![]() |
Fahiş Konuşmak, Çirkin Sözler Sarfetmek
Fahiş konuşmak, başkasına sövmek ve dilin gevezeliğidir, bu şekilde konuşmak kötüdür ve yasaklanmıştır. Bunun kaynağı alçaklık ve kötü tabiatlı olmaktır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurulıuştur: Fahiş konuşmaktan sakının! Çünkü ALLAH Teâlâ ne fahiş konuşmayı ve ne de başkasına işittirmek için fahiş konuşmaya zorlanmayı sevmez.71 Hz. Peygamber (s.a) Bedir de öldürülen müşriklere küfretmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur: Onlara sövmeyin! Çünkü söylediklerinizden onlara herhangi birşey gitmez. Fakat dirileri (onların akrabalarını) üzmüş olursunuz. İyi bilin ki fahiş ve kötü konuşmak alçaklıktır.72 Dört kimsenin cehennemde çektikleri azaptan cehennemlikler bile üzülürler. Hamim ile Cahîm arasında koşar dururlar. ´Vay hâlimize, helâk olduk´ derler. Bunlardan birinin ağzından irin ve kan akar. Ona denir ki: ´Şu uzaktaki adamın durumu nedir ki bizim içinde bulunduğumuz eziyete rağmen bizi rahatsız etmektedir?´ O da cevap olarak Şunları söyler: ´O adam dünyada çirkin ve habis olan her sözü dinler, cinsî münasebetten (veya fâhiş konuşmaktan) zevk aldığı gibi, o sözlerden zevk alırdı´.75 (Diğer sınıflar zikredilmemiştir). Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´ye şöyle buyurmuştur: Ey Aişe! Eğer fâhiş konuşma bir insan olsaydı, muhakkak kötü bir insan olurdu.76 Fâhiş açıklama ve gevezelik, münafıklığın şubelerinden iki şubedir. İhtimaldir ki hadîs-i şerifte bahsi geçen açıklama´dan (beyan) gaye, açıklanması caiz olmayan birşeyi açıklamak ve izah etmekte mübalâğalı hareket etmektir. Çünkü tekellüf ve zorlamaya girmiş olur. Üçüncü bir ihtimal daha vardır ki o da şudur: Bu açıklama´dan gaye, dinî emirler ve ALLAH´ın sıfatlarındaki açıklamadır. Çünkü dinî emirler ve ALLAH´ın sıfatlarını mücmel bir şekilde halk tabakasına söylemek, mübalâğalı bir şekilde izahına girişmekten daha iyidir. Çünkü mübalâğalı bir şekilde izahlara girişmekten bazı zaman birtakım şüphe ve vesveseler doğar. Bu bakımdan bu emirler mücmel bir şekilde söylendiği zaman, kalpler vesveseye düşmeden onları kabul etmeye yanaşırlar. Fakat Hz. Peygamber, hadîs-i şerifteki açıklamayı, gevezelikle beraber zikrettiğine göre. oradaki açıklamadan insanoğlunun açıklamasından utandığı şeylerin açıklaması olması maksûd olsa gerektir. Çünkü insanoğlunun açıklamasından utandığı şeyleri kapalı ve onları üstün körü geçiştirmek fazlasıyla izah ve beyandan daha iyidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, fâhiş konuşan, fâhiş konuşmak için kendisini zorlayan ve çarşılarda bağıran bir kimseyi sevmez.77 Câbir b. Semûre78 şöyle demiştir: Ben Hz. Peygamberin yanında oturuyordum, babam da önümdeydi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Fâhiş konuşmanın ve karşılıklı fâhiş hareketlerde bulunmanın İslâm´da yeri yoktur. İnsanların İslâm yönünden en güzelleri, ahlâken en güzel olanlarıdır.79 İbrahim b. Meysere şöyle demiştir: ´Kıyamet gününde, fâhiş konuşup gevezelik yapan bir kişi, bir köpek suretinde veya bir köpeğin içinde getirilir (haşrolunur!)´ Ahmed b. Kays şöyle demiştir: ´Size hastalığın en şiddetlisinden haber vereyim mi? O hastalık dilin gevezeliği ve ahlâkın düşüklüğüdür! İşte bunlar, fâhiş konuşmanın ve hareket etmenin aleyhine vârid olan hükümlerdir. Fahiş konuşmanın tarifine ve hakikatine gelince, çirkin sayılan şeyleri açık ibarelerle söylemekten ibarettir. Bu ise, çoğu zaman cinsî ilişki ve onunla ilgili olan şeyleri ifade eden lâfızlarda cereyan eder. Çünkü fesâd ehlinin birtakım açık-saçık ve müstehcen terimleri vardır. Onları cinsî ilişkiden bahsederken kullanırlar. Salâh ehli ise, onlardan sakınır. O terimlerin ifade ettiğini kinaye yoluyla zikrederler. Onları ifade etme zarureti hasıl olduğunda işaretlerle onlara değinip, onlara yakın sözlerle ifade ederler. İbn Abbas der ki: ´Muhakkak ALLAH, hayâ sahibi ve kerîmdir. Affeder ve kinaye ile belirtir´. Lemis tabirini cima yerine kullanmıştır. Bu bakımdan Mesis, Lemis, Duhul ve Sohbet terimleri cinsî ilişkiden ibarettirler ve fâhiş terimler de değildirler. Fakat bu sahada fâhiş terimler mevcuttur. Onları söylemek çirkin kaçar. Onların çoğu küfretmekte ve ayıplamakta kullanılır. Bu terimlerin fâhişlik dereceleri ayrı ayrıdır. Bazıları bazısından daha fahiştir. Bunlar çoğu zaman memleketin âdetiyle de değişirler. Başlangıçları mekruh, sonları mahzurlu ve haramdır. Bu iki taraf arasında birtakım dereceler vardır ki onlarda tereddüt edilir. Bu sadece cinsî ilişkiye mahsus değildir. Hatta küçük ve büyük abdesti de kinaye yoluyla ifade etmek, açık ve seçik bir şekilde ifade etmekten daha güzeldir. Çünkü bunlar da gizlenen ve açık söylenmesinden utanılan şeylerdendir. Bu bakımdan böyle şeyleri açık ibarelerle söylememek daha uygundur. Çünkü açıkça söylemek fâhiş konuşmak demektir. Kadınlardan kinaye yoluyla bahsetmek, âdeten güzel sayılır. Bu bakımdan ´Benim karım şöyle dedi´ denilmemelidir. ´Odada veya perdenin arkasında şöyle denildi veya çocukların annesi şöyle dedi´ denilmelidir. Çünkü bu lâfızlarda incelik göstermek güzeldir. Buralarda açık konuşmak, fâhiş konuşmaya sevkeder. Kendisinde alaca hastalığı, kellik ve basur gibi birtakım zahirî ayıplar bulunan ve o ayıplardan utanan bir kimseye hitap etmek de böyledir. Bu bakımdan onun o ayıplarının açıkça söylenmesi uygun değildir. ´Şikayet ettiği hastalık´ ve benzeri tabirler kulanılmalıdır. Bu bakımdan bu hastalıkları açık ibarelerle belirtmek, fâhiş konuşmaya dahildir. Bütün bunlar dilin âfetlerindendir. Alâ b. Hârûn şöyle demiştir: "Ömer b. Abdulaziz konuşmasında çirkin kelimelerden çok saknırdı. Koltuğunun altında bir çıban çıktı. Ona gittik ´Yara nerende?´ diye sorduk. O da ´koltuğumun altında çıktı´ demeye utandığı için ´Elimin içinde çıktı´ dedi". İnsanı fâhiş konuşmaya teşvik eden iki sebep vardır. Ya muhataba eziyet vermek kastıdır veya alçak ve fâsık kimselerle beraber bulunmaktan elde edilen kötü alışkanlıktır, âdetleri küfürbazlık olan kimselerin arkadaşlığından gelen çirkin huydur. Bir bedevî Hz. Peygamber´e ´Bana nasihat et!´ deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Takvadan ayrılma! Eğer bir kişi sende olan bir kusurunla seni kınarsa, sen onu onda bulunan bir kusurla kınama! Bu takdirde onun günahı ona olur, ecri de senin olur. Sakın hiçbir şeye küfretme!80 Bu bedevî der ki: ´Ben, Hz. Peygamberin nasihatından sonra hiçbir şeye küfretmedim". İyad b. Himar81 Hz. Peygamber´e ´Benim kavmimden bir kişi, şeref bakımından benden eksik olduğu halde bana küfrederse, ben de ondan intikam alırsam bir zararım var mıdır?´ diye sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir: Sövüşen iki kişi, şeytan gibidir. Onlar köpek gibi hırlaşır, yalan söyler ve ayrılırlar.82 Mü´min bir kimseye sövmek fâsıklıktır. Mü´min bir kimseyi öldürmek küfürdür.83 Birbirine küfreden iki kişinin küfürlerinin mesuliyeti onlardan ilk başlayana aittir. Ta ki zâlimin dediklerinden fazlasını mazlum deyinceye kadar...84 Anne ve babasına küfreden bir kimse merundur! Kişinin anne ve babasına küfretmesi, büyük günahlarının en büyüğüdür! Ashâb ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kişi nasıl anne ve babasına küfreder?´ deyince, Hz. Peygamber ´Karşıdaki kişinin babasına küfreder. O da onun babasına küfreder. Dolayısıyla babasına küfretmiş olur!´ dedi.85 71)Nesâî 72)İbn Ebî Dünya 73)Tirmizî 74)İbn Ebî Dünya, Ebû Nuaym 75)İbn Ebî Dünya 76)Tirmizî, Hâkim 77)İbn Ebî Dünya 78)Câbir, Günâde´nin torunudur. Sa´d b. Ebî Vakkas´m kardeşidir. Kûfe´ye yerleşmiş, H. 76´da orada vefat atmiştir. 79)Ahmed, İbn Ebî Dünya 80)Ahmed? Taberânî 81)İbn Ebî Himar b. Naciye b. Akkal b. Muhammed b. Süfyan b. Meşâci´dir. Teym soyundandır ve ashab´dandır 82)Tayâlisî, Ebû Dâvûd 83)Müslim, Buhârî 84)Müslim 85)İmam Ahmed, Ebû Yala, Taberânî |
Lânetleme
Bu lânet -ister hayvana, ister nebata, ister insana olsun- kötüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ne ALLAH´ın lânetiyle, ne gazapla ve ne de cehennemle birbirinize lânet okumayınız.87 Huzeyfe b. Yeman şöyle demiştir: ´Birbirlerine lânet okuyan bir kavim, ALLAH´ın azabına müstehak olur!´ İmrân b. Husayn şöyle anlatıyor: ´Hz. Peygamber, bir seferde bulunuyordu. Devesinden âciz kalan Ensar´dan bir kadın, deveye lânet okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Devenin sırtında bulunan şeyleri alınız. Zira deve mel´undur.88 Râvî der ki: ´Sanki ben şimdi deveyi görüyor gibiyim. Deve halkın arasında yürüyor} hiç kimse ona dokunup yaklaşmıyordu´. Ebû Derdâ der ki: "Herhangi bir kimse, yere lânet okursa, yer ona: ´İkimizden hangisi ALLAH´a daha âsi ise, ALLAH ona lânet etsin!´ der". Hz. Âişe şöyle anlatır: "Hz. Peygamber, Ebubekir Sıddîk´ın bir kölesine lânet okuduğunu duyunca dönüp Ebubekir´e baktı ve şöyle dedi: Ey Ebubekir! Hem sıdk, hem lânet edicilik bir arada olur mu? Hayır! Kabe´nin rabbine yemin ederim ki olmaz!89 Hz. Peygamber bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti. Bunun üzerine Hz. Ebubekir o gün kölesini âzâd ederek Hz. Peygambere gelip ´Bir daha böyle yapmayacağım´ dedi". Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Lânet edenler, kıyamet gününde ne bir kimseye şefaat edebilirler ve ne de şahid olurlar.90 Enes şöyle anlatıyor: ´Adamın biri Hz. Peygamber ile beraber yürürken devesine lânet okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi: Ey ALLAH´ın kulu! Lânete uğramış bir devenin sırtında olduğun halde bizimle beraber yürüme!91 Hz. Peygamber, bu sözünü adamın yaptığının hoşuna gitmediğini belirtmek için söyledi. Lânet, kovmak ve ALLAH´tan uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu ise, ancak ALLAH´tan uzaklaştırılmayı hak eden bir kimse hakkında caizdir. ALLAH´tan uzaklaştırılmayı gerektiren sıfatlar da küfür ve zulümdür. Mesela şöyle demelidir: ´ALLAH´ın laneti zâlim ve kâfirlerin üzerine olsun!´ Böyle dediği zaman da Kur´ân ve hadîste vârid olan lâfızları kullanmak uygundur. Çünkü lânet okumakta tehlike vardır; zira lânet ´ALLAH mel´unu uzaklaştırmıştır´ şeklinde ALLAH adına hükmetmek demektir. Bu ise gaybdır. ALLAH´tan başka gaybı bilen yoktur. Hz. Peygamber (s.a) bile ancak ALLAH kendisini gayba muttali ederse bilir. Laneti gerektiren sıfatlar üçtür: 1.Küfür 2.Bid´at 3.Fısk Bu sıfatların her birinde lanetin üç mertebesi vardır: Birinci mertebe, umumî bir vasıftan dolayı lânet etmektir. ´ALLAH´ın laneti, kâfirlerin, bid´atçıların ve fâsıklarm üzerine olsun´ denmesi gibi... İkinci mertebe, daha hususî vasıflarla lânet etmektir. ´ALLAH´ın laneti, yahudiler, hristiyanlar, mecusiler, kaderîler, hâriciler, râfıziler veya zinacılar, zâlimler ve ribacılar üzerine olsun´ denmesi gibi... Bütün bunlar caizdir. Fakat bid´atçıların vasıflarmdaki lanette tehlike vardır. Çünkü bid´atın bilinmesi gayet çapraşıktır. Onun hakkında peygamberden nakledilen bir lâfız vârid olmamıştır. Bu bakımdan bu kısım lanetten avamın çekinmesi uygun olur. Çünkü böyle bir lânet okuyuş, benzeri ile muâraze etmeyi teşvik eder. Böylece halk arasında münakaşa kopar, fesâd doğar! Üçüncü mertebe, belli bir şahsa lânet okumaktır. Bu tür lânet okumada tehlike vardır. Mesela ´ALLAH´ın laneti Zeyd´in üzerine olsun! O kâfirdir veya fâsık veya bid´atçı dır´ demek gibi... Bu husustaki tafsilat şudur: Şer´an lânet etmenin caiz olduğu insana lânet okumak caizdir. ´ALLAH, Firavun´a ve Ebû Cehil´e lânet etsin´ demek gibi... Çünkü bu kimseler küfür üzerinde ölmüşler ve bu durum şer´an da bilinmektedir. Bizim zamanımızda belli bir şahsa lânet okumaya gelince -mesela ´ALLAH, Zeyd´e lânet etsin! O yahudidir´ demek gibi- bu sözde tehlike vardır. Çünkü Zeyd´in yahudilikten dönüp müslüman olma ve ALLAH nezdinde müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel´un olduğuna nasıl hükmedilebilir? Eğer ´Zeyd hâl-i hazırda kâfir olduğundan dolayı ona lânet okunuyor. Nitekim müslüman bir kimse hâl-i hazırda, müslüman olduğundan dolayı ´ALLAH ona rahmet etsin´ denildiği gibi...´ dersen, -her ne kadar bu müslümanın maazALLAH sonunda dininden dönmesi tasavvur edilebilirse de- bil ki bizim ´ALLAH ona rahmet etsin!´ sözümüzün mânâsı: ´Rahmetin sebebi olan İslâm dini üzere ALLAH onu sabit kılsın, ALLAH onu ibadet üzerine daim eylesin´ demektir. Fakat ´ALLAH kâfiri, lanetin sebebi olan küfür üzerinde sabit kılsın´ demek mümkün değildir. Çünkü böyle demek -ALLAH korusun- küfrü istemektir. Küfrü istemek de haddi zatında küfürdür. Caiz olanı şöyle demektir: ´Eğer o küfür üzerine ölmüşse, ALLAH ona lânet etsin, Eğer İslâm üzere ölmüşse lânet etmesin´. Bu ise gaybdır ve bilinmemektedir. Kayıtsız şartsız lânet okuyan bir kimse ise, küfür veya İslâm arasında bulunuyordur. Bu bakımdan mutlak lânet okumakta tehlike vardır. Fakat kâfir için olsa bile laneti terketmekte hiçbir tehlike yoktur. Madem ki kâfir hakkında bu kaideyi öğrendin, o halde fâsık veya bid´atçı olan Zeyd hakkında böyle olması daha evlâdır. Bu bakımdan belli şahıslara lânet okumakta büyük tehlike vardır. Çünkü belli şahısların durumu durmadan değişmektedir. Ancak sonunda lânete layık olacağı Hz. Peygambere bildirilen şahıs olursa durum değişir. Çünkü küfür üzere öleceği bilinen bir kimse için lânet okumak caizdir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber birtakım kimseleri lânetlemiştir; zira Hz. Peygamber, Kureyş için yaptığı bedduada şöyle diyordu: Ey ALLAHım! Hişam´ın oğlu Ebû Cehil ve Rabia´nın oğlu Utbe´yi pençe-i kahrınla yakala!.. Hz. Peygamber, bir cemaatin ismini zikretti ki onların tamamı Bedir savaşında küfür üzere öldürüldüler. Hatta Hz. Peygamber âkibeti bilinmeyen bir kimseye de lânet ediyordu. Sonra bu tür lânet etmek ALLAH tarafından menedildi; zira rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber Maune kuyusunda öğretmen olarak gönderilen ashâb-ı kiramı öldüren kimselere bir ay boyunca (sabah namazının ikinci rek´atinin rükûundan sonra okuduğu) kunut duasında lânet okurdu.93 Bunun üzerine ALLAH Teâlâ´nm şu ayeti nâzil oldu: Senin elinde birşey yoktur. ALLAH ya onların tevbesini kabul edip onları affeder veya zâlim oldukları için onlara azabeder. Yani ´Onlar belki müslüman olurlar. Onların melun olduklarını nereden biliyorsun?´ Küfür üzerinde öldüğü bizce bilinen bir kimseye de lânet okumak caizdir. Fakat müslüman bir yakınma eziyet vermemek şartıyla. Eğer bir müslüman akrabası rahatsız oluyorsa caiz olmaz. Nitekim rivayet ediliyor ki; Hz. Peygamber (s.a) Tâife giderken bir kabrin yanından geçti ve kime ait olduğunu Ebubekir Sıddîk´tan sordu. Ebubekir ´Bu kabir, ALLAH´a ve Hz. Peygambere âsi olan Said b. Âs´ın kabridir´ dedi. Bu söz üzerine Amr b. Said öfkelendi ve şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu, öyle bir kişinin kabridir ki Ebû Kuhâfe´den (Ebubekir´in pederi) daha fazla düşman kellesi vurdu ve misafirlere daha fazla yemek yedirdi´. Bunun üzerine Ebubekir ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu adam bana karşı bunu nasıl söyler?´ dedi. Hz. Peygamber (s.a), Amr´a hitaben şöyle dedi: ´Ebubekir´e karşı dilini tut!´ Amr uzaklaştıktan sonra Hz. Peygamber, Ebubekir´e yönelerek şöyle dedi: Ey Ebubekir! Kâfirlerden bahsettiğiniz zaman umumî bir şekilde bahsediniz. Çünkü isim zikrettiğiniz zaman evlâtlar babaları için kızarlar.95 Bunun üzerine halk, artık hususî bir şekilde kâfirleri zikretmekten menolundu. Nuayman96 şarap içti ve birkaç defa Hz. Peygamber´in huzurunda cezalandırıldı. Bunun üzerine ashabdan biri ´ALLAH ona lânet etsin! Ne çok içiyor´ dedi. Bu sözü işiten Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey kişi! Kardeşinin aleyhinde şeytana yardımcı olma! Başka bir rivayet şöyledir: Böyle söyleme! Çünkü Nuayman, ALLAH´ı ve Peygamber´i sever.97 İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber lânet okuyanı, lanetten menetmiştir. Hz. Peygamberin bu yasağı belli bir fâsığa dahi lânet okumanın caiz olmadığına delâlet eder. Kısacası belli şahıslara lânet okumakta tehlike vardır. Bundan her mü´min sakınmalıdır. İblis´e dahi lânet okumasa, okumayan için hiçbir tehlike yoktur. Artık İblis´ten başkasına lânet okumanın keyfiyeti düşünülsün!... Soru: Yezid´e lânet okumak caiz midir? Çünkü o Hz. Hüseyin´in katilidir veya Hz. Hüseyin´in öldürülmesini emretmiştir.98 Cevap: Yezid´in Hz. Hüseyin´i öldürmesi veya öldürülmesini emrettiği sabit değildir. Bu bakımdan böyle yaptığı sabit olmadıkça ´Yezid, Hz. Hüseyin´i öldürdü´ veya ´Onun öldürülmesini emretti´ demek bile caiz değildir. Acaba böyle demek caiz değilse ona lânet okumak nasıl caiz olur? Çünkü müslüman bir kimseyi tahkik ve tedkiksiz büyük bir günaha nisbet etmek caiz değildir. Evet ´İbn Mülcem Hz. Ali´yi, Ebû Lu´lu Hz. Ömer´i öldürdü´ demek caizdir. Çünkü bu olaylar tevatür yoluyla sabit olmuştur. Bu bakımdan hiçbir müslümana fısk veya küfür sıfatını, tahkik ve tedkik etmeksizin yakıştırmak caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kimse kimseyi ne küfürle ne de fıskla suçlamasın! Çünkü o kişi, suçlayanın dediği gibi değilse, o suç suçlayana döner.99 Bir kişi, başka bir kişinin küfrüne şahidlik ederse, muhakkak onlardan biri o küfrü alır. Eğer ´kâfirdir´ dediği kişi hakîkaten dediği gibi ise, bu hüküm doğrudur. Eğer kâfir değilse, başkasını tekfir ettiğinden dolayı kendisi kâfir olur!100 Bu hadîs-i şerifin mânâsı şudur: Karşıdaki insanın müslüman olduğunu bildiği halde onu tekfir ederse kâfir olur. Eğer bir bid´atten veya başka bir şeyden dolayı onun kâfir olduğunu zannederse ve ona kâfir derse (haddi zatında o da kâfir değilse) bu sefer böyle diyen kâfir değil, yanılmış olur. Muaz der ki: Hz. Peygamber bana şöyle dedi: Ey Muaz! Bir müslümana küfretmekten veya âdil bir imama (devlet başkanına) isyandan seni menediyorum.101 Ölülere lânet okumak daha da şiddetlidir. Mesrûk der ki: Hz. Aişe´nin huzuruna girdim. Aişe validemiz ´Filân adam ne yapıyor? ALLAH ona lânet etsin!