![]() |
Alıntı:
Aman Hakan bey sizin bakış ufkunuzun güzelliğinde paylaştıklarımızı aynı eksen etrafında paylaşmak kadar güzel ve imrendirici olmak, güzel bakan düşüncelerinizden olsa gerek.. Yalçın üstadıma yetişmeye çalışıyorum :w: |
Alıntı:
|
Ortada tuhaf ve çelişkili bir durum var: 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (yani Anayasa), kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir yüksek mahkemeyi öngörmemişti ve 1924 Anayasası Mustafa Kemal Paşa'nın anayasasıydı.
1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 tarihine kadar yürürlükte kaldı; o gün, Milli Birlik Komitesi, ordunun bazı silahlı güçlerini kullanarak hükümet darbesi yaptığında bu anayasaya karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi çünkü 24 Anayasası'nın 103. maddesi aynen şöyle diyordu: "Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz." Komiteci ve darbeci subaylar o gün, Atatürk'ün anayasasını sadece ihmâl etmekle kalmadılar, tâtil de ettiler. 1924 Anayasası, 27 Mayıs günü öldü, tarihe karıştı, ortadan kaldırıldı. Bu suçun cezası, o günkü TCK'nın hükümlerine göre öyle ağırlaştırılmış müebbed filan değildi, düpedüz idamdı. Atatürk'ün Anayasası'nda Anayasa Mahkemesi yoktu; niçin yoktu? Cevabını ben biliyorum ama bir kere de Atatürkçü zevattan duymak isterim; acaba Atatürk, yaşadığı çağın icablarından haberdar mı değildi? Kezâ Atatürk'ün Anayasasını beğenmeyip yerine yenisini yaptıran Atatürkçülerin fikri istikamet itibariyle ne türlü bir yamukluk sergilediklerini de öğrenmek pek heyecanlı olabilir. Ahmet Turan Alkan |
Allah rızası aradan kayıp gittiğinde her şey tersyüz oluyor… Bu gün dostluklar neden kalıcı değil? İnsanlar kalabalıklar içerisinde yalnız, çaresiz, kimsesiz… Sesler içinde sağır… Renkler içinde kör… Kendisi ile görebileceği, duyabileceği, hissedebileceği yürekler arıyor… Bu kaygan seküler zeminde dost bulmak, dost kalmak günbe gün zorlaşıyor… Çünkü toplumsal virüsler bünyeyi sardı. İnsanlar bireyselleşiyor, bencilleşiyor, dünyevileşiyor, cimrileşiyor… Liberal rüzgarlar kişilikleri parçalıyor… İlkesiz, ölçüsüz özgürlük alanları toplumsal dokuyu bozuyor… Artık dostluklar birer fantezi… Yüzler maskeli… Güzensiz, doyumsuz, dayanıksız ruhlar dağınık… Bu insanların önce Rableri ile barışmaları lazım… Fıtratları ile buluşmaları gerekiyor… Yalansız bir dünya, riyasız bir yaşam insanlığın ortak ihtiyacı…
Bu gün toplumsal hayat sosyal bir mezarlığa dönmüş durumda… Yorgun-argın işten eve kendilerini atan yığınlar televizyonların karşısında yığılıp kalıyorlar… İnsani temastan, sıcak dostluktan, duyarlılık ve duygudan uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar… Modernizm, teknoloji belki bize çok şey kazandırdı fakat bir o kadarda aldıkları var… Dostlarımızı çaldı… Dünya öncelendikçe, dostluk ucuzladı… Rekabet dünyası, rant kavgası, riya virüsü ruhları kemiriyor… İnsanlar birbirini rakip görme marazından kurtulup refik olamıyorlar… Toplum politize oldukça, popülizme kaydıkça dostluk yitimi ivme kazanıyor… Bu toplumsal tabloyu acı ve hüzünle izleyen her insaf ehli, şunun altını çiziyor: Şimdi dostlukları ayağa kaldırma vaktidir… Bizim için, hayat dost kazanma sanatıdır… Dostsuzluk, insanın en hazin gurbetidir… ‘‘Dostluk öldü mü?’’ diye soranlara… ‘‘Hayır’’ demeliyiz… Çünkü; ‘‘biz varız ya!’’ RAMAZAN KAYAN |
Görsel alan ve eğlence kültürü sohbetin alanını daralttı… Mekanik cihazlar içinde sözün gücü güme gidiyor… Başbaşa vererek, gözgöze gelerek, sohbetin sıcaklığını yaşama şansını günbe gün yitiriyoruz. Söz ‘‘cep’’ üzerinden söylenmeye başladıktan sonradır ki, konuşacağımız her sözün maddi faturasının neye baliğ olacağı tedirginliği ile sözü kısa kesiyoruz… Konuşmada tasarruf, derken söz tükendi…
Ulvi hedeflere yürüyen kelimelerimize kurulan tuzaklar çoğaldı… ‘‘Mânâ’’nın yerini ‘‘mâlâyani’’lik aldı… Gırgır, şamata, mugalata, münakaşa fasılları insanımızı eritiyor… Halbuki Allah biz müminleri nasıl tanımlıyordu? ‘‘Onlar ki; ‘‘tümüyle boş’’ şeylerden yüz çevirenlerdir.’’ (Müminun-3) Hatta daha ileri bir sorumluluğumuz bulunmaktadır… Allah’ın ayetlerinin inkar veya alay konusu olduğu çirkin ortamlara ya karşı çıkmak veya orayı terk etmek mecburiyetimiz var: ‘‘O, size Kitapta: ‘‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar başka bir söze dalıp geçinceye kadar onlarla oturmayın, yoksa sizlerde onlar gibi olursunuz’’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.’’ (Nisa-140) Ya tepki yada terk… Gayri meşru oturumların ne katılımcısı ne de dinleyicisi olabiliriz… Bizim hangi söze müşteri olacağımız belli… Kelime-i Tayyibe… Ancak, ne kadar acı, sohbet geleneği zayıflıyor… Artık sohbetler kimileri için nostaljik bir takıntı… Halleşme yok… Hasbihal yok… Ayak üstü arkadaşlıklar sadra şifa şeyler sunmuyor… Paylaşamıyoruz, güvenemiyoruz… Özel görüşmeler, kapalı oturumlar… Gizemli hayatlar, insanı sıkıyor… Hile, dümen, düzen, dolap üstün beceri(!) olarak algılanıyor… Tilki kurnazlığı ile başlayan buluşmalar, şeytanlıkların sergilendiği arenaya dönüşüyor… Yüzler maskeli, herkes kendi rolünü oynuyor… Sohbetlerin olmazsa olmazı; sıcaklık, içtenlik ve doğallıktır… Gönülde demlenmeyen kelimelerle sohbet olmuyor… İçten hesaplı, ön yargılı, fırsatçı zevatın sözlerinde şifa aranır mı? Ama herzelerden haz alanların sayısı artıyor… Sohbetlere haset ve şehvet sızdıkça tadı tuzu kalmıyor… Sohbet meclislerinin safvet, hikmet, iffet, sekinet ve emniyetine hasret kaldık… Şimdilerde karşı cinsle halvet yani flört sohbet faslından sayılır oldu… Kokteyl, kulis, lobi, chat, msn, modern paradigmanın seküler sohbet varyantları… Sohbete yönelik sabotaj girişimleri yaygınlık kazandı… Bereketli sohbet ziyafetlerinden geriye sadece sofra birliktelikleri kaldı… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı.Aslında kahve işin bahanesiydi, gönüller sohbet arayışındaydı… Zamanla kahve kültüründen, cola kültürüne evrildikten sonra konuşma tarzımızda değişti… Doğrusu düne göre bu gün sohbete daha çok muhtacız… Eski dosyaları kurcalamadan, suçlamadan, şikayetlenmeden seviyeli sohbet günlerine dönmemiz gerekiyor… Kendimizle, geçmişimizle, birbirimizle kavga etmeden, ‘‘şimdi sohbet zamanı’’ demeliyiz… İnsan şu iki şeyden koparsa kaybolur: Kitap ve sohbet… RAMAZAN KAYAN |
Bir zamanlar çirkinlik ve edepsizlik karşısında tavrı sert ve net olan insanlara bu gün her fırsatta “bunda ne var ki?” telkinleri habire tekrarlanıyor… Bu da olumsuz etkilerini göstermeye başladı… Artık en hayasız söylem ve görüntüler toplum nazarında sıradanlaşmaya başladı… Günahın estetize edildiği günlerden geçiyoruz… Öyle ki, “günahtan sakınmak” yadırganır oldu…
Değerlerini koruyan ve günahlardan korunan kişiler dışlanır oldu… Haya, ar, çekinme, utanma duyguları tarumar oluyor… Toplumsal denetim tahrip edildikçe başıboşluk ortamında bireyci, özgürlükçü çıkışlar yeni fırsatlara kapı aralıyor… Herkesin “kendi özel”i, “kişisel dokunulmazlığı” kutsanıyor… Yolsuzluk, arsızlık, haksızlık, ahlaksızlık, sahtekarlık, riyakarlık sınır tanımıyor… Herkesin yaptığı yanına kar kalıyor… Kimse kimseye müdahil değil… Toplumsal denetimin kalan kırıntıları da “mahalle baskısı” yaygaraları ile yok ediliyor ve bununla duyarlı Müslümanlar baskı altında tutuluyor… Herkesin gözü önünde işlenen cürüm, cinayet, tecavüz ve talan yaygınlaşırken, kimse oralı değil! Herkes kendince tedbirli(!)… “Başıma iş açmayayım” felsefesi geçer kural… Hani, eskiden “ya büyükler görürse” endişesi, caydırıcı bir faktördü… Şimdi büyükleri kim tanır? Kim takar? Toplum “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğundan uzaklaşınca bu defa “bireysel özgürlüklerin tadını çıkarma”ya başlar insanlar… O zaman görün bakalım, gençliği polisiye tedbirlerle terbiye edebilecek misiniz? Kent yaşamının büyülü atmosferinde gözden uzak ortamlarında yaşamın tadını çıkaranlara ne yapabilir siniz? İç karartıcı, yüz kızartıcı fotoğraflar psikolojimizi bozsa da zamanla bizi de buna alıştıracaklar gibi… Bilmem ilginizi çekiyor mu? Şiddetten , ahlaki yozlaşmadan nefret ettiğini söyleyenler bile, bu zararları içeren dizi ve programları heyecan ve merakla izlemiyorlar mı? Dizilerden başını kaldırıp olup-biteni sorgulamayan Müslümanları neyi, nasıl dizginleyebileceklerdir? Hangi kötülüğe, nasıl “hayır” diyebilecekler? Sessizlik sarmalında, seyir kültürüne kendilerini terk edenler; kime, hangi değeri ve doğruyu sunabilecekler? Ortada görülen, ürkütücü bir “sessizlik sendromu”dur… İçe kapanmanın, alandan çekilmenin hazin sonucudur… Belki de bunun adı: “haksızlık karşısında susmak RAMAZAN KAYAN |
Vakit sonbahar. Yapraklar sararmaya, güller kurumaya döndü. Fırsat bu fırsattır diyerek ve içinizden gelerek ilk gördüğünüz gülü derin derin koklayın...
