Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Bütün Peygamberler (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=321)
-   -   Hazreti İbrahim (a.s) (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=29402)

dildade 05-22-2008 03:16

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim "Allah'ın Dostu"dur


İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrahim'in dinine uyandan daha güzel din'li kimdir? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir. (Nisa Suresi, 125)

Rabbimiz Kuran'da Hz. İbrahim'i dost edindiğini bildirmiştir. Bu nedenle de Hz. İbrahim "Halilullah" (Allah'ın dostu) olarak tanınmakta, insanlar tarafından bu güzel isimle anılmaktadır. Nitekim Peygamberimiz Hz. Muhammed de "Ey Allah'ım! İbrahim aleyhisselâm senin Halilindir, peygamberindir." şeklinde buyurmuşlardır.7

Vahyedilmesinden sonra tahrif edilmiş olan Kitab-ı Mukaddes'te ise Hz. İbrahim için şu ifadeler yer almaktadır:

"Ve İbrahim Allah'a iman etti ve böylece aklanmış sayıldı" diyen Kutsal Yazı yerine gelmiş oldu. İbrahim'e de Allah'ın dostu denildi. 8

Allah korkusuna ve sevgisine sahip, Allah'a dost olan insanın hayattaki tek amacı O'nun hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Kalbinde ve aklında daima Allah olur. Gördüğü güzellikler karşısında "Allah ne güzel yaratmış, O övülmeye layıktır" der, Allah'ı en güzel isimleriyle tesbih eder.

Kendisine verilen her nimetin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'a çokça şükreder. Herhangi bir sıkıntı ve zorlukla karşılaştığında ise, bunun Allah'tan bir deneme olduğunu ve hayırlarla birlikte yaratıldığını bilir. Allah için güzel bir sabır gösterir, tevekkül eder ve ahiret yurdu için salih amellerde bulunur. Bediüzzaman Said Nursi'nin söylediği "elhamdülillahi ala külli hal" (her şartta Allah'a hamd olsun) sözünü kendisine rehber edinir ve nimet içinde de, zorluk içinde de olsa hep Allah'a hamd eder.

Allah Kuran'da bu onurlu makama ulaşmaları için tüm müminleri teşvik etmektedir. Bir Kuran ayetinde müminlere kendilerini Allah'a yakınlaştıracak vesileler aramaları şöyle emredilir:

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın... (Maide Suresi, 35)

Allah bir ayette "Öyleyse, Allah'a doğru kaçın" (Zariyat Suresi, 50) diye buyurmaktadır. Bir başka ayette de şöyle buyurulmaktadır:

"... Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı." (Hac Suresi, 78)

Müzemmil Suresi'nde ise Allah, insanın herşeyden kendini çekip yalnızca Kendisi'ne yönelmesini emreder:

Rabbinin ismini zikret ve herşeyden kendini çekerek yalnızca O'na yönel. (O) Doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka ilah yoktur. Şu halde (yalnızca) O'nu vekil tut. (Müzemmil Suresi, 8-9)

dildade 05-22-2008 03:16

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim Güç ve Basiret Sahibiydi, Doğruyu Seçme Yeteneğine Sahipti


Allah Kuran'da Hz. İbrahim'in "güç ve basiret" sahibi bir kul olduğunu bildirmiştir. (Sad Suresi, 45) Basiret "görüş" anlamına gelir, olaylara hikmetle bakabilmeyi, derin kavrayış gücünü ifade eder. Allah'ın derin imanları, samimiyetleri ve teslimiyetleriyle insanlara örnek kıldığı tüm peygamberler gibi Hz. İbrahim de isabetli kararlar alan, ileriyi görebilen, basiret sahibi bir peygamberdir.

Bir diğer ayette ise Rabbimiz Hz. İbrahim'e "rüşd", yani olgunluk verdiğini bildirmektedir:

Andolsun, bundan önce İbrahim'e rüşdünü vermiştik ve Biz onu bilenlerdik. (Enbiya Suresi, 51)

Ayette geçen "rüşd" kelimesi, "hak bir doğrulukta kararlılıkla, tam ve üstün bir isabetle, emin adımlarla gitmek, doğruya götürmek, yöneltmek" anlamlarına gelmektedir. Allah'ın bu güzel vasıflarla güçlendirdiği Hz. İbrahim, feraset ve basireti, ileri görüşlülüğü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etmesi ve isabetli karar vermesi ile inkar edenlere karşı büyük bir mücadele vermiştir. Tüm bu özellikler onun Allah'tan içi titreyerek korkan, Rabbimizin ayetlerini uygulama konusunda çok titiz bir kul olduğunu bizlere göstermektedir. Nitekim Allah Kendisi'nden korkanlara bu büyük nimetin verileceğini bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Rabbimizin Hz. İbrahim'e bahşettiği üstün vasıflar, bu kutlu insanın inkar edenlere karşı son derece etkili ve akılcı bir mücadele yürütmesine vesile olmuştur. Bunun sonucunda da Hz. İbrahim ve onu izleyenler üstün gelmişlerdir.

"Doğruluk" ve "doğruyu seçme" Peygamber Efendimizin de müminlere sürekli hatırlattığı çok önemli mümin vasıflarındandır. Peygamberimiz (sav)'in bu konu ile ilgili bazı tavsiyeleri şu şekildedir:

Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol! 9

Kim ki Allah ve Resulü'nün kendisini sevmesinden hoşlanırsa doğru söylesin. 10

Allah bir kimsenin hayrını murad ederse, onu doğruya irşad eder.11

Doğruluk (sıdk) iyiliğe götürür. İyilik de cennete iletir. İnsan doğru söyleye söyleye sonunda Allah katında doğru olarak yazılır. Yalancılık fenalığa, fenalık da cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında yalancı olarak yazılır. 12

dildade 05-22-2008 03:17

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim Katıksızca Ahiret Yurdunu Anan İhlas Sahibi Bir Kuldu


Allah Kuran'da Hz. İbrahim'i ve onun soyunu katıksızca ahireti düşünüp anan ihlas sahipleri olarak tarif eder:

... İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla. Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık. (Sad Suresi, 45-46)

Peygamberleri ve samimi iman sahiplerini diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerden biri, onların dünya hayatına dair bir beklenti içinde olmaksızın sadece Allah'ın rızasını ve ahireti kazanmak için ciddi bir çaba içinde olmalarıdır. Hayatlarının sonuna kadar büyük bir sabır ve ihlasla kavimlerini uyarmaya devam etmeleri, bunun en açık delillerindendir.

İhlas sahibi bir mümin, yaptığı işler ve ibadetlerle sadece Allah'ın sevgisini, hoşnutluğunu, takdirini ve dostluğunu hedefler. Bu konuda en güzel örnek ise Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in hayatıdır. Peygamberimiz (sav), sadece Allah'ın hoşnutluğunu aramış, hayatı boyunca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edinmiştir. Allah ayetlerde, insanlara bir rahmet ve lütuf olarak gönderilen elçilerin, hiçbir karşılık beklemeden, ihlasla insanları din ahlakını yaşamaya davet ettiklerini şu şekilde haber vermektedir:

De ki: "Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum ve (kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim." (Sad Suresi, 86)

De ki: "Ben sizden bir ücret istemişsem, artık o sizin olsun. Benim ecrim (ücretim), yalnızca Allah'a aittir. O, herşeye şahid olandır." (Sebe Suresi, 47)

Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde de "Amellerinizi Allah için halis kılınız. Zira Allah-u Teala Kendisi için ihlasla yapılan ameli kabul eder."13 şeklinde buyurmakta ve tüm insanları ihlaslı davranmaya davet etmektedir. Peygamberlerin dualarına, kavimlerine yaptıkları uyarılara baktığımızda onların insanları Allah'a iman etmeye, amellerini halis kılmaya, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmamaya ve sadece ahiret yurdu için çalışmaya davet ettiklerini görürüz.

Bir müminin de sahip olması gereken en önemli vasıflardan biri, "katıksızca ahiret yurdunu düşünüp anmasıdır." Yapılan her iş, söylenen her söz sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için olmalıdır. Mümin, sürekli asıl hayatı olan ahirete özlem duymalı ve dünyaya hiçbir zaman bağlanmamalıdır. İman edenler de elbette Allah'ın dünyadaki nimetlerinden faydalanacak, bu yolla Allah'a şükredip bu nimetlerin ahiretteki asıllarını düşüneceklerdir. Ama bunlar, hiçbir zaman amaç haline getirmemelidir. Her biri Allah'ın rızasını kazanmaya, din ahlakını anlatmaya, ahiret yurdunu anmaya vesile olan birer nimet olarak görülmelidir.

Cennetin sonsuz güzelliklerini düşünmek, Allah'ın cennet vaadinden dolayı sevinmek, cehennemin bitmeyecek azabından sakınmak ve bunu akılda tutmak, müminin Allah'a olan yakınlığını ve Kuran ahlakını yaşama şevkini artıran çok önemli vesilelerdir. Aksi takdirde şeytan insanın unutma özelliğini kullanarak, onu ahiret gününün varlığından gafil halde yaşatmak isteyecektir. Mümin, hiçbir zaman şeytanın bu tuzağına düşmemeli, her zaman Hz. İbrahim gibi ahiret yurdunu derin derin düşünen ve anlatan müminlerden olmalıdır. Nitekim Allah katıksızca ahiret yurdunu anan, Allah'ın rızasını herşeyin üstünde tutan ve din ahlakını yaymak için tüm hayatı boyunca ihlasla çaba gösteren bu kıymetli kulu için Bakara Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:

Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir. (Bakara Suresi, 130)

dildade 05-22-2008 03:17

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz.İbrahim Seçkin ve Hayırlı Bir Kuldu


Ve gerçekten onlar, Bizim katımızda seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır. (Sad Suresi, 47)

Hz. İbrahim Allah'ın hidayet verdiği, peygamberlikle şereflendirdiği ve Kendi katında seçkin kıldığı kullarındandır. Bir ayette Hz. İbrahim ve ailesinin alemler üzerine seçilmiş oldukları şöyle bildirilmektedir:

Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti. (Al-i İmran Suresi, 33)

Hz. İbrahim ve oğulları, kendi kavimlerini Allah'a iman etmeye davet etmek ve onlara Allah'ın üstün güç ve kudretini anlatmak için seçilmişlerdir. Allah Kuran'da "Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve Kitab'ı onların soylarında kıldık..." (Hadid Suresi, 26) şeklinde bildirmekte ve İbrahim ailesinin soyunu peygamberlikle şereflendirdiğini haber vermektedir.

"Hayırlı olmak", önemli bir mümin alametidir. İnkarcılar çevrelerine ve dünyaya iyilik değil, şer (kötülük) getirirler. Bu kaçınılmazdır; çünkü inkar eden bir insan çıkarlarını herşeyin üzerinde tutar ve dolayısıyla kendi çıkarı söz konusu olduğunda diğer insanlara zarar vermekten çekinmez. Mümin ise, hem manevi hem de maddi yönden tüm insanlığa hayır, bereket ve bolluk getirir. Çünkü sahip olduğu Allah korkusu ve güçlü imanı gereği kendisinin ve yakınlarının aleyhinde bile olsa, adaleti ayakta tutar, insanlara iyilik yapar, zalimlere karşı koyar.

Peygamberimiz (sav) de "Ümmetimin hayırlıları ise, ahlakça en güzel olanlarıdır. 14 şeklinde buyurarak güzel ahlaklarıyla örnek olan müminlerin, yaşadıkları toplum için "hayırlı kimseler" olduklarını bildirmiştir.

Allah, "hayır getiren", yani Allah'ın hükmüne göre davranıp etrafına hep din ahlakının güzelliklerini taşıyan müminlerle, bu vasıftan yoksun insanların farkını bir ayette şöyle haber verir:

Allah şu örneği verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi? (Nahl Suresi, 76)

dildade 05-22-2008 03:17

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz.İbrahim Arınmış Bir Kalbe Sahipti


Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalp ile gelmişti. (Saffat Suresi, 84)

Allah Kendisi'ne dost edindiği Hz. İbrahim'i şirk içinde yaşayan kavminden ayırmış ve tüm iman sahiplerinin hidayet önderi kılmıştır.

Allah'ın üstün ahlak sahibi elçilerini kendisine örnek alan bir müminin de Allah'a yakınlaşmak, O'nun sevdiği ve razı olduğu bir insan olabilmek için kalbini cahiliyenin tüm batıl inançlarından, çarpık düşüncelerinden uzaklaştırması, yani temiz bir kalp ile Allah'a yönelmesi gerekir.

İnsanın arınması, aynı zamanda nefsinin kötülüklerinden ve şeytanın olumsuz telkinlerinden uzaklaşması anlamına da gelmektedir. Allah Kuran'da "murdar (pis) olanı temiz olandan ayırt edeceğini" (Al-i İmran Suresi, 179) bildirmektedir. Buradaki temizlik manen ve ruhen yaşanan temizliktir. Din ahlakından uzak yaşayan birçok insan da, "benim kalbim temiz" diyebilmektedir. Ancak gerçekte bu kişiler sadece kendi vicdanlarını rahatlatmaya çalışmaktadırlar. Çünkü Hz. İbrahim gibi "arınmış (selim) bir kalbe" sahip olmak isteyen bir insan Allah'a kalpten iman etmelidir. Allah'ın emirlerini titizlikle yerine getirmeli, teslimiyetli ve tevekküllü olmalıdır. Allah Kuran'da iyiliği ve hoşnut olacağı ahlakı bizlere şu şekilde tarif etmektedir:

Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)

Allah bir başka ayette ise "arınanları seveceğini" (Tevbe Suresi, 108) bildirmektedir. Bir insan belki çok uzun süre, şeytanın telkinleri ile hareket etmiş, kötü düşüncelere ve kötü bir ahlaka sahip olmuş olabilir. Ancak önemli olan bu kişinin Allah'a tevbe etmesi, sahip olduğu bu ahlakı terk edip, Hz. İbrahim'i ve diğer peygamberleri örnek alarak arınmış bir kalp ile Allah'a yönelmesidir.

Rabbimiz Maide Suresi'nde iman sahiplerini şu şekilde müjdelemektedir:

Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Maide Suresi, 39)

dildade 05-22-2008 03:18

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim "Tek Başına Bir Ümmetti"


Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. (Nahl Suresi, 120)

Hz. İbrahim, Allah'ı herşeyin üzerinde tutan, sadece O'nun rızasını gözeten, O'na içten bağlı olan, yalnızca Allah'tan korkup sakınan ve Allah'a güvenip dayanan bir peygamberdir. Çok sayıda insanı karşısına aldığı, onlar tarafından öldürülmek, hatta ateşe atılmak istendiği halde, imanından kaynaklanan cesareti ve tevekkülü sayesinde Allah'ın dinini hakim kılmak için yaptığı mücadelesinde çok kararlı olmuştur.

Tüm iman sahiplerinin de, Hz. İbrahim'in bu üstün ahlakına özenmeleri ve tek başına kalsalar da Hz. İbrahim gibi tevekküllü, cesur, kararlı, samimi, teslimiyetli ve iradeli olmaları gerekmektedir. Bunun için öncelikle yapılması gereken ise, bir ve tek olan Rabbimize gönülden teslim olmak, sadece O'ndan korkup, O'nu dost edinmektir. Çünkü bir mümin, dünyanın herhangi bir yerinde inkarcı bir topluluğun içinde, tek başına da kalsa Allah'ın rızasını kazanma şevki ve isteği, onu daima hayırlı davranışlarda bulunmaya, ibadetlerini yerine getirmeye, din ahlakını eksiksizce yaşamaya ve Kuran ahlakının bir gereği olarak insanlara din ahlakını tebliğ etmeye yöneltir. Allah'ın her zaman yanında olduğunu, her an onu koruyup desteklediğini bilmenin verdiği güç ile hareket eder. Kim Hz. İbrahim ile aynı ahlakı gösterir, Allah'a aynı sadakat ve teslimiyetle bağlanırsa, Hz. İbrahim gibi "tek başına bir ümmet" kuvvetinde kılınmayı umabilir.

dildade 05-22-2008 03:18

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim Allah'a Şükrediciydi


Allah insanlara sayısız nimet vermiştir. Kendi kusursuz bedenlerinden kainattaki eşsiz canlılara kadar, çevrelerini saran tüm güzellikler insanların Rabbimize tüm içtenlikleriyle şükretmeleri için birer vesiledir. Allah Bakara Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:

Öyle ki size, kendinizden, ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik. Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin. Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara Suresi, 151-153)

Hz. İbrahim, Rabbimizin kendisine bahşettiği nimetlere daima şükreden bir kul olarak, Allah'ın tüm Müslümanlara örnek gösterdiği salih bir mümindir. Nahl Suresi'nde Hz. İbrahim için "O'nun nimetlerine şükrediciydi. (Allah) Onu seçti ve doğru yola iletti." (Nahl Suresi, 121) şeklinde bildirilir.

Kuran ayetlerinde kıssaları haber verilen peygamberlerin ahlaklarına baktığımızda ise, onların her işlerinde her an Allah'a yönelen, Allah'ın nimetlerine sürekli şükreden, Allah'ı tesbih edip, Rabbimizin şanını yücelten iman sahipleri olduklarını görürüz. Peygamberimiz Hz. Muhammed de bir duasında "Hamd Allah'adır, O'na sığınır, O'ndan mağfiret dileriz."15 şeklinde buyurmakta ve hamd etmenin önemine dikkat çekmektedir.