´ dedi. Cevap olarak ona ´O öldü!´ deyince, bu sefer Aişe validemiz ´ALLAH ona rahmet etsin!´ dedi. Ben ´Bu nasıl oluyor? (Bir lânet okuyorsun, bir rahmet)´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: Sakın ölülere küfretmeyin. Çünkü onlar daha önce ALLAH´ın huzuruna gönderdikleri amellerinin üzerine gitmişlerdir.102 Hz. Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: Ölülere sövmeyin! Çünkü siz bu sövmekle dirileri üzmüş olursunuz.103 Ey insanlar! Ashabım, arkadaşlarım ve dünürlerim hakkında beni koruyup gözetiniz. Onlara sövmeyiniz. Ey insanlar! Kişi öldüğü zaman onun hayırlı taraflarını anınız.104 Soru: Acaba ´Hz. Hüseyin´in katiline ALLAH lânet etsin!´ veya ´Onu öldürmeyi emredene ALLAH lânet etsin!´ demek caiz midir? Cevap: Doğrusu şöyle demektir: ´Hz. Hüseyin´in katili; eğer tevbe etmeden ölmüş ise, ALLAH ona lânet etsin´. Çünkü Hz. Hüseyin´in katilinin tevbe ettikten sonra ölmüş olma ihtimali vardır; zira Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza´nm katili Vahşî, onu öldürürken kâfirdi. Sonra gelip yaptıklarından ve küfründen tevbe etti. Bu bakımdan bir müslümanı öldürmek büyük bir günahtır. Bu günah küfür mertebesine varmaz. Bu bakımdan kişi, Hz. Hüseyin´in katiline ´eğer tevbe etmemişse´ şeklinde değil de mutlak bir şekilde lânet okursa, bu okuyuşta tehlike vardır. Fakat Hz. Hüseyin´in katiline lânet okumazsa hiçbir tehlike yoktur. O halde susmak daha evlâdır. Biz bu hususları halkın lânet hususundaki gevşekliğinden ve dilini başıboş bırakmasından dolayı belirttik. Mü´min bir kimse çok lânet okuyan bir kimse olamaz. Bu yüzden lânet, ancak küfür üzerine ölen kimseler hakkında veya vasıflarıyla bilinenler hakkında kullanılmalı... Belli şahıslar hakkında değil! Bu bakımdan belli şahıslara lânet etmek yerine ALLAH´ı anmak daha iyidir. Eğer bu da yoksa, susmakta selâmet ve kurtuluş vardır. Mekkî b, İbrahim şöyle anlatıyor: "Biz, İbn Avn´ın yanında oturuyorduk. Bu arada Bilâl b. Ebi Burde´den105 bahsettiler ve kendisine lânet okudular. Aleyhinde atıp tuttular. İbn Avn da susmuştu. Dediler ki: ´Ey İbn Avn! Biz ancak Bilâl´in sana yapmış olduğu zulümden dolayı aleyhinde konuşuyoruz! (Sen niçin sükût ediyorsun?)´ İbn Avn cevap olarak dedi ki: "Bu iki kelime kıyamet gününde benim amel defterimden çıkacaktır: 1.Lâ ilâhe illâllah. 2.ALLAH filan adama lânet etsin! Bu bakımdan benim sahifemden ´Lâ ilâhe illâllah´ın çıkması ´ALLAH filâna lânet etsin5 sözünün çıkmasından daha iyidir". Bir zat Hz. Peygambere dedi ki: ´Bana nasihatta bulun!´ Hz. Peygamber şöyle dedi: Sana lânetçi olmamanı tavsiye ederim.106 İbn Ömer şöyle demiştir: ´ALLAH nezdinde insanların en sevimsizi, halka ta´neden ve lânet okuyanlardır´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Müslümana yapılan lânet, onu öldürme ile eşittir!´ Hammad b. Zeyd, bu sözü rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: "Ben ´bu söz hadîs-i merfu´dur´ demekten zerre kadar çekinmem". Ebû Katâde´den şöyle söylediği rivayet ediliyor: Geçmiş zamanda şöyle deniliyordu: ´Bir mü´mine lânet okuyan onu öldürmüş gibidir´. Bu söz aynı zamanda Hz. Peygambere isnâd edilen merfû bir hadîs olarak da nakledilmiştir.107 Bir insanın aleyhinde beddua etmek de mesuliyet bakımından lânete yakındır. Hatta zâlimin aleyhinde beddua etmek bile böyledir. İnsanın meselâ ´ALLAH ona sıhhat vermesin, ´ALLAH ona selâmet vermesin´ demesi ve benzeri sözler gibi... Çünkü böyle söylemek kötüdür. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur: Mazlum bir kimse muhakkak zâlimin zulmüne karşılık verecek kadar beddua eder. Sonra kıyamet gününde zâlimin hakkı onun yanında fazla bile kalır!108 86)Tirmizî 87)Tirmizî, Ebû Dâvûd 88)Müslim 89)İbn Ebî Dünya 90)Müslim 91)İbn Ebî Dünya 92)Müslim 93)Buhârî ve Müslim 94)Hz. Peygamber BVr-i Matine de otuz kadar sahâbîyi öldürenlere, sabah ları bedduada bulunuyordu. Buhârî ve Müslim´in diğer bir rivayetinde bir ay devamlı Ra´l ve Zekvan kabilelerine beddua ettiği kayıtlıdır. Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre´den şöyle rivayet etmişlerdir: Sabah namazında oku duktan scnra tekbir getirir, başım kaldırır ve şöyle derdi: ´Ey ALLAHım Lâhyan vc RaTa lanet et´. Sonra Alu İmrân sûresinin 128. ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber lânet etmeyi terketmiştir. {İthaf us-Saade, VII/486) İbn Abdilberr 98)Yezid´in Hz. Hüseyin´i bizzat öldürmediği açıkça ortadadır. Fakat öldü rülmesini emredip etmediğinde ihtilâf vardır. 99)Buhârî, Müslim 100)Deylemî 101)Ebû Nuaym 102)Buhârî 103)Tirmizî 104)Deylemî 105)Bilâl, Ebû Bürde´nin, o da Ebû Musa el-Eş´ârî´nin oğludur. Künyesi Ebû Amr olan bu zat, Basra´nın hem emîri, hem de kadısı idi. Uzun zaman vali lik yapmıştır. 106)İmam Ahmed, Taberânî 107)Müslim, Buhârî |
Teganni Etmek ve Şiir Okumak
Biz Sema kitabında teganninin helâl ve haram kısımlarını belirtmiştik. Bu bakımdan ikinci bir defa tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Şiir´e gelince, o bir konuşmadır. Güzeli güzel, çirkini çirkindir. Ancak kendini sadece şiire vermek kötüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Yemin ederim ki birinizin içi irin ile dolarsa, bu durum içinin şiirle dolmasından daha hayırlıdır.109 Mesruk´a şiir hakkında soruldu. Mesruk bu suali çirkin gördü. Kendisine ´Neden bunu çirkin gördün?´ denildiği zaman şu cevabı verdi: ´Ben, amel defterimde şiir bulunmasını istemiyorum´. Seleften birisine şiirden birşey soruldu. Sorana ´Onun yerine ALLAH´ın zikrini koy! Çünkü ALLAH´ın zikri şiirden daha hayırlıdır´ dedi. Kısacası şiir inşad etmek (okumak) ve temelinden inşâ etmek haram değildir, eğer içinde müstehcen bir söz yoksa... Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Muhakkak şiirin bir kısmı hikmettir´.110 Evet! Şiirin maksadı övmek, kötülemek ve kadınların vasıflarından bahsetmektir. Bazen buna yalan da katılır. Hz. Peygamber (s.a) Ensa´dan Hasan b. Sahife kâfirlere şiirleriyle taarruz etmesini emir buyurmuştur. Şairin medh u senada ileri gitmesi her ne kadar yalansa da haramlık bakımından yalan sınıfına girmez. Nitekim şair el-Mütenebbî şöyle demiştir: Eğer onun elinde ruhundan başka birşey yoksa, ruhunu vermek suretiyle cömertlik yapar. Bu nedenle ondan isleyen bir kimse ALLAH´tan korksun! İşte şairin bu sözü, cömertliğin son zirvesini vasfetmekten ibarettir. Eğer şairin övdüğü kişi cömert değilse şair yalancıdır. Eğer cömertse, mübalağa etmek şiir sanatındandır. Şairin buna inanması gerekmez. Hz. Peygamber´in huzurunda birçok beyitler inşâd edilmiştir. Eğer onlar tedkik edilirse, onlarda da bunun benzeri şeyler bulunur. Oysa Hz. Peygamber onu söyleyen şairi menetmemiştir.111 Hz Aişe şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber ayakkabılarını tamir ediyordu. Ben de yün eğiriyordum. Hz. Peygamber´in alnının terlemeye başladığını gördüm. Bu ter nûra dönüşüyordu. Bu durum karşısında dilim tutuldu ve şaşkın şaşkın baktım. Bu durumumu gören Hz. Peygamber ´Neden hayrete düştün?´ dedi. Cevap olarak dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Resulü! Alnından ter akmaya başladı. Sonra o terin nûra dönüştüğünü gördüm. Eğer Ebu Kebir el-HuzeJî´ (meşhur bir şairdir) seni görseydi senin onun şiirine konu olmaya herkesten daha lâyık olduğunu anlardı´. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Âişe! Ebu Kebir el-Huzelî şiirinde ne diyor?´ ´O şiirinde şöyle diyor dedim: Övdüğüm insan hayz kanının kalıntılarından, emziren kadının çirkin durumundan ve miğyel hastalığından uzaktır.112 Onun yüzünün hatlarına baktığın zaman o hatlar su serpen bulutun berraklığı gibi parlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) elindekini bıraktı ve benim yanıma gelip sevincinden iki gözümün ortasından öptü ve şöyle dedi: Ey Âişe! ALLAH sana hayrı mükâfat olarak versin. Benim senden aldığım sevinç gibi (kadar), sen benden sevinç almış değilsin.113 Hz. Peygamber, Huneyn savaşında ganimeti taksim ederken Abbas b. Murdas´a dört deve verdi. ´´Abbas bunları az görüp bir şiirinde bu durumdan şikayet etti ve o şiirin sonunda şunlar vardır: Benim ve atım Ubeyd´in aldığı ganimeti, Uyeyne ve Akrâ arasında taksim mi ediyorsun? Bedir ve Habis114 hiçbir toplantıda Mirdas´a efendilik yapmamışlardır. Ben onlardan herhangi bir kişinin altında değilim. Bugün mertebesi düşürülen bir insan artık hiçbir zaman yükselemez. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Bunun dilini benden kesiniz. Bu emir üzerine Ebubekir (r.a), Abbas´ı götürüp istediği yüz deveyi kendisine verdi. Sonra Hz. Peygamberin huzuruna herkesten daha fazla Hz. Peygamber´den razı olarak döndü. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine ´Benim aleyhimde şiir mi söylüyorsun?´ dedi. Abbas bu tenkide karşı Hz. Peygamber den özür dileyerek şöyle dedi: ´Annem ve babam cana fedâ olsun! Karıncaların üremesi gibi dilimin üzerinde şiirin yürüdüğünü hissediyorum. Sonra karıncaların ısırdığı gibi beni ısırıyor. Bu bakımdan şiir söylemekten kendimi alamıyorum´. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurdu: Deve, inlemeyi veya bağırmayı bırakmadıkça Arap da şiiri bırakmaz.115 108)Tirmizî, (Hz. Âişe´den bir benzerini) 109)Müslim 110)İlim bölümünde geçmi 111) Meselâ Kn´b b. Zübeyr Mekke´nin fethinden sonra Hz, Peygamber´in hu-zuruna gelip müslüman olduğu zaman meşhur ´Bânet Suadû´ kasidesini inşa ederek irticalen okumuştur. O kasidede teşbih ve mübalâğa fazla olmasına rağmen Hz. Peygamber onu susturmamış ve sonunda hırkasını çıkarıp Ka´b´a vermiştir. 112)Miğyel hastalığı, cahiliyye devrinde emzikli kadının kocasıyla yatması halinde sütünün bozulacağı ve çocuğun hasta olacağı inancıyla ilgilidir. 113)Beyhakî 114)Bedir ve Habis, Uyeyne ile Akra´nın babalarıdır. Mirdas da şairin ba-basıdır. |
Şaka Yapmak
Mizahın esası kötüdür. İstisna edilen az bir miktarı hariç yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kardeşine karşı mirâ´ya. (cedele) girişme! Onunla şaka yapma!116 Soru: Mirâ (cedel), arkadaşın yalanlaması veya cahillikle itham edilmesi olduğu için mirâda arkadaşa eziyet vermek vardır. Fakat şakalaşmaya gelince, o (bilindiği gibi) lâtife yapmak, sevindirmek ve kalbi hoşnut etmektir. Öyleyse neden yasaklanmıştır? Cevap: Yasaklanan, ancak şakada ifrata kaçmak veya daimî bir şekilde şakalaşmaktır. Daimî bir şekilde şakalaşmanın yasaklanmasına gelince, böyle yapmak, oyunla meşgul olmak ve fuzulî hareketlerle vakit geçirmek demektir. Evet! Oynamak mübahtır. Fakat daimî şekilde şakalaşmak ve oynamak kötüdür. Oynamakta ifrat etmeye gelince, böyle yapmak, fazla gülmeyi, fazla gülmek de kalbi öldürür ve bazı hallerde de kin gütmeye sebep olur. Böylece hürmet ve vakar ortadan kalkar. Bu bakımdan bu gibi hareketlerden uzak olan şaka kötülenemez. Nitekim Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir: Muhakkak ben (de) şaka yaparım. Fakat haktan başkasını söylemem.117 Ancak şaka yapıp haktan başkasını söylememeye, Hz. Peygamber´in benzerleri güç yetirebilirler. Diğerleri ise mizah kapısını açtığı zaman, nasıl mümkün ise o yoldan halkı güldürmeye çaba sarfeder. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kişi, yanında oturan arkadaşlarını güldürmek için bazen bir söz söyler. O söz yüzünden Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden ateşin içerisine yuvarlanır.118 Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Gülmesi çok olanın heybeti azalır. Mizah yapan kıymetini kaybeder. Kim birşeyi fazla yaparsa onunla tanınır. Konuşması fazla olanın hatası çoğalır. Hatası çok olanın hayası azalır. Hayası azalanın takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür´. Bir de gülmek, ahiretten gafil bulunmaya delâlet eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak çok ağlar, az gülerdiniz.119 Biri kardeşinin (güldüğünü görünce) şöyle sordu: -Ey kardeşim! Cehenneme varacağın, Kur´an´da sana haber verildi mi? İçinizden hiçbir kimse istisna edilmemek üzere mutlaka cehenneme varacaktır. Bu, ALLAH Teâlâ´nın katında kesinleşmiş bir hükümdür.(Meryem/71) -Evet, haber verildi. -Senin ateşten çıkacağına dair sana herhangi bir haber geldi mi? -Hayır, gelmedi. -O halde neden gülüyorsun? Deniliyor ki: Bu adamcağızın ölünceye kadar güldüğü görülmedi. Yusuf b. Esbat şöyle dedi: ´Hasan Basrî otuz sene gülmedi´. Denildi ki: ´Ata es-Sülemî kırk sene gülmedi´. Vuheyb el-Verd Ramazan Bayramı´nda gülüşen bir grup insana bakarak şöyle dedi: ´Eğer bunlar Ramazan´da affolunmuşlarsa, bu yaptıkları şükredenlerin fiili değildir. Eğer bu mübarek ayda af olunmamışlarsa, bu yaptıkları korkanların yaptığı değildir!´ Abdullah b. Ebî Ya´la şöyle demiştir: ´Sen güler misin? Oysa bugün kefenin, bezcinin tezgâhından çıkmıştır´. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´Kim güldüğü halde bir günah işlerse, cehenneme ağladığı halde girecektir´. Muhammed b. Vası şöyle demiştir: "Sen cennette ağlar bir insanı görürsen onun bu durumuna şaşmaz mısın?" Cevap olarak ´evet´ denildi. Devamla şunları söyledi: "İşte sonunun nereye varacağını bilmediği halde gülen bir kimsenin durumu bundan daha şaşırtıcıdır". İşte buraya kadar söylediklerimiz gülmenin âfetleridir. Gülmenin kötü olan kısmı insanın birçok vaktini alan gülmektir. Gülmenin iyi kısmı dişler görünecek derece de tebessüm etmektir. Nitekim Hz. Peygamberin gülmesi böyle idi. Muaviye´nin azadlısı Kasım şöyle anlatır: Bir bedevî Hz. Peygamber´e ürkek bir devenin sırtında olduğu halde gelip selâm verdi. Hz. Peygamber´e birşey sormak için yaklaşmak istediğinde deve ürkerek kaçtı. Bu manzara karşısında ashâb-ı kirâm güldüler. Deve ise bu huysuzluğunu birkaç defa tekrarladı. Sonra adamcağızı düşürüp ölümüne sebebiyet verdi, ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! O göçebe devesinin sırtından düşüp öldü´ dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Evet (o öldü, fakat) sizin de ağızlarınız onun kanıyla dopdolu olduğu halde!120 Mizahın vakarı düşürdüğü hususuna gelince, Hz. Ömer (r.a) bu hususta şöyle demiştir: ´Mizah yapan bir kimse hafif görülür´. Muhammed b. Münkedir der ki: "Annem bana ´Ey oğul! Çocuklarla şakalaşma ki onların yanında kıymetin düşmesin´ dedi´´. Said b. el-As, oğluna şöyle dedi: ´Şerefli bir kimse ile alay etme. Çünkü böyle yaptığın takdirde o senden nefret eder. Rezil bir kimse ile de şakalaşma; zira onunla şakalaştığın takdirde sana karşı cüretkâr olur´. Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: ´ALLAH´tan korkun, ve mizah yapmaktan kaçının. Mizah kin gütmeye ve kötülüğe sürükler! Kur´an ile konuşun ve Kur´an´ın gölgesinde oturun. Eğer Kur´an size ağır gelirse o zaman erkeklerin konuşmasından güzel bir konuşma yapın´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Mizaha neden mizah denildiğini bilir misiniz?´ ´Hayır, bilmeyiz!´ dediler. Hz. Ömer ´Çünkü o (mizah) sahibini haktan kaydırır. Onun için ona kaydırmak mânâsına gelen ´mizah´ kelimesi ad olarak verilmiştir´. Denildi ki: ´Herşeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da mizah yapmaktır´. Deniliyor ki: ´Mizah, yasağı ortadan kaldırır ve dostları ayırır´. İtiraz: Mizah yapmak hem Hz. Peygamber´den, hem de ashab-ı kirâmdan nakledilmiştir. O halde nasıl olur da mizah yasak olabilir? Cevap: Eğer Hz. Peygamber´in ve ashâbının yaptığına gücün yetiyorsa, yani mizah yaparken haktan başkasını söylemiyorsan, hiçbir kalbi kırıp üzmüyorsan, mizahta ifrat etmiyorsan, arada sırada yapıyorsan o zaman sen de mizah yapabilirsin. Mizahı sanat edinerek devam edip ifrat derecede şakalaşmaya dalan bir kimseye gelince, böyle bir kimse Hz. Peygamberin fiilini kendisine delil edinirse yanılmış olur. Çünkü bir kimsenin misâli, bütün gün kıbtîlerle gezip onların oyunlarını seyreden, sonra bu yaptığının mübah olduğuna, seyretme izninin verilmesini delil getiren bir kimsenin durumuna benzer. Bu çeşit delil getirmek yanlıştır. Çünkü küçük günahlardan bir kısmı vardır ki onlara devam edilir ve ısrar ile yapılırsa onlar büyük günaha dönüşürler. Bir kısım mübahlar da vardır ki onlara devam edildiği için küçük günahlara dönerler. O halde bu durumdan gafil olmak uygun değildir! Ebu Hüreyre (r.a) rivayet eder ki ashab-ı kirâm ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen de mi şaka yapıyorsun?´ dedikleri zaman Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ben her ne kadar sizinle şakalaşırsam da haktan başkasını söylemem.121 Ata der ki: Adamın biri İbn Abbas´a şöyle sordu: ´Hz. Peygamber şaka yapar mıydı?´ İbn Abbas ´Evet, yapardı´ dedi. Adam ´Acaba Hz. Peygamberin mizahı nasıldı?´ diye sordu. İbn Abbas da şöyle cevap verdi: Hz. Peygamber bir gün zevcelerinden birisine geniş bir elbise giydirerek ona şöyle dedi: Bu elbiseyi giy, ALLAH´a hamdet! Gelinlerin gelinliklerinin eteğini yerlerde sürüdükleri gibi eteğini yerlerde sürü!122 Enes (r.a) der ki: ´Hz. Peygamber hanımlarıyla beraber olduğu zaman, insanların en sevimlisi ve en şakacısıydı´. Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber pek fazla tebessüm ederdi.123 Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: Bir ihtiyar kadın Hz. Peygamber´e geldi. Hz. Peygamber ona ´İhtiyar kadınlar cennete giremezler´ dedi. Bu söz üzerine kadıncağız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hz. Peygamber, kadına ´´Sen (merak etme) o gün ihtiyar olmayacaksın. Çünkü ALLAH Teâlâ ´Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşâ etmişiz. Onları bâkireler yapmışızdır. Hep, yaşıt sevgililer; sağın adamları için kızlar, kocalarına aşık yaşıtlar yaptık´ buyurmuştur". (Vâkıa/35-38) Zeyd b. Eslem der ki: Ümmü Eymen adlı bir hanım Hz. Peygamber´e geldi ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kocam sizi dâvet ediyor´. Hz. Peygamber şöyle sordu: -Kocan kimdir? Yoksa o gözünde beyazlık olan mıdır? -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Yemin olsun, kocamın gözünde beyazlık yoktur. -Evet, evet! Onun gözünde beyazlık vardır! Hiç bir insan yoktur ki gözünde beyazlık olmasın! Hz. Peygamber, bu sözüyle insanoğlunun gözbebeğini kapsayan beyazlığı kastediyordu. Başka bir hanım daha geldi ve dedi ki: -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Beni bir deveye bindir (bana bir deve ikram et). -Hayır! Seni deveye değil de yavrusuna bindireceğim. -Ben devenin yavrusunu ne yapayım? O beni taşıyamaz ki! -Ey kadın! Hiçbir deve yoktur ki başka bir devenin yavrusu olmasın!125 Hz. Peygamber bu sözüyle şaka yapmıştır. Enes der ki: Ebu Talha´nın bir oğlu vardı. Adı Ebu Umeyr idi. Hz. Peygamber onların evine geldiğinde çocukla şöyle şakalaşıyordu: Ey Ebu Umeyr! Nuğay (Kuş yavrusu) ne yaptı (ne oldu?)126 Hz. Peygamber bu sözüyle Ebu Umeyr´in oynadığı bir kuş yavrusunu kastediyordu. Hz. Âişe şöyle anlatıyor: ´´Bedir savaşma Hz. Peygamber ile beraber gittim. Bana dedi ki: Gel seninle yarışalım! Bunun üzerine ben elbisemi belime sıkı bir şekilde bağladım. Sonra bir çizgi çizdik. Onun üzerinde durduk ve yarıştık. O beni geçti ve şöyle dedi: İşte bu geçişim senin Zülmecaz´daki geçişine karşılık olsun´.127 Zülmecaz´daki hâdise şöyle cereyan etti: "Biz oradayken Hz. Peygamber birgün bize geldi. Ben o zaman daha gencecik bir kızdım. Babam beni birşey için göndermişti. Hz. Peygamber ´onu bana ver´ dedi, Ben vermedim ve Hz. Peygamber´den koşarak uzaklaştım. Hz. Peygamber beni tutmak için arkamdan koştuysa da bana yetişemedi´´. Yine Hz. Âişe şöyle anlatıyor: ´´Hz. Peygamber benimle yarıştı ve kendisini geçtim. Daha sonra kilo aldığımda tekrar benimle yarıştı ve bu sefer beni geçerek şöyle dedi: İşte bu (günkü galibiyet), o (günkü mağlûbiyet) in yerine olsun".128 Yine Aişe validemiz şöyle anlatıyor: "Hz. Peygamber ile zevcesi Zem´a´nın kızı Sevde hücremde bulunuyorlardı. Harire (bulamaç aşı) denilen yemeği yapıp takdim ettim. Sevde´ye ´ye!´ dedim. Sevde (r.a) ´Bu yemeği sevmiyorum, yemem!´ dedi. Ben ´Yemin ederim ya yiyeceksin veya yüzüne süreceğim´ diye ısrar ettim. İmkânı yok, yiyemem´ deyince, ben elimle tabaktan birşey aldım ve Sevde´nin yüzünü onunla sıvadım. Hz. Peygamber, Sevde benden intikamını alsın diye mübarek dizlerini alçalttı. Bu sefer Sevde tabaktaki bulamaç aşından biraz aldı ve yüzüme sürdü. Hz. Peygamber ise bu manzara karşısında tebessüm ediyordu".129 Rivayet ediliyor ki Dahhak b. Süfyan el-Kilâbî (r.a) çirkin yüzlü, kısa boylu bir zattı. Hz. Peygamber´e biat ettiği zaman Hz. Peygambere ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim yanımda iki hanımım vardır. Bu kızdan daha güzeldirler. -Bu sözü, örtünmeyi emreden âyet nâzil olmadan önce söyledi- Senin için onların birisini boşayayım da onunla evlen´ dedi. Aişe validemiz de orada oturmuş dinliyordu. (Kızarak) şöyle dedi: ´O kadın mı daha güzel, sen mi?´ Dahhak (r.a) ´Ben ondan daha güzel ve şerefliyimdir´ cevabını verdi. Hz. Peygamber, Hz. Aişe´nin sorusuna güldü. Çünkü o zat çirkin yüzlüydü".130 Alkame, Ebu Seleme´den şöyle rivayet ediyor: ´´Hz. Peygamber dilini çıkararak Hz. Ali´nin oğlu Hasana gösterirdi. Çocuk onun mübarek dilini görünce sevinir ve ona doğru koşardı. Uyeyne b. el-Fezârî131 ´ALLAH´a yemin ederim ki evlenmiş ve sakalı bitmiş oğlum vardır. Bugüne kadar kendisini öpmüş değilim´ dedi. Bu söze karşılık olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki acımayana acınmaz!132 Bu şakaların çoğu kadınlarla çocuklara karşı yapılmıştır. Bu tür lâtife, istihzaya meyletmeksizin, onların kalplerinin Hz. Peygamber tarafından tedavi edilmesidir. Hz. Peygamber, gözü ağrıdığı halde hurma yiyen Süheyb´e bir ara şöyle dedi: Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun? Süheyb ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben ağrımayan tarafla yiyorum´ dedi. Bu söz üzerine Hz. Peygamber tebessüm etti. Bu hadîsin râvilerinden biri der ki: ´Mübârek azı dişleri görünecek derecede tebessüm ettiğini gördüm´.133 Rivayet ediliyor ki, Havvat b. Cübeyr el-Ensârî Mekke yolunda Benî Ka´b kabilesinin kadınlarıyla otururken Hz. Peygamber çıkageldi ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah! Kadınlarla işin ne? ´Bu kadınlar benim serkeş devem için bir ip örüyorlar da onun için yanlarında oturuyorum´ dedi. Bu sözden sonra Hz. Peygamber, ihtiyacı için dışarı gitti. Sonra döndü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah! O deve hâlâ serkeşliği bırakmamış mı? Havvat der ki: Sustum ve utandım. Bundan sonra Hz, Peygamber´i her gördüğümde utancımdan kaçıyordum. Sonra Medine´ye geldik. Birgün câmide namaz kılarken beni gördü. Yanıma oturdu, ben de namazı uzattım. Bana ´Uzatma! Seni bekliyorum´ dedi. Selâm verdiğim zaman şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Acaba o deve daha serkeşliğini bırakmamış mı?´ Havvat der ki: Susup utandım. Hz. Peygamber gitti. Hz. Peygamber´den kaçıyordum. Ta ki birgün bana yetişti. Bir merkebe binmiş, iki ayağını bir tarafa sarkıtmıştı. Bana şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Acaba o deve hâlâ serkeşliğini bırakmadı mı?´ Cevap olarak dedim ki: ´Seni Hak Peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim. O deve, müslüman olduğundan bu yana serkeşlik yapmamıştır!´ Bunun üzerine şöyle dedi: ALLAHu Ekber! ALLAHu Ekber! Ey ALLAHım! Ebu Abdullah´a hidayet et! Râvi der ki: ´Bu duadan sonra Ebu Abdullah´ın İslâm´ı güzelleşti ve ALLAH ona hidayet etti´. Nueyman el-Ensârî134 şakacı bir kimseydi. Medine´de içki içer, yakalanıp Hz. Peygamber´e getirilirdi. Hz. Peygamber ceza olarak ayakkabısı ile ona vururdu. Ayakkabıları ile onu dövmelerini ashabına da emrederdi. Bu durum çoğaldığında ashabdan birisi Nueyman´a ´ALLAH sana lânet etsin´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) o lânet okuyan zata ´Sakın böyle deme! Çünkü Nueyman, ALLAH´ı ve Peygamberi sever´ dedi. Nueyman, Medine´ye yeni çıkan bir meyve veya süt geldi mi hemen ondan alır, Hz. Peygamber´e getirirdi ve şöyle derdi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunu senin için satın aldım ve sana hediye ediyorum´. O malın sahibi bilâhare gelip malının bedelini Nueyman´dan isteyince, onu Hz. Peygamber´e getirip şöylederdi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Adamcağıza malının bedelini versene´. Hz. Peygamber ´Ey Nueyman! Sen onu bize hediye etmedin mi?´ derdi. Nueyman ´Ya Rasûlullah! Yanımda para yoktu. Senin de ondan yemeni istiyordum, onun için alıp getirdim´ derdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber güler, mal sahibinin hakkının verilmesini emrederdi.135 İşte bunlar sevimli şakalardır. Arada sırada bu tür şakalar yapmak müstehabdır. Daimi şekilde yapmaktan sakınmak gerekir. Bu tür şakalara devam etmek kötüdür, müptezelliktir ve kalbin ölümüne sebep olan gülme ile neticelenir. 115)Tirmizî 116)Tirmizî 117)Daha önce geçmişti. 118)Daha önce geçmişti. 119)Müslim, Buhârî 120)İbn Mübârek 121)Tirmizî 122)Irâkî aslına rastlamadığını söyler. 123)Daha önce geçmişti. 124)Zübeyr b. Bekkâr 125)Buhârî, Müslim 126)Ebu Dâvud, Tirmizî 127)Irâkî, Hz. Aişe´nin Bedir savaşında Hz. Peygamber ile beraber olmadığını kaydeder. 128)Nesâi, İbn Mâce 129)Zübeyr b. Bekkâr 130)Müellefc-i Kulûb´dandır. Huneyn ve Tâif savaşlarına katılmıştır. Ahmak ve fakat kadri sayılır bir kişi idi. Hz. Peygamber´in huzuruna izinsiz girerek edep dışı harekette bulundu. Hz. Peygamber sabretti. Katılığına, bedevîliğine ve toyluğuna bağışladı. (İthaf us-Saade). 131)Zübeyr b. Bekkâr 132)Ebu Ya´lâ 133)Ensar´ın Evs soyundandır. Künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Sâlih´dir. Hz. Peygamber´in meşhur süvârilerindendi. Bedir savaşma iştirâk etmiştir. İbn İshak´a göre Bedir´e katılmamış, fakat ganimetten kendisine pay ve- rilmiştir. Yetmiş dört yaşında olarak hicretin 40. senesinde vefat etmiştir. 134) Adı Nueyman b. Amr b. Rüfâ´dır. Beni Neccar kabilesindendir. |
Alay ve İstihza
Alay etmek, eziyet verici olursa haramdır. Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki (alay edilenler, alay edenlerden daha) hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki (alay edilen kadınlar, alay eden kadınlardan daha) hayırlıdırlar. (Hucûrat/11) Ayetteki ´Sühriye´nin mânâsı, hakir görmek, güldürecek bir şekilde ayıp ve eksik yönüne dikkati çekmek demektir. Bu tür alay, bazen karşıdaki adamın fiil ve sözünü hikâye etmekle olur, bazen de işaret ve îma ile... Bu alay, eğer alay edilenin huzurunda ise, adı ´gıybet´ değildir, fakat gıybet mânâsını taşır. Hz. Âişe der ki: Bir kişinin durumunu hikâye ettim. Hz. Peygamber bana şöyle dedi: VALLAHi benim bazı hallerim olmasına rağmen, kalkıp başkası hakkında konuşmak hiç hoşuma gitmez!136 İbn Abbas ´Eyvah bize! Bu kitaba ne oldu ki küçük ve büyük bırakmadan herşeyi sayıp dökmektedir´ (Kehf/49) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: ´Küçükten gaye, mü´mine yapılan alaydan ötürü tebessüm etmektir. Büyükten gaye ise, alaydan ötürü kahkaha ile gülmektir´. İbn Abbas´ın bu tefsiri, insanlara gülmenin büyük günahlardan olduğuna işarettir. Abdullah b. Zem´a, yellenen bir kimseye gülenler hakkında Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet ediyor: Bazılarınız yaptığı bir işi başkasında gördüğünde neden gülüyor?137 İnsanlarla alay edenlerin herbiri için cennetten bir kapı açılır. Ona ´gel, gel´ denilir. O da (koşa, koşa) o kapıya gelir. Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır ve ona ´gel, gel´ denir. O da koşarak gelir. Kapıya vardığı zaman, yüzüne kapanır ve kendisine kapı açılıp ´gel, gel´ denildiği halde ümitsizlikten kapıya gitmeyinceye kadar bu şekilde aldatılır ve kendisiyle alay edilir.138 Kim, (müslüman) kardeşini işlediği günahından tevbe ettiği halde o günahtan ötürü ayıplarsa, o kimse ölmeden önce o günahı işlemekle cezalandırılır.139 Bütün bunlar başkasını tahkir etmek, başkasına gülmek ve başkasını küçük görüp alaya almaktan doğar. Nitekim şu ayet buna işaret eder: Belki (alay ettikleri kimseler) kendilerinden iyidir, (Hucûrat/11) Yani alay ettiğiniz insanı küçük görerek tahkir etmeyiniz. Belki o sizden daha hayırlıdır. Bu alay, alaydan ötürü üzülüp rahatsız olan bir kimse hakkında haramdır. Kendini maskara haline getiren ve çoğu zaman alaya alınmasından sevinen bir kimseye gelince, alay bu kimse hakkında mizah ve hafif şaka kabilindendir. Bu hafif şakalaşmanın güzel ve çirkin; yani helâl ve haram kısımları daha önce beyan edildi. Ancak haram olan kısım alaya alınan insanın rahatsız olduğu kısımdır. Çünkü tahkir etmek sözkonusudur. Tahkir etmek bazen, karşıdaki insan konuşmasında yanıldığı için veya intizamsız konuştuğu için ona gülmek sûretiyle olur. Bazen de karışık fiillerine gülmek suretiyle olur. Yazısından, sanatından, suretinden, boy ve posunu alaya almak veya herhangi bir ayıptan dolayı eksikliğine gülmek gibi... Bütün bunlara gülmek, yasaklanan alay kısmına girer. 137)Buhârî, Müslim 138)İbn Ebî Dünya, (Muaz b. Cebel1 den mürsel olarak) 139)Tirmizî 135)Zübeyr b. Bekkâr 136)Ebu Dâvud |
Sırrı İfşa Etmek
Sırrı açıklamak eziyet, tanıdık ve dostların hakkına karşı gösterilen gevşeklik olduğu için dinen yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:Kişi konuşurken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, konuşmasının dinleyene emânet olduğuna delâlet eder (ifşa etmesi haramdır).140Hz. Peygamber, başka bir hadîs-i şerifinde bunu kayıtsız şartsız olarak şöyle ifade etmiştir: ´Aranızdaki konuşma emânettir´.141Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Arkadaşının sırrını söylemen hainliktir7. Rivayet ediliyor ki Muaviye, kardeşi Utbe´nin oğlu Velid´e bir sırrını söyledi Velid, babasına dedi ki:-Ey babacığım! Emîr´ul-Mü´minîn bana bir sırrını söyledi.Ben, emîr´ul-mü´minîn´in başkasından gizlediklerini senden gizlemediğini görüyorum. (Sana o sırrı söyleyeyim mi?)-(Ey oğul!) O sırrı bana söyleme! Çünkü sırrı sakladığın müddetçe o senin elindedir. O sırrı açıklarsan artık o senin aleyhinde olur!-Babacığım! Bu durum baba ile evlat arasına da girer mi?-Hayır! Böyle birşey evlât ile baba arasına girmez. Fakat ben senin dilini sırları söylemek suretiyle başıboşluğa alıştırmanı istemem!Velid der ki: (Amcam) Muaviye´ye geldim ve ona bu durumu haber verdim. Bunun üzerine Muâviye bana şöyle dedi: ´Ey Velid! Kardeşim (baban) seni yanlışlığın köleliğinden azat etmiştir. Dolayısıyla sırrı açıklamak hainliktir´.Eğer bu açıklamada başkasının zarar görmesi sözkonusu ise haram olur. Eğer başkasının zarar görmesi sözkonusu değilse alçaklık olur. Biz daha önce Sohbet Adabı bahsinde sırrı gizlemekle ilgili kaidelerden bahsetmiştik. Burada ikinci bir defa tekrar etmeye gerek görmüyoruz.140) Ebu Dâvud, Tirmizî141) İbn Ebî Dünya, {Mürsel olarak) |
Yalan Va´dde Bulunmak
Muhakkak ki çok kere dil, va´detmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o va´di yerine getirmek istemez. Böylece va´d, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz. (Mâide/l) Hz. Peygamber´de ´Va´d vergidir´142 (verilmiş mal gibidir, geri alınamaz) buyurmuştur. Va´d, borç gibidir veya daha üstündür.143 Hadîsdeki ve´y kelimesi va´d mânâsmdadır. ALLAH Teâlâ peygamberi İsmail´i överek şöyle buyurmuştur: Muhakkak İsmail va´dinde sadıktı.(Meryem/54) Denildi ki: İsmail (a.s) bir yerde bir insana söz verdi. O insan, Hz. İsmail´e -unuttuğu için- bir daha dönmedi. İsmail (a.s) onu beklemek için yirmiiki gün orada kaldı. Abdullah b. Ömer sekerata (ölüm döşeğine) düştüğü zaman şöyle dedi: ´Kureyşlilerden bir kişi benden kızımı istedi. Benden de va´de benzer bir söz aldı. ALLAH´a yemin ederim ki ben münâfıklığın üçte biriyle ALLAH´ın huzuruna gitmek istemiyorum. O halde sizi şahid tutuyorum: ´Ben ona kızımı verdim!´ Abdullah b. Ebî Hansa144 şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber, daha peygamber olmazdan önce ben onunla alışveriş yaptım. Onun bir kısım alacağı bende kaldı ve ona ´Buraya senin alacağını getirip teslim edeceğim´ diye söz verdim. O gün unuttum. Ertesi gün de unuttum. Üçüncü gün geldim, hâlâ yerindeydi. Beni görünce şöyle dedi: Ey genç! Sen bana zahmet verdin! Zira ben üç günden beri burada seni beklemekteyim.145 İbrahim en-Nehâî´ye şöyle denildi: ´Bir kişi, başkasına buluşma sözü veriyor ve gelmiyor. Acaba öbür kişi ne yapmalıdır?´ İbrahim en-Nehâî şöyle cevap verdi: ´Gelecek namazın vaktine kadar bekler´, Hz. Peygamber (s.a) bir söz verdiği zaman ´Umulur´ kaydını eklerdi. İbn Mes´ud, herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak ´Eğer ALLAH dilerse´ kaydını eklerdi ve böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu münâfıklığın ta kendisidir. Ebu Hüreyre Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor: Üç haslet vardır. Kimde bu üç haslet bulunursa o oruç da tutsa, namaz da kılsa ve ben müslümanım da dese yine münâfıktır: 1.Konuştuğu zaman yalan söylerse, 2.Söz verdiği zaman sözünü yerine getirmezse, 3.Emîn sayıldığı zaman hainlik yaparsa!146 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dört haslet vardır, kimde o dört haslet bulunursa, o kimse münafıktır ve kimde o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede münâfıklıktan bir haslet var demektir. Ta ki o hasleti bırakıncaya kadar! 1.Konuştuğu zaman yalan söylerse, 2.Söz verdiği zaman cayarsa, 3.Ahdettiği zaman hile yaparsa, 4.Başkasıyla cedelleştiği zaman yalan uydurursa.147 Bu´hadîs-i şerîf, va´dini yerine getirmemek niyetiyle başkasına söz veren veya özürsüz olarak va´dini yerine getirmeyen bir kimse hakkında vârid olmuştur. Sözünü yerine getirmeye azimli olan bir kimseye gelince, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münâfık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer bir duruma düşmüş ise de... Fakat münâfıklıktan kaçınıldı ğı gibi sûretinden de kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mâzur saymak uygun değildir; zira rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s,a) Ebu Heyseme b. et-Tehya´ya ´bir hizmetçi vereceğim´ diye söz vermişti. Bu sözden sonra Hz. Peygamber´e üç esir getirildi. Onların ikisini başkalarına verdi. Bir tane kaldı. Bu esnada kızı Hz. Fâtıma (r.a) gelip Hz. Peygamber´den bir hizmetçi istedi ve dedi ki: ´Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın?´ Bu esnada Hz. Peygamber, Ebu Heyseme´ye verdiği sözü hatırladı ve şöyle dedi: Ta Ebu Heyseme´ye verdiğim söz ne olacak?´ Bu bakımdan Ebu Heyseme´yi, kızı Fatıma´ya -verdiği sözden ötürü- tercih etti.148 Hz. Peygamber (s.a) oturmuş ve Huneyn´de Havâzin kabilesin-den alınan ganimet mallarını taksim ediyordu. Halktan bir kişi gelip Hz. Peygamberin yanında durdu ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin yanında bana verilmiş bir söz vardır´. Hz. Peygamber ´Evet! Doğru söyledin! Bu bakımdan dilediğini iste!´ dedi. Adam ´Ben seksen koyun ile çobanını istiyorum´ dedi. Hz. Peygamber ´O istediklerin senin olsun!´ dedikten sonra devam etti: Sen az istedin. Hz. Musa´yı Hz. Yusuf un kemiklerinden haberdar eden (Mısırlı) kadın, Musa (as) kendisine ´Ne istersen iste´ dediği zaman görüş ve hüküm bakımından senden daha kuvvetli idi; zira dedi ki: ´Benim dileğim; beni gençliğime döndürmen ve seninle birlikte ALLAH´ın cenne-tine girmemi temin etmendir´.149 Denildiğine göre halk bu adamın istediğini az görürdü. Hatta onun istediklerini darb-ı mesel yapıp, ´O seksen koyun ile çobanın sahibinden daha cimridir!´ diyorlardı. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Hulf (söze sahip çıkmamak), kişinin söz verip o sözü yerine getirmek niyetinde olduğu halde herhangi bir engelden ötürü sözünü yerine getirememesi değildir. (Hulf, söz verdiği halde yerine getirmemek niyetinde olmaktır)150 Başka bir lâfızda hadîs şöyledir: Kişi kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz. (Ebu Dâvud) 141) İbn Ebî Dünya, {Mürsel olarak) 142)Taberânî 143)İbn Ebî Dünya 144)Amiri soyuna mensup bir zattır. Abdullah b. Ebî Ced´an olduğu da söylenmişse de en kuvvetli rivayete göre o değildir. 145)Ebu Dâvud 148)Tirmizî 149)İbn Hibban, Hâkim 150) Ebu Dâvud, Tirmizî 146)Müslim, Buhârî 147)Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr´dan) |