En son ne zaman yağmur altında yürüdünüz sahi? Hastalanma telaşını bir kenara iterek yağacak ilk yağmurda kendinizi sokağa atın ve sırıl sıklam olana kadar yağmur altında yürüyün... Bırakınız sivri akıllılar nezle ve grip ihtimalini düşünüp hayatı camların dışından seyretsinler; siz bu konuda yarı deli olun ve hayatı içinden fethedin. Bir sabah vakti ve akşam üzeri erkence davranın. Sevdiğiniz insanı yanınıza alarak güneşin doğuşunu, ya da hayata pembe öpücükler serpiştirerek denize gömülüşünü seyredin... Herhangi bir parka gidin, takım elbisenize, kravatınıza aldırmadan çimlerin üzerine yatıp yuvarlanın... Zaman zaman bir fidan dikin... Çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle alt alta, üst üste güreşin, yaşıyor olmanın nimetlerini derinden hissedin... Yine çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle müsait bir alana giderek uçurtma uçurun... Sizden beklemediği bir miktar vererek avuç açan bir garibanı sevindirin... Bir gün kendi yaşınızda bir çocuğa rastlayıp oynamak amacıyla cebinizde iki misket taşıyın... Dua etmek için camie gitmeyi filan beklemeyin, aklınıza estiği yerde içinize çekilip dua edin... Bir düşünün bakalım: En son ne zaman çocuklarınıza, yahut torunlarınıza bir hikâye anlattınız?.. Belki de bunu yapmanın tam sırasıdır. Bugün iş çıkışı bir çiçekçiye uğrayın, sevdiğiniz insanın çok sevdiği çiçeklerden küçük bir demet yaptırın ve onu kendisine verirken göz bebeklerine bakarak, “Seni seviyorum bir tanem” deyin. Yarın sabah aynaya gülümseyin, sizi seçip dünyaya gönderene şükredin... • Bunlar bazılarınıza göre, eminim “fazla duygusal” şeyler... Sırtüstü çimlere uzanıp bulut karmaşasından şekiller üretmek, durup güller koklamak, çocuklarla, torunlarla güreşmek, sevgiliye gül götürmek, kulağına aşk sözcükleri fısıldamak, fidan dikmek bana göre değil, diye düşünebilirsiniz. “Yavuz Bahadıroğlu’nun tuzu kuru ki, çiçeklerden böceklerden dem vuruyor; oysa benim bunlara ayıracak vaktim yok” da diyebilirsiniz. Ömrünüz boyunca “küresel ısınma”, “global ekonomik kriz”, “Ergenekon Davası”, “Aktütün baskını”, “Erdoğan-Baykal kavgası”nı konuşabilirsiniz. Peki, ne zaman yaşayacaksınız? YAVUZ BAHADIROĞLU |
Önce Başbakan akıllı ve mantıklı bir tavır sergileyerek, halka ihtiyacı olan morali vermeye çalıştı. Bunda istenilen seviyede başarılı olmasını medya ve muhalefetin menfi propagandası engelledi. Medya ve muhalefet, Başbakan'ın gayretlerine iştirak ederek zor günlerin atlatılmasına yardım etmek yerine, tam tersini yaptı ve Tayyip Erdoğan'ın krizi küçümsediği ve önlem almakta geciktiği propagandasıyla suyu bulandırdı. Halbuki, İngiltere basını, memleketleri ABD'den sonra krizi en ağır şekilde yaşayan ülke olduğu halde, başbakanlarının sakin tavrını överek kendisinin tam bir devlet adamı gibi davrandığını yazdı. Bu arada, nükleer saldırıya bile dayanıklı sınır karakolu inşaatı gibi milletin maneviyatını yükseltici bir önemli icraat medyada siyasete kurban edildi. Başbakan'ın ölüm riskine aldırmadan sınır vilayetlerini ziyareti bile çelik yelek giydi denilerek küçümsendi. Ancak, vicdanıyla düşünenler teslim ederler ki, Başbakan krizin başından beri olağan görev sınırlarının üzerinde bir performans sergilemektedir.
SAMİ USLU |
Siz hiç “yüksüz insan” gördünüz mü?
Hiçbir insan “boş” değildir. Her insanın bir “yükü” vardır. Peki nedir sizin özenle koruduğunuz, üzerine titrediğiniz “yükünüz?” Yükünüzü nerede taşırsınız? Kalbiniz de mi? Sırtınız da mı? Bir başkasına emaret edilebilir mi o? Yükünüz büyük mü, yükünüz ağır mı? Değerini neyle ölçersiniz? Ya kendi değerinizi neyse ölçersiniz? Var olmak büyük bir yüktür. Var olup insan olmak da öyle. ALLAH'ın bütün nimetleri insana bir yüktür. Bu dünya hayatında insanı anlamlı kılan da o yükü karşılama ve üstlenme gayretidir. İnsan ki gayretinden ibarettir. O gayretin samimiyeti oranında sonuç başkalaşır. Her nimet kendi cinsinden bir şükür ister. İnsan yüküyle ağırlaşır. İnsan yüküyle değer kazanır. İnsan içinde, kalbinde, fikrinde, vicdanında taşıdığı yükün değeri kadar değerlidir. Yüksüz insan yoktur, yükünün farkında olmayan insan vardır. MEHMET GÜNDEM |
BİR MATERYALİST OLARAK, ONUN ASIL SAVAŞI, ’DİN’LER İLE İDİ!
Bu arada, C. Dündar, M. Kemal’in asıl mücadelesinin ’din’le olduğunu, ama bunu filmine yansıtamadığını da itiraf ediyor..: ’Asıl mücadele ne Yunanlılara, ne asî Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ’İktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm. Yapmaya çalıştığı çok özel bir şey, sadece Türkiye’yi değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor. Bütün insanlığı dönüştürebilecek bir şeyden söz ediyor. …bunu insanlık tarihinde söyleyebilecek başka bir lider bilmiyoruz. ’Biz ilhamlarımızı gökten değil, yeryüzünden alıyoruz, bizim ilkelerimiz gökten indiği sanılan kitabların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır’ diyor. Burada sadece İslam da söz konusu değil, bütün dinlere bir gönderme var.’ (Ki, bu sözler 19. yüzyıl katı pozitivizminin, materyalizminin de sözleridir.-SEÇ) -Peki o zaman filmde niye bunun altını daha çok çizmediniz? Öyle geldi geçti... - Haklısın. ...Ama sen de kabul et ki bu kolay bir mesaj değil, …biz üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bile henüz o cesarette değiliz. Bahsettiği, Barack Obama’nın İncil’e el basarak yemin etmesine uzanan bir süreç. Bütün insanlık tarihinde dinin tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider!’ Onu bir ’İslâm kahramanı’ diye niteleyen goygoycular, hele de ilâhiyatçılar; nerdesiniz? Onun, ’İslam’ın kabulü, bizi diğer Müslüman toplumlarıyla bir araya getirmeye yardımcı olmadığı gibi, millî hislerimizi uyuşturdu, millî bağlarımızı gevşetti.’ lafını n’apacaksınız? Devam ediyor Dündar: ‘- Ciddî bir sansür var Atatürk’ün üzerinde. ’Nasıl olabilir? Kim cüret edebilir?’ diye düşünüyorsun. Cüret edenlerin bazıları en yakınları. …istiyorlar ki Atatürk’ü herkes sevsin.. ...Okullarda okutulsun diye Âfet İnan’a dikte ettirdiği, hattâ oturup bizzat yazdığı bir kitap.. Bir lider düşün ki, ’Ben bir kitap yazdırıyorum, alın bunu okullarda okutun’ diyor. Onu okullarda okutmayı bırak, şu anda piyasaya çıkaramıyorsun.. Kitabın Tarih Kurumu’nca basılan versiyonunda bazı yerler çıkarılmış.. ’ İşte böyledir ol hikâyet.. Ve hepimizin acı hikâyesidir bu.. Çünkü laik rejimin temeli o!. Biz hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Resmî dayatmayı bırakınız da, millet, fobi ve korkularıyla ’dokunulamayan’ı, bir tabu gibi değil, adam gibi, hür iradesiyle tartışsın; var mısınız? SELAHADDİN ÇAKIRGİL |
Tüm zamanların Müslümanlarını bekleyen sorumluluk aynıdır. Bu günde Müslümanlara gerici, mürteci, fundamentalist, radikal, fanatik, köktenci suçlamasında bulunabilirler, bu mümkün… Ama onlara soyguncu, hortumcu, talancı, yalancı, sahtekar, hilekar, dolandırıcı, ırz düşmanı diyemezler, diyememelidirler… Ya da dedirtmemeliyiz… Ahlaki temsiliyetteki gücümüz ve güzelliğimiz buna müsaade etmemelidir… Cesaret, cömertlik, mertlik, dürüstlük ismimizin sıfatı olmalıdır… Erdem, onur ve ahlakımızla bizden önce namımız yürümelidir…