İman sahipleri de Allah'ın mübarek elçilerinin bu şükredici tavırlarını kendilerine örnek almalı, hayatlarının her anında sürekli Allah'a hamd etmelidirler. Allah ayetlerinde şükrün sürekli olması gerektiğini de bizlere haber vermektedir. Bir sıkıntı anında, herhangi bir zorluk ya da hastalıkla karşılaşıldığında, bir haksızlıkla ya da zulümle karşı karşıya gelindiğinde mümin hemen Rabbimize şükretmelidir. Bu gibi olayları da Rabbimizin mutlaka bir hayır ve hikmetle yarattığını görmelidir. Çünkü Allah dünya hayatında her insanı zorluklar ve sıkıntılar karşısında nasıl bir ahlak göstereceğiyle denemektedir. Güzel ahlak gösterenlerin ise, hem dünyada hem de ahirette çok üstün bir karşılık göreceklerini vaat etmektedir. Ayetlerde Rabbimiz şu şekilde bildirir:

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)

dildade 05-22-2008 03:18

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz.İbrahim Allah'a Karşı Teslimiyetli Bir Kuldu


Rabbi ona: "Teslim ol" dediğinde, (O:) "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. (Bakara Suresi, 131)

"İslam" kelimesi, teslim olmanın da kökü olan "selam" fiilinden türemiştir. Bu nedenle "Müslüman olmak", aynı zamanda "teslim olmak" anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim kavmiyle olan tüm mücadelesinde Allah'a derin bir bağlılık ve tam bir teslimiyet göstermiştir. Kavmi ne kadar zorlu olursa olsun, onu ne kadar yıldırmaya çalışırsa çalışsın, İbrahim Peygamber coşkulu imanından kaynaklanan büyük bir şevkle Allah'ın dinini yayma sorumluluğunu sürdürmüştür. Öyle ki, gerektiğinde kavminden ayrılıp hicret etmiş, sahip olduğu herşeyi arkasında bırakmıştır.

İnsanları karanlıklardan nurlara çıkarmak için elçilik makamıyla şereflendirilmiş kutlu elçiler, Allah'ın tüm kainatı ve tüm insanların hayatını bir kader ile yarattığını, yaşadığımız ve yaşayacağımız her olayı ezelde Rabbimizin tespit ettiğini çok iyi bilirler. Bu nedenle de onlar Allah'a teslimiyetli, katıksızca Allah'a yönelen, O'nun emirlerine gönülden boyun eğen mübarek kimselerdir. İman sahipleri de Allah'ın Kuran ayetleriyle haber verdiği kader gerçeğini çok iyi düşünmeli, Allah'ın yarattığı kadere razı ve teslimiyetli olarak yaşamalıdırlar.

dildade 05-22-2008 03:19

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim Yumuşak Huylu Bir Kuldu


Merhamet sahibi, yumuşak huylu, şefkatli, sevgi dolu ve bağışlayıcı olmak, Allah'ın Kuran ayetlerinde övdüğü mümin özelliklerindendir. Rabbimiz ayetlerinde Hz. İbrahim'in de yumuşak huylu olduğunu haber vermektedir:

... Doğrusu İbrahim, çok duygulu, yumuşak huyluydu. (Tevbe Suresi, 114)

Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi. (Hud Suresi, 75)

İman edenler Rabbimize duydukları coşkulu sevginin bir tecellisi olarak, Allah'ın razı olacağı gibi bir kul olmak ve ayetlerde bildirilen güzel ahlaka sahip olmak için çok ciddi çaba sarf ederler. Yumuşak huylu, merhametli ve şefkatli olmak Peygamber Efendimizin hadislerinde de çok sık üzerinde durulan ahlak özellikleridir. Bu hadislerden bazıları şu şekildedir:

Rıfk (yumuşaklık, mülayimlik) bir şeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder, bir seyden de çıkarıldı mı, onu mutlaka kusurlu kılar.16

Kalbinin yumuşamasını sever misin? Yetime merhamet et, onun başını okşa ve ona yediğinden yedir. Kalbin yumuşar. 17

Merhamet edin, merhamet olunasınız. Af edin, af olunasınız...18

Allah refikdir (merhametli ve şefkatli), rıfkı sever ve rıfka mükabil verdiğini başka hiçbir şeyle vermez.19

Allah Kuran'da diğer peygamberlerin de bu üstün vasıflara sahip olduklarını haber verir. Örneğin Medyen halkına elçi olarak gönderilen Hz. Şuayb için kavminin "... Sen gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın" (Hud Suresi, 87) dediği bildirilir.

dildade 05-22-2008 03:19

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz.İbrahim Allah'ın Emri ile Hidayete Yönelten Bir Önderdi


Allah'ın "Hadi" (hidayet veren) sıfatı bütün peygamberlerde olduğu gibi Hz. İbrahim'de de hayatı boyunca en güzel şekilde tecelli etmiştir. Hz. İbrahim, Allah'ın kendisini şereflendirdiği peygamberlik makamıyla kendi kavmi için hidayet önderi olmuştur. Onları Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye davet etmiştir. Aynı şekilde Hz. İbrahim'in soyundan gelen diğer peygamberler de kavimlerini hidayete yönelten önderler olmuşlardır:

Ona (Hz. İbrahim'e) İshak'ı armağan ettik, üstüne de Yakub'u; her birini salihler kıldık. Ve onları, Kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet edenlerdi. (Enbiya Suresi, 72-73)

Allah, Kuran'da müminlerin "takva sahiplerine önder olma" yönündeki dualarını şu şekilde haber verir:

Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacaklar armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)

Peygamberimiz (sav) de, insanları, en şerefli ve güzel olan yola, Allah'ın yoluna çağırmış, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşlarına vesile olmak için çalışmıştır. Enam Suresi'nde Peygamberimiz (sav)'in kavmine yaptığı tebliğ şu şekilde haber verilmektedir:

De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: "Doğru yola, bize gel" diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk." (Enam Suresi, 71)

Bir hadis-i şerifte en doğru yolun Allah'ın ve Resulü'nün yolu olduğu şöyle belirtilmiştir:

Muhakkak ki, en güzel söz Allah'ın Kitabı'dır. En güzel yol da Muhammed (sav)'in yoludur. 21

dildade 05-22-2008 03:19

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim'in Duaları


Kuran'da peygamberlerin dualarını haber veren birçok ayet bulunmaktadır. Bu dualar Allah'a yakınlaşmak için vesile arayan Müslümanlara çok hikmetli birer örnektir. Peygamberlerin samimi ve ihlaslı dualarını öğrenmek, bu duaları eden mübarek elçilerin üstün ahlaklarını ve manevi derinliklerini anlamaya çalışmak ve Allah'a aynı samimiyetle dua etmek, insanın Allah'a olan yakınlığının artmasında önemli bir yoldur.

Hz. İbrahim'in Kuran ayetlerinde haber verilen içten duaları da tüm Müslümanlar için çok güzel hikmetler içermektedir. İbrahim Peygamber Allah'ı, "... Şüphesiz Rabbim gerçekten duayı işitendir." (İbrahim Suresi, 39) şeklinde yüceltmiş ve kavmine söylediği şu sözlerle duanın önemine dikkat çekmiştir.

"Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım." (Meryem Suresi, 48)

Hz. İbrahim Allah'tan hüküm ve hikmet istemiş, salihlerin arasına katılmak için şöyle dua etmiştir:

"Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat." (Şuara Suresi, 83)

Hz. İbrahim Allah'tan doğruluk dili istemiştir:

"Sonra gelecekler arasında bana bir doğruluk dili (lisan-ı sıdk) ver." (Şuara Suresi, 84)

Hz. İbrahim ahiret hayatı için şöyle dua etmiştir:

"Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl. Babamı da bağışla, çünkü o şaşırıp sapanlardandır. Ve beni (insanların) diriltilecekleri gün küçük düşürme. Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde. Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler başka." (Şuara Suresi, 85-89)

Hz. İbrahim Rabbimizden şu şekilde bağışlanma dilemiştir:

"Rabbimiz, inkar edenler için bizi fitne (deneme konusu) kılma ve bizi bağışla Rabbimiz. Şüphesiz Sen, üstün ve güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin." (Mümtehine Suresi, 5)

"Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü'minleri bağışla." (İbrahim Suresi, 41)

Hz. İbrahim kendisinden sonra dini ayakta tutacak salih bir varis istemiştir:

"Rabbim, bana salihlerden armağan et." (Saffat Suresi, 100)

Hz. İbrahim kendi soyu için dua etmiştir:

"Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur." (İbrahim Suresi, 40)

Hani İbrahim şöyle demişti: "Bu şehri güvenli kıl beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut." (İbrahim Suresi, 35)

İçinde bulunduğu şehri güvenlikli kılması ve inananları rızıklandırması için Allah'a dua etmiştir:

Hani İbrahim: "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" demişti de (Allah: "Sadece inananları değil) inkar edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti. (Bakara Suresi, 126)

Bir iş yaparken, Allah'ın bunu kendisinden kabul etmesi için dua etmiştir:

İbrahim, İsmail'le birlikte Ev'in (Kabe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin." (Bakara Suresi, 127)

Allah'tan kendisini ve soyunu O'na teslim kılmasını, ibadet yöntemlerini göstermesini, tevbelerini kabul etmesini istemiştir:

"Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin." (Bakara Suresi, 128)

"Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, Kitab'ı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin." (Bakara Suresi, 129)

Hz. İbrahim Allah'a samimi bir kalple bağlıdır ve ahiret gününe de kesin bilgi ile iman etmektedir. Bu sebeple dualarındaki ihlası, samimiyeti, teslimiyeti açıkça hissedilmektedir. Müminler de Rabbimize dua ederlerken kendilerine Hz. İbrahim'in Allah'a olan derin bağlılığını, samimiyetini ve ihlasını örnek almalı, tek dost ve yardımcı olarak sadece Rabbimize yönelmelidirler.



dildade 05-22-2008 03:19

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Hz. İbrahim'in Vasiyeti


Rabbimiz Hz. İbrahim'i Kuran'da, Allah'ı birleyen bir muvahhid olarak bizlere tanıtır:

Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: "Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. Beni Yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir."

Ve bunu (bu tevhid inancını) belki (insanlar Allah'a) dönerler diye ardında kalıcı bir kelime olarak kıldı-bıraktı. (Zuhruf Suresi, 26-28)

Hz. İbrahim'in tüm iman sahiplerine bıraktığı bu miras tevhid inancıdır. Allah'ın mübarek elçisinin bu mirası, onun sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yaşadığını, sadece Allah'ı dost ve vekil edindiğini ve sadece Allah'tan korkup sakındığını bizlere göstermektedir. Hz. İbrahim, hayatı boyunca Allah'ı birleyerek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan yaşamayı kavmine tebliğ etmiştir. Bakara Suresi'nde Hz. İbrahim'in vasiyeti şöyle haber verilir:

Rabbi ona: "Teslim ol" dediğinde (O:) "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup da: "Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin" (diye benzer bir vasiyette bulundu.) (Bakara Suresi, 131-132)

Hz. İbrahim'in hidayet önderliği soyunda da devam etmiş; oğulları Hz. İsmail ve Hz. İshak, torunu Hz. Yakup ve onun oğlu Hz. Yusuf ve onları izleyen aynı soydan gelen diğer mübarek elçiler de insanları din ahlakını yaşamaya hikmetli öğütlerle ve vakarla davet etmeyi sürdürmüşlerdir. Kuran'da Hz. Yakub'un vasiyeti haber verilirken Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Yoksa siz, Yakub'un ölüm anında, orada şahidler miydiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?" dediğinde, onlar: "Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz; bizler O'na teslim olduk" demişlerdi. (Bakara Suresi, 133)

Hz. İbrahim'in ardından gelen diğer peygamberler de kendi soylarına aynı vasiyette bulunmuşlar, Allah'a gönülden teslim olmalarını ve Müslümanlar olarak ölmelerini öğütlemişlerdir. Her kim Hz. İbrahim'in vasiyetine uyarsa ve sadece Allah'a kulluk edip, tüm hayatını O'nun rızası için sürdürürse, Allah'ın hoşnutluğunu ve sonsuz mutluluk yurdu olan cenneti umabilir.

dildade 05-22-2008 03:20

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Kaynakça


01- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, A'la Suresi, 860

02- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, s. 130

03- Philip Johnson, The Wedge of Truth: Splitting the Foundations of Naturalism, Intervarsity Press, 2000, s. 154

04- http://www.firewear.com/spcgide.htm. http://www.iastate.edu/~tc-ext/flame.html

05- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, http://www.kuranikerim.com/telmalili/saffat.htm

06- Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt 9, s. 2994

07- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, 6883

08- Kitabı Mukaddes, Yakub 2: 20-23

09- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, 236

10- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, cilt 2, s. 397

11- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, cilt 2, s. 447

12- İmam Nevevi, Riyaz'üs-Salihin, cilt 1, s. 166

13- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, 1. cilt, 91-13

14- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, cilt 2, s. 305

15- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, Ebu Davud, cilt 9, s. 203

16- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, cilt 7, s. 292

17- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, cilt 1, 11-9

18- Ramuz El-Ehadis, Musannif Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mütercim: Abdülaziz Bekkine, 1. cilt, 70-10

19- Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, 7. cilt, s. 293

20- İncil, Resullerin İşleri, 7/2-3

21- Buhari, I'tisam 2, Ebed 70; Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 338

22- Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht, New York: William Morrow, 1956.

23- Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2

24- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196

25- New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life, Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 74, Kasım 1982, s. 1328-1330.

26- Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7

27- Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40

28- Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78

29- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189

30-Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189

31- B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988

32- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179

33- Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133

34- Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197

35- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, ss. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389

36- J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992

37- Alan Walker, Science, cilt 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272

38 - Time, Kasım 1996

39- S. J. Gould, Natural History, cilt 85, 1976, s. 30

40- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19

47- Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28

42-Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43

dildade 05-22-2008 03:21

Hazreti İbrahim (a.s)
 
İBRAHİM A.S. VE TEVHİD


I. BÖLÜM: “İKRA” OKUMAK

1. Din, Her Durumda Okumayı Emreder :
Yoksullar, zekât veremezler. İmkân bulamayanlar, Hacca gidemezler. Hastalar da oruç tutamazlar. Fakat, hem yoksul, hem imkân bulamayan ve hem de hasta olan kimseler, namaz kılmakla sorumludur. Yani, dinin her hâlikârda bütün mükellefleri sorumlu tuttuğu tek ibâdet namazdır. Namazın hiçbir durumda asla değişmeyen tek vasfı ise “Kırâat” yâni “Okuma”dır. Dîni koruyan son kitabın adı da yine bu anlamda; “Kur’ân” yani “okuma”dır. Bu kitabın muhatabına yüklediği ilk görev de, yukarıda arzettiğimiz gibi, “Okuma” idi. Bütün bunların mânâsı şudur. İnanan kimsenin, sürekli okuyarak kulluk bilincini, sapmalara karşı canlı tutması gerekmektedir.

Fakat problem bununla bitmiyor. Çünkü bir kitap, hangi okuyuş biçimine göre okunursa öyle bir sonuç elde edilebilecektir. Okuyucunun yaşı, doğal ihtiyaçları, küçük evreni ve sosyal çevresi sonucu etkileyebilecektir. Nitekim, münezzel kitaplara yapılan okumalar, tarih boyunca şüpheci, maddeci, çoğalmacı ve yaratılışcı bakış açılarandan azâde kalmamıştır. Kitapların tefsir ve te’villeri de bunu örnekleriyle doludur. Çeşitli mezhep ve tarikatlarin de bu okuyuş biçimlerinin farklılığından kaynaklandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Kur’ân, tarih boyunca sadece ne dediğini anlamak için değil, onu kullanarak bazı şeyleri anlatmak içinde okunmuştur. Bugün de ona ek olarak çağdaşlaşma sorunu karşısındaki problemleri gidermek için, Kur’ân tarihte görülmediği kadar farklı okuma yöntemlerine tabi tutulmaktadır.

Kitabı çoğalmacı okuyanın, taklidçiliği, maddeci okuyanın ise inkârı kamçılanacaktır. Hattâ denebilir ki, bugün yanlışı savunan bir din hâlini almış olan Yahudilik, maddeci okuyuşla, Hıristiyanlık ise çoğalmacı okuyuşla varlıklarını sürdürmektedir. Yahudilerin, varlığı düalist (çoğalmacı) okuyarak Hz.Musa’nın ilâhla diyaloğunu ağız ağıza konuşma olarak anlamaları, onları deizmden farksız bir sonuca vardırmıştır.[1] Hiristiyanların, Hz.İsa’nın varlığına ilişkin iddiaları ise az geliştirilmiş bir panteizm gibidir. Bütün bunlar göz önüne alındığında bizce; Yahudi ve Hıristiyanlık, İbrâhimî ve yaratılışçı okuyuştan uzaklıkları nisbetinde bâtıldırlar demek yanlış olmayacaktır. 1400 yıl önceki seslenişlerden oluşan bir metnin; sâdece geleneksel, dilbilimsel ve antropolojik çalışmalarla doğru okunup anlaşılabileceği savında bulunmak gülünç bir iddia olarak kalır.

Peki, hiçbir okuyucu zihnî bir ön kabulden âzâde değilse. İnsanın algıları ihtiyaçlarına bağlıysa, Herkes farklı ihtiyaçlar içinde yaşıyor, belli bir çevrede büyüyor, çeşitli eğitim ve kültür alıyorsa, İnanan insanın, her durum ve şartta mukaddes kitabını nasıl okuması gerekir?[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: Şura, 42/51; “Oysa Allah beşer olan birisiyle ancak vahiyle, perde arkasından veya bir elçiyle konuşur.”