Yalan Söylemek ve Yalan Yere Yemin Etmek
Bu, günahların en çirkinlerinden, ayıpların en fâhişlerindendir.Hadîslerİsmail b. Vâsıt şöyle anlatıyor: Ebubekir Sıddîk Hz. Peygamber´in ölümünden sonra hutbe okurken şöyle dedi: Bir sene önce Hz. Peygamber şimdi bulunduğum yerde durdu -sonra Ebubekir ağladı- ve şöyle dedi:Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, fısk ve fücurla beraberdir. Bunların ikisi de cehennemdedir.151Muhakkak ki yalan, ateşin kapılarından bir kapıdır.152Hasan Basrî şöyle demiştir: Daha önce şöyle deniliyordu: ´Gizli ile açığın, söz ile fiilin, çıkış ile girişin değişik olması münâfıklıktandır. Üzerinde münâfıklık binâsının yükselmiş olduğu temel yalancılıktır´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:En büyük hiyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir.153Kul yalan söylemek ve yalancılıkla meşgul olmak sebebiyle ALLAH katında yalancılardan sayılır.154Hz. Peygamber, bir koyunun pazarlığını yapıp ´ALLAH´a yemin ederim, sana şu şu fiattan eksik vermem´, ´ALLAH´a yemin ederim, ben de sana şu şu fiattan fazla vermem´ diye yemin eden iki kişinin yanından geçti. Sonra oradan geçerken onlardan birinin koyunu satın aldığını gördü ve şöyle dedi: ´O iki kişiden biri hem günahı, hem de yeminin kefaretini yüklenmiş oldu´.155Yalan, rızkı eksiltir.156Muhakkak tüccarlar fâsık ve fâcirlerin ta kendisidirler.´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH, alışverişi helâl kılmamış mıdır?´ dediler. Hz. Peygamber ´Evet! Alış-verişi helâl kılmıştır. Fakat tüccarlar alışverişte yemin ederler, günahkâr olurlar, konuşurlar, yalan söylerler´ dedi.157Üç sınıf vardır. Kıyamet gününde ALLAH onlarla konuşmaz ve onlara (rahmetle) bakmaz:1.Sadakasıyla minnet eden (başa kakan)2.Yalan yemin ile malını satan3.Kibir ve gururdan ötürü eteğini yerlerde sürükleyen.158ALLAH´a yemin eden bir kimse, yeminine bir sivrisinek kanadı kadar yalan katarsa, o yemin kıyamete kadar onun kalbinde bir (siyah) nokta teşkil eder.159Üç sınıf vardır. ALLAH Teâlâ onları sever:1.Bir grup arkadaşının içinde bulunup, (düşmana karşı)göğsünü, ölünceye kadar veya ALLAH kendisine ve arkadaşlarına bir yol açmcaya kadar geren kimseyi,2.Kendisine eziyet veren kötü bir komşusu olduğu halde ölünceye veya göç edinceye kadar sabredip onun eziyetine göğüs geren kimseyi,3.Arkadaşları ile yolculuğa veya düşman üzerine giden, yolculuğun kendilerini yorduğu, herkesin yatıp dinlenmeyi arzuladığı bir zamanda, arkadaşları yatarken bir kenara çekilip namaz kılan, arkadaşları uyanmcaya kadar ibadetle meşgul olan kimseyi ALLAH Teâlâ sever.Üç grup da vardır ki ALLAH Teâlâ onlara buğzeder:1.Fazla yemin eden tüccar,2.Gururlu olan fakir,3 Verdiğini başa kakan cimri.160 Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:Başkalarını güldürmek için yalan söyleyen kimseye cehennem vardır. Azap ona olsun, azap ona olsun!161Rüyamda bir kişi bana geldi ve ´Kalk!´ dedi. Onunla birlikte kalktım. Bir de gördüm ki iki kişinin yanındayım. Onlardan biri ayakta, diğeri oturmuş... Ayakta olanın elinde çengeller vardı. O çengelleri oturan kişinin ağız boşluğundan geçiriyor, dudakları omuzlarına yetişinceye kadar çengelleri çekip uzatıyordu. Sonra tekrar çekiyordu. Sonra çengeli çıkarıp ağzının öbür tarafına takıyor, onu çektiği zaman, öbür tarafı eskisi gibi oluyordu. Beni kaldırana ´Bu manzara nedir? dedim. Bana dedi ki: ´Şu oturan kişi yalancıdır. Kıyamete kadar kabrinde bu şekilde azap görecektir.162Abdullah b. Cürad163 şöyle anlatıyor: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Mü´min bir kimse zinâ eder mi?´ dedim. Hz. Peygamber ´Bu bazen olur´ dedi. ´Ey ALLAH´ın Peygamberi! Mü´min bir kimse yalan söyler mi?´ deyince Hz. Peygamber ´Hayır!´ dedikten sonra hemen şu ayet-i celîleyi okudu: ´Yalanı ancak ALLAH´ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır´. (Nahl/105)164Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´den şöyle rivayet ediyor:Ey ALLAHım! Kalbimi münâfıklıktan, tenâsül uzvumu zinâdan ve dilimi yalandan temizle.165Üç sınıf vardır ki, ALLAH onlarla ne konuşur, ne de onlara iltifat eder ve ne de onları över veya kalplerini temizler. Onlar için elem verici bir azap vardır:1.Zina eden evli veya yaşlı bir kimse2.Yalan söyleyen padişah3.Gururlu olan bir fakir.166Abdullah b. Amr167 şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber evimize geldi. Küçük bir çocuktum. Oynamak için dışarıya çıkmıştım. Annem ´Ey Abdullah! Gel sana bir şey vereceğim´ dedi. Hz. Peygamber anneme dedi ki:-Sen ona ne verecektin?-Hurma verecektim.-Dikkat et! Eğer ona hurma vermeyecek olsaydın,bu söylediğin defterine yalan olarak geçecekti.168Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:Eğer ALLAH bana şu kum taneleri kadar nimet verseydi muhakkak onu aranızda taksim ederdim. Taksim ettikten sonra beni ne cimri, ne yalancı ve ne de korkak olarak görmezdiniz.169Hz. Peygamber bunu söylerken yaslanmış bulunuyordu. Sonra şöyle devam etti:´Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? O, ALLAH´a şirk koşmak ve anne ve babaya isyan etmektir´. Sonra kalkıp oturdu ve şöyle dedi: ´Dikkat ediniz! Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır´.170İbn Ömer Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder: ´Kul, yalan söylediğinde melek kendisinden bir mil uzaklaşır. Uzaklaşması kişinin söylediğinin pis kokusu nedeniyledir´.171Enes, Hz, Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: ´Bana altı hasletle kefil olunuz, ben de size cennetle kefil olayım. Ashâb-ı kirâm ´O altı haslet nedir?´ diye sorunca şöyle dedi:1.Sizden birisi konuştuğu zaman yalan söylemesin.2.Söz verdiği zaman sözünden dönmesin.3.Emin sayıldığı zaman hıyânet etmesin.4.Gözünü haram bakıştan korusun.5.Tenâsül uzvunu zinâdan korusun.6.Ellerini zulümden uzak tutsun.172Yine şöyle buyurmuştur: ´Muhakkak şeytanın sürmesi, enfiyesi ve çerezi vardır. Çerezi yalan, enfiyesi öfke, sürmesi ise uykudur´.173Hz. Ömer birgün hutbe okurken şöyle dedi: ´Ey insanlar! Sizin içinizden buraya çıktığım gibi, Hz. Peygamber de bizim içimizden bu makama çıkıp şöyle buyurmuştur:Benim ashabıma iyi davranın. Sonra onları tâkip eden tâbiîne de iyi davranın. Sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişi, yemine dâvet edilmediği halde kendiliğinden yemin edecektir. Kendisinden şahidlik istenilmediği halde şahidlik yapacaktır.174Kim yalan olduğunu bildiği halde benden hadîs rivayet ederse, o yalancının biridir.175Kim yalan yere yemin eder, müslüman bir kişinin malını o yalan yeminiyle haksız olarak elde ederse, böyle bir kimse, ALLAH´ın huzuruna, ALLAH kendisine kızgın olduğu halde gelir.176Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bir kişinin şahidliğini -uydurduğu bir yalan yüzünden- reddetmiştir.177Yalan ve hâinlik dışında müslümanda her haslet bulunabilir.178Aişe validemiz dedi ki: ´Hz. Peygamber´in ashabına, yalandan daha ağır ve zor gelen bir huy yoktu. Hz. Peygamber ashâbından bir kişinin yalan söylediğine muttali olursa, onun göğsünden menfi tesiri silinmezdi. Ta ki o kişinin söylediği yalandan tevbe ettiğini bilinceye kadar../Hz. Musa (as) dedi ki: ´Yarab! Amel yönünden kullarından hangisi daha hayırlıdır?´ ALLAH Teâlâ ´Yalan söylemeyen, kalbi fısk ve fücur taşımayan ve zinâ etmeyen kul´ dedi.179Lokman Hakîm oğluna şöyle dedi: ´Ey oğul! Yalandan sakın! Çünkü yalan serçenin eti gibi tatlıdır; Fakat pek kısa bir zamanda sahibi kendisinden bıkar!´Hz. Peygamber, doğruluk konusunda şöyle buyurmuştur.. Dört haslet vardır. Bunlar sende bulunursa, senin dilinden ne çıkarsa çıksın sana zarar vermez. O dört haslet şunlardır:1.Doğru konuşmak2.Emâneti korumak3.Güzel ahlâk4.Yemekte afiftik.180Ebubekir Sıddîk, Hz. Peygamber benim şu makamımda durarak Ebubekir bunu söyledikten sonra ağladı- şöyle dedi..Doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü doğruluk, sevapla beraberdir. Onların ikisi cennettedir.181Hz. Muaz Hz. Peygamber´in kendisine şöyle dediğini naklediyor:Sana ALLAH´tan sakınmayı, doğru konuşmayı, emaneti yerine getirmeyi, sözüne sahip çıkmayı, selâm vermeyi ve mütevazi olmayı tavsiye ediyorum.182Ashab´ın ve Âlimlerin SözleriHz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´ALLAH nezdinde hatalıların en büyüğü yalancı dildir. Pişmanlığın en kötüsü kıyamet günündeki pişmanlıktır´.Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: ´Ben uçkurumu bağladıktan bu yana bir defa olsa dahi yalan söylemiş değilim´.Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Sizin bizce en sevimliniz, sizi görmediğimiz zamanda ismen güzel olanınızdır. Sizi gördüğümüz zaman bizce en sevimliniz, ahlâkça en güzel olanmızdır. Sizi denediğimiz zaman bizce en sevimliniz, sözü en doğrunuz ve eminlikte en büyüğünüzdür´.Meymun b. Ebî Şebib´den183 şöyle rivayet edildi: ´Bir mektup yazmak için oturdum. Bir kelimeye geldim. Eğer o kelimeyi yazarsam mektubu güzelleştirmiş ve fakat bunun yanında yalan söylemiş olacaktım. Bu bakımdan terketmeye karar verdim. Sonra Kâbe cihetinden şöyle çağırıldım:ALLAH, iman edenleri dünya hayatında da, ahiret hayatında da sağlam sözle tesbit eder.(İbrahim/27)Şa´bî der ki: ´Ben hangisinin cehennemde daha derine dalacağını bilmiyorum; yalancı mı, cimri mi?´184Bağdadlı İbn Semmak şöyle demiştir: ´Zannetmem ki yalanı terkettiğimden dolayı sevap kazanmış olayım. Çünkü ben yalanı şerefime yediremediğimden terkediyorum.185Halid b. Sabih´e ´Acaba bir tek yalan söylediği için kişiye yalancı denilir mi?´ diye soruldu. ´Evet denilir´ diye cevap verdi.Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Birtakım kitaplarda okudum. ´Hiçbir hatip yoktur ki hutbesi ameliyle karşılaştırılmasın. Eğer ameli sözüne uygunsa tasdik edilir. Eğer yalancı ise, dudakları ateşten yapılmış makaslarla -bizim bağlarımızı kestiğimiz gibi-kesilecektir´ diye yazılıdır".Yine Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Doğruluk ile yalancılık, kalpte şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Ta ki biri diğerini kalpten çıkarıp kovuncaya kadar kavgaları devam eder!´Ömer b. Abdülaziz, Abdülmelik´in oğlu Velid ile birşey hakkında konuşuyordu. Velid, Ömer´e ´Sen yalan söylüyorsun!´ dedi. Ömer, Velid´e cevap olarak şunları söyledi: ´Yemin ederim ki yalanın, söyleyeni rezil ettiğini bildiğim günden beri yalan söylemedim´.[/] 150) Ebu Dâvud, Tirmizî 151)İbn Mâce, Nesâî 152)İbn Adîy, (Ebu Umame´den) 153)Buhârî 154)Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan) 155)Ebu Feth el-Ezdî 156)Ebu Şeyh 157)İmam Ahmed, Hâkim 158)Müslim 159)Tirmizî, Hâkim 160)İmam Ahmed, (Ebu Zer el-Gıfarî´den) 161)Ebu Dâvud, Tirmizî 162)Buhârî 163)Âmirî boyunun el-Ukaylî s oyundandır. Buhârî, bu zatın sahabî olduğunu söyler. 164)İbn Abdilberr 165)Hatib 166) Müslim ? 167)Adı Abdullah b. Amir b. Rebî b. Mâlik el-Enzî´dir. Babası Âmir sahabe- nin büyüklerindendir. Hicrî 80´den sonra vefat etmiştir. 168)Ebu Dâvud 169)Müslim 170)Müslim, Buhârî 171)Tirmizî 172)Hâkim, Harâitî 173)Taberânî, Ebu Nuayın 174)Tirmizî 175)Müslim 176)Müslim, Buhârî 177)İbn Ebî Şeybe , İbn Adîy 178)İbn Ebî Şeybe 179)İbn Ebî Dünya 180)Hâkim, Harâitî 181)Ebu Nuaym 182)Ebu Nuaym 183)Bu zat Kûfelidir, künyesi Ebu Nasr´dır. Hicrî 33´te Cemacim vakâsında vefat etmiştir. 184)İbn Ebî Dünya 185)İbn Ebî Dünya |
Yalana İzin Verilen Yerler
Yalan, bizzat kendisi için değil, muhatabın veya başkasının zararına yol açtığı için haramdır. Çünkü yalanın en az derecesi, haber verenin, verdiği haberin aksine inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bu hususta câhildir. Fakat bazen bu câhillik başkasının zararına yol açar! Bazen de bir şeyi bilmemekte ya bilmeyenin veya başkasının maslahat ve yararı vardır. Bu bakımdan yalan, onu bilmemek faydalı olduğu için bazen ruhsatlı, bazen de farz olur. Nitekim Meymun b. Mihran ´Yalan, bazı yerlerde doğrudan daha hayırlıdır. Acaba bir kişi kılıçla başka bir insanı öldürmek için k-valıyorsa, o kovalanan insan bir eve girse, kovalayan adam sana gelip ´Sen filan adamı gördün mü?´ dese ne dersin? ´Hayır, görmedim´ demez misin? İşte bu, farz olan bir yalandır´ dedi. O halde deriz ki: ´Konuşma, maksat ve hedeflere götüren vesiledir. Bu bakımdan hem doğruluk, hem de yalanla güzel maksada varılabiliyorsa, orada yalan söylemek haramdır. Eğer o güzel maksad mübahsa ve doğrulukla değil, ancak yalanla varılabiliyorsa, burada yalan söylemek mübahtır. Eğer elde edilmesi istenen maksat farz ise, ona varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim müslümanın kanını korumak farz olduğu gibi, onu korumak için yalan söylemek de farzdır. Bu bakımdan ne zaman doğruyu konuşmakta, bir zâlimin zulmünden gizlenen bir müslümanın kanının akıtılması sözkonusu ise, burada yalan söylemek farz olur. Ne zaman savaşın maksadı veya barışın tamamlanması veya mazlumun razı edilip anlaşmaya yanaştırılması, yalan söylemeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübahtır. Ancak şu vardır ki mümkün olduğu kadar yalana ruhsat verildiği yerlerde bile yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü kişi yalan kapısını bir defa açarsa o açılan kapının onu yok yere ve zaruret hududunu aşan kısma sürüklemesinden korkulur. Bu bakımdan yalan esasında haramdır. Ancak zaruret için mübah olur. Bu istisnaya, yani zaruret için mübah oluşuna Ümmü Gülsüm´den rivayet edilen şu hadîs-i şerîf delâlet eder. Ümmü Gülsüm şöyle diyor: Hz. Peygamber´in yalanın hiçbir şekline ruhsat verdiğini duymadım. Ancak üç yer müstesna: 1.Kişinin, müslümanların arasını bulmayı ve ıslah etmeyi kasdettiği söz. 2.Kişinin savaş halinde müslümanların faydası için söylediği söz. 3.Kişinin hanımına, hanımın da maslahat için kocasına konuşması.186 Yine Ümmü Gülsüm´ün rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki kişinin arasını ıslah etmek için yalan söyleyen veya yalanı kendiliğinden katan bir kimse yalancı değildir.187 Yezid´in kızı Esma Hz. Peygamber´den (s.a) şöyle rivayet ediyor: Yalanın hepsi, Ademoğlu´nun defterine yazılır. Ancak iki müslümanı barıştırmak için yalan söyleyen kişinin yalanı müstesna.188 Ebu Kâhil´den189 şöyle rivayet ediliyor: Ashâb-ı kiramdan iki kişinin arasında kılıç kılıca gelecek derecede münakaşa oldu. Ben onların birisiyle karşılaştım ve kendisine ´Seninle filan adamın arası niçin bozuldu? Oysa o, seni övüyor, medh-u senâ ediyor´ dedim. Sonra öbürüne rastladım, aynı şeyleri ona da söyledim. Böylece onların ikisini barıştırdım. Sonra dedim ki bu iki kişinin arasını buldum ama nefsimi de helâk ettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e gittim hâdiseyi anlattım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey Ebu Kâhil! Yalanla da olsa halkın arasını bul!190 Atâ b. Yesar şöyle diyor: ´´Bir kişi Hz. Peygamberi ´Ben hanımıma yalan söylüyorum!´ dedi. Hz. Peygamber ´Yalanda hayır yoktur7 dedi. O da ´Ben ona şöyle yapacağım diye söz veriyorum´ dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu; Öyleyse bu hususta bir günahın yoktur.191 Rivayet ediliyor ki İbn Ebî Uzre ed-Duelî, Hz. Ömer´in halifeliği zamanında evlendiği kadınlara hul´a yapardı.192 Bu bakımdan halk arasında hoşa gitmeyen dedikodular yayıldı. Bunu duyduğu zaman Abdullah b. Erkam´ın193 elinden tuttu, onu evine getirinceye kadar elini bırakmadı. Sonra hanımına dedi ki: ´Sana yemin ettiriyorum, benden nefret ediyor musun?´ Kadın ´Bana yemin mi teklif ediyorsun!´ dedi. O tekrar ´Sen ALLAH adına doğruyu söyle!´ dedi. Kadın ´Evet! Senden nefret ediyorum´ dedi. Bu sefer İbn Erkam´a dönüp ´Kadının dediğini işittin mi?´ dedi. Sonra ikisi beraber Hz. Ömer´e vardılar ve ´Siz, benim kadınlara zulmetmek için hul´a yaptığımı söylüyorsunuz, İşte İbn Erkam´a sor!´ dedi. Hz. Ömer, İbn Erkam´a sordu. İbn Erkam işittiğini olduğu gibi Hz. Ömer´e söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer, İbn Ebî Uzre´nin zevcesine haber saldı. Kadın, halasıyla beraber Hz. Ömer´e geldi. Hz. Ömer, kadına "Sen misin, kocasına ´Ben senden nefret ediyorum´ diyen?" dedi. Bunun üzerine kadın dedi ki: ´Ben ilk tevbe eden ve ALLAH´ın emrine dönen kimseyim. Kocam bana yemin ettirdi. Ben de yalan söylemekten çekindim. Ey mü´minlerin emiri! Yalan mı söyleyeydim?