Ahlaki yüceliğimizle aleyhimizde tezgahlanan komploları ve kampanyaları boşa çıkartabilmeliyiz… Düşmanlarımıza karşı siyasi gücümüz yeterli olmayabilir, askeri gücümüzle onlarla boy ölçüşemeyebiliriz ama ahlaki gücümüzle onların hilelerini ve hesaplarını bozabilmeliyiz… Hani, hatırlayıverin, Mekke’nin en azılı müşrikleri bile emanetlerini Muhammedu’l – Emin’e teslim etmek durumunda değiller miydi? İşte bugünde cellatlarımız bile emanetlerini bize verebilmeliler… İşte o zaman ahlaki yapımızla kapalı yüreklerin kapılarını tıklayabiliriz… Tüm kalleşlikler kardeşlik duvarımıza çarpıp tuz-buz oluverir… Bireyci, dünyacı, fırsatçı, çıkarcı, hazcı acımasızların dünyasında sehavet ve merhamet ile yolumuza devam edebiliriz… Bize yönelik tüm hile, hinlik ve hainlikleri hilim ve hikmetle savabiliriz… Allah’ın terazisinde ahlakın ne kadar ağır bastığını biliyoruz… Düşmanlarımızın silahı ahlaksızlık olsa bile bizim cevabımız ahlak ve erdem olacak… Güç, iktidar, fırsat bizde olsa bile bu zorbalığa ve sömürüye neden olmayacak… Gücü sınırlayacak ahlaki değerler öne çıkacak… Cinnetin eşiğine gelmiş toplumsal travmaya, çıkar ilişkisine dayalı ekonomik dünyanın çarpıklığına ve doyumsuzluğuna, siyasetin seviyesizliğine, zorbaların tanrılaşma ve hayvanlaşma heveslerine karşı kalkış noktamız ahlak çağrısı olacaktır… Rahmet meltemleri estirmek, merhamet kanatlarını germek, adalet ve emniyet iklimini sunmak için bir ahlaki kalkış kaçınılmazdır… Siyasal yozlaşma, sosyal kokuşma, ticari çürüme ahlaki bir sorgulamayı zaruri kılıyor… Artık siyasete, ticarete, kültüre, düşünceye, sanata, edebiyata, sokağa, pazara, kamuya, tüm alanlara ve anlara ahlakı taşımak farz oldu… Tabii ki, sessiz, sinik, teslimiyetçi, pasif bir ahlak değil; sorgulayan, denetleyen, savunan bir ahlak sistemi… İtaati öğrettiği gibi itirazı da olan bir ahlak… Hep “Evet efendim”ci değil, sırasınca “Hayır”da diyebilen bir ahlak öğretisi… Modern dünyanın çıkmazlarında dik durmayı öğretecek erdem iklimi… RAMAZAN KAYAN |
Evet, yüce bir ahlakla duruşunu netleştirmeyen yürüyüşünü sürdürmeyenin ruhu yorgun, söylemi yavan, zemini kaygandır… Dikkat edilirse yolda dökülenlerin çoğunun nedeni, ahlaki zaafiyetler olduğu görülecektir…
Benliklerimizi okşayan beğenilerin bizi şımartmasından ve şaşırtmasından endişe ediyorum… Kendimizi öncelediğimiz ve sadece kendimizi önemsediğimiz günden beridir ki, ortak mücadele ruhu ve heyecanı zedelenmeye başladı… Yenilgiden korkmuyorum, acelecilikten doğacak fevriliklerden, olumsuzluklardan oluşacak feverandan çekiniyorum… Uzun soluklu bir seferi sürdürecek sabır ve sebattan yoksun kalmak en ciddi bir tehdittir… Başaramamak önemli değil, başarının büyüsünün bizi bozmasından kaygılanıyorum… Siyasi başarıların nasıl baş döndürdüğüne, ticari kazanımların baştan çıkarıcı etkilerine az mı tanık olduk? Büyümenin büyüsünü bozacak tevazu ve teenniye sahip miyiz? Güzelim değer ve doğrulara yönelik şüphe ve vesveseler salınırken bunu savacak ihlas ve yakini kuşanabildik mi? Üzerine titrediğimiz ilkeler yeni zamanların gerekliliklerine feda edilirken savunma refleksimizi bilememiz gerekiyor… Her türlü aracı, alanı, yolu, yöntemi mubah-meşru gören makyavelist, liberalist aklın, anlayışın doğruyu, güzeli, iyiyi öncelemesini ve bunun üzerinde direnmesini beklemek safdillik olur… Artık akıl, kurnazlıkların, hileciliğin, iş bitiriciliğin aracıdır… Bilgi “hamd”in, “şükr”ün vesilesi olması gerekirken “gurur”un, “kibr”in nedeni olmaya başlar… Sermaye, şımarmanın ve sömürünün tetikleyicisi ise o zaman geçmiş kavimlerde refah içinde nimetlerle şımaranların akıbetine bakmak lazım… Güç ve iktidar, tekebbür ve tahakkümle sonuçlanıyorsa, adalet ve ahlak ayak altı demektir… Ama tüm olumsuzluklara rağmen, yani ahlaksız bir dünyada ahlaklı yaşamanın imkanı bizdedir… Bu açıdan bir ahlak yürüyüşü başlatmalıyız… Ya da yürüyen ahlak olmalıyız… Ahlakı ayağa kaldırdığımız zaman nice kapalı kapıların bize açıldığını göreceğiz… Ahlak üzerinden yürekler arası köprüler örülecektir… Tabii ki, bizim derdimiz ahlakçı olmak değil, ahlaklı olmaktır… Hem nasıl bir ahlak? “Amentü” ile formüle edilen esasların oluşturduğu bir ahlak… Şayet dinamik bir ibadi hayatı kurmaz, üstün bir ahlakı kuşanmaz isek, o zaman hazlarımız ibadetleşmeye başlar, hevanın tutsağı oluruz… Çıkış yolumuz ise; takva ile tahkim edilmiş yüce ahlaktır… RAMAZAN KAYAN |
Ancak insanlar son peygamberden sonra da yoldan sapmalar yaşamış. Ancak, hiçbir sapma modern diye tanımlanan batı modernitesinin yaptığı sapmayı aşamamıştır. Batı aydınlanması diye de tanımlanan modern dönemden önceki sapmalar; Allah’ı veya dini inançları toptan reddetme yerine, kendi çıkarlarına uygun bir yorumunu savunarak doğru yolda olduklarına inanırlardı. Çoğu kez de yaptıkları işin meşru olmadığı şüphesini derinden duyarak pişmanlıklara kapı aralarlardı. Ancak batı modernitesi sonrası ise; insanlık yeni bir duruma evrildi. Bizzat Allah inancı ile birlikte Allah’ın varlığı konusunda da şüpheler oluşturarak tanrısız bir dünya kurgulandı. İşin insani boyutu açısından bakıldığında son peygamber ve vahiy gönderilmiş, vahiy ise, bir kitap (Kur’an) olarak elimizde bulunmaktadır. Fakat insanlığın karşı karşıya kaldığı durum gerçekten çok trajik; kendi velinimetini; yani yaratıcısını yok sayarak yeni bir dünya kurma oynaşında bulunmaktadır.
Batı dünyası ve kültürü bu durumda! Peki, İslam coğrafyasında durum ne âlemde acaba? İslam coğrafyası, özellikle Osmanlının gerilemesi ile birlikte siyasi üstünlüğünü da kaybederek derin bir mağlubiyet psikolojisine yakalandı. İbn-i Haldun’un belirttiği gibi: ‘Mağluplar, galiplerini taklit ederler’ ilkesince körcesine bir batı taklitçiliği başladı. Yönetimlere ve siyasi erke bu batıcı kültürü benimseyenler geçti. Ve geçmişe ait ne varsa ona yönelik bir düşmanlık psikolojisi ile saldırı başladı. İslam ve Müslümanlığa yönetim ve iktisat alanlarında geçit verilmedi. 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar böyle devam etti. Daha sonra demokrasiye geçiş süreçleri başladı. Kaba bir din düşmanlığı daha rafine hale getirilerek devam ettirildi. Ancak, millette de derin bir uyanış başlamıştı. Bu uyanış, milletin kendi düşüncelerine ait veya saygısını belirtmekten uzak durmayanlara iktidar yolunu açtı. İslam coğrafyasının birçok yerinde İslami muhalefet çabaları cidden güçlendi, bazı yerlerde de iktidara ortak oldu. Bütün bu gelişmeler iyi olmakla birlikte, yaşanan derin mağlubiyet psikolojisi ve dini bilgiyi elde etmede modern kültürün dayatması altında bulunması en önemli engel olarak tarihe adını yazdırdı. ABDULAZİZ TANTİK |
* İnsan bazen kendi istediği gibi sevilmeyebilir, ancak bu hiç sevilmediği anlamına gelmez…
* İnsan kimi zaman çok haklı olarak bazen sinirlense bile, asla acımasız olmamalıdır… * Arkadaşlarınız, dostlarınız, sevdikleriniz ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, sizi ne kadar büyük bir sevgiyle severlerse sevsinler, bazen size karşı hatalar yapabilirler, sizi üzebilirler; bu durumda bile onları sevmekten ve affetmekten vazgeçmemek gerekir… * Başkaları tarafından affedilmek yetmez, asıl önemli olan kişinin kendi kendisini affetmesidir... * İnsan ne kadar kırgın, kızgın, bıkkın, yorgun, ezik, acılı olursa olsun, hayat devam eder… * Başkalarından enerji alan insanlar, başkaları enerji üretemediği, yahut o insana transfer yapamadığı an yıkılmaya mahkûmdurlar; enerjisiz kalmak istemeyen insan kendi elektriğini üretmeli, bir anlamda yüreğini jeneratöre (enerji merkezine) dönüştürmelidir… * İki kişinin tartışması birbirlerini sevmedikleri, hiç tartışmayanların ise birbirlerini sevdikleri anlamına gelmez... * Aynı yere, hattâ aynı şeye bakan iki kişi çoğunlukla farklı şeyler görürler. Gördükleri genel olarak görmek istedikleriyle ilgilidir. * Hayatı her zaman dürüst bir şekilde yaşayanlar, vardıkları sonuçları fazla önemsemezler… * Sizi doğru dürüst tanımayan, sizin de doğru dürüst tanımadıklarınız, birkaç gazete haberiyle hayatınızı birkaç gün içinde altüst edebilirler… * İftira okuna karşı dayanabilecek güçte bir zırh yoktur… * Hayat çok renkli, çok çetrefil bir serüvendir. İnsan dahil her şeyi “doğru-yanlış”, “günah-sevap”, “olumlu-olumsuz” şeklinde yalnız siyah-beyaz görme eğiliminde olanlar bu renk cümbüşünü kaçırırlar. Tekdüze bir keyifsizlik içinde yaşarlar YAVUZ BAHADIROĞLU |
Sürekli kendini sorgulamalı, “Şurada daha temkinli davranamaz mıydım; şu meselede daha mülayim olamaz mıydım?” türünden suallerle nefsini hesaba çekmeli ve geniş düşünmenin herkes için en selametli yol olduğu mülahazasını hep hatırda tutmalıdır.