[2] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.129-130.

dildade 05-22-2008 03:22

Hazreti İbrahim (a.s)
 
2. İbrahimî Okuyuşun Özellikleri :
Varlığı yaratılışcı okumak; başka bir ifadeyle, “Doğru anlam” elde etmek için okumanın ilk şartı, yaratılıştan gelen değerleri okumaktır. Her anlam iç ve dış seyirle oluşur. Bu seyirlerinde özürlü olanlar yanlış anlar. İç ve dış yolculuğun nasıl yapılacağını bilemeyenler, bilgili ve akıllı olsalar da yobazlıktan kurtulamazlar. Çünkü yobazlığın soykütüğü iç ve dış seyir özrüdür. Kişinin içinde bulunduğu anı, inanç sistemine uygun yaşayabilmesi de o inanç sistemiyle, durmadan değişen evreni anlama zeminini yeni bir çerçevede birleştirmekle mümkün olur. Bu bir anlamda inanç yenilemesidir. Bunu yapamayanlar, çağlarının dışında kalan bir inançla başbaşa kalmaya mecbur olurlar.[1]

Bizim “Yaratılış değerleri” ifadesiyle kasdettiğimiz şeye, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde “Sıbgatullah”[2] denir. “Allah’ın verdiği renk” olarak çevirebileceğimiz bu form, Yahudi ve Hıristiyanca sapmalardan, tefrika ve ayrılıklardan korunmak için, İbrâhim milletinden olmayı öneren bir bölümde geçer. “Sıbgat” kelimesi, yaratılış anlamındaki hılkat ve fıtrat vezninde, tür bildiren bir masdardır. Allah’ın renk verişi anlamına gelir. Allah’ın yaratışı ve O’nun verdiği asıl demektir.[3] Sıbga kelimesi, boyamak için suya daldırmak anlamı da ifâde eder. Hıristiyanlar, İlk günahlarını silmek amacıyla, ruhî temizliğin sembolü olan suya daldırarak insanları vaftiz yaparlardı. Ayet, bu anlamla onlara atıf yapmış olabilir. O zaman anlam; kiliseyle kurumsallaşan dinle değil, İlahî ve doğal dinle vaftizlenin demek olur. Bu da yaratılıştan gelen değerleri korumak yahut, sonradan kazanılacak her değerin, fıtrata uygunluğunu sağlamakla mümkün olur.[4]

Ancak kabul etmek gerekir ki, “Yaratılış değerleri’ni saklayan iç temizliği korumak da oldukça zor bir iştir. Bu nasıl olur? Kişi ahlâki bozulmadan nasıl kurunabilir? Kendi ihtiyaçları, ailesi, yakın çevresi ve topyekün kucağında yaşadığı evrensel ortam hergün onu tehdit ediyorken, değişime nasıl karşı durabilir? Fıtrat üzere doğan kimseyi, âilesi şu ya da bu dinden yapmaz mı?”

İşte bu soruların cevabı, Kur’ân’da Hz.İbrâhimle ilgili bölümlerde bulunmaktadır. Kur’ân, bunun için üç şeyin oluşmasını gerekli görmektedir. Birincisi dış bakılardan uzaklaşmak. İkincisi iç baskılardan kurtulmak. Üçüncüsü de aklı kullunamaktır. Şimdi bu üç şartı maddeler halinde kısaca inceliyelim.[5]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.109.

[2] Sıbğatallahi: Sıbğa, bir şeyi herhangi bir renge boyamak manasına olan Sabğ kökünden alınmıştır. Buradaki maksat dindir. Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/180.

[3] İbnü Menzur, Lisânu’l Arab.

[4] Kur’an-ı Kerim: 2/135-138.

[5] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.110.

dildade 05-22-2008 03:22

Hazreti İbrahim (a.s)
 
2.1 Dış Baskılardan Uzaklaşma :
Bu tavrın Arapçadaki karşılığı “Hanîflik”’tir. “H.N.F” kök harfleri, iyi ya da kötüye yönelmeyi ifade etmek için kullanılır. Bazı haberlere bakılırsa, kelimenin yaratılışla da bir ilişkisi vardır. Bu tür hadislerde,[1] bütün insanların Hanîf olarak yaratıldığı beyan edilmektedir.

Hanîflik, sosyal çevrenin yönelişlerine karşı bireysel bir tavrın adıdır. Ya da en azından şunu söyleyebiliriz sanırım. Kur’ân’ın Hz.İbrâhim için kullandığı Hanîflik, toplumun müşrikliğinin karşıtıdır. Yani, Hz.İbrâhim’in Hanîf oluşu, O’nun İslâmdan ayrı bir dinin mensubu olduğu anlamında değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Hz.İbrâhim’in kendi çocuklarına “Müslüman” adı verdiğini bildirir.[2]

Kelimenin Kur’ândaki anlamı ise yeterince açıktır. Hz.İbrâhim Keldânîlerin göksel Tanrılarına inanmadığı, bir anlamda toplumun batıl olan inançlarından Hak olana saptığı için, Kur’ân O’na “Hanîf” demiştir. Kur’ân’ın indiği atmosferde de; sünnet (hitan) olup Kâbeyi tavaf eden, içki içmeyen, putlara kesilen kurbanlardan yemeyen, sonraki hayat için dirilişe inanan muvahhid kimselere hanîf denirdi.[3] Belki de bu nedenle, daha sonraları İslâmî leteratürde de “Hanîf” yanlış ve sapık şeyden, hakka anlamında bir sıfat olarak kullanılmıştır.[4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] A. İbnu Hanbel, Müsned, 4/162; Müslim, Cennet, 63.

[2] Kur’an-ı Kerim: Hac, 22/78.

[3] Fahruddin Er-Râzi Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu'l-Gayb: 4/89; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an: 4/109.

[4] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.111.

dildade 05-22-2008 03:23

Hazreti İbrahim (a.s)
 
2.2 İç Baskılardan Uzaklaşmak :
Yaratılışsal okuyabilmek için gerekli olan, şartsız ve ön kabulsüz bakışın ikinci esası, iç temizliğidir. İnsan, çağının getirdiklerinden etkilenebilir. Bir anlamda o zamanın çocuğudur. Kendisini bulabilmesi, bu çocukluktan kurtulmasıyla mümkün olur. Köle ruhlu bir insan o şartlanmışlıktan kurtulmadıkça, kendisine bahşedilen özgürlüğü zulüm görür. Bu nedenle sıkıntı ve ıstıraplara alışmış kimseye müreffeh bir hayat sunmadan önce, onun içindeki rahat yaşama arzusunu uyandırmak gerekmeketedir. Kur’ân, insanın fıtratına dönerek bunu başarabileceğini söyler.

Fıtrat, “F-T-R” kök harflerinden, “Hilkat” gibi tür bildiren bir masdardır. Bu kök, uzunluğuna yarmak, ayırmak anlamındadır. “İnfitar” babı da bu köktendir. Bu harflerden oluşan “Fatr”, yarık ve çatlak demektir. Orucu bozmak analamındaki özellikleriyle ortaya çıkarmak ve icâd etmek manalarını da ifâde eder. Yaratılışa “Fıtrat” denmesiyle, ilk yaratılış, yokluğun yarılarak varlığın ondan çıkarılmasına teşbih edilmiş olur. Kur’ân-ı Kerim, Hak Teâlâ’yı evrene ve eşyaya ilk özelliğini veren yaratıcısı olarak tanıtırken, yaratma anlamında F.T.R kök harflerini kullanır.

Evrende işleyen kanunlar, fıtratla verilen yaratılış üzerine devam eden âdetlerdir. Yani her şey ilâhi fıtrat üzere olur. Sonra da doğanın fıtratı onun tabiatı olur. Buna göre; varlık türlerinin temel yapılarının ve insan karakterinin[1] henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan orijinal yapılarına fıtrat[2] diyebiliriz. O zaman insanların fıtratı, yaratmalarında verilen ilk ve orijinal özellikleri evrensel bir müşterektir. Yani, sorumluluk bireyseldir. Bu ilk hayattan sonra bir hayat daha vardır. İnsanlar’a kazandıklarının karşılığı eksiksiz verilecektir. Ağlatan, güldüren, öldüren ve diriltecek olan Allah’tır. Her çifti, kadını ve erkeği yaratan da O’dur.[3]

Bizim, yaratılışcı okuyuş için “İbrâhimî” dememiz; Tarihte mesajını hep bu kavram ve onun oluşturduğu düşüncenin doldurduğu ilk insan olarak O’nun bildirilmesindendir. O’nun peygamberlik mucizesi, bir anlamda eşyayı yaratışçı okuyuşu olan istimbaât ve istidlâlıdır. O’nu bize model olarak anlatan âyetlerin, sürekli yaratma anlamındaki; fıtrat, halk ve ihyâ fiillerinin yoğun bir şekilde kullanması bu tarzın adını da Kur’ân'ın koymuş oluduğunu göstermektir.

Alluh'u Teâla, son elçisine ilettiği mesajın çerçevesini de, yaratılış sâfiyetini anlatan fıtrat ve bu temizliği sürdürme tavrı olan haniflikle çizmiştir;[4]

“Sen kendini Hanîf olarak Allah’ın insanlara fıtratta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratmasında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilemezler.”[5]

“De ki; Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, hanif olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in milletine ilet.”[6]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyninin ve içinde yaşadığı toplumun etkisiyle bu dengeli yapısı bozulabilir.” Bu anlamdaki hadisler için bkz. Buhari, Cenâiz; Müslim, Kader.

[2] İbnü Menzur, Lisânu’l Arab, F.T.R maddesi; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Fıtrat maddesi.

[3] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.113,114.

[4] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.116.

[5] Kur’an-ı Kerim: Rum, 30/30.

[6] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/161.

dildade 05-22-2008 03:23

Hazreti İbrahim (a.s)
 
2.2 Mantıklı Düşünmek ve Delille Konuşmak :
Düşünceden çıkan bir sonucun tutarlığı ve bilinmeyenlerin bu vesileyle bilenebilmesi için mantık gereklidir. Hz.İbrâhim’in mesajı dogmatizm ve taklitçilikle savaşta yoğunlaşmıştır. O, düşünceyi oluşturacak hükümler arasında bağ bulundurma işi olan “Akıl yürütmeyi” toplumuna öğretmiştir. İnanç dünyasında O’nunla yeni bir devir açılmıştır. O tahkik öğreten bir peygamberdir. Mantıklı düşünme ve huccet’le konuşma öğretmenidir.

“H.C.C” harfleri, gelmek ve kasdetmek anlamındadır. Bu kök, bir âlime gelmeyi, Kâbe gibi belli ve önemli bir yere yönelmeyi ifade etmek için kullanılır. Bu harflerden türemiş olan “Huccet” kelimesi, doğru bir maksada ulaşmak için, hasmın da kabul ettiği önermeler üzerine getirilen delil, hasmı delilsiz bırakarak susturup kendisiyle zafer elde edilen burhan[1] anlamındadır.

Kur’ân-ı Kerim’in uslûbundan anlaşıldığına göre; Huccet getirmenin zıddı, zanla konuşmak, ilimsiz söz söylemek ve atmaktır. Öyleyse mükemmel huccet de Allah katında olacaktır. Kur’ân şöyle buyurur:

“Yanınızda, önümüze çıkaracağınız bir ilminiz var mı? Zandan başka birşeye uymuyorsunuz. Sadece saçmalıyorsunuz siz, Mükemmel huccet Allah’ındır. O dileseydi hepinizi toptan doğru yola iletirdi.”[2]

K.Kerim, sözü geçen kökten, Delil anlamı taşıyan yirmi kullanım getirir. Bunlardan birisi yukarıda geçen âyettekidir. Bu yirmi kullanımın biri de Sonraki Hayat’da delil getirme durumundan söz eder.[3] Geriye kalan on sekiz kullanımın tamamı ise, peygamberlerden sâdece ikisine ve onların devirlerine âittir. Onlar da, Hz.İbrâhim ve Hz.Muhammed’dir.[4] O âyetlerden ikisi şöyledir:

“İşte bunlar; kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz huccetlerdir. Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz.”[5]

“Kabul edilişinin ardından Allah hakkında tartışmaya girenlerin huccetleri Rableri katında geçersizir.”[6]

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur. Hz.İbrâhim, akıl yürütmelerinde huccetlerini yaratılış düşüncesine vardırmadan bırakmamaktadır. Gök cisimleriyle istidlâl, bu hususta güzel bir örnek oluşturur.

“Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim.”[7]

İşte bu nedenle, ünlü müfessir Râzi, O’nu “Muvahhidlerin” reisi ve Kelâmcıların öncüsü” olarak nitelemektedir.[8]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Burhan için bkz. Kur’an-ı Kerim: 2/11; 21/24; 23/117; 4/174; 28/32.

[2] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/148-149.

[3] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/148,149.

[4] Kur’an-ı Kerim: 2/258; 6/80-83; 3/61-66; 3/20; 2/139; 2/139; 2/76; 3/73; 42/15-16; 45/25.

[5] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/83.

[6] Kur’an-ı Kerim: Şura, 42/16.

[7] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/79.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu'l-Gayb: 16/120’de İbrâhim as. hakkında ki ilgili görüşüne bkz.; Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.116-118.

dildade 05-22-2008 03:24

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM : MİLLET-İ İBRAHİM VE HANİFLİK :
1. İbrâhim as.’ın Milleti/Dini :
Alimlerin Konu ile ilgili Görüşleri:

İbrâhim (a.s), o ülkeden ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam'da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrâhim (a.s)'e inananların oluşturduğu kitleye "İbrâhim milleti" adı verildi. [1]

El-Cezairi diyor ki: İbrahim’in dini; İbrahim’in milleti. Emir buyurduğu şekilde Allah’a ibadet edip, şirki ve bid’atleri atmak. [2]

Mevdudi diyor ki; “Hz.İbrâhim as. Hz.Nuh as.'dan sonra İslâmiyet'in mesajını bütün dünyaya yaymak üzere Allah tarafından görevlendirilen ikinci peygamberdir. Hz. İbrâhim, önce Irak'tan Mısır'a ve Suriye ile Filistin'den Arap çölüne kadar çeşitli bölgeleri senelerce gezerek insanları, Allah'a itaate ve İslâmiyet'e davet etti. Sonra mesajını her tarafa iletebilmek için muhtelif yerlerde naip ve yardımcılar tayin etti. Ürdün'e yeğeni olan Hz. Lût' u gönderdi, Suriye ve Filistin'e oğlu Hz. İshak' ı yolladı. Daha sonra Allahu Teala'nın emriyle Mekke'de Kâbe adıyla bilinen Allah'ın evini inşa etti ve yine Allah'ın emri üzerine burasını çalışmalarının merkezi olarak seçti.”[3]

Süleyman Ateş diyor ki: “Millete İbrâhim; İbrâhim dini demektir. Şirkten uzak, Allah’ı birleme, yalnız O’na tapma dinidir. Araplar arasında yalnız Allah’a tapan bazı kimseler vardı ki bunlara Hanîf denilirdi. Bunlar, kendilerinin İbrâhim dininden olduklarını söylerlerdi. Gelen rivayetlerden anlaşılıyor ki İbrâhim milleti deyimi, Araplar arasında kullanılıyordu. Kur’ân-ı Kerim, İbrâhim’i kendilerinin atası bilen, onun izinden gittiklerinin söyleyen müşriklere, İbrâhim’in dinini, puta tapma değil, yalnız Allah’a kulluk etme dini olduğunu; İbrâhim’in Allah’a ortak koşanlardan olmadığını çeşitli vesilerle anımsatmaktadır.”[4]

Şaban Piriş diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’in, Hz.İbrâhim’i anlattığı ayetlerde üzerinde vurgu yaptığı bir konu da “İbrâhim’in Milleti”dir. Arapça ifadesiyle “Millet-i İbrâhim”dir.[5] Ayeti kerimelerde geçen “millet” kelimesi, Türkçedeki milletten biraz farlı bir anlamdadır. Türkçe’de toplum, halk anlamında kullanılan bu kelimenin aslı Arapça’da “melle” fiilinden gelmektedir. Bu kelimenin anlamı ise “elbiseye ilk dikişi yapmak, teğellenmek”tir. Bir başka anlamıyla “uzun yürüyüş yapıp yorulmak”tır. Yani, nasıl ki bir elbise dikilirken terzi onu ilk defa diker ve sonra kontrol ederek, uygun olup olmadığını dener, son dikiş için bir yol açar. İşte İbrâhim de kendisinden önce bilinmeyen ve kimsenin uygulamadığı bir yol açmıştır. Daha sonra sağlamlaştırılacak dikişler için ilk çığırı açmıştır.

“İbrâhim’in milleti” de bu manada “İbrâhim’in açtığı çığır, İbrâhim’in izi; İbrâhim’in yolu” demektir. Yine, İbrâhim’in ölümüne dek hiç sapmadan, yorulmadan yürüdüğü uzun bir yoldur, “millet”. Bizim, Hz.Muhammed as. için kullandığımız “sünnet” tabirinin daha derin, köklü ve daha çok esasa müteallik olan boyutu için “millet” diyebiliriz. Bu manada Allah’ın son Nebisi de İbrâhim as.’ın milleti üzerinde yürüyordu.”[6]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şamil İslâm Ans. c.3 İbrahim maddesi.

[2] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 1/456.