´ Hz. Ömer ´Evet! Bu hususta yalan söyle! Eğer siz kadınlardan biriniz erkeklerden birini sevmezse, sakın kendisine sevmediğini söylemesin. Çünkü sevgi üzerine bina edilen evler çok azdır. Halk, İslâm ve soylarla birbiriyle muaşeret ederler´ dedi. Nevvas b. Sem´an b. Hâlid el-Kilâbî Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder: Neden ben sizin -pervanenin ateşe atıldığı gibi- yalanlara atıldığınızı görüyorum? Şüphesiz ki yalanın tümü, insanoğlunun aleyhine yazılır. Ancak kişi savaş halinde yalan söylerse, bu müstesnadır. Çünkü harb hile demektir veya iki kişinin arasında buğz olursa, kişi onların arasını düzeltirse veya hanımına birşeyler söyleyip onu razı ederse (bu durumlarda yalan söylemek mübahtır).194 Sevban der ki: ´Yalanın tümü günahtır. Ancak bir müslümana fayda veren veya ondan zararı defeden yalan müstesnadır´. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Sizlere Hz. Peygamber´den hadîs naklettiğim zaman yemin ederim ki gökten düşüp parçalanmam, Hz. Peygamber´e yalan isnad ederek hadîs uydurmaktan bana daha sevimli gelir. Sizinle benim aramızda cereyan eden hâdiseleri konuştuğum zaman muhakkak harb hileden ibarettir´. İşte bu üç durumda ruhsat verilmiştir. Bunlara benzer diğer durumlarda böyledir. Tabii ki o yalan ile bir müslümanın faydasını düşünüyorsa böyledir. Malına gelince, bir zâlimin kendisini tutup malının nerede olduğunu kendisine sorması gibidir. Bu takdirde malının yerini inkâr edebilir veya sultan kendisini tutuklar, kendisiyle ALLAH arasında olan yaptığı bir kötülüğü kendisine sorarsa, o kötülüğü inkâr edip ´Ben zina etmedim! Hırsızlık yapmadım´ diyebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim bu günahlardan bir şeyi işlerse, ALLAH´ın örtüsüyle örtünsün!195 Bunun hikmeti şudur; Günahı açıklamak da ikinci bir günahtır. Bu bakımdan kişi kanını ve zulmen kendisinden alınmak istenen malını ve namusunu diliyle, yalan da olsa koruyabilir. Başkasının namusuna gelince, bir müslüman kardeşinin sırrından sorulduğu zaman inkâr edebilir, iki kişinin arasını sulh etmesi gibi, hanımlarının arasını bulması gibi. Yani kumaların herbirine onu daha fazla sevdiğini belirtmesi gibi bütün bu yerlerde yalan söyleyebilir. Eğer hanımı kendisine ancak, takatinin dışında bir va´dde bulunduğu takdirde itaat ediyorsa, o anda kadına kalbini hoş etmek için o sözü verebilir veya bir insana karşı mazeret beyan etmek veya o insanın kalbi ancak bir günahı inkâr etmek ve fazla sevgi göstermek sûretiyle kendisinden hoşnut oluyorsa, böyle yapmasında sakınca yoktur. Fakat bunun hududu şudur: Yalan mahzurludur. Eğer bu yerlerde doğru söylerse, bu doğruluktan da mahzur doğacaksa bu iki mahzuru karşılaştırmalı, doğru bir terazi ile tartmak... Doğruluktan doğan mahzurun şer´an yalandan daha ağır bir mesuliyeti doğuracağını bildiği zaman yalan söyleyebilir. Eğer o maksad, doğrunun maksadından daha kıymetsiz ise, doğru söylemek farz olur. Bazen iki şey eşit olur. Hangisinin daha şiddetli olduğunda tereddüt edilir, İşte bu takdirde doğruya meyletmek daha evlâ olur; zira yalan, zaruretten veya önemli bir hacetten dolayı mübah olur. Eğer ihtiyacın önemli olup olmamasından şüphe ederse yalanda esas olan haramlıktır. Hedeflerin durumunu idrâk etmek zor olduğundan dolayı, en uygunu, insanın mümkün olduğu kadar yalandan sakınmasıdır. Böylece kişinin bir ihtiyacı olduğu zaman müstahab olan; garezlerini terkedip yalandan uzaklaşmasıdır. Fakat başkasının hakkıyla bağlantılı ise, başkasının hakkı hususunda müsamaha göstermek ve onu zarara sokmak caiz değildir. İnsanın söylediği yalanın çoğu ancak nefsinin arzularını yerine getirmek içindir. Yalanları mal ve mertebenin artması içindir. Elden kaçması mahzurlu olmayan birtakım işler içindir. Hatta kadın kocasından böbürlenmesine vesile olsun diye birtakım şeyleri hikâye eder. Kumalarını kızdırmak için yalanlar uydurur. Bu haramdır. Esmâ, bir kadının Hz. Peygambere şöyle sorduğunu nakleder: ´Benim bir kumam vardır. Ben onu zarara sokmak ve üzmek için kocamın yapmadıklarını mübalâğalı bir şekilde yaptı diyorum. Acaba bundan dolayı bana bir zarar var mıdır?´ Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurdu: Kendisine verilmeyen bir şeyi verilmiş gibi gösteren bir kimse, yalan (ve riyanın) iki elbisesini giyen bir kimse gibidir.196 Kendisine yedirilmeyeıı bir yemeği yemiş gibi gösteren bir kimse veya kendisinin olmadığı halde ´benimdir´ diyen, kendisine verilmediği halde "bu bana verildi´ diyen bir kimse kıyâmet gününde (riya ve) iftiranın iki elbisesini giyen bir kimse gibidir.197 Âlimin tedkik ve tahkik etmeksizin verdiği fetva, tespit etmeden rivayet ettiği hadîsler, bu hadîs-i şerifin hükmüne girer; zira böyle yapan bir âlimin hedefi, kendisinin faziletini belirtmektir ve bunun için de ´ben bilmiyorum´ demekten kaçınır. Bu ise haramdır. Bu hususta çocuklar da kadınlara benzerler; zira çocuk mektebe ancak va´detmek veya tehditte bulunmak veya yalan bir korku vermekle gidiyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübah olur. Bu hususta haberlerde, bu tür yalanın, kulun defterine yalan olarak yazıldığı vârid olmuştur. Fakat mübah olan yalan da kulun defterine yazılır. Kul ondan dolayı hesaba çekilir. O husustaki maksadının tashihi ile sorumlu tutulur. Sonra maksadı doğru olduğundan ötürü affedilir. Çünkü yalan, ancak ıslah maksadıyla mübah kılınmıştır. Bu hususa bazen büyük bir gurur ârız olup katılır! Çünkü bazen insanı bu tür yalana sürükleyen, zaruri olmayan bir gaye ve geçici bir zevktir. Ancak görünürde güya bu değilmiş de, ıslah maksadı kendisini yalan söylemeye zorluyormuş gibi gösterir ve bundan dolayı da defterine bu yalan yazılır. Kim bir yalan söylerse, o ictihad tehlikesine girmiş olur! Yalan söylediği maksadın acaba şeriat nazarında doğru söylemekten daha önemli olup olmadığını bilmelidir. Bunu tefrik etmek ise gerçekten zordur. En ihtiyatlı davranış terketmektir. Yalan söylemek farz olup terketmesi caiz değilse, o zaman durum değişir. Nitekim yalan söylememesi bir müslümanın kanının akıtılmasına veya herhangi bir şekilde büyük bir günahın işlenmesine vesile olacaksa, o zaman yalanı terketmek caiz olmaz. Birtakım insanlar, amellerin fazileti hakkında ve günahlardan sakındırmak için hadîs uydurmanın caiz olduğunu zannetmişler ve ´Gaye doğru olduğu için hadîs uydurmakta sakınca yoktur´ demişlerdir. Onların bu zannı katıksız bir hatadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim bile bile benim ağzımdan hadîs uydurursa, o kimse cehennemde yerini hazırlasın,198 Böyle birşey ancak zaruretten dolayı yapılabilir. Oysa din hususunda herhangi bir zaruret yoktur; zira bu husustaki doğruluk yeter de artar bile. Bu bakımdan ayet ve hadîslerde bu hususta vârid olan hükümler yalan uydurmaya ihtiyaç bırakmamıştır. İtirazcının ´Bu husustaki ayet ve hadîsler, çok tekrar edildiğinden dolayı tesirleri azalmış ve sakıt olmuştur. Yeni olan bir şeyin tesiri daha büyük olur´ demesi bir hevesten ibarettir. Hakikatte yeri olmayan bir sözdür; zira böyle yapmak ALLAH´ın ve Hz. Peygamber´in adına yalan uydurmanın mahzuruyla başa çıkacak gayelerden değildir. Bu hususta kapı açmak, İslâm şeriatını karmakarışık edecek birtakım işlere sürükler. Bu bakımdan buradaki hayr, doğacak şerle asla eşit olmaz. Hz. Peygamber´in namına yalan uydurmak, hiçbir şeyle eşit olmayan büyük günahlardandır. ALLAH Teâlâ´dan bizi ve bütün müslümanları affetmesini dileriz!199 186)Müslim 187)Müslim, Buhârî 188)İmam Ahmed 189)Adı Kays b. Âiz´dir 190)Taberânî 191)İbn Abdilberr 192)Kadından alınan para karşılığı talâk veya hul´a lâfzıyla ayrılmaktır. Yani kadın istediği an verdiği para karşılığı kocasını boşayabilir. 193)Adı Abdullah b. Erkam b. Abdiyağus b. Vehb b. Abdimenaf b. Zühre´dir. Fetih senesi müslüman olmuştur. Hz. Peygamber´in, Hz. Ebubekir´in ve Hz. Ömer´in kâtipliğini yapmıştır. 194)Taberânî 195)Hâkim 196)Müslim, Buhârî 197)Irâkî, bu lâfızla görmediğini söylüyorsa da mânâsı sahihtir. Riya´nın iki elbisesi ile izar ve rida kastedilmektedir 198)Müslim, Buhârî 199)Suyutî, İbn Cevzî ve başkaları Cüyeynî´ye göre kasden hadîs uydurmanın küfür olduğunu rivayet ederler. Fakat İmam-ı Haremeyn´e göre bu söz zayıftır. (Bkz. İthaf´us-Saade, VII/528) |
Târiz Yoluyla Yalandan Sakınmak
Târiz Yoluyla Yalandan Sakınmak Selef-i sâlihînden nakledilmiştir ki târizlerle insan yalandan korunabilir. Nitekim Hz, Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Târizlerde kişiyi yalandan koruyacak birtakım özellikler vardır?´ Bu durum, İbn Abbas ve diğer ashâb-ı kirâmdan da rivayet edilmiştir. Onlar ancak insan yalana mecbur kaldığı zaman, böyle yapabileceğini kasdetmişlerdir. Yalana ihtiyaç ve zaruret olmadığı zamana gelince, ne açıkça ve ne de târiz yoluyla yalan söylemek caiz değildir. Ancak yine de târiz yoluyla yalan söylemek daha ha-fiftir. Târizin misali şu hâdisedir: Rivayet ediliyor ki, Mutarrıf201 Basra valisi Ziyad´ın huzuruna girdi. Ziyad ona ´neden ziyaret etmekte geciktiğini´ sordu. O da hastalığını sebep göstererek şöyle dedi: ´Emir´den ayrıldığımdan beri yanımı kaldırmış değilim. Ancak ALLAH´ın kaldırdığı hariç..´ İbrahim Nehâî dedi ki: ´Birinin kulağına menfi olarak senden herhangi birşey gitmişse ve sen de yalan söylemeyi çirkin görüyorsan, ona şöyle de: ´Ondan bir şeyi söylemediğimi muhakkak ALLAH bilir´. Böylece ´söylemediğim´ mânâsına gelen ´mâ kultü´ nün başındaki olumsuz harf olan ´ma´yı ´ibham´ mânâsında kullanırsın. Fakat dinleyen onun ´olumsuz´ mânâsına geldiğini düşünür. Muaz b. Cebel (r.a), Hz. Ömer tarafından bir vazifeye tayin edilmişti. Vazifeden dönünce hanımı kendisine ´Vazifelilerin ve memurların geldiklerinde ailelerine getirdikleri hediyelerden ne getirdin?´ diye sordu. Oysa Hz. Muaz, hanımına hiçbir şey getirmiş değildi. Bunun üzerine hanımına şu cevabı verdi: ´Benim yanımda beni kontrol eden biri vardı´. Hanımı ´Sen Hz. Peygamber´in ve onun halifesi Ebubekir´in yarımda emin idin (vazife aldığın zaman seni kontrol eden birisini seninle göndermiyorlardı. Nasıl olur da) Ömer seninle beraber bir kontrolcü gönderir?´ dedi. Hz. Muaz´ın hanımı, Medine´nin kadınları arasında bunu söyledi ve Hz. Ömer´den şikayette bulundu. Hz. Ömer´in kulağına bu haber gittiğinde Muaz´ı huzuruna çağırdı ve ´Seninle beraber herhangi bir kontrolcü gönderdik mi?´ dedi. Muaz ´Ben hanımımdan özür dilemek maksadı ile çıkar yol olarak ancak böyle söylemeyi uygun gördüm´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer gülerek Muaza birşeyler verdi ve ´Hanımını bunlarla razı et´ dedi. Muaz´ın sözündeki ´baskı yapan´ tabirinden ´kontrol eden ALLAH Teâlâ´ kasdedilmiştir, İbrahim Nehâî, kızma ´Sana şeker satın alacağım´ demezdi. ´Sana şeker almamı ister misin?´ derdi. Çünkü bazen şeker alma imkânı olmuyordu. Yine bu zat, hoşlanmadığı bir insan kendisini dışarıya çağırdığı zaman, evde olduğu halde cariyeye ´´Ona İbrahim´i camide aramasını söyle! ´İbrahim burada değildir´ deme ki yalan olmasın" derdi. Şa´bî evinde arandığı zaman, arayan kimse ile görüşmeyi istmediğinde bir daire çizer ve cariyesine "Parmağını dairenin içine koy ve ´Burada yoktur´ de" derdi. Bütün bunlar ihtiyaç zamanında yapılan târizlerdir. İhtiyaç yoksa böyle yapmak caiz değildir. Çünkü burada, her ne kadar lâfız yalan değilse de bu ibareler bir yalanı bildirmektedirler!... Bu ise en azından mekruhtur. Nitekim Abdullah b. Utbe şöyle anlatıyor: ´Babamla beraber Ömer b. Abdülaziz´in huzuruna girdik. Çıktığımızda halk ´Bu elbiseyi sana emîr´ulmü´minîn mi giydirdi?´ diye sordular. Ben de ´ALLAH ona hayrı mükâfat olarak versin´ dedim. Bunun üzerine babam bana dedi ki: "Ey oğul! ´Yalandan sakın ve benzerinden kaçın´ diye rivayet edilmiştir" dedi. İşte görüldüğü gibi Utbe, oğlunu böyle söylemekten menetmiştir. Çünkü böyle söylemekte, soranlara gururlanmak ve onlara yanlış bir zan verme durumu vardır. Bu ise bâtıl bir gayedir ve içinde hiçbir fayda mevcut değildir. Evet, târizler başkasının kalbini mizah yoluyla hoşnut etmek gibi basit bir gaye için de mübahtır. Hz. Peygamberin (s.a) şu sözleri ve benzerleri gibi: ´Cennete ihtiyar kadın giremez!´ ´Senin kocan o gözünde beyazlık olan kimse midir?´ ´Seni deveye değil de devenin yavrusuna bindireceğiz´. Açık yalana gelince, Ensâr´dan Nuayman´ın Hz. Osman´a karşı yaptığı gibi202 ve halkın ahmak insanlarla oynayıp ´filan kadın seninle evlenmek istiyor´ şeklinde onları aldatması gibi... Eğer bu açık yalanda bir kalbi kıracak bir zarar varsa haramdır. Eğer bu açık yalan başkasının kalbini hoşnut etmek içinse, sahibi fısk ve fücur ile nitelendirilemez. Fakat bu yalanı söylemek onun iman derecesini düşürür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kişinin imanı, kendisi için sevdiğini, (müslüman) kardeşi için de sevmedikçe ve şakalarında yalandan korunup sakınmadıkça kâmil olmaz.203 Adam, bir kelime söyler, onunla arkadaşlarını güldürür. O kelimeden dolayı Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden cehenneme dalar. Hz. Peygamber bu hadîste müslümanın gıybetini veya herhangi bir kalbe verilen eziyeti kasdetmiştir. Burada sadece mizah kastedilmiş değildir. Fâsıklığı gerektirmeyen yalan grubuna, halkın âdetinde cereyan eden mübalağalar da girer. Kişinin başkasına ´ben seni şu kadar aradım´, ´Ben sana yüz defa dedim´ demesi gibi; zira kişi bununla aramanın sayısını anlatmak istemez, çok aradığını anlatmak ister. Eğer kişinin araması sadece bir defa ise ve buna rağmen böyle söylüyorsa bu durumda sözü yalan olur. Eğer birkaç defa aramışsa, böyle demekle günahkâr olmaz. Her ne kadar yüz defa aramamış olsa da... Bunların ikisinin kör olan bu zat mescidde küçük taharetini yapmak istedi. Halk ´Burası camidir´ diye bağırdı. Nuayman onun elinden tutup mescidin başka bir köşesine götürüp ´Burada yap, burası mescid değildir´ dedi. Yine halk ´orası mesciddir´ diye bağırdı. Bunun üzerine ´Acaba kim beni buraya getirdi. Yemin olsun eğer o elime geçerse asam ile ona hakettiği darbeyi indireceğim´ dedi. Aradan uzun bir zaman geçti. Nuayman, âmânın yanına geldi. Hz. Osman da namaz kılıyordu. Âmâya ´Nuayman´dan intikam almak ister misin?´ dedi. Âmâ ´evet´ dedi. Bunun üzerine âmâ´nm elini tutup Hz. Osman´ın yanında durdurdu. Âmâ var kuvvetiyle âsâsını Osman´ın başına indirdi, Osman´ın başını yardı. Halk ´Emîr´ul-Mü´minîne vurdun!´ diye bağırdı. arasında dereceler vardır. Yalanın tehlikesini düşünüp diline sahip olmayan bir kimse burada mübalağaya kaçar. Yalanın âdet olduğu ve müsamaha ile karşılandığı yerlerden biri de şudur. ´Yemek ye!´ dendiğinde, karşıdaki adam da ´Benim iştahım yok´ derse (iştahı olduğu halde böyle diyorsa) böyle demesi -doğru bir gaye güdülmediğinde- yasaklanmıştır ve haramdır. Mücahid, Esma´nın204 şöyle anlattığını rivayet ediyor: Âişe, gelin olup Hz. Peygamber ile gerdeğe girdiği gecede onun arkadaşı idim. Benimle beraber birkaç kadın daha vardı. ALLAH´a yemin ederim, biz Hz. Peygamberin evinde bir ziyafet yemeği görmedik. Ancak bir bardak süt vardı. Hz. Peygamber o sütten içti ve sonra Âişe´ye verdi. Âişe sütü içmekten utanarak çekindi. Ben Âişe´ye dedim ki: ´Hz. Peygamber´in elini geri çevirme. Hz. Peygamber´in eliyle uzattığı sütü al!´ Âişe utanmakla beraber, süt bardağını Hz. Peygamber´den aldı, içti. Sonra Hz. Peygamber ona ´Arkadaşlarına da ver´ dedi. Biz ´Bizim iştahımız yoktur´ dedik. Hz. Peygamber (s.a) ´Sakın açlıkla yalanı bir araya getirmeyin´ dedi. Ben ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bizden biri iştahı çektiği halde iştahım çekmiyor dese bu söz yalan sayılır mı?´ dedim. Şöyle buyurdu: Muhakkak ki yalan, deftere yalan olarak yazılır. Hatta deftere yalancık da yalancık olarak yazılır (yani en hafifi bile yazılır).205 Takvâ ehli, bu tür yalanlarda gösterilen müsamahadan kaçınırlar. Leys b. Sa´d şöyle anlatıyor: "Said b. Müseyyeb´in iki gözü ağrıyor ve çapaklanıyordu. Hatta çapaklar gözün dışında toplanmaktaydı. Said´e ´Eğer gözlerindeki çapakları süsen daha güzel olur!´ dedim. Said ´´Peki! Doktorun ´gözlerine el sürme´ demesi ve benim de ´Evet! El sürmeyeceğim´ demem nerde kalır?" dedi". İşte bu, ehl-i takvânın hareketidir. Bunu terkeden bir kimsenin dili yalan hususunda iradesinin sınırını aşar ve böylece bilmeden yalan söylemiş olur. Havvat et-Teymî´den şöyle rivayet ediliyor: Rebî b. Heyseme´nin kızkardeşi, hasta olan bir yeğenini ziyarete geldi. Hastanın üzerine eğilerek ´Oğlum, nasılsın?´ diye sorunca, uzanan Rebî kalkıp oturarak kız kardeşine ´Sen bunu emzirdin mi?´ diye sordu. Kız kardeşi ´Hayır, emzirmedim!´ dedi. Rebî "O halde sen ´kardeşim oğlu´ deyip doğru söyleseydi, ne zararın olurdu?" dedi. Âdetlerden biri de, kişinin bilmediği şey hakkında ´ALLAH bilir´ demesidir. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: "ALLAH nezdinde günahların en büyüklerinden biri de kişinin bilmediği şey için ´muhakkak ALLAH bilir´ demesidir´´. Bazen kişi rüyasını hikâye ederken yalan söyler. Burada günah çok büyüktür; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişinin kendisini soyundan başka bir soya nisbet etmesi veya uyku halinde görmediğini gözleriyle görmüş gibi anlatması veya benim ağzımdan yalan söylemesi, yalanın en büyüklerindendir.206 Rüya hususunda yalan söyleyen (rüya uyduran) bir kimseden kıyamet gününde iki arpayı birleştirmesi istenir. Oysa hiçbir zaman iki arpayı birleştiremez.207 200)Taftazanî´ye göre târiz, birkaç mânâya gelmesi muhtemel olan bir lâfız söylenmesi ve konuşanın maksadının zıddının anlaşılması demektir. Müteahhîrinin bazısına göre konuşmada olmayan bir mânâya delâlet etmek İçin kinâî, mecazî veya hakikî bir lâfızla bir şeyi zikretmektir. 201)Basralıdır ve tabiîndendir. Güvenilir bir âbiddir. 202)Nevfel´in oğlu Mahreme 115 yaşma gelmiş bulunuyordu. Birgün gözleri kör olan bu zat mescidde küçük taharetini yapmak istedi. Halk ´Burası ca- midir´ diye bağırdı. Nuayman onun elinden tutup mescidin başka bir köşesine götürüp ´Burada yap, burası mescid değildir´ dedi. Yine halk ´orası mesciddir´ diye bağırdı. Bunun üzerine ´Acaba kim beni buraya getirdi. Yemin olsun eğer o elime geçerse asam ile ona hakettiği darbeyi indi- receğim´ dedi. Aradan uzun bir zaman geçti. Nuayman, âmânın yanına geldi. Hz. Osman da namaz kılıyordu. Âmâya ´Nuayman´dan intikam al- mak ister misin?´ dedi. Âmâ ´evet´ dedi. Bunun üzerine âmâ´nm elini tutup Hz. Osman´ın yanında durdurdu. Âmâ var kuvvetiyle âsâsını Osman´ın başına indirdi, Osman´ın başını yardı. Halk ´Emîr´ul-Mü´minîne vurdun!´ diye bağırdı. 203)Dârekutnî, İbn Abdilberr 204)Adı Umeys b. Ma´bed b. Hars b. Kâ´b´dır. Hz. Esmâ Cafer´le beraber Habeşistan´a hicret etmiş, Cafer´den sonra Hz. Ebubekir ile, ondan sonra da Hz. Ali ile evlenmiştir. Faziletli bir kadın sahâbî´dir. 205)İbn Ebî Dünya, Taberânî 206)Buhârî 207)Buhârî |