Hayat yolunda kendimize hayat felsefesi yapmamız niteliğindeki satırlar için teşekkürler |
Müslümanlar olarak, indirgemeci tanımlara, sömürgeci dile, mantığa, söyleme, yaklaşıma mahkum olmadığımızı öğrenmeliyiz, Bizler, Müslümanlar olarak kendimiz kalmak, kendimiz olmak istiyoruz, ideolojik çevreler bizim kendilerine benzememizi ve kendimizden vazgeçmemizi istiyor. Sömürgeci dil, ötekileştirici, yabancılaştırıcı, aşağılayıcı bir dil’dir. Bu nedenle de hakkaniyetten ve adaletten uzaktır, ideolojik düşünme biçimlerinin, her tür düşünsel özgürlüğe kapalı olduğunu bilmek gerekir, içerisinde bulunduğumuz dönemde, İslam dünyasında, Türkiye’de de İslamcı algı/bilinç/proje ve yapılanmalara karşı, bu yapılanmaları etkisiz kılmak üzere yeni bir kuşatma çalışması yapılıyor. Kuşatmaları ruhumuzda hissetmediğimiz için, kuşatmaya karşı alınması gereken önlemleri, tavırları konuşmuyoruz, Anlaşılması güç bir tevekkül anlayışı içerisindeyiz, anlaşılması güç bir rehavet içerisindeyiz. Hiç bir rahatsızlığımızı dile getirmiyoruz, her kuşatmayı, saldırıyı bir kader gibi kabul ediyoruz, İslam dünyası ülkeleri/toplumları jeopolitik kimlikleri olmayan, stratejik bakış açıları olmayan ülkeler/toplumlar olarak yaşıyor.
Sömürgeci yapılar tarafından ötekileştirilenler, zayıflar, güçsüzler için her vesile ile bir olağanüstü durum, bir sıkı denetim/sıkı gözetim durumu icat edilebiliyor. Ötekiler için, zayıflar için kurallar işletilmeyebiliyor. Hukuk boşlukları Türkiye’de olduğu gibi yönsüzlüklere ve olağandışı durumlara yol açabiliyor. Siyaset bir türlü siyasal alana bırakılmıyor, bireyler gereği gibi siyaset yapamıyor, toplum iktidara katılamıyor. Okullar/üniversiteler ideoloji, üretim merkezi gibi kullanılıyor, buralarda pedagojik mühendislik yapılıyor. Otoriter toplumlarda resmi/ideolojik vatandaş algısı, bireyin kendisini gerçekleştirmesine izin vermiyor. Aynı şekilde İslami kesimlerde de, bir hizbe, bir cemaate, bir lidere bağlananların bireyselliklerine hiç kimse saygı duymuyor. Bu yolla, bütün otoriter yapılar, her durumda edilgin üyeliklerle varlıklarını sürdürebiliyor. Tüm otoriter yapılarda liderlikler topluma karşı, cemaate karşı sorumluluk taşımıyor. Daha güçlü bir iradeyi taklit eden bireylerin de, toplumların da, bu yolla, hiç bir sorunlarını çözümleyemediklerini hatırlamak gerekir ATASAY MÜFTÜOĞLU |
İnsanları mahçup etmemeye azami gayret göstermeli, başkalarının en büyük hatalarına bile müsamahayla yaklaşmalı, onlardan özür beklemeden ve onların suçluluk psikolojisi içine girmelerine fırsat vermeden mümkünse maruz kaldıkları kötülüklere makul mazeretler bulmalıdırlar. Muhataplarının hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırmamalı, suçluluk psikolojisine sürükleyerek kendilerini müdafaa etme zaafına düşürmemelidirler. Kendi hal ve davranışlarının bazı yanlış mülahazalara sebebiyet vermiş olabileceğini düşünmeli, bunu ikrar ederek muhataplarını rahatlatmalı ve ne yapıp etmeli, onları kin, nefret, iftira gibi şeytani tuzaklardan ve bu günahlara girerek ahiretlerini kaybetme talihsizliğinden korumalıdırlar.
Çok güzel ifade etmişsiniz Yalçın bey bugün bu kesintiyi bizlere iki sefer okuttunuz ...insanlar yaptıklarını sorguladığı mühletçe doğru yolu bulurlar haklısınız...bizlerde buna azami gayret gösteriyoruz...velhasıl bazen doğru diye yaptıklarımız farkına varmadan yanlışlıklara sebep olabiliyoruz...yine yaptığımız her yanlıştan Yaradana sığınıp affını dilemek en güzelidir.. Paylaşım için teşekkürler.. |
Biz Müslümanlar için en kuşatıcı, en belirleyici, en genel, en temel, en ulvi, en büyük ilke tevhid ilkesidir. İslam
bütüncül bilgiyle temellendirilmeyen iddiaları aldatıcı iddialar olarak değerlendirir. Gerçekle uyuşmayan, zanna dayalı bilgiler, aldatıcı bilgilerdir. Hayatımıza vahyin ve aklın birliği yön vermelidir. Islama inanmak', hakikatin, bilginin, insanlığın, birliğine inanmak demektir. Bütün değerlerin, ilkelerin, erdemlerin barbarca yok edildiği bir dünyada ahlaki erdemleri, ufukları, değerleri îslam temsil etmeye devam ediyor. Medya'nm, İslam ile ilgili, îslam toplumları ile ilgili, îslami hareketlerle ilgili olarak yansıttığı şeylerin kesinlikle bilgi olmadığını bilmek gerekiyor. Günümüz dünyasında îslamın marjinalleştirilmesi yolunda bir kamuoyu mutabakatı üretilmeye çalışılıyor. Bu amaca yönelik olarak, bağımsızlık hareketleri, direniş hareketleri tarafından sürdürülen mücadeleler,çok muğlak bir şekilde kullanılan "terörizm" tanımı ile yaftalanarak etkisiz hale getirilmek isteniyor. Tiranların, şiddet eylemleri, barbarlıkları medya'da kesinlikle yansıtılmıyor, tiranların eylemleri terör sayılmıyor. Küresel iktidar bir olağanüstü hal iktidarıdır. İçerisinde yaşadığımız dönemde, îslam toplumlarını kuşatan en büyük sorun dayanışma yoksunluğu sorunudur. Geçici umutlara yaslanmak yerine, soylu bir dava bilinci ve bağlılığı içerisinde, en geniş anlamda bir umut ve sorumluluk ortaklığı gerçekleştirmek gerekir. Bilincimizin ve ruhumuzun heyecanlarını aşkla yüklenerek her alanda bir direnme yeteneği kazanabilmeliyiz. İlkesel yetersizlikleri, yüzeysellikleri aşarak, her türlü yabancılaştırıcı etkiye karşı, düşünsel, ahlaki, kültürel direnişi yükseltebilmeliyiz. Toplumsal çıkarlara göre hareket etmek, ulusal çıkarlara göre hareket etmek, hakikate göre hareket etmek anlamına gelmez. Onurumuzla yasamak elimizdedir. Bunun için ahlaki bir devrime, nihai anlamda bir tercihe ihtiyacımız vardır. İnandığımız temel ilkelerle, hayatımız ve ilkelerimiz arasında eksiksiz bir uyum sağlayabilmeliyiz. Sahici bir hayat yaşayabilmek için, erdemli iradelerin içtenlikli dayanışması, hayati önem taşıyan bir konudur. ATASAY MÜFTÜOĞLU |
Paylaşımlarımızla bugün sizlerin okuduğu alıntılarına vesile olabilmişiz...teşekkürler efendim..
|
Zaten İslamiyet sürekli dinamizmdir. Müslüman ise dinamik insandır. Elinden geleni yaptıktan sonra Allah’a tevekkül eder, kaderin hükmüne teslim olur ve kendini yeni başlangıçlara hazırlar.