[3] Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı: 1/445.

[4] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/147.

[5] “Millet-i İbrâhim” İfadesinin geçtiği ayetler için bkz. 2/130,135; 3/95; 4/125; 6/161;12/ 38; 16/123; 22/78.

[6] Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.92

dildade 05-22-2008 03:25

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Haniflik :
Hanîf: Şirki bırakıp tevhide yönelmiş. [1]

İbrâhim (a.s)’in dinin temeli tevhide (Allah’ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhid akîdesinin izleri görülüyordu. Bunlara “Hanîf” denirdi. Hanîf, batıldan uzak, Hakk’a yönelen ve tevhid inancı üzere bir Allah’ı tasdik eden kişi demektir. Kur’ân-ı Kerim de “hanîf” kelimesi birkaç yerde geçer. “Hanîf” kelimesi daha çok, Hz.İbrâhim için Allah’a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır. Hanîflikle ilgili ayetlerde şu ifadeler bulunur:

“Ve Hanîf olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!”[2]

“Sonra da biz, Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine uy, diye sana vahyettik”[3]

İslâm’dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler Hanîfler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi.[4]

Yahudi ve hıristiyanlar kendilerini İbrâhim’in milletinden görüyorlar, onun hakkında müslümanlarla tartışıyorlardı. Her grub İbrâhim’i sahipleniyor ve onun yolunda yürüdüklerini iddia ediyordu. Aslında, onun soyundan gelmiş olmak gibi kuru bir övünmenin ötesinde bir iş yapmıyorlardı.[5]

Hemen belirtelim ki hanif kelimesi –ki özellikle Medine surelerinde çok geçer- Allah’ı birliyen manasını ifade eder. “Çok tanrıcıların” ya da “putperestlerin” tam karşıtıdır. Kelime Hz.İbrahim’in ismine bağlanmıştır. “O, ne yahudi, ne de hırıstiyan idi, fakat müslüman bir hanif idi, müşriklerden de değildi.” Önemli bir parçada İbrahim’in adıyla sembolleştirilen bu katıksız tevhid inancının “doğru din olduğu, Allah’ın, insanlığı üzerinde yarattığı doğal din, insanlığın yaratılışına uygun din” olduğu açıklanmaktadır.[6]



dildade 05-22-2008 03:25

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Haniflerin “Rab” Anlayışı :
Haniflerin Allah düşüncesini anlamak için şairin şiirine dikkat edelim. Şaire[1] göre Allah “bütün dünyanın tanrısı”dır. Her şeyin “yaratıcı”sıdır. Bütün yaratıklar “O’nun kullarıdır.” O, göklerin ve yerin büyük padişahıdır, kendi halkını tam bir kudretle idare eder. “Bütün insanlar Allah’ın halkıdır; arz üzerinde tek hükümran olan yalnız odur.”

“O Allah’tır, her şeyin yaratıcısıdır,

bütün yaratıkların hepsi isteyerek O’nun kulu, kölesidirler.”

Yani O, “kullarının rabbidir.”

Ve bunların hepsinden önemlisi de bu tanrının bir ve tek tanrı olmasıdır.

“O tanrı ki yaratıklar O’nun hükmranlığında hak iddia edemez (O’nun hükmüne karışamaz)lar. Kullar O’nu birlemese de O birdir.”

İşte Şair’in Allah telâkkisi böyledir. İlgilendiğimiz kadarıyla görüyoruz ki Haniflerin Allah düşüncesi, İslâm’ın Allah düşnücesine muhalif ve onunla bağdaşmaz değildir.[2]

Muhammed as.’dan önce gelen bir şair, İbrahim ve İsmail’in dinini aradığına, hıristiyanlığa iltifat etmediğine göre demek ki Araplar İbrahim ve İsmail’in dininden haberdar idiler. Onların arasında yayılan Allah inancı da hıristiyanlıktan ve yahudilikten geçmiş değildi. İbrahim’in dininden kalma idi. Eğer İbrahim ve İsmail Mekke’ye gitmemiş olsalardı böyle bir inanç Araplar arasında yayılmazdı. Bütün İslâm tarihçileri, İbrahim’in Mekke’ye gittiğini ittifakla söyledikleri gibi, İslam’dan önce gelen bir şair de bunu ifade etmiş bulunuyor.[3]

Hasılı cahiliyye devrinde Ümeyye gibi bir adamın bulunması gösterir ki İslâm’ın Allah düşüncesini andıran bu fikir, İslâm’dan önceki Araplar arasında mevcud idi ve ruhânî bir dinin damgasının taşıyan bu düşünce, hiç değilse İslam’ın zuhuru sırasındaki Araplar tarafından biliniyordu, bu onlara yabancı değildi. İşte bu durum, Kur’an’ın, yeni İslâm hareketine hanif adını vermesinin nedenini izah eder. Bu, meselenin olumlu yanıdır. Ama bir de meselenin olumsuz tarafı vardır. Olumlu tarafı haniflerle Kur’an arasındaki düşünce benzerliğini gösterirken, olumsuz tarafı da ikisi arasındaki farkı gösterir. Bu fark, Kur’an’daki ahlâki ton’dan ileri geliyordu. Şairler de ahlâki ders vermeğe çalışırlardı ama onların şiirlerinde, Kur’an’ın ifadesindeki o aşk ve duygu yoktu. Ümeyye’nin İfadeleri ne kadar duygulu olursa olsun, bunlar değil Mekke’lilerin, kendi hemşehrileri olan Taif’lilerin üzerinde bile önemli bir tesir bırakmış değildi. Diğer monoteistik[4] çevrelerde ve Arabistan’ın başka kısımlarında da benzeri şeylerin olduğu düşünülebilir. Tabii bu düşünceler Kur’an’da da yer almıştır ama Kur’an’a geçince bunlara o etki ve duyguyu kazandıran şey, bunların Kur’an’ın ahlâki öğretisine bağlanması, onunla irtibat kurmasıdır.”[5]

Şurasına da işaret edelim ki haniflik denen hareket, öyle örgütlenmiş, güçlü bir ruhani grup hareketi değildi. Bu adamların her biri kendi pagan[6] toplumu içinde kendi başlarına yaşarlardı. Bunların gayeleri, insanlığı kurtarmak değil, kendilerini kurtarmak idi. Kısaca bunlar, inzivaya çekilmiş istisnai kişilerdi. Bundan dolayı Arabistan’ın genel düşünce atmosferinin yapısında, (hanif şairlerin düşünceleri) pek fazla etkili olmamıştır.[7] Araplar bu fikirleri kabul etmeseler dahi, hiç değilse çevrelerinde kendilerince böyle acaip fikirlere sahip bazı tuhaf kimselerin varlığından haberdar olmuşlardır.[8]

Kur’an Allah’tan bahsederken bu fikrin, Araplarca anlaşılıp anlaşılmıyacağı konusunda hiçbir tereddüt ve çekingenlikte bulunmamıştır. Allah düşüncesinin de dinleyenlere yabancı geleceğini belirtir bir ifade de kullanmaz. Aksine müşrik Arapları Allah’a inanmaya davet eder, onları mantıkî bir sonuca varamamaktan ötürü kınar. Bu hususta iki misâl verelim:

“De ki: Eğer bilirseniz Arz ve onun içindekiler kimindir? Allah’ındır, diyecekler. De ki: Öyle ise hatırlamıyor musunuz? (Yani kendinize gelip kalblerinizde zaten mevcut olan gerçeğin farkına varmıyor musunuz?”[9] “Hatırlamıyor musunz?” ifadesi, sık sık geçen, “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” ifadesi gibi, Kur’an’da bir kınama ifadesidir. Allah’ı bildikleri halde düşünüp doğru bir sonuca varamamalarından, ya da varmak istememelerinden ötürü Kur’an, Arapları yermektedir.

Şu ayet bu konuda daha açıktır:

“De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin) her şeyin hükümranlığı elinde olan, koruyan, kendisi korunmayan kimdir?” Allah’ın (elinde)’dir; diyecekler. De ki: “O halde nasıl büyüleriyorsunuz?”[10], “O halde nasıl büyüleniyorsunuz?” ifadesine dikkat edelim: Bu ifade, Allah’ın her şeye hükümran olduğunu bildikleri halde O’nun istediği şekilde O’na kulluk etmiyen insanların durumuna şaşma ifadesidir. Büyülenmiş olduklarını kabul etmeden, bunların tutumlarını izah etmek mümkün değildir.

Kur’an, bu Allah düşüncesinin güzel yanlarına dikkati çekerek mantık gücüyle bu unsurları daha anlaşılır hale getirmeğe çalışmıştır.[11]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] “Şair; Ümeyye İbn Ebî’s-Salt’dır. Kendisi Taif’teki Sakif kabilesinin ünlü şairi idi ve onun ismi altında birçok şiirler bize kadar gelmiştir. Ayrıca Muhammed as. ile çok özel münasebeti dolayısıyla hadislerde de ona çok yer verilmiştir. Kendisi hanif olarak bilinmektedir. Bu bakımdan, öteki hanifler gibi hayatı karanlıkta kalmamıştır. Yalnız ona atfedilen şiirlerin, gerçekten onun olup olmadığı meselesi vardır. Çünkü onun kelimeleri, Kur’an’ın taşıdığı fikirlere çok yakın fikirler taşır. Ona atfedilen şiirlerin bir çoğu sahte olabilir ama bunların hepsiden şüphe etmek için bir sebep yoktur. Kaldı ki sahte bir şiir’in bile içinde bir gerçek payı vardır. Zira bir şeyin sahtesini, kopyasını yapabilmek için onun bir modelinin, bir aslının bulunması lazımdır. Binaenaleyh sahte şiirler dahi bir bakıma bu şairin kendi düşüncelerini yansıtır. Umeyye’nin Cahiliyye devrinde tevhid dinini araştırmakta olduğu, puta tapmaktan kaçındığı, yahudilik ve hıristiyanlığa da girmediği rivayet edilir.” Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.143;

“Hadise göre Umeyye, daima çuval bezi, yahut kaba kıldan yapılmış elbise (mesuh) giyerdi. Bu, kendisini tamamen ibadete veren kimsenin remzi idi. Bu haliyle o, sonraki sufilerin öncüsü sayılır. Şarabın haram olduğunu, dinin İbrahim ve İsmail’in dini olan hanif dini olduğunu söylemiştir.” Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.144;

“Müslümanlar arasında ise Umeyye, “aduvvullah” Allah’ın düşmanı olarak karşımıza çıkıyor. O’nun araplar arasında bir peygamberin geleceğine ve bunun kendisi olacağına inandığı söylenir. Bir hadise göre, o, Mesih İsa’dan sonra altı peygamberlik bulunduğunu, bunlardan beşinin geçtiğini, yalnız birinin kaldığını sanıyordu. Bu peygamberliğin de kendisine verileceğini bekliyordu. Muhammed as. peygamber olduktan sonra, çok kızmış-şaşırmış ve İslam’a cephe olmağa başlamıştı. Bedir savaşında, öldürülen Utbe ve Şeybe’nin babası idi. O sonuna kadar İslâm Peygamberine karşı bu düşmanca tutumunu değiştirmedi, ve ölüm döşeğinde şöyle dediği nakledir: “Bu hastalığın, beni öldüreceği muhakkak. Ben hanif dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kuşku beni bırakmıyor. (Müslüman olmama engel oluyor).” Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.145.

[2] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.147,148.

[3] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.144.

[4] Tektanrıcılık. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Vadi yayınları.

[5] Süleyman Ateş, aynı eserin dipnot alıntısı; Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.148.

[6] Putperest, Paganizmi benimseyen kimse. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Vadi yayınları.

[7] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.149.

[8] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.150.

[9] xx111, 84-87.

[10] xx111, 88-91.

[11] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, Yeni Ufuklar Neşriyat: s.150-151.

dildade 05-22-2008 03:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Globalleşen Dünyamızda İbrahim’in Dinine Uymak :
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.

İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.

Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.

Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.

Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim (a.s.)’in üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.

Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır.[1]

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler."[2]

İnsanların kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi ögeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasullerin, topluluklar önünde, ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir. (Hz. Musa’nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi.)

Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan, ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrahim’in put kırışı. Putların İbrâhim’in baltasına karşı kendilerini bile savunup koruyamaması, hak gelince bâtılın nasıl yok oluverdiğini, görmek isteyenlere göstermiştir. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle suçlamışlardır.[3] Ancak bu hakkı düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyenin pratiklerine dur denilir ve insanların sâlim kafayla vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse, ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şahit olabiliriz: “Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): ‘Siz (var ya), siz, kendinizsiniz zâlim.” Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrahimî eylem, halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle (ve fıtratla, vicdanla) bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da, bundan ötesini getirmemektedir. Bu tavırla, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve amelî dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, bu İbrahimî örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek zorundadır.

Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir. "İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[4] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.

İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir.

Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir.

Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir.

Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.

İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla...

"İbrâhîm

İçimdeki putları devir

Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine

Yenilerini koyan kim?



Güneş buzdan evimi yıktı

Koca buzlar düştü

Putların boyunları kırıldı

İbrâhîm

Güneşi evime sokan kim?"[5]



“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i

Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.”[6]



“Eğer âşık isen yâre

Sakın aldanma ağyâre

Gir İbrâhim gibi nâre

Bu gülşende yanar olmaz.”[7]



Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz:

"Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (Enbiyâ: 21/67)

"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" (Sâffât: 37/109)[8]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2467-2468.

[2] Zuhruf, 43/26-28.

[3] Enbiyâ: 21/64.

[4] Mümtehıne, 60/4

[5] Âsaf Hâlet Çelebi.

[6] İbrahim Demirci.

[7] Yunus Emre.

[8] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2469-2470.

dildade 05-22-2008 03:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: TEVRAT, İNCİL VE KUR’AN-I KERİM DE İBRAHİM :
1. Kur’ân-ı Kerim’de Yahudi ve Hiristiyanların, İbrâhim as. Hakkında Tartışmaları ve İbrâhim’in İslâmlığı (Teslimiyeti) :
“Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?”[1]

Süleyman Ateş diyor ki: “Yahudiler ve Hristiyanlar İbrâhim'i kendi ataları biliyor ve kendilerinin onun izinden gittiklerini iddia ediyorlardı. Müşrikler İbrâhim'in soyundan geldikilerini söylüyor ve İbrâhim dininden olduklarını sanıyorlardı. İşte bu ayette İbrâhim'in Yahudi, Hristiyan, yahut müşrik olmayıp Hanîf bir müslüman olduğu vurgulanıyor. Çünkü Yahudilik, Tevratın inişinden sonra, Hristiyanlık da İncil'in inişinden sonra ortaya çıkmış dinlerdi. Öyle ise bunlardan çok önce gelen İbrâhim Yahudi ve Hristiyan olamazdı.” [2]

“İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.”[3]

Süleyman Ateş diyor ki: “İbrâhim'in dini, tek Allah'a teslim olma, O'ndan başka tapılan bir varlık tanımama esasına dayılı tevhid dini olan İslâm idi. Bu bakımdan kâinatın Tanrısını millileştiren Yahudiler de, Allah'a oğul isnadeden, O'nun üç esastan oluşan bir varlık kabul eden Hıristiyanlar da İbrâhim'den düşünce ve inanç bakımından uzak düşmüşlerdi.”[4]

Seyyid Kutub diyor ki: “Onlar Hz. İsa (selâm üzerine olsun) konusunda tartışmışlardı. Aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıkları sırada hukuki birtakım hükümlerde tartıştıkları ve sırtlarını dönüp yüz çevirdikleri de bir vakıa idi. Bu da, Hz. İsa konusu da onların bildiği şeylerin kapsamına giriyordu.

Fakat kendilerinden, kitaplarından ve dinlerinden önceki bir kişi hakkında tartışmanın anlamı nedir? Bu sırf tartışmış olmak için tartışmaydı. Hiçbir dayanağı olmayan bir münakaşaydı. Öyleyse bu, şehevî arzuların heva ve hevesin peşinde sürüklenmekti. Bu durumda olan bir kişinin söylediklerine güven olmaz onun söylediklerine kulak vermek bile gerekmez!

