlaka ölümdedir. Ne zamana kadar yurdumdan ayrı kalacağım? Bu alemde durmaklığım, ayrılık olmasaydı (öldüğümüz zaman) “Biz, şüphe yok, Allah'a dönenleriz” denmezdi. Dönen kişi; ayrıldığı şehre tekrar gelen kişidir; zamanın ayırışından kurtulup birliğe erişendir.
Seyis tekrar gelerek “Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti, o fena zamanı görmeyeyim. Sana helal ediyorum, kanımı dök ki gözüm o kıyameti görmesin” dedi. Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı, bir katil olsa da elinde hançer olarak senin kastına yürüse. Yine senin bir tek kılını kesemez. Çünkü kader kalemi böyle yazmıştır; sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma, senin şefaatçin benim. Ben ruhun eri ve sultanıyım, ten kulu değil! Yanımda bu tenin kıymeti yok; ten kaydına düşmeyen bir er oğlu erim. Hançer ve kılıç, benim çiçeğim; ölüm meclisim... bağım, bahçemdir.”
Tenini bu derece öldürüp ayaklar altına alan kişi, nasıl olur da beylik ve halifelik hırsına düşer? O, ancak emirlere yol göstermek, emirliği belletmek için zahiren makam işleriyle ve hükümle uğraşır; Emirlik makamına yeni bir can vermek, hilafet fidanını meyvelendirmek için bu işle meşgul olur.
Peygamber, Mekke'yi fethe uğraştı diye nasıl olurda dünya sevgisiyle ittiham edilir? O öyle bir kişiydi ki imtihan günü ( yani Miraç'ta) yedi göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı.
Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur. Hepsi kendilerini, onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerede ki.
O, Allah ululuğuyla, Allah celaliyle öyle dolmuştur ki bu dereceye, bu makama Allah ehli bile yol bulamaz. “Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hatta ne de ruh” dedi. Artık düşünün anlayın!
“Göz Allah'dan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazharız, karga değiliz; alemi renk ,renk boyayan Allah sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu! Göklerin, hazinelerin akılları bile Peygamberin gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse. Artık Mekke, Şam ve ırak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin!
Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer. Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün. O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör!
Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar. Sen, tozu Allah eri sanırsın. İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer'idir. Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi. Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis'in mirasıdır
Be inatçı, İblis'in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer? Ben köpek değilim, Tanrı aslanıyım. Allah aslanı suretten kurtulandır. Dünya aslanı av ve rızk arar, Allah aslanı hürlük ve ölüm! Çünkü ölümde yüzlerce hayat görür de varlığını pervane gibi yakıp yandırır.
Ölü isteği, doğru kişilerin boyunlarına bir halkadır. Çünkü bu istek, yahudilere imtihan oldu. Allah Kuran'da “Yahudiler, doğrulara ölüm; futuhat, sermaye ve ticarettir. Sermaye ve ticaret isteği var ya; ölümü istemek ondan daha iyidir.
Ey yahudiler; halk içinde namusunuzu korumak istiyorsanız bu dileği, bu ölüm temennisini dile getirin” dedi. Muhammed, bu bayrağı kaldırınca bir tek yahudi bile bu istekte bulunmaya cüret edemedi.
Peygamber “Eğer bunu dillerine getirirlerse dünyada tek bir yahudi bile kalmaz” dedi. Bunun üzerine yahudiler ; “Ey din ışığı, bizi rüsvay etme! Diyerek mal ve haraç verdiler. Bu sözün sonu görünmez. Mademki gözün sevgiliyi gördü, ver elini bana!
Emirül Müminin, o gence dedi ki: “Ey yiğit! Savaşırken. Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, hiddet ettim, huyum harap berbat bir hale geldi. Öyle bir hale geldim ki o anda savaşımın yarısı Allah içindi, yarısı nefsim için. Allah işinde ortaklık yaraşmaz.
Sen Allah nakışısın: Seni, o, kudret eliyle yarattı, bezedi. Onunsun, benim değil.
Allah'ın nakışını yine Allah eliyle kır; sevgilinin camına sevgilinin taşını at!” Kafir bu sözü işitti, gönlünde öyle bir nur zuhur etti ki zünnarını kesti. “Ben, cefa tohumunu ekmiştim, seni başka türlü sanıyordum.
Halbuki sen Allah huylu bir teraziymişsin, hatta her terazinin oku senmişsin! Meğer sen benim soyum sopummuşsun; meğer çırağımın, dinimin aydınlığı senmişsin! Ben o görür göz arayan çırağın kulu, kölesiyim ki senin çırağın da ondan nurlanmış, aydınlanmıştır...
Ben, o nur denizinin kulu, kurbanıyım ki böyle bir inci izhar eder. Bana kelimei şahadeti söyle, bende söyleyeyim ki seni zamanın en yücesi gördüm” dedi. Onlar beraber akrabasından, kavminden elli kişiye yakın kimse de aşıkçasına dine yüz tuttular, müslüman oldular. Ali, ilim kılıcıyla bu kadar boğazı, bu kadar halkı kılıçtan kurtardı.
İlim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür. Yazıklar olsun ki iki lokmacık yendi de bu yüzden fikir çoşkunluğu dondu, yatıştı.
Bir buğday tanesi, Adem Peygamberin güneşinin tutulmasına... arzın, güneş ile ay arasına girmesi , dolunayın kararmasına sebep oldu. İşte sana gönlün letafeti! Bir avuç balçıktan (bir iki lokma ekmekten) ayırmadağın bir hale gelmekte!
Ekmek manevi olursa yenmesinde fayda var. Fakat bildiğimiz ekmeğin faydası yok, kalbi daraltıyor. Manevi ekmek, yeşil diken gibi... deve yiyince yüz türlü fayda, yüzlerce lezzet bulmakta.
Fakat yeşilliği gitti de kurudu mu, onu çölde deve yiyince; Damağını avurdunu yırtar, paralar. Yazıklar olsun; öyle yetişmiş gül kılıç kesildi. Ekmek de manevi oldukça o yeşil dikendi. Fakat şimdi zahiri ekmek olduğundan kupkuru bir hale geldi, sertleşti.
Ey nazlı nazenin varlık (ey hüsameddin), bundan önce onu yemeğe alışmıştın. O alışkanlıkla bu kuru ekmeği de alıp yemek istiyorsun ama gayri mana, yerle karıştı; Toprakla karışık, kaskatı, dili damağı yırtar bir hale geldi. Ey deve, şimdi otu yeme, ondan çekin!
Söz, toprakla pek karışık bir hale geliyor, su bulandı... Kuyunun ağzını kapa ki Allah onu yine saf, yine hoş bir hale getirsin. Onu bulandıran, durultur da. Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir.
Mesnevi'den Hikayeler...