Unutmayın: Beşerî sistemlerin tıkandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bir zamanlar insanlığa dünya cenneti vadeden komünizm çöktü. Yıllardır yazılanlar çöplüğe gitti. İddialar bir bir yalanlandı. Eski komünist liderler bile, bir şansları daha olsa asla komünist olmayacaklarını söylüyor. Onların bir şansları daha yok. Ama Müslümanın var. Ayrıca İslam’ın hiçbir hükmü yalanlanmamış, yüzyıllar önce yazılan kitaplar bile daima değerini korumuş, her zaman kitleleri etkilemiştir. Çünkü İslam vahiydir. Doğrudan Allah'ın hükümlerini içerir. Ve Allah asla yanılmaz. İşte bu yüzden şanslıyız, talihliyiz. Sahip olduğumuz değerin farkında olalım ve emrolunduğumuz gibi dört elle Allah’ın ipine sarılalım. Ondan sonra da Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, diyelim: "Hak şerleri hayreyler "Zannetme ki gayreyler, "Garip anı seyreyler, "Mevla görelim neyler? "Neylerse güzel eyler." Şunu da unutmayalım ki: "Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Ve yalnız Allah’ın hesabı yanılmaz hesaptır Yavuz Bahadıroğlu |
Her toplum, hangi alanda olursa olsun, tarihsel, düşünsel, siyasal, felsefi gelişmeleri, değişim ve dönüşümleri, kendi kültür ve uygarlık değerleri, yaklaşımları, kendi kültür ve uygarlık mantığı içerisinde algılar, değerlendirir, hayata kazandırır. Laiklik söz konusu olduğunda kesinlikle böyle bir hassasiyet gösterilmiyor. Günümüz dünyasında ifade özgürlüğü de, politik bir araç olarak kullanılıyor, ifade özgürlüklerini ancak egemen ideolojik düşünceler/unsurlar kullanabiliyor. İslam karşıtı dil, her tür ifade özgürlüğünden yararlanabilirken, Siyonist karşıtı dil, hiç bir ifade özgürlüğünden yararlanamıyor. Günümüzde, Müslüman halkların/toplumların güvenlik sorunları hiç bir şekilde gündeme alınmazken, İsrail’in güvenlik sorunu bütün dünyanın gündeminde her gün önemini koruyabiliyor.
ATASAY MÜFTÜOĞLU |
Din deyince hurafedir diye her şeyi eleştirenler, Atatürk söz konusu olduğunda hurafeciliğin en kabasını yapıyorlar. Âlemleri Efendisinin hayatının her safhasını teşrih masasına yatıranlar, Osmanlı hanedanı hakkında yalan yanlış her şeyi söyleyebilenlerdir bunlar!
Bu Atatürk sevgisi filan değildir. Açıkça Atatürk’ün putlaştırılması, gerçek hayattan koparılarak, anlaşılmaz, takip edilmez, istifade edilmez hale getirilmesidir. Atatürk’ün hayatta iken şiddetle karşı çıktığı bir idrak biçimi bugün Kemalist düşüncenin en belirgin vasfı olmuştur. Putlaştırılan sadece Atatürk olsa yine iyi, fikirleri, düşünceleri de eleştirilmez, dokunulmaz, yan gözle bakılmaz ilahi hakikatler gibi sunulmuştur. Belli bir dönemin problemlerine çare olmak üzere terennüm edilen düşünceleri, Türkiye hep o çağda kalacakmış gibi ebedi hakikatlermiş gibi algılanmıştır. Hâlbuki Atatürk de insandı. Fikirleri de her insanın fikirleri gibi fanidir. Fikirlerde insanlar gibi, doğarlar, gelişirler, büyürler ve de ölürler. Yok, Atatürk ün fikirleri ölümsüzdür demek eşyanın tabiatına aykırıdır. Üstün meziyetleri vardı, ama zaafları da vardı. Doğruları vardı, ama yanlışları da vardı. Cüret ve cesareti vardı, ama korkuları da vardı. Alkışlanacak, taklit edilecek yönleri vardı, ama eleştirilecek yönleri de vardı. Yumruğu vardı ama kalbi de vardı. Böyle bir Atatürk, putlaştırılarak toplumdan koparılmış bir Atatürk’ten bin defa daha evladır. Demokratik toplum olmanın gereği de bunu gerektirir. Özel hayatlarında dahi Atatürk’ ü örnek alan Kemalistler Atatürk’ ün özel hayatının halk tarafından öğrenilmesinden rahatsızlık duyuyorlar. Bu ne yaman çelişki. SELÇUK ÖZDAĞ |
Modernlikle birlikte hayatın her alanında bölünmeler yaşandı. Bütünlükler bozuldu. Hayatın her alanı araçsal rasyonalitenin baskısı altına girince hayat, insanî boyutlarını/derinliklerini yitirdi. Sekülerleşme ve araçsal rasyonalite, bütün anlam/ahlak/erdem/bilgelik kaynaklarını, sistemlerini/söylemlerini hayatın dışına sürgün etti. Aklın ve bilimin efsaneleştirilmesi, bağnazca putlaştırılması, bir davranış mühendisliği şeklinde eğitim hayatında egemenliğini sürdürüyor. Rasyonalite, teknoloji ve bürokrasi, hayatın, toplumun, tarihin, insanın, felsefenin ruhunu yok etti; dini, ahlakı ve kültürü marjinalleştirdi. Modern elitizim kendisini hiçbir değer sistemine ihtiyaç duymaksızın ifade etmeye çalışan bir sanat/edebiyat akımı oluşturdu. Sanat için sanat, edebiyat için edebiyat anlayışı öne çıktı. Türkiye'de siyasal hayatın kendine özgü yasaları var. Siyasal hayat ne modernliklerden ne postmodernliklerden etkileniyor. Türkiye'de siyaset, içerikten yoksun, ideolojik kavramlarla, farklılıkları ve başkalıkları yok etmek isteyen totaliter bütünlüklerle sürdürülüyor.
Postmodern dönem, eşya fetişizminin, imajların, enformasyonun ve medyanın belirleyici olduğu bir dönem oldu. Kültür, tüketim kültürüne, eşya ve haz kültürüne dönüştü. Yığınlar manipülasyonların nesnesi haâline geldi. Postmodernizm bir tür nihilizme yol açtı. Türkiye çok çarpık, çok biçimsel, çok yüzeysel, çok öykünmeci bir modernleşmenin, postmodernleşmenin etkisi altındadır. Farklı halk ve kültürlerin, ötekilerden ne daha iyi ne de daha kötü, yalnızca farklı olduğu iddiası; postomdernliğin temel yaklaşımıydı. Ancak görülebileceği üzere bu yaklaşım, Müslümanlar için hiçbir şekilde hayata geçirilemedi. Modernlik/postmodernlik, Türkiye'de bir maneviyata, ahlaka karşı savaş biçiminde temsil ediliyor. Modernlikler, değer yargılarını, bilgelikleri, erdemleri bilgi alanının dışına çıkarıyor. Türkiye ne modern olmayı ne de geleneksel kalmayı başarabiliyor. Atasoy Müftüoğlu |
Onlar müslümanları ayırmaya yönelik planlar yapa dursunlar... büyük planı başlarına yıkacak olan en büyük plan sahibi elbetteki yüce Mevlam'dır...İslamiyet yeryüzünü şereflendirdiği günden itibaren savaş müslümanlaradır...ve yıllardır müslümanlığın en büyük temsilcileri olan bizleri dinsizleştirme güdüleri artık politikaya döndü...onlar halkımızı bu cehalete rağmen kandıramadılar...o zaman düşmandan önce kendi toplumunu eğiteceksin ki yeniden dünyaya kendini gösterebilesin..
Paylaşımlarınız için teşekkürler |
İşte o müthiş söz: "Yeryüzünde karşılaştığınız veya gördüğünüz tüm fenalıkların, kötülüklerin oluşmasının sebebi üçtür. Bunlar:
1. Haksız kazanç elde etmek, 2. Gerekli olan yerlere harcama yapmamak, 3. Gereksiz yerlere ise harcama yapmak." Köyden şehre, mahalleden başkente, gecekondudan villaya kadar yaşanan hayatta tarifi mümkün olmayacak derecede israf söz konusudur. Tüketim ekonomisinde israf tavan yapmıştır. Bu noktaya elbette birden gelinmedi. Toplumun içinde bulunduğu iki temel buhran-krizin fark edilememesi, nice nice krizlerin oluşmasına sebep oldu. Kıyamete kadar devam edecek iki temel buhran vardır. Bunlar iman ve ahlak buhranıdır. Diğer buhranlar, krizler, bu iki temel buhranın neticesidir. Etrafımıza baktığımız zaman, toplum, yiyenler, yarışanlar, sevişenler ve içenlerin ağır bastığı bir toplum olmuştur. Kafalar, kalpler ve mideler Allah'ın ayetleri ile adeta savaşmaktadır. Son üç asırdır ve bilakis cumhuriyet döneminde ekonomi ve teknolojinin başını Müslümanlar çekmedi. Sadece tüketime mahkûm edildi. İhtiyaç maddelerinin üretilmesi yerine, gereksiz ve faydasız şeyler üretildi. Çünkü üretimin başında bulunan zihniyetin, ahiret kaygısı, hesap verme diye bir düşüncesi yoktu. Üretimde bilgilendirici reklâmlar yerine, yanıltıcı, abartıcı reklâmlar, toplumun iştahını kabarttı. Bir insanın cebinde birden fazla kredi kartı taşınmaya başladı. İnsanı yönetmek kadar, ekonomik yapının yöneltilmesinin önemi gözardı edildi. Ekonominin, ahlaki yapısı, Yaratan ile bağlantısı, maksat ve hedefi belirtilmediğinde, insanlık için büyük bir fitne olur. Ahlak, hukuk ve ekonomi değerlerinin kaynağı öncelikle vahiy ve vahyin gölgesinde iş yapacak olan akıldır. Şu gerçek hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. Allah'ın ayetleri (yasaları), toplumun davranışlarına göre tecelli eder. Buna sadece bir tane örnek verip, mesajımı noktalamak istiyorum: "Peygamberleri onlara apaçık bilgiler getirince, onlar (inkârcılar), kendilerinde bulunan beşeri bilgiye (sanat, felsefe, teknoloji) güvendiler, onu alaya aldılar. Alaya aldıkları şey kendilerini boğuverdi." (Mümin sûresi/83) ABDULLAH BÜYÜK |
“…Bir avuç çapulcu eşkıya 25 yıldır bu ülkeye kan kusturuyor, bir türlü teröristin hakkından gelinemiyorsa onun da bir sebebi vardır. İşte Vakit gazetesinde yayınlanan o fotoğraf, sebebin ne olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O resim Iğsız paşanın resmi değildir. O helikopterli piknik resmi PKK’nın niye bitirilemediğinin resmidir...” sorgulamalarına neden oluyor.
Tarihi kayıtlara baktığımız zaman kazanılan zaferlerin parayla pulla olmadığı, gerçek manada vatan, millet, inanç ve tarih şuurunun her şeye bedel olduğu gün yüzü gibi ortaya çıkıyor. Kurtuluş Savaşı’nı milletle birlikte bizzat yaşayan, cephede düşmana karşı mücadele veren vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı birinciliğinden dolayı kendisine zorla verilen 500 lirayı, fakr-u zaruret içinde olmasına rağmen, fakir kadın ve çocuklara bir maişet temin etmek üzere kurulmuş olan "Darü'i Mesai"ye bağışlamıştı. Kurtuluş Savaşı işte böyle bir hassasiyet, iman ve inançla yapıldı. İstiklal Marşı kabul edildiğinde, Mehmet Akif'in cebinde, Zonguldak milletvekili Hayri Bey'den borç aldığı iki lirası vardı. Millî Marş için 500 lira teklif edildiği günlerde 140 lira ile Ankara'da bir çiftlik satın alınabiliyordu. Paltosu dahi olmadığı için kışın bile ceketle dolaşan bu idealist İstiklâl şairi, çok soğuk günlerde, arkadaşı Baytar Şefik (Kolaylı)'dan muşambasını ödünç olarak kullanıyordu... Baytar Şefik'in bir gün: Akif Bey, hiç olmazsa kendine bir palto alsaydın" demesi üzerine, ona darılıp iki ay konuşmamıştı. Çok ötelere giderek; tarihte altın harflerle yerini alan hem devlet başkanı hem de ordusunun başında kumandan olarak seferlere katılan Sultan Alparslan’ın, Osman Gazi’nin, Sultan Yavuz’un, Sultan Fatih’in ve daha nice kumandanların sergiledikleri o destansı duruşlarına bakmamıza gerek yok. Daha yüz yıl önce haksız eleştiri ve karalamalara maruz kalan Sultan Mehmet Reşat’ın bile, ordusunun başında kumandan olarak seferdeyken şehzade Ziyaeddin Efendi'nin doğum müjdesini aldığı zaman sevineceği yerde: "Memleketin başına bir masraf kapısı daha açılması hoş değil..." diyecek kadar devlete yük olmaktan üzüntü duyması ve Osmanlı askerinin, sefere çıktıkları yol güzergâhında, ağaçlardan kopardıkları meyveler için mendil içinde para bırakan bir hassasiyet ne kadar anlam yüklü ise, 70 milyonun vatan için ödediği vergilerle helikopterli piknik sefası yapılması ve 17 Mehmetçiğin şehadet haberinin alınmasına rağmen golf oynamaya devam eden bir davranış tarzı da bir o kadar izaha muhtaçtır. İşte bunun için bugünkü TSK idarecilerinin aynaya bir kez daha çok iyi bakması lazım. Çünkü aynada ki şanlı tarihimizle bağdaşmayan; o golflü, skorskyli “nahoş görüntüler” bu milletin vicdanını ziyadesiyle rahatsız ediyor habervaktim |
Dünden bugüne bu kutlular yoluna baş koyanlar, dört bir yanda düşmanlık duygularının kö-rüklendiği, dost gönüllerin bile vefasızlık edip hasımları sevindirdiği, varlığını kine, nefrete bağla-mış ruhların diş gıcırdatıp hiddetle üzerlerine geldikleri durumlarda bile ne yeis, ne sarsıntı, ne öfke ne de düşmanca duygularla onlara karşılık vermeyi düşünmemiş; kötülükleri hep iyilikle savmış; fena muameleleri hüsnühâl, yumuşak beyan ve farklı ihsanlarla rehabilite ederek, âdeta bütün kırılmaları ve tahribatı tamire çevirmiş ve yıkma düşüncelerine yapma hamleleriyle muka-belede bulunmuşlardır. Bu itibarla da –maâzallah– bir gün ülkede her şey altüst olsa, yığınlar gidip karanlıklara gömülse, yollar harap olup köprüler yıkılsa; bu insanlar paniklemeyi inanç ve iradelerine karşı saygısızlık sayarak, yeis ve durgunluk içinde ölüm görüntüleri sergilemektense başkalarının yaşama hislerini harekete geçirmek için uçma gayretlerinde bulunacak ve her hâlle-riyle, yürüyebilene yolların açık olduğunu haykıracaklardır.
Ben inanıyorum ki, bu azim kahramanlarına, bugün olmasa da yarın mutlaka bir inayet eli uzanacak.. yollarını kesen tipi-boran dinecek.. kar-buz eriyip gidecek ve çevrelerindeki birkaç asırlık o kupkuru çöller Cennetlere dönecek ve mutlaka tâli’ onlara da gülecektir. Yeis, yol kesen bir gulyabanî, acz ve çaresizlik düşüncesi ise ruhu öldüren birer hastalıktır. Şanlı geçmişimizde yol alanlar, hep imanla, ümitle yol almışlardır. Kendini acz ve ümitsizliğe sa-lanlar da yollarda kalmışlardır. Hissizler, hareketsizler yol alamazlar.. uyuyanlar hedefe ulaşamaz-lar.. hele azmini, iradesini yitirenler asla uzun zaman ayakta kalamazlar. Şimdi, eğer yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürü-nerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini asla hatırdan çıkarma-malıyız. Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşıldı; defaatle yüksek tepeler az-min, iradenin ayaklarına yüz sürdü ve onlarda ulaşılmaz şahikalara ulaşma azmini coşturdu. As-lında hangi devirde olursa olsun yürüdüğü yolun, yöneldiği gayenin ve dayanıp bel bağladığı kuvvetin farkında olanlar, bu şuur ve kendi iç dinamikleri sayesinde tekrar tekrar o zirveleri aşmış ve o şahikalara ulaşmışlardır. Arz, onların ayaklarının altında küçüldükçe küçülmüş, gökler onla-rın irfanlarına sine açmış, mesafeler onların gayretlerine selâm durmuş ve karşılarına çıkan engel-ler de onları hedefe taşıyan birer köprü hâline gelmiştir.. evet, bu babayiğitler karşısında karanlık-lar her zaman bozgun yaşamış, musibetler rahmete inkılâp etmiş, sıkıntılar kurtuluş yolu olmuş, tazyikler de birer terakki rampası... Sızıntı |
Bilebildiğim kadarıyla, İstanbul’un bilinen ilk adı “Bizantion”dur...
Sonra Septimius Severus’un saldırısına uğrar. İstanbul’da taş üstünde taş bırakmayan Septimius Severus, yakıp yıktığı şehri yeniden inşa edercesine onardıktan sonra, oğlu Antonia’ya izafeten şehre “Antonia” adını verir. Şehir idare merkezi olduktan sonra ise, “Secunda Roma” (İkinci Roma) olarak anılmaya başlanır. Bunun yanı sıra “Nova Roma” (Yeni Roma) ve “Bizans Roması” da denmektedir. Hattâ bazı yazışmalarda “Anthusa” ismine de rastlanır. Derken Konstantin gelir ve ikinci kez kurar. Ve şehre, ikinci kurucusunun hatırına “Konstantin’in şehri” anlamına gelen “Konstantine Polis” denmeye başlanır. Fakat herkes aynı ismi kullanmamaktadır... Slavlar İstanbul’a “Tsarigrad” (imparator şehri), Vikingler, Mihail isimli bir imparatordan dolayı, “Miklagrad/Miklagord”, Ermeniler “Konstandinu Kalak”, Araplar “Kustantina”, Osmanlılar ise “Kostantiniyye” isimlerini kullanırlar. Fetihten sonra, kimi zaman “Konstantiniyye”, kimi zaman “Der Saadet” (Saadet kapısı), “Der-i Devlet” (Devlet kapısı), “Asitane-i Saadet”, “Ümm-i dünya”, “Darü’s- Saltanat”, “Dar’ü-l İslam” ve “İslambol” gibi isimler ve sıfatlar kullanılır. Nihayet “İstanbul”da karar kılınır ve inşallah ebediyen “İstanbul” kalır. • Duriye Yanmaz; “İstanbul’un yedi tepesinden bahsedilir, ama ben İstanbul’da tepe filan görmedim. Yoksa tepeleri düzleyip futbol sahası mı yaptılar? Şaka bir yana, yedi tepenin yerlerini yazarsanız sevinirim.” • İstanbul Roma örnek alınarak tepeler üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Tepelerin sayısı 7’dir. (Daha doğrusu idi) 1. Tepe: Üzerinde Ayasofya bulunan Akropolis Tepesi (Rakım 40 metre). 2. Tepe: Forum Constantini; bugünkü Çemberlitaş denilen bölge (Rakım 50 metre). 3. Tepe: Forum Theodosii; bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu tepe (Rakım 60 metre). 4. Tepe: Fatih Camii’nin bulunduğu tepe (Rakım 60 metre). 5. Tepe: Sultan Selim Camii’nin bulunduğu eski Aspar Tepesi (Rakım 50 metre). 6. Tepe: Harisios Tepesi; Edirnekapı bölgesi (Rakım 78.5 metre). 7. Tepe: Ve bugünkü Çukurbostan semtinin bulunduğu tepe. YAVUZ BAHADIROĞLU |
Sabancı Üniversitesi'nde Doç. Dr. olduğu kayda geçmiş Cemil Koçak, Star gazetesinden Fadime Özkan'ın sorularını cevaplıyor:
1) Atatürk'ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi? c) Atatürk birleştirici bir figür (.........) Atatürk'ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim... Atatürk'ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey, dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum; bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek... Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur... Aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki, dine gerek kalmayacak... Pes doğrusu!.. Adam, Atatürk kıpkızıl bir kâfirdi demeye getiriyor... Sabancı Üniversitesi'nde hoca olmak ayrıcalıktır... Eğer sen/ben ve bizim gibiler söylese, "Atatürk'e hakaretten" kodesi boylatırlar bize... 2) Atatürk de böyle mi düşünüyordu? c) Aynen böyle düşünüyordu... Atatürk aydınlanmacıydı... İsterdi ki; Türkiye'nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır... 3) Ateist miydi? c) Bilmiyorum (.......) dine değilse de varoluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil... 4) Balıkesir hutbesi, dinî referanslar... Meclis'in Cuma günü açılması, dualar okunması... Bunlar ne peki? c) Bunlar hep politika... Atatürk'ün dine ilgisinden değil, o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar... Yoksa ben Atatürk'ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım... Yani? Yahu yanisi var mı? Bakınız Doç. Dr. Cemil Koçak dolaylı da olsa, “Atatürk dine inanmazdı... Dini hususlarda yaptığı bazı sözler ve eylemler halkın tepkisinden korktuğu için politik durumlardı” diyor... Atatürk'ü hemi dinsiz buyuruyor, Hem de korkaklıkla itham ediyor Doç. beyefendi... Tabii başta kendi fotoğrafını koymayı ihmal etmemiş: "Din zımbırtı..." Ne olacak şimdi? Ben bu adama "Zımbırtı sensin" desem, değerli Türk hakimleri beni akıl almaz miktarlarda tazminata mahkûm ederler... Bu bir gerçek... Zira, başıma geldiği için iddia ediyorum... Amma Atatürkçü geçinen kim varsa, güvenilmez olduklarını gösteriyorlar... "Atam, sen kalk da ben yatam"cılar dahil, evrimciler, devrimciler hiç düşünmüyorlar mı Atatürk'ün samimi olacağını? ABDURRAHİM KARAKOÇ Bunu söyleyen dindar bir doçent olsaydı irtica yaygaraları almış yürümüştü...ama Sabancı ünüversitesinin bir doçenti görüşünü özgürce ifade etmiş..Türkiyedeki savcılar nerde.. |
Tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirmeye çalışmıyoruz. Zaman, tarih, toplum hiç değişmiyormuş gibi, hiç değişmeyecekmiş gibi davranmaya devam edebiliyoruz. Karşı karşıya bulunduğumuz sarsıntılarla ilgili olarak yeni bir gündeme sahip olmamız gerekirken, saatleri hep geriye almaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Modern-seküler yapılar, toplumsal/tarihsel/kültürel sahih gelenekleri altüst ediyor. Tarihsel, geleneksel değer sistemlerinin çöküşü; kitlesel popüler kültür; tüketicinin egemenliği ve iktidarı; insanların, malların ve enformasyonun küresel hareketliliği; toplumsal hiyerarşinin para tarafından tanımlanması, toplumları bireycileştiriyor, özel ve bencil çıkarları öne çıkarıyor. Amerikan ideolojisinin yansıması olan liberter bireycilik bütün dünyada ahlaki kötülüklerin çoğalmasına yol açıyor. Bu tür bir liberter bireycilik, Türkiye'de, İslami başörtüsüne özgürlük girişimini desteklerken; İslam nazarında fuhşiyat ve münkerat olarak tanımlanan davranışların özgürlüğünü de destekliyor. Kadınların özgürlük mücadelesi, kadınları, kadın fıtratına aykırı kısıtlamalarla karşı karşıya getiriyor. Tüketim toplumlarının aşırılıkları ve tatminsizlikleri nedeniyle aileler tek gelir yerine, iki ya da daha çok gelire ihtiyaç duyuyor ve kadın-erkek bireyler insanlıklarını unuturcasına çalışmaya zorlanıyor. Çalışan kadınlar anneliğe yabancılaşıyor, anneliğin hakkını veremiyor, çocuklarına ihtimam gösteremiyor. Çalışan kadınların çocukları anne şefkatinden, ilgisinden gereği kadar yararlanamıyor. Modern-seküler toplumlarda çocuk sahibi olmama hakkını kullanan kadınlar, kadınlıklarından vazgeçiyor, erkekler gibi yaşamaya başlıyor. Bireysel özgürlük anlayışının yaygınlaşması sebebiyle kolektif özgürlük için mücadele ihtiyacı duyulmuyor. Kamuoyları her yerde istenildiği anda, televizyonlar aracılığıyla istenilen doğrultuda harekete geçirilebiliyor. Bilgi ve enformasyon akışı üzerinde, küresel anlamda ideolojik ve politik bir denetim var. Bugünün dünyasında İngilizce'nin çok yaygın olarak kullanılıyor olması nedeniyle, popüler kültür üzerinde Amerikan egemenliği sürüyor. Bu durum insanları yalnızca kişisel mutluluk ve maddi kazanç peşinde koşmaya, zengin ve ünlü birileri olarak yaşamaya sürüklüyor.
Modern-seküler kültür bütün toplumları çok tehlikeli bir noktaya, bir uçurumun kenarına getirip bıraktı. Günümüzde insanlar, insani çözümler, inşa'lar, ilişkiler için, artık ortak değerlere, ortak değer sistemlerine ve değer yapılarına sahip değiller. Anlamlı bir varoluş ve hayat, insani anlam/amaç/erdem için, sorumluluk alarak, sorumluluk üreterek, sorumluluk alışverişi yaparak gerçekleştireceğimiz ahlaki bir hayattır. Erdemli bir hayat, ebedi nimetlere, ebedi hayata istihkak kazanmak üzere çaba harcadığımız bir hayattır. İçerisinde yaşadığımız olağanüstülükler ve anormallikler çağında, her alanda eleştirel bir duruş sahibi olabilmeliyiz. İçerisinde bulunduğumuz çevrenin, ait olduğumuz kesimin yanlışları, bağnazlıkları, ufuksuzlukları, bencillikleri bizim entelektüel bağımsızlığımıza gölge düşürmemeli, bu tür sorunları tartışmalı ve bunlarla yüzleşebilmeliyiz. Gerektiğinde eleştiri oklarını kendimize de doğrultmalıyız. Atasoy Müftüoğlu |
Rica ederim efendim....sizsiz bu bölüm yürümüyor..
Nedir işin aslı? Baykal, beklemediği bir emr-i vaki ile karşılaştı ve bozuntuya vurmadan bir çarşaflıya rozet taktı. Hepsi bu kadar yahu! Ne bir açılım yaptı, ne farklı bir şey söyledi, ne de ileriye dönük yararlı bir söz verdi. Baykal, o bildik Baykal’dı. Her meseleyi konuşur konuşur, cılkını çıkarır, sonra da çürümüş bir sakız gibi atar ağzından ve unutur gider. Baykal hangi konuyu almış da sonuna kadar götürmüş ki! Bunlar bildik manzaralar. Onu ciddiye alıp da konuşmak, yazmak boş işlerle uğraşmaktır. Eskilerin ifadesiyle “abesle iştiğal.” Esad Erbilî’nin (ks) dediği gibi “mü’min-i kâmil, hak ile şâğil, batıldan gâfil” olmalı. Allah Teâlâ sevmez lağıv ve malayani ile meşgul olanları. Ne demek mi? Ne dinine, ne de dünyasına yaramayan boş sözler ve işler demektir lağıv ve malayani. Eskiler, “bir insanı Allah Teâlâ’nın sevmediğinin alameti, boş söz ve işlerle meşgul olmasıdır” derlerdi. Ne kadar doğru değil mi? Zaman en büyük sermayedir, kaybı telafisiz en büyük nimet. Siz bırakın Baykal’la uğraşmayı. Ne Baykal, ne de CHP iflah olmaz. Onlar evliya bedduası almışlardır. Mümkün değil iflah olmazlar. Zaten Baykal da bir söz vermiyor, bir va’d etmiyor ki başörtülülere. Biz niye kendi kendimize çalıp söylüyor, gelin güvey oluyoruz ki?! Ben bunları yazarken bile kendimi kınıyorum doğrusu. Estağfirullahel azîm… CEMAL NAR |
Ben Baykalın icraatını görünce inanırım....ama size samimi gelmiş olabilir...sizin gibi düşünen çok kişi var mı Yalçın bey :w:
Bizi Baykal değil ama sizin gibi olaya çok masumane bakanlar öldürecek ;1 |
Efendim düşünce deryanıza hayranım ama...denildiği gibi muhalefette yaşanılan bir dönüşüm göremedim ben...normaldir herkesin bakış ve görüş aynası farklıdır....temennimiz hayellerin umutlarımızda var ettiğimiz eksene oturması..bu arada hayellerinize ilişmek ne kelime ancak hayellerinize ortak oluruz bu konuda ;1
|
Yaşanmış hayatımıza “geçmiş” diyoruz malum... Yani tarih olmuş... Bir daha geri gelmeyecek, asla tekrar yaşanmayacak...
İstikbal (yani gelecek) ise meçhuller diyarı... Gelip gelmeyeceği bile belli değil (ondan önce ölüm gelebilir)... Gelse bile neler getireceğini bilemeyiz. O zaman geçmişin ve geleceğin matemini tutmak yanlış! Bugünden yarına üzülen, iki kez üzülür. (bugün ve yarın olarak). Unutmayın ki, önceki günün geleceği dündü, dünün geleceği ise bugündür... Bugününüz iyi ise, her şey yolunda demektir... En azından mutlu olmak için bugün bir sebebiniz var. Ama karamsarlığımız mutluluk odaklarını görmemizi engelliyor. • Çoğumuz yataktan kalktığımızda aksi ve olumsuz oluyoruz. Ağrılarımızdan, uykusuzluğumuzdan, hastalıklarımızdan, borçlarımızdan filan söz ediyoruz. (çevremizde kimse yoksa kendi kendimizi bu konuda iknaya çalışıp kendimizi mutsuz etmeyi başarıyoruz) Halbuki sabah kalktığınızda kendi kendinize şunu söyleyebilirsiniz: “Milyonlarca insanın öldüğü bir gecenin sabahında, çok şükür ben sağ olarak uyandım.” “Çok şükür, milyonlarca insanın hastanelere kaldırıldığı bir geceyi sapasağlam geçirdim.” Lavaboda abdest alırken, saçınızı tararken, başörtünüzü bağlarken, ya da makyaj yaparken, aynaya gülümseyip, “İnsan olarak yaratıldığım için şükürler olsun” diye düşünebilirsiniz: İnsansınız, sağsınız, sağlamsınız; o zaman sorunlardan korkmanız için bir sebep yok... Sorunlar sizden korksun! Ne yazık ki, bize önce olumsuzlukları görmeyi öğretmişler: Görmeyi ve korkmayı... Bu yüzden hayattan korka korka yaşıyoruz. Bu da hayattan lezzet almamızı engelliyor. Oysa şükretmek için hayattan lezzet almak gerekiyor. Biz ise sürekli yakınan, sakınan bir yapıdayız. Şarkılarımız, türkülerimiz bile karamsar iç dünyamızı ele veriyor. Şarkılar, türküler deyip geçmeyin. Toplumun karakteristik özelliklerinin bazıları şarkılarda yaşar. Şarkılar ve türküler toplumun bir bakıma ruh haritasıdır. Mesela bizim şarkılarımızda neşe yok, keyif yok, mutluluk yoktur. Şarkılarımız bol bol şikâyet, isyan, yakınma, korku, acı, ayrılık, hicran ve yıkımdan oluşuyor. İşte buyurun: “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime, “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime; “Perde-i zulmet (kara perde) çekilmiş korkarım ikbalime, “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.” Aslında şair, istikbaline “perde-i zulmet” çekilip çekilmediğini bilmiyor, ama öyle olduğunu düşünüyor. Yani geleceğin olumsuz olacağı hükmüne çoktan varmış, yıllar öncesinden üzülmeye başlıyor. Geleceğe bakarken “mücrim” gibi titriyor, buna rağmen kimseyle derdini paylaşmıyor, bir anlamda ondan kurtulmak istemiyor. Zaten hep “kara bahtlı”dır. “Kara bahtım, kem talihim taşa bassam iz olur...” Garibim o kadar talihsiz, öylesine mutsuz ve umutsuz ki, en olmadık olumsuzluklar onu buluyor, taşta bile iz bırakıyor! Tarih boyunca milyarlarca insanın trilyonlarca taşa bastığını, hiçbirinin taşlarda iz bırakmadığını bilmek işe yaramıyor; ayağınızın izi taşa çıkmasa da, karamsarlığın izi yüreğinize çıkıyor. Nihayetinde bir uzun hava: “Her yer karanlıııık...” Aradaki “ah”lar, “oflar”, “aman aman”lar ve “yandım anam”lar da acının derecesini maksimum noktaya çıkarıyor. Sonuçta şarkılar bile bunalıyorlar da, iki satır nefeslenmek için dağ başına çıkıyorlar: “Yüce dağ başını duman bürümüş...” Hayata olumsuz bakmanın bir sonucu olarak dağlarımız sürekli duman bürümüş durumdadır... Halbuki o dağlarda kardelenler de var... O dağlarda gelincikler açar... O dağlardan çam kokusu yayılır... Kısacası o dağlarda hayat vardır! Ama biz hayatın güzelliklerini görmezden gelir, umudumuzu kara bulutlara hapsederiz. Böylece hayatı zindana dönüştürürüz. Dedim ya, yanlış eğitimin kurbanlarıyız. Kafamız ve yüreğimiz güzelliklere değil, olumsuzluklara kilitli. Bu yüzden dünya bize güzel yüzünü pek göstermiyor. Çünkü insan beyni ve yüreğiyle bakar... Ve görmek istediğini görür. Gelin bugün hayatımızda köklü bir değişiklik yapalım: Allah’ın bizim için yarattığı güzellikleri de görmeye çalışalım. Güneş her sabah bizim için doğuyor... Güller, çiçekler bizim için açıyor... Kelebekler bizim için uçuyor. İnsan olarak biz evrenin en önemli varlıklarıyız. YAVUZ BAHADIROĞLU |
Ormanda iki yol belirdi önümde,ve ben
Daha az yürünmüş olanı seçtim, Bütün fark buradaydı işte. Robert Frost'dan dizeler.. |
Alıntı:
|
İsrail’i kahret Ya Rabbi” dediğimiz için “marjinal” ilan edilen biz mi?..
Acıyorum Ertuğrul’a; Zira, “Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman” olan bu ülkenin insanları, günlerdir el açıp, yalvarıyor Cenab-ı Allah’a; “İsrail’i kahret Ya Rabbi” Söyle be Ertuğrul; Beyazıt Meydanı’ndaki on bin kişilik gösteriye katılan Filistinli Mahmut Carur’un, beş yıl İsrail cezaevinde yattıktan sonra serbest kalan ağabeyine daha sarılamadan, şehit olduğunu öğrenmesi ve ayakta zor duran yürek yakan hali, bir “marjinal”lik göstergesi midir?.. Hayır Ertuğrul... Yapılan “protesto gösterileri”nin ve atılan “slogan”ların hiçbiri “marjinal” değil!.. Ama, korkarım ki; “Türkiye’nin gerçekleri”nden ve “Türk halkı”ndan kopan Ertuğrul, gittikçe “marjinal” ve gittikçe “uç” hâle geliyor!.. Hatırlatırım Ertuğrul; “Ters giden” bu millet değil, “Sen”sin, sen!.. Bir “dua”yı bile çok gören sen! “Yalnızlaşan” ve “marjinalleşen” sen!.. Bilmem farkında mısın; Büyük hızla nesli tükenmekte olan “Kelaynak Kuşları”na dönüyorsunuz!.. Hasan Karakaya |
"İmkanım yoktu" deme.
Kendine doğruyu söyle. "Üşendim" de "Tembellik ettim" de "Canım istemedi" de "Yapmak içimden gelmedi" de Hi.ç değilse "yattım" de Ne dersen de ama "İMKANIM YOKTU" deme.. Mustafa islamoğlu-Yerliler ve Yersizler kitabından. Köşe yazısı değil ama.??? |
Katliamın bir boyutu da manevidir. İsrail ilk günden itibaren camileri bombalamaya başlamıştır. Saldırıların ilk haftasında Dr. İbrahim Makadime Camii ile birlikte vurulan cami sayısı 12’ye yükselmiştir. Bunu yaparken de camilerin silah deposu olarak kullanıldığını ileri sürmüş ve Hamas mensuplarının ya camilere ya da hastanelere sığındıklarını ve bu şekilde ‘sıvıştıklarını’ iddia ederek bu mahallere saldırısını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Zaten işgalcilerin ilk yaptığı şey Müslüman toplumların hafızalarına ve tarihi mekanlarına saldırmak olmuştur. Bosna savaşında Sırpların yaptığını ve yüzlerce camiye yönelik vahşi ve vandalist saldırılarını ABD de Irak’ta tekrarlamıştır. ABD de İsrail gibi camilerin silah deposu olarak kullanıldığını ileri sürmüştür. İşgalcilerin ve saldırganların bir amacı da, kültürel ve tarihi dokuyu tahrip üzerinden Müslüman nesillerin hafızasını sıfırlama ve köksüz hale getirmektir. Dolayısıyla katliamın manevi boyutunda manevi mekanlar olan camilere saldırı vardır. Sadece camiye değil İslâmi eğitim kurumlarına saldırı da vardır. Gazze’de İslâm Üniversitesine kasıtlı ve sistematik saldırı, ilgili çevrelerden gerekli tepkiyi görmemiştir. Amerikalılar da Irak’ı işgal ettiklerinde Moğollar gibi ilk yaptıkları iş Bağdat Kütüphanesi ve Müzesini talan ve tahrip etmek olmuştur. Yine yaptıkları vandallık örneklerinden birisi de tarihi ve arkaik yapılardan Ezher’in kardeşi Mustansiriyye Üniversitesine saldırı olmuştur. Maalesef Gazze’de de tarih tekerrür etmiş ve merhum Nizar Rayyan’ın hocaları arasında bulunduğu Gazze İslâm Üniversitesi açıkça ve alçakça bir saldırıya maruz kalmıştır. Bush gibi ‘Gazze saldırısı için İsrail’i Hamas kışkırttı’ diyen Amos Oz ve benzeri yanlı İsrailli aydınları bir kenara koyacak olursak genel olarak tarafsız aydınlar da bu manevi savaşta sınıfta kalmıştır.
Mustafa Özcan |
Gazze!.. Ey Ebubekir'in sesiyle şehadeti yankılanan belde!. Ey İmam Şafiî'nin doğduğu toprak! Ey kurak iklimlerde bereket yeşerten vadi!.. Ey milyonla Haçlı ayakların çiğnediği ve kahraman Selahaddin'in kurtardığı vilayet!. Sen ki kadîm Mısır'ın kapısı, sen ki Yavuz Sultan Selim'in sancağıydın!. Sen hac yolumuzdaki durak; sen sürre alayımızın emin vadisi!
Sen ey Gazze! Bu toprakların çocukları senin için dalga dalga şehit düştüler. Tarihten tarihe, çağdan çağa, devirden devire tam dört yüz yıl (1517-1917) tekrar tekrar şehit düştüler. En çok da, en sonunda şehit düştüler ve son asker de son nefesini verdiği gün sana ağlayacak kadar bile gücümüz kalmamıştı. Gazze! Ey en acı günlerini en son yaşayan şehir! Zalimler, vahşiler, haydutlar elinde kaldın. Senin için bir şey yapamadık, yapamıyoruz!.. Bir duamız var sana dair. Elimizden gelen bu!.. Ve bir de verebileceğimizi vermek!.. Maldan ve candan... Bugün imtihan günü!.. İskender Pala |
All times are GMT +3. The time now is 17:27. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025