Gıybet
Gıybet konusu oldukça uzundur. Bu bakımdan biz önce gıybetin aleyhinde vârid olan kötülemeleri ve gıybet hakkında vârid olan şer´î delilleri beyan edelim. ALLAH Teâlâ Kur´an da gıybetin kötülenmesini nass ile yapmış ve gıybet yapanı ölünün etini yiyen bir kimseye benzeterek şöyle buyurmuştur: Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi)!(Hucurât/12) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Müslümanın her şeyi diğer müslümana haramdır: Kanı, malı ve namusu(nu pâyimâl etmek)...208 Gıybet, haysiyete hoş gelmeyen kelimelerle saldırmaktır. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber gıybeti, mal ve kan ile beraber zikretmiştir. Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Birbirinize hased etmeyin! Birbirinize buğzetmeyin! Kavga etmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin. Bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Ey ALLAH´ın kulları kardeş olun!209 Câbir ve Ebu Said Hz. Peygamber´den (s.a) şöyle rivayet ediyorlar: Gıybetten kaçınınız! Muhakkak ki gıybet, zinadan daha kötüdür. Çünkü kişi, bazen zina eder, tevbe eder ve ALLAH tevbesini kabul eder. Gıybet yapan bir kimse ise, gıybeti yapılan kişi kendisini affetmedikçe ALLAH tarafından affedilmez.210 Enes (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: İsrâ gecesinde yüzlerini tırnaklarıyla paramparça eden bir kavmin yanından geçtim. Cebrâil´e ´Bunlar kimlerdir?´ diye sordum. Cebrail ´Bunlar halkın gıybetini yapan, haysiyet ve mürüvvetlerine dil uzatanlardır!´ dedi,211 Selim b. Câbir şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber´e gelerek dedim ki: ´Bana bir hayır öğret ki ondan faydalanayım!´ Şöyle buyurdu: Sakın yaptığın iyiliğin hiçbir şeyini az görme; isterse bu, elindeki kovadan su isteyen adamın kabına su boşaltmak olsun. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamanı tavsiye ederim. Dönüp gittiğinde de sakın gıybetini yapma!212 Berrâ b. Âzib der ki: Hz. Peygamber, evlerinde oturan hanımlara bile duyuracak derecede bize bir hutbe okuyarak şöyle buyurmuştur: Ey sadece dilleriyle iman edip kalbiyle iman etmeyen kimseler! Sakın müslümanların gıybetini yapmayın. Kusurlarını araştırmayın! Çünkü müslüman kardeşinin kusurunu araştıran bir kimsenin kusurunu ALLAH araştırır ve ALLAH kimin kusurunu araştırırsa, önu evinin içinde olsa bile rezil eder.213 Rivayete göre ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: ´Kim gıybetten tevbe ederek ölürse, o cehenneme en son girecek kimsedir´. Enes dedi ki: Hz. Peygamber (s.a) birgün oruç tutmayı emrederek şöyle buyurmuştur: Sakın ben kendisine izin vermedikçe hiçbir kimse iftar etmesin! Bunun üzerine halk oruç tutup akşamladı. İftar zamanı kişi gelir ve ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben bugünü oruçlu geçirdim. İftar için bana izin ver´ derdi. Hz. Peygamber de kendisine izin verirdi. Böylece biri diğerini takiben izin almaya gelirlerdi. En sonunda bir kişi geldi ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kureyş´ten iki genç kız oruç tutmuşlar, sana gelmekten utanıyorlar. İftar için kendilerine izin ver´. Hz. Peygamber adamdan yüz çevirdi, adam sözünü tek-rarladı, Hz. Peygamber yine onun sözüne kulak vermedi. Adam tekrar etti, bunun üzerine Hz, Peygamber şöyle buyurdu: Onların ikisi oruç tutmamıştır. Bütün gün halkın etini yiyen bir kişi nasıl oruçlu sayılır? Git onlara şöyle de: Eğer oruçlu iseler istifra etsinler. Bunun üzerine adam onlara gelerek durumu haber verdi. Onlar istifra ettiler. Onların ağızlarından kan çıktı. Adam Hz. Peygamber´e gelip haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun ki onlar bu kan parçasını karınlarında bıraksaydılar, ateş ikisini de yerdi.214 Bir rivayette Hz. Peygamber o kişiden yüz çevirdi, kişi sonra tekrar geldi ve ´Ey ALLAH´ın Rasülü! ALLAH´a yemin ederim, onların ikisi de öldü veya ölüme yaklaştılar´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber adama ´Onların ikisini huzura getir´ diye emir verdi. Hz. Peygamber´e geldiler. Hz. Peygamber bir fincan istedi. Onlardan birine ´Bunun içine istifra et´ dedi. O da irin, kan ve sarı sudan oluşan bir kusmuğu, fincanı dolduruncaya kadar boşalttı. Hz. Peygamber diğerine de ´istifra et´ dedi. O da aynen o şekilde istifra etti bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Muhakkak bu iki kadıncağız, ALLAH Teâlâ´nın kendilerine helâl kıldığı nimetlerden oruç tutup yemediler, fakat kendilerine haram kıldığı şeyle iftar ettiler. Biri diğerinin yanına oturdu. Başladılar halkın etlerini yemeye! Enes şöyle anlatıyor: Hz, Peygamber bize hutbe okudu. Faizden bahsetti. Onun korkunçluğunu uzun uzadıya belirtti. Sonra şöyle buyurdu: Kişinin faizden bir dirhem kazanması, ALLAH nezdinde günah bakımından, otuzaltı zinadan daha tehlikelidir. Faizin en çirkini ise, müslümanın ırzına dil uzatmaktır.215 Câbir der ki: Bir seferde Hz. Peygamber ile beraberdik. Sahipleri azap gören iki kabrin yanında durarak şöyle buyurdu: Bu iki kabrin sahibi azap görüyorlar! Oysa azap görmeleri pek büyük olmayan bir suçtan dolayıdır. Onlardan biri halkın gıybetini yapardı. Diğeri ise küçük taharetten korunmazdı.216 Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bir hurma dalı veya iki hurma dalı istedi. O dalları kırıp sonra her parçayı bir kabrin üzerine dikmeyi emretti ve şöyle dedi: Bu iki dal yaş oldukça (kurumadıkça) onların azabı hafifletilir. Hz. Peygamber (s.a) Maiz b. Mâlik´i recmettiği zaman bir kişi yanındaki arkadaşına dedi ki: ´Bu (Maiz), köpeğin ansızın ölmesi gibi öldü!´ Hz. Peygamber, bu iki kişi beraberinde olduğu halde bir leşin yanından geçti ve o iki kişiye dedi ki: Şu leşi parçalayıp yeyiniz! Onlar ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz leş mi yiyelim?´ dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İkinizin, müslüman kardeşinizin ölüsünden yemiş olduğunuz şey, bu leşten daha pis kokuyor.217 Ashâb-ı kirâm birbirlerine rastladıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılar, gıyablarında konuşmazlardı ve bunun, amellerin en faziletlisi olduğunu ve bunun aksini yapmanın da münafıkların âdeti olduğunu bilirlerdi. Ebu Hüreyre der ki: Kim dünyada müslüman kardeşinin etini yerse, ahirette ona o müslümanın eti yaklaştırılır ve kendisine ´Diri iken onun etini yediğin gibi ölü iken de ye!´ denir. O da mecbur kalarak yer. Böylece geveler, tiksinir, bağırır ve yüzünü buruşturur.218 Bu söz aynı zamanda Hadîs-i merfû olarak da rivayet edilmiştir. Rivayet ediliyor ki iki kişi, Mescid-i Haram´ın kapılarından birinin önünde oturuyordu. Daha önce kadınlığa özenen, fakat o anda o kötü âdeti terkeden biri onların yanından geçti. Onlar arkasından ´Onda kadınımsı hareketlerden bir şeyler kalmış!´ dediler ve o sırada namaz için kamet getirildi. O iki kişi içeri girdi. Halkla beraber namaz kıldılar. Söyledikleri söz onların kalbinde ´Acaba gıybet oldu mu, olmadı mı?´ diye bir merak vesilesi oldu. Bunun üzerine ikisi Atâ´ya gelip hâdiseyi anlattılar. Atâ ikisine de yeniden abdest almayı, namaz kılmayı, eğer oruçlu iseler oruçlarını kaza etmelerini emretti. Mücahid ´Azap olsun her ayıplayıcıya! Yüzlerine karşı dil uzatıcıya!´ (Hümeze/1) ayetinin tefsirinde şöyle dedi: ´Hümeze halka taneden kimse, Lümeze halkın etini yiyen kimse demektir´. Katade der ki: ´Bize belirtildiğine göre kabrin azabı üç çeyrektir. Bir çeyreği gıybetten, bir çeyreği koğuculuktan ve bir çeyreği de sidikten korunmamaktan gelir!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim ki gıybet, mü´min kişinin nâmını ifsad hususunda cüzzam´ın ceseddeki tahribatından daha süratlidir´. Birisi şöyle demiştir: ´Biz selef-i sâlihîn´e yetiştik. Onlar ibadeti oruç tutmakta ve namaz kılmakta değil, dillerini halkın ırzından tutmakta görürlerdi´. İbn Abbas şöyle demiştir: ´Sen, arkadaşının ayıplarını belirtmek istediğin zaman onun yerine kendi ayıbını belirt!´ Ebu Hüreyre şöyle demiştir: ´Sizden bir kimse müslüman kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği görmez!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ey Âdemoğlu! Sen imanın hakikatini ancak sende mevcut olan bir ayıptan dolayı halkı ayıplamayı terkettikten sonra elde edebilirsin. Ancak o ayıbın ıslahına başlayıp nefsinde bulunan o ayıbı ıslah ettikten sonra elde edebilirsin. Bunu yaptığın zaman senin meşguliyetin, nefsin hakkında olur. ALLAH nezdinde kulların en sevimlisi böyle olanıdır´. Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: ´´Hz. İsa (a.s) beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçti. Havariler ´Bu köpeğin kokusu amma da fena´ dediler. İsa (a.s) ´Onun dişinin parlaklığı ne de güzeldir´ diye karşılık verdi. Sanki İsa (a.s) bu sözüyle havarileri, köpeğin gıybetini yapmaktan bile menediyor ve onların ALLAH´ın mahluku hakkında güzelden başka birşey söyle-memelerine dikkatlerini çekiyordu´´, Ali b. Hüseyin başkasının gıybetim yapan bir kişiyi dinledi ve şöyle dedi: ´Gıybetten kaçın! Çünkü gıybet, insan köpeklerinin katığıdır´. Hz. Ömer şöyle demiştir: ´ALLAH´ın zikrinden ayrılmayın! Çünkü onda şifa vardır. Halktan bahsetmekten sakının! Çünkü o hastalıktır´. ALLAH Teâlâ´dan, ibadetine yönelmek için tevfîkini talep ederiz. 208)Müslim 209)Müslim, Buhârî 210)İbn Ebî Dünya, İbn Hibban 211)Ebu Dâvud 212)İmam Ahmed, İbn Ebî Dünya 213)İbn Ebî Dünya, Ebu Dâvud 214)İmam Ahmed 215)İbn Ebî Dünya 216)İbn Ebî Dünya, Ebu Abbas Değulî 217)Ebu Dâvud, Nesâî 218) İbn Merduveyh |
Gıybet´in Anlamı ve Tarifi
Gıybet duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bün-yesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur. Bedene gelince, gözündeki zayıflığı, şaşılığı, başındaki kelliği, boyunun kısa veya uzunluğunu, renginin siyahlığı ve sarılığını belirtmek gibidir. Nasıl olursa olsun, kişinin kendisiyle vasıflanabileceği düşünülen ve söylenildiği takdirde hoşuna gitmeyen her söz gıybete dahildir. Nesebe gelince, ´Babası Nebtî (çiftçi, ziraatçı) veya Hindli´dir´ veya ´hasis´ veya ´ayakkabı tamircisi´ veya ´çöpçü´ gibi kişinin hoşuna gitmeyen herhangi bir vasfını söylemendir. Ahlâka gelince, ´O kötü ahlâklıdır, cimridir, gururludur, riyakârdır. Fazla öfkeli, korkak, âciz, zayıf kalpli, mütehevvir ve benzeri ahlâklıdır!´ demek de gıybettir. Dil ile ilgili fiillerine gelince, ´O hırsız, yalancı, içkici, hain, zâlim, namaz hususunda gevşek, zekât hususunda küstah veya güzel rükû yapmaz, güzel secde etmez, necasetlerden korunmaz veya anne ve babasına karşı itaatkâr değildir veya zekâtı yerine sarfetmiyor veya zekâtı güzelce taksim etmeyi beceremiyor veya orucunu kadınlarla müstehcen konuşmaktan, gıybet yapmaktan, halkın namusuna saldırmaktan korumuyor´ demek de gıybettir. Dünya ile ilgili fiiline gelince, ´O az edeplidir. Halk hakkında küstahtır veya hiç kin senin kendi üzerinde hakkı olduğunu görmediği gibi, kendi nefsinin herkeste hakkı olduğunu sanar veya fazla konuşur. Fazla er, fazla uyur. Uyku vakti olmayan vakitlerde uyur, uygun olmayan yerlerde oturur´ demek de gıybettir. Elbisesinde ise ´Onun yenleri pek geniştir. Eteği uzun, elbisesi kir-lidir´ demek de gıybettir. Bir grup ´Din hususunda gıybet yoktur. Çünkü din hususunda başkasını kötüleyen bir kimse ALLAH´ın kötülediğini kötülüyor demektir. Bu bakımdan başkasını günahlarıyla zikredip o günahlarından dolayı kötülemek caizdir´ demişler ve delil olarak şu rivayeti öne sürmüşlerdir: Hz. Peygamber´e (s.a) bir kadından sözedilerek onun fazla saliha ve fazla oruç tutan olduğu söylendi. Fakat ´kadın diliyle komşularına eziyet veriyor´ da denildi. Hz. Peygamber de cevap olarak şöyle buyurdu: O ateştedir.219 Yine Hz. Peygamber´in yanında başka bir kadından söz edilerek, onun cimri olduğu söylendi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Böyle olduktan sonra onun hayrı nerede kalır?220 Bu (kadının cimri olduğuna dair) söz, bozuk bir sözdür. Çünkü ashâb-ı kirâm, Hz, Peygamber´den ahkâmı sormaya muhtaç olduklarından dolayı gelip Hz. Peygamber´e böyle şeyleri soruyorlardı. Onların gayeleri sözü edilen adamı tenkid değildi ve Hz. Peygamberin meclisinden başka bir mecliste de böyle bir şeye ihtiyaç yoktu. Bizim elimizdeki delil, ümmetin icmaıdır. Ümmet, başkasını, hoşuna gitmeyecek bir vasıfla anan kimsenin gıybetçi olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü böyle bir kimse Hz. Peygamberin gıybet tarifinde belirttiği hükme dahil olur. Bütün bu konularda doğru olduğu halde gıybet eden bir kimse gıybetçidir, rabbine isyan etmiştir ve kardeşinin etini yemiş gibidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: -Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? -ALLAH ve Rasûlü daha iyi bilir. -Gıybet kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu zikretmendir. -Acaba benim dediğim kardeşimde varsa? -Eğer senin dediğin kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin kendisinde yoksa ona iftira etmiş olursun.221 Muaz b. Cebel şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber´in yanında bir kişinin bahsi geçti. Ashâb ´O çok âciz bir kimsedir!´ dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber şöyle buyurdu: -Siz kardeşinizin gıybetini yaptınız! -Biz onda olanı söyledik! -Eğer onda olmayanı söyleseydiniz kendisine iftira etmiş olurdunuz.222 Huzeyfe Hz. Âişe´nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Âişe, Hz, Peygamber´in yanında bir kadından bahsetti ve dedi ki: ´O kısa boyludur´. Bunun üzerine Hz. Peygamber Âişe ye şöyle dedi: Sen onun gıybetini yapmış oldun!223 Hasan Basrî şöyle demiştir: Başkasından bahsetmek üç kısma ayrılır: 1.Gıybet 2.Bühtan 3.İfk (iftira) Bunların hepsi ALLAH´ın Kitabı´nda zikredilmiştir. Bu bakımdan gıybet; kişide olanı söylemendir, bühtan kişide olmayanı söylemendir. İfk ise, kulağa geleni söylemendir! İbn Şîrîn bir kişiden bahsederken şöyle demiştir: ´O siyah kişi...´ Sonra ALLAH´tan bağışlanma diledi ve ´Ben gıybet yapmış olduğum kanaatindeyim´ dedi. İbn Şîrîn, İbrahim Nehâî´den bahsederken elini gözünün üzerine koyup öyle konuştu, kör İbrahim demedi. Hz. Âişe şöyle demiştir: ´Sakın hiçbiriniz başkasının gıybetini yapmasın! Çünkü ben bir ara Hz. Peygamber´in yanında iken bir kadın için ´Şu kadın ne kadar da uzun etekli imiş!´ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber bana dedi ki: ´At, at!´ Ben ağzımdan bir çiğnem et parçası çıkardım.224 219)İbn Hibban, Hâkim 220)Harâitî, {Mürsel olarak) 221)Müslim 222)Taberânî 223)İmam Ahmed, Ebu Dâvud, Tirmizî 224)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh |
Gıybet Sadece Dille Yapılmaz