Ukbâ 05-29-2011 18:57

Peki MHP liderinin bildiği ne?
Komplo ve entrikaları deşifre etmek için kullanacağınız en sağlam yöntemlerden biri, hayatın doğal akışına aykırı şeyler arasında sebep-sonuç ilişkisi kurmaktır. Seçime giden bir partinin oylarını artıracak ataklara girişmesi doğal akışa uyar. Aynı partinin bir seçmen kesimini kendisine küstürecek çıkışlar yapması anormaldir. MHP Genel Başkanı'nın nisan ayının başında, Gülen Hocaefendi'yi, 'faaliyetlerini askıya almaya' davet eden yazılı açıklaması ile ilan ettiği savaş anormaldi. Bu yazılı açıklamada Hocaefendi, 'devam eden davalara müdahale etmek'le, yani Ergenekon davasında taraf olmakla suçlanıyordu. Daha özel olarak konu, Zirve katliamı soruşturması çerçevesinde gözaltılar ve tutuklamalardı. Bu bildiriyi dikkatle okuyanlar, Genelkurmay sitelerinden veya Ergenekon belgelerinden aşina oldukları bir üslupla karşılaşırlar. Açıklama neden yazılı yapıldı? Böylesine apolitik bir savaşı başlatmak Bahçeli'nin fikri olabilir mi?
Şimdi bağlantıyı kurabiliyoruz. Bahçeli, bu yazılı açıklamayı yaparken şantaj baskısı altındaydı. Bu yazılı açıklamayı öneren ve metni kaleme alan kişi, aynı zamanda kaset işini tezgâhlayan ekibin adresini gösteriyor. Bu kişi bir emekli asker ve üstelik MHP adayı.
Ergenekon MHP'yi önce muhasara etti, sonra esir aldı, şimdi de ameliyat ediyor. Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen 'Proje' başlıklı belgeye, bu ameliyatın şifrelerini çözmek için müracaat edelim. Bu belge, İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Kemalettin Yakar'ın odasının zemininde ele geçirilen belgelerden biri. Belgede, Ergenekon çetesinin siyaseti tanzim planları sıralanıyor. 'Kafes eylem planı' ve 'İrtica ile mücadele eylem planı'nın altı yıldır devam eden sistematik bir çalışmanın ürünü olduğu, belgelerdeki devamlılıktan anlaşılıyor.

Gönülden 06-21-2011 19:59

İşin sonu şekillerin dinleşmesi ile de sonlanabilir ve karşımıza kültürel Müslümanlık çıkıverir…

Doğrusu ilke, kural, metot, hedef sunmayan bir din şekilden öteye gidemez. Sığ, çiğ, dar ve ham kalmaktan da kurtulamaz… Böylesi bir din tasavvuru statükonun payandası, sistemin parçası ve pazarı olma riski altındadır…

Kimi Müslümanlar da nükseden keyfiyetsizlik ve kifayetsizliğin nedeni de bu değil midir ?

Şekilcilik varsa içsellik yoktur…

Şekilcilik donukluk ve durgunluk demektir… Kendinde var olan potansiyeli harekete geçirme zahmetine katlanmadan görüntü ile yetinmektir…

Özden uzaklaştıkça, İslami değerler önemsizleşir… Gelenek, görenek ve atalar kültüründen tevarüs eden kabuller dinin yerine geçmeye başlar. Nazari ve sathi bilgilerin çeperinde kalan insan dinin özüne intikal etmekte ve ruhunu idrak etmekte zorlanır…

O süreçte bakarsınız ki:

Ayetler sloganlaştı…

İbadetler adetleşti…

Akide felsefileşti…

Din ideolojileşti…

İslam Protestanlaştı…

Hayat profanlaştı…

Peygamber magazinleşti…

Ya da olgunun dinleşmesi ile karşı karşıya kalırız…

Kültürleşen, töreleşen ve sıradanlaşan İslam kafa ve kalplerde muhafaza altına alınmıştır veyahut vicdanlara sürülmüştür…

Doğrusu İslam’ı olduğu gibi kabul etmemiz bizden istenirken, sanki istiyoruz ki, bulunduğumuz hal üzere İslam bizi kabul etsin…

Evet, Müslüman gibi davranmak yetmez, Müslüman olmak zorundayız…

İslam’a hayatımızdan bir parça yer açmak yeterli değil, hayatı tümden ve tüm içtenliğimizle İslam’a bağlamak durumundayız…

İçine ihlâs katılmayan h,iç bir eylem, salih amel kapsamına alınmıyor…

Yine ilimsizlik, fıkıhsızlık, takvasızlık insanı şekilci ve şabloncu bir akıbete düçar kılıyor…

Hikmet ve irfan iklimine uzak düşürüyor…

Ramazan Kayan





HaArP 06-29-2011 13:18

Ne zaman?