Ayeti kerimeler, onların tartışmalarının temelsiz olduğunu belirtip söylediklerinin güvenilir olmadığını beyan ettikten sonra Allah'ın öğrettiği gerçeği tekrar belirtmeye geçiyor. Bu uzak tarihin gerçekliğini öğreten yüce Allah'tır. Kulu İbrahim'e indirdiği dinin gerçekliğini de bilen O'dur. O'nun sözü öyle nettir ki O'na kimsenin diyeceği olmaz. Delilsiz desteksiz tartışmaya ve münakaşaya kalkışanlar hariç tabi:”[5]

İbrâhim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.[6]

Abdulvahid Metin Diyor ki: “İbrahim ne yahudi, ne hristiyandı. Çünkü Yahudilik, Musa’nın şeriatından tahrif edilmiş bir dindir. Hristiyanlık da, İsa’nın şeriatından tahrif edilmiş bir dindir. Fakat o, bütün nebi ve rasuller gibi batıl dinleri reddederek Allah’a yönelen, Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız, zahiren ve batınen teslim olan dosdoğru bir müslümandı; namazlarında Kabe’ye yönelirdi, Hak rızası için kurban keserdi, çocukları sünnet ederdi, her hususta itidale riayet ederdi. Allah’a ilahlığında, otoritesinde, mülkünde ve tasarruflarında şirk koşan kimselerden asla değildi!.. Cenab-ı hakk’ın birliğine ve noksansız olduğuna inanmış, yahudi ve hristiyanlar gibi bazı insanlara Allah’ın oğlu diye tapmaktan, Cenab-ı Hakk’a ortak koşmaktan her bakımdan uzak bulunmuştu. Artık o kutsal yüce peygamberin yahudi veya hristiyan olması nasıl iddia edilebilir?”[7]

Seyyid Kutub diyor ki: “İbrahim (selâm üzerine olsun) dosdoğru bir müslüman olduğuna ve müşriklerden olmadığına göre, hiçbir yahudinin veya hıristiyanın yahud da bir müşrikin O'na varislik iddia etme hakkı olamaz. O'nun inancından uzak oldukları halde O'nun dinine bağlı olduklarını söylemelerinin anlamı olmaz. İnanç, İslâmda insanların üzerinde birbiriyle buluştuğu ilk bağdır. Burada insanları birbirine bağlayan bağlar; soy, kabile, ırk ve vatan değildir. İman edenlerin üzerinde buluştuğu bu bağ sağlamlaştığında insanlar; artık, soy, kabile, ırk ve ülke bağlarıyla birbirine bağlanmazlar. İslam'a göre insan özü itibariyle insandır. Bu nedenle insan, kendisindeki özün en özel niteliklerine varıncaya kadar inanç üzerinde buluşabilir. İnsan, hayvanlar gibi toprak, ülke, ot, otlak, sınır ve ırk üzerinde buluşmaz. Birey ile birey arasında, topluluk ile topluluk arasında, insanlardan bir nesil ile başka bir nesil arasındaki dostluk; inanç bağı dışındaki hiçbir bağ üzerinde kurulamaz. Müminin mümin, ilk müslüman cemaatın müslüman cemaat ile zaman-ve mekan sınırlarının ardından soy ve kan bağının, ırk ve ülke sınırlarının ötesinde, müslüman neslin müslüman nesiller ile buluşmasını sağlayacak, onları birbirinin dostu olarak bir araya getirecek bağ, yalnız ve yalnız inanç bağıdır. Bunların bütününün yanında Allah hepsinin dostudur.”[8]

İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur.[9]

Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayette de O'na yakın olanlar, kendisinin izinde gidenler, onun getirdiği tevhid dinini tazeleyen bu Peygamber ve Tevhide inanan insanlardır. Ayetlerde gerçek hidayetin, Yahudi, yahut Hıristiyan olmakla değil, tevhidi getirmiş olan İbrâhim'in izinden gitmek olduğu vurgulanıyor.”[10]

Seyyid Kutub diyor ki: “Sağlığında Hz. İbrahim'e uyanlar, O'nun yolu üzerinde yürüyenler, ve O'nun sünnetini esas alanlar O'nun dostlarıdır. Sonra İslam'da onunla buluşan şu peygamber, Allah'ın şehadetiyle de şahitlerin en doğrusudur. Sonra bu Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) iman edip İbrahim'le (selâm üzerine olsun) sistemde ve yolda buluşanlar da O'nu izleyenlerdir.

"Ve Allah, müminlerin dostudur."

Onlar, kendilerini Allah'a izafe eden, O'nun sancağı altında birleşen, O'na bağlanan ve O'ndan başka hiç kimseye bağlanmayan Allah'ın hizbidir. Onlar bir ailedir. Bir tek ümmettir... Nesiller ve asırların ötesinde yurt ve vatanların ötesinde ulusların ve ırkların ötesinde evlerin ve boyların ötesinde bir ümmet!..

Bu tablo, insanın yapısına uygun düşen en ideal toplum tablosudur. Onları hayvan sürülerinden ayıran özellik de budur zaten. Bu, aynı zamanda gizli veya açık zincirlere vurulmadan toplanmaya izin veren biricik sosyal yapıdır. Çünkü buradaki bağ iradeye bağlıdır. Herkes kendi isteğiyle bu bağı çözme özgürlüğüne sahiptir. Bu bağ inançtır. Kişi kendisi onu seçer ve iş biter... Buna göre eğer toplumsal yapının temeli ırki olursa insan ırk değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli millet olarak alınırsa, insan milletini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli renk olursa insan rengini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli dil olarak alınırsa, insan zorluğa katlanmadan dilini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli sınıf olarak alınırsa, insan kolay kolay sınıfını değiştiremez. Hatta Hindistan'daki Kast sistemi gibi sınıflarda babadan oğula geçiyorsa insan bunu asla değiştiremez. Bu nedenle sürekli olarak insanın toplumsal yapılanması önünde bu tür engellere rastlanacaktır. İnsanların toplumsal yapılanma temeli, insanın bireysel yönelişlerine terk edilen; bireyin kendi aslını, rengini, dilini, sınıfını değiştirmeden rahatlıkla değiştirebileceği ve buna bağlı olarak safını seçebileceği düşünce, inanç ve yaklaşım bağı üzerine kurulduğunda ancak mesele çözülebilir.

Bu niteliği toplumsal yapının esası kabul etmek insana bahşedilen bir şeref olmasının yanında, O'nu hayvan sürüsünden ayıran en değerli unsurlarıyla da ilgili bir meseledir!

İnsanlık ya İslâm'ın öngördüğü biçimde insanca yaşayacak ruhun azığı, gönlün huzuru ve bilincin bir işareti üzerinde bir araya gelecektir... Ya da toprak sınırları, ırk ve renk sınırları ardında paramparça hayvan sürüleri halinde yaşayacaktır. Aslında ikinci türdeki sınırların hepsi otlakta bir sürünün diğerine karışmasını önlemek amacıyla hayvanlar için belirlenen sınırlardır.”[11]

Mahmut Toptaş diyor ki: “Allah İbrahim’e en yakın olanın ona uyan olduğunu söylüyor. Biz İbrahim’in ve Muhammed’in (s.a.v.) yolundan gidebiliyorsak, onlara yakın oluruz. Fatih’in nesliyiz diyenler, Fatih’in İstanbul’u elinden aldığı Hristiyanlara uymasınlar ki sözleri doğru olsun.”[12]

“Andolsun ki biz, Nuh'u ve İbrâhim'i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır.[13]

Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayette Nuh'un ve İbrâhim'in elçi olarak görevlendirildiği, peygamberliğin ve Kitabın, bu ikisinin nesli içinde sürdüğü; ama bunların nesilleri içinde iyilerin yanında pek çok kötünün de bulunduğu belirtilmektedir.”[14]

“Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.”[15]

Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayetlerde Peygamberi kıskanın, ona hased eden Kitap ehline ve başkalarına, Allah'ın, İbrâhim soyuna Kitap, hikmet ve büyük bir mülk (hükümdarlık, krallık) verdiği belirtilmektedir. Bunun anlamı şudur: Allah, İbrâhim soyundan gelen İsrailoğullarına Kitap ve Hikmet vermiş, onlar arasından Musa, Harun, İsa gibi peygamberler; Davud, Süleyman gibi kral peygamberler verip onları çevrelerine egemen kıldığı gibi, yine İbrâhim soyundan gelmiş olan Hz Muhammed'e de Kitap ve hükümdarlık vermiştir. İnsanları kıskanmanın, peygamberliği ve hükümdarlığı sadece kendilerine özgü görmenin ne gereği vardır. Kimse Allah'ın dilemesine ve lütfuna engel olamaz.”[16]

Seyyid Kutub diyor ki: “Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?

Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!

Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz.”[17]

Mahmut Toptaş diyor ki: “Bu ehli kitap, herşeyin en iyisine kendilerinin layık olduğuna inandıklarından yeryüzündeki nimetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri gibi gökyüzü nimetinden olan kitabın, peygamberliğin ve hikmetin de kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar. Kendilerinden başkasına peygamberlik gelince de hemen hased ediyorlar. Bugünkü yahudi ve hristiyanlar da 1400 sene önceki atalarının yolunda devam edip hasetlerini sürdürüyorlar. Filistin’de kimsesiz bıraktıkları çocukların Allahu Ekber demeleri karşısında küçüldüklerini, ezildiklerini hissediyor ve hristiyan imparatoru Amerika’dan müslüman çocukları öldürmek için yardım istiyor.”[18]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim; Al-i İmran, 3/65.

[2] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/143.

[3] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/66.

[4] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/143.

[5] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/104.

[6] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/67.

[7] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet.

[8] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/104-105.

[9] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/68.

[10] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/143.

[11] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/105-106.

[12] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/67.

[13] Kur’an-ı Kerim: Hadid, 57/26.

[14] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/158.

[15] Kur’an-ı Kerim: Nisa, 4/54.

[16] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/157.

[17] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 2/511.

[18] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/273-274.

dildade 05-22-2008 03:27

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Eski Ahit Neden Değiştirildi?

Eski Ahit ve Kuran iki ayrı Hz. İbrahim'den bahseder. Kuran'da Hz. İbrahim putperest bir topluluğa elçi olarak gönderilmiştir. Kavmi göğe, yıldızlara, aya ve çeşitli putlara tapmaktadır. O ise kavmiyle mücadele eder, onları batıl inanışlarından geri çevirmeye çalışır, bu nedenle de başta babası olmak üzere tüm kavmin düşmanlığı ile karşılaşır.

Oysa bunların hiçbiri Eski Ahit'te yer almaz. Hz. İbrahim'in ateşe atılması, kavminin putlarını kırması gibi olaylar da Eski Ahit'te bulunmaz. Hz. İbrahim'in Eski Ahit'teki konumu, daha çok Yahudilerin atası şeklindedir. Eski Ahit'teki bu tablonun "ırk" kavramını ön plana çıkartmak isteyen Yahudiler önde gelenleri tarafından çizildiği ise açıktır. Kendilerinin Allah tarafından ebediyen seçilmiş ve üstün kılınmış bir halk olduklarına inanan Yahudiler, bilerek ve isteyerek Kutsal Kitaplarını tahrif etmişler ve sözkonusu inanış doğrultusunda eklemeler ve çıkarmalar yapmışlardır. Bu sebepten dolayıdır ki Eski Ahit'te anlatılan Hz. İbrahim, sadece Yahudilerin atasıdır.[1]

Eski Ahit'e inanmakta olan Hıristiyanlar da Hz. İbrahim'in Yahudilerin atası olduğunu düşünürler; ancak bir farkla: Hıristiyanlar'a göre Hz. İbrahim bir Yahudi değil, bir Hıristiyan'dır. Irk kavramını Yahudiler kadar önemsemeyen Hıristiyanlar'ın bu tutumu, bu iki dinin arasında bir çatışmaya ve tartışmaya yol açmıştır. Allah Al-i İmran Suresi, 65-68. ayetlerinde bu tartışmalara şöyle bir açıklama getirir:

"Ey Kitap ehli, İbrahim konusunda ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki) hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz. İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan'dı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi. Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü'minlerin velisidir."[2]

Kuran'da Hz İbrahim, Eski Ahit'te yazandan tamamen farklı olarak kavmini uyarıp korkutan ve onlarla mücadeleye girişen bir kişidir. Küçük yaşlardan başlayarak putlara tapmakta olan kavmini uyarmış ve onlara bu davranışlarından vazgeçmelerini öğütlemiştir.[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Babı.

[2] Kur’an-ı Kerim: Ali İmran, 65-68

[3] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Babı.

dildade 05-22-2008 03:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Eski Ahit'e Göre Hz. İbrahim :
Hz. İbrahim hakkında belki de en detaylı bilgiyi veren kaynak, Eski Ahit'tir. Buna göre Hz. İbrahim, Mezopotamya ovasının güneydoğusunda bulunan ve o dönemin en önemli şehirlerinden birisi olan Ur şehrinde MÖ. 1900'lü yıllarda dünyaya gelir. Doğduğu zaman Hz. İbrahim'in ismi İbrahim, yani "Abraham" değildir, "Abram" dır. İsmi tanrı Yehova (YHWH) tarafindan daha sonra değiştirilecektir.

Bir gün Eski Ahit'in tanrısı Yehova, Abram'a ülkesini ve halkını bırakarak yola çıkmasını, adı belirtilmeyen bir ülkeye gitmesini ve orada yeni bir kavim oluşturmasını ister. Yetmişbeş yaşındaki Abram bu çağrıya uyarak kısır karısı Sarai —ki daha sonradan prenses anlamına gelen "Sarah" ismiyle anılacaktır— ve kardeşinin oglu Lut ile beraber yola çıkar. Kendileri için seçilmiş yere doğru giderken Harran'da bir süre kalırlar, daha sonra yollarına devam ederler. Yehova'nın vaadettiği Kenan diyarına geldiklerinde buranın kendileri için seçilmiş bir yer olduğu ve kendilerine verildiği söylenir. 99 yaşına geldiğinde Abram tanrı Yehova ile bir anlaşma yapar ve ismi Abraham, yani İbrahim olarak değiştirilir. Abraham 175 yaşında ölür ve bugün İsrail'in işgali altındaki Batı Seria'da yer alan Hebron (El-Halil) kentinin yakınlarındaki Makpela mağarasına gömülür. Hz. İbrahim'in parayla satın aldığı bu toprak, onun ve soyunun vaadedilmiş topraklardaki ilk mülkiyetidir.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Kıssası.

dildade 05-22-2008 03:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Yahudilerin Dini Kitabı Talmûd’da İbrâhim as. :
Yahudilerin dini kitabı Talmûd’da, Hz. İbrâhim'in Irak ve Babil'de kaldığı süre içinde başından geçen önemli olaylar, şahsiyeti, karakteri ve alışkanlıklarıyla zevkleri hakkında, Kur’ân-ı Kerim’de bulunmayan bazı ayrıntılara rastlanıyor. Fakat her iki mukaddes kitabın kayıtları birbiriyle karşılaştırılınca pekçok farklılıklar göze çarpıyor. Talmûd'da bu hususta pek çok ayrıntıların yer almasına rağmen bunların kopuk, tutarsız ve mantıksız olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim'in kişiliği, karakteri, yaşantısı ve başından geçen olayları net ve açık bir şekilde bize sunmaktadır. Bunlar da ne herhangi bir fazlalık ve ne de absürdlük yoktur.

Talmûd'un Doğum pasajlarında;[1] İbrâhim'in doğduğu gün kâhinler fala bakarak Tareh'in evinde doğan çocuğun öldürülmesini Nemrud'a söylemişler. Nemrud öldürme emrini vermiştir. Fakat Tareh, kölelerinin bir çocuğunu Nemrud'un adamlarına vermek suretiyle Hz. İbrâhim'in hayatını kurtarmıştır. Sonra Tareh, karısı ve çocuklarıyla birlikte 10 sene bir mağaraya saklanmışlar. Onbirinci yılda Tarih, Hz.İbrâhim'i, Hz.Nuh'a yollamış ve Hz. Nuh'un ve oğlu Sam'ın hizmetinde 39 sene terbiye görmüştür. Bu sırada Hz. İbrâhim, kendisinden 42 yaş küçük olan Hz.Sare ile evlenmiştir. - İncil bu nokta da Sare'nin Hz.İbrâhim'in yeğeni olduğu hususunu açıklamıyor. Fakat aralarındaki yaş farkının 10 olduğunu belirtiyor.- [2]

Bundan sonra Talmûd'un kayıtları şöyledir: Hz.İbrâhim 50 yaşında iken Hz.Nuh'un evinden babasının evine geldikten sonra gördü ki, babası putperesttir ve evde senenin 12 ayına göre 12 put vardır. Hz. İbrâhim ilk önce babasını hidayete getirmeye ve putperestlik ile şirkin zararlarını kendisine anlatmağa çalışır. Fakat babası atalarının dinini bırakmak istememektedir. Nihayet bir gün Hz.İbrâhim evdeki bütün putları kırar ve Tareh eve geldiğinde putların perişan olduğunu görünce çok öfkelenir ve doğru Nemrud'a gider. Tareh öldürülmek istenen çocuğun babası olduğunu ve bu çocuğun bugün 50 yaşında bulunduğunu ve evdeki bütün putları kırdığını anlatır. Nemrud'da Hz. İbrâhim'i çağırarak sorguya çeker ve sorgu sırasında Hz.İbrâhim'in ters cevaplarına sinirlenerek onu zindana attırır. Daha sonra kraliyet konseyi toplanır ve konsey Hz.İbrâhim ile birlikte kardeşi aynı zamanda kayınpederi olan Harân'ın da ateşe atılmasına karar verir. Çünkü Nemrud kendisine yapılan bu sahtekarlığın kimin fikri olduğunu sormuş ve Tareh'de fikrin Harran'a ait olduğunu söylemiştir. Böylece kabak Harran'ın başında patladı ve İbrâhim as. ile birlikte ateşe atılmıştır. Harran ateşe atılır atılmaz yanıp kül olmuş fakat İbrâhim as.'ın ateşin tam ortasında rahat dolaşmakta olduğunu ve kendisine hiçbir zarar gelmediğinin görülmesi üzerine Nemrud çağırılmış ve bu garip vak'a’yı gözleriyle gören Nemrud, İbrâhim as'a seslenmiş. “Ey gökteki Allah'ın kulu, ateşten çık ve yanıma gel” İbrâhim as. onun dediğini yapmış ve dışarı çıkmış, Nemrud, Hz.İbrâhim'in bu harika mucizesinden etkilenerek kendisine saygı ve bağlılığını bildirmiş ve ayrı olarak da kendisine kıymetli hediye ve eşyalar vermiştir.

Yine Talmûd'un kayıtlarını göre, İbrâhim as. bu vak'adan sonra Babil ve Irak'ta iki sene kalmış ve Nemrud bir kâbus görmüş ve falcılara rüyasının tabirini sormuş. Falcılar, İbrâhim as'ın Nemrud hanedanının hakimiyetine son verebileceğini ve bu yüzden kendisinin öldürülmesi gerektiğini bilirtmişlerdir. Fakat Nemrud'un, İbrâhim as'ın hizmetine verdiği bir kölesi olan el-Ya'zer bu suikasttan efendisini haberdar etti. Hz.İbrâhim derhal Hz.Nuh'a kaçıp sığındı. Tareh ile İbrâhim as. gizlice buluşmaya başladılar ve nihayet baba ile oğul ülkeyi terketmeye karar verdiler. Hz.Nuh ile Sam da bu kararı beğendiler. Sonunda, Tareh, oğlu İbrâhim, torunu Lut ve torunu ile gelini olan Hz.Sare'yi alıp Ur'dan Harran'a göç etti. [3]

Talmûd'un bu hikayelerini okuduktan sonra aklı başında olan bir kişi, Kur’ân-ı Kerim'in bundan esinlenerek yazıldığını söyleyebilir mi? Hayret doğrusu! [4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bkz. Talmud, Doğum, XI,29 ve XVII:17.

[2] Bkz. Doğum: XI.29.ayet ve XVII:17; Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı 1/453.

[3] Bkz. Talmud, s.30,32.

[4] Mevdudi, Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı: 1/454.

dildade 05-22-2008 03:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hristiyanların Mukaddes Kitabı İncil’de Nemrud ile Hz.İbrâhim :
Hristiyanların mukaddes kitabı İncil'de Nemrud ile Hz. İbrâhim as. arasındaki tartışma, kendisinin ateşe atılması, bu ateşin soğuması, kendisine hiçbir şey olmaması, zindana atılması, milleti ile amansız mücadelesi ve nihayet Babil Irak veya Ur'a Allah'ın azabının inmesi, kısacası, Babil ve Irak'taki yaşantısının hiçbir safhası kaydedilmemiştir. Ancak İncil'in “Doğum” ile ilgili bölümünde Hz. İbrâhim as'ın ülkeyi terketmesine dair bazı kayıtlar vardır. Fakat bu olay bir peygamberinden çok alelade bir ailenin, iş ve geçim kaynaklarını aramak üzere bir ülkeden başka bir ülkeye göçetmesi gibi anlatılmıştır.[1]

Kur’ân-ı Kerim ile İncil'in kayıtlarında önemli bir nokta daha vardır. Kur’ân-ı Kerim'e göre Hz.İbrâhim'in müşrik ve putperest babası, oğluna baskı ve zulüm yapanların başında idi. İncil ise, bizzat Hz. İbrâhim'in babasının, evlatlarıyla birlikte -ki bunlar arasında oğul, torun ve gelinleri de vardı- Harran'a gidip yerleştiğini beyan etmektedir.[2] Bunun hemen akabinde Allah'u Teala'nın Harran'dan Kenan'a gidip yerleşme emri verdiği belirtilerek şunlar ekleniyor. “Ben seni büyük bir millet haline getireceğim ve bereket vereceğim ve senin ününe ün katacağım. O halde, sen bereketli ol. Senin mübarek olduğunu söyleyenlere bereket vereceğim ve seni lanetleyenleri ben lanetleyeceğim ve yeryüzünün bütün kabileleri (milletleri) senden bereket alacaklardır.”[3]

İncil'deki bu kayıtlar biraz havada kalıyor ve Allah'ın birden bire Hz.İbrâhim'e bu kadar ilgi göstermesinin sebebi, O'nun hikayesinin başka kaynaklardan öğrenmeyenler tarafından anlaşılamıyor.[4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mevdudi, Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı : 1/452.

[2] Bkz. İncil, Doğum XI, Bölüm, 27-32.

[3] Bkz. Doğum: Bölüm, XII., 1-3; Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı: 1/447.

[4] Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı: 1/453.

dildade 05-22-2008 03:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
. BÖLÜM: İBRAHİM AS.’IN BABASI ÂZER ...


1. Âzer- Tareh Kimdir ?
“İbrahim, babası Âzer’e demişti ki :...”[1]

İşaret edilmesi gereken bir diğer husus da Hz. İbrâhim’in babasının Kur'an-ı Kerim'de Âzer adıyla anılmasıdır. Oysa Tevrât’ta İbrâhim’in babası, Tareh olarak geçer. Müfessirler bunu birkaç şekilde yorumlarlar:

İbnü Cerir tefsirinde açıklandığı üzere Muhammed b. İshak demiştir ki: "Âzer, Hz. İbrahim'in babasıdır.[2] Ve Kûfe civarında Kûsâ kasabası ahalisinden bir adam olduğu bize zikredilen haberler cümlesindendir."[3]

Süleyman Ateş diyor ki: “Belki de İbrâhim’in babasının asıl adı Âzer, lakabı Tareh idi. Tevrat’ta lakabıyla, Kur’ân’da adıyla anılmıştır. İbrâhim kıssasının, şifahi nakillerle Araplar arasında anlatıldığı muhakkaktır. Çünkü Araplar, onu kendi ataları tanıyorlardı. Tevrat kıssalarının bir bölümü, Araplar arasında anlatılıyordu. Çünkü bölgede Hıristiyan Araplar vardı. Fakat bu anlatımlar Şifâhi nakillerden ibaret idi. Hz. İbrâhim’in babasının adı olan Tareh, Arapçaya Âzer şeklinde geçmiş olmalı ki Kur’ân-ı Kerim, Arapların bildiği bu adı kullanmıştır. Eğer Kur’ân’ın söylediği isim, kendi bildiklerine aykırı olsaydı, Araplar buna itiraz ederler, bu takdirde de kıssa anlatımının asıl amacı olan öğüt ve ibret oluşmazdı.

Demek ki İbrâhim’in babasının adı, Araplar arasında Âzer olarak yayılmıştı. Nasıl ki bazı İslâm isimleri de Avrupa dillerine farklı telaffuzlarla geçmiştir. İbn Sina’nın “Avisenna”, İbn Rüşd’ün “Averroes” olması gibi. Hatta Tevrat’ta Abraham, Saul, Salamon olarak geçen isimler de Kur’ân’da Arapların telaffuzuyla İbrâhim, Talut, Süleyman şeklinde geçer. Nitekim Hızır İlyas'ın “Hızır Ellez”, Dâru’s-sınâ’a tersane olarak geçtiği gibi, Türkçedeki “belki” kelimesi Arapça’ya “belek” şeklinde geçmiştir. İşte Aynı şey, İbraniceden Arapçaya geçmiş olan bu isimde de olabilr. Belki de bazı Tevrat nüshalarında bu ad, doğrudan doğruya Âzer olarak geçmekte idi, o nüshalar zamanla ortadan kaybolmuştur.

Âzer isminin, Arapçadaki Tareh adının anlamı olması da muhtemeldir. Yuhut bu ad, Tareh’in bir lakabının Arapça anlamıdır. Âzer, İbranice’de “hata eden” anlamına gelir. Yüce Allah, onu hata eden sıfatıyla anarak, küfrüyle hatada olduğunu belirtmek istemiştir.

Ya da Âzer, İbrâhim’in amcasının adı idi. Bazen amca, baba yerine kullanılır. Nitekim Ya’kub’un oğulları da Ya’kub’a; “Senin Tanrın ve babaların İsma’il ve İshak’ın Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, Biz O’na teslim olanlarız”[4] demişlerdir.[5]

İbrâhim Baydar diyor ki: “Âzer’in “Amca” olduğunu söyleyen iddia sahiplerinin, bu düşüncelerini Bakara 133’üncü ayetle desteklemeye çalışırsalar dahi gerçekte İsmail, Yakub’un amcası olduğu halde, bu ayette ondan “Babası” olarak söz edildiğini söylemektedir. Ve bu görüşünü şöyle izah etmekte ;

Bu ayet, iddia edilen şeye delaletten bir hayli uzak görülmektedir. Bir defa ayette, “ismail Yakub’un babasıdır” şeklinde bir hüküm yoktur. İsmail, Yakub’un “Babaları” arasında sayılmaktadır. Dikkat edilmelidir ki; bir insanın birden fazla babası olamıyacağı açıktır, o halde bu ayette, İbrâhim de “babalar”dan sayılmıştır. Oysa İbrâhim Yakub’un babası değil, dedesidir.

Dede olan İbrâhim’e ve amca olan İsmail’e, “Babalar” denmesinin çok daha farklı bir nedeni vardır;

Arapça’da baba anlamına gelen “Valid” ve “Eb” sözcükleri, cüzî eş anlamlı olarak kullanılır. Bu kelimelerin Kur’ân’daki disiplinine bakıldığında şöyle bir netice ile karşılaşılır. “Valid” kelimesiyle kasdedilen anlam, çocuğun ilk babasıdır. Yani “Valid”, “Veled”in oluşundan fâil olan kimsedir.[6] Oysa “Eb” kelimesinin kapsamında hem ilk, hem de dede gibi önceki babalar bulunur. Yani, bazan bir vasıta ile baba sayılan ve aynı soydan olan büyük kimselere de “Eb” denir.[7] Nitekim Arapçada “Ebu Bekir” gibi künye ve lakabların “Eb” kelimesiyle yapılması da bundandır. İşaret edilen ayette de İbrâhim ve İsmail, Yakub’un “Valid”i değil, vasıta ile babaları ve o koldan büyükleri olan “âbâ”sı daha doğru bir ifade ile “Atalar”ı arasında anılmaktadır.

Bu nedenle Yüce Kitap, çocuğun sadece ilk müsebbiplerini kasteden kelimeyi tekil olarak “Valid” biçiminde kullandığı halde, hiçbir yerde çoğul olarak “Validun” biçiminde kullanmaz. Çünkü ilk sebep, yani öz baba ve anne ikiden fazla olamaz. Ama, çocuğun babasını ve önceki atalarını kapsamına alan “Eb” kelimesini, “âbâ” biçiminde çoğul olarak da kullanır. Nitekim anlamı tartışılan ayette de böyledir. Eb kelimesi, çoğul olarak “âbâ” biçiminde kullanılmıştır.

Eğer bütün bu tesbitlerimiz doğruysa; Kur’ân’da Hz.İbrâhim’le çok sevdiği oğlu İsmail’e, birlikte işaret edilirken, aralarındaki şefkat ve itaatı çağrıştıcak olan “Valid” kelimesi, Hz.İbrâhim’in kendi babasının bağışlanması için dua ettiğini anlatırken de “Vâlid” kelimesi, fakat Âzer’in kendi putculuğunu Hz.İbrâhim’e karşı savunup da küfrü açığa çıktıktan sonra, aralarındaki rûhi irtibatın kopukluğunu hissettirmek için de “Eb” kelimesi tercih edilmiş olmalıdır. İşte Kur’ân-ı Kerim’de her üç durum da bu tesbitlere uygundur.

"Baba (Vâlid)'e ve çocuğu and olsun ki...”[8]

“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı (Vâlideyn) ve inananları bağışla.”[9]

“İbrâhim, babası (Eb) Âzer’e, “Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben seni ve toplumunu açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti”[10]

Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz. Dede İbrâhim amca İsmail ve baba İshak’ı bir araya getiren ortak nokta, ondan büyük olmalarıdır, küçük olan Yakub’u terbiye etmeleri ve yetiştirmeleridir. Bu nedenle onlar İshâk’a “Ata” olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’in, onların üçünü bir arada sayarken “Eb” kelimesin seçmesi bundandır. Âzer için “Eb” kelimesini seçmesinin sebebi ise, küçüklüğünde İbrâhim’i yetiştirip eğittiği halde, küfründen dolayı artık O’nunla kalbi bir irtibatı kalmayan, sevmediği bir babası olmasından dolayıdır. Doğrusunu Allah bilir.[11]

(Âzer 205 yaşında Harran'da ölmüştür.)



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/106-107; Taberi Tefsiri: 7/158.

[3] Taberi Tefsiri: 7/158.

[4] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/133.

[5] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/99.

[6] Kur’an-ı Kerim: Beled , 90/3.

[7] Kur'an-ı Kerim: 22/8; 37/126; 12/4.

[8] Kur’an-ı Kerim: Beled, 90/3.

[9] Kur’an-ı Kerim: İbrahim, 14/41.

[10] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74.

[11] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.32.

dildade 05-22-2008 03:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: İBRAHİM AS.’IN BABASI ÂZER ...


1. Âzer- Tareh Kimdir ?
“İbrahim, babası Âzer’e demişti ki :...”[1]

İşaret edilmesi gereken bir diğer husus da Hz. İbrâhim’in babasının Kur'an-ı Kerim'de Âzer adıyla anılmasıdır. Oysa Tevrât’ta İbrâhim’in babası, Tareh olarak geçer. Müfessirler bunu birkaç şekilde yorumlarlar:

İbnü Cerir tefsirinde açıklandığı üzere Muhammed b. İshak demiştir ki: "Âzer, Hz. İbrahim'in babasıdır.[2] Ve Kûfe civarında Kûsâ kasabası ahalisinden bir adam olduğu bize zikredilen haberler cümlesindendir."[3]

Süleyman Ateş diyor ki: “Belki de İbrâhim’in babasının asıl adı Âzer, lakabı Tareh idi. Tevrat’ta lakabıyla, Kur’ân’da adıyla anılmıştır. İbrâhim kıssasının, şifahi nakillerle Araplar arasında anlatıldığı muhakkaktır. Çünkü Araplar, onu kendi ataları tanıyorlardı. Tevrat kıssalarının bir bölümü, Araplar arasında anlatılıyordu. Çünkü bölgede Hıristiyan Araplar vardı. Fakat bu anlatımlar Şifâhi nakillerden ibaret idi. Hz. İbrâhim’in babasının adı olan Tareh, Arapçaya Âzer şeklinde geçmiş olmalı ki Kur’ân-ı Kerim, Arapların bildiği bu adı kullanmıştır. Eğer Kur’ân’ın söylediği isim, kendi bildiklerine aykırı olsaydı, Araplar buna itiraz ederler, bu takdirde de kıssa anlatımının asıl amacı olan öğüt ve ibret oluşmazdı.

Demek ki İbrâhim’in babasının adı, Araplar arasında Âzer olarak yayılmıştı. Nasıl ki bazı İslâm isimleri de Avrupa dillerine farklı telaffuzlarla geçmiştir. İbn Sina’nın “Avisenna”, İbn Rüşd’ün “Averroes” olması gibi. Hatta Tevrat’ta Abraham, Saul, Salamon olarak geçen isimler de Kur’ân’da Arapların telaffuzuyla İbrâhim, Talut, Süleyman şeklinde geçer. Nitekim Hızır İlyas'ın “Hızır Ellez”, Dâru’s-sınâ’a tersane olarak geçtiği gibi, Türkçedeki “belki” kelimesi Arapça’ya “belek” şeklinde geçmiştir. İşte Aynı şey, İbraniceden Arapçaya geçmiş olan bu isimde de olabilr. Belki de bazı Tevrat nüshalarında bu ad, doğrudan doğruya Âzer olarak geçmekte idi, o nüshalar zamanla ortadan kaybolmuştur.

Âzer isminin, Arapçadaki Tareh adının anlamı olması da muhtemeldir. Yuhut bu ad, Tareh’in bir lakabının Arapça anlamıdır. Âzer, İbranice’de “hata eden” anlamına gelir. Yüce Allah, onu hata eden sıfatıyla anarak, küfrüyle hatada olduğunu belirtmek istemiştir.

Ya da Âzer, İbrâhim’in amcasının adı idi. Bazen amca, baba yerine kullanılır. Nitekim Ya’kub’un oğulları da Ya’kub’a; “Senin Tanrın ve babaların İsma’il ve İshak’ın Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, Biz O’na teslim olanlarız”[4] demişlerdir.[5]

İbrâhim Baydar diyor ki: “Âzer’in “Amca” olduğunu söyleyen iddia sahiplerinin, bu düşüncelerini Bakara 133’üncü ayetle desteklemeye çalışırsalar dahi gerçekte İsmail, Yakub’un amcası olduğu halde, bu ayette ondan “Babası” olarak söz edildiğini söylemektedir. Ve bu görüşünü şöyle izah etmekte ;

Bu ayet, iddia edilen şeye delaletten bir hayli uzak görülmektedir. Bir defa ayette, “ismail Yakub’un babasıdır” şeklinde bir hüküm yoktur. İsmail, Yakub’un “Babaları” arasında sayılmaktadır. Dikkat edilmelidir ki; bir insanın birden fazla babası olamıyacağı açıktır, o halde bu ayette, İbrâhim de “babalar”dan sayılmıştır. Oysa İbrâhim Yakub’un babası değil, dedesidir.

Dede olan İbrâhim’e ve amca olan İsmail’e, “Babalar” denmesinin çok daha farklı bir nedeni vardır;

Arapça’da baba anlamına gelen “Valid” ve “Eb” sözcükleri, cüzî eş anlamlı olarak kullanılır. Bu kelimelerin Kur’ân’daki disiplinine bakıldığında şöyle bir netice ile karşılaşılır. “Valid” kelimesiyle kasdedilen anlam, çocuğun ilk babasıdır. Yani “Valid”, “Veled”in oluşundan fâil olan kimsedir.[6] Oysa “Eb” kelimesinin kapsamında hem ilk, hem de dede gibi önceki babalar bulunur. Yani, bazan bir vasıta ile baba sayılan ve aynı soydan olan büyük kimselere de “Eb” denir.[7] Nitekim Arapçada “Ebu Bekir” gibi künye ve lakabların “Eb” kelimesiyle yapılması da bundandır. İşaret edilen ayette de İbrâhim ve İsmail, Yakub’un “Valid”i değil, vasıta ile babaları ve o koldan büyükleri olan “âbâ”sı daha doğru bir ifade ile “Atalar”ı arasında anılmaktadır.