Dil ile söylemek, ancak başkasına müslüman kardeşinin bir eksikliğini anlattığın ve hoşuna gitmeyen bir vasfını belirttiğin için haram olmuştur. Bu bakımdan ta´rizen kendisinden bahsetmek, açıkça kendisinden bahsetmek gibidir. Bu hususta fiil de söz gibidir. İşaret, îma, dudak bükme, göz kırpma, yazı, hareket ve maksadı belirten her türlü söz, açıkça söylemek gibidir. O halde bunların tümü gıybet ve haramdır, Âişe vâlidemizin şu sözü îma ve işaret kısmındandır: Bizim evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra elimle kadının kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bana şöyle dedi: Kadının gıybetini yaptın!225 Başkasının durumunu hikâye etmek sûretiyle taklidini yapmak da gıybettir. Aksayarak yürümek veya kişinin yürüdüğü gibi yürümek gıybettir, hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir. Çünkü böyle yapmak, kişiyi anlatmakta daha tesirli olur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe´nin başka bir kadının taklidini yaptığını gördü ve şöyle buyurdu: Bana şu kadar şu kadar verilse bile yine de bir insanın taklidini yapmak beni sevindirmez!226 Yazı ile gıybet de böyledir. Çünkü kalem de bir dildir. Bir kitabın yazarı, belli bir şahıstan bahseden kitabında onun konuşmasını çirkin gösterirse gıybet olur. Ancak konuşmayı böyle göstermeye kendisini mecbur eden birşey bulunursa, o zaman hüküm değişir. Nitekim ileride bu bahis gelecektir. Müellifin ´bir kavim şöyle dedi´ demesi ise, gıybete dahil olmaz. Ancak gıybet, belli bir şahsa -ister diri, isterse ölü olsun- saldırmaktan ibarettir. ´Bugün bizim yanımızdan geçenlerin veya bizim gördüklerimizin bir kısmı´ demen gıybettendir. Yani eğer muhatabın bu ibareden belli bir şahsı anlarsa, gıybet olur. Çünkü mahzurlu olan, muhataba belli bir şahsı anlatmaktır. Anlatmakta kullanılan metod ve sistem değildir. Eğer muhatab o konuşmandan belli bir şahsı anlamazsa öyle konuşman caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bir insanın herhangi bir hareketinden hoşlanmadığı zaman şöyle derdi: Bazı kavimlere ne oluyor ki şöyle yapıyorlar?227 Hz. Peygamber isim söyleyerek eleştirmezdi. Senin ´Seferden gelenlerin bir kısmı, ilim iddia edenlerin bir kısmı´ demen, eğer belli bir şahsı anlatan karine varsa gıybet olur. Gıybet çeşitlerinin en çirkini, riyakar kurra´nın (okuyucular) gıybetidir. Çünkü bunlar maksatlarını salâh ve takvâ ehlinin tabirleriyle anlatırlar ki zâhirde gıybetten kaçındıklarını gösterip maksadlarnı anlatmış olsunlar! Bunlar cehaletlerinden dolayı iki fâhiş hareketi bir arada yaptıklarını bilmezler: Hem gıybet, hem riyakarlık! Yanında bir insandan bahsedildiğinde ´Bizi sultanın huzuruna girmekle, dünyada müptezellikle imtihan etmeyen ALLAH´a hamd olsun!´ demek veya ´Hayânın azlığından ALLAH´a sığınırız. ALLAH bizi hayâsızlıktan korusun!´ demek de öyledir! Bu konuşmasından maksadı; başkasının ayıbını anlatmaktır. Fakat adamı (güya) dua tabiriyle zikrediyor. Bazen de gıybetini yaptığı bir kimsenin medhini gıybetten önce yapar ve der ki: ´Filan adamın durumu ne güzeldir. İbadetlerde kusur yapmazdı. Fakat kendisine, bir gevşeklik musallat olmuş. Hepimizin müptelâ olduğu sabırsızlık belasına müptelâ olmuştur!´ Böylece kendi nefsini zikreder. Oysa maksadı, onun zımnında başkasını kötülemek, kendi nefsini de, sâlih kimselere benzetmek sûretiyle övmektir. Böylece hem gıybetçi, hem riyakâr, hem de nefsini temize çıkarmış olur. Dolayısıyla üç kötü davranışı bir araya getirmiş olur! Fakat cahilliğinden dolayı zanneder ki kendisi sâlih ve gıybetten korunan kimselerdendir ve bu sırra binaendir ki şeytan, câhillerle -ilimsiz olarak ibadete daldıkları zaman- oynar. Muhakkak şeytan onların yakasına yapışır, onları meşakkate sokar, hileleriyle onların amellerini yakıp kül eder. Onlara güler ve onlarla alay eder! Bir insanın ayıbı zikredildiği halde hazır bulunanlardan bazıları uyanıp da onu kavrayamaz. Bu bakımdan yapılan gıybeti anlamayan da anlasın diye ´SübhânALLAH! Bu ne kadar da acaib imiş!´ demek ve uyanmayan kişi kendisine kulak versin ve dediğini anlasın diye söylemek de gıybettendir. Böylece ALLAH Teâlâ´yı zikreder, onun ismini çirkin emeline ulaşmak için alet yapar. Oysa kendisi aldanmışlığından ve cehaletinden dolayı ALLAH´ı andığını sanarak ALLAH´a karşı minnet eder ve ´Beni dostumuzun hakkında cereyan eden istihfaf üzdü. ALLAH´tan onun nefsini rahata kavuşturmasını isteriz´ der. Böyle söylemesine rağmen üzüldüğü iddiasında yalancıdır ve dua etmesinde samimi değildir. Eğer maksadı hakarete uğrayan kişiye dua etmek olsaydı, o duayı namazından sonra gizlice yapardı. Eğer adamın hakarete uğraması kendisini üzmüş olsaydı, adamın hoşuna gitmeyen şeyi açıklamak sûretiyle gıybetini yapmak da kendisini üzerdi. Yine der ki: ´O miskin adam büyük bir belaya uğramış! ALLAH bizim de, onun da tevbesini kabul eylesin!´ Kişi bütün bu durumlarda dua ettiğini göstermesine rağmen ALLAH onun kalbindeki pisliğe muttali´dir. Onun gizli maksadını bilir. Fakat o cehaletinden dolayı, kendisinin, cahillerin açıkça günah işleyip cehaletlerinin gereğini yaptıkları zaman uğradıkları felâketten daha büyük bir felâkete maraz kaldığını bilmez. Benimsemek ve hayret etmek yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Çünkü bu şekilde dinleyen bir kişi, gıybetçinin gıybet hususundaki keyfi artsın diye ve gıybette alabildiğine ileri gitsin diye onu şaşkın şaşkın dinler. Sanki o böyle davranmakla gıybetçinin içindekini söküp çıkarır ve şöyle demek ister: ´Hayret! Ben o adamın böyle olduğunu bilmiyordum. Ben onu şu ana kadar ancak hayırlı, sâlih bir kimse biliyordum. Ben onda senin söylediğinin tam tersi olduğunu sanıyordum. ALLAH bizi her türlü beladan korusun!´ Zira bütün söyledikleri ve hareketleri gıybeti tasdik etmektir. Gıybeti tasdik etmek de gıybetten başka birşey değildir. Hatta susan da gıybetçinin ortağıdır! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Gıybeti dinleyen, gıybetçilerden biri olur.228 Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer´den rivayet ediliyor ki onlardan biri arkadaşına ´Filan adam çok uyuyor!´ dedi. Sonra ikisi birden ekmeklerini yemek için Hz. Peygamber´den bir katık istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Siz katıklandmız!´ dedi. Onlar ´Bizim katıklanmadan haberimiz yok!´ deyince, Hz. Peygamber şöyle dedi: Evet, siz kardeşinizin etinden yediniz!229 Dikkat ettiğinde, Hz. Peygamber´in ikisini birden suçladığını göreceksin. Oysa o sözü söyleyen sadece onlardan biriydi. Diğeri onu dinliyordu. ´(Maiz), köpeğin öldüğü gibi öldü!´ diyen bir kişi olduğu halde Hz. Peygamber ikisine birden şöyle dedi: Şu leşten yeyiniz! İkisini birden leş yemeye davet etti. Bu bakımdan gıybeti dinleyen de gıybetin günahından kurtulamaz. Ancak diliyle veya korktuğu takdirde kalbiyle gıybeti reddederse veya gıybet meclisin-den kalkarsa veya gıybetçinin konuşmasını başka bir konuşma ile keserse gıybetçi sayılmaz. Aksi takdirde günahkâr olur! Eğer gıybetçiye diliyle sus deyip de kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsa, bu münafıklık olur. Kalben gıybeti çirkin görmedikçe münafıklıktan kurtulamaz. Eliyle susması için işaret etmek veya kaşıyla veya kirpikleriyle işaret etmek yeterli değildir. Çünkü bu işaretler bahsi yapılan kişiyi hakir görmek demektir. Aksine o kişiyi tahkir değil de tazim etmeli ve açıkça onu müdafaa etmelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kimin yanında bir mü´min zelil ediliyorsa, o da kudreti olduğu halde o mü´mine yardım etmiyorsa, ALLAH onu kıyamet gününde insanların gözü önünde zelil eder (edecek).230 Kim (müslüman) kardeşinin bulunmadığı bir mecliste onun haysiyetini korursa, kıyamet gününde onun haysiyetini korumak ALLAH´a hak olur. Kim kardeşinin gıyabında onun haysiyetini korur ve müdafaa ederse, o kimseyi ateşten azad etmek ALLAH´a hak olur.231 Gıyabında müslümana yardım etmek hususunda ve bunun fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuştur. Biz bunları Sohbet Adabı ve Müslümanların Hakları bölümlerinde zikretmiştik. Bu bakımdan ikinci kez tekrarlamakla sözü uzatmak istemiyoruz. 223)İmam Ahmed, Ebu Dâvud, Tirmizî 224)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh 225)İbn Ebî Dünya 226)Daha önce geçmişti. 227)Ebu Dâvud 228)Taberânî 229)Taberânî 230)İbn Ebî Dünya 231)Ahmed, Taberânî, (Ebu Derdâ´dan) |
Gıybete Teşvik Eden Sebepler
İnsanoğlunu gıybete sürükleyen sebepler pek çoktur. Fakat bunları onbir sebepte toplamak mümkündür. Bu onbir sebebin sekizi, halkın geneliyle ilgilidir. Üç tanesi de din ehli ve havâsla ilgilidir. Halkın geneli hakkındaki sekiz sebep şunlardır: 1.Öfkesini teskin etmek. Bu tür gıybet, gıybeti yapılan adama kızmasına vesile olan bir sebep olduğu zaman meydana gelir. Çünkü kişi öfkesi kabardığı zaman karşısındaki adamın kötülüklerini söylemek suretiyle öfkesini dindirir. Eğer ortada gıybete mâni olacak din ve takvâ yoksa, dilin gıybete kayması tabiidir.Bazen öfkesini yenemez, öfke içinde birikir. Sabit bir kine dönüşür ve kötülüklerini daimi bir şekilde belirtmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan kin ve öfke, insanı gıybete sürükleyen büyük sebeplerdendir. 2.Emsâl ve akranına uymak, arkadaşlarına ayak uydurmak ve konuşma hususunda onlara yardım etmektir. Çünkü arkadaşları, halkın gıybetini yaptıkları zaman, kişi onların yaptıklarını inkâr ettiği veya meclislerinden kalktığı takdirde arkadaşlarının ağrına gidip kendisinden nefret edeceklerini düşünür. Böylece bu hususta onlara yardımcı olur ve bunu da güzel muaşeretten sayar. Arkadaşlıkta müsamahalı davrandığını zanneder. Bazen arkadaşları öfkelenirler. Onlara uymak için o da öfkelenmeye mecbur olur ki sıkıntıda ve bollukta onlarla beraber olduğunu göstermiş olsun. Dolayısıyla onlarla beraber başkalarının ayıplarını ve kötü sıfatlarını saymaya dalar. 3.Bir insanın, bir şeyi kendi aleyhine kullanacağını, kendisine dil uzatacağını veya büyük bir insanın yanında halini çirkin gösterdiğini veya aleyhinde herhangi bir şahidlikte bulunacağını hissetmesidir. Bu takdirde o adam kendisini çirkin göstermeden önce o adamı çirkin göstermeye acele eder. Onun aleyhinde bulunur ki onun kendi aleyhindeki şahidliğinin müsbet bir tesiri kalmasın veya önce doğru olarak onda bulunan şeyleri söyler ki arkasından ona iftira atsın ve önce söylediği doğrulardan ötürü, ettiği iftira revaç bulsun... Şahid tutar ve der ki: ´Yalan söylemek benim âdetim değildir. Çünkü ben size onun durumundan şu şu tarafları da haber verdim ve o da benim dediğim gibi çıktı´. 4.Herhangi bir şeye nisbet edilmesidir. Bu bakımdan nisbet edildiği şeyden kendisini uzaklaştırmak ister. Dolayısıyle o nisbeti yapanı açıklar. Oysa kendi nefsini o nisbetten kurtarmalı ve o nisbeti yapanı zikretmemeli ve intikam olarak başka kötülüğü ona nisbet etmemeliydi. Oysa kişi başkasının kendisiyle o fiilde ortak olduğunu zikreder ki o fiil hususunda kendini mâzur göstersin. 5.Tasannû ve gururu kasdetmektir. Bu, başkasını küçük göstermek sûretiyle kendini yüceltmek demektir. Bu bakımdan ´Filan adam cahildir, anlayışı kıttır, konuşması zayıftır´ der. Böyle söylemekten gayesi; kendisinin faziletini isbat etmektir. Onlara kendisinin daha âlim olduğunu göstermektir veya kendisine yapılan tâzim gibi, gıybeti yapılan kişiye tâzim etmekten sakındırımaktır. Bu gayeye de ancak adamın gıybetini yapmak sûretiyle varabilir! 6.Haseddir. Hased, insanlar tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir kimseyi çekememek dermektir. Böyle yapmakla o adamdan o nimeti gidermek ister ve o nimeti gidermek için de onun aleyhinde atıp tutmayı çıkar yol sanar Böylece halkın yanında o adamın itibarını düşürmek ister ki halk ona ikram etmekten, onu övmekten vazgeçsin. Çünkü halkın o adamı övmelerini dinlemek, halkın o adamın medhini yapmasını ve ikramda bulunmalarını görmek ona ağır gelir. Bu ise hasedin ta kendisidir. Hased, öfke ile kinden ayrıdır. Çünkü öfke ve kin insanı cinayete sevkeder. Hased ise. bazen iyilik yapan dosta ve tabiatça kendisine uyan arkadaşa bile yapılabilir. 7.Oynamak, şakalaşmak, lâtife yapmak ve vakti gülmekle geçirmektir. Bu bakımdan kişi, başkasının ayıbını zikreder. Onun taklidini yapmak suretiyle halkı güldürür. Böyle yapmasının sebebi kibir ve gururdur. 8. Karşısındaki insanı tahkir etmek için kendisiyle istihzâ etmek ve kendisini alaya almaktır. Böyle yapmak bazen kişinin yanında, bazen de gıyabında cereyan eder. Bunun kaynağı gurur ve alaya alınanı küçük görmektir. Havâss´ta bulunan üç sebebe gelince, bu sebepler, gıybete sürükleyen âmillerin en çetrefillisi ve en incesidirler. Çünkü bunlar şeytan tarafından hayırların içine gizlenmiş şerlerdir. Burada hayır vardır. Fakat şeytan o hayra şerri katmıştır. Birincisi: Birinin hatasına veya bir gerçeği inkâr etmesine şaşmasıdır. Bunun kaynağı dindir. Bu bakımdan der ki: ´Benim filan adamdan gördüğüm, ne acaip bir şeydir!´ Bu sözünde bazen doğru olabilir ve hakîkaten hayret etmesini gerektiren fiili de görmüş olabilir. Fakat onun buradaki vazifesi; hayret etmekle beraber adamın ismini zikretmemektir. Fakat şeytan onu, bu hayrete sebep olan adamın ismini zikretmeye sevkeder. Onun ismini zikretmekle gıybet etmiş olur ve bilmediği noktadan günahkâr olur. Kişinin ´Filan adamın durumuna hayret ettim. Câriyesi çirkin olduğu halde nasıl câriyesini sever. Filan adam câhil olduğu halde nasıl onun huzurunda oturur´ demesi de bu türdendir. İkincisi: Şefkat ve merhamettir. Şöyle ki, kişinin müptelâ olduğu dertten dolayı üzülür. Bu bakımdan der ki: ´Filan adam fakirdir! Onun derdi beni üzdü. Onun başına gelen belâlar beni oldukça sarstı!´ Üzülme davasında doğru olabilir. Fakat üzülmek, adamın ismini zikretmesine sebep olmuştur. Böylece adamın ismini zikrederek gıybet etmiştir. Bu bakımdan üzülmesi, merhamet ve şefkat göstermesi hayırdır. Hayrete düşmesi de böyledir. Fakat şeytan onu bilmediği bir noktada şerre düşürmüştür. Çünkü kişinin ismini zikretmeden de üzülmek ve şefkat göstermek mümkündür. Fakat şeytan onu kendisinin üzüntü ve şefkattan dolayı elde ettiği sevabı iptal etmek için felâketzedenin ismini zikretmeye kışkırtır. Üçüncüsü: ALLAH için öfkelenmektir. Kişi, bazen bir insanın yapmış olduğu münkeri gördüğü veya işittiği zaman öfkelenir. Dolayısıyla öfkesini belirtir ve adamın ismini zikreder. Oysa kendisine düşen vazife, adama karşı emr-i bi´l-ma´ruf ve nehy-i an´il münker´i icra etmek sûretiyle öfkesini belirtmektir. Başkasının yanında o öfkeyi belirtmemek ve adamın ismini gizlemek ve adamı kötülükle anmamaktır. İşte bu üç sebep, âlimler için bile idrak edilmesi gayet güç olan sebeplerdendir. Halk tabakasının bunları anlaması nerede kalır? Halk tabakası hayret etmek, şefkat göstermek ve öfkelenmek ALLAH için olduğu zaman bunlara sebebiyet verenin ismini zikretmekte herhangi bir beis yok zanneder. Oysa böyle sanmak yanlıştır. Gıybete ruhsat veren durumlar, bazı özel ihtiyaçlardır ki o ihtiyaç-larda isim zikretmekten başka çıkar yol yoktur. Nitekim bunun bahsi ileride gelecektir. Amr b. Vâsile´den şöyle rivayet ediliyor: Bir zat bir grubun yanından geçti ve onlara selâm verdi. Onlar da onun selâmının karşılığını verdiler. Onları geçtiği zaman içlerinden biri ´Ben ALLAH için bu adamdan nefret ediyorum´ dedi. Mecliste oturan diğer şahıslar ´Sen kötü konuştun. ALLAH´a yemin ederiz, biz gider ona senin söylediklerini söyleriz´ dediler. Sonra aralarından birisine ´Ey filan adam! Kalk ona yetiş! Bu adamın söylediğini kendisine söyle´ dediler. Onların elçisi adama yetişti ve söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Hz. Peygamber´e geldi ve söyleneni Hz. Peygamber´e bildirdi. Hz. Peygamber kendisine ´Aleyhinde konuşan adamı çağır´ diye emir verdi. O da gidip adamı çağırdı. Adam Hz. Peygamber´in huzuruna gelerek söylediğini itiraf etti. Hz. Peygamber ´O halde neden bu adamdan nefret ediyorsun?´ dedi. Adam ´Ben onun komşusuyum ve onun durumunu biliyorum. ALLAH´a yemin ederim, farz namazdan başka onun namaz kıldığını görmedim´ dedi. Gıybeti edilen adam, Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu adamdan sor! Acaba farz namazı vaktinden tehir ettiğimi veya farz namaz için aldığım abdesti üstün körü geçtiğimi, yahut namazın içindeki rükû ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş mü?´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, adama sordu. Adam ´hayır´ cevabını verdikten sonra şöyle devam etti: ´Yemin olsun! Hem fâsık ve hem doğru insanlar tarafından, Ramazan ayından başka hiçbir ayda oruç tuttuğunu görmedim´. Gıybeti yapılan adam, Hz. Peygambere ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sor kendisinden, acaba Ramazan ayında hiç oruç tutmadığımı veya Ramazan ayı hakkında kusur ettiğimi hiç görmüş mü?´ dedi, Hz. Peygamber bunu sorunca adam şöyle cevap verdi: ´Yemin olsun! Ramazan ayında bir dilenciye veya bir fakire birşey verdiğini görmedim. ALLAH yolunda sarfettiğini ve infakta bulunduğunu görmedim. Ancak iyi ve kötü insanlar tarafından verilen şu zekat hariç!´ Gıybeti yapılan adam, Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sor kendisinden! Acaba zekâtımdan hiç eksik ettim mi veya zekâtı alan zekât memurlarını hiç geciktirdim mi?´ dedi. Hz. Peygamber bunu sorunca, adam ´hayır´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, gıybet yapan adama şöyle dedi: ´Kalk! Buradan git. Umulur ki o adam senden daha hayırlıdır´.232 231) Ahmed, Taberânî, (Ebu Derdâ´dan) |
Kalben Yapılan Gıybet´in Haram Olması