Kuzey Afrika'dan İran'a kadar bütün bölgede depremler yaşanırken, liderler devrilirken, bütün coğrafya yeniden dizayn edilirken oluyor bunlar. Domino etkisi Türkiye'ye ne zaman vuracak diye sorarken oluyor.Bu dalga, seçimden sonra "Türkiye'yi de Kürt meselesi üzerinden yakalayacak" diyenler haklı çıkabilir...

Terennüm 07-04-2011 14:33

sahip olamadığımız pek çok imkana kavuştuk..konforumuz yerinde.hayatımız güzel.ama eski heyecanımız. o günlerdeki dayanışmayı ben malesef bugün yeteri kadar göremiyorum.O mahrumiyet zamanlarında ki İslami şuuru ben bugünkü nesilde göremiyorum..
şule yüksel şenler.

HaArP 07-04-2011 16:00

AKP İsrail’e göz süzdüğünde, %50 bu işe ne der?



İkili ilişkilerde yeniden aşk havası yaratacak iyileşmeler görünmese de İsrail ile aramızda mahçup bir flört havasının estiğini inkâr eden yok sanırım?
Filistin meselesinde bir değişiklik yok. Veya ‘Kürt meselesi’nde? Ya da ‘alçak koltuk krizi’nde ve ‘Dökme Kurşun Operasyonu’nda?
Yoksa var mı?.. O zaman şu konularda değişiklikler olmuştur belki; Gazze ablukasında, ne bileyim, Davos Krizi’nin o meşhur repliği ‘one minute’de?..
Yok mu?
Mavi Marmara krizinde?. Olmadı iptal edilen askeri tatbikatlarda?. Değilse o zaman muhakkak Hatay’daki saldırıya ilişkin kimi değişikler olmuştur?
Tüm bu şiddetli geçimsizlik kalemlerinde ne olduğuna ilişkin somut bilgi pek az ama İsrail-Türkiye yakınlaşmasındaki göz süzmelerin başlangıç tarihini tam söyleyebiliriz.
12 Haziran!

İlk İsrail Meclisi Knesset’den bol övgülü tebrik geldi Ankara’ya.. Ardından da İsrail Başbakanı Netanyahu’dan. Ve takiben iki ülke arasındaki "gizli görüşmelerin" haberleri…
Oysa açık toplum ve ileri demokrasilerde, örneğin Davos’ta 'tüm dünyanın gözleri önünde' söylenenler gibi, Türk kamuoyunun büyük kesiminin 'halisane duygular' hissettiği İsrail’le görüşmeler de şeffaf olmalı…
Önce İsrail medyası bu yakınlaşmanın haberleri ve faydalarını işlemeye başladı, devamında da Türk basını.
ABD’nin de konuya etkili biçimde müdahil olduğu biliniyor.
Sonra ikinci Gazze seferine hazırlanan İHH’na 'yapma' denildi.. ‘Hayırlı’ bir tesadüf olarak Mavi Marmara’nın 'arıza çıkarması' işte bu zamanlaya denk düştü…
Hatta hatta, Türkiye’ye gelen İsrail Başbakan Yardımcısı ve Stratejik İşler Bakanı Moşe Yaalon’un, Başbakan Erdoğan ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’la bir araya geldiğine kadar götürüldü bu haber ve iddialar.. Elbette Ankara tarafından şiddetle yalanlandı.
Ama bugün gelinen nokta, ilişkileri normalleştirmek yolunda Avrupa’da gizli görüşmeler yapıldığını gösteriyor.. Yani İsrail ve Türkiye artık görüşüyor.
Birden fazla görüşme yaşandığı, uzlaşının şartlarının konuşulduğu, "özür dileriz" ve "üzgünüz" kelimeleri arasında hayli gidilip gelindiği (elbette ‘özür’ olmalı. Birinin ayağına yanlışlıkla bastığınızda söylediğiniz ‘pardon’ anlamına gelecek ‘I am sorry’ değil), hatta İsrail’in 3 kez caydığı dahi haberleştirildi.. Görüşmelerdeki diplomatlarını isimleri bile biliniyor.
Şimdi iki soru var ortada… İsrail’le niye barışıyoruz ve Ankara’da bu iradeyi besleyen çekirdek neresi?..
Türkiye-İsrail arasındaki kaçamak bakışlara çok neden sayılabilir; Suriye ciddi bir gerekçedir. Şam’da yaşananların gösterdiği riskli ihtimaller önce bu iki ülkeyi ilgilendiriyor.
Irak ve İran’daki gelişmeler de bu haneye yazılabilir.. Keza, Mavi Marmara’ya ilişkin BM (Palmer) Raporu da yumuşatılmalı!
Sonuç olarak yeni durumu Ortadoğu’daki gelişmelerde Türkiye’nin yeni konumlanması olarak da okuyabilirsiniz veya 2012 seçimlerine hazırlanan Beyaz Saray’ın İsrail’le arasını bozmama arzusunun okunmasına da…
Çekirdeğe gelince.. Devamında mürüvvet görür müyüz tamamen ayrı konu.. Ancak bilgi, İsrail ile görüşme talimatın bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından verildiği yönünde...
Ağırıma giden ise şu…
İçinde bulunduğumuz Temmuz günlerini zaten bir kenara koyun, 12 Haziran seçimlerini geçin, taa Nisan ayında bir yazı okumuştum…
Şöyle diyordu…
“… Bu gelişmelerin sonunda İsrail ile Türkiye, diyelim 1, hiç bilemediniz 2 yıl içinde kucaklaşır mı? Mümkün mü? Evet hem de öyle mümkün ki, siz bile ‘tabii canım böyle küslük mü olur, reel-politik olmak lazım’ derken bulursunuz kendinizi!”
Anlamakta zorlanan veya şaşkınlığını toparlayamayanlara önerim ise şu: en iyisi; Fenerbahçe’nin gözaltındaki Başkanı ile Ali Taran-Neco’nun kızı konularına vurmaktır kendini...
Bilmem ne dersiniz?

