![]() |
Nureddin Mahmud Zengî
Selçuklu atabeglerinden. Künyesi Ebü?l-Kâsım Mahmûd bin İmâdeddîn Zengi?dir. 1118?de Musul?da doğdu. Musul ve Haleb Atabegi İmâmeddîn Zengi?nin oğludur. İyi bir eğitim ve öğretim görerek, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Gençliğinden îtibâren babasının seferlerine katılarak kumandanlık vasıflarını geliştirdi. Babası İmâmeddîn Zengi?nin 1146?da öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddîn Gâzi ile Nûreddîn Mahmûd arasında paylaşıldı. Seyfeddîn Gâzi Musul merkez olmak üzere Fırat Nehrinin doğusunda kalan yerleri alırken, Nûreddîn, Halep merkez olmak üzere Fırat Nehrinin batısında kalan yerleri aldı. Bu sırada Zengi?nin ölümünü fırsat bilen Haçlı liderlerinden İkinci Joscelin, bir kısım Hıristiyan halkla anlaşarak Urfa?yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Nûreddîn Mahmûd, bu haberi duyunca süratle gelerek kaleyi tekrar ele geçirdi. İhânet eden Hıristiyanları cezâlandırdı. Halep bölgesine hâkim olup, Hıristiyanların elindeki Keferlâsa ve Artak?ı aldı. 1148?de Seyfeddîn Gâzi Musul?da vefât edince bâzı komutanlar Nûreddîn?in atabeg olmasını istediler. Fakat, Kutbeddin Mevdûd, atabeg oldu. Sincar Vâlisi, Nûreddîn?i dâvet ederek şehri teslim edince, Mevdûd ordusuyla harekete geçti. Fakat iki kardeş arasındaki anlaşmazlık barış ile netîcelendi. Nûreddîn, Humus ve Rakka?yı alıp Sincar?ı kardeşine verdi (1149). Bu târihten itibâren iki kardeş, Haçlılara karşı Müslümanları birleştirmek için çalıştı. Nûreddîn, Antakya topraklarını zapt etti. Harim civârını yağmalatıp, İnnib Kalesini kuşattı. Sıra ile Harim?i ve Fâmiye Kalesini aldı. Mevdûd da Nûreddîn?in bu muhârebesine katıldı. 1153?de Hıristiyanlardan Askalan?ı aldı. Askalan?ı kaybeden Hıristiyanların Şam?a yönelmeleri üzerine Şam?ı Emir Mucirüddîn?den alarak kendi toprakları arasına kattı (1154). Esediddîn Şirkûh?u Şam vâlisi yaptı ve Haçlıların saldırılarını bertaraf etti. Sonra Mısır işleriyle alâkadar olmaya başlayan Nûreddîn Zengi, Şirkûh ve yeğeni Selâhaddîn Eyyûbî?yi Mısır?a gönderdi. 1164 yılında Harim?i yeniden Haçlılardan aldı. 1169 yılında Şirkûh, Mısır?da hâkimiyeti ele geçirdi. Selâhaddîn Eyyûbî, Nûreddîn Zengi?nin emriyle 1171 yılında Fâtımîleri tamâmen ortadan kaldırdı. 1173 yılında Anadolu?ya giren Nûreddîn Zengi, İkinci Kılıç Arslan?a âit bâzı kasabaları ele geçirdi. Bu esnâda Bağdat Abbâsî halîfesi kendisine Musul, Elcezire, İrbil, Hilât, Sûriye, Mısır ve Konya hükümdârlığını tasdik ettiğini belirten bir menşûr verdi. Fakat çok geçmeden Sultan Nûreddîn Zengi, Şam?da vefât etti (1174). Kendi yaptırdığı Nûriye Medresesine defnedildi. 1147-1149 yılları arasında gerçekleşen İkinci Haçlı Seferlerini netîcesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nûreddîn Zengi, kurduğu eğitim kurumları, sosyal tesisler ve yaptığı îmâr faaliyetlerinin yanında, güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddin Eyyûbi?yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Halep, Şam, Hama, Humus, Baalbek, Menbic ve diğer şehirlerde büyük medreseler, câmiler, imâretler, kervansaraylar, hastâne ve dâr-ül-hadîsler yaptırdı. Masrafların karşılanması, tâmirâtı ve yaşatılması için büyük vakıflar bıraktı. Şam?da yaptırdığı büyük hastâne, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis üniversitesi mâhiyetindeki ilk Dâr-ül-hadîsi o kurdu ve pek çok kitap vakfetti. Rasadhâne kurdurarak, güneş saati yaptırdı. Dindâr olup, ilim adamlarının hâmisiydi. Karargâhında dahi Kur?ân-ı kerîm okutup, hürmetle dinlerdi. Ülkesini adâletle idâre ettiği için?Melik-ül-âdil? lakabıyla tanındı. Haftada iki gün halkın huzûruna çıkarak şikâyetleri dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için, hassas bir haber alma teşkilâtı kurdu. Haberleşmede güvercinlerden de faydalandı. Kendisinin ve âile çevresinin ihtiyaçlarını, ihsanlarını, şahsî malından karşılardı. Ganîmetten, âlimlerin helâl dediklerinden başkasını almaz, altın, gümüş kullanmaz ve ipek giymezdi. Raziye Begüm Sultan Dehli sultanı. Babası Şemseddin İltutmuş, annesi Terken Hâtundur. Sultan Şemseddin İltutmuş tarafından, 1232 yılında Dehli tahtına veliaht tâyin edildi ve devlet adamları da bîat etti. İltutmuş?un iki oğlu varken, kızı Râziye Sultanı Dehli tahtına veliaht tâyin etmesi; aklı, zekâsı, halkın sevmesi ve saraydaki idârî hareketlerindendir. Fakat babasının 1236?da vefâtıyla, kardeşi Rükneddîn Fîrûz Şâh, Dehli Sultanı îlân edildi. Fîrûz Şâhın devlet idâresiyle alâkadar olmaması üzerine, tahttan indirilip, Râziye Begüm, Dehli Sultanı oldu. Râziye Begüm Sultan, 1236?da Dehli tahtına sâhip olunca, babasının hastalığı ve kardeşi devrinde ihmâle uğramış ve ortadan kakmış an?ane ve âdetleri tekrar canlandırdı. Ülkede âdil bir îdare kurup, ihtiyâç sâhiplerine cömertçe ihsânlarda bulundu. Râziye Sultanın saltanatı devrinde, Hindistan?daki Râfizîlerden Karmatîler ve Mülhidler zümresi faaliyetlerini arttırdı. Bozuk din mensubu Karmatî ve Mülhidler, Nur-Türk liderliğinde isyân edip, Sind bölgesinden, Con ve Ganj nehirleri kıyılarından gelerek, Dehli?de toplandılar. Nur-Türk?ün, Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile mezhep mensuplarının aleyhinde bulunmaları, sapıkların Cumâ günü Dehli?deki Câmi-i Mescid?e, Muizzi Medresesine silâhla girmeleri ve katliam yapmaları üzerine, tedbir alındı. Âsî Karmatîler, ordunun ve halkın desteğiyle Nur-Türk ve pek çok taraftarı öldürüldü. Dehli, âsîlerden ve bozuk din mensuplarından temizlenerek, emniyet ve huzur sağlandı. Râziye Sultan, 1238 yılında Gvalyar Seferine çıktı. Gvalyar?da ordu ve ihtiyâç sâhiplerine bol bahşiş ve ihsânlarda bulunup, hediyeler dağıttı. Görev vermede hassâsiyetle hareket edip, kıymetli âlimleri Dehli?deki Nâsıriyye Medresesine tâyin etti. Râziye Begüm Sultanın hükümdârlığını, Türk asıllı kumandan ve beyler çekemeyerek, 1240?ta tahttan indirip, kardeşi Behrâm Şâhı Dehli Türk Sultanlığına getirdi. Râziye Begüm Sultan ise, hapsedilmek üzere Taberhinde Kalesine gönderildi. Buradayken, Melik İhtiyârüddîn Altuniyye ile evlenen Râziye Begüm, büyük bir kuvvetin başına geçti. Nitekim Melik Altuniyye?nin birlikleri yanında Gakhar, Catvan ve diğer yerlilerden topladığı askerlerle, 1240?ta harekete geçerek, Dehli tahtını tekrar ele geçirmek üzere hareket etti. Dehli?den Melik İzzeddîn Muhammed Sâlari ve Melik Karakuş da Râziye Begüm Sultanın kuvvetlerine katıldı. Behrâm Şâhın ve Râziye Begüm Sultanın orduları Kaytal?da karşılaştı. Mağlup olan Begüm Sultan, esir olmamak için savaş meydanından uzaklaştı. Hindû bir rençber, Râziye Sultanı, zîneti için öldürüp, tarlaya gömdü. Hindû rençber, mücevherlerle işlenmiş elbiseleri satarken, çarşıda yakalandı. Soruşturmalar netîcesinde Râziye Begüm Sultanın mezarı bulundu. Râziye Begüm Sultan, bozuk din mensuplarına karşı mücâdele ettiğinden ve âdil, cömert ve cesur olduğundan, âlimler ve Dehlililer tarafından kendisine çok hürmet edilirdi. Cesedi tarladan çıkarılarak, muhteşem bir dînî merâsimle defnedilip, Con Nehri kenarındaki mezarının üstüne türbe yapıldı. Râziye Begüm Sultan, Türk İslâm târihinde ender rastlanan, ilk kadın sultandır. Batıdaki nümûnelerinin dışında, ahlâksızlığa ve saray entrikasına düşmeden hükümdârlık yapıp, devlete ve millete çok hizmet etti. Adâleti, cömertliği, ilme, âlimlere ihsânı ile meşhurdur. Dehli?de kestirdiği paralarda ?Umdetü?n-Nisvân Melike-i Sultan Râziye binti Şemseddîn İltutmuş? diye yazılıp, ?Râziyetü?d Dünyâ ve?d-Dîn? ve ?Belkıs-i Cihân? unvânlarını taşıyordu. Râziye Begüm Sultan giyimine çok dikkat eder, erkek elbisesi hiçbir zaman giymez ve yüzüne de nikap takardı. Selçuk Bey Selçuklu Devleti'ne adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan Oğuz Devleti'nin komutanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Babası ölünce, yerine, 18 yaşındaki Selçuk Bey, subaşı oldu. Genç yaşına rağmen, yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in giderek artan itibarı, Oğuz Devleti'nin Yabgusu ve eşini rahatsız edince; Selçuk Bey, kendisine bağlı aşiretiyle birlikte Oğuz Yabgu Devleti topraklarını terk etti. Selçuk Bey ve maiyetindekiler, 985 ve takip eden yıllarda güneye giderek, Seyhun Irmağı kenarındaki Cend şehrine geldi. Yerleştikleri bölge, dönemin İslam ülkeleriyle sınır durumundaydı. Selçuk Bey yönetimindeki Oğuz Türkleri, kısa zamanda İslamiyeti kabul etti. Bu durum, Selçuk Bey ile Yabgu'nun arasını iyice açtı. Selçuk Bey, "Müslümanlar, gayrimüslimlere haraç vermez' diyerek, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Ardından, çevresindeki gayrimüslimlere karşı cihada başladı. Selçuk Bey'in istiklalini ilan etmesi, Yabgu'ya karşı direnmesi ve cihada girişmesi, bölgede itibarını giderek artırdı ve Yabgu'ya karşı olan Türk beyleri, kendisinin etrafında toplanmaya başladı. Böylece, Maveraünnehir'de üstünlük sağlayan Selçuk Bey, Müslüman olan Samanilerle anlaşarak, Buhara yakınlarındaki Nur kasabasına yerleşti. Mikâil, Arslan, İsrail, Yusuf ve Musa adındaki oğullarıyla birlikte, Büyük Selçuklu Devleti'nin temellerini atan Selçuk Bey, yüz yaşında vefat etti. Sökmen Bey II Ahlatşahlar da denilen Sökmenliler Devleti hükümdârı. Babası İbrâhim Beydir. Amcası Ahmed?in devlet idâresinde yetersizliği sebebiyle tahttan indirilmesi üzerine 1128?de başa geçti. Ahlatşahlar Beyliği, çocukluk dönemi hâriç, İkinci Sökmen Bey zamânında en iyi devresini yaşadı. İkinci Sökmen bir ara Sasunlulara esir düştü ise de Artuklu Beyi Timurtaş?ın yardımıyla esâretten kurtuldu. Musul Atabegi İmâdeddîn Zengi?nin ölümünden sonra, İkinci Sökmen, ona âit olan Hızan ve Mâden?i ele geçirdi. Bu sırada Artuklu Beyi Kara Arslan, Malazgirt ve Tûtab şehirlerini Ahlatşâhlardan aldı. Artuklulardan Necmeddîn Alp?in aracı olmasıyla, Kara Arslan ele geçirdiği yerleri geri verdi. 1161 senesinde Gürcüler, Ani?yi ele geçirince, İkinci Sökmen, diğer Türk beyleriyle Gürcistan Seferine çıktı. Bu seferde İkinci Sökmen, büyük bir hezîmete uğradı. İki yıl sonra tekrar birleşen Türk beyleri, Gürcistan?a yeni bir sefer düzenlediler ve Gürcüleri yenilgiye uğrattılar. İkinci Sökmen, Ahlat?ta parlak törenle karşılandı. On iki yıl sonra Âzerbaycan Atabegi Şemseddîn İldeniz, İkinci Sökmen?i Gürcülere karşı yardıma çağırdı. Nahcıvan?da toplanan Türk orduları Taryalis Ovasına kadar ilerledi. Gürcü Kralı savaşmaya cesâret edemedi ve ormanlık bir bölgeye kaçtı. Türk ordusu, pek çok ganîmet elde ederek geri döndü. Bu sırada Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1174 senesinde bağımsızlığını îlân ederek, Eyyûbî Devletini kurdu. Ülkesini genişleten Selâhaddîn Eyyûbî, Doğu Anadolu?yu da topraklarına katmak istiyordu. Selâhaddîn Eyyûbî, Musul?u kuşatınca, Atabeg İzzeddîn Mes?ûd, diğer Türk beylerinden yardım istedi. Halîfe Nâsır, İkinci Sökmen ve Atabeg Kızıl Arslan?ın aracı olmasıyla, Selâhaddîn Eyyûbî, Musul kuşatmasını kaldırdı. İkinci Sökmen, uzun yıllar hüküm sürdükten sonra, 1185 yılında yaklaşık 80 yaşlarındayken vefât etti. Çevredeki bütün hükümdârlar, ona saygı gösterirlerdi. Akıllı, ileri görüşlü ve güzel ahlâklı bir hükümdârdı. Cesâreti ve Gürcülere karşı mücadelesi, halkın gönlünde taht kurmasına sebep olmuştu. Ahlat, en parlak dönemine onun devrinde ulaştı. |
Sultan Sencer
Büyük Selçuklu Sultânı. Melikşah?ın oğludur. Babasının bir seferi sırasında, 1086 yılında Sincar?da doğdu. Küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmiş, devlet idâresinde tecrübe kazanmış ve ağabeyi Sultan Berkyaruk?a devlet işlerinde yardımcı olmuştur. Sencer, gerek ağabeyi Berkyaruk?un, gerekse diğer ağabeyi Muhammed Tapar?ın saltanatları zamânında, devlet hizmetinde bulunarak millî birliğin temini için elinden gelen yardımı yaptı. Doğuda ortaya çıkan isyânları bastırdı. Bu esnâda gösterdiği başarılar sebebiyle Horasan melikliğine tâyin edilen Sencer, taht mücâdeleleri dolayısıyla Selçuklu Devletinin içinde bulunduğu durumdan istifâde ederek, Selçuklu topraklarına saldıran Şarkî Karahanlı Hükümdârı Kadir Hanın saldırılarını bertaraf etti (Haziran 1102). Gazneliler Devletini tâbi duruma soktu. Gazne?de hutbe, sıra ile; halîfe, sultan, sonra Melik Sencer ve nihâyet Gazne sultânı Behramşah adına okundu (1118). Sencer, ağabeyi Berkyaruk?un vefâtından sonra sultan olan diğer ağabeyi Muhammed Tapar ile de samîmî ve gösterişsiz münâsebetlerini devam ettirdi. O, doğu bölgelerinde siyâsetini icrâ ederken, Sultan Muhammed batı ile ilgileniyordu. Yâni Sultanla müstakbel sultan birbirini tamamlıyorlardı. Babası Melikşâh?ın siyâsetini tâkip eden Sencer, Horasan?dan îtibâren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Böylece Selçuklu Devleti, doğudan emin olarak batıda mücâdelelerine devâm etti. Muhammed Tapar?ın ölümü üzerine (18 Nisan 1118), henüz küçük yaşta bulunan oğlu Mahmud, devlet erkânı tarafından, Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarıldı. Diğer taraftan Sencer de Horasan?da kendisini sultan îlân etti (14 Haziran 1118) ve sultanlığını halîfeye tasdik ettirdi. Sencer?in tek başına Büyük Selçuklu Sultânı olabilmesi için, tahta çıkarılan Mahmud?un bertaraf edilmesi lâzımdı. 14 Ağustos 1119?da Save?de amca-yeğen arasında yapılan savaş, Sencer?in gâlibiyetiyle netîcelenince Sencer, Büyük Selçuklu sultânı oldu. Devletin merkezi, Irak-ı Acem?den Horasan?a nakledildi. Mahmud?la yapılan anlaşmaya göre, Rey, Sencer?de kalmak üzere, imparatorluğun batı tarafları Mahmud?a verilecekti. Ancak Mahmud, hem sultan unvânını koruyacak, hem de Sencer?e tâbi olacaktı. Böylece Irak Selçukluları Devleti kurulmuş oldu. (Bkz. Irak Selçukluları) Sencer, 1113?te Semerkant?a, 1114?te Gazne ve Gurlular üzerine sefer yaparak, bölgede hâkimiyetini kurdu. Ayrıca Irak, Âzerbaycan, Taberistan, İran, Sistan, Kirman, Harezm, Afganistan, Kaşgar ve Mâverâünnehir?de hakimiyet kurdu. Uzun zaman saltanat mücâdeleleri geçiren devleti, yeniden tanzim etti. Âdeta, devleti yeniden kuran Sencer, idâreci kadroyu da yeniden tâyin etti. Irak-ı Acem?in yarısı ile Gilân bölgesini Şehzâde Tuğrul?a; Fars eyâletiyle, İsfehan ve Huzistan?ın yarısını ise Selçuk Şâha verdi. Kendisi de Sultan-ül-a?zam unvânını aldı. Diğerleri ona tâbi oldular. Bu birlik bir müddet böyle devâm etti. Fakat Halife Müsterşît ile bir ittifak kuran Mahmud, amcasına isyân hazırlıklarına başladı. Bunu haber alan Sencer, Mahmud?un üzerine yürüdü. 26 Mayıs 1132?de yapılan Dînever Savaşı, Sencer?in gâlibiyetiyle netîcelendi. Sencer, yanında getirdiği diğer yeğeni (Mahmud?un küçük kardeşi) Tuğrul?u, Irak Selçukluları tahtına çıkardı ve ona bâzı tenbihlerde bulunarak geri döndü. Daha sonra Karahanlıların isyânını bastıran Sencer, 1136?da Gazneliler ve 1141?de Harezm?in isyânını bastırdı. 1141?de gayrimüslim Karahitayların, Karahanlılara hücûmuna mâni olmak isterken, Semerkant yakınlarındaki Katavan sahrasında Karahitaylara mağlup olması, uzun süren saltanatının dönüm noktası oldu ve onu son derece telâşa düşürdü. Belh?i kaybetti. Sencer?in bu mağlûbiyeti, gerek Müslüman, gerekse Hıristiyan dünyâsında büyük akisler yaptı. Mağlûbiyeti fırsat bilen Harezmşâh Atsız, Horasan ve Sencer?in pâyitahtı Merv?i istilâ etti ve hazîneleri alıp götürdü. Sencer?in, Harezm?e sefer yapacağını öğrenen Atsız, ona karşı meydan muhârebesi vermeyi göze alamadı, tekrar itâatini arz edince affedilerek hazîneleri iâde etti. Bu uzlaşma, hiçbir şeyi halletmedi ve Sencer, Atsız?ı iknâ etmek üzere meşhûr şâir Edib Sâbir?i elçi gönderdi. Atsız, tertip ettiği bir suikastla Edib Sâbir?i öldürtünce, Sencer, üçüncü defâ Harezm?e sefer yapmaya mecbur oldu (1147). Sencer, pâyitaht kapılarına dayanınca, Atsız af dilemek üzere elçi gönderdi. Sultan yine affetti. Bu esnâda, Sencer?in kumandanlarından Kumac, bağımsızlık îlân eden Gur Sultânı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz?a yenilmişti. Sultan Sencer, Gurlulara karşı sefer hazırlıkları yaparken, Gurlular, Gaznelilerle savaşa tutuştu. Netîcede Gazneliler, kesin yenilgiye uğradı ve Behramşâh Hindistan?a kaçtı. Gaznelilerin başkenti, Gur hükümdârı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz tarafından yerle bir edildiği sırada, Sultan Sencer de, Gurlulara haddini bildirmek için yola çıkmıştı. Haziran 1152?de yapılan savaşta Gurlular mağlup ve hükümdârları da esir edildi. Gur idâresi, tekrar Alâeddîn Cihansuz?a verildi. Sencer, Katavan sahrasındaki yenilgiden beri, ilk defâ büyük bir zafer kazanmış ve tekrar îtibârını yükseltmişti. Fakat, bu defa Oğuzlarla, Selçuklu emirleri arasındaki ayrılık büyüdü ve bir kısım emîrlerin ısrârı üzerine, Oğuzlarla Belh vilâyeti içinde savaşa mecbur oldu (Mart ve Nisan 1153). Savaş, Selçuklu ordusunun mağlup olmasıyla sonuçlandı. Sultan esir düştü. Tâbi bulundukları Selçuklu Devletinin büyük sultânını esir alan Oğuzlar, beklemedikleri bu netîceden sonra, birden bire kendilerini devletin başında buldular. Esir Sultan?ı Tahta oturtuyor, gereken saygıyı gösteriyor; fakat gece de demir bir kafese koyuyorlardı. Her ne kadar Sencer, aralarında esir sıfatıyla bulunmuşsa da, kendilerinden birini sultan yapmayarak, esir hükümdârı tahta oturtup saygı göstermeleri; Oğuzların, Büyük Selçuklu Devletini devam ettirmek istediklerini gösteriyordu. Fakat Büyük Sultan, Oğuzların elinde esâret altında hükümdâr olmaktansa, tahtı terk etmeyi tercih etti. Merv hânkâhına kapandı. Yine esâret devâm ediyordu. Üç yıl süren esirlik hayâtında çok sıkıntılar çekti. Kumandanlarından Kumac?ın torunu Mueyyed Ayaba tarafından, Oğuz muhâfızları kandırılarak, Nisan 1156?da kurtarıldı. Ancak kurtuluşundan bir yıl sonra, 29 Nisan 1157 senesinde vefât ederek, Merv?de kendi yaptırdığı türbesine defnedildi. Vefâtında, 91 yaşındaydı. Kırk yıl süren saltanatı boyunca Sencer, doğu ve batı olmak üzere iki cepheli bir siyâset tâkip etmiştir. Fakat siyâsetinin ağırlık noktasını hep doğu teşkil etmiştir. Önce batıyı tanzime uğraşan Sencer, burada bir türlü istediğini yapamamıştır. Çünkü hâdiseler onu doğuya çekerken, batı tamâmen ihmâl edilmiştir. En ufak bir bahâneyle hep doğuya hareket eden Sultan?ın, bunda ne kadar haklı olduğunu, Katavan Savaşı ve Oğuz isyânının doğuda patlak vermesi göstermiştir. Sencer zamânında halk refah içindeydi. Mevcut nizamı bozmak için ortaya çıkan Bâtınîlik ve İsmâilîlik cereyânı, devlet tarafından alınan bütün tedbirlere rağmen, câhiller arasında yayılmaya devâm etmiş, kaleden kaleye sıçrayarak, bir taraftan Sûriye?ye, diğer taraftan devletin belkemiği olan Horasan?a doğru yayılmıştı. Her tarafta bir tedhiş hareketi almış başını gidiyordu. Fakat Sultan, saltanat mücâdeleleri, iç karışıklıklar ve doğudan gelen saldırılar sebebiyle, onlarla yeteri kadar ilgilenemedi. Sencer devrinin en büyük âlimi, İmâm-ı Gazâlî hazretleridir. Babası Melikşâh devrinde de bulunmuş olan İmam-ı Gazâlî hazretleriyle Sencer?in münâsebetleri meşhurdur. Ahmed Nâmık-i Câmî ile de münâsebeti olan Sencer, âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Bunun netîcesi olarak, uzun süren saltanatı zamânında Sultanın teveccühüne mazhar olan pek çok âlim, sanatkâr, tabip yetişmiştir. Allah adamlarının yanında bulunmaktan hoşlanan Sultan Sencer, onların nasîhatlerini can kulağıyla dinler, hatâ yaptığında îkâz etmelerini ricâ ederdi. Kim olursa olsun kendisine yapılan şikâyeti sabırla dinler, adâleti yerine getirirdi. Sultan Sencer?in teşvikleriyle Horasan, bütün İslâm dünyâsına ve bu arada Anadolu?ya devamlı şekilde din ve ilim adamı sevk eden bir merkez olmuştu. Sencer zamânında Selçuklu devlet teşkilâtı da en sağlam hâlini almıştı. Sencer, daha sağlığında, babası Melikşâh kadar büyük bir hükümdâr sayılmıştır. Ölümünden sonra da kaynaklarda yine Melikşâh ile birlikte, örnek hükümdâr olarak gösterilmiştir. Hadîs-i şerîf rivâyet edebilecek kadar ileri derecede ilim sâhibi olup, hadis âlimleri arasında sayılmıştır. Farsça şiirler yazdığı da bilinmektedir. Daha hayattayken Merv?de yaptırdığı türbesi, büyük bir sanat eseri olup, devrinin medeniyeti hakkında fikir vermeye yeter. Şah Abbas Safevî (I. Abbas) Safevî şahlarının beşincisi. Muhammed Hüdâbende?nin oğlu olup, 1571?de doğdu. Safevî şahı olan babası Muhammed Hüdâbende?ye, Herat?ta isyan etti. Kazvin?i ele geçirdi. 1587?de Safevî şahı olarak tanındı. 1588 yılı ortalarında Özbek Hanı Abdullah Han, Safevîlere âit Herat?ı zaptedip Meşhed üzerine yürüdü. Şah Abbas, onu durdurmak için Horasan?a hareket edince Osmanlılar, Gence ve Nihavend?i ele geçirdiler. Böylece doğuda Özbek, batıda da Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî Devletinde, iç isyanlar da görülmeye başladı. Ülke içindeki emirler, bağımsız hareket ediyor ve isyan hareketlerinde bulunuyorlardı. Şah Abbas, iç isyanları bastırabilmek için, Osmanlılarla anlaşmak istedi. Yapılan görüşmelerden sonra, İran?da hazret-i Peygamberin Eshâbına ve halîfelerine hakâretten vazgeçilmesi, Sünnîlere karşı zulüm ve eziyette bulunulmaması ve tarafların ellerindeki yerlerin aynen muhâfazası şartlarıyla bir antlaşma imzâlandı. Böylece, Azerbaycan?ın bir kısmı, Şirvan, Gürcistan, Karabağ ve Luristan?ın bir bölümü, Osmanlıların elinde kalıyordu. Osmanlılarla yapılan bu barış antlaşmasından sonra Şah Abbas, İran?da başkaldırmış olan emirlerle mücâdeleye girişti. Devletin merkezî otoritesini kuvvetlendirince, doğuda Mâverâünnehir Seferine çıktı. 1597?de Özbek Sultanı Abdullah Hanı, Herat?ta yendi ve Horasan?dan uzaklaştırdı. Böylece, ülkesini huzura kavuşturdu. Osmanlılara karşı koyabilmek için devlet merkezini Kazvin?den İsfahan?a nakletti. Osmanlıları taklit ederek maaşlı, tüfenkli yeni bir ordu kurdu. Şahsevenler adı verilen bu ordunun kaynağını daha çok Gürcü ve Ermeniler meydana getiriyordu. Bu hazırlıklardan sonra Şah Abbas, 26 Eylül 1603?te, Basra Körfezi?nde Bahreyn Adalarını alıp, batıda Osmanlı topraklarına göz koydu. Safevîlerin, tek başlarına, Osmanlılarla mücâdelesinin imkânsız olduğunu anlayınca, ittifak aradı. Doğudaki Özbekler ve Gürcüler, Tebriz?i âni bir baskınla işgal etti. Tebriz?deki Osmanlı askeri, iç kaleye çekilip, şehir, Safevîlerin eline geçti. Lala Ali Paşa, sefer dönüşü Tebriz?in kuzeybatısındaki Sofyan mevkiinde Safevî baskınına uğradı. Şah Abbas, 1500 ile 2500 kadar olan az miktardaki Osmanlı kuvvetleri üzerine süvari kıtalarını gönderip, 15.000 kişilik kuvvetiyle, Lala Ali Paşayı yendi. Lala Ali Paşa'nın; esir edilmesine rağmen kahramanca müdafaası, Şah Abbas?ın dikkatini çektiğinden, hayâtını kahramanlığına bağışladı. Nahcivan ve Erivan da Safevî hâkimiyetine geçti. Osmanlılar, devamlı Avrupa cephesinde harplerle meşgul olduğundan, İran cephesiyle bütünüyle ilgilemediler. 1671?de, Vezir-i âzam Halil Paşa, Erdebîl Seferi denilen İran Seferine çıkınca, 26 Eylül 1618?de Osmanlı-Safevî Antlaşması yapıldı. Şah Birinci Abbas zamânında yapılan bu antlaşmayla; Kars ve Ahıska ile batısı Osmanlılara kalacak; Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan beylerine taarruz edilmeyecek; esirler iâde edilecek; İran şâhı her yıl Osmanlıya haraç olarak yüz yük ipek kumaş ve diğer kıymetli eşyâlar gönderecekti. Buna rağmen, Şah Abbas, 1624?te Kerbela Haccı bahânesiyle 11/12 Ocak gecesi Bağdat?ı işgâl ettirdi. Bağdat?taki Osmanlı devlet adamları, askerleri, âlimleri ve Müslümanlardan binlercesini insanlık dışı fiillerle katlettirdi. Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i beytin türbelerini tahrip ettiler. Bu katliam ve tahribat üzerine Osmanlılar, Bağdat Seferi hazırlıklarına başladı. Serdar-ı Ekrem Hâfız Ahmed Paşa, 11 Kasım 1625 târihinde Bağdat?a gelip, Azamiye Kalesini zaptetti. Bağdat, Osmanlı ordusunca kuşatılınca, Şah Abbas, otuz bin kişilik bir imdat ordusuyla bölgeye geldi. Bağdat?ta, Osmanlılarla üç defâ neticesiz muhârebe oldu. Şah Abbas?tan sonra, Sultan Dördüncü Murad Han (1623-1640) zamânında, bölgedeki üstünlük tekrar Osmanlılara geçti. Sultan Dördüncü Murad Han, 1638?de bizzat Bağdat Seferine çıkınca, şehir, 24 Aralık 1638?de teslim alındı. Bölgede tekrar adâlet tesis edilip, tâmirat ve îmâr faaliyetleri yapıldı. Zâlimliğiyle ün yapan Birinci Şah Abbas-ı Safevî, kırk üç yıl hükümdarlık yaptıktan sonra, 19 Ocak 1629 târihinde Mazenderan?da öldü. Yerine torunu Sam Mirza, Birinci Şah Safi adıyla Safevî Şahı oldu. Şah Cihan Hindistan?da, Bâbürlüler Devleti hükümdarlarından. Cihangir Selim Şahın oğludur. 1592?de Lahor?da doğdu. Sarayda iyi bir tahsil gördü. Şehzâdeliği, önemli devlet hizmetleriyle geçti. Ağabeyi Hüsrev Han meselesinden dolayı babasına karşı geldi. Askerinin çokluğuna ve babası tarafındaki kumandanların, kalpten kendisine bağlı olmalarına rağmen zafer kazanamadı. O zamanın büyük âlimi İmâm-ı Rabbânî?ye giderek, muvaffak olmasına duâ etmesi için yalvardı. Büyük İmâm (kuddise sirruh) babasına karşı gelmesine mâni olup, nasihat etti: ?Babana git, elini öp, gönlünü al! Yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır? diye müjde verdi. Şah Cihan, emirlerini dinledi ve arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra, 1637?de, babası vefât edince, Agra?da ?Ebü?l-Muzaffer Şihabüddîn? unvanı ile Bâbürlü tahtına çıktı. 1630 senesinde Nizamşahları itaat altına aldı ve Darur şehrini ele geçirdi. Ertesi sene Devletabad?ı da alarak Nizamşahları ortadan kaldırdı. Şiî Kutubşahlar üzerine yürüyerek, hutbede dört halifeyi zikretmeleri ve vergi ödemeleri şartıyla anlaşma yaptı. Ahmednagar?ı ele geçirdi. Golkonda ve Brezpur gibi Güney Hind Sultanları, Bâbürlü hâkimiyetini tanıdılar. Böylece, devletin otoritesini Hindistan?da tamâmen sağladı. Bayındırlık işlerine ehemmiyet vererek, tarımın gelişmesini temin etti. İngiliz, Portekiz ve Hollandalılara karşı ülkenin menfaatlerini korudu. Delhi şehrini îmâr etti ve genişletti. Kale, saray, câmi, mescit ve türbeler yaptırdı. Hanımlarından birinin Agra şehrindeki mezarı üstüne yaptırdığı Tac Mahal denilen, sanat değeri çok fazla ve süslü türbe, Türk mîmarlık târihinin önemli eserleri arasındadır. Şah Cihan, 1657?de hastalanınca, oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib Âlemgir Şah adındaki oğlu, kardeşlerine karşı üstünlük sağladı ve babasını tahtından indirerek, 1658 senesi Temmuz ayında, Agra?da sultanlığını îlân etti. Şah Cihan, Agra şehrinde sekiz yıl daha yaşadı. 75 yaşında vefât etti. Tac Mahal?de, eşinin yanında toprağa verildi (1666). Şah İsmail I Safevî Devletinin kurucusu. Erdebilli Şeyh Safiyyüddin?in torunudur. Babası Râfizî Şeyh Haydar, annesi Akkoyunlu Uzun Hasan?ın Katerina Despina adlı hanımından olan kızı Halime Begüm?dür. 1487?de doğdu. İsmâil-i Safevî diye de bilinir. Türklerin Hatay kabilesindendir. 1493?te babası Haydar, Şirvan Hükümdârı Sultan Yâkub?un kuvvetleriyle yaptığı muhârebede öldürüldü. İsmâil Safevî ve kardeşleri, dayısı Sultan Yâkub tarafından ölümden kurtarılıp, Şiraz Vâlisi Mansûr Bey Purnak?ın yanına gönderildi. Şiraz Vâlisi, İsmâil Safevî ve kardeşlerini hapsettirdi. Akkoyunlu Rüstem Bey tarafından kurtarılan Şah İsmâil Safevî ve kardeşleri, Erdebil?e gittiler. İsmâil, babası Şeyh Haydar?ın müridleri tarafından saklanarak gizlendi. Geylan, Gaskar, Rast ve Lâhicân?a gidip, gizlice faaliyette bulundu. Babasının müridleri ve dostları, etrafında toplandı. 1500?de harekete geçen İsmâil Safevî, Şirvan?a varıp babasının kâtili olan Ferruh Yesâr?ı katletti ve Şirvan?ı aldı. 1501?de Âzerbaycan?ı ele geçirdi. Akkoyunlulardan Arran ve Diyarbekir Hükümdarı Elvend Beyi, 1502?de mağlup edince Tebriz?e geldi. Tebriz?i merkez yaptı ve merasimle taç giyerek ?Şah? unvanını aldı. Şah İsmâil?in kurduğu devlete ve hanedana, dedesi Safiyeddin Erdebilî?den dolayı Safevîler denildi. Şah İsmâil, kurduğu devleti, bozuk Râfizî inancıyla teşkilâtlandırıp, yayılma siyâseti tâkip etti. Bütün İslâm ülkelerine halife, mürid ve fedâilerini gönderip, alenî ve gizli Safevî propagandası yaptırdı. 1503?te Irak-ı Acem, Fars ve Kirman?ı, Kâzaran?ı büyük katliam ve tahriple zaptetti. Kâzaran?ı alınca oradaki Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsini kılıçtan geçirdi. Bu katliamları, Osmanlı Devletinin tepkisine sebep oldu. 1504?te Yezd?i alıp, kışın İsfahan?a geldiyse de Osmanlı-Safevî münasebetleri düzelmedi. 1505?te Kazvin?e gelip, Eshâb-ı kirâmdan, büyük mücâhid, Seyfullah lakaplı, Irak Fâtihi Hâlid bin Velid soyundan gelen Hâlidiyyeleri imhâ etti. 1507?de Dulkadirli Alâüddevle Beyi mağlup etti. Erciş, Ahlat ve Bitlis?i ele geçirip, Elbistan?a kadar ilerledi. Diyarbekir Hâkimi Emir Bey, Şah İsmâil?e bağlılığını arz ettiyse de, ekserisi Sünnî olan şehir ahalisi, Safevîler?i kabul etmedi. Diyarbekir, uzun mücâdelelerden sonra, Safevî tahakkümü altına girdi. 1508?de Bağdat?ı aldı. Şehirde büyük tahribat ve katliamlarda bulundu. Başta İmâm-ı A?zam Ebû Hanife hazretlerinin Azamiye?deki türbesini ve Ehl-i Beyt?ten, büyük âlim Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ve daha pekçok Ehl-i beyt, Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kabir ve türbelerini tahriple, Müslümanları katlettirdi. Bağdat?a vâli tâyin edip, Abbasî halifeliğini küçültmek için ona ?Halifet-ül-hülefâ?, yâni halifelerin halifesi unvanını verdi. 1509?da Bakü?yü zaptetti. Safevîlerin doğusundaki Sünnî Özbekler, Horasan?ı ele geçirince, Özbek Hanı Muhammed Şeybânî Hana haber gönderip, bölgeden çıkmalarını istedi. İsteği kabul edilmedi. 1510?da vukû bulan savaşı Safevîler kazandı. Esir edilen Muhammed Şeybânî Hanın kafasını kestirip, kafatasını şarap kadehi yaptırdı; derisine de saman doldurarak, zafer alâmeti olarak Osmanlı Sultanı Bayezid Hana gönderdi. 1511?de Mâverâünnehir Seferine çıktı. Belh dâhil Mâverâünnehir?deki birkaç şehri antlaşmayla alıp, Irak?a döndü. Şah İsmâil, bizzat katıldığı seferlerle hâkimiyetini genişletirken, İslâm ülkelerine gönderdiği dâî denilen halifelerine de Safevî ideolojisini propaganda ettirip taraftarlarını çoğaltarak, Râfiziliği yaydırıyordu. Anadolu?daki dâîlerinden Şeytan Kulu da denilen Şah Kulu Baba Tekeli de Güney Anadolu?da faaliyet gösterip, Safevî propagandası yapıyordu. Şah Kulu, on beş bin kişilik silâhlı kuvvet toplayıp Sultan İkinci Bayezid Han (1481-1512) zamânında, 1511?de isyân etti. Konya ve Kütahya civârında pek çok tahribatta bulundu. Üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Sivas yakınındaki Gedik Hanı mevkiinde, Vezir-i âzam Hadım Ali Paşa tarafından öldürüldü. Taraftarları İran?a sığındı. Şah Kulu?nun taraftarları, yolda kervan soygununa katılınca, Şah İsmâil bunları cezâlandırdı. 1512?de, Emir Ahmed İsfehanî?yi, Mâverâünnehir Seferine gönderdi. Safevî ordusu, Özbeklere yenildi. Özbekler, Horasan?ı tekrar ele geçirdiler. Şah İsmâil, bizzat Horasan?a gidip, bölgeyi tekrar Safevî hâkimiyetine aldı. Safevîler, Osmanlı Devletinin aleyhine Mısır Memlûkları ve Hıristiyan âlemiyle iyi münâsebette bulundular. Sünnî Özbek Hanı Ubeyd Han, babası Muhammed Şeybânî Hanı katledip, kafasını şarap kadehi yapan Şah İsmâil?e karşı Osmanlı Sultanı Selim Handan yardım isteyip, ittifak teklif etti. Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520), bu talep ve teklifle Râfizi meselesini halletmek için, Şah İsmâil?e, ağır ithamlar bulunan arka arkaya üç mektup gönderdiyse de, Şah bunlara hiç cevap vermedi. Osmanlılar, 1514?te İran Seferine çıkınca, Sultan Selim Han, İstanbul?dan Doğu Anadolu?ya kadar gelmesine rağmen, Şah İsmâil meydana çıkmadı. Şah İsmâil?e gönderilen son mektupta, Sultan Selim Han, Safevî Şahı için ağır ifâdeler kullanınca, Çaldıran Meydan Muhârebesine çıkmak zorunda kaldı. Bu nâmede; Osmanlı ordusunun uzun bir yoldan gelip epeyden beri muhârebe için düşman ordusu aramasına rağmen meydana çıkan olmadığı, pâdişâhların ellerindeki memleketlerin nikâhlıları olduğu, erkek ve yiğit olanın onu nâmahreme (yabancıya) çiğnetmeyeceğinden bahsedilerek; Şah İsmâil?e miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giymesi tavsiye edilerek, ayrıca kadın elbiselerinden hırka, şal ve çarşaf gönderildi. Şah İsmâil bu ağır ifâdeli nâme ve elbiseler üzerine, devrin en büyük devleti Osmanlılarla muhârebeyi kabul etmek zorunda kaldı. 23 Ağustos 1514 târihinde meydana gelen Çaldıran Meydan Muhârebesinde, Şah İsmâil ve Safevî ordusu, Osmanlı ordusu ve Sultan Selim Hana bir gün bile mukâvemet edemedi. Çaldıran?da, Safevî ordusu, Osmanlı teknik üstünlüğü ve kuvvetli îmânı karşısında eriyip gitti. Şah İsmâil; tahtını, tacını ve hatununu muharebe meydanında bırakıp, kaçtı . Tebriz?e çekildi. Mağlubiyet üzerine, teselliyi içkide aradı. Kendini bütünüyle içkiye verip, zevk ve eğlenceye düşkün, sefih bir hayat yaşadı. Özbekler, Horasan?a tekrar sâhip oldular. Şah İsmâil, içki ve zevk âleminde günlerini geçirirken, Safevî devlet adamları harekete geçti. Bebek yaştaki oğlu Tahmasb Safevî, atabeg îlân edildi ve Emir Sultan Han da yardımcı tâyin edildi. Şah İsmâil, sefâhat âlemindeyken, Osmanlıya karşı kini azalmadı. Alman İmparatoru Şarlken?e mektup gönderip, Osmanlı Devletine karşı yardım ve ittifak talebinde bulundu. Fakat Şah İsmâil Safevî; tahriki sonucunda Osmanlı Devletine karşı Hıristiyan âleminin çıkardığı ordunun, 1526?da Mohaç?ta mağlubiyetini göremedi. Şah İsmâil, 23 Mayıs 1524?te Âzerbaycan?ın Serâb şehrinde öldü. Cenâzesi Erdebil?e getirilip, Şeyh Safi?nin yanına gömüldü. Cesur, intikamcı ve zevkine düşkün olan Şah İsmâil?in, aynı zamanda Türkçe, Farsça ve Arapça şiirleri mevcuttu. Hece ve aruz vezninde şiirlerin toplandığı Dîvân?ından başka, Deknâme?si de vardır Şah İsmail II Safevî şahlarının üçüncüsü. Şah Tahmasb?ın oğludur. Gençliğinde, babası Şah Tahmasb (1524-1576) zamânında uzun yıllar hapis yattı. Kahkaha Kalesindeki mahkûmiyeti sırasında, Safevî şahı babası Tahmasb 1576?da ölünce, kızkardeşi Perihan vâsıtasıyla hapisten kurtarıldı. İktidar yolu açıldı. Rumlu (Anadolulu) Avşar ve Tekeli gibi Türk oymaklarının desteğiyle kardeşi Haydar Mirza?yı öldürüp, İkinci Şah İsmâil-i Safevî adıyla 22 Ağustos 1576?da Safevî tahtına geçti. Sünnî olup, Şâfiî mezhebindeydi. İkinci Şah İsmâil, Safevî Şahı olmasıyla iktidarını kuvvetlendirme faaliyetini başlattı. Safevî devlet kadrosunu sarmış sapıklara karşı temizlik hareketine başladı. Kendi adamlarını devlet kadrolarına tâyin etti. Râfizîliği yasaklayıp, Sünnîliğini ilân etti. Devlet kadrosundan uzaklaştırdığı memurlar ve sapıklar, aleyhine propaganda başlatıp, devlete isyan ettiler. Bunlardan, tespit ettiği, Şah Tahmasb?ın adamlarından ve askerlerden otuz binini cezâlandırdı. Ehl-i beyt, Eshâb-ı kirâm ve İslâm âlimlerine küfür ve kötülemeleri ortadan kaldırdı. Câmilerde halîfe hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman?ın kötülenmesini yasakladı. Müslümanlara hürriyet tanıdı. Âdil unvanını aldı. Doğu Anadolu?daki, Osmanlı Devletine tâbi emîrlerin teveccühünü kazandı. İkinci Şah İsmâil Safevî, ülkesinde, kısa zamanda büyük hizmetler ve icraatlar yaptıysa da, doğru yoldan ayrılmış Safevîlerin düşmanlığını kazandı. 24 Kasım 1577?de zehirletilerek, bir rivâyete göre de Safevî askerlerinin isyânı üzerine şehit edildi. Safevî tahtına, kardeşi Muhammed Hüdâbende geçti. |
Şahruh Mirza
Timurlu hükümdarlarının ikincisi. Timur Hanın oğludur. 20 Ağustos 1377 târihinde Semerkant?ta doğdu. Küçüklüğünden îtibâren dînî, siyâsî ve askerî tahsil, terbiye ve eğitim görerek yetiştirildi. Timur Hanın Kıpçak Seferinde merkezde kalıp, on üç yaşında devleti idâre etti. 1392?de Kal?a-i Sefid Muhâsarasına katılıp düşman reisini öldürerek üstün muvaffakiyet gösterdi. 1393?te Semerkant?la havâlisinin vâliliğine tâyin edildi. Horasan, Sistan, Mazenderan vâlisi sıfatıyla 1396?da İran, Suriye ve Anadolu Seferine, 1402?de Ankara Muhârebesine katıldı. Timur Hanın 1405?te vefât etmesinden 1409?a kadar Horasan vâlisi kaldı. 1409?da, Timurlu hükümdârı oldu. Hânedan mensuplarıyla uzun süren saltanat mücâdelesinde bulundu (Bkz. Timur İmparatorluğu). 1415?te, bütün Timurlu ülkesine hâkim oldu. Hindistan, Şahruh?un yüksek hâkimiyetini tanıdı. 1420?de, Âzerbaycan Seferine çıkarak, Karakoyunluları bozguna uğrattı. Sultaniye ve Tebriz ele geçirildi. Bu sırada Deşt-i Kıpçak?ta, Moğolların baş kaldırmaları üzerine oğlu Uluğ Bey, sefere çıktı. Moğollara üst üste ağır darbeler indirdikten sonra Semerkand?a girdi. Şahruh, 1428?de Karakoyunlu İskender?in Sultaniye?yi ele geçirmesi üzerine, İkinci Âzerbaycan Seferine çıktı. Urmiye Gölünün batısındaki Selman Ovasında, İskender komutasındaki Karakoyunluları bir kere daha bozguna uğrattı. Bu zafer neticesinde, Anadolu ve Mısır yolları Çağataylara açılmış oluyordu. Nitekim bu îtibârla Venedikliler, Osmanlılara cephe almışlar ve Şahruh?u, Osmanlılar üzerine çekmeye çalışmışlardır. Ancak, dindar pâdişâh, Hıristiyanlarla cihad içinde bulunan Osmanlılarla, bir harbe girmeyi uygun görmeyerek Herat?a döndü. Şahruh?un saltanatının son yılları, huzur içinde geçti. 12 Mart 1447 târihinde, Rey eyâletinde bulunan Peşâver?de vefât etti. İslâm âlimi ve astronom olan oğlu Uluğ Bey, Timurlu hükümdarı oldu. Şahruh, üstün kumandanlık, hükümdarlık yanında güzel ahlâk sahibiydi. Vakarlı, iyi ve yumuşak huyluydu. Affetmeyi severdi. Ülkesinin îmârına çalışıp, iktisâdî refah seviyesini yükseltti. Mâverâünnehir?in îmârını başlattı. Merv şehrini yeniden inşâ ettirdi. Murgab Suyunun eski yatağı ve bendlerini yeniden tanzim edip, zirâî mahsulün artmasını sağladı. Âlim ve sanatkârları koruyup, himâye etti. Muhteşem bir kütüphâne yaptırıp, âlimleri Herat?ta toplamaya çalıştı. Kendisi de ilme meraklı olup, şâir ve sanatkârdı. Devrinde Molla Câmî, oğlu Uluğ Bey, Seyyid Nimetullah Kirmanî, Enverî gibi âlim ve şâirlerle Nizameddin Şâmî, Şerefeddîn Ali Yezdî, Fasihî ve Abdürrezzak Semerkandî gibi târihçiler ve coğrafyacı Hâfız-ı Ebru yaşayıp, kıymetli eserler verdiler. Timur Han Türk-İslâm dünyâsının büyük hükümdarlarından. Târihin en büyük cihangirlerinden biridir. Babası Moğol Barlas Aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi Tigin Hatundur. 1336 senesinde Mâverâünnehir?de Semerkand?la Belh arasında Keş kasabasında doğdu. Âlimleri ve Allah dostlarını çok seven babası Emir Turagay, Timur?a aklî ve naklî ilimleriyle kumandanlık bilgilerini ehil hocaların elinden öğretti. Timur, babasının vefâtından sonra emirler arasında geçimsizlikler yüzünden memlekette anarşinin hâkim olması üzerine siyâsete karıştı. Mâveraünnehir Hâkimi Emir Hüseyin ile birlikte Doğu Türkistan Hükümdarı Tuğluk, Timur?a karşı mücâdele verdiler. 1370?te, Emir Hüseyin ile arası açılan Timur, onun ölümünden sonra Mâverâünneh,r?e tek başına hâkim oldu ve Semerkand?a gelerek tahta çıktı. Büyük askerlik vasıflarını üzerinde taşıyan Timur Han, yedi senede İran?ı hâkimiyeti altına aldı. Âzerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab?ı ele geçirdi. Yine 1371 ve 1379 yıllarında yaptığı seferlerle Harezm?i kendine bağladı. Ömrü harp meydanlarında geçen Timur Han, 1389?a kadar beş sefer yaparak Uygurları itaat altına aldı. Mülteci Moğol Prensi Toktamış?a yardım edip, destekleyerek Altınordu hükümdarı yaptı. Toktamış Han, Timur Hana ihânet edince, 1390 ve 1391?de onu iki kere mağlup etti. İtil Irmağı doğusuna hâkim oldu. Daha sonra Hindistan üzerine de sefer açıp, 1399?da Kuzey Hindistan?ı zaptederek büyük başarılar kazandı. Yaptığı bütün savaşları kazanan Timur Han 1401-1402?de Suriye?yi, 1402 Ankara Savaşı sonunda bâzı Osmanlı topraklarını hâkimiyeti altına aldı. Böylece Çin?e ve Delhi?ye kadar bütün Asya?yı, Irak, Suriye ve İzmir?e kadar Anadolu?yu aldı. 200.000 kişilik bir ordunun başında Çin?e sefere giderken 1405?te vefât etti. Timur Han ilim sâhibi, âlim, büyük bir hükümdardı. Âlimleri severdi. Pek çok medrese ve kütüphâne yaptırdı. Bilhassa Semerkant şehrini îmâr etti. Burada pek çok sanat eserleri yaptırarak, örnek ve zengin bir şehir hâline getirdi. Tüzükât-ı Tîmûr adıyla kânunlar çıkardı ve kendi târihini kendi yazdı. Çağatay dilinde yazdığı bu kitaplar Farsça ve Avrupa dillerine de tercüme edildi. Avrupa edebiyatında kendisine geniş yer verilmiş, 16. yüzyıldan îtibâren hakkında pek çok eser neşredilmiştir. Bu eserlerin pek çoğunda Timur Han'dan iyi kalpli ve büyük hükümdar olarak bahsedilmektedir. Osmanlı hükümdarı Sultan Birinci Bayezid Han (1389-1402) ile harp ettiği için bâzı Osmanlı târihçileri bunu kötülemektedir. Ancak, Timur Hanın Ankara Savaşından sonra İzmir?i Hıristiyan şövalyelerden temizlemesi, Anadolu?daki sapık fırka mensuplarını cezâlandırması, bu seferin hayırlı netîcelerindendir. Timur öncesinde Orta Asya Türklüğü, doğudan Moğol putperestliği, güneyden Hind Budizmi, batıdan Fars zerdüştlüğünün baskısı ve etkisi altındaydı. Timur Han, devletinin mânevî temellerini dayadığı din adamlarıyla, Türkleri yeniden İslâmlaştırdı. Timur öncesinde Orta Asya Türklüğü göçebeydi. Timur, Mâverâünnehr?i şehirleştirdi. Obaları iskan etti. Su kanalları inşâsıyla toplumu tarıma geçirdi. Büyük şehirleri ticâret yollarına bağladı. Fetihleriyle âlimleri, sanatkarları Orta Asya?ya topladı. İlim adamlarına saygı gösteren, onları koruyan Timur Han, Teftâzânî gibi büyük âlimleri meclisinde bulundurur, nasihatlerini dinlerdi. Âlimlere karşı o kadar saygısı vardı ki; Buhara caddesinden geçerken Muhammed Behâeddîn Buhârî (kuddise sirruh) hânekâhının halılarının silkildiğini öğrenince, İslâmiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan oraya yaklaşıp, tozları yüzüne sürerek bu bağlılığı belirttiği rivâyet edilmektedir. Devrinde yaşayan İslâm âlimlerinin yanında, daha önce yaşamış olanlara karşı da hürmette kusur etmez, onların türbelerini yaptırırdı. Ahmed Yesevî hazretleri bunlardan biridir. Zamânında Fadlullah-ı Hurûfî tarafından kurulan ve ?Hurûfîlik? adı verilen sapık fırka mensupları yayılmaya başladı. Kendisini tanrı îlân ederek bütün dinleri reddeden, kitaplarında dinsizlik ve ahlâksızlıkları anlatan Fadlullah?ı, Timur Han, oğlu Miranşah?a emir vererek 1393?te öldürttü. Tekkelerini dağıttı. İslâm ülkelerindeki bu dinsizlerin çoğunu temizledi. Timur Han, Hurûfî adındaki din ve ırz düşmanlarının yayılmasını önleyerek, İslâmiyete çok büyük hizmet etti. Bunun için sahte (Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin gösterdiği yoldan çıkan) Bektâşî, yâni Hurûfî tarikatının müritleri, Timur Hanı sevmez, onu hep kötülerler. Yirmi yedi ülkenin hâkanı olan Timur Han, başarılarının sırrını 12 maddede toplamış ve bunlara, oğullarının da uyması vasiyetiyle eserinde şöyle belirtmiştir: 1. Allahü teâlânın dînini ve hazret-i Muhammed?in şerîatini dünyâya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslâmiyeti tuttum. 2. Etrâfımda olan adamları 12?ye ayırdım. Gerek ülkeler fethi ve gerekse fethettiğim ülkeleri idârede bunların bâzısı bana kolları, bâzıları meşveretleriyle yardım ettiler. Bunların ikbâlinin artması için istihdam ettim. Bunlar sarayımın süsüydüler. 3. Düşman ordularını mağlup ve eyâletler feth etmekte âlimler ve emirlerle istişâre ettim. Hükümet idâresinde yumuşaklık, insâniyet ve sabırla hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünürken her şeyi basîretim altında bulundurdum. 4. Hükümet idâresinde kânunlara riâyet ve intizam o dereceydi ki vezirler, emirler, askerler ve halk bir üst sınıfa çıkmak için can atar halde değildi. Her biri bulunduğu sınıftan memnun olarak vazifesini yapardı. 5. Zâbit ve askerlerime cesâret vermek için altın ve cevâhir sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Böyle kıymetli bâzûların ve cengaverlerimin yardımıyla yirmi yedi imparatorluğun hükümdârı oldum. 6. Adâlet ve tarafsızlıkla Allah kullarının hep iyiliğini istedim ve onların teveccühünü kazandım. 7. Seyyidlere, ulemâya, fukahâya ve târihçilere mümtaz muâmele ettim. İyi ve cesur adamlar (Çünkü Allah böylelerini sever) benim dostlarımdı. Ulemâyla sıkı münâsebette bulundum. Bunlarla istişare ettim. Bunların hayır duâları bana zaferler temin etti. Derviş ve fakihleri himâye ettim. Bunlara zerre kadar fenâlık etmemeye uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde söyleyenleri sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet vermedim. 8. Her teşebbüsümü başarmakta sebatkâr idim. Bir projeyi bir kere kabul ettim mi artık bütün zihnim onunla meşgul olurdu. Onu muvaffakiyetle başarmadıkça aslâ terk etmedim. Hiçbir vakit hâlim (davranışlarım), kâlime (söylediğim sözlere) aykırı olmadı. 9. Halkın hâline vâkıf idim. Büyüklere kardeşim, küçüklere çocuklarım gibi muâmele ettim. Her eyâlet ve her şehrin ahâlisinin durumuna ve seciyesine göre âdetler edindim. 10. Bir kabîle veya bir Arap, bir Acem göçebesi bayrağım altına girmeği dileyince beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre îtibârla kabul ettim. İyilere iyilikle muâmele ettim ve kötülere fenâlıklarını iâde eyledim. 11. Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes iyiliğimden nasibdâr oldu. İkbal ve saâdetimin parlaklığı ve yüksekliği hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı. 12. Gerek leh, gerek aleyhte hareket etsinler, her zaman askerlere hürmet ettim. Sürekli bir saâdeti, çabucak kayboluveren şeye üstün tutan adamlara teşekkür etmek borçtur. Onlar cihâda koşuyor ve hayatlarını fedâ ediyorlar. Timur Han, kânunlaştırdığı bu düsturlar yanında, savaş tekniklerinin de tam bir ustasıydı. Düşmanlarının siyâsî, iktisâdî ve askerî zayıflıklarını iyi bilir ve bunlardan istifâde ederdi. Bir sefere girişmeden önce, düşman ülkeye câsuslar göndererek, onları içten zayıflatmaya çalışırdı. Savaş esnâsında başarıya ulaşmak için hareketlilik ve şaşırtmaca gibi pek çok harp hilesine başvururdu. Böylece her türlü maddî ve mânevî hasletlere sâhip olan Timur Han, Türk târihinin ender yetiştirdiği devlet adamlarından biridir. Bugün bâzı yazarlar devrin sosyal, kültürel ve siyâsî cephesi üzerinde hiç durmadan, onun Altınordu ve Anadolu seferlerini bahâne ederek, bu büyük hâkana akıl almaz iftirâ ve karalamalarda bulunmaktadırlar. Bilhassa İslâmiyetten ayrı bir Türkçülük düşünenler, bu tarz hissî yorumlara girmektedirler. Oysa; ?Biz ki, Mülûk-ı Tûrân, Emîr-i Türkistânız!?, ?Biz ki Türkoğlu Türküz!?, ??Biz ki milletlerin en kadîmi ve en ulusu Türkün başbuğuyuz!? diyen Timur Han, Türk için, İslâmiyetin ne demek olduğunu da, bugünkü Türkçülere bundan 600 yıl önce şöyle söylemektedir: ?Tecrübe bana gösterdi ki, din ve yasalar üzerine kurulmayan bir devlet, uzun zaman yaşayamaz. Böyle devlet, çırılçıplak olup kendisini gören herkese karşı gözlerini yere dikmiş ve herkesin yanında saygı ve değerini yitirmiş adama benzer. Bu durumda böyle devlet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içine daldığı eve benzetilebilir. Bunun içindir ki, ben devletimin çatısını, İslâmiyet üzerine kurdum. Devletimi idâre için yasalar düzenledim. Bu yasalar uygulandığı sürece, onlara aykırı hareket etmekten sakındım.? Toktamış Han Altınordu hanlarından. Babası Mangışlak Hâkimi Tuli Hoca olup, annesi Künçek Hâtundur. 1341?de doğdu. Babasının, Akordu Hanı Urus Han tarafından öldürülmesiyle, 1375?te Timur Hanın yanına sığındı. Timur Han'dan iyi muâmele ve yakın alâka gördü. Otrar ve Savran şehirleriyle, hâkimiyet alâmetlerinden bayrak, asker, at ve davul verildi. Toktamış, bu târihten îtibâren yaptığı seferlerle, 1378?de Sığnak?ı, 1379?da Temür Melik?i mağlup ederek, Doğu Deşt-i Kıpçak?ı; 1380?de Kıyat Mama?yı yenerek Batı Deşt-i Kıpçak?ı zaptetti. Altınordu birliğini yeniden kurdu. Rus knezlerinden Dimitri Donskoy?un merkezi Moskova?ya elçi göndererek, itaat etmesini bildirdi. Dimitri?nin bu isteği reddetmesi üzerine, ordusunun başında harekete geçen Toktamış Han, birkaç günlük bir muhârebeden sonra Moskova?ya girdi. 24.000 Rus askeri öldürüldü ve pek çok ganimet ele geçirildi. Büyük oğlu Vasil?i rehin olarak Altınordu merkezine gönderen ve beş yıllık haracını ödeyen Dimitri, yeniden antlaşmaya muvaffak oldu. Böylece Toktamış Han, Altınordu Devletini, Rusya?da tekrar en büyük devlet hâline getirdi. Toktamış Han, Timur Han İran?dayken, Timurlulara âit Harezm?de adına para kestirdi. Âzerbaycan ve Kafkasya?yı almak için faaliyete geçti. 1384-1385 kışında, Tebriz?i yağmalattı. Mısır Memlûklarıyla iyi münâsebetlerde bulundu. Toktamış Hanın bu faâliyetlerini, Timur Han kendisine ihânet kabul etti. Toktamış Han, 14 Nisan 1395?te Terek Nehri boyunda Timurlulara yenildi. Altınordu başşehri Saray?dan Timur Han tarafından çıkarılınca kaçtı. Toktamış Han, Timur Han tarafından, İtil boyundaki Ükok şehrine kadar tâkip edildiyse de yakalanmadı. Timur Hanın Âzerbaycan?a çekilmesiyle, tekrar toparlanmaya çalıştı. Terek yenilgisinden sonra, Altınordu Hanı îlân edilen Temür Melik ve onun destekçisi Emir Edigü ile mücâdele etmek zorunda kaldı. 1397?de yenilerek, Litvanya Prensi Vitovt?un mültecisi oldu. Litvanyalıların, Temür Melik?le mücâdelesine katıldıysa da tekrar yenildi. 1399?dan 1405 yılına kadar kaçak yaşadı. Emir Edigü?nün adamları tarafından dâimâ arandı. Timur Han'dan özür dileyip, affedildiği de rivâyet edilir. Toktamış Hanın, Sibirya?da, 1405?teki ölümünün, Emir Edigü?nün fedâilerince gerçekleştirildiği kabul edilir. Toktamış Han, Altınordu Hânedanının bilinen ilk çalışkan, güçlü hükümdarıdır. Cesur olup, bitmek tükenmek bilmeyen bir azme sâhipti. Toktamış Han, dünyânın en büyük hükümdârlarından Timur Han ve devrinde, çok kudretli, zekî Emir Edigü ile mücâdele etmesine rağmen, Altınordu Devletini, Rusya?da en güçlü devlet hâline getirdi. Rus knezliklerinin büyümesini, güçlenmesini engelledi. Uluğ Bey On beşinci yüzyılda yetişmiş Müslüman-Türk astronomi âlimi, Semerkant sultânı. İsmi, Muhammed Taragay bin Muinüddîn Şahruh Bahadır Mirza?dır. Güney Âzerbaycan?daki Sultaniyye şehrinde 22 Mart 1394 târihinde doğdu. Timur Hanın torunudur. Sarayda iyi bir öğrenim gördü. On bir yaşında Kur?ân-ı kerîmi ezberledi. Arapça'yı mükemmel bir şekilde öğrendi. Bursalı Kâdızâde-i Rûmî?den ders aldı. Genç yaşında, önemli ve ağır sorumluluklar yüklendi. 1413?te, on dokuz yaşında, Horasan ve Mâverâünnehir eyâletine hâkan nâibi gönderildi. Kendisine başşehir seçtiği Semerkant?ta, idârî serbestliğe sâhip, müstakil bir hükümdâr gibi hareket etti. Bu görevindeyken, babasının verdiği her emri itâatle yerine getirirdi. Ona karşı olan saygı ve bağlılığını belirtmek için, Herat?a giderek ziyâret eder, yaptığı ve yapmayı düşündüğü devlet işleriyle ilgili bilgi verir, müşâverede bulunurdu. Bu arada eline geçirdiği imkânlardan istifâdeyle astronomi ve matematik gibi fen bilimleri üzerinde çalıştı. Dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi olarak şöhret yaptı. Âlimleri korudu. Yumuşak huylu, dâimâ yeni şeyler araştıran ve öğrenen bir kimseydi. Her zaman ciddî konularla ilgilenir, ilim için gerekli ortamı meydana getirmeye çalışırdı. İlme merâkı kadar, devlet ve hükümet işlerine de ilgi duyan Uluğ Bey, Semerkant?ta 38 sene hükümdârlık yaptı. İdârî hizmetlerinin yanında, ilmî çalışmalara büyük önem verdi ve sarayını bir akademi hâline getirdi. Devrinin meşhur ilim adamlarını topladı ve ortaya attığı meseleleri tartışmalara açtı. Sarayı; matematik ve astronomi âlimlerinin olduğu kadar, sanatkâr, şâir ve ediplerin de toplantı yeriydi. Fen alanında araştırmalar yapmak üzere Çin?e heyetler gönderdi. Zamânında başta Semerkant ve Buhârâ olmak üzere, bütün ülke, Türk mîmârisinin en seçkin eserleriyle donatıldı. Birçok ilim ve hayır müesseselerini faâliyete geçirdi. Ayrıca; tarım, ticâret ve ekonomiye büyük önem verdi. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirildi. 25 Ekim 1449 Cumartesi günü, eski düşmanlarından Abbâs tarafından, kılıçla, feci bir şekilde katledildi. Dedesi Timur Hanın yanına defnedildi. Hayâtını Türk-İslâm dünyâsı kültür ve medeniyetinin gelişmesi ve yükselmesine vakfeden Uluğ Bey, yalnız Türk-İslâm ilim târihinde değil, dünyâ târihinde de önemli yeri olan bir fen âlimiydi. Bilhassa astronomi ve matematiğe karşı derin bir ilgi ve alâka göstererek, hayâtı boyunca bu ilimlerle meşgul oldu. İlmî araştırma ve incelemeye çok meraklıydı. Hocası Bursalı Kâdızâde Rûmî ve devrinin ünlü astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid?in matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi ilminin tedkiki, geliştirilmesi ve bu ilme hizmet vermesi husûsunda kendisine çok tesirleri oldu. Daha sonraları Ali Kuşçu da bu ilmî çalışmalara katıldı. Uluğ Bey tarafından Semerkant?ta kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sâhiptir. Astronomiyle ilgili çalışmalarının temelini, matematikteki trigonometrik esaslar teşkil etmektedir. Bu sebepten Uluğ Bey, trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Bir derecelik yayın sinüs değerini hesaplamak bu yolda yapılan çalışmaların ilkini teşkil eder. Kendisinden önceki doğu ve batı dünyâsındaki tahmînî ve takribî bilgileri bırakıp, ilmî esasları tespit ederek trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı. Uluğ Beyi dünyâya tanıtan, astronomi alanında yaptırdığı eserler oldu. Onun en meşhur eseri Semerkant?ta yaptırdığı büyük rasathânedir. Günümüzden yaklaşık altı asır önce yapılan bu rasathânedeki çalışmalar, çağımızın astronomi çalışmalarına hâlâ ışık tutmaktadır. O gün yapılan hesaplar, günümüzün astronomik hesaplarına tıpatıp uymaktadır. 1420 senesinde tamamlanan rasathânenin ilk müdürü Gıyâseddîn Cemşid?dir. Daha sonra Kâdızâde Rûmî, sonra da Ali Kuşçu, bu vazîfeye getirilmiştir. Rasathâne?nin yer üstündeki kısmı, üç katlı idi. Yıldızların yüksekliklerini bulmak için kullanılan rub?-ı dâire, Ayasofya Câmiinin kubbesi kadardı. Uluğ Bey, İlhanlılar zamânında yapılan rasatları (gözlem) yeniden inceledi. Kontrolden geçirdi ve yeni rasatlar yaptı. On iki sene süren bu çalışmasının netîcesini, ancak 1437 senesinde alabildi ve kendi adıyla anılan büyük eseri Uluğ Bey Zîci?ni ortaya koydu. Önceki zîclerin eksiklerini tamamlayan bu eser, devrin ilmî esaslara dayanan tek cetveli olup, eski zîclerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Eser, bilim târihinde Batlemyüs ve Nasîrüddîn Tûsî?nin hazırladığı zîclerden sonra üçüncü büyük zîc olarak tanınmaktadır. Eserde genellikle gökyüzünün güneyinde kalan kırk sekiz takımyıldız konu edilmiş ve bu takımyıldızlar içerisinde bulunan 1018 yıldızın koordinatlarını en doğru biçimde tespit etmiştir. Eser dört bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm; farklı kimseler tarafından kullanılan değişik kronolojik sistemleri belirtir. İkinci bölüm; pratik astronomi bilgilerini ihtivâ eder. Üçüncü bölüm; dünyâ merkezli kâinât sistemine göre, gök cisimlerinde görülen hareketler ve yerleriyle ilgilidir. Dördüncü bölüm astrolojiden bahseder. Eser 1665 senesinde İngilizce'ye tercüme edilerek, Oxford?da basıldı. Fransızca tercümesi, 1853?te Farsça metniyle birlikte basıldı. Esere Ali Kuşçu ve torunu Mirim Çelebi tarafından şerhler yapılmıştır. Uluğ Beyin ayrıca Dört Ulus Târihi adlı başka bir eseri olduğu söylenmektedir. Bu eser, Moğol İmparatorluğunun parçalanmasından sonra kurulan, Çin ve Moğolistan, Altınordu, Hülâgu haleflerinin idâresinde olan İran ile Çağatay haleflerinin Orta Asya?daki devletlerinden bahseder. Farsça olan eser, zamânımıza kadar intikâl etmemiştir. Uluğ Beye, Batı dünyâsı ilim adamları, ?15. asır astronomu? unvânını vermişlerdir. Ayrıca Milletlerarası Astronomi Derneği tarafından Ay?ın görünen yüzünde bir bölgeye, Uluğ Bey Krateri adı verilmiştir. Uzun Hasan (1423 - 1478) Uzun Hasan 1423 yılında Diyarbakır'da doğdu. Akkoyunlu hükümdarı Ali Bey'in oğlu Cihangir, babasının ölümü üzerine tahta geçmişti. Uzun Hasan, kardeşi Cihangir'in emri ile yaptığı askeri mücadelelerden sonra, giderek güçlendi ve kardeşi Cihangir'i başkentten uzaklaştırarak Akkoyunlu hükümdarı oldu. Trabzon Rum İmparatoru'nun kızı Katerina Despina ile evlendi. Trabzon'u Osmanlı saldırısına karşı koruyacağına söz verdi. Uzun Hasan, ayrıca İstanbul'a elçi göndererek, Trabzon Rum İmparatorluğunun her yıl verdiği verginin affedilmesini ve karısına çeyiz olarak verilmiş olan Kayseri yöresinin teslimini istedi. Fatih Sultan Mehmed bu istekleri reddetti. 1461 ilkbaharında Trabzon seferine çıktı. Osmanlı akıncıları karşısında başarısız olan Uzun Hasan'ın kuvvetlerinden yardım alamayacağını anlayan Trabzon Rum İmparatoru David Komnenos, 26 Ekim 1461'de Trabzon'u, Fatih Sultan Mehmed'e teslim etti. Uzun Hasan bu gelişmelerden sonra ülkesini Gürcistan, Suriye ve Azerbaycan yönünde genişletmek için harekete geçti. Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah'ı yenilgiye uğrattı. Giderek güçlenen Akkoyunlu ülkesi, Horasan dışında bütün İran'ı, Ermeniye'yi ve Mezapotamya'nın önemli bir kısmını kapsıyordu. Uzun Hasan bundan sonra Osmanlılarla mücadeleye girişti. Karamanoğlu Pir Ahmed ve Kasım Beylere yardım ederek onları Osmanlılar aleyhine kışkırttı. Akkoyunlu kuvvetleri 1472'de Tokat'a baskın yaptılar. Ayrıca Akkoyunlu kumandanı Yusuf Mirza, Kayseri, Karaman, Hamideli yörelerini ele geçirdi. Bunun üzerine Fatih, doğuda kendisi için tehlikeli duruma gelen Uzun Hasan'ı ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı ve Akkoyunlu kuvvetleri 11 Ağustos 1473'de Otlukbeli'nde karşılaştılar. Osmanlı topçusu tarafından kuvvetleri bozguna uğratılan Uzun Hasan İran'a çekildi. Akkoyunlular Devleti'nin merkezini Tebriz'e naklettiler. Uzun Hasan Gürcistan seferinden dönerken hastalandı ve kısa bir süre sonra 1478 yılında Tebriz'de öldü. |
Yakup Han Bâdevlet
Türkistan?ın Kâşgar emirlerinden. Muhammed Yâkub Bey de denir. 1826?da Taşkent?te doğdu. İyi bir eğitim ve öğretim gördü. Eniştesi Nur Muhammed?in himâye ve yardımlarıyla askerî makamlarda yükseldi. Binbaşıyken 1849?da Akmescid hâkimliğine tâyin edildi.1864 yılı sonunda, Cihangir Türe?nin oğlu Buzurk Han Töre başkanlığındaki heyetle Kâşgar?a gitti. Buzurk Han Töre,Kaşgar?da idareyi ele alınca, Yâkub Bey, idârede önemli vazifeler aldı. Yâkub Bey, Buzurk Han Töre?nin idâredeki alâkasızlığından faydalanarak, askerî ve mülkî kadrolara hâkim oldu. Askerî faaliyetleri arttırıp, ordu kurdu. 1866?da Yenihisar, Yarkend ve Hotan?ı zaptetti. 1867?de Kaşgar?a bütünüyle hâkim oldu. Çinliler ve Döngenlerle mücâdele etti. Hudutlarını, doğuda Börköl, Urumçi ve Kumul?a, batıda Pamir ve Isıkgöl havâlisine, kuzeyde Balkaş Gölü ve Altay Dağlarına, güneyde Karanlık Dağ ve Karakurum Dağlarına kadar genişletti. Buhara emiri Muzafferüddîn, Yâkub Beye ?Atalık Gâzi? unvânını verdi. Yâkub Han, Doğu Türkistan?da istiklâlini îlân ettikten sonra müttefik ve destek aradı. 1872?de Osmanlı sultanı ve İslâm âleminin lideri Sultan Abdülaziz Hana, yeğeni Seyid Yâkub Han Töre başkanlığında bir heyet gönderdi. Osmanlı Devletinden destek, yardım, harp levâzımatı ve askerî mütehassıslar istedi. Talepleri kabul edildi. Sultan Abdülazîz Han (1861-1876), beş askerî uzman ve çok miktarda silâh ve harp levâzımatını Kaşgar?a gönderdi. Yâkub Hana ?Emirü?l-müslimin? unvanı verildi. Yâkub Han, Sultan Abdülaziz Han adına hutbe okutup, bastırdığı altın ve gümüş sikkelerde Osmanlı Sultanının ve halîfesinin adını yazdırdı. Rus Çarlığı ile 8 Haziran 1872?de beş maddelik ticâret antlaşması imzâlandı. Hindistan?daki İngiliz koloni idâresiyle de 2 Şubat 1874?te on iki maddelik antlaşma imzâlandı. Yâkub Hanın içte ve dışta kuvvetlenmesi, doğu komşusu Çinlileri çok telaşlandırdı. Tedbir almaya sevk etti. Çin?in Mançu hükümeti, 1877 baharında General Tso Tsung-t?ang ve General Liu Chin-t?ang kumandalarında büyük bir ordu gönderdi. Çinliler, doğuda Kumul ve Urumçi?yi 1877 Nisanında işgâl edip, Kâşgar?a doğru ilerlemeye başladılar. Yâkub Han, Mançu hükümetiyle antlaşma yapmak istedi. General Tso Tsung-t?ang?a elçilik heyeti gönderip, antlaşma isteğini bildirdi. Fakat, teklifi kabul edilmeden, suikasta uğradı. Hotan hâkimi Niyaz Hâkim Beyle yardımcısı Aşur Bey tarafından Yâkub Hana suikast tertiplendi. Suikastçılar, Yâkub Hanın yâverine çok miktarda para vermek sûretiyle zehirlettiler. Yâkub Beyin 1877?de şehit edilmesiyle Çinliler, Doğu Türkistan?a tekrar hâkim oldu. Yâkub Han, zekî, çalışkan ve faal bir şahsiyete sâhipti. Ülkesini ittifak sistemiyle kuvvetlendirip, kültür ve îmar faaliyetlerini de arttırdı. Adına altın ve gümüş sikke bastırdı. Devrin en büyük İslâm devleti ve halîfelik merkezine karşı dâimâ hürmetkâr ve dostâne hareket etti. Kâşgar?da 1872?de İdgâh Camiini yaptırdı. Atilla 395 yılında doğdu. Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı. Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı. Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı, Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu. Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis... Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı. Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu. Ne yazık ki, bugün mezarının yeri dahi bilinmez... Baybars Baybars, 1223 yılında Kıpçak ilinde doğdu. Kıpçak Türkü Baybars, Altın Ordu Hakanı ve Cengiz’in torunu Berke Han’ın damadı idi. Kendi yerine geçecek oğluna da Berke adını vermişti. Köle olarak Kahire’ye gelmiş, Eyyubîlerin hassa ordusuna alınmıştı. Zeka ve yeteneği ile kısa zamanda kendini gösterdi. Ayn-Calud’da Haçlılarda yapılan savaşta, öncü birliklerine kumanda ediyordu. Sultan Kutuz ona, vadettiği Halep valiliğini vermediği gibi, şöhretinden ve kendi yerine sultan seçilmesinden korkarak öldürtmek bile istemişti. Baybars, Kutuz’un bu girişimini boşa çıkardı ve ölen Kutuz oldu. Bundan sonra sultan seçilen Baybars, hükümdarlığının birinci yılında (1261’de), Moğollar tarafından öldürülmüş olan Abbasî halifesinin yerine aynı aileden başka birini getirerek, Mısır Abbasî Hilafetini kurdu. 1260’ta hükümdar olup. 1277’ye kadar hüküm süren Sultan Baybars zamanında Mısır Türk Devleti en kudretli devrine ulaştı. Cesur bir asker olan Baybars, kudretli bir hükümdar ve iyi bir idareci olduğunu gösterdi. Franklarla, Ermenilerle, Moğollarla yaptığı savaşları kazandı. İsmailîlerle de mücadele etti. Anadolu’da Moğollara karşı direnişe geçen Türkmen beyliklerini destekledi ve ordusunun başında Kayseri’ye kadar ilerledi. Ermenilerin başkenti Sis şehrini zaptetti (1274). Sonra, kendi merkezinden daha fazla uzaklaşmamak için Şam’a döndü. Altın Ordu ve Bizans ile de siyasi münasebetler kuran Baybars, Haziran 1277’de hastalanarak, 54 yaşında iken öldü. Orta çağ tarihinin en büyük ve örnek hükümdarlarından biri olarak anılan Baybars, devlet teşkilatında büyük bir reform yapmış, Haçlıları Yakındoğu’dan sürüp çıkarmıştı. |
Ertuğrul Gazi
Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyuna mensuptur. Babası Gündüzalp, annesi Hayme Ana’dır. Eşi Halime Hatun’dur. Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in babasıdır. Ertuğrul Gazi’nin diğer oğulları Saru Batu Savcı Bey ve Gündüz Bey’dir. Ertuğrul Gazi’nin kardeşleri ise Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar’dır. IX.asırda Ertuğrul Gazi’nin ataları, yaklaşık 50 bin veya 70 bin hane olmak üzere diğer Oğuz boyları ile beraber Moğol istilasının da etkisiyle Buhara ve Semerkant (Özbekistan) üzerinden Ceyhun nehrini (Amuderya’yı) geçerek Horasan (Türkmenistan) bölgesinin Merv /Mohan şehrine yerleştiler. XI.asrın 2.yarısında Selçuklular’la beraber Azerbaycan üzerinden Doğu Anadolu’ya Van Gölü’nün batısında yer alan Ahlat’a ulaştılar. Burada Selçuklu Beyleri ile beraber Gürcüler’e ve Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı gaza ve fütuhata katıldılar. Bir süre bu bölgede kaldıktan sonra Erzurum ve Erzincan’a, oradan da güneye inerek Halep taraflarına göç ettiler. Bir rivayete göre; Kayıhanlıların reisi Gündüzalp (Süleymanşah), Halep’te Caber Kalesi’nin kuzey batısında Fırat nehrini geçerken boğularak vefat etmiştir. Şimdi Türk Mezarı olarak bilinen Suriye’deki bu mezar Gündüzalp’e atfedilmektedir. Gündüzalp’in vefatı üzerine, Kayıhanlılar’ın bir kısmı Halep’te kaldı, bir kısmı ise Çukurova’ya göç etti. Çukurova’da da Kayıhanlılar ikiye bölündü. Aşiretin bir kısmı Gündüzalp’in dört oğluyla birlikte kuzeydoğuya doğru hareket ederek Erzurum-Pasin ovasına, Sürmeliçukur’a göç etti. Burada aralarında anlaşmazlık çıktı. Gündüzalp’in büyük oğulları Sungur Tekin ve Gündoğdu’nun da içinde bulunduğu aşiretin bir kısmı asıl yurtlarına, Horasan’a döndüler. Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Ana ve küçük kardeşi Dündar’ın bulunduğu aşiret ise bir müddet Sürmeliçukur’da kaldıktan sonra batıya doğru hareket etti. Bir rivayete göre; bu yolculuk sırasında Erzurum-Sivas arasında yer alan Yassı Çimen’de Selçuklular ve Harezmşahlar arasındaki savaşta Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayıhanlılar Selçuklu safında yer almışlar ve Harezmşahlar’ın yenilmesini sağlamışlardır. Bir başka rivayete göre ise; Kayıhanlılar Sivas-Hafik’te gerçekleşen Selçuklu-Moğol savaşında yenilmek üzere olan Selçuklu ordusuna yardım ederek Selçukluların safında yer almış ve Moğolların yenilmelerini sağlamışlardır. Selçuklu Sultanı I.Alâeddin Keykubat, Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayıhanlıları bu savaşlardaki hizmetlerinin karşılığında ödüllendirdi ve Ankara’nın batısındaki Karacadağ’ı kışlak-yaylak olarak verdi. Bu müjdeli haber Kayıhanlılar Kayseri’de bulunurken, Selçuklu başkenti Konya’ya gönderilen Ertuğrul Gazi’nin oğlu Saru Batu Savcı Bey tarafından getirildi. Ertuğrul Gazi’nin Anadolu’daki ilk konak yeri Karacadağ’dır. Böylece Ertuğrul Gazi ilk olarak tarih sahnesinde görünmüştür. Ertuğrul Gazi Karacadağ’a yerleşince, Ankara ve Eskişehir arasındaki bölgede gaza ve fütuhat faaliyetlerine başladı. Anadolu’nun batı kısmı o devirde Türkler için bir gaza diyarı idi. Kendilerine “uçbey” adı verilen ve sınırlarda gaza ve fütuhatta bulunan diğer Türk beyleri gibi Ertuğrul Gazi’ye de uç beyliği verildi. Uçbeyi olarak Bizans şehir ve kasabalarına karşı akın ve gazalarda bulunan Ertuğrul Gazi’ye, Selçuklu Sultanları I.Alaeddin Keykubat ve II.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından kumandanlık/devlet adamlığı payesi verildi. I.Alaeddin Keykubat, Selçuklu arazisine saldıran Rumlara hem ders vermek hem de batı (Bizans) sınırlarını itaat altına almak amacıyla İnegöl ve Yenişehir’e akın düzenledi. Ertuğrul Gazi bu akında öncü kuvvetlerin komutanı olarak Selçuklu hizmetindeydi. Ermeniderbendi’nde Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu zafer sonrası Sultan, Ertuğrul Gazi’yi taltif ederek Eskişehir (Sultanönü) ve çevresini ikta/dirlik olarak verdi. Kayıhanlıların şanını yüceltmek ve İslam’ın cihad emrini, cihan mefkûresini yerine getirmek isteyen Ertuğrul Gazi’nin batı uc bölgesinde gaza hareketlerinde bulunmaya başlaması; ileride kurulacak olan devletin siyasi hayatında uc geleneğinin yerleşmesine ve Bizans üzerine daimi gaza hareketlerinin yapılmasına vesile oldu. Selçuklu Devleti’nin Moğolların idaresi altına girdiği bir zamanda (yıkılma sürecinde) Anadolu’daki Türk Beylikleri Selçuklu’dan ayrılırken, Ertuğrul Gazi vefakarlık göstermiş ve Selçuklular’a bağlı bir uç beyi olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Ertuğrul Gazi’nin bu vefakârlığının yanı sıra gaza-cihad gibi manevi bir yükümlülüğü kendine şiar edinmesi hem halk, hem de devlet erkânı arasında gayet güzel bir muhabbet hissi uyandırmış ve Anadolu’nun dört bir tarafından gelen gazilerin, dervişlerin, âlimlerin, diğer yörelerdeki Türkmenlerin onun sancağı altında toplanmasına sebep olmuştur. Ertuğrul Gazi’nin siyasi ve askeri dehası, cesareti, yiğitliği, zekâsı ve aksiyonunun bir sonucu olarak, XIII.asrın ortalarında Karacahisar ve Söğüt fethedildi. Selçuklu Sultanı I.Alâeddin Keykubat, bu fetihlerin sonucunda mükâfat olarak Domaniç, Söğüt ve çevresini kendisine yurt/mülk olarak verdi. Yazları Domaniç yaylalarında, kışları Söğüt’te geçiren Ertuğrul Gazi, Selçuklu Devleti’nin kuzey-batı uç sınırlarını en iyi şekilde koruyup, asayişi temin etti. Domaniç-Söğüt ve çevresine hâkim olduktan sonra, Bizans sınır boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte cihad ve gaza ile meşgul olmaya devam etti. Ertuğrul Gazi, komşu Bizans tekfurlarına (valilerine) karşı kazandığı parlak başarılarından dolayı “gazi” unvanı aldı. Ertuğrul Gazi, yöneticiliği döneminde aşiretinin nüfusunun az olmasından dolayı barış merkezli, tedbirli ve ihtiyatlı bir siyaset izledi. Çevresinde bulunan Türkmen beylikleri ve Bizans (İnegöl-Karacahisar-Bilecik) tekfurlarıyla daima iyi geçinip onların durumlarını ve siyasi şartları gayet iyi değerlendirerek başında bulunduğu aşiretini ve idaresi altında yaşayanları sulh ve sükûn içinde yaşattı. Ertuğrul Gazi, emri altındaki topraklarda yaşayan halk tarafından çok sevilen ve sayılan bir kişiydi. Söğüt’teki Hıristiyan tebaası da Ertuğrul Gazi’yi yürekten seviyor ve sayıyordu. Yurt tuttuğu bölgede huzur ve güveni sağladı. Ertuğrul Gazi, 1281 senesinde 93 yaşlarında iken Söğüt’te vefat etti. Türbesi Söğüt’tedir. Her yıl eylül ayının 2.haftası pazar günü anma törenleri yapılmaktadır. Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Gazi’ye küçük bir beylik, tecrübeli kumandanlar, iyi bir nam ve fethe müsait bir zemin bırakmıştır. Ertuğrul Gazi hakiki bir Türkmen asilzadesi olup hayatını milletine adamış büyük bir inanç adamıydı. Ertuğrul Gazi’nin hayatı, aşiretin idaresini eline aldığı günden beri daima göç ve mücadele içinde geçti. Ertuğrul Gazi cömert, şefkatli, dirayetli, sebatkâr, fedakâr, adil, merhametli, açık yürekli, samimi, sabırlı ve faziletli bir insandı. Hayırseverliği yanında güzel ahlak timsaliydi. Vakarlı, ilkeli ve dürüst idare anlayışı, ileri görüşlülüğü ve etkin devlet adamlığı gibi meziyetleriyle kendinden sonraki liderlere örnek olmuştur. Oğlu Osman Gazi´ye yaptığı vasiyeti ile altı asır boyunca ayakta kalacak olan bir devletin idarecilik ruhunun temellerini atmıştır. Osman Gazi Osman Bey, 1258 yılında Söğüt´te doğdu. Yaşamının erken dönemleri hakkında güvenilir kayıtlar yoktur. Babası Ertuğrul Gazi, Batı Anadolu’da Söğüt Ovası ile Domaniç Yaylasında yaşayan Oğuz Türkleri´nin Bozok boyunun Kayı kolundan olan büyük kalabalık bir obaya başkanlık etmekte idi. Osman Gazi onun küçük oğlu idi. Halk söylentilerine göre annesi Hayma Ana´dır 1281 yılında babası Ertuğrul Bey 90 yaşlarında iken ölmüştür. Bundan sonra Osman Bey,Oğuz töresine uygun olarak Kayı Aşiretine baş ve buğ olmuştur. Osman Gazi, Bizans tekfurlarıyla yaptığı mücadeleler sonucu İnegöl yakınlarındaki Emirdağı eteklerinde bulunan Kulaca Hisarı ele geçirmiştir. Bu, Osmanlıların ilk kale fethidir. 1286´da "Domaniç Muharebesi" yapılmıştır. Osman Bey, bu muharebeyi de kazanmıştır. Bu galibiyet sonunda Karacahisar Osman Bey’in eline geçmiştir. Bundan sonra Osman Gazi, müteffikleri ile birlikte akınlar yapma stratejisini uygulamaya başlamıştır. Mudurnu yakınlarında yerleşmiş Samsa Çavuş ve kardeşi Satılmış ve Harmankaya (Priminos) Tekfuru Köse Mihal güçleri ile birlikte Sakarya Nehri vadisinde Sorkun, Taraklı Yenicesi ve Göynük taraflarına akınlar yapmışlardır. Osman Gazi´nin hangi tarihte, ileride Osmanlı Devleti olacak uçbeyliğini kurduğu tarihçiler arasında tartışmalıdır. Kulacahisar ve Karacahisar kalelerini fetihleri takiben 1299 yılında İnegöl´ü alması Osmanlı Devleti´nin kuruluşu olarak kabul edilir. Birçok tarihçi 1299 yılında Anadolu Selçuklular Devleti´nin yıkılışı ile Osman Gazi´nin, Anadolu’nun diğer Türk beylikleri arasında istiklâlini ilan ederek, Osmanlı Devleti’ni kurduğunu kabul ederler. Osman Bey beyliği arazisini Oğuz türesine uyarak yakın akraba ve silah arkadaşların "dirlik" olarak vermiştir. Böylece Eskişehir kardeşi Gündüz Bey´e, Karacahisar oğlu Orhan Bey´e, Yarhisar Hasan Alp´e ve İnegöl Turgut Alp´e verilmiştir. Tarihçi Halil İnalcık 2009´da verdiği bir konuşmada Osmanlı beyliğinin devlet niteliğini 1302 yılında Yalova yakınlarında merkezi Bizans ordu güçleri ile yapılan Bafeus Muharebesi´ndeki Osman Bey´in galibiyetinden sonrası kazandığını iddia etmektedir. Bu muharebenin yapıldığı mevkii günümüzdeki Yalova iline bağlı Hersek Köyü topraklarındadır. Bu muharebeye "Koyunhisar Muharebesi" adı verilmektedirler.Bu muharebe Bizanslı ordusu ile Osmanlı uçbeyliği ordusu arasında yapılan ilk savaştır. O yıl Kite Hisarı, Orhaneli (Atranos) ve Ulubat Gölü içinde bulunan Alyos adası Osmanlılar eline geçti. 1308´de tekrar başlayan fetih akınlarıyla ilk olarak İznik-İzmit yolu üzerindeki stratejik Karahisar (Trikokıya) ele geçirildi. 1313´de Osman Bey´e büyük yardımları dokunan Bizans Harmankaya Tekfuru olan Mihail Köşes Müslüman olarak Köse Mihal adını aldı ve fetih akınlarına katılmaya başladı. 1313-1315 döneminde Sakarya Nehri vadisinde bulunan Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve, Gölpazarı ve Leblebici kaleleri ele geçirildi. Bu fetihlerden Osmanlı beyliğinin daha genişlemesini sağlamak için bu yörede en büyük Bizans şehri olan Bursa´nın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Osman Bey döneminde emrinde bulunan askeri güçler bu şehrin büyük kalesini ele geçirmek yeteneğinde değildiler. Bu nedenle Osman Bey, Bursa´yı ablukaya almayı tercih etti. Zaten Bursa uzaktan üç yanından Osmanlı beylik arazileri ile çevrili hale gelmişti. Bu şehrin daha yakın ablukaya alınması için iki küçük "havale hisarı" yaptırdı ve bu hisarların komutanlığını Osman Bey, yeğeni Aktimur ile kölesi olan Balancık´a verdi. Osman Gazi, babası Ertuğrul Gazi´den yaklaşık 4.800 km2 olarak devraldığı Osmanlı toprağını, oğlu Orhan Gazi´ye 16.000 km2 olarak devrettiği hesaplanmıştır. Osman Gazi son yıllarında yaşının ilerlemesi ve hasta olduğu için, tarihçilerin bildirdiklerine göre, beylik idaresini oğlu Orhan Bey´e bırakmıştı. Ancak Osman Bey´in ne zaman ölüp, Orhan Bey´in ne zaman beylik idaresini tümüyle eline aldığı tartışmalıdır. Osman Bey´in ölümünün 1324´de olduğunu ileri sürmektedir.Osman Bey´in ölüm yerinin nerede olduğu da tartışmalıdır. Büyük olasılıkla Söğüt´te ölmüştür. Bazı tarihçiler Bursa´nın onun ölmesinden önce Osmanlı devleti eline geçtiğini kabul ederek onun Bursa´da öldüğünü iddia ederler. Ancak Bursa´nın Orhan Gazi tarafından kendi beyliği döneminin başında fethedildiği üzerinde Osmanlı tarihçilerinin çoğu hemfikirdirler. Osman Gazi´nin önce Söğüt´te babası Ertuğrul´un türbesine gömüldüğü ve Bursa´nın fethinden sonra buradan alınıp Bursa kalesinde Osmaniye Meydanı´nda bulunan Gümüşlü Kümbet´e (Aya Elia) gömüldüğü kabul edilmektedir. |
All times are GMT +3. The time now is 10:22. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025