Bu nedenle Yüce Kitap, çocuğun sadece ilk müsebbiplerini kasteden kelimeyi tekil olarak “Valid” biçiminde kullandığı halde, hiçbir yerde çoğul olarak “Validun” biçiminde kullanmaz. Çünkü ilk sebep, yani öz baba ve anne ikiden fazla olamaz. Ama, çocuğun babasını ve önceki atalarını kapsamına alan “Eb” kelimesini, “âbâ” biçiminde çoğul olarak da kullanır. Nitekim anlamı tartışılan ayette de böyledir. Eb kelimesi, çoğul olarak “âbâ” biçiminde kullanılmıştır.

Eğer bütün bu tesbitlerimiz doğruysa; Kur’ân’da Hz.İbrâhim’le çok sevdiği oğlu İsmail’e, birlikte işaret edilirken, aralarındaki şefkat ve itaatı çağrıştıcak olan “Valid” kelimesi, Hz.İbrâhim’in kendi babasının bağışlanması için dua ettiğini anlatırken de “Vâlid” kelimesi, fakat Âzer’in kendi putculuğunu Hz.İbrâhim’e karşı savunup da küfrü açığa çıktıktan sonra, aralarındaki rûhi irtibatın kopukluğunu hissettirmek için de “Eb” kelimesi tercih edilmiş olmalıdır. İşte Kur’ân-ı Kerim’de her üç durum da bu tesbitlere uygundur.

"Baba (Vâlid)'e ve çocuğu and olsun ki...”[8]

“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı (Vâlideyn) ve inananları bağışla.”[9]

“İbrâhim, babası (Eb) Âzer’e, “Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben seni ve toplumunu açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti”[10]

Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz. Dede İbrâhim amca İsmail ve baba İshak’ı bir araya getiren ortak nokta, ondan büyük olmalarıdır, küçük olan Yakub’u terbiye etmeleri ve yetiştirmeleridir. Bu nedenle onlar İshâk’a “Ata” olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’in, onların üçünü bir arada sayarken “Eb” kelimesin seçmesi bundandır. Âzer için “Eb” kelimesini seçmesinin sebebi ise, küçüklüğünde İbrâhim’i yetiştirip eğittiği halde, küfründen dolayı artık O’nunla kalbi bir irtibatı kalmayan, sevmediği bir babası olmasından dolayıdır. Doğrusunu Allah bilir.[11]

(Âzer 205 yaşında Harran'da ölmüştür.)



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/106-107; Taberi Tefsiri: 7/158.

[3] Taberi Tefsiri: 7/158.

[4] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/133.

[5] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: 9/99.

[6] Kur’an-ı Kerim: Beled , 90/3.

[7] Kur'an-ı Kerim: 22/8; 37/126; 12/4.

[8] Kur’an-ı Kerim: Beled, 90/3.

[9] Kur’an-ı Kerim: İbrahim, 14/41.

[10] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74.

[11] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.32.

dildade 05-22-2008 03:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Âzer’in Mesleği :
İbrâhim as.'ın babası Târah (Âzer), Kral Nemrud'un putlarının bakıcısı ve idarecisi idi. Ayrıca Nemrud'un taktirini ve güvenini kazanmış biri olarak itibar sahibi birisi idi.[1]

Ebu Hayyân tefsirinde de, "Marangoz, müneccim (astrolog) ve mühendis olduğunu ve Nemrud'un da yıldızlara ve geometriye merakı olduğundan, onun yanında ilgi ve alakaya mazhar olduğunu zikretmişlerdir. Ve Kûfe civarında Kûsâ denilen bir kasabadan idi, Mücahid böyle demiştir. Ve Hz. İbrahim de bu kasabada doğdu, denilmiş. Bundan başka Âzer'in Harran halkından olduğu da söylenmiştir" diye nakletmiştir.[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.46; İbn.Asakir-Tarih c.2, s.141; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları:s.141.

[2] Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 4/164.

dildade 05-22-2008 03:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İbrahim as.’ın Babasının Yurdu :
Nuh as'ın çocukları ve torunları, önce Irak'a yerleşmiş ve Fırat nehrinin yakın bir yerinde Babil şehrini kurmuşlardı. Daha sonra, burada yerleşmiş olanlardan bir grup ayrılıp Dicle kıyısında - bugün Musul şehrinin civarında - Ninova şehrini inşâ etmişlerdi. Babil'deki halkın yerlileri olan Nabt kavmi, Süryânî dilini konuşmakta olup Babil şehrini de başkent yapmışlardı. Ninova'da ortaya çıkan Asur devletinde ise başkent Ninova olup, Babil'i hâkimiyetleri altına almıştı. Bir süre sonra Babil'de, Keldânîler, Asurluların hâkimiyetleri altında bulunan Nabt'ların ilim ve kültürüne sahip çıkmıştı.[1]

İbrâhim as.'ın babası Târah (Âzer), Harran halkından idi. Harran'ı ilk önce kuran, İbrâhim as.'ın kardeşi Haran olduğu için şehre “Harran” adı verilmiştir. Rivayete göre tufandan sonra yeryüzünde ilk kurulan şehirdir.[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim maddesi c.3.

[2] Yâkut-Mûcemülbüldan c.2, s.235; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.141.

dildade 05-22-2008 03:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Peygamber’in Babası Bir Putperest :
Âzer’le ilgili olarak tartışılan ikinci bir mesele de, onun inanç dünayasıyla ilgilidir. Özellikle günahsızlığın nesilden nesile intikal ettiğine inanan bazı kimseler, putperest bir kimseyi peygamber babası olmaya yakıştıramazlar. Bu, “Dinde Seçilmiş Soy” statüsü oluşturan bir düşüncenin savunmasıdır. Onlara göre durum şöyledir; “Hz.Muhammed’in nûru, ilk insandan önce yaratılmıştır. Hatta varlık olarak ilk yaratılan da o nurdur. Bu nur, diğer peygamberlerin evladı yolu ile alından alına nakledilerek Hz. Muhammed’e kadar taşınmıştır. Bu nedenle putperest Âzer İbrâhim’in babası olamaz. Asıl baba ölmüştü. Sonra dul anne İbrâhim’in amcası ile evlenmişti. Bunun için de Âzer gerçek baba değil, babalıktır. Nitekim Arap dilinde “Amca”ya “Baba” denilmektedir. Bu esasa göre Kur’ân’da, İbrâhim’in babası olamaz. Asıl baba ölmüştü. Sonra dul anne İbrâhim’in amcası ile evlenmişti. Bunun için de Âzer gerçek baba değil, babalıktır. Nitekim Arap dilinde “amca”ya da “baba” denilmektedir. Bu esasa göre Kur’ân’da, İbrâhim’in babası denilen putatapıcı Âzer O’nun amcası olmalıdır. Hz.Muhammed’in dedesi olan Abdulmuttalib de mümin sayılmalıdır. Her ne kadar Peygamber’e inanmadan öldüğü biliniyorsa da, O alnında bu nuru taşımıştır. Allah Abdulmuttalib’i diriltilerek iman etmesini sağlamış ve tekrar öldürmüştür. Yani nur zincirinde bir kopukluk olmamıştır. Hz. Peygamber’in kızdan torunları olan Hasan ve Hüseyin yoluyla, Şerif ve Seyyidler’le bugün de devam etmektedir.”

Aslında, inançsız bir kimsenin bir peygamberin varlığına sebep kılınamayacağı iddiası anlamsız ve hikmetsizdir. Bu ancak bir kalb temennisi olabilir. Bu hususda nakli bir delil de yoktur. Aksine genetik masumiyeti olumsuzlayan ilahi belgeler vardır. [1]

“Rab; “Seni insanlara önder yapacağım.” Deyince İbrâhim, “soyumdan birilerini de” demişti. Allah: “Benim ahdime zalimler eremezler.” Buyurdu. [2]

“Onların zürriyetlerinden iyi düşünüp iyi davranan da var, öz benliğine açıkça zulmeden de var.”[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.30.

[2] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/124.

[3] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/113.

dildade 05-22-2008 03:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. İbrahim’in Babasının Ahiretteki Durumu :
Ubeyd b. Umeyr ve Said İbn Cübeyr der ki: “Kıyamet günü Hz. İbrahim babasıyla karşılaştığında ondan uzaklaşacaktır. Babasının yüzü boz renkli ve bulanık olacak, “Ey İbrahim, ben sana karşı gelirdim, bu gün ise karşı gelmeyeceğim”, diyecek de Hz. İbrahim: “Ey Rabbim, (yaratıkların) diriltileceği günde beni rüsvay etmeyeceğini bana vaadetmemiş miydin? Uzaklaştırılmış babamdan daha şiddetli bir rüsvaylık var mı?” diyecek. Ona: “Arkana bak” denilecek. Bir de görecek ki, o (babası) çamura bulanmış bir erkek sırtlan olmuş. Sonra ayaklarından tutulup ateşe atılır.”[1]

Ali Arslan diyor ki: “Anlaşıldığına göre Hz. İbrahim babasının Kıyamet gününde ateşte olmasını kendisi için utanç verici bir durum olarak görmüştür. Allah Teala ahiret gününde Hz. İbrahim’in babasını bir keler şekline sokar ki, Hz. İbrahim, onun kavmince bilinen şekliyle görüp utanmasın.”[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn Kesir Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3684-3685.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Arlan Yayınları: 7/269.

dildade 05-22-2008 03:31

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Ölüm Esnasındaki Durumunun Zahirine Göre Kişi Hakkında Hüküm Verilebilir :
Ölüm esnasında kişinin durumunun zahirine göre hüküm verilir. Eğer iman üzere ölürse, onun lehine böylece hüküm verilir. Şayet küfür üzere ölürse, yine onun hakkında böylece hüküm verilir. Rabbin ise onun iç yüzünü en iyi bilendir. Şu kadar var ki, Rasulullah’a (s.a.v.) amcası Abbas: Ey Allah’ın Rasulü! Amcana herhangi bir faydan oldu mu diye sorunca, Rasulullah (s.a.v.): “Evet” demişti...[1] Burada sözü geçen şefaat (faydalı oluş) ise, “et-Tezkire” adlı eserimizde de açıkladığımız gibi, cehennemden çıkışa dair değil, azabın hafifletilmesine dairdir.[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Buhari, Edeb: 115; Rikaak: 51; Müslim, İman: 357, 358, 360; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/206, 207, 3/9, 50, 55.

[2] Kurtubi, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 8/425.

dildade 05-22-2008 03:31

Hazreti İbrahim (a.s)
 
BÖLÜM: PUTLAR...
1. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler :


Ur şehrinin haraberelerinden çıkarılan kitabelerde 5 bin tanrının adına rastlanıyor. Her şehrin bir Koruyucusu Tanrısı olurdu ve buna “Rabb-ül Beled” veya “Baş İlah” denilirdi. Ur'un koruyucusu tanrısı ve Baş Tanrısı, Nannâr (Ay Tanrısı)'dı ve bu münasebetle şehrin adı sonradan “Kemerine” oldu. Bu büyük tanrılara tabi olan birçok küçük tanrı ve tanrıçalar vardı ki, bunların çoğu gökteki yıldız ve gezegenlere, azı Dünyaya mensuptu. Nannâr'ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde yapılmış olan muhteşem bir tapınakta bulunuyordu. Ticaretin önemli bir bölümü tapınaktan idare edilirdi. Bu işleri, kendilerini tanrının naip ve temsilcisi ilân eden rahip ve din adamları yaparlardı ve dolayısıyla her türlü maddi menfaati de elde ederlerdi. Buna ilaveten, ülkenin en büyük mahkemesi de bu tapınaktı. Kral ve kraliyet ailesi de Nannâr tapınağına tabi idiler. Gerçek hükümdar Nannâr'dı, Kral da onun naibi olarak hüküm sürerdi. Bu itibarla kral da tanrılar arasında yer alırdı ve halk ona tanrı diye tapardı.[1]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mevdudi, Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı : 1/447.

[2] Zigurat: Kaidesinden tepesine doğru kat kat yükselen dörtköşe kule şeklindeki mâbed. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Vadi yayınları.

[3] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Babı.


dildade 05-22-2008 03:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Halkın Sema İlimleri ile Uğraşmaları :
Hz. İbrahim'in zamanında Mezopotamya ovasında, Orta ve Doğu Anadolu'da yaşayan birçok kavim, göğe ve yıldızlara tapıyorlardı. En büyük tanrıları Ay tanrısı "Sin" idi. Ay tanrısı uzun sakallı ve elbisesinin üzerinde hilal şeklinde ay bulunan bir insan suretinde canlandırılıyordu. Ayrıca bu kavimler bu tanrılara ait birçok kabartma resim ve heykelcik yapıyor ve bunlara tapınıyordu. Oldukça yaygın olan bu inanç, özellikle Yakındoğu'da kendisine oldukça uygun bir yaşam sahası bulmuş ve bu sayede uzun zaman varlığını sürdürmüştü.

Nemrud'un zamanında insanlar, yıldızlara aid bilgilerle uğraşırlar; güneşin, ay' ın tutulacağı tarihi hesaplarlar, yıldızları ve mevkilerini belirlerler,[1] yıldızlar ve feleklere ait yaptıkları aletlerle onlardan bir takım hükümler çıkarırlardı.[2]

Babilliler, tek Allah'a inanmayıp putlara ve yıldızlara taparlardı. Putları ve yıldızları, ruhların sembolü olarak kabul ederlerdi. Onların bu inancına “Sâbiîlik” denir. Sâbiîlik; ruhlara ve meleklere ibadet esasından başlar ve giderek yıldızlara, aya, güneşe ve sonunda bunlar adına yapılmış putlara tapmağa varırdı. Babil'de putların hem yapılıp hem de tapıldığı puthaneler vardı. Bundan dolayı devlet yönetiminde bir puthane bakanı bile bulunurdu. İşte Allah, böyle inançtan yoksun ve medeniyetten uzak bir toplum olan Babil halkına İbrâhim as'ı göndermişti.[3]


Hz. İbrahim zamanında Mezapotamya bölgesinde çok tanrılı dinler egemendi. Ay tanrısı Sin en büyük ilahlardandı. Halk bu tanrıları temsil eden heykelcikler yapıyor ve bunlara tapıyordu.Üstte rahipler Sin'e adak sunarlarken görülüyorlar.
Bölgede yaşayan insanlar MS 600'lü yıllara kadar bu tanrılara tapmaya devam ettiler. Bu inancın bir sonucu olarak, Mezopotamya'dan Anadolu'nun içlerine kadar olan bölgelerde "Ziggurat" ismiyle bilinen ve hem gözlemevi hem de tapınak olarak kullanılan yapılar inşa edilmiş ve buralarda başlıca Ay tanrısı "Sin" olmak üzere çeşitli tanrılara tapınılmıştı...
Günümüzde ancak arkeolojik kazılarla belirlenebilen bu inanç şeklini, Kuran'da bulabilmek mümkündür. Kuran'da belirtildiğine göre, Hz. İbrahim bu ilahlara tapmayı reddetmiş ve sadece tek gerçek ilah olan Allah'ı tanımıştı. [4]






--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yâkubî-Tarih c.1,s.23; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.142.

[2] Mes’udî-Murûcuzzeheb c.1,s.44; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.142.

[3] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim Maddesi c.3.

[4] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Babı.

dildade 05-22-2008 03:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Beş Yüz Tanrılı Kent :
Tarihin Mezopotamya’daki ilk tanığı, Sümerlerdir. Bâbil, Ninova, Ur, Uruk, Lagaş, ve Mari kentleri, birer site devletti. Dünyâ Tarihi o kadar eskiye tanıklık edememektedir. Dînî geleneğe göre; Sümerler Nûh’un oğlu Sâm kavminden olmalıdır. Sâm Tûfandan sonra Mezopotamya coğrafyasına yerleşmişti. İbrâhim Peygamber de Sâm soyundandır. Tevrat’ta Hz. İbrâhim’le ilgili bölümün başında şöyle denmektedir:

“Ve şehri binâ etmeği bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Bâbil denildi.”[1]

Sümerlerin oradaki altın çağı, Hz. İsâ’nın doğumundan iki bin sekiz yüz yıl önce başlar. Bu dönem, Sâmî toplumundan bir asker olan Sargon’un kurduğu Akad[2] devletine kadar sürer. Akadlardan sonra, Gutiler güneyde Sümerlerin üçüncü Ur sülâlesini tekrar iktidara getirirler.[3] Bu sırada kuzeyde de Asur devleti kurulur.[4]

Daha sonra Sâmîler tekrar Mezopotamya’ya dönerek bir büyük reis başkanlığında Amurru sülâlesini iktidara taşırlar.[5] Bu büyük reis Sümerleri ve Akadları hâkimiyeti altına alan Hammurabi’dir. Ünlü yedi katlı tapınağı da o yaptırır. Yönetim için iki yüz seksen iki adet kanun kor.[6] Bölgenin kuzeyde iki büyük başkent olan Asur ve Ninova’yı yönetimine bağlar.[7]

Bâbil güneydeki bir yönetim merkezidir. Bir şehir ismi olduğu gibi aynı zamanda hânedan ismidir. Akadca olan Bâbil[8] adının Sümer dilindeki karşılığı; Ka Dingir Ra yani Tanrının kapısı demektir. Beş tepe üzerine, sekiz kapılı olarak kurulmuş bir şehirdi. Bu kapılara; Marduk, Uraş, Zababa, İştar, Enlil, Sin, Adad ve Şamaş tanrılarının adları verilmişti. Tanrı Asur’un eşi tanrıça Lili de burada bulunuyordu.