HaArP 07-13-2011 18:12

Bahsedilmesi gereken bir başka şey Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin orijinal üyelerinden Norman Podhoretz’in açıklamalarıdır. 2008 yılında Podhoretz, gelecekle ilgi bir senaryo geliştirdi. Senaryoya göre İsrail, İran’a, Suriye’ye ve Mısır’a karşı bir nükller savaş başlatacak. Savaş, Lübnan ve Ürdün’ü de içerebilir. Podhoretz İsrail’i, genişleme politikası taraftarı bir ülke olarak tanımladı ve hatta İsrail’in, İran Körfezindeki petrol alanlarını da askeri olarak işgal edebileceğini öne sürdü.

2008 yılında garip karşılanan şey, Podhoretz’in, Stratejik ve Uluslar arası Çalışmalar Merkezinin stratejik analizinin etkisiyle ileri sürdüğü tahmin oldu. Bu tahmine göre Tel Aviv, Mübarek’in başkanlığı altında Kahire’yi yöneten Mısır’lı sadık müttefiklerine karşı bir nükleer saldırı başlatabilir. Eski rejimin hala varolmasına rağmen, Mübarek artık Kahire’de iktidar sahibi değil. Mısır askeri hala emirler vermekte, fakat İslamcılar iktidara gelebilir. Bu yüzden Müslümanlar sürekli olarak ABD ve Nato’daki müttefiklerinin çoğu tarafından canavar gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Bilinmeyen Gelecek: Sırada Ne Var?

ABD, AB ve İsrail, Türk-Arap-İran dünyasındaki ayaklanmaları, kendi hedeflerini ilerletmek amacıyla kullanmaya çalışmaktadır. Libya ve Suriye’deki durum bunun kanıtıdır. Suud ailesiyle birlikte, Güney batı Asya ve Kuzey Afrika halklarının arasında fitneyi ve bölünmeyi yaymaya çabalamaktadırlar. Tel aviv ve yönetici arap aileleri tarafından kurulan İsrail-Khaliji stratejik ittifakı bu bağlamda oldukça kritik.

Mısır’daki ayaklanma sona erecek gibi değil ve insanlar radikalleşiyor. Bu durum, Kahire’deki askeri cuntanın tavizler vermesiyle sonuçlanıyor. Gösteriler ayrıca İsrail’i hedef almaya başlıyor ve askeri cunta diplomatik uzlaşma için Tahran’la diyaloga girmesi konusunda baskı görüyor. Tunus’ta da popüler akım radikalleşmeye doğru yöneltiliyor.

Washington ve işbirlikçileri ateşle oynuyor. Bu kaos döneminin, İran ve Suriye’yle çatışmak için mükemmel bir fırsat sunduğunu düşünebilirler. Köklerini Türk-Arap-İran dünyasından alan ayaklanmalar tahmin edilemez sonuçlar doğuracak. Bahreyn ve Yemen halklarının devlet destekli şiddet tehdidi altındaki esnekliği bu durumun kanıtıdır.

HaArP 07-21-2011 03:34

İran’ı “ehlileştirmek” ya da caydırmak için PEJAK kullanılıyor olabilir; ancak kullanan Kuzey Iraklılar olmayabilir. Bu çerçeveden bakınca PKK eylemlerinin de sınır ötesi operasyon çağrısı anlamına geldiği söylenmeli. İran ile Türkiye eş zamanlı Kuzey Irak’ta operasyon yaparlarsa, bunun “terörle mücadele” olduğuna inanmak zor olur. Görünüşte iki devlet teröre karşı ortak gibi algılanır, ancak fiilen karşı karşıya gelirler. İran’ın Irak ile ilişkileri kötü, Türkiye’ninki ise iyi. Üstelik PKK sorunsalı çerçevesinde iyi geçinme siyaseti uygulanıyor ve ABD ile de sorun yaşanması tercih edilmiyor. Eş zamanlı operasyonlarla Türkiye’nin Irak ve ABD ile ilişkileri bozuluverir. Irak’la ilişkisi bozulan Türkiye, Suriye’nin yeniden yapılanmasında rol oynayamaz, üstelik İran saflarına sürüklenebilir. Bunu ABD ve İsrail istemez. İran, İsrail

Bir diğer gelişme ise, eski bir CIA görevlisinin İsrail’in İran’ı vuracağını ifade eden açıklamasının basında yer bulması. Ne ölçüde gerçekçidir bilinmez. Ancak bunun dünyaya duyurulması, ihtimalin düşünülmesi gereğine işaret ediyor. Eski CIA’li devletler arası savaş senaryosuna dikkat çekerek belki de “iç savaş” ya da terörle mücadele savaşlarının bertaraf edilmesinin yolunun topyekun savaşlar olduğunu anlatmaya çalışıyordur.

İran ile İsrail savaşının Filistin, Kıbrıs, Suriye, terörle mücadele konularını bambaşka bir mecraya sürükleyeceği aşikar. Çözüm, barış, diyalog, demokratikleşme konularının terk edileceği, savaşın karanlık ortamında “devlet” otoritelerinin silah gücüyle yetkiyi halklardan kendilerine devredecekleri öngörülebilir. Ancak yine eş zamanlı olarak dünya ve Türkiye basınında yer alan bir diğer gelişmeye de dikkat çekmek gerekir. Haberlere göre İsrail Türkiye ile “barışma” yollarını aramakta ve muhafazakar İsraillileri kızdırmadan bu meseleyi çözüme kavuşturma derdinde.
Berrin Dedeoğlu / Star

Terennüm 07-28-2011 11:28

İsmine ister hoşgörü,ister diyalog,isterse konumuna saygı diyelim bunların hepsi birer vesiledir;asıl gaye ise Allahın rızası ve hoşnutluğudur.Biraz daha açacak olursak bizim bu vesilelerle ulaşmak istediğimiz gaye;bir kaç asırdan beri yanlış anlaşılmış ve yanlış tanıtılmış olan ve hala onu anlatma adına bir kısım yanlışlıkların yapıldığı bir ortamda İslamın doğru anlaşılmasını sağlmaktır.yani bu dinin silm u selamet esaslarına dayandığı ve onun insanlık çapında emniyet ,güven ve barışı tesis edecek dinamiklere sahip bulunduğu gerçeğini gönüllere duyurabilmektir..
Cemre beklentisi s.80-M.Fethullah Gülen.

İntifada 08-12-2011 20:05

"Diyanet takviminde yazılan saatte oruç başlamıyor, sabah namazının da vakti girmiyor" diyenler de yorum yapıyorlar, "giriyor" diyenler de yorum yapıyorlar. Deliller apaçık ve kesin olsaydı ihtilaf olmazdı. Eğer bir konuda ihtimal varsa, istidlal zayıflar. Bir Müslüman, Ramazan ayı boyunca Diyanet takvimini uyguladığında –diğer iddiaya göre- orucu sakatlanmaz; yalnızca oruca biraz erken başlamış olur. Ama Diyanet takvimi doğru ise oruca bundan 45 dakika sonra başlayanın orucu olmaz. Namaz konusunda ise tersi bir durum vardır; birinde vakit girmeden namaz kılınmış olur ki, bu da caiz olmaz. Şu halde tartışma yapılıp bir sonuç alınıncaya kadar oruca başlamada Diyanet takvimine uyulmalı, sabah namazını kılmak için ise "takvimdeki imsak saatine" göre bir süre daha (bence 20 dakika) beklemelidir. Camilerde bu bekleme zaten gerçekleşiyor. Evlerde ise müminler bu değerli vakti zikir, tefekkür, Kur'an ve nafile namazla değerlendirebilirler.

hayreddin karaman

Tarantula_ 08-12-2011 21:13

Suriye’de yaşanan olaylar gün geçtikçe daha da netleşiyor. Aylar önce yazdıklarımız-söylediklerimiz teker teker yaşanıyor.
Suriye’de ölen insanlar için Esad’ın devrilmesini isteyenler, Esad’a ‘git’ demediği için İran’a kızanlar, Nasrallah’ı Suriye’de yaşanan olaylarda başkalarının parmağı olduğunu söylediği için kötüleyenler acaba gerçekten Suriye halkının yanında yer aldıklarını mı sanıyorlar?

Eğer durumu anlamak ve ona göre tavır almak istiyorlarsa "Suriye’de 'Özgür Suriye Ordusu’ adı verilen milis güçlerin silahları aylar öncesinden ülkeye kimler tarafından sokuldu? " sorusunu sorarak başlamalılar.

Daha sonra Hama Katliamı olmadan önce kimlerin Hama’nın kurtarılmış bölge olduğunu ilan etmek için emirler verdiğini ve Suriye ordusunu alenen ‘gel katliam yap’ diye çağırdığını sormalılar.

Suriye’de yaşananlar çok yalın bir tabir ile Suud-Abd’nin adamları ile Esad’ın iktidar savaşıdır.
Ve Abd’nin başa gelmesini istediği adamlar iktidara gelene kadar kan dökülmeye devam edilecektir.

Suriye’de dökülen kandan sadece Esad’ın sorumlu olduğunu sanmak ancak saflık olabilir. Gizli bir ordu kurdurup, onlara silah verip sonra da karakol basıp onlarca polisi öldürtmek açık bir şekilde Esad’a ‘katliam yap’ çağrısıydı. Aynı zamanda Suriye ordusu içinde muhalefet çok güçlü bir konumda çünkü Rıfat Esad zamanında bu orduyla Beşar Esad’a darbe yapmak istemişti. İşte bu gücün katliamlarda parmağının ne kadar olduğu da ayrı bir konu.

Suriye’deki Suud’un, Abd’nin adamları aylardır Esad’ın kan dökmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Sokaklarda eli silahlı çeteler Suriye ordusu ile savaşırken yani ülkede bir ‘iç savaş’ yaşanırken dışarıya Esad’ın adamlarının elinde silah ile tipini beğenmediği Suriyeliyi öldürdüğü görüntüsü veriliyor.

İnternete aktarılan video görüntüleri de kirli bir propagandanın an be an işlendiğini kanıtlıyor.
Önce Hizbullah’ın Esad karşıtı Suriye’lileri Lübnan’da yakalayıp işkence yaptığını iddia ettikleri video sürüldü piyasaya ve sonra anlaşıldı ki o video seneler öncesine ait ve Esad ile alakalı değil.

Sonra Suriye sokaklarında İran askerleri olduğu yalanı atıldı profesyonel yalancılar tarafından. Suriye ordusunda sakal bırakmanın yasak olduğu ve sakallı askerlerin ancak İran askeri olabileceği iddia edildi. Bu gibi iddialar da defalarca İran tarafından yalanlandı. Aynı şekilde Hizbullah da bu komik iddialara cevap vermek ve yalanlamak zorunda kaldı.

Son olarak Suriye'de Esad güçlerinin bir Suriyelinin başını kestiği iddia edilen görüntülerin aslında seneler önce Irak'ta çekildiği ortaya çıktı.


Suriye’de yaşananlar çok açık bir illüzyondan ibaret.

Suriye operasyonunun ilk ayağı halkın kanının dökülmesini sağlayarak Esad’ın meşruiyetini sarsmaktı. Şimdi ikinci ayağa geçiliyor ve uluslarası müdahale gündemde.

İran’ın ve Hizbullah’ın konumunu anlamakta zorlananlar için durum bundan ibarettir. İran normal olarak Abd’nin kontrolünde olmayan bir yönetimi desteklediğini söylüyor çünkü aksi şekilde bunca kanın dökülmesine sebep olan Amerika’nın ve onun sadık rejimi Suud’un adamları Suriye’nin başına geçecek.

Suriye konusunda 3. şık olması ihtimali maalesef yok. Dışarıdan desteklenmeyen hiçbir gücün yani Suriyelilere has güçlerin iktidara gelmesi, yönetimde yer alması mümkün değil.

Ve Suriye konusunda mazlumların yanında olmak demek maalesef ‘Özgür Suriye Ordusu’ isimli katliam şebekesinin yanında yer almak değil, ‘Hama Kasabı’ lakabı ile bilinen ve Suud Kralının bacanağı olan Suriye muhalefetinin en önemli ismi Rıfat Esad’ın yanında olmak değil, dışarıdan yönetilen Haddam’ı desteklemek değil. Bunlar iktidarı ele geçirmek için halkın kanının dökülmesinin gerektiğine inanan isimler çünkü ne kadar kan dökülürse iktidarlarına o kadar yaklaşacaklar. Suriye'de her ne şekilde olursa olsun kan dökülmesi pragmatist bir bakış açısıyla bakılsa dahi en çok İran'a, Hamas'a, Hizbullah'a zarar vermektedir. Ancak ne kadar kan akarsa Suud,Abd,Hariri destekli muhalefet liderlerinin işi o kadar kolaylaşacaktır.

Peki Suriyeli mazlum halkın yanında yer almak için Esad’ı mı destekleyelim? Diye soracaksınız.


Ben bu konunun çözümünün;

ne Suriye muhalefetinde yer alan batının adamları ile,
ne Suriye’ye müdahale edip daha çok sivilin ve iç savaşın çıkmasını sağlayacak (aslında tek hedefleri bu) NATO ile olacağını düşünmüyorum.

Esad ile İran ve Türkiye’nin baş başa verip ona yol göstermesi ve kanın durması için ellerinden geleni yapması gerekiyordu. Ancak geldiğimiz noktada Türkiye Esad’ı tehdit etmeye başladı ve Suriye’ye müdahale olursa her şey eskisinden daha kötü olacak.

İşin ilginç tarafı bütün bu oyunlar oynanırken ve Emperyalistler için ibre artık İran’ı gösterirken, Müslümanların da basit illüzyonlarla batının yanında yer alması sağlanıyor.

Dökülen kan Müslümanın kanı, dökülecek kan Müslümanın kanı, bu kana ortak olacaklar ise yine Müslümanlar!


Cihad Kayaduman

rizzelli 08-17-2011 06:36

Oruçla şükretmeyi, fark etmeyi öğreniyorum
 
Oruçla şükretmeyi, fark etmeyi öğreniyorum

Oruç şükürdür, saati iftardır.Oruç sabırdır, saati iftara kadardır.Oruç, camideki coşkudur, saati teravihtir.Oruç fedakârlıktır, saati sahurdur.Oruç edilen duanın makbul olmasıdır, saati iftar ânıdır.Oruç zikirdir, saati iftarda yemeğe başlama ânıdır.Oruç sağlık ve sıhhattir, saati bir aydır.Oruç bedenin sadakasını verme zamanıdır, saati fitredir.Oruç paylaşmadır, saati iftar sofrasıdır.Oruç incelme ve tefekkür zamanıdır, saati ikindi sonrasıdır.Oruç, Kur'an'la kucaklaşmadır, saati hatim ve mukabeledir.Oruç, çocuklar için ibadeti babalarına, dedelerine satma ânıdır, saati iftardan sonradır.Oruç, sevaba bir sevap daha katma zamanıdır, saati diş kirası vermedir.Oruç, gür sesle hep birlikte salavat zamanıdır, saati teravih namazıdır.Oruç eşi dostu, anayı babayı ziyaret etme fırsatıdır, saati bayramdır.Orucun zenginliğini ve güzelliğini saymakla bitirmek ne mümkün. "Oruç benim içindir ve onun mükafatını bizzat ben vereceğim." buyuran Rabb'imiz, bu emri ile orucun güzelliğini ve özelliğini en güzel şekilde anlatmıyor mu?Oruç tutuyorum, mutlu oluyorum.Oruç tutuyorum, sıhhat buluyorum.Oruç tutuyorum, şükretmeyi, fikretmeyi, zikretmeyi, fark etmeyi ve paylaşmayı öğreniyorum.
Oruçla tanıştırdığın ve orucun güzelliğini doya doya yaşamayı bana nasip ettiğin için Sana teşekkür ederim Allah'ım!

Mustafa Oğuz - 17.08.2011

ZAMAN

Ukbâ 09-07-2011 14:33

Ancak solculuk sadece bir tutum değil, aynı zamanda bir varoluş hali. Başka bir ifadeyle kişiye kimlik sağlayan bir nitelik... İnsanlar önce düşünüp, sonra bu düşüncenin ne kadar sol olduğunu sorgulamıyorlar. Aksine solun nasıl düşünmesi gerektiğinden hareketle pozisyon alıyorlar. Bu ise ideolojik çerçevesi olan bir cemaatleşmeyi ima ediyor. Çünkü solun açık bir ikilemi var: Ülkenin asıl muhalifleri onlar değil... Üstelik laiklik sayesinde iktidarın bizzat parçası ve tarafı durumundalar. Ama kendi farklılıklarını da bir şekilde anlamlı kılmak ve aktörleşmek istiyorlar. Kısacası solculuk, aktivizme dayanan bir grup siyaseti olarak somutlaşıyor.
Söz konusu aktörleşme bir siyasi dile, gündelik anlamda aktivizmi taşıyacak bir ideolojik zemine muhtaç. Bunu bugünlerde otoriter laiklikten uzaklaşarak yapmak işlevsel değil, çünkü iktidarda AKP var ve sol bu iktidara karşı olmak 'zorunda'. İdeolojik zeminin devletçilikten uzaklaşarak üretilmesi de mümkün değil, çünkü bu ancak sınıfsal bir mücadele içinde anlamlı olabilirdi ve öyle bir ortam yok... Geriye milliyetçilik kalıyor ve üstelik o sorunun sahibi olan Kürtler muhalefet bile olmakta zorlanıyorlar. Dolayısıyla Kürt meselesi solculuk açısından münbit bir toprağı ifade ediyor. Mağdura sahip çıkan, onun adına konuşan, bu sayede devlete ve hükümete mesafe alan, böylece siyasi kimlikleşme yaşayan bir solculuk, halen son derece popüler.
Ne var ki kendisini anlamlı kılacak siyaset arama eğilimi, 'özgürlükçü solun' en güçlü olduğu addedilen ilkesel yönünü giderek tahrip etmekte. Çünkü söz konusu ilkelerin en önemlisi şiddete karşı olma. Nitekim Kürt meselesinde devlet eleştirisinin dayanağı da bu. Ayrıca bu soldan kime sorsak, bize barış yanlısı ve şiddet karşıtı olduğunu, şiddetin siyaset ve barış yolunu tıkadığını söyleyecektir. Ne var ki Kürt meselesinin somutuna geldiğimizde tablo muğlaklaşıyor. Çünkü Kürt siyasetinin şiddet tercihi karşısında konum almak, sola siyaset alanı bırakmıyor, bizzat solcunun kendisini anlamsızlaştırıyor.
Eğer solculuk demokratlığın içinden üretilebilseydi, böyle bir açmaza girilmez, alınan konum siyasi kimliği yaralamazdı. Ama solun geçmişinde laiklik ve pozitivizm var... Oradan çıkacak bir cemaatçiliğin demokrat olması ise neredeyse imkânsız.

Ukbâ 09-07-2011 15:37

Tetikçi de olsa, taşeron da olsa yine de insan birazcık vicdan taşımaz mı? Yoksa hakikaten insanlıktan kovulmuş, bütün değer yargılarını çöplüğe atmış bir güruh haline mi geldiniz? O zaman birileri size gayri insani muameleler yaptığında, kimseye söyleyeceğiniz bir söz, kimseye edeceğiniz bir şikayet hakkınız kalmaz. Sizi her zeminde desteklemesine rağmen kalbinde vicdan kırıntısı taşıyan hiç kimse yanınızda değil artık. Görebiliyor musunuz? Yoksa görüyorsunuz da umurunuzda olmuyor mu? Siz ne de olsa bir yerden iş almış terör şirketi değil misiniz?
Silah sıkanlara söylenecek çok da bir şey yok. Çünkü onlar insan olma ayrıcalığını çoktan yitirdiler. Onlar idealden, yüce hedeflerden şeytanın cennetten kovulması gibi kovuldular. Vampirler onları kendi saflarına katalı çok oldu. Sözlerim hâlâ insanlıktan kovulmayanlara... Vampirlere muhabbet duymasına rağmen hâlâ insanlıktan kovulmamışlara... 'Barış istiyoruz' deyip gencecik fidanları toprağa düşürenlere... Kadın öğretmenleri bile bile katledenlere ses etmeyen ve silahın belirlediği rotada yürüyüp siyaset yaptığını söyleyenlere... Askeri vesayetin gönüllü destekçilerine..! Bilesiniz ki, bu kan ilk önce sizi boğacak. Sizin de insan olma ayrıcalığınızı elinizden alacak.

Ukbâ 09-17-2011 14:40

Devlet bir taraftan rutin dışı uygulamalarla, Kürt vatandaşlarını katlettiği iddia edilenleri yargılarken, bir taraftan da tedhişi her yere yaymaya çalışan bir terör örgütünün kökünü kazımaya hazırlanıyor. Bu nedenle Başbakan'ın "Habur anlayışı bitti'' açıklaması çok önemli. Bu konuda psikolojik üstünlük de hükümetten yana. Çünkü pek çok çevrede 'hükümet elinden geleni yaptı, PKK fazlasıyla küstah ve şımarık davranıyor' düşüncesi hakim.
Geçmişte askeriye içinde bulunan bir yapının şehitler üzerinden siyaseti belirleme isteği, PKK ile mücadelede büyük başarısızlıkların yaşanmasına neden olmuştu. Medyaya da yansıyan birçok şaibeli baskınla ilgili tartışmalarda Genelkurmay'ın olayların üstünü örten tavrı gözden kaçmıyordu. PKK baskını yapıyor, elini kolunu sallaya sallaya kaçıyordu. Ancak Genelkurmay'daki yeni konsept, eskisine hiç benzemiyor. Artık baskın yapıp kaçamıyorlar. PKK, gerçekleştirdiği terör eylemlerinde ciddi kayıplar vermeye başladı. Bir de yasal düzenlemeler yapılıp özel timlerin devreye konulması, PKK'nın işini bir hayli zorlaştıracak. Yeni dönemde kendisine yardım ve yataklık edenlerin güvenlik güçleri içinde barınması da çok zor görünüyor. BDP ve PKK, bütün bunları hesaplıyor mu acaba?

Ukbâ 10-22-2011 11:51

Ne olmak ihtimâli var? İki şey; üstelik aynı anda, eşzamanlı!
"Silahla karşılık vererek bir terör örgütünün ortadan kaldırılabildiğine dünya tarihi şahit olmamıştır; silahlı mücadele anlamsız" safsatasını yayıp duran pısırık, gizli PKK hayranı entellere inat Türkiye Cumhuriyeti devleti, PKK'yla korakor, dişediş mücadele etmek ve kendine yönelik silahlı tehdidi caydırmak zorundadır; şimdiye kadar öğrenemediyse bundan sonra öğrenecek, başka çare yok; buna illâ ki mecbur. Bu safhada barış, müzakere anlamsız. Karşınızda ancak güçten ve şiddetten anlayan bir tabiat varsa, onu müzakere ile ikna edemezsiniz. Zor kullanarak silahını elinden alıp caydırdıktan sonradır o siyasi aflar, müzakereler, bayırın teröristine üç tuğlu vezir muamelesi reva görmeler... Şiddet kullanan, tıpkı devletin teorisinde yazdığı gibi kamu gücünün şiddeti ile etkisiz hale getirilmelidir; Silahlı mücadeleyi kaybeden, egemen olmak raconunu da kaybeder. Kim kazanırsa o devlet olur.
Devlet kendi faili meçhul kirli çamaşırlı mensuplarını yakalayıp teker teker adaletin huzuruna çıkarması gerektiği gibi, PKK'nın bütün eylem sanıklarını teker teker yakalayıp hâkime teslim etmezse, açık konuşalım meşruiyetini zedelemiş, erkini başkasına devretmiş, "enenmiş" olur. "Hem şiddet kullanayım, hem de beni barış için muhatap say" diyen PKK'yı adam yerine koyan devlet, değil kamu idaresini, bir çay bahçesini bile yönetemez.
PKK'lılar ve yandaşları, devlete en az maliyetle zorla ortak olmak istiyorlar; dillerinin altında çoktandır gezdirdikleri iri bakla budur. "Biz de kurucu unsuruz" gevelemeleri bu hedefe mâtuf. Yağma yok! PKK'nın şiddete dayalı tehdidini caydıramayan devlet, yıkılsın gitsin derim ben!
"Aman" noktasına gelince iş başka. Kürtlerin bilumum haklı ve tabii taleplerini hemen şimdi, yeni anayasaya tehir etmeden, savsaklamadan yerine getirmeyen kamu idaresine de devlet demem.

Gönülden 01-13-2012 22:56

Biz, Türkiye'nin insanları, bırakın bu trafiği sorgulamayı, İncirlik Üssü'nün esir ticareti için nasıl kullanıldığını bile sorgulayamadık. O işkence merkezlerinden, sorgu merkezlerinden Türkiye'de de var mıydı, üzerine gitmedik. Çoğu Avrupa Birliği üyesi otuz altı ülkenin esir ticareti için yaptığı anlaşmada Türkiye var mıydı, bilemedik.

Ülkelerin çıkarları, jeopolitik hesaplar, günübirlik siyasi şovlar, kitlelerin dostluk ve düşmanlıklara göre formatlanması, demokrasi çığlıkları, içi boş siyasi söylemler, bize dayatılan tehdit algılamaları... Bunların çoğu yalan.

Yalanlar üzerinden iktidarlar şekilleniyor, ülkeler kurulup yıkılıyor, haritalar değiştiriliyor. Bizler, bu yalanlarla avunuyoruz sadece.

İnsan ırkının onuruna, değerlerine, özgürlüğüne saygı duymayı bilemediğimiz, onlara sahip çıkamadığımız müddetçe bu iğrenç insanların şekillendirdiği bir dünyaya mahkum olacağız.

Yerde yatan o Afgan'ın, ülkesini savunmak için verdiği mücadele ile, binlerce kilometre öteden gelip cesetlere işeyen rezil askerlerin onuru arasında bir tercih yapalım.

Biz hangisiyiz gerçekten?

İbrahim Karagül





All times are GMT +3. The time now is 19:44.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025