Kötü söz gibi su-i zan da haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Ben bundan kalbin kinini ve başkasının aleyhine kötülükle hükmetmesini kastediyorum. Kalbinden bir anda gelip geçen şeyler affedilmiştir. Hatta şek ve şüphe etmek de affedilmiştir. Yasaklanan, başkasının hakkında kötü zanda bulunmaktır. Zan ise nefsin meylettiği ve kalbin yöneldiği şeyden ibarettir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira zarının bir kısmı günahtır.(Hucurât/12) Kötü zannın haranı olmasının sebebi şudur: Kalbin esrarını ancak allâm´ul-guyûb olan ALLAH bilir. Bu bakımdan başkası hakkında kötü zanda bulunamazsın. Ancak te´vil kabul etmeyecek şekilde sana âyan beyan olursa, o zaman bildiğine ve gördüğüne inanmaktan başka seçeneğin yoktur. Gözünle görmediğin, kulağınla işitmediğin birşeyin kalbine düşmesine gelince, o şeyi senin kalbine şeytan atmıştır. Bu bakımdan şeytanı yalanlaman gerekir. Çünkü şeytan, fâsıkların en katmerlisidir, Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.(Hucurât/6) Bu bakımdan İblis´i doğrulamak caiz değildir. Eğer orada fesâda delâlet eden bir hayal ve bir karine varsa, onu tasdik etmen caiz değildir. Çünkü fâsığın doğru söylemesi tasavvur edilebilir. Fakat onu tasdik etmek senin için caiz değildir. Hatta ağzını koklayıp içkinin kokusunu duyduğun bir insan için ceza tatbik etmek caiz değildir; zira bu adamın ağzını içki ile çalkalayıp içkiyi dökmesi ve içmemesi veya cebren içmeye zorlanması mümkün ve muhtemeldir denilebilir. Bütün bunlar şüphesiz ki muhtemel delillerdir. Kalben onları tasdik etmek ve o delillerden ötürü müslüman hakkında kötü zanda bulunmak caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşur: ALLAH, müslümanın, kanını, malını ve hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır.238 Bu bakımdan su-i zan ancak malın helâl olmasını gerektiren sebeplerle helâl olabilir. O da görme veya âdil bir delildir. Durum böyle değilse, kalbine su-i zannın vesvesesi gelirse, onu nefisten uzaklaştırmak gerekir ve nefsine ´Adamın -daha önce olduğu gibi-hali senin yanında kapalıdır. Senin ondan gördüğün şeyi hayra da, şerre de yorumlama ihtimâli vardır´ demek gerekir. Soru: Kalbine gelenin zan olduğu ne ile bilinir? Oysa insanın içinde şüpheler oynamakta, nefis daima kendi kendine bir şeyler fısıldamaktadır? Cevap: Kötü zan olmasının alâmeti, onunla beraber kalbin daha önceki durumundan değişmesidir. Bu bakımdan kalp, az da olsa ondan nefret ederek bir ağırlık hisseder. Onu gözetmen, araman, ikramda bulunman ve ondan dolayı üzülmen gevşer. İşte bütün bunlar, kötü zan olmasının alâmetleridir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´minde üç şey vardır ki onlardan kurtulması için bir yol vardır. Kötü zandan kurtulmanın yolu ise şüphelendiği şeyin üzerine düşmemesidir.239 Yani ne fiilen ne de kalben onu araştırmamak ve üzerinde durmamaktır. Mü´min, kalbinde ve âzalarında ona yer vermemelidir. Kalpte yer vermesi, sevginin nefrete dönüşmesidir. Azalarda yer vermek ise, onun gereğince amel etmek demektir. Şeytan az bir hayalle bazı kere halk hakkındaki kötü zannı kalbe yerleştirir ve adama ´bu senin zeki oluşundan, zihninin süratle intikal edişinden dolayı kalbinde meydana gelmiştir´ vesvesesini ilka eder ve devamla şu vesveseyi verir: ´Muhakkak mü´min ALLAH´ın nû-ruyla bakar! (Sen ALLAH´ın nûruyla bakarak bunu sezdin)´. Oysa böyle bir insan hakikatte şeytanın gururu ve meydana getirdiği karanlıkla bakıyordur. Âdil bir kimsenin haber verip, senin zannının da o adil kimseyi tasdik etmesine gelince, sen burada mazur sayılırsın. Çünkü sen o âdil insanı yalanlarsan bu yalanlaman adalete karşı bir cinayettir; zira adaleti yalan zannetmiş olursun, Bu da su-i zandır. Bu bakımdan herhangi birisine -yani ne haber veren âdil kimseye, ne de hakkında su-i zan yapılması gereken şahsa- su-i zan etmemeli ve ikisi hakkında da eşit bir şekilde düşünmelisin. İkisinin arasında düşmanlık, çekememezlik ve kindarlığın olup olmadığını araştırmak gerekir. Çünkü bunlardan dolayı da itham etmiş olabilir! ALLAH´ın nizâmı, âdil bir babanın evladı için şahidliğiıü itham edilmek sözkonusu olduğu için reddetmiştir. Düşman aleyhindeki şahidliği de reddetmiştir. Bu bakımdan sen böyle bir durumda duraklamasın. Her ne kadar söyleyen adam adil olsa da onu ne yalanlamalı, ne de doğrulamalısın. Fakat nefsine ´Bahsi edilen kişinin hali, benim yanımda, ALLAH´ın örtüsü altında bulunuyor. Onun işi benden örtülü ve olduğu gibi kaldı ve onun işinden bana hiçbir şey keşfolunmuş değildir´ demelidir. Kişi bazen zahirde adaletli olur. Onunla gıybeti yapılanın arasında herhangi bir kin de sözkonusu olmayabilir. Fakat halkın gıybetini yapmak, kötülüklerini belirtmek, bu zahirde adil görünen kişinin âdetinden olabilir. Dinleyen de onu âdil zanneder. Oysa o âdil değildir; zira başkasının gıybetini yapan bir kimse fâsıktır. Eğer gıybet onun âde-tinden ise şahidliği reddedilir. Ancak halk arasında gıybet yapmak âdet olduğundan dolayı gıybet hususunda gevşeklik gösteriyorlar. Halkın aleyhinde bulunmaya pek aldırış etmiyorlar.240 Ne zaman bir müslüman hakkında kalbine bir kötülük gelirse, o müslümanı daha fazla gözetmen ve durumunu sorman uygun olur. Ona hayırla dua etmen daha münâsib olur. Çünkü böyle yapman şeytanı kızdırır ve senden uzaklaştırır. Bir daha da şeytan senin kalbine kötü zannı ilka edemez. Çünkü senin dua etmekle ve hakkında kötü zan yapılmak istenen adamın hakkına daha fazla riayet etmekle meşgul olmandan korkar. Müslümanın hatasını açık bir delille bildiğinde, gizlice kendi-sine nasihatta bulun. Sakın şeytan seni aldatıp o adamın gıybetini yapmaya sürüklemesin. O adama nasihat yaptığında, onun o eksikliğini bildiğine sevinerek nasihat yapma! Çünkü böyle bir sevinç, onun sana tâzim gözüyle, senin de ona hakaret gözüyle bakmandan ve kendini ondan üstün tutmandan kaynaklanır. Senin bu nasihattan maksadın onu günahtan kurtarmak olmalıdır. Bunu yaparken, dinin hakkında bir eksikliğin olduğunda nefsin için üzüldüğün gibi onun için de üzülerek yapmalısın ve yine adamcağızın o günahı nasihatinin tesiri olmaksızın bırakması, nasihatinin tesiriyle bırakmasından sence daha sevimli olmalıdır. Sen bunları yaptığın takdirde nasihat, musibetten dolayı üzülmek ve müslüman kardeşine din hususunda yardım etmek ecirlerini bir arada toplamış olursun. Su-i zannın semerelerinden biri de merakla araştırmaktır; zira kalp, su-i zanla kanaat getirmeyerek tedkik ve tahkik ister. Bu bakımdan hakkında su-i zan yapılan adamın durumunu araştırmakla meşgul olur. Bu da yasaklanmıştır. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Birbirinizin gizli taraflarını araştırmayın´ (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan gıybet, su-i zan ve araştırmak aynı ayette yasaklanmışlardır. Tecessüss´ün mânâsı, ALLAH´ın kullarını ALLAH´ın örtüsü altında bırakmamak, onların gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve üzerlerine gerilen örtüyü yırtmaktır -eğer kendisinde gizli olsaydı kalbi ve dini için daha selâmetli olurdu- böylece gizli olan birşeyi bilmek ister. Biz Emr-i bi´l-Ma´ruf bölümünde tecessüss´ün hüküm ve hakikatini belirtmiştik. 240) Bu büyük bir beladır. Her memlekette halkın hemen hemen tümünü içine alır. Bu durum fesadın en büyüğüdür. Ancak ALLAH´ın koruduğu insan bundan kurtulabilir! (İthafus-Saadc) |
Gıybeti Ruhsatlı Kılan Özürler
Başkasının kötü taraflarını belirtmeyi ruhsatlı kılan şey, şer´an sıhhatli ve doğru bir hedeftir ki ona ancak gıybet yapmak sûretiyle varmak mümkün olur. Bu bakımdan bu durum, gıybetin günahını ortadan kaldırır. Gıybeti ruhsatlı kılan özürler altı tanedir: Birincisi: Tazallüm/zulümden şikayet etmektir; zira bir kadıya zulmü haber veren, hıyâneti söyleyen, hasmının rüşvet aldığını haber veren bir kimse -eğer mazlum değilse- gıybet yapmış ve isyan etmiş bir kimse olur. Kadı tarafından zulme uğrayan bir kimse ise, kadı´nın üstünde bulunan sultana gidip şikayet eder ve kadı´nın zulmettiğini söyler; zira bu kimsenin hakkının alınması ancak bu gıybeti yapmak sûretiyle mümkün olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki hak sahibi olan alacaklı için söz söyleme yetkisi vardır.241 Zengin bir kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür.242 Varlıklının (borcunu) geciktirmesi, hem cezalandırılmasını, hem de gıybetinin yapılmasını helâl kılar.243 İkincisi: Dinen münker ve yasak olanı engellemek, âsî bir kim-seyi doğru yola çevirmektir. Nitekim rivayet ediliyor ki, Hz. Ömer, Hz. Osman´ın yanından geçti. (Bazıları da ´Hz. Talha´nın yanından geçti´ demişlerdir). Osman´a´ selâm verdi. Hz. Osman (veya Hz. Talha) Hz. Ömer´in selâmına karşılık vermedi. Bunun üzerine Ömer, Hz. Ebubekir´e giderek durumu anlattı. Hz. Ebubekir, durumu düzeltmek için Hz. Osman´a geldi ve Hz. Ömer´in bu sözünü gıybet saymadılar. Yine bunun gibi Hz. Ömer´in kulağına Ebu Cendel´in Şam´da içki içtiği haberi geldiğinde Ebu Cendel´e şu mektubu yazdı: Rahmân ve Rahîm olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! Hâ, Mim! Bu kitabın indirilişi, azîz, alîm olan ALLAH´tandır. O, günahı bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli olan, ihsan sahibi ALLAH´tandır ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Dönüş ancak O´nadır. (Mü´min/1-2) Hz. Ömer´in bu mektubu üzerine Ebu Cendel tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmış kabul etmedi. Çünkü bu haberi Hz. Ömer´e ulaştıranın maksadı, Hz. Ömer´in Ebu Cendel´in bu yaptığını ortadan kaldırması içindir. Hz.Ömer´in Ebu Cendere yapacağı nasihatin, başkası tarafından yapılan nasihattan daha tesirli ve faydalı olacağını umdu. Bunun mübah olması, sıhhatli ve doğru bir maksadla olmasındandır. Eğer bu sıhhatli maksad ortada mevcud değilse, böyle söylemek haram olur. Üçüncüsü: Fetva istemektir. Nitekim müftüye der ki: ´Babam veya hanımım veya kardeşim bana zulmetti! Bu zulümden kurtulmak için çare ve yol nedir?´ Bu hususta en sağlamı, târiz yoluyla sormaktır. Meselâ şöyle demelidir: ´Babası veya kardeşi veya hanımı kendisine zulmeden bir adam hakkında ne dersiniz?´ Fakat bu miktarın tayini mübahtır. Çünkü Utbe´nin kızı Hind´den244 rivayet edildiğine göre, Hz. Peygambere şöyle demiştir: ´Kocam Ebu Süfyan çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun malından alabilir miyim?´ Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Normal olarak sana ve çocuğuna yetecek kadarını al´.245 İşte Hind, Ebu Süfyân´ın cimriliğini, kendisine ve çocuğuna zulmettiğini belirtti. Buna rağmen Hz. Peygamber, onu bu gıybeti yapmaktan menetmedi. Çünkü onun maksadı fetva istemekti. Dördüncüsü: Müslümanı şerden korumaktır. Bu bakımdan bid´atçı veya fâsığın bid´atının ona sirayet edeceğinden korktuğun zaman, o fâsık ve bid´atçı kimsenin fısk ve bid´atını bir fakîh´e açıklayabilirsin. Eğer seni, bunu açıklamaya teşvik eden, bid´at ve fıskın sirayet etme korkusundan başka bir hedef değilse, açıklayabilirsin; zira burası,, aldanma yeridir. Çünkü bazen o adama kızmak, insanoğlunu bu açıklamaya teşvik edebilir. Şeytan halka şefkat göstermekle bu durumu örterek onu aldatabilir. Bir köle satın alana -eğer kölenin hırsızlık, fâsıldık veya başka bir ayıbı biliniyorsa- kölenin bu kusurlarını söyleyebilirsin. Çünkü senin sükût etmende alıcının, söylemende de kölenin zararı vardır. Oysa alıcının tarafını gözetmek daha evlâdır. Böylece şahidleri temize çıkaran bir kimseye de şahidin halinden sorulduğu zaman, eğer şahidin kusurunu biliyorsa, onun kusurunu söylemek suretiyle aleyhinde bulunabilir. Evlenmek hususunda kendisiyle istişare edilen veya emaneti bırakmak hususunda kendisine danışılan bir kimse de böyledir. Müsteşar, istişare yapana gıybet maksadıyla değil, nasihat maksadıyla bildiklerini söyleyebilir. Eğer istişare eden, kişinin sadece ´Bu sana yararlı değildir´ sözüyle o evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, öyle söylemek, tafsilâta geçmemek farzdır ve bu kadar söylemek yeterlidir. Eğer ancak açıkça ayıbını söylemek sûretiyle evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, o vakit açıkça söy-lemek yetkisine sahiptir; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Siz fâcir kimseyi belirtmekten korkar mısınız, çekinir misiniz? (Hayır çekinmeyin!) Halk kendisini tanısın diye maske-sini yırtınız. Halk ondan sakınsın diye onda bulunan kusuları soyleyin. Selef-i Sâlihîn derler ki: Üç sınıf vardır, onların gıybeti yoktur, onların gıybetinden günah gelmez: 1.Zâlim idareci 2.Bid´atçı kimse 3.Fıskını açıklayan fâsık Beşincisi: İnsanın, ayıbını belirten bir lâkab ile maruf olmasıdır. el-A´rec (Topal), el-A´meş (Gece görmez) gibi.2- Bu bakımdan ´Ebu Zennat, el-A´rec´den, Selman, el-A´meş´ten rivayet etti´ demende ve buna bezer ibareleri kullanmakta günah yoktur. Âlimler, bunu tarif etmenin zaruri olması sebebiyle böyle yapmışlardır. Bir de bu öyle bir hâl almış ki hakkında kullanılan adam bunu bilse dahi tiksinmez. Çünkü bununla şöhret bulmuştur. Evet! Eğer bundan sakınmak ve başka bir ibâre ile tarif etmek imkânı varsa, onu kullanmak daha evlâdır ve bunun için de âma bir kimseye noksanlık isminden kaçmak için gözlü denir. 246) el-Arec, Medineli Abdurrahman´ın lakabıdır. Bu zat Ebu Hüreyre´nin en yakın arkadaşıdır. Hicretin 17. senesinde İskenderiye´de vefat etmiştir, el-A´meş ise, Süleyman b. Mehran el-Kuhili´nin lâkabıdır, Kûfelidir. Altıncısı: Gıybeti yapılanın, fâsıklığmı açıkça yapmasıdır. Kadınımsı giyinen, kadın gibi hareket eden, meyhane açan, açıkça içki içen ve halkın malını müsadere eden bir kimse gibi.. Aynı zamanda bu kimse böyle şeyleri kendisine bu lâkabların takılacağından çekinmeksizin açıktan açığa yapıyor, kendisini bu sıfatlarla anmaktan iğrenmiyorsa, açıktan işlemiş olduğu bir sıfatı kendisine atfettiğin zaman günahkâr olmazsın. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim hayâ perdesini yüzünden atmışsa, onun gıybeti yoktur.247 Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: Tâcir bir kimsenin hürmet ve ikrâmı yoktur´.248 Hz. Ömer bu sözüyle, gizli bir fâsığı değil, fâsıklığmı açıkça yapan bir kimseyi kastediyor; zira fıskı gizli olan bir kimsenin hürmetini gözetmek gerekir. Said b. Tarif şöyle demiştir: Ben Hasan Basrî´ye ´Fıskını açıkça yapan bir kişinin, kötülüklerini söylersem gıybetini yapmış sayılır mıyım?´ diye sordum. Cevap olarak ´Hayır! Böyle bir kimsenin hürmeti sözkonusu değildir´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir. Üç sınıf vardır. Onların gıybeti haram değildir: 1.Hevâ ve hevesine tâbi olan 2.Fıskını açıktan yapan fâsık 3.Zâlim bir idareci.249 Bu üç sınıfın arasındaki ortak nokta, üçünün de günahı açıktan işlemesidir. Çoğu zaman işledikleriyle iftihar ederler. İşlediklerini açıkça yaptıkları halde yaptıklarını söylemekten neden tiksinsinler! Eğer kişi, o üç sınıftan birinin açıkça yapmadığı başka bir günahı söylerse günahkâr olur. Avf b. Ebî Cemil şöyle anlatıyor: Ebubekir Muhammed b. Sîrin´in huzuruna girdim ve onun yanında Haccac-ı Zâlim´in aleyhinde atıp tuttum. Dedi ki: ´ALLAH âdil bir hâkimdir. Haccac´ın gıybetini yapandan intikamını alır. Yarın ALLAH´ın huzuruna vardığında senin yapmış olduğun en küçük günahın, senin için Haccac´ın yapmış olduğu en büyük günahtan daha şiddetlidir´. 241)Müslim, Buhârî 242)Müslim, Buhârî 243)Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Mâce 244)Hind´in İslâm´dan önceki haberleri meşhurdur. Müşrike Hind, Uhud muharebesine iştirâk etmiştir. Mekke fethedilinceye kadar müslümanlarm en şiddetli düşmanıydı. Mekke fethinde, önce kocası Ebu Süfyan, sonra da kendisi müslüman olmuştur. 245)Müslim, Buhârî 246) el-A´´rec, Medineli Abdurrahman´m lakabıdır. Bu zat Ebu Hüreyre´nin en yakın arkadaşıdır. Hicretin 17. senesinde İskenderiye´de vefat etmiştir, el-A´m.eş ise, Süleyman b. Mehran el-Kuhili´nin lâkabıdır, Kûfelidir. 247)İbn Adîy, Ebu Şeyh 248)İbn Ebî Dünya 249)İbn Ebî Dünya |
Gıybet´in Kefareti
Gıybet´i yapana farz olan, pişman olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmektir ki böyle yapmakla ALLAH´ın hakkını ödemiş olsun! Sonra gidip gıybetini yaptığı kimseye kendisini helâl ettirmelidir ki o da helâl ederse, ona yapmış olduğu zulmün cezasından kurtulur. Gıybetini yaptığı adamdan helâllik istediği zaman mahzun, üzgün ve yaptığından dolayı pişman olmalıdır. Çünkü riyâkâr bir kimse bazen gıybetini yaptığı kimseden, muttakî olduğunu göstermek için helâllik ister. Oysa içinde gıybetten dolayı pişmanlık diye birşey yoktur. Böylece ikinci bir günah işlemiş olur! Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Gıybetçiye, helâllik istemek değil ALLAH´tan günahının affını istemek kâfi gelir. Bunun yeterli olduğuna Enes b. Mâlik´ten rivayet edilen hadîsle istidlâl edilir: Enes (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Gıybetini yapmış olduğun kimsenin gıybetinin kefareti, onun için istiğfar edip, af talep etmendir.250 Mücahid şöyle demiştir: ´Kardeşinin etini yemenin kefareti, onu övmen, hayırla kendisine dua etmendir´. Atâ b. Ebî Rebah´a ´gıybetten tevbe etmek´ hakkında soruldu. Dedi ki: "Gıybetten tevbe etmek, gıybetini yapmış olduğun arkadaşına gitmen ve ona ´Ben söylediğimde yalan söyledim. Sana zulmettim ve su-i edebde bulundum. İstersen hakkını benden alabilirsin ve istersen beni affedersin´ demendir. Atâ´nın bu fetvası daha sağlamdır, İtirazcının ´Gıybetin karşılığı yoktur. Bu bakımdan gıybetten dolayı helâllik istemek farz değildir. Mal ise tam bunun hilâfmadır´ demesine gelince, onun bu sözü zayıf bir sözdür; zira başkasının haysiyet ve mürüvvetine saldırana iftira cezasının tatbik edilmesi farzdır ve bu kimsenin yakasına yapışılır. Sahih bir hadîste, Hz. Peygamber´den şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Kimin yanında müslüman kardeşinin haysiyet ve şerefi veya malı hususunda bir zulüm varsa, o kimse, kendisinde dinar ve dirhem (para) bulunmayan birgün gelmezden önce gidip o kardeşinden helâllik istemelidir. Çünkü o günde sa-dece onun hasenât ve sevabından alınır, gıybeti yapılana verilir. Eğer sevabı yoksa arkadaşının günahları alınır, kendisinin günahlarına eklenir.251 Hz. Âişe (r.a) başka bir kadına ´eteği uzundur´ diyen bir kadına ´Sen onun gıybetini yaptın. Git kendisinden helâllik iste´ demiştir. Bu bakımdan eğer gıybetçinin imkânı varsa, helâllik istemesi lâzımdır. Eğer gıybeti yapılan şahıs ortada yok veya ölü ise, en uygunu onun için af talep etmesi, duada bulunması ve onun nâmına hayırlar yapmasıdır. Eğer ´Acaba helâl etmek farz mıdır?´ dersen, cevap olarak derim ki: Hayır! Tarz değildir. Çünkü başkasına hakkını helâl etmek teberrudur. Teberru ise farz değil, fazilettir´. Fakat buna rağmen helâl etmek güzeldir. Özür dilemenin yolu, karşısındakini mübalâğalı bir şekilde övmek, ona kendisini sevdirmektir. Onun kalbini hoşnut edinceye kadar bu şekilde arkasını bırakmamaktır. Eğer buna rağmen kalbi hoş olmazsa özür dilemesi ve sevgi göstermesi, defterine yazılacak bir hasene olur. O hasene kıyamet gününde, gıybet kötülüğünün karşılığı olur. Seleften bazıları helâl etmezdi. Said b. Müeseyyeb der ki: ´Bana zulmedene hakkımı helâl etmem!´ İbