Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Genel Tarih (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=141)
-   -   - "Mustafa Armağan" Arşivi - (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=19921)

ümitli_bekleyis 06-08-2008 14:59

Brüksel’deki yargıçlar sarıklı olsaydı…
 
Sarıklı yargıçlar olsaydı biz hapşırınca onlar nezle olurdu.Böylelikle sürekli aynı mevzular üzerinde dönüp dolanan değil, muasır medeniyetin zirvesi biz olurduk . Ulaşılmaya çalışılan , gittiği yolda peşinden gelinen..

ümitli_bekleyis 06-08-2008 15:15

Menderes en son ne zaman gülmüştü?
 
http://pazar.zaman.com.tr/images/200...1/menderes.jpg


Adnan Menderes bir fikirdi, bir ümitti. Bu toplumu sürü olarak görüp diktatör gibi yönetmeye devam etmek isteyenler ile onun iradesine saygı duyulmasını isteyenler arasında hâlâ süren mücadelenin geçmişteki adresiydi bir bakıma.

Şahsi kusurları elbette olabilir. Kimin yok ki? Ancak bu toplum Adnan Menderes’te onu da aşan bir ışık görmüş ve umutla etrafını çevirmişti. Ondan bir ‘kahraman’ beklemişti.

Ne var ki, kahramanların da desteğe ihtiyaç duydukları anlar olur. “İşte halk yanımda, görmüyor musunuz Eskişehir’de 150 bin kişi meydanları doldurmuş” diyordu darbeden bir gün önce. Ancak unutmayalım ki, 17 Eylül 1961 günü, İstanbul halkı, sokağa çıkma yasağı olmadığı halde, evinden dışarı adım atmamış ve radyodan idam haberini sessizce dinlemişti. O gün, Emniyet kayıtlarına, suç işlenmeyen tek gün olarak geçecektir.

Adnan Menderes’in son anları çok konuşulmuş ve çok yazılmıştır. Necip Fazıl Kısakürek “Son Posta” gazetesinde infazda görevli iki gardiyanın izlenimlerine dayanarak Menderes’in idamı sırasında neler yaşandığını kaleme almıştı. Necip Fazıl’a göre Menderes, tam boynuna ilmek geçirileceği sırada cellada “Dur” demiş ve “dudakları yalnız kendi gönül kulağına ve Allah’a hitab ederek” iki üç dakika boyunca “kıpırdanmış”tır. Ne okuduğu belli olmamakla birlikte dua ettiği besbellidir.


Ancak Yassıada’da idama mahkûm edilip cezası müebbede çevrilen ve Kayseri Cezaevi’nde hapis yatarken yurtdışına kaçmayı başaran Reşat Akşemsettinoğlu, hatıralarında Menderes’in son anını İmralı’daki hücresinden şöyle aktarmıştır:

“Dışarıda hava birdenbire kararmıştı. Koğuşta dahi birbirimizi seçemez olmuştuk. Saat tam 13.23’te “Allah” sesi bir anda etrafa yayıldı. Bu ses Menderes’in sesi idi. İki dakika sonra saat 13.25’te semadan tufan halinde bir yağmur sağanağı indi. Bu sağanak sanki ağaçları, binaları, insanları, eşyaları, gökten sürükleyip getiren bir seldi. İmralı’da bulunan karaağaçların dallarında tüneyen on binlerce kuş, yağmurun şiddetinden dolayı yerlerinden fırlayıp havaya süzülmüşler ve etrafı büsbütün karartmışlardı… Sonradan öğrendiğimize göre hakim, savcı ve subay maskesi altında idamını seyretmeye gelen katiller, yağmurun şiddeti karşısında çil yavrusu gibi etrafa kaçarak Menderes’in son anını görmek zevkinden mahrum kalmışlardı.”

Menderes’in gözü açık çekilmiş son fotoğrafı, boynuna ilmek geçirilmişken çekilmişti. Bundan sonra gözünü yumduğunu gösteren bir başka görüntü ve uzaktan çekilmiş, ayakları sallanırken gösteren ‘post-mortem’ fotoğrafı vardır.

Peki Menderes’i gülerken gösteren son fotoğraf nerede çekilmiştir?

