Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Tasavvuf (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=329)
-   -   ~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası// (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=46667)

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:53

Riya ve Afetlere Kapılmak Korkusuyla İbâdetleri Terketmek

Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadır. Oysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktır. Âfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılır. Zevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,

Birinci Kısım

Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdir. Bu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:

Birincisi: Amelden önce olan riyadır. Bu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik eder. Oysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadır. Bu tür bir ameli terketmek gerekir. Çünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektir. Eğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için ´Sen ALLAH´tan utanmıyor musun? ALLAH için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!´ demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.

İkincisi: ALLAH için ibâdet yapmasıdır. Fakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.

Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterir. Bu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekir. Amel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir. Çünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder. Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: ´Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakârsın. Zahmetin boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?´

Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk eder. Riyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve ´Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla´ der. O ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: ´Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum´. Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.

Halkın ´Bu adam riyakârdır´ demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendir. Bu tip vesveseler şeytanın hilelerindendir. Çünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektir. Oysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramaz. Onların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların ´O riyakârdır´ veya ´İhlâslıdır´ demeleri arasında hiçbir fark olmazdı. Acaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile ´kusurludur, gâfildir´ denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidir. İşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadır. Kendisine der ki: "İşte şimdi halk sana ´ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir´ derler". Böylece seni halktan kaçmaya mecbur eder. Eğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirir. Öyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür. ´Riya ahirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur´ hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsın. Bununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmez. Bunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!
Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! ALLAH´tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin ALLAH´ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman ALLAH´tan utan; zira O, kalbine muttalidir. Eğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdi. Eğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!

Eğer şeytan sana ´Sen riyakârsın´ dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve ALLAH´tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim ALLAH için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.

Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivayet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî´nin huzuruna, Kur´an okuduğu bir anda, biri girdi. İbrahim Kur´an´ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: ´Bu adamcağız, bizim her saat Kur´an okuduğumuzu sanmasın!´ İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi´. Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdi. Nitekim bu hususta birçok rivayetler vârid olmuştur.

Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivayetler, bu rivayetlerle muâraza etmektedir. Hasan Basrî´nin bu konuşmayı va´z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.

Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdir. Buradaki konuşma en faziletli olan hakkındadır. En faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektir. Ameller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirler. Bu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.

İbrahim en-Nehâî´nin Kur´an´ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkün. İbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilir. Bu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedir. Nitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur´an okumayı terk edip bilâhare Kur´an okumaya dönmeyi düşünmüştür.

Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendir. Yoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştir. Bu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindir. Sadece riya korkusu için değildir.
İbrahim et-Teymî´nin ´Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!´ sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirir. Böylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılır. Çünkü ucub ve benimseme mahzurludur. Bu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.

Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştir. Buna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktür. O halde ikinci kısma dahil olur.
Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan Basrî´nin ´Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!´ sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektir. Hasan Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.

İkinci Kısım

İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdır. Bunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va´z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.
Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır.73

Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!
Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil imam onlardan biridir...74

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ´Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil imam, onlardan biridir.75

Kıyamet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.

Bu hadîsi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiştir. Bu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendir. Oysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalar. Bunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalar. Bu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdür. Bu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfeder. Böylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışır. Bâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret eder. İşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olur. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.

Bu büyük tehlike için Hz. Ömer (r.a) şöyle derdi: ´Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?´ Nasıl böyle olmasın! Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyamet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.

Bu hadîsi Ma´kal b. Yesar76 rivayet etmiştir. Hz. Ömer, Ma´kal b. Yesar´ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin etti. Ma´kal, Hz. Ömer´e hitaben ´Ey Mü´minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!´ dedi. Hz. Ömer cevap olarak ´Otur ve benden sakla!´ buyurdu.

Hasan Basrî rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bir kişiyi vali tayin etti. O kişi Hz. Peygamber´e ´Bana en hayırlısını seç´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak ´Otur!´ dedi.77

Abdurrahman b. Semure´nin rivayet ettiği hadîs de böyledir; zira Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:

Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursun. Eğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78

Ebubekir Sıddîk (r.a) Râfi b. Ömer´e dedi ki: ´İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!´ Sonra Hz. Ebubekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: ´Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed´in işini üzerine aldın!´ Hz. Ebubekir Sıddîk ´Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu va-zifede adalet etmezse ALLAH´ın lâneti onun üzerinedir´ dedi.

Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirler. Oysa böyle birşey yoktur. Burada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildir. Zayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlar. Buradaki ´kuvvetli´den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedir. ALLAH için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. Böyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardır. Dünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardır. Şeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmez. Bunları haktan başka hiçbir şey teskin etmez. Canları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdir. Kim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.

Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?

Bazıları demiştir ki: ´Kaçınması farz değildir. Çünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidir. Hâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir´.

Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekir. Çünkü nefis kandırıcıdır. Hakkı iddia eder, hayrı va´d eder. Eğer kesinlikle hayrı va´d ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulur. O halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydır. Azil elem vericidir. Nitekim ´azil, erkeğin talâkıdır´ darb-ı meseli meşhurdur.

Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermez. Nefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürür. Ölüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmez. Ancak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka... Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardır. Ne zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistir. Onun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız.79

Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebubekir Sıddîk´in Râfî´i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.

Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptir. Emirlik doğal olarak sevilir. Hakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktür. Haktan inhiraf edince de cezası büyüktür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir.80

Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir.01
Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidir. Zayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundur. Gözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidir. Kuvvetliler bu vazifeyi almalıdır. Onlar, ALLAH yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Ne zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilir. Fakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekir. Azledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamaz. Eğer azledilirse mesuliyet kendisinden gider. Bu bakımdan eğer ALLAH için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekir. Eğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektir. Bu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.

Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivayet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktür. Selefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdi. Selef uleması şöyle derdi: ´Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdır. Kim ´haddesenâ´ derse, muhakkak o kimse ´bana geniş yer açınız´ demek istiyor!

Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki:82 ´Hadîs rivayet etmeye olan hırsım beni hadîsten menetti. Eğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum´.
Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamaz. Bu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meyleder. Halk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçar. Tamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfeder. Herhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinir. Oysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydi. İster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.

Sonra vaiz der ki: ´ALLAH Teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar´.

İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardır. Bu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidir. Öyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidir. Ta ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar... Böyle olduğu takdirde va´z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.

Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkar. Cehalet bütün halkı kasıp kavurur!´ dersen, cevap olarak deriz ki: ´Hz. Peygamber (s.a) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur´.

Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsiniz. Oysa emirlik, kıyamet gününde hasret ve nedâmettir. Ancak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç...

Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83
Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olur. Halk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye döner. Maişetler muattal olur. O halde bütün bunlarla beraber neden Hz. Peygamber emirliği nehyetmiştir?

Hz. Ömer (r.a) Ubey b. Ka´b´ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey´i dövdü ve döverken de şöyle dedi: ´Ubey müslümanların efendisidir ha!´
Oysa Hz. Ömer, Ubey´in yanında Kur´an okuyordu, ondan ders alıyordu. Buna rağmen Hz. Ömer, halkın Ubey´e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: ´Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir´.

Oysa Ömer hutbe okuyor, va´zediyor ve bunu yapmaktan da çe-kinmiyordu.

Bir kişi Hz. Ömer´den halka sabah namazından sonra va´zetmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer onu menetti. Adam Hz. Ömer´e ´Halka va´zetmekten beni men mi ediyorsun?´ diye sordu. Hz. Ömer ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum´ dedi. Zira Hz.Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.

Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdir. Onların her birinde fitne ve lezzet vardır. Bu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.

İtirazcının ´Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!´ sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hz. Peygamber´in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştir. Aksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur eder. Riyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmez. Bilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlar. Kaldı ki ALLAH Teâlâ´nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hz. Peygamber bize va´detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etme. Kesinlikle ALLAH onları zâyi etmez. Sen kendi nefsin için düşün!

Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirir. Biliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlar. Eğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak ALLAH´ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir´ düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va´zdan menetmeyiz. Biz ona deriz ki: ´Bir taraftan va´zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!´ Eğer derse ki: ´Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: ´Meşgul ol, mücâhede et!´ Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktır. Eğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olur. O halde, bütün halkın dininin sel-âmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdir. Bu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ALLAH Teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder.85
Sonra vâiz o kimsedir ki insanları ahirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olur. Bu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci´li lâfızlar vardır ki on-ların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yoktur. Aksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardır. Böyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdır. Çünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridir. Biz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruz. Kitab´ul-İlim´de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.

Bunun için Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:

Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsiniz. Fakat emrettiklerinizi yapmazsınız. Yapmadıklarınızı söylersiniz. Hükmettikleriniz ne kötüdür. Söz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersiniz. Oysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermez. Gerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, ahireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta... Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. Hakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla ahiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuz. Bu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, ahiretin ıslahından daha sevimlidir. Acaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir). Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuz.Yavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!

Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisiniz. Dünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (ALLAH´a) teslim eder. Hem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.

Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: ´Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdır. Halk için fitnedirler. Dünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu ahirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdir. Onlar geçici dünyada ayıp ve lekedirler. Ahirette de zarar edenlerin ta kendileri!´ Eğer "Bu âfetler açıktır. Fakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!

Eğer ALLAH senin (nasihatin)le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.86

Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır.87

İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuştur. Bu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!´ demek uygundur. Nitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye ´İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!´ denildiği gibi...

İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktür. Tıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi... O halde biz, ALLAH´ın kullarından hiçbir kimseye ´ilmi terket!´ diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yoktur. Felâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivayet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.

Biz âlim kişiye ´Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!´ diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidir. Namazın nafile kısımları da böyledir. Bunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdır. Fakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidir. Çünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyür. İlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarır. Kısaca mertebeler üçtür:

Birincisi: İdareciliklerdir. İdareciliklerdeki âfetler büyüktür. Âfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.

İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdır. Bu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardır. Afetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivayet edilmemiştir. Çünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftır. Ameli ALLAH için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.

Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va´z, fetva, hadîs rivayeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktır. Buralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çoktur. Bu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildir. Ancak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışır. İdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundur. İlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadır. Kim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzer. Zayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidir. ALLAH herkesten daha iyisini bilir.
Burada dördüncü bir mertebe daha vardır. O da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidir. Muhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardır. Halkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardır. Buradaki âfetler de çoktur. Bunun için Hasan Basrî´den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: ´Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir´.

Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı ALLAH´a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmez. Dikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorum. Fakat kendilerini ALLAH´ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!´

Âlimler ihtilâf ettiler. Bir grup dedi ki: ´Kişi dünyayı helâlin-den istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir´.

Başka bir grup dedi ki: ALLAH´ın zikrine devam etmek daha efdaldir. Almak ve vermek insanı aldatır, meşgul eder. Oysa İsa Mesih (a.s) şöyle demiştir: ´Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır´.

Yine İsa Mesih şöyle demiştir: ´Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini ALLAH´ın zikrinden alıkoymasıdır. Oysa ALLAH´ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir´.

Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudur. Dünya âfetlerine mâruz kalan bir kim-seye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.

Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdır. En iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektir. Eğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidir. Kalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalı. İlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil...
Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olur. Çünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meyleder. Her ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budur. Bunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdir. O halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilir. Kişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidir. Kendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.

Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelir. Cahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmez. Bu ise cimriliğin ta kendisidir. Şüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündür. İhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadır. Acaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardır. Helâlden gelen malı her halükârda ALLAH yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.

Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?

Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.

Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.

O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmez. Aksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam eder. Halka aynı gözle bakar!
Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidir. Bu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardır. Nitekim Ebu Said b. Mervan şöyle anlatır: Hasan Basrî´nin yanında otururken mescidin kapısından Haccac-ı Zâlim içeri girdi. Onunla beraber muhafızlar vardı. Kendisi sarımtırak bir ata binmişti. Atı ile beraber caminin sahasına girdi. Caminin sağına soluna baktı. Arkasında Hasan Basrî´nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan Basrî´nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdü. Hasan Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttı. Ben de oturduğum yerin bir tarafını boşalttım. Öyle ki benimle Hasan Basrî´nin arasında Haccac için oturacak kadar bir yer açıldı. Haccac gelip, benimle Hasan Basrî´nin arasına oturdu. Hasan her günkü konuşmasından birini yapıyordu. Bu bakımdan .Hasan konuşmasını kesmedi. Kendi kendime dedim ki: ´Yemin olsun, bugün Hasan´ı deneyeceğim. Acaba Haccac´ın buraya gelip oturması, Hasan´ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccac´a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccac´ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?´. Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi... Böylece konuşmasının sonuna geldi. Hasan Haccac´a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccac elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: ´Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edin. Çünkü Hz. Peygamber´den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridir. Eğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdiniz. Çünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz´.

Sonra Haccac coşup konuştu. Hatta Hasan Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettiler. Konuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktı. Haccac kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan Basrî´nin meclisine geldi ve dedi ki: ´ALLAH´ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyim. Ben savaşa gönderiliyorum. Bana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdır. Benim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var...´
Böylece kişi halinden şikayet etti. Hasan da, Hasan´ın arkadaşları da rikkate geldiler. Hasan başını eğip dinliyordu. Adam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: ´Ne oluyor onlara (o idarecilere?) ALLAH onları kahretsin! ALLAH´ın kullarını köle gibi kullanırlar. ALLAH´ın malını ticaret edinirler. Halkı dinar ve dirhem için öldürürler. ALLAH´ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor.. Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor´.

Böylece Hasan Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmedi. Bunun üzerine Hasan´m yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktı. Gidip Hasan´ı, Haccac´a şikayet edip konuşmasını nakletti. Bunun üzerine Haccac´ın elçileri Hasan´ı çağırmaya gelip ´Valinin dâvetine icabet et!´ dediler. Bunun üzerine Hasan kalkıp gitti. Biz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyorduk. Bir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştük. O sadece tebessüm ederdi. Meclisine gelip oturdu. Emaneti tâzim etti ve dedi ki: ´Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olur. Hainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidir. Ben şu kişiye (Haccacı kastediyor) vardım. Bana "Dilini tut! ´ALLAH´ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olur. Kardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir´ gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsun. Dikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruz. Fakat dilini tut" dedi´. Hasan sonra ´ALLAH onun şerrini benden defetti!´ dedi.
Hasan Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindi. Yolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördü. Durup şöyle dedi: ´Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!´

Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olur. Öyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar ahireti verip dünya hayatını satın almışlardır. Onlar zarar edenlerdir. Ey ALLAHım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!

________________________

73)Taberânî, Beyhakî
74)Müslim
75)Daha önce geçmişti.
76)Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî´dir. Hudeybiye Barışı´nda bulunmuştu.
77)Taberânî, (mevsul olarak)
78)Müslim, Buhârî, İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî
79)Müslim, Buhârî
80)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
81)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
82)İlim bölümünde geçmişti.
83)Buhârî
84)Müslim, (Ebu Zer´den); ´Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma´. Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim; ´Ey Ebu Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma..´
86)Müslim, Buhârî
87)İbn Mâce

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:55

Riya´nın Hakikati ve Kendisiyle Riyakârlık Yapılan

Riya ´rüyet´ kökünden gelir. Süma ise sima (duymak) kökünden gelir. Riyanın temeli, halka hayırlı hasletleri göstermek suretiyle kalplerinde taht kurmak istemektir. Kalplerde taht kurmak, bazen ibâdet olmayan şeylerle, bazen de ibadetlerle istenilir. Riya tâbiri ise âdet hükmüne göre, ibâdetler ve onları belirtmekle kalplerde taht kurulmasına mahsustur. Bu bakımdan Riya ´ALLAH´a ibadet ederek kulları kandırmaktır´.

Riyakâr; âbid, kendilerine riya yapılmak istenenler ise halktır. Maksat, onların kalbinde taht kurmak için onlara riyakârlık yapmaktır. Kendisiyle riya yapılan şey, riyakârın göstermek istediği hasletlerdir. Riya ise, onları gösteriş için yapmasıdır.

Kendileriyle riyakârlık yapılan şeyler pek çoktur, fakat onları beş kısımda toplayabiliriz: Bu beş kısım da kulun halk gözünde kendisiyle süslendiği şeylerin toplamıdır. Onlar: Beden, kisve, söz, amel, etbâ ve haricî şeylerdir. Dünya ehli de bu beş şeyle riyakârlık yaparlar. Ancak ibadet olmayan amellerle mertebe istemek ve riyakârlık yapmak, ibâdetle talep edilen riyâdan (ceza bakımından) daha hafiftir.

Birinci Kısım

Beden yönünden dinde riya yapmak. Bu da beden zayıflığını belirtmek ve rengin sarardığını göstermektir ki bu durum, muhâtablarına, ahiretten çok korktuğunu ve din hususunda çok üzüldüğünü göstermek içindir. Beden zafiyetiyle, az yediğine ve sararmakla da geceleyin uykusuz kaldığına, fazla çalıştığına ve din için pek üzüldüğüne inandırmak ister. Böylece saçının tozlu, topraklı olmasıyla da riyakârlık yapar. Bununla da devamlı dinle meşgul olduğunu, saç ve sakalını taramaya bile vakit bulamadığı vehmini verir. Bu sebepler belirdiğinde, halk o adamda bu güzel hasletlerin olduğuna istidlâl eder. Nefis onların bilmesinden dolayı rahata kavuşur. Bu sırra binaen nefis, sahibini bunları göstermeye davet ederek rahata kavuşmak ister. Sesin alçalması, gözlerin çukurlaşması ve dudakların pas tutması da buna yakındır. Bunları bu şekilde göstermekle, daimî bir şekilde oruçlu olduğunu, ilâhî nizama riayet ettiğinden ve fazla aç kaldığından bu şekilde zayıf düştüğünü göstermek ister.

Hz. İsa (a.s) bunun için şöyle demiştir: ´Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın! Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin´. Benzeri Ebu Hüreyre´den de rivayet edilmiştir. Bütün bunların sebebi, riya ile şeytanın hilesinden korkmaktır. Bunun için İbn Mes´ud arkadaşlarına ´Onları yağladığınız halde oruçlu olarak sabahlayın!´ demiştir. İşte bunlar, dindarların beden ile yaptıkları riyakârlıklarıdır.

Dünya ehline gelince, onlar şişmanlığı belirtmek, pürüzsüz bedeni göstermek, tığ gibi vücut, güzel yüz, beden temizliği, âzaların kuvveti ve uygunluğuyla gösteriş yaparlar.

ikinci Kısım

Görünüş ve kisve ile riyakârlık yapmak. Görünüş, saçın pejmürdeliği, bıyığın tamamının traş edilmesi, yürürken başın öne eğilmesi, harekette sükûnet göstermesi, yüzünde secde eserinin bırakılması, kaba ve sert yünlü elbise giymesi, baldırının yakınına kadar elbisesini kısaltması, yenlerini kısaltıp, elbisesini kirli ve yırtık bırakmasıdır. Bütün bunlarla riyakârlık yapar. Sünnet´e tâbi olduğunu ve bu hususta ALLAH´ın salih kullarına uyduğunu belirtmek ister. Bâtınında (kalbinde) tasavvufun hakikatlerinden mahrum olduğu halde sûfîlere benzemek için kırmızıya çalar boya ile boyanmış elbiseleri giymesi, seccade üzerinde namaz kılması ve parçalanmış, yamalı elbise giymesi de bu türdendir.

Sarık üzerine izar denilen elbiseyi sarkıtmak, gözlerinin üzerine abâsını salmak, ´yolun tozundan bile sakınır derecede gözleri yorulmuştur´ zannını uyandırmak ve o alâmetlerden dolayı gözlerin kendisine dikilmesi için, bunları yapmak da yukarıda bahsi geçen konunun içindedir. Derâ (kaftan) ve teylesanî adlı kisveleri ilimden mahrum olan bir kimse kendisini ehl-i ilimden göstermek için giyerse, o da bu türdendir.

Kisve ile riyakârlık yapanlar birçok tabakaya ayrılırlar. Onlardan bir grup vardır ki zâhidlik göstererek takva sahiplerinin gözüne girmek isterler. Bu bakımdan kirli, yırtık, kısa ve kaba elbiseleri giyerler ki kabalığı, kirli, kısa ve yırtıklığıyla dünyayı önemsemediğini göstersinler! Eğer bu kimseye, normal, temiz ve selefin giydiği elbiselerden giymek teklif edilirse, onun için bu teklif, kendisini boğazlamak kadar zor gelir! Bu kadar zor gelmesinin sebebi, halkın ´o zühd ve takvadan döndü, o yolu terketti ve dünyaya daldı´ deme ihtimalidir.

Başka bir tabaka vardır. Bunlar da hem dindarlar, hem de padişah, vezir ve tüccarlar yanında kabul görmek isterler. Eğer güzel elbise giyerlerse, kurra (okuyucular) onları reddeder. Eğer yırtık pırtık elbiseleri giyerlerse, idareciler ile zenginlerin gözünden düşerler. Bu zümre din ve dünya ehlinin gözünde makbul olmayı ister ve ona göre giyerler. Bunların elbiselerinin kıymeti, zenginlerin elbisesinin kıymetindedir. Rengi ve şekli, sâlihlerin elbisesinin renk ve şeklindedir. Bu bakımdan iki grubun da kalplerini kazanmak isterler. Eğer bu kimselere kaba veya kirli bir elbisenin giyilmesi teklif edilirse, idarecilerin ve zenginlerin gözünden düşme korkusundan, bu teklif onlara kesilmekten daha ağır gelir.

Eğer kıymetçe elbisesinden daha az olan Diybekî,44 beyaz ve ince veya desenli ketenden bir elbisenin giyilmesi bunlara teklif edilirse, ehl-i salâh´ın ´Bunlar dünya ehlinin elbiselerine rağbet ettiler´ demelerinden korktukları için kendilerine bu teklif zor gelir.
Bu grupların herbiri, mertebesini özel bir kıyafette görmektedir. O kıyafetten daha üstün veya daha düşük bir kıyafete bürünmek kendisine ağır gelir! Her ne kadar bu elbiseyi giymek mübah ise de, kötülenmekten korkarak giymez.

Dünya ehlinin riya ve gösterişi ise, güzel elbiseler, kıymetli binekler, genişlikler, mesken, ev eşyası (mobilya), atlar, rengârenk libaslar ve nefis teylesanlardır.
Bu durum, halk arasında ayan-beyandır. Çünkü halk, evlerinde kabâ elbise giyerler. Fakat aynı kılıkla halk ile oturup-kalkmak kendilerine gayet zor gelir. Süslerini takmadan edemezler!

Üçüncü Kısım

Sözle yapılan riya, Din ehlinin riyası va´zetmek, hatırlatmak,hikmetle konuşmak, haber (hadîs)leri ve eserleri ezberlemekledir.Bunları, ilminin çokluğunu isbat etmek, selef-i salihînin durumlarına işaretle itina ettiğini göstermek, halkın huzurunda dudaklarını zikirle kıpırdatmakla gözleri önünde emr-i bi´l-ma´ruf (iyiyi emretme) ve nehy-i an´il münker (kötüyü yasaklama) yapmak,münkerlere karşı kızıp reaksiyon göstermek, halkın günahları pervasızca yapmasına teessüfünü belirtmek, konuşurken sesini zayıf çıkarmak, Kur´an´ı mahzun olup korktuğunu göstermek için ince sesle okumak, hadîs-i şerifler hıfzettiğini iddia edenin lâfzında bir eksikliği hadîste mâhir olduğu tebeyyün etsin
diye- olduğuna dikkati çekmek, hadîsin sahih veya sahih olmadığına dikkati çekmek, bu hususta faziletini belirtmek için acele ile söylemek, hasmını susturmak için mücadele etmektir. Bütün bunları din ilmindeki kuvvetini halka göstermek için yapar!

Sözde olan riya çoktur ve türleri kontrol altına alınamaz. Dünya ehlinin sözle riyaları, şiirleri ezberlemek, darb-ı meselleri hıfzetmek, ibarelerde fesahat ve belâgat göstermek, ehl-i fazilete karşı garabet göstermek ve kalplerini tarafına çekmek için halka izhar-ı muhabbet etmek bakımından nahiv ilminin garip meselelerini ezberlemektir.

Dördüncü Kısım

Amelle yapılan riya. Namaz kılanın uzun bir zaman ayakta durması, sırtını düzeltmesi, uzunca secdede ve rükûda kalması, başını eğmesi, sağa-sola bakmayı terketmesi, sükûneti belirtmesi, ayaklarını ve ellerini düzgün tutması gibi. Oruç, gazâ, hac, sadaka, yemek yedirmek ve karşılama sırasında yürürken huşû göstermek gibi. Konuşmada vekâr, başı eğmek ve göz kapaklarını indirmek gibi. Hatta riyakâr, ihtiyacına bir an önce varmak için bazen acelece yürür. Ne zaman din ehlinden birini görürse derhal vâkara ve başını önüne eğmeye döner. Çünkü hafifliğe ve aceleciliğe nisbet edilmekten korkar. Eğer o kişi gözden kaybolursa, yine aceleyle yürümeye başlar. Yine onu gördüğünde yavaşça yürümeye döner. ALLAH hatırına gelmez ki ALLAH´tan korksun. Aksine bir insanın kendisi için âbid ve salihlerden olmadığına inanmasından korkar!

Onlardan bir grup daha vardır ki bunu dinlediği zaman, halvetteki yürüyüşünün halkın yanındaki yürüyüşüne benzememesinden utanır. Nefsini halvette güzel yürümeye zorlar ki halk kendisini gördüğünde yürüyüşünde bir değişiklik yapmaya muhtaç olmasın! Bu kişi böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu zanneder. Oysa riyası katmerleşmiştir. Çünkü halvethanesinde de riyakâr oldu; zira o halvet ve tenhada halkın gözleri önünde güzel yürüyebilmek için güzel yürümeye kendini alıştırmıştır. ALLAH´tan korkarak veya ondan hayâ ederek yapmış değildir.

Dünya ehline gelince, onların riyakârlıkları, kibir, hayalperest-lik, elleri kolları sallamak, sık adımlarla yürümek, zeylin (eteğin) etrafına yapışmak, omuz silkmektir ki bunlarla önemine dikkat çekmiş olsun!

Beşinci Kısım

Arkadaşlara, ziyaretçilere ve oturup-kalktığı insanlara riyakârlık yapmak. ´Filân adam filanı ziyaret etti´ desinler diye, ulemadan birinin kendisini ziyaret etmesini sağlar veya ´Din ehli kendisini ziyaret ediyor, ona gidip geliyor´ denilsin diye bir âbidin, ya da bir sultanın valilerinden birinin ´dinî rütbesinin büyüklüğünden dolayı bunlar kendisinden feyz alır, bereketlenirler´ denilsin diye kendisini ziyaret etmelerini sağlar. Şeyhlerle görüştüğünü ve istifade ettiğini göstermek için fazlasıyla şeyhleri anan bir kimse gibi... Bu kimse, kendilerinden ilim ve irfan aldığı kimseler ile böbürlenir. Böbürlenmesi ve riyakârlığı mücadele ettiği anda kendisinden dışarıya sızar.

Başkasına ´Sen hangi âlimleri gördün. Oysa ben falan ve falan zatları gördüm, memleketler gezdim ve üstadlara hizmette bulundum´ der ve bu sözlere benzer daha nice sözler söyler.
İşte bu, riyakârların kendileriyle riyakârlık ettikleri şeylerin esas noktalarıdır. Hepsi de bununla kulların kalplerinde rütbe ve makam kazanmak peşindedirler.

Başka bir grup vardır ki sadece kendisi için güzel amellere kanaat eder. Nice rahip vardır ki uzun seneler manastırında inzivaya çekilir! Nice âbid vardır ki uzun bir zaman için bir dağın başına çekilmiştir. Sakin sakin durup ibâdete devam etmesi, ancak halkın kalbinde mertebesinin olduğunu bildiğindendir. Eğer halkın kendisini manastırında bir suça nisbet ettiğini bilse, muhakkak bundan ötürü kalbi karmakarışık olur. ALLAH´ın kendisinin suçsuz olduğunu bilmesiyle kanaat etmez. Aksine bu dedikodudan dolayı üzüntüsü pek büyük olur! Her ne pahasına olursa olsun, o nisbeti insanların kalbinden silmeye çalışır. Mallarından tamahını kesmesine rağmen böyle inanmalarını temine çalışır. Çünkü mertebe peşindedir! Biz Sebepler bahsinde dediğimiz gibi mertebe pek tatlı ve lezzetlidir! Çünkü her ne kadar süratle gelir geçer ise de hal-i hazırda bir nevi kemâl ve kudrettir. Bununla ancak cahiller aldanırlar. İnsanların çoğu da cahildirler.

Riyakârlardan bir grup vardır ki halkın kalbinde mevkî sahibi olmakla kanaat etmez. Bununla beraber dilleriyle kendisini övmelerini de ister.

Başka bir grup da halk fazlasıyla ziyaretine gelsin diye nâm ve şöhretinin yayılması peşindedir!

Diğer bir cemaat ise sultanların yanında meşhur olmayı ister ki aracılığı kabul olunsun, kendisinin eliyle ihtiyaçlar görülsün, dolayısıyla cahiller tabakası yanında menzil ve mertebesi bulunsun!

Başka bir grup, şöhret ile mal toplamak için vakıflardan, yetim malları ve başka haram kaynaklardan da olsa mal kazanmaya çalışır. Bunlar, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı gösteriş peşinde olan riyakârların en şerlileridir. İşte riyanın hakikati ve vesileleri bunlardır.

Soru: Riya mutlaka haram mı yoksa mekruh veya mübah mıdır veya haram, mekruh ve mübah oluşu, açıklamaya mı muhtaçtır?

Cevap: Riya konusunda birçok tafsilât vardır. Çünkü riya, rütbe ve mevkî istemektir. Bu istek, ya ibâdetlerle veya ibâdetlerin dışındaki şeylerle olur. Eğer ibâdetlerin dışındaki şeylerle mertebe istenilirse, bu mal istemek gibidir. Yeterli mal kazanmak haram olamaz. Çünkü insanın muhtaç olduğu az mal, övülen maldır. Bu bakımdan kişinin felâketlerden selâmet kalmasına vesile olan mevkîyi elde etmesi de övülür.

Hz. Yusuf un istediği mertebe bu kadardır.
Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55)

Nasıl malda hem öldürücü zehir ve hem de faydalı panzehir varsa mertebe de böyledir. Fazla malın insanı şaşırtıp yoldan çıkardığı, ALLAH´ın zikrini ve ahireti unutturduğu gibi, fazla makam ve mertebe de böyledir. Hatta daha şiddetlidir. Mertebe ve makamın fitnesi, malın fitnesinden daha (tehlikeli ve daha) büyüktür. Nasıl biz ´fazla mal edinilmesi haramdır´ demiyorsak, ´fazla kalpleri elde etmek de haramdır´ demiyoruz. Ancak fazla mal veya fazla rütbe, insanı yapılması caiz olmayan şeylere sürüklerse o zaman hüküm değişir.
Evet! Bütün gayreti fazla ve geniş mertebe elde etmeye sarfetmek, malın çoğalmasına sarfetmek gibi, şerlerin başlangıcıdır. Mertebe ve mal aşığı, kalp, dil ve diğer âzaların günahlarını terketmeye muktedir olamaz.

Haris olmadığın ve gittiği zaman da üzülmeyeceğin mertebe genişliğine gelince, bunda hiçbir zarar yoktur; zira Hz. Peygamberin, Hulefâ-i Râşidîn´in ve onlardan sonra gelen din âlimlerinin mertebesinden daha geniş bir mertebe yoktur. Fakat himmeti mertebenin talebine sarfetmek, dinde bir noksanlık ve eksiklik ise de haramlıkla vasıflanmaz. Bu bakımdan deriz ki: Kişinin halk arasına çıkmak için giydiği elbise gösteriştir. Fakat haram değildir. Çünkü ibâdetle değil, dünya ile riyakârlık yapmaktır.

İnsanlar için takılan süsleri de buna kıyas et! Bunun delili, Hz. Aişe´den rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir: ´Hz. Peygamber birgün ashabının yanına çıkmak istedi. Bunun üzerine su küpüne bakarak sarığını ve saçını düzeltti. Bu manzara karşısında Hz. Aişe (r.a) ´Ey ALLAH´ın Rasûlü Sen de mi?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Evet! ALLAH, kulunun arkadaşlarının huzuruna çıkmak istediğinde onlar için süslenmesini ister!

Evet! Bu, Hz. Peygamber için bir ibâdetti. Çünkü o, halkı dâvet etmeye, onları kendisine uymaya, teşvik ve terğib etmeye ve kalplerini kazanmaya memurdur. Eğer halkın gözünden düşerse, ona tâbi olmaya rağbet göstermezler. Bu bakımdan gözlerinde küçük görünmemek için görünüşünün güzel olmasına gayret etmesi kendisi için farzdı; zira halkın gözleri, gizli taraflara değil, görünür taraflara kayar. Hz. Peygamber´in kasti buydu. Fakat eğer bir kimse böyle yapmakla onların kötülemesinden, ayıplamasından kurtulmayı, hürmet ve tâzim göstermelerini kastederse, bu kasdı mübah bir kasıttır; zira kınanmanın eleminden korunmak, insanlarla yakınlık kurup rahata kavuşmayı istemek, insanın tabii hakkıdır. İnsanlar kendini pis ve kötü gördükleri zaman insan tahammül edemez hale gelir. Bu takdirde onlarla yakınlık kurması sözkonusu olamaz. O halde anlaşıldı ki ibadetlerin dışında olan şeylerde riya ve gösteriş yapmak, bazen mübah olur, bazen de kötü olur, bazı vakitlerde de ibâdet olur. Bunlar o gösterişten istenen maksada göre değişir. Bu sırra binaen deriz ki kişi malını, ibâdet ve sadaka için değil, kendisine ´cömert´ dedirtmek için ihtiyaç sahibi olmayanlara infak ederse, yaptığı gösteriştir. Fakat haram değildir. Benzerleri de böyledir.

Sadaka, namaz, oruç, gazâ ve hac gibi ibadetlere gelince, riyakârın burada iki hali vardır.

Birinci hal: Katıksız riyadan başka emeli olmamaktır! Bu riya ameli iptal eder; zira ameller, ancak niyet ve kasıtlara bağlıdır. O ise bunun ibâdet niyetiyle yapmamıştır. Sonra riyakârlık sadece ibâdetin bozulmasıyla kalmaz ki biz ´İbâdetten önceki gibi oldu´ diyelim. Âyet ve hadîslerin delâlet ettiği gibi, riyadan dolayı günahkâr olur!

Mânâda iki şey vardır: Birincisi, kullara hile yapmaktır. Çünkü kişi halka, muhlis ve ALLAH´a mutî olduğunu gösterir, din adamı olduğu hissini verir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünya işlerinde de hile yapmak haramdır. Hatta bir cemaatin alacağını edâ ederken halk -cömert olduğuna inansın diye- onlara yardım ettiğini hissettirirse, hilekârlığından dolayı günahkâr olur; zira kalpleri hile ve dalavere ile elde etmektedir!

İkincisi, ALLAH ile ilgilidir. O da, ALLAH´a yaptığı ibâdetiyle, in-sanları kandırmayı kasdetmektir. Bu bakımdan o kimse ALLAH ile alay etmiştir. Bu sırra binaen Katâde şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında ALLAH Teâlâ meleklerine ´Kuluma bakın! Benimle nasıl istihza ediyor!´ der".

Bunun misâli, hizmetkârların âdetinden olduğu gibi bütün gün sultanlardan birinin huzurunda elpençe durmasıdır. Oysa orada durması ancak sultanın cariyelerinden bir cariyeyi veya hizmetkârlarından bir hizmetkârını seyretmek içindir. Muhakkak ki bu durum, sultanla alay etmek demektir; zira hizmetiyle sultana yaklaşmak istemiyor! Aksine o hizmetle onun kölelerinden birini kastediyor!

Acaba kulun, ALLAH´ın ibâdetiyle zayıf, fayda ve zarara sahip olmayan bir mahlûka yaklaşmak isteğinden daha korkunç bir ha-reket tasavvur edilebilir mi?!

Bu ancak şu demektir: Riya yapan kişi zanneder ki kendisini seyreden kul, gayelerinin tahakkuku hususunda -maâzALLAH-ALLAH´tan daha kudretlidir. ALLAH´a yaklaşmaktan ona yaklaşmak daha iyidir! Çünkü onu padişahlar padişahına tercih ederek ibâdetinde hedef yapmıştır.

Acaba bir kulu ALLAH´tan daha fazla yüceltmekten daha korkunç bir istihza var mıdır? İşte bu, mühlikât (helâk ediciler)in en büyüklerindendir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) bu duruma ´küçük şirk´ adını vermiştir. Evet! Riya derecelerinin bazısı
bazısından daha şiddetlidir. Nitekim -eğer ALLAH dilerse- bunun beyanı Riyanın Dereceleri bahsinde gelecektir.

Riyanın az veya çok günahtan uzak olan bir kısmı yoktur. Günahlar, riyanın vesilelerine ve âletlerine göre sınıflanır. Eğer riyada ALLAH´tan başkasına secde etmek ve rükû yapmaktan başka bir hata yoksa, bu (cinayet ve günah bakımından) yeter de artar. Çünkü riyakâr, ALLAH´a yaklaşmayı kasdetmediği takdirde, muhakkak ALLAH´ın gayrisine yaklaşmayı kasteder!
Yemin olsun, eğer ALLAH´tan başkasını secde ile tâzim ederse, açıkça kâfir olur. Ancak riya, gizli küfürdür. Çünkü riyakâr, kalbinde halkı büyütmüştür. O büyütmede ona secde ve rükû etmek vardır. Bu bakımdan onun secdesiyle tazim edilip büyütülen bir yönden insanlardır.