Ur, bölgenin bildiğimiz üçüncü önemli merkezidir. Kentin asıl kurucusu Uranmuw adında birisidir. Daha sonraları oraya Ur denmiştir. Irak coğrafyasında bulunan bu eski yerleşim merkezinin şimdiki adı Mugayr’dır.[9]

Arkeolojik çalışmalar, kentin önemli bir endüstri ve ticaret merkezi olduğunu göstermiştir. Ur’un sâkinleri Kildânîlerdi. Ur halkı, Amelu, Nuşkenu ve Ardu’lardan oluşmaktaydı. Bunlar sırasıyla, din ve devlet adamları, normal vatandaşlar ve köle sınıfıydı. Şehrin o devirlerde iki yüz elli binden fazla nüfusu olduğu tahmin edilmektedir. Yapılan kazılar, bu şehirde kral mezarlarının çok olduğunu göstermektedir.[10] Buradan hareketle, Ur’un bazı dönemlerde başkentlik yapmış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Ur-Nammu hânedânına başkentlik yaptığı da bilinmektedir.

Ur kenti, ateş tanrıçası Ningal’ın kült merkezidir. Halkın çoğu; her nesnenin bir rûhî varlık tarafından yönetildiğine[11] inanırdı. Bu nedenle puta tapıcılık çok yaygındı. Eğer geç Uruk dönemi sanat eserlerinden okunanlar doğruysa, Hz. İsâ’dan önce iki bin beş yüzlü yıllardan itibaren Er hanedanlar döneminde tanrılar için insan biçiminde heykeller yapılmaya başlamıştı. Tarihî araştırmalar, Ur kentinde beş yüzden fazla tanrı temsili bulunduğundan söz etmektedir.

Mezopotamyalılara göre; suların hâkimi Ea,[12] yerin hâkimi Enlil[13] ve bu ikisinin başı Anu’ydu.[14] Bu tanrılar bir arada büyük üçlü oluştururlardı. Bir adı da Adad[15] olan, Bereketli yağmur ve yıkıcı yıldırımların tanrısı Baal da çok meşhurdu. Baal’in yeryüzündeki temsili bir boğaydı. Fakat halkın büyük çoğunluğu, Tanrılaşan rûhlar olarak gördükleri gök cisimlerine inanırlardı.

Güneşe ve Aya tapanlar; Afrika, Avustralya, Batı Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Malezya, Yeni Zelenda, Peru, Meksika, Mısır, Yunanistan ve İran gibi Eski Dünyâda da bulunurdu. Hz. Süleyman devrinde Sebe halkının da Güneş’e ibâdet ettiklerini Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz.[16]

Gök cisimleri Mezopotamyalılarca da birer Tanrı olarak kabul ediliyordu. Kendisine en çok tapınılanı şüphesiz Ay ve Güneş’ti.

Ay ve Güneş, yerdeki bir gözlemciye göre hep aynı yerde görülmezler. Devamlı hareket hâlindedirler. Bu nedenle onlara seyir halinde olan anlamında seyyâre yahut gezici anlamında gezegen denir.[17] Eskiden, çıplak gözle görülebilen, gezici yedi gök cismi bilinmekteydi. Bunlar; Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn Ay ve Güneş’ti.[18]

Mezopotamya’da Güneş, adâlet tanrısı Şamaş’ın[19] gökteki simgesiydi. Kanatlı bir çember biçiminde tasvîr edilirdi. Ay ve Venüs Tanrısıyla birlikte üçlü oluştururdu. Şamaş’ın temsili Larsa kentinde bulunmaktaydı. Ay’ı simgeleyen de Güneş ve Venüs’ün babası olduğuna inanılan Sin[20] idi. Ur’un kent Tanrısıydı.

Evreleri tamamen Ay’a benzeyen, fakat ondan daha parlak ve küçük görülen bir gezegen de Venüs’tü. Yalnız o Güneş’in batmasından az önce veya güneş battıktan biraz sonraki alacakaranlıkta ve devamlı Güneş çevresinde görülür. Gece karanlığında görülemez. Bu nedenle halk arasında; Sabah yıldızı, Akşam Yıldızı, Çoban Yıldızı, Zühre, Çulpan gibi çeşitli adları vardır.

Venüs dişilliği simgeler. Roma mitolojisinde Aşk tanrıçasıdır. Hicaz Arapları ve Eski Sûriyelilerce göğün kraliçesi olarak bilinirdi. Bâbil halkına göre Venüs, Savaş Tanrıçası İştar’ın[21] gökteki simgesiydi. Yerdeki simgesi ise arslandı. Bütün âyinler, ona bağlıydı. Yaratıcı ve tek olan Tanrıdan sonra en çok sevilen İştar olduğu gibi, Güneş ve Ay Tanrısıyla oluşturdukları üçlü de en büyük Tanrıya denk tutulurdu.

Güney Mezopotamya halkına göre; Tanrıların en büyüğü, Millî Tanrı Marduk’tu. O bir anlamda birlemenin sembolüydü. Çünkü yaratılış destanı, onun üzerine kurulmuştu. İnsanı balçıktan yaratanın da Marduk olduğuna inanılırdı. Önceleri sâdece tarım Tanrısı iken, onu ülkenin en büyük Tanrısı yapan Büyük Reis Hammurabi’ydi.[22] Bu nedenle onu, gök sisteminde en büyük gezegen olan Jüpiter simgelerdi. Yeryüzündeki simgesi ise, Yılan başlı bir Ejderhaydı. Bu temsil Bâbil’de bulunurdu. Kentin doğu kapısından giren kimse, doğruca Esagila tapınağına çıkardı. Bu tapınakta, Marduk’a ait elli beş hücre vardı. Yer ve göğün temel taşı sayılan meşhur Bâbil Kulesi de işte bu tapınağın hemen yanındaydı. Yılan başlı Ejderha da, doksan metre yüksekliğindeki kulenin yedinci ve son katında bulunuyordu.

Görüldüğü gibi, Mezopotamya halkı tek İlâh fikrine de sâhipti. Fakat onun yanında pek çok tanrı ve onların simgesi olan putlar edinmişlerdi. Dünyevî işlerinde bu putların İlâhlar katında şefaatçı olduklarına inanmaktaydılar. Ancak âhiret inançlarının olup olmadığı konusunda net bir fikre sahip değiliz. Eğer onların şefaat inançları, sadece dünya işleriyle sınırlandırılamazsa, o zaman bir cins sonraki hayat inançlarından söz edebiliriz.

İşte Hz. İbrâhim, araştırmacıların tesbitine göre, bundan yaklaşık dört bin yıl önce[23] yukarıda sosyal ve dînî yapısını arzetmeye çalıştığımız halkın oturduğu Ur kentinde doğmuştu.[24]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Eski Ahit, Tekvin , 11/8-9.

[2] Yahut Agade devleti, İ.Ö. 2325 de kuruldu.

[3] Tarih İ.Ö. 2100 de hânedanlığının kurucusu Ur-Nammu’dur.

[4] III. Ur kralı Bur-Sin ile, Asur kralı Rahip Zarikum çağdaştırlar.

[5] İ.Ö. 1730 yılında.

[6] Bu kanunların yazı dili Akadca’dır.

[7] Asur daha sonra hânedan ismi de olmuştur. Ayrıca millî bir Tanrı’nın da ismidir.

[8] Yahut Babel.

[9] Araştırmacılar, Kuzey Mezopotamya’da Urfa, Mardin ve Ebla arasına düşen başka bir Ur kentinden daha söz ederler. Ancak bu konudaki bilgiler henüz net değildir.

[10] Bu mezarlar, Arkeolog Woolley’in (1880-1960) yaptığı çalışmalarla gün ışığına çıkmıştır.

[11] Bir cins Animizm olmalı.

[12] Tatlı suların tanrısı olarak bilinir. Aynı zamanda bilgelik ve büyü tanrısıdır. Başka bir adı Enki’dir.

[13] Yer, hava ve fırtına tanrısı.

[14] Tanrıların babası ve kralı, Tanrı İştar’ın da kocasıdır.

[15] Yahut Hadad.

[16] Kur’an-ı Kerîm: Neml, 27/23-24.

[17] Bize öyle geliyor ki, Yıldız ve Gezegen farkı, Kur’ân dilinde de açığa çıkmaktadır. Kur’ân, aynı yerde sâbit olduğu görülen yıldızlara Necm, gezici olanlar için de Kevkeb der. Nitekim yerden izleyenlere göre sürekli hareket halinde görülen, Ay ve Güneşle birlikte anılan gök cisimlerine kevkeb demektedir :

“Bir vakit Yûsuf babasına şöyle demişti: ‘Babacığım ben rüyada onbir kevkeb ile güneşi ve ayı gördüm; onlar bana secde ediyorlardı.” K. Kerîm: Yusuf, 12/4,

Kelime bir de Hz. İbrâhim’le ilgili yerde geçer:

“Gece üstüne çökünce bir kevkeb gördü de ‘işte Rabbim bu’ dedi. Battığında ise ‘batıp gidenleri sevmem’ diye konuştu.” Enâm 6/75-76.

Kevkeb’in çoğulu kevâkib’dir. Kur’na göre onlar yeryüzünde yaşayanlara en yakın olan göğü (Saffât 37/6) süsleyen misbahlar’dır. (Fussilet 41/2,67/5) Onların dağılmaları hayatın sonu olur. (Cin 72/2).

[18] Diğer gezegenlerden Uranüs’ün varlığı 1781 de keşfedildi. Neptün ve Plüton ise teleskopla da görülemiyor.

[19] Yahut, Şemeş, Şammas veya Utu.

[20] Yahut Nanna veya aydınlatan ve ışık veren Fennar.

[21] Yahut İnanna.

[22] Bu duruma göre Hammurabi’ye kanunları yazdıranın da o olması gerekir. Ancak, Tarihî belgelerde kanunları vahyedenin, Güneş Tanrısı Şamaş olduğu belirtilir.

[23] İ.Ö. 19. ve 17. yüzyıllar arasındaki bir tarihte. (Arif Abdulfettah Tabbâra, Kur’ân Peygamberler ve Peygamberimiz, İstanbul, 1982.) Onun yaşadığı tahmin edilen tarihler, Hammurabi dönemine pek yakındır. Hammurabi’nin krallığı da, İ.Ö. 1728 ile 1686 yılları arasındadır.

[24] Tekvîn :11/27-28; “Araştırmacılar, Tevratı’ın İ.Ö. üçüncü yüz yılda Yunanca’ya çevrilen metninde, Ur adı yerine Chaldäer yazılı olduğunu, İbrânîce metinde ise bu ismin Ur-Kasdim şeklinde belirtildiğini söylerler. Muazzez H. Çığ, İbrâhim Peygamber, İstanbul, 1997.

Bazı Arap-İslâm tarihçileri, Hz. İbrâhim’in Bâbil kentinde doğduğunu belirtirler”. İbnu’l-Esîr, el-Kâmil Fi’t-Tarîh.

dildade 05-22-2008 03:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Yeryüzünde Putataparlığın Ortaya Çıkışı :
Fahruuddin Razi’nin, bilimsel bir yorumu vardır ki özeti şudur: Tarihi bize kadar gelen en eski peygamber Nuh, puta tapmakla savaşmıştır: “Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ne Veddi, ne Suvâ’ı, ne de Yeğus’u, Ye’uk’u ve Nesri bırakmayın!” Demek ki putataparlık, yeryüzünde en eski dindir. Peki insanın, kendi eliyle yaptığı şeylerin, kendisini yaratmadığı gayet açıktır. O halde insan, eliyle yaptığı şeye nasıl tapar? Bunun bir yorumu olmalıdır ki o da şudur: İnsanlar deneyimleriyle yıldızların, Dünya üzerindeki etkisini görmüşler, Güneşin hareketiyle mevsimlerin oluştuğunu anlamışlar ve yıldızlarda büyük bir güç olduğunu sanmışlardır. Kimi bunların varlığı zorunlu olduğuna, kimi sonradan meydana geldiğine inanmış, yaratılmış olsa da “bunlar alemi yönetmek için yaratılmıştır”, demişler ve bunların en büyük tanrısı ile yaratıklar arasında aracı olduğunu sanmışlar, böylece bunlara saygı göstermeğe, tapmağa başlamışlardır. Bunların kaybolduğunu görünce, bunların sürekli olarak karşılarında bulunması için sembollerinin yapmışlar; güneş putunu altundan yapıp, yakut, elmas gibi kıymetli taşlarla süslemişler; ay putunu gümüşten yapmışlar vb... Bunlara tapa tapa bunların birer sembol olduğunu da unutarak bu taşları tanrılaştırmışlardır. Puta tapmak, böylece ortaya çıkmıştır. İşte Hz.İbrâhim, önce yıldızların tanrı olamayacağını söylemekle putataparlığın temelinin çürüklüğünü anlatmış, bu dini kökünden yıkmağa çalışmıştır.

Putataparlığın ortaya çıkışı hakkındaki diğer bir yorum da Belh’li astrolog Ca’fer İbn Muhammed’e aittir. Ca’fer’in, belirttiğine göre Çinliler Tanrı’yı ve melekleri kabul ederler. Yalnız Allah’ın en güzel biçimde bir cisim olduğuna, meleklerin de güzel biçimleri bulunduğuna inanırlar. Gökler, bu yüce varlıkları bizden gizlediği için bunları temsil etmek üzere güzel heykeller yapmışlar, en güzel biçimde yaptıkları heykele tanrı demişler, bundan daha az güzel yaptıkları heykelin, melek şeklinde olduğunu düşünmüşler. Allah’a ve meleklere yaklaşmak için bu hekkellere tapmışlardır.

Eğer bu yorum doğru ise putataparlık; Allah’ı cisim ve mekanda düşünmekten kaynaklanmıştır.

Üçüncü bir yoruma göre de putataparlık, Allah’ın, alemin yönetimini çeşitli meleklere vermiş olduğu düşüncesinden kaynaklanmıştır. Mesela denizleri bir meleğe, dağları bir meleğe, bulutları oluşturup yağmuru yağdırmayı bir meleğe, rızık işini bir meleğe vb. vermiştir. Böyle inanınca bu yönetici melekleri temsil için yaptıkları heykellere tapmağa başlamışlardır.

İşte Hz. İbrâhim, önce yıldızların tanrı olamayacağının söylemekle putataparlığın temelinin çürüklüğünü anlatmış, bu dini kökünden yıkmağa çalışmıştır. [1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Fahruddin Er-Râzi, Mefâtihul-Gayb, Akçağ Yayınları:13/36,37; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/98.

dildade 05-22-2008 03:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Put ve Putlaştırma :
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirkin en belirgin özelliklerinden biri putlara tapmak, onları Allah’a ulaşmada aracı veya şefaatçi görmektir. Fakat, şirk, sadece putlara tapmaktan ibaret değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.

Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Hz. İbrâhim dönemindeki ve Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın, müzik, futbol veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:

1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır[1].” Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[2] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: Sâffât, 37/95-96.

[2] Bkz. Ankebût: 29/61, 63; Zümer: 39/3..

[3] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid: 132-138; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları‎: 2448-2450.

dildade 05-22-2008 03:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Toplumunda Tapınılmakta Olan Putlar “rab” Değildir. :
Nemrut toplumunda tapınılmakta olan putlar, “rab” değilse, nedir? Putlar, “dünya hayatında Allah’ı bırakmış” olan bu toplum için, doğrudan doğruya bir “dostluk vesilesi”[1] dir. İşte, bu nokta belirlendiğinde, artık, Hazreti İbrâhim ile ilgili kıssaların niye baştan başa “Rab” kavramıyla donanmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demek ki, toplum üyeleri için aralarında bağ ve bağlantı kurucu bir “gözetici”, bir “yüklenici”, bir “gereksinme karşılayıcı”, bir “düzenleyici”, bir “eğitici”, bir “seçkin”, bir “sözü dinlenir”, bir “üstünlüğü onaylanır” varlığa gereksinme duyulmaktadır. Bu, her türlü ilişkiyi üzerine kurabilecekleri, her şekil bağlantıya dayanak yapabilecekleri, her çeşit dayanışmada aracı edinebilecekleri, her nevi işlerinde tutunabilecekleri bir şey olmalı ve üstelik kendileri nasıl yorumlarsa, o konumda sayılabilmelidir. İşte “putların dostluklar için vesile kılınması” olayındaki etki budur.

Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kılmış bu insanların “dostluklar”ı ile bir ehram oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablık ettiği bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rablığını Hazreti İbrâhim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”... Evet; gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik ehram... Dostluk, bilindiği Üzere, “velâ” anlamında bir dostluk... Hazreti İbrâhim’in topluluğa karşı kullandığı “Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbıdır. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum, O’dur”[2] cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... Kulların rablığının, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum “Nemrut” da tepedeki “rab”tır. [3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bkz. el-Ankebut, 29/25.

[2] Kur’an-ı Kerim: Şuara, 26/75-82.

[3] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5


All times are GMT +3. The time now is 16:05.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025