Yanda gördüğünüz fotoğraf, 26 Mayıs 1960 akşamı, Eskişehir’de Şeker Fabrikaları’nın verdiği akşam yemeğinde, muhtemelen saat 22.00 civarında çekilmiştir. Elini öpmek üzere eğilen kişiye gülümseyerek mukabele eden Adnan Menderes, biraz sonra telefona çağrılacak ve dönüşte morali bozuk ve oldukça gergin olduğu görülecekti. Görüştüğü kişi, Meclis Başkanı Refik Koraltan’dır. İstanbul Üniversitesi profesörlerinin protesto hazırlığında olduklarını öğrenmiş ve salona döndükten sonra son siyasi konuşmasını yaparken darbeye çanak tutan üniversite hocalarını “Kara cübbeliler” sözüyle eleştirmişti.

Ancak artık Menderes’in yüzü asıktır ve 5 ay sonra Yassıada duruşmalarında hakim huzuruna çıktığında o tatlı tebessümü gitmiş, yerine süzgün, bitkin, çökmüş bir Menderes gelmiştir. Hakime, 5 aydır kimseyle konuşmasına izin verilmediği için konuşma yeteneğini kaybettiğini, bunun anlayışla karşılanması gerektiğini söyleyecek noktaya kadar varmıştı bitkinliği.

Bu toplumun Adnan Menderes’i neden sevdiğini anlayabilmek için başka tanıklıklara da ihtiyaç var. İşte “Yeni Dünya” dergisinin geçen (Mayıs 2008) sayısında Cevat Akşit Hoca’yla yapılan söyleşi, Menderes’in derin dünyasını deşifre etmemiz için canlı bir ipucu niteliğindedir. Amcası Baha Akşit (DP grup başkan vekilidir) aracılığıyla imam hatiplerin yüksek kısmının, yani yüksek İslam enstitülerinin açılması için Başbakanla görüşmeye giden heyette bulunan Cevat Akşit, bakın darbeden kısa bir süre önce gerçekleşen bu görüşmede Menderes’in nasıl deruni bir fotoğrafını çekiyor:

“Ben 17 yaşımdaydım. Saat [gece] 10’a doğru Başbakan’la görüşeceğimiz odaya girdik. Başbakan geldi, koruma polisini dışarı çıkardı ve kapıyı kilitledi. “Kimse buraya girmeyecek” diye tembihledi. Bir başladı konuşmaya. Türkiye’deki komünist faaliyetleri, bölücü faaliyetleri, masonik faaliyetleri bir bir anlattı. Dedi ki: ‘Benim müsteşarım [Ahmet Salih Korur] masonların reisi. Beni bu kadar bunalttılar, etrafımı çevrelediler. Ben Müslüman’ım. Türkiye’nin de ayakta kalmasının teminatı İslam’dır, imandır. Eğer bugün biz ayaktaysak, beyaz örtülü bir ninenin veya aksakallı bir dedenin kucağında büyümüş bir nesil olarak ayaktayız’ dedi. Ama bu sırada hüngür hüngür ağlıyor.”

Akşit, Menderes’in “İmansız, İslam’sız yaşanmaz. Hayatım pahasına da olsa imam hatip okullarının yüksek kısmını açacağım. Arkadaşlarım beni desteklemiyor, laikliğe aykırı görüyorlar” sözlerinden sonra üç defa “Yalnızım, yalnızım, yalnızım!” dediğini de belirtiyor. O gece o odada bulunan herkes ağlamıştır.


Cevat Akşit’in tanıklığıyla gördüğümüz gibi Menderes’in bir de resmî kayıtlara geçmeyen bir iç dünyası vardı. Zaten Necip Fazıl daha 1951’den itibaren onun bu iç dünyasına bir kuyumcu titizliğiyle eğilmiş ve oradan Menderes’i bile aşan bir anlam ve ümit abidesi yontmaya koyulmuştu.

“Ama Menderes, ah Menderes… Sen mahzun ve münkesir Müslümanların biricik ümid bildiği tek ve yegâne adamsın! Mademki kendini bu kadar sevdirdin ve kendine bu kadar ümit bağlattın; artık mecbur ve mahkûmsun! Bu vatanın ne kadar hasreti varsa hepsini senden bekleyecek ve isteyeceğiz!.. Sen Allah’ın, Resûlü’nün, Türk milletinin ve Türk tarihinin sevgilisi olabilir; ve sahte kahramanların ardından birdenbire gerçek ve büyük kahraman çapında yükselebilirsin!”

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis 06-08-2008 15:23

Menderes en son ne zaman gülmüştü?
 
Ben teşekkür ederim okuyup , yorum yaptığınız için.

muhafazakargenc 06-14-2008 23:29

Menderes en son ne zaman gülmüştü?
 
Bu ülkede gerçek demokrasiyi kurmak isteyenler hep sonları ölüm olmuştur. Ancak dediğim gibi Zulüm azrailde olsa Hakkı tutacağız Mukkades davalarda ölüm bile güzeldir.

kralfk 06-19-2008 13:28

Brüksel’deki yargıçlar sarıklı olsaydı…
 
paylaşım için sağol

ümitli_bekleyis 06-20-2008 13:38

CHP 1969’da darbeye nasıl karşı çıkmıştı?
 


“Tarih yabancı bir ülkedir” demiş ya David Lowenthal, ben bunun bizim gibi ülkeler için pek geçerli olmadığını düşünüyorum artık. Neden mi? Belki Batı için geçerli olabilir dediği, ancak bizimkisi gibi hafızası zayıf toplumlar hep ve daima kendi ülkesinde yaşamaya mahkûmdurlar. Baksanıza, 1969 yılının tam da bu ayları, ne muazzam benzerlikler gösteriyor yaşadıklarımızla.

Bir kere şimdi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması gündemde olan iktidar, Meclis’in yaz boyunca çalıştırılmasından yana ve anamuhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi tatil girmesini ister iken, 1969 Haziran’ında tam aksi bir manzara hakim siyaset sahnesine. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü yaz boyunca Meclis’in çalışmasını istiyor fakat o tarihte iktidarda olan Süleyman Demirel Meclis ve Senato’nun tatile girmesi için ter döküyordu.

Peki niçin ter döküyordu İnönü? Ve Demirel neden kapatmak istiyordu Meclis’i? Olayları biraz başa doğru sarmak lazım bunu öğrenmek için.

Malum 1961 Anayasası, 27 Mayıs darbesini yapan ekibi korumasına almış ve Demokratların yeniden siyasete girmesini engellemişti. Darbecileri koruyan ‘özel’ maddeler o tarihlerde kaldırılamazdı belki ama hiç değilse hâlâ halkın kalbinde sevgisini koruduğu DP’lilerin affı ve siyasete dönmeleri neden mümkün olmasındı?

Bunun için ilk adımı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay atmış ve Kayseri’de hapis cezasını çekmekte olan Celal Bayar ve arkadaşlarını affetmişti. Ancak sorun sadece hapisten kurtulmak değildi. Bu affı, siyasi hakların iadesi takip etmeliydi ki, zaten Bayar’ın eski defterleri bir kenara koyup İnönü ile görüşmesinin hedefinde bu vardı. İki ezeli rakip arasındaki bu yakınlaşma elbette siyasi hesaplarla alakalıydı.

İnönü’nün hesabı, biraz Devlet Bahçeli’nin türban konusunda AK Parti’ye yönelik sıkıştırma stratejisini andırıyor. Hem Demirel’i, devamı olduğunu iddia ederek oylarını aldığı Demokrat seçmenlere hep vaat ettiği fakat bir türlü hayata geçiremediği siyasi hakların iadesi konusunda köşeye sıkıştırmak, hem de 27 Mayıs’ı yapıp Menderes ve arkadaşlarını idam eden ve halkın tepkisini alan darbecilerden farklı, hatta özgürlük havarisi olduklarını ispatlamak üzerine kuruluydu strateji. Tabii yaklaşan seçimlerde daha fazla oy almak da vardı hesaplar arasında. Bir taşla birkaç kuş birden vuruyordu İnönü.

Bayar, ‘yeni Menderes’ olarak piyasa çıkan ve söylemlerinde gizli veya açık, DP’nin devamı olduğunu beyan eden Demirel’in siyasî haklar konusunda somut bir adım atmayışı karşısında AP içindeki adamlarını harekete geçirerek iktidar üzerinde baskı kurmak istiyordu. Öte yandan biz desteğimizi çekersek Demirel düşer tehdidini aba altından göstermeyi de ihmal etmiyordu. Bu amaçla İnönü gibi bir ezeli rakibi Pembe Köşk’te ziyaret edip desteğini istemişti.

Oyundaki üçüncü figür olan Demirel, Bayar-İnönü buluşmasıyla köşeye sıkışmıştı. Yıllar yılı Demokratlara haklarını iade edeceğini söyleyip oy alan ama bunu bir türlü gerçekleştirmeyen Demirel, CHP’nin kontratağı karşısında tam anlamıyla köşeye sıkışmıştı. İnönü, Meclis’e gelmesi halinde DP’lilerin affı lehine oy kullanacaklarını beyan etmiş, ‘Hodri meydan’ demişti. Bu durumda Meclis’ten kaçış imkânı kalmamıştı Demirel’in. 15 Mayıs 1969’da oylama yapıldığında Anayasa değişikliği için gerekli parmak sayısına ulaşıldığı görülmüş, 309 oyla kanun kabul edilmişti. Değişiklik senatoda da kabul edildi mi, artık elindeki kartı kaybedecekti.

Ancak ne olduysa bu sırada oldu ve 17 Mayıs tarihli “Cumhuriyet” gazetesi, “Ordu Anayasa değişikliğine hayır dedi” manşetiyle çıktı. Komutanlar Sunay başkanlığında Çankaya Köşkü’nde toplantı üstüne toplantı yapıyordu. Nihayet Sunay’ın 19 Mayıs mesajı bardağı taşıracak, o da Anayasa değişikliğine karşı olduğunu açıklayacaktı. Kanunun hiç değilse Senato’dan geçmemesi için baskı yapılıyordu.

Anlayacağınız Türkiye tam bir darbe havasına girmişti. Nitekim Demirel iki defa MİT başkanıyla görüşecek, CHP MYK üst üste toplanacak, İnönü ise geri adım atmayacağını ilan edecekti. Gerçekten samimi miydi değil miydi, tartışıladursun, İnönü’nün askerî darbe yanlılarına tokat gibi verdiği şu muhtıra, bence demokrasi tarihimize altın harflerle yazılacaktır:

“Biz tam kadro olarak Senato’ya gidip oy kullanacağız… İsterlerse gelip bizi parlamentodan alsınlar.”

Nitekim 20 Mayıs’ta CHP’nin zoruyla toplanan Senato, af kanununu AP’lilerin engellemesi yüzünden görüşememiş ve dağılmıştır.

Manzara son derece ilginç bir hal almıştır. Demokratların devamı olduğunu söyleyen Demirel, askerden tehdit gelince kanunun çıkmaması için elinden geleni yapmakta, buna mukabil CHP, özgürlükleri savunan ve neredeyse 27 Mayıs’a karşı hareket eden bir parti kimliğine bürünmüş, saflar yer değiştirmiştir.

Demirel ne kadar geri çekilirse, onu köşeye sıkıştıran İnönü, boşalan mevzilere sızıyor ve işi, Cumhurbaşkanı’na mektup yazmaya ve darbe tehditlerine karşı çıkmaya kadar götürüyordu. Nitekim 21 Mayıs tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde İnönü’nün bizzat Sunay’ı ihtilali kışkırtmakla suçlayan ve dolayısıyla darbe heveslilerini mat eden tarihî mektubu yayınlanacaktı. Bu mektubu, bir başka mektubun takip etmesi gecikmedi. İnönü’nün 15 Eylül 1961 günü Cemal Gürsel’e idamların infaz edilmemesi için yazdığı mektup, 29 Mayıs’ta basında yayınlanacak ve Milli Şef’in o günkü tavrını aslında 27 Mayıs’ın hemen arkasından da takındığı ilan edilecekti. Ne var ki, aynı gün Demirel’in baskısıyla Meclis ve Senato tatile girecek ve af konusu da dahil olmak üzere Türkiye’nin acil çözüm bekleyen meseleleri seçimden sonraya bırakılacaktı.

1969 seçimlerini müteakip toplanan senato, DP’lilere siyasi haklarını iade eden kanunu çıkaracak fakat bu defa da bildik bir engele takılacaktı. Askerin İnönü’yü ezip geçemediği görülünce bu defa Anayasa Mahkemesi devreye girecek ve tıpkı geçtiğimiz günlerde olduğu gibi Anayasa değişikliklerini usul değil, esas yönünden denetleme yetkisine sahip olduğunu iddia ederek, yani yetkisini aşıp bir hukuk darbesi yapacaktı. Halbuki Mahkeme’nin sadece ‘uygunluk’ yönünden Anayasa iradesini denetleme yetkisi vardır, yerindelik yönünden bile yoktur. Ama her darbe kendi hukukunu hazırlamakta mahirdir.

1969’dan bu yana 39 yıl geçmiş. İnönü rolünü bugün kim oynuyor, Demirel rolü kimin üzerinde, siz karar verin artık.

MUSTAFA ARMAĞAN

ümitli_bekleyis 06-23-2008 00:32

Cumhuriyeti kuran gizli komite
 



Tarihimizde bu kadar büyük etki yapmış başka bir oylama var mıdır bilmiyorum ama 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu, toplam üye sayısı 287 olan bir TBMM’de sadece ve sadece 122 oyla kabul edilmişti dersem sanırım ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bırakın 367’yi, üye tam sayısının yarıdan bir fazlası demek olan salt çoğunluk bile yoktu ortada. Hem de ne için? Trafik Kanunu için değil, Türkiye’nin kaderini değiştiren bir oylama için.

Sordunuz, biliyorum: Peki bu kanun nasıl meşru kabul edilmişti?

Vallahi orasını pek karıştırmayın, zira o zamanlar Sabih Kanadoğlu olmak biraz cesaret isterdi.

İlk TBMM en sert tartışmaların yaşandığı ve bu yüzden zapt edilmesi çok çok zor olan bir meclisti. Oradan kanun geçirmek, tabiri caizse deveye hendek atlatmak gibiydi. Her üye başlı başına bir devlet organı gibi çalışıyor; mecliste çok ilginç tartışmalar, hatta kavgalar yaşanıyor; savaş yıllarında herkesin beli silahlı olduğu için ateşli tartışmalar sırasında tabancaların çekildiği bile oluyordu.

Milletvekilleri, kelimenin gerçek anlamında milletin vekilleriydi, yani bir partinin kıyağı sayesinde değil, kendi özellikleri ve güvenilirlikleriyle oraya gelmişlerdi ve seçmenlerine karşı derin bir sorumluluk duygusuyla hareket ediyorlardı. Müzakereler uzayınca kanunların çıkması gecikiyor, bu da sistemde aksamalara yol açıyordu.

İşte bu aşamada inkılap tarihi kitaplarımızda sözü edilmeyen gizli bir komite kurulacaktı. Selamet-i Umumiye Komitesi denilen bu gizli örgütün 1922-1923 döneminde demokratik hayatımızı nasıl biçimlendirdiğini ve ardından gelen yine bir gizli komite işi olduğu anlaşılan Takrir-i Sükun Kanunu’yla Türkiye’de çok sesliliğin nasıl bıçak gibi kesilip Metin Toker’in deyişiyle bir ‘mezar sessizliği’nin nasıl hakim olduğunu yeni nesle anlatmak lazım ki, tarihin tek bir çizgi halinde değil, uzaktan düzmüş gibi görünen eğri büğrü çizgilerden oluştuğunu görebilsinler.

Peki birinci meclisin bu iş bitirici gizli komitesinin mahiyeti neydi? Kimlerden oluşuyordu? Ve daha önemlisi, neler yapmıştı?

Ahmet Demirel “Birinci Mecliste Muhalefet” adlı değerli incelemesinde komitenin işlevini, önemli meseleleri meclisten geçirmek ve meclis çoğunluğunu denetim altına almak şeklinde özetliyor. Bu komite gizli görüşmeler yoluyla diğer milletvekili arkadaşlarının güvenlerini kötüye kullanarak bir “azınlık tahakkümü” meydana getirmekteydi. 1922 baharında faaliyete geçen komitenin ilk sınavı, Mustafa Kemal Paşa’ya başkomutanlık verilmesi müzakereleriydi. Öyle bir meclis vardı ki karşılarında, Mersin mebusu Selahattin [Köseoğlu] şöyle kükreyebiliyordu Mustafa Kemal’in talepleri karşısında:

“Yüksek Meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Buradan millete emrolunmaz. Millet, buradan isteklerini beyan eder. Böyle şeyler görüşme yapılmaksızın geçerse, o zaman Meclis yok demektir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.”

İsmet İnönü hatıralarında Mustafa Kemal’in bu sıkı muhalefet yüzünden iki defa meclisi kapatmayı düşündüğünü ve “Bu iş böyle olmayacak. En iyisi meclisi kapatmak” dediğini aktarır. İşte Selamet-i Umumiye Komitesi çetin meclis denetimini aşmanın bir yolu olarak devreye sokulmuş ve millî iradeyi bazen ikna, bazen baskı ve bazen de tehditle yönlendirmiş görünüyor.

Bunun kanıtını, eski Başbakan Rauf Orbay’ın 1926 tarihli bir mektubunda ve asıl geniş bilgiyi, komitenin kurucularından Dr. Emin Erkul’un 2-3 Mart 1954 tarihli “Vakit” gazetesinde yayınlanan hatıralarında buluyoruz. Erkul, bu gizli komitenin nasıl bir derin devlet gibi çalıştığını içeriden şöyle anlatıyor:

“Birinci Millet Meclisi’nin sonlarına kadar gerek Meclis’e ve gerekse birinci gruba hakim ve nâzım rolünü ifa etmiş olan bu zümreye ancak 35 kişi iştirak etmişti. Bu 35’ler tam bir tesanüt halinde hareket ediyor ve evlerde gizli oturumlar tertip ederek Meclis ruznamesindeki maddeleri müzakereye ve neticeye bağlıyordu. Zümrede verilen kararlar birinci grup müzakerelerinden evvel yakın arkadaşlara telkin ediliyor ve grup içtimalarında müdafaa edilerek grup ekseriyetinin kararına iktiran ettiriliyordu. Bir kere grubun ekseriyeti tarafından kabul edilen herhangi bir mevzu grup toplantılarında muhalif veya müstenkif kalanlar dahi olsa disiplin kavaidi mucibince ekseriyet kararına uyarak Meclis’te ekseriyet temin ediliyordu.”

Dr. Emin Erkul’un söylediklerinden çıkardıklarımız şunlar:

1) Gizli komite 1922 baharından 1923 Ağustos’una kadar gerek Meclis’e, gerekse sonradan CHP adını alacak olan Birinci Grup’a hakim olmuş ve onu yönetmiştir.

2) Bu komite 35 kişiden oluşmaktaydı.

3) Tam bir dayanışma içerisinde önemli gündem maddeleri görüşülmeden önce evlerde gizli gizli toplanıyor, kendilerini Meclis yerine koyarak müzakerelerde bulunuyor ve Birinci Grup üyelerine telkinde bulunduktan sonra Meclis’e giriyor ve oturumlarda önceden belirlenmiş taktikleri uygulayarak istedikleri kanunu çıkartıyorlardı.


Bu gizli komitenin Meclis’te zaman zaman terör havası estirdiğini, bazı çatışma ve kavgalarda rol oynadığını ve gerekirse şiddete başvurduğunu, hem organizatörlük, hem de tetikçilik yaptığını söyleyebiliriz. Ne var ki bu ikna veya şiddet eylemleri de bir yerde işe yaramaz olunca, özellikle de Lozan’ı kabul etmeyecekleri anlaşılınca yine bu gizli komitenin baskısıyla Meclis’in kendini feshi ve seçimlere gitmesi gerçekleşecektir. İşte Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya Köşkü’nde İsmail Habib Sevük’e söylediği “Kız gibi bir Meclis yapalım” sözü tam da bu ortamda dillendirilmişti.

İkinci Meclis gerçekten “kız gibi” oldu mu, olmadı mı tartışmalı. Ancak Türkiye’de demokrasinin kesintiye uğramasında en büyük dönüm noktalarından birini teşkil eden Takrir-i Sükûn Kanunu’nun bu Meclis tarafından zoraki kabul edilmesi olayına baktığımızda bu gizli komitenin Tek Parti Dönemi boyunca bir hayalet gibi başımızın üzerinde gezindiğini söyleyebiliriz.

Kim bilir belki hâlâ o hayaleti kovamadık evimizden. Kovulacağına aklınız kesiyor mu?

MUSTAFA ARMAĞAN

tayyipleyiz 06-23-2008 00:42

Cumhuriyeti kuran gizli komite
 
Cumhuriyet tarihine bakıldığında her dönemde Milli İradeye set koyan biri veya birilerini bulmak zor olmuyor. Bu setin kaldırıldığı gün, ülke adına en büyü kdevrim olacaktır.


Mustafa Bey de olmasa bunları öğrenemeyeceğiz. Tarih bize uzaylıların ki gibi anlatılmış maalesef. Yazana ve taşıyana minnet olsun. (+)

ENGİNEER 06-23-2008 00:46

Cumhuriyeti kuran gizli komite
 
Bu komite daha sonra 60, 80 darbeleri ve 71 muhtırasında da farklı isimlerle ortaya çıktı aslında...Çok güzel bir yazı...

ümitli_bekleyis 06-30-2008 18:55

Bir Abdülhamid efsanesi daha çöküyor: Reval safsatası
 
Tam yüz yıl önce bugünlerde Balkanlarda olağandışı bir hareketlilik yaşanıyordu. Estonya’nın Reval şehrinde bir araya gelen İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında Makedonya’nın, hatta Osmanlı Devleti topraklarının paylaşıldığına dair haberler “bir kısım” dış basında boy göstermekte ve dedikodusu bile Abdülhamid rejimine nicedir diş bileyen İttihatçıları acilen harekete zorlamaktaydı.

Güya Karadeniz ve Boğazlar Rusya’ya bırakılıyor, Mısır, Sudan ve Basra körfezine kadar Irak İngiltere’nin oluyor, Fransa ise Suriye ile Lübnan’ı alıyormuş.

Bu dedikodular o kadar büyütülmüş ve yaygınlaşmıştı ki, haberi duyan Resneli Niyazi’nin gözlerine tam üç gece uyku girmemişti. Neden acaba? Birazdan anlayacağız bunu. Ancak şimdi Meşrutiyet’in ilanına giden yolun kırılma noktasını tekil eden bu haberin doğru olup olmadığını sorgulamamız gerekiyor.

Bir kere, konu üzerinde Tarih ve Toplum dergisindeki (Sayı: 24, Aralık 1985, s. 16-19) öncü makalesiyle yol açan Orhan Koloğlu’nun dediği gibi, hadi Çar belki kendi kafasından böyle bir oldu bittiye girişebilirdi ama Kralın, hükümetçe onaylanmadan bu derece hayati önemde bir siyasî kararı alması, alsa da uygulatabilmesi çok zayıf bir ihtimaldi. Kaldı ki, Kral, Reval’e Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nı yanına almadan müsteşarlarla vs. gitmişti. Yani “Kral Edward’ın yanındaki uzmanlar arasında siyasal karar verecek nitelikte kimsenin bulunmaması bu açıdan önem taşıyordu.”

İki. Görüşme, uzun zamandır zeminini Fransa’nın döşemekte olduğu bir Antant’ın (İtilafın) son halkasıydı. 1870’de Sedan’da Almanya karşısında yerle bir olan Fransa, Almanya’yı bu birliğin dışında tutabilir ve kin tuttuğu rakibini bir çember içine alabilirse kendisini güvencede hissedecekti. Dolayısıyla hedef, Osmanlı değil, Almanya idi. (Kaynak verip başınızı şişirmek istemiyorum ama meraklılara H.A.L.Fisher’in “A History of Europe” adlı Avrupa tarihinin cilt 2, sayfa 1084 vd. ile W. Kay Wallace’ın “Thirty Years of Modern History” adlı eserinin 48-50. sayfalarına bakmalarını öneririm. Diğer kaynakları, www.mustafaarmagan.com.tr adresinde bulacaksınız.)

Reval görüşmesinin bir başka sebebi ise uzun zamandır Rusya ile yakınlaşmakta olan Avusturya’ya Abdülhamid’in ustaca attığı kancadır. Uzun zamandır istedikleri demiryolu imtiyazını vererek Avusturya’yı tarafsız kalmaya zorlayan Abdülhamid’in bu adımı Rusya’yı karıştırmış, İngiliz ve Fransızların Almanya’yı yalnız bırakma ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yanlarına çekme girişimlerine darbe indirmişti. Reval’den sızan haberlere bakılırsa Almanların Rusya ile yakınlaşma çabaları İngiltere ve Fransa tarafından bitirilmiş görünüyordu.

İşte Avusturya ve Alman basınında, Reval buluşmasının gizli gündeminin Makedonya’nın ve Osmanlı Devleti’nin paylaşılması şeklinde yansıtılmasını masumca bir girişim olarak değerlendirmek için İttihatçılar kadar saf olmak gerekiyordu. Burada düpedüz bir istihbarat savaşının içine düşmüştük ve Türkiye kamuoyunu herkes kendi açısından ifsat etmekle meşguldü. Koloğlu, Alman ve Viyana basınından alıntılarla gazetelerin, Reval’de ekonomik çıkar ve saygınlıklarının nasıl yara aldığı ve bir anti-Alman cephenin oluşturulmakta olduğu ısrarının altını çiziyor.

Halbuki Reval tutanakları yayınlandığında görüldü ki, Kral-Çar görüşmelerinde ayrıntıya girilmemiş, dostluk mesajları verilmiş, Almanya ile ilişkiler, bir de Baltık-Kuzey Denizi sorunları ele alınmıştı. Ayrıntılar müsteşarlar düzeyinde ele alınmakla birlikte Sir Hardinge’in tuttuğu zabıtlardan Makedonya sorununun tartışıldığını, bir formül arandığını fakat karara varılamadığını görürüz. Bundan sonra İran, Afganistan, Girit, Avusturya’ya verilen demiryolu imtiyazı gibi konular görüşülmüştür.

Yani zabıtlarda Makedonya ve Osmanlı topraklarının paylaşılacağına dair bir “anlaşma” asla yoktur. Rusya, İngiltere’yi kendi çizgisine çekmeye çalışmışsa da, İngiltere hiçbir vaatte bulunmadan görüşleri dinlemekle yetinmiştir! Bu kadar.

Bu kadar mı? Değil henüz. Asıl sarsıcı bilgi bundan sonra.

Peki işin aslı buydu da, İttihatçılar neden birdenbire celallendiler Reval’i duyunca? Onun cevabını, Koloğlu’nun, “Times”ın Viyana muhabiri Steed’in kitabından yaptığı bir alıntıda buluyoruz. Beraber okuyalım:

“Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Alman Yahudisi basını, Çar ile Kral Edward’ın görüşmesini statükoya (mevcut duruma) karşı bir komplo olarak nitelemeyi ve burada Padişah’ın hükümranlığına ve toprakları üzerindeki otoritesine karşı bir saldırı şeklinde görmeyi tercih ettiler. Selanik ve Makedonya’nın Abdülhamid karşıtı Genç Türk suikastçılarına toplanma yeri hizmeti gören BÜTÜN ÖZEL MASON LOCALARINDA Reval buluşmasının Avusturya-Alman versiyonu yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden felakete karşı hazırladıkları eylemi hızlandırmaları öğütlendi.”

Demek ki neymiş? Birincisi, İttihatçılarımızın kafası, güvenli diye toplandıkları Mason localarında bir güzel yıkanıyormuş. İkincisi, çoğu Reval’i yabancı gazetelerden ve Makedonya’daki konsolosluklardan öğreniyorlarmış. Bir de aralarına karışan ajanların faaliyetini sayarsanız tablo aşağı yukarı tamamlanır.

İşte 3 gece uykusuz kaldıktan sonra 3 Temmuz 1908 günü tabur kasasındaki paraları ‘ödünç’ alarak dağa çıkan Niyazi Bey’i günlerdir uykusuz bırakan haber böyle bir dezenformasyonun eseriydi. Zaten o sırada Mekadonya Mali Komisyonu’nun Fransız delegesi M. Steeg İttihatçıların Makedonya’nın ıslahatıyla değil, Abdülhamid rejiminin devrilmesiyle ilgilendiklerini söylerken bize bir ipucu uzatıyordu aslında: İttihatçıları ateşleyen asıl neden dışta değil içerideydi.

Tam da Reval görüşmelerinin gerçekleştiği günlerde Abdülhamid’in hafiyeleri bu gizli cemiyetin şifresini çözmüşler ve merkeze doğru hızla ilerliyorlardı. Muhtemelen birkaç gün sonra cemiyet deşifre edilecek ve seri tutuklamalar başlayacaktı. (Niyazi Bey’in hatıratında Selanik’e gelen bu ‘müfsidler’den nefretle bahsetmesi boşuna değil.) Ya yakayı ele verecekler ya da dağa çıkacaklar ve ‘hürriyet’ isteyeceklerdi. Hürriyet istiyorlardı zira hürriyet gelirse hafiyelik bitecek ve müthiş takipten yakayı sıyıracaklardı.

Reval bahaneydi yani…

MUSTAFA ARMAĞAN


All times are GMT +3. The time now is 17:38.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025