Secde ile ALLAH´ın tâzîmi ortadan kalkıp halkın tâzîmi kalınca, bu durum şirke yakın bir durum olur. Ancak görünüşte secde ile ALLAH´ı tâzim etmekte, aslında ise gayesi büyük saydığı kimsenin kalbinde kendi nefsini büyütmektedir. Bu sırra binaen riya açık şirk değil gizli şirk olur. Bu durum cehaletin katmerlisidir. Ancak şeytan tarafından kandırılmış kullar kendisine fayda veya zarar, rızık, ecel, hali hazırdaki veya gelecekteki durumu hakkında ALLAH´tan daha fazla yardım edeceğini hayal eder! Bunun için de ALLAH´tan yüz çevirip onlara yönelir, kalplerini kazanmak için taptıklarına havâle ederse, yaptığının en az karşılığı bu olur. Çünkü bütün kullar nefislerini idare etmekten acizdirler. Kendilerine bile fayda veya zarar vermeye kudretleri yoktur. Acaba dünyada bunu nasıl başkasına verebilirler? Acaba babanın evladı yerine, evladın baba yerine cezalandırılmadığı, peygamberlerin bile ´nefsim, nefsim´ dediği bir günde, nasıl başkasına fayda veya zarar verebilirler? Acaba cahil, dünyadaki yalancı tamahkârlığıyla halktan beklediği şeylerde nasıl ahiret sevabını ve ALLAH´ın (rahmetine) yaklaşmayı değiştirir? Bu bakımdan şüphe etmemek gerekir ki ALLAH´ın ibâdet ve taati ile riyakârlık yapan bir kimsenin, kıyasla (akılla) da, nakille de ALLAH´ın gazabına uğrayacağı sabit olmuştur.
Bu durum, eğer ecir istemezse sözkonusudur. Sadakasında veya namazında ecir ile hamdi birlikte istediği zaman bu istek ihlâsın ruhuna zıd düşen şirktir. Biz şirkin hükmünü İhlâs bölümünde belirtmiştik. Bizim naklettiklerimizin doğruluğuna Said b.Müseyyeb ile Ubade b. Sâmit´in ´Burada onun hiç bir eşi yoktur´ demeleri delâlet eder.

____________________

43) Bu âbid zat Şam´ın şeyhidir. Ebî Müshir´den sonra bu mertebeyi ihraz etmiştir. H. I53´de doğmuş, H. 215´de vefat etmiştir.
44) Diybek köyüne mensub bir elbisedir. Dimyat´a yakın bulunan bu köy şimdi harebe halindedir. Bu elbise ipekten yapılır.

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:58

Kibir´in Zemmi

Ayetler
ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´raf/146)

İşte ALLAH her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.(Gafîr/35)
(Elçiler düşmanlarına karşı ALLAH´tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
(İbrahim/15)

Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar;(Furkan/21)

Rabbiniz buyurdu ki: ´Bana dua edin! Duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik.´(Gafîr/60) Hadîsler

Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremez. Hardal tanesi kadar kalbinde iman olan bir kimse de cehenneme girmez.3

Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği bir hadis-i kudsî de ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdır. Bu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.

Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle anlatır: Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldiler. İkisi de durakladı. Amr´ın oğlu geçip gitti. Fakat İbn Ömer durarak ağladı. Yanındakiler şöyle sordu:

-Ey Ebu Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?

Buna karşılık olarak, Amr´ın oğlu Abdullah´a işaret ederek dedi ki:
-Şu zat beni ağlattı. Şu adam Hz. Peygamber´in şöyle dediğini söylüyor: ´Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa ALLAH Teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar´.4

Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılır. Böylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder.5

Cimri, cebbar ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez.7

En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbar´ı unutur. En kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (ALLAH´ı) unutur. En kötü kul, o kuldur ki, gafil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unutur. Ne kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur.7

Sabit´in anlattığına göre !Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?´ denilince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Acaba önünde ölüm yok mu?8

Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Nuh (a.s), sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi ALLAH´a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, ´lâ ilâhe illâllah´ demeyi size tavsiye ediyorum. Çünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, ´Lâ ilâhe illâhlah´ da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelir. Eğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, ´Lâ ilâhe illâllah´ da onların üzerine bırakılsa muhakkak ´Lâ ilâhe illâllah´ onları kırar ve çökertir. Size ´SübhanALLAHi ve bihamdihi´ demeyi tavsiye ediyorum. Çünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır".9

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki ALLAH ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir´.

Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdir. Cennet ehli de yoksul ve zayıflardır.10

Bizim yanımızda en sevimliniz ve ahirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdır. Nezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır.11

Ashab-ı Kirâm ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruz. Acaba mütefeyhekûn kimlerdir?´ deyince, cevap olarak şöyle buyurdu: ´Kibirlenenlerdir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kibirlenenler, kıyamet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kıskıvrak yakalar. Onlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur).12

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Cebbar olanlar ve kibirlenenler kıyamet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunur. Bunlar ALLAH´ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13
Muhammed b. Vâsı14 der ki: Bilal b. Ebî Burde´nin huzuruna girdim ve kendisine ´Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet etti´ dedim.

Cehennemde bir vâdi vardır. Onun adına hebheb denilir. Oraya mağrurları yerleştirmek ALLAH´ın hakkıdır.15

´O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!´
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cehennemde bir köşk vardır. Mağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır.16

Ey ALLAHım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum.17

Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. O şeyler şunlardır: ´Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır.18

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, ALLAH katında büyüktür´.

Vehb şöyle der: ALLAH, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: ´Sen her mağrur insana haramsın!7

Ahnef b. Kay s, Mus´ab b. Zübeyir ile beraber, Mus´ab´ın yatağı üzerine otururlardı. Birgün Ahnef gelirken, Mus´ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştı. Bunun üzerine Ahnef, oturup Mus´ab´ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: ´Ademoğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!´

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan ALLAH´a karşı baş kaldırıyor!´

Kendi canlarınızda da öyle (ALLAH´ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var). Hâlâ görmeyecek misiniz?(Zâriyat/21)

Bu ayet-i celîlenin tefsirinde ´o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur´ denilmiştir.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki: ´Müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır´.
Süleyman el-Fârisî´ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: ´Kibir!´
Numan b. Bişr19 minberde şöyle haykırdı: ´Muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardır. Muhakkak ki ALLAH´ın nimetleriyle kudurmak, ALLAH´ın vergisiyle böbürlenmek, ALLAH´ın kuluna karşı mağrur olmak, ALLAH´a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!´

ALLAH Teâlâ´dan dünya ve ahirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.

3)Müslim
4)İmam Ahmed, Beyhâkî
5)Tirmizî
6)Müslim, Buhârî
7)Tirmizî
8)Beyhakî
9)İmam Ahmed, Buhârî, Hâkim
10)Müslim, Buhârî
11)İmam Ahmed
12)Tirmizî
13)Bezzar
14)Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas´dır. Basralı olan bu zat, gü-
venilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.
15)Ebu Yâ´lâ, Taberânî, Hâkim
16)Beyhakî
17)İbn Mâce, Ebu Dâvud
18)Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa´d b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî´dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bu-lundu. 64 yaşında iken Humus´da öldürüldü.


Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:59

Tevazu Ahlâkında Riyazet´in Son Noktası
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin ALLAH katında en sevimlisi normal olanlarıdır. Bu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdir. Onlardan geri kalan mütevazidir. Yani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.

Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olur. Böyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildir. ALLAH katında övülen şey adalettir. O da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektir. Bu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.

Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olur. Nefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedir. Durum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Eğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu´yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü´min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur. Bu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidir. Bu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerekse diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdur. Normal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydır. Nitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nez-dinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi... Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdür. Fakat biri daha fâhiştir. Aynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattır. Biri diğerinden daha çirkindir. Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir. Nitekim bu hem şer´an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedir. Biz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:59

Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir´in Zemmi Hadîsler

Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH Teâlâ nazar etmez (iltifat etmez)!20

Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb´a sevketti, dolayısıyle ALLAH onu yere batırdı. O, kıyamet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir.21

Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyamet gününde ALLAH ona bakmaz (iltifat etmez)

Zeyd b. Eslem dedi ki: ´İbn Ömer´in yanına girdim. O esnada Abdullah b. Vâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer´in yanından geçti. İbn Ömer´in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldır. Yerde sürüme! Zira ben Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: ´Mağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH bakmaz (iltifat et-mez)!´23

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Ey Âdemoğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsun. Oysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdim. O zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdin. Yer için bir ağırlık oldun. Mal topladın, hakları menettin. Ta ki can boğaza gelip da-yanıncaya kadar. Bu sefer de dedin ki: ´Malımı sadaka vereceğim!´ Oysa sadakanın zamanı geçti!´24

Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, ALLAH onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar.25

İbn´ul-Arabî der ki: ´Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir´.

Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa ALLAH Teâlâ kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna varır.26

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir el-Huzelî´den27 şöyle rivayet ediliyor: Biz Hasan´la beraber bulunduğumuz bir anda İbn´ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdü. Onun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden do-kunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardı. O, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyordu. O anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: ´Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyor. Sağına soluna bakıyor. Ey Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette ALLAH´ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı ALLAH´ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsun. ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde ALLAH´ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır´.
İbn´ul-Ethem bu sözü işitti. Hasan Basrî´ye gelip özür talebinde bulundu. Hasan Basrî kendisine ´Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu emrini işitmedin mi?´ dedi.

(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü ALLAH büyüklük taslayan övüngeni sevmez. Yürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.(Lokman/18-19)

Hasan Basrî´nin yanından güzel giyimli bir genç geçti. Hasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: ´Ademoğlu gençliğine mağrur olup gösterişi sever. Toprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira ALLAH Teâlâ´nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir´.

Rivayet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gitti. Mağrur mağrur yürürken Tavus kendisine baktı. Onun sırtına dokunarak şöyle dedi: ´Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz´. Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: ´Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü´.

Muhammed b. Vâsıl mağrur davranan oğlunu gördü. Yanına çağırıp dedi ki: ´Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldım. Babana gelince ALLAH onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!´

İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: ´Muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!´ Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.

Rivayet ediliyor ki, Mutarrıf b. Abdillah, el-Muhelleb´i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki ALLAH da, ALLAH´ın Rasûlü de ondan nefret eder´. Muhelleb ´Herhalde beni tanıyamadın!´ dedi. Mutarrıf ´Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidir. Sonun da çirkin bir leştir. Sen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!´ diye karşılık verdi. Bu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.

Mücahid ´Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!´ (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde ´gururlana gururlana ehline gitti demektir´ dedi.

Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu´nun fazi-letini zikredeceğiz. ALLAH en doğrusunu bilir.

________________________

20)Müslim, Buhârî
21)Müslim, Buhârî
22)Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb´dır. Bu zat
Medineli ve makbul bir zattır. H. 19´da vefat etmiştir.
23)Müslim
24)İbn Mâce, Hâkim
25)Tirmizî
26)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
27)Tam adı Ebu Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ´dır. Hüzel kabilesinden
olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.
28)Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem´e hamledilir. Fakat Hasan Basrî´nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa´d´a, ya Müdmil b. Hakan´a veya Hâlid b. Safvan´a aittir. (İthaf´us-Saade,VIII/349)
29)Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde´dir. Meşhur idare-
cilerdendir.


Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:01

Tevazu´nun Fazileti

Hadîsler

Affetmekten dolayı ALLAH Teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki ALLAH için tevazu göstersin de ALLAH onu yüceltmesin!30

Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardır. Melekler onu o gemle zaptetmektedirler. Eğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: ´Ey ALLAHım! Onu alçalt!´ Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: ´Ey ALLAHım! Onu yücelt!31

Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterir. Helâlinden kazandığı malını infak eder. Zillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur.32

Ebu Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivayet ediyor. Hz. Peygamber (s,a) Kuba´da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyordu. Biz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt ge-tirdik. O sütün içine biraz da bal koyduk. Sütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: ´Bu nedir? Biz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!´ dedik. Bunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim ALLAH için tevazu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim gururlanırsa, ALLAH onu alçaltır. Kim tutumlu hareket ederse, ALLAH onu zengin eder. Kim israf ederse ALLAH onu fakir eder. Kim ALLAH´ı daha çok zikrederse, ALLAH onu sever.33

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) evinde birkaç ashabıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldi. Dilencide bir ak-saklık vardı. Hz. Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdi. İçeri girince Hz. Peygamber (s.a) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söyledi. Kureyş´ten bir kişi bundan alınarak sıkıldı. Bilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü.34

RABBİM beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktı. Ben hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrail´e (a.s) doğru kaldırıp bakınca bana ´Rabbine karşı mütevazi ol!´ dedi. Bunun üzerine ´Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!´ dedim.36

ALLAH Teâlâ, Musa´ya (a.s) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: ´Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kerem, takva demektir. Şeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir.37

Mesih İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara... Onlar kıyamette minberlerin sahipleridirler. Ne mutlu dünyada insanların arasını bulanlara... Onlar kıyamet gününde Firdevs´i elde ederler... Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere... ALLAH Teâlâ kıyamette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar.
ALLAH Teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu´yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul ALLAH´ın seçtiği (kimseler)dendir.38

Dört haslet vardır. ALLAH onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûttur. Sükût ibâdetin evvelidir, İkincisi ALLAH´a tevekkül etmektir. Üçüncüsü tevazudur. Dördüncüsü ise dünya hakkında zühddür.39

İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Kul tevazu gösterdiği zaman ALLAH onu yedinci göğe yüceltir.40

Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirir. Bu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki ALLAH size rahmet etsin!41

Hz. Peygamber (s.a) yemek yiyordu. Bu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldi. Adam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyordu. Hz. Peygamber onu yanına oturttu.42

Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider.43

Birgün ashabına şöyle buyurmuştur: ´Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?´ Ashab-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?´ deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Tevazudur´.44

Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz za-man, onlara tevazu gösteriniz. Mütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleniniz. Çünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir.45

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Kul, ALLAH için tevazu gösterdiğinde ALLAH onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: ´Yücel! ALLAH seni yüceltsin!´ Gururlandığı ve haddini aştığında ise, ALLAH onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: ´Alçal! ALLAH seni alçaltsın!´ Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktür. Hatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!"

Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardı. Güneş dağarcığı geçmişti. Bunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandı. Baktım ki o kişi, Hz. Peygamber´in ashabından Selman-ı Fârisî´dir. Ben ona yaptığımı söyledim. Bana nasihat olarak şunu söyledi: ´Ey Cüreyr! Dünyada ALLAH için tevazu göster! Çünkü dünyada ALLAH için mütevazi olan bir kimseyi ALLAH kıyamet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyamet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!´46

Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: ´Muhakkak sizler, ibâdetin en üs-tünü olan tevazudan gafil bulunuyorsunuz!´

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ´Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçer. Tevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer´.

Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektir. Eğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!´

İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandır. Böyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursun. Dünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!´

Katâde şöyle demiştir: ´Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyamet gününde onun için vebâl olur´.

ALLAH Teâlâ, Hz. İsa´ya şöyle vahiy gönderdi: ´Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!´

Kâ´b şöyle der: ´ALLAH (c.c) dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı ALLAH´a teşekkür eder, o nimetten dolayı ALLAH´a karşı tevazu gösterirse, muhakkak ALLAH ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, ahirette o nimetten ötürü derecesini yüceltir. ALLAH Teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü ALLAH´a karşı tevazu göstermezse, ALLAH Teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açar. Dilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer.

Abdülmelik b. Mervan´a şöyle denildi: ´Kim daha fazla faziletlidir?´ Abdülmelik ´Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi´ diye cevap verdi.
İbn Semmak, Harun Reşid´in huzuruna girip şöyle dedi:

-Ey mü´minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir.

-Senin sözlerin ne kadar da güzel!

-Ey mü´minlerin emîri! ALLAH´ın yaradılışında bir güzellik,nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse ALLAH divanında, ALLAH´ın hâlis velîlerinden yazılır.
Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı.
Süleyman b. Dâvud (a.s) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdi. Onlarla beraber oturur ve şöyle derdi: ´Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir´.

Biri şöyle demiştir: ´Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!´
Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettiler. Hasan onlara dedi ki: Tevazu´nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir´.
Mücâhid de şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Nuh´un kavmini (Tûfan´da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi.47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nuh´un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı´.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Âdemoğullarının kalbine muttali oldu. Musa´nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa´yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti´.

Yunus b. Ubeyd Arafat´tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben ALLAH´ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdim. Korkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar´.

Deniliyor ki: ´Mü´minin ALLAH katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andır. ALLAH katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır´.

Ziyad b. Abdullah en-Nemrî dedi ki: ´Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!´
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ´(Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!´ diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı.

Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!"
Bu söz, İbn Mübarek´in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: ´Mâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur´.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!´
Musa b. Asım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) esti. Muhammed b. Mukatil´e gittim ve dedim ki: ´Ey Ebu Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için ALLAH´a yalvar!´ Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: ´Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi)´.

Bunun üzerine Hz. Peygamber´i rüyamda gördüm. Bana şöyle dedi: ´Muhakkak ALLAH, Muhammed b. Mukatil´in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!´

Bir kişi Şiblî´ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: ´Sen necisin?´ (Böyle sormak Şiblî´nin âdetiydi ve bunun mânâsı ´senin halin nedir´ demektir). Adam, Şiblî´ye cevap olarak şöyle dedi: ´Ben, B har-finin altındaki noktayım´. Bunun üzerine Şiblî ona ´ALLAH senin şahidini helâk etti. Sen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?´ dedi.

Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: ´Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!´
Deniliyor ki: ´Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!´
Ebu Fetih b. Şahref den şöyle rivayet ediliyor: ´Rüyamda Ali b. Ebî Talib´i gördüm. Ona ´Ya Ebu Hasan! Bana nasihatta bulun!´ dedim. Dedi ki: ´Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu ALLAH´ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa..´

Bundan daha güzeli ALLAH´a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir.
Ebu Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: ´Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!´
Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir´. Bunun üzerine Ebu Yezid´e denildi ki: ´O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?´ Ebu Yezid şöyle cevap verdi: ´Kendine bir makam ve değer vermediği zaman. Çünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır´.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez´.

İrve b. Verd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridir. Her nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilir. Ancak tevazu nimeti bunun dışındadır´.

Yahya b. Hâlid el-Bermekî dedi ki: ´Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterir. Alçak bir insan ibâdet yaptığı za-man büyür, gururlanır!´
Yahya b. Muaz ´Malıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!´ dedi.

Deniliyor ki: ´Tevazu, bütün insanlarda güzeldir. Fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibir bütün insanlarda çirkindir. Fakat fakirlerde daha çirkindir!´

Deniliyor ki: ´Ancak ALLAH´a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardır. ALLAH´a karşı tevazu gösteren için yücelik, ALLAH´tan korkan için emniyet, ALLAH´ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur´.

Ebu Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: ´Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuştur. Bu bakımdan ALLAH kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati meneder. ALLAH Teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulu-nur´.
O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişir. ALLAH´ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman ALLAH´ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, ALLAH´ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür).

Cüneyd-i Bağdâdî´den rivayet edildiğine göre meclisinde bir cum´a günü şöyle dedi: Eğer bana Hz. Peygamber´den şöyle dediği rivayet edilmeseydi sizin için konuşmazdım:

Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır.48

Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Tevhid ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür´.
Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürür. Muvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar!

Amr b. Şeybe´den şöyle rivayet ediliyor: Ben Mekke´de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordum. Bir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördüm. Baktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlar. Bir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad´a geldim. Köprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldi. Dikkatle onu süzdüm ve tedkik ettim. O bana ´Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?´ deyince, ben cevap olarak dedim ki: ´Seni Mekke´de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan...´ Bunun üzerine ben ona Mekke´de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydım. O bana ´Ben o kişiyim!´ dedi. Ona ´ALLAH sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?)´ dedim. Dedi ki: ´Halkın te-vazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladım. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad´ı kasdediyor) beni alçalttı´.

Muğîre b. Müslim dedi ki: ´Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî´yi de tâzim eder ve kendisinden korkardık. O şöyle derdi: ´Benim Kûfe´nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!´

Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururdu. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: ´Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!´

Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!´ Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir.
Bir kişi, Abdullah b. Mübarek için dua etti ve dedi ki: ´Sen neyi umarsan ALLAH onu sana versin!´ Bunun üzerine İbn Mübârek o

kişiye dedi ki: ´Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!´
Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî´nin yanında övündüler. Selman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyim. Eğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür.´

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Biz keremi takvada, zen-ginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7

Kerîm olan ALLAH´tan hüsnü tevfîkini talep ederiz!

____________________

30)Müslim
31)Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab´ul-İman
32)Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî
33)Bezzar
34)Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir.
35)Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir
tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir
şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder.
Hz. Dâvud´un, Hz. Musa´nın (a.s) şeriatıyla amel ettiği gibi.
36)Ebu Yâ´lâ, (Hz. Aişe´den); Taberânî, (İbn Abbas´tan)
37)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak)
38)Taberânî, (mevkuf olarak)
39)Taberânî ve Hâkim
40)Beyhakî
41)İsfehanî, Terğib ve Terhib
42)Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebu Dâvud ve
Tirmizî Hz. Peygamber´in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivayet etmişlerdir.
43)Hadîs-i Garib´dir.
44)Hadîs-i Garib´dir.
45)Hadîs-i Garib´dir.
46)Ebu Nuaym, Hilye
47) Yani her biri peygamberin ve mü´minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul´un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu.
48) Tirmizî, (Ebu Hüreyre´den)

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:03

Kibir´in Hakikati ve Afetleri

Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; ´filân adam kibirlendi´. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki ´Nefsinde kibir vardır´. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirir. Böylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o in-sanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür:

Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.

Bunun mânâsı ´Böyle görmek kibri yok eder´ demek değildir. Aksine bu görgü ile bu inanç artar. İnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelir. Bundan dolayı da nefsinde azizleşir. İşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım.49

Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum´. Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir.
Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünür. Bu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettir. Buna aynı zamanda ´izzet ve taazzum´ da denir.

İbn Abbas ´Kendilerine (ALLAH´tan) gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH´ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür var. Onlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir´ (Mü´min/56) ayetinin tefsirinde ´O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler´ demiştir

Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, azamet´le tefsir etmiştir. Sonra bu ´izzet taslamanın´ meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da ´kibir´ ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister.

Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki
olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.

Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladır. Bu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yoktur. Çünkü onlar meşhur hareketlerdir. İşte kibir budur. Kibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuştur. Âbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlar. Halk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!

Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini mü´minlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez. Yine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamaz. Kalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamaz. Hasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildir. Bu hususu uzatmak mânâsızdır. Bu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtır. Kibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur.
İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez. Kötü ahlâkların biri diğerini getirir. Bazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırır. Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid

olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır.

Ayetler

O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış ´Haydi canlarınızı verin, ALLAH´a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve ALLAH´ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız´ (derken) onların hâlini bir görsen!(En´âm/93)

´Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere... İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş´ denildi.(Zümer/72)

Sonra ALLAH Teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, ALLAH´a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır.

Sonra her milletten Rahmân´a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız.(Meryem/69)

Ama âhirete iman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar.(Nahl/22)

Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbir-lerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara ´Siz olmasaydınız muhakkak biz iman eder-dik!´ derler.(Sebe/31)

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.(Gafir/60)

Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.
(A´raf/146)

Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kur´an´ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım´. Bazı tefsirlerde de ´Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim´ diye kayıtlıdır.

İbn Güreye şöyle der: "Bu ´Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım´ demektir".

Bu sırra binaen Hz. İsa (a.s) şöyle der: ´Muhakkak ekin düzlüklerde yeşerir. Tümsekler üzerinde bitmez. Hikmet de böyledir. Mütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yapar. Mağrur bir kimsenin kalbinde yapmaz. Görmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılır. Başını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur´.

Bu Hz. İsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldir. Mağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür.50
_________________

49) Daha önce geçmişti.
50) Müslim


Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:04

Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir´in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri

Kendisine karşı kibir taslanan ya ALLAH´tır veya O´nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:

Birincisi: ALLAH´a karşı-kibirlenmektir. Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Nitekim Nemrud da böyle yapmıştır. Nemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyordu. Nitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedir. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ (Nâziât/24) dedi; zira Firavun ALLAH´a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.(Mü´minûn/30)

Kâfirlere ´Rahman´a secde edin´ denildiği zaman ´Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç´ derler ve bu onların nefretini artırır.(Furkan/60)

İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktır. Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır. Davasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina eder. Bazen de bildiği halde itaat etmez. Bilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmez. Peygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmaz. Nitekim ALLAH Teâlâ on-ların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır:

Bizim gibi iki insana mı iman edelim?(Mü´minûn/47)

Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz.(İbrahim/10)

Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir.(Mü´minûn/34)

´Bize melekler indirilmeliydi, yahut RABBİMizi görmeli değil miydik?´ dediler. Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.(Furkan/21)

´Ona bir melek indirilmeli değil miydi?´ dediler. (En´âm/8) Firavun da ALLAH´ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor:

Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi?(Zuhruf/53)

O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.(Kasas/39)

Firavun, ALLAH´a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladı. Vehb der ki: Musa (a.s) Firavun´a İman et de senin sultanlığın senin olsun!´ dedi. Firavun, Hz. Musa´ya ´Bana mühlet ver ki Hâman´la müşavere edeyim!´ dedi. Bunun üzerine Hâman´la istişare etti. Hâman ona ´Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!´ dedi. Bunun üzerine Firavun, ALLAH´a itaat etmekten ve Hz. Musa´ya uymaktan kaçındı.
ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz. Peygamber´e karşı şöyle dediler:
Şu Kur´an iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!(Zuhruf/31)

Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Ebu Mes´ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hz. Peygamber´den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber yetim bir çocuktu. ´ALLAH onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?´ diye itirazda bulundular. ALLAH Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32)

Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler.(En´âm/53)

Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber´e ´Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!´ diyerek fakir müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O´na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın!
(En´âm/52)

Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın!(Kehf/28)

ALLAH onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: ´Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?´

Deniliyor ki: ´Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad´ı kastediyorlar´.
Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. ALLAH Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Ne zaman ki onlara ALLAH tarafından yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur´an) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler.(Bakara/89)

Vicdanları, onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.(Neml/14)
Bu gurur, ALLAH´a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da ALLAH´ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber´e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.

Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektir. Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.

1. Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır. Hiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak ALLAH´ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda ALLAH ile mücadele etmiş olur.

Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma ALLAH Teâlâ´nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir:

Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.

Yani bu benim sıfatımın özelliğidir. Ancak bana lâyıktır ve bana yakışır. Bu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur.
Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O´ndan başkasına yakışmaz. Bu bakımdan O´nun kullarına karşı böbürlenen O´na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olur. Bu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektir. Her ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de... Bu bakımdan bütün insanlar ALLAH´ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak ALLAH´ın hakkıdır. O halde, ALLAH´ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, ALLAH´ın hakkında ALLAH ile mücadele etmiş olur.
Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun´un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir.

2. Gurur rezaleti artan bir kimse ALLAH´ın emirlerinde ALLAH´a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, ALLAH´ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki ´dinin sırlarını araştırıyoruz´ martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler. Onlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmez. Derhal onu inkâra kalkışır. Gücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenir. Böyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira ALLAH Teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
İnkâra sapanlar dediler ki: ´Bu Kur´an´ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz´.
(Fussilet/26)

Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuştur. Böylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar.
Ona ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler.(Bakara/206)

Hz. Ömer bu ayeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz) demek suretiyle zik-redeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp ´emr-i bilma´rûf yaptı ve öldürüldü. Başka biri kalktı. Öldürenlere şöyle haykırdı: ´İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?´

Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!"

İbn Mes´ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman böyle diyene ´Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!´ diye karşılık vermek yeter de artar bile!"

Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye ´Sağ elinle ye!´ deyince o kişi ´Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Gücün yetmesin!´ dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: ´Bu kişinin, Hz. Peygamber´in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi´.51

Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettir. Çünkü kişinin bu tür gururu kendisini ALLAH´ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis´i ve onun durumlarını ALLAH Teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur´a misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir:

Ben ondan (Adem´den) daha hayırlıyım! (Sad/76)

İşte İblis´in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis´in bu gururu ALLAH´ın emir buyurduğu secde´yi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem´e (a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis´i ALLAH´ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis´in helâk olmasına sebep oldu.

İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hz. Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuştur. Çünkü Sâbit (r.a) Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?´ diye sorunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir.52

Bu söz ´Hakkı reddeden mütekebbir olur!´ şeklinde de vârid olmuştur.

Hadîs-i şerifteki ´Gemise´n-nâse´ cümlesinin mânâsı ´Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar´ demektir.

İşte birinci âfet budur! ´Sefihe´l-hakka´ ibaresinin mânâsı ise, ´hakkı reddetmek´ demektir. Bu da ikinci âfettir. Bu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektir. ALLAH´a boyun eğmekten çekinen, ALLAH´a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle ALLAH´a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise ALLAH´a ve ALLAH´ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir!
______________
51)Müslim
52)Müslim, Tirmizî

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:05

Ne ile Kibir Yapılır?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır´53

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.

Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini ALLAH katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, ALLAH´ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki ALLAH Teâlâ´nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.

Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!´

Hakîkaten bu hüküm, Ebu Derdâ´nın dediği gibidir.

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. ALLAH ile mülâki olmaktaki ve ALLAH´tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!

Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, ALLAH´ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

Mü´minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir.(Şuarâ/215)

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.(Âlu İmran/159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:

Mü´minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)

Hz. Abbas´ın rivayet ettiği hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kavim gelecektir. Kur´an´ı okuyacaklar fakat Kur´an onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar ´Biz Kur´an´ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?´ diyeceklerdir!

Hz. Peygamber bunu söylerken dönüp ashabına baktı ve şöyle dedi:

Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez´.

Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hz. Ömer´den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hz. Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: ´Kıssalar anlatman boğazlanmandır´. Yani senin için tehlikelidir.

Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer şöyle dedi: ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum´.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: ´Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde ´Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok´ kanâatinin varlığını müşahede ettim´.

Huzeyfe gibi bir sahabî´nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!

Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin´in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.

Eğer Hz. Peygamber´in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -ALLAH korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.

Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığı-mıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz,onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! ALLAH Teâlâ´nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O´nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki ALLAH´a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

Kişinin ´halk helâk oldu!´ dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir.55

Hz. Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, ALLAH´ın mahlûklarını hafife aldığına, ALLAH´ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl ALLAH´tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56
Bu kimse ile ALLAH için kendisini seven, ALLAH´ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine um-madığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu ALLAH için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı ALLAH´a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini ALLAH´ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, ALLAH tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman ALLAH tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı ´İsrailoğulları´nın rezili!´ derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da ´İsrailoğulları´nın âbidi´ denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden ´Ben İsrailoğulları´nın reziliyim, bu da İsrailoğulları´nın âbidi... Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki ALLAH bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder´ dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden ´Ben İsrailoğulları´nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları´nın rezili... Bu nasıl benim yanımda oturur?´ diye düşündü ve ondan yüzçevirerek ´Benim yanımdan kalk git!´ dedi.

Bu konuşmadan sonra ALLAH o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: ´Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!´
Başka bir rivayette, ´âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı´ şeklindedir. İşte bu hikâye sana, ALLAH Teâlâ´nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, ALLAH´ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben ALLAH´a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla ALLAH´a itaat eden bir kimsedir.
Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları´ndan biri -kişi, İsrailoğulları´ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: ´Başını kaldır! Yemin olsun ALLAH seni affetmeyecek!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle va-hiy gönderdi: ´Ey benim adıma yemin eden! Aksine ALLAH seni affetmeyecek!´

Hasan Basrî de şöyle demiştir: ´Yün elbise giyen, işlenmiş el-bise giyenden daha mağrurdur´. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.

Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi ALLAH´ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden ALLAH´ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. ALLAH´ın lütfûna mağrur olmaktır.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: ´Siz başınıza geleceği göreceksiniz!´ Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin ´kerametlerinden´ olduğunu iddia eder. ´ALLAH ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!´ der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, ALLAH´a, Hz. Peygamber´e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra ALLAH Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Sonra mağrur câhil, ALLAH katında ALLAH´ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. ALLAH´ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu za-vallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gafil olarak ALLAH´ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî´nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı´.
Bir de Arafat´tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-´Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!´ Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde ALLAH´tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle ALLAH´a karşı minnet eder.
Kim kesinlikle ALLAH´ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu ALLAH´tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için ´başkasından daha hayırlıdır´ şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Oysa ALLAH´ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.

Rivayet ediliyor ki bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hayırla yâdedildi. O kişi birgün çıkageldi. Ashab dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!´
Kişi geldi, selâm verip Hz. Peygamber´in yanına durdu. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki:

Seni ALLAH ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu mille-tin içerisinde ´senden daha üstünü yoktur´ dedi mi?

Kişi ´Ey ALLAHım! Beni affet´ dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, ALLAH´ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır´.
Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber´in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. ALLAH böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer ALLAH Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

Sana tâbi olan mü´minlere kanadını indir (tevazu göster). (Şurâ/215)

Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!
Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere ´O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?´ der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur´an´ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur´an okumuyor!´ Ve benzeri laflar...
Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: ´Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu´ ve benzeri sözler... Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.

Abid´in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece ´başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor´ veya ´ALLAH´ın dininde ondan daha kuvvetlidir´ denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim´e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: ´Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?´ Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? ´Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!´ Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki ALLAH Teâlâ´nın, ´Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur´ dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: ´Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?´ ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona ´Ey siyah kadının oğlu´ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!

Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: ´Benim yanağıma bas!´ İşte Hz. Peygamber´in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer´i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer´in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve ´Kibri ancak zillet sökebilir´ hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

İki kişi Hz. Peygamber´in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?´
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

´İki kişi Musa´nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filânım!´ Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun´57

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde ALLAH nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hz. Aişe´den (r.a) şöyle rivayet edilir: ´Bir kadın Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: ´Sen onun gıybetini yaptın!´59

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu ´kısa boylu olmakla´ anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe´nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: ´Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!´

Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:

O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona ´Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!´ dedi.(Kehf/34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman ´MâşaALLAH, kuvvet yalnız ALLAH iledir!´ demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama RABBİM bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir.(Kehf/39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra ALLAH Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
´Ah ne olaydı! RABBİMe hiçbir ortak koşmamış olaydım!´ diyordu.(Kehf/42)

Kârun´un gururu da bu türdendir; zira ALLAH Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler ´Keşke Kârun´a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!´ dediler.

6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de...

Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...

İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya ALLAH katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi...
ALLAH Teâlâ´dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak ALLAH herşeye kâdirdir.
_________________

53)Irâkî şöyle der: ´´Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal ´İlmin âfeti
unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur´ diye zayıf bir senedle Hz. Ali´den bu
hadîsi rivayet etmiştir".
54)İbn Mübârek, Zühd
55)Müslim
56)Müslim
57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban
59)Daha önce geçmişti.

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:07

Kibir´i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler

Kibir, bâtınî bir ahlâktır. Görünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirler. Buna tekebbür demek, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması mânâsına tahsis etmek uygundur. Bu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardır. O da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur; zira kişi nefsinden, ilminden, amelinden veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb´a kapıldığı zaman nefsini büyütür ve kibirlenir.

Zahirî kibre gelince, onun sebepleri üçtür: Birinci sebep, mütekebbirdedir. İkinci sebep, kendisine karşı kibir taslanan kimsedir. Üçüncü sebep de bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir.

Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdur. Kendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ve hased´dir. Bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe ge-lince, o sebep riyadır. Bu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur: Ucub, hıkd, hased ve riya!

Ucub

Biz daha önce de ucbun bâtınî kibri gerektirdiğini, bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu söyledik.

Hıkd

Hıkd, insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlar. Tıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi... Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını doğurmuştur. Böylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştir. Bu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmaz. Her ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de... Nice rezil kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmez. Kendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati
kabul etmemeye zorlar. O büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlar. Eğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremez. Ona karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemez. Bilmediği meseleleri ondan sormaz.

Hased

O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirir. Her ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de... Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder! Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmez. Ondan ilim öğrenmeyi bile reddeder. Nice cahil vardır ki ilme muhtaçtır. Oysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştır. O hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslar. Oysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktır. Fakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar!

Riya

Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet eder. Hatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara eder. Her ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina eder. İstifade etmek hu-susunda ona tevâzu göstermez. Bütün bunları halkın ´o kendisinden üstündür´ diyeceği korkusundan yapar. Bu bakımdan kendi-sini kibirlenmeye sevkeden âmil sadece riyadır. Eğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdi. Ucub veya hased veya hıkddan ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de böbürlenir. Yalancı olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet eder. Yalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı gururlanır. Meclislerde ona karşı büyüklük taslar! Yolda giderken onun önünde yürür. İkram ve i´zazda onunla eşit olmaya razı olmaz. Oysa bunlara müstehak olmadığını bilir. Neseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için,bâtınında kibir de yoktur. Sanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılır. O halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelir. ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. ALLAH en doğrusunu bilir!


All times are GMT +3. The time now is 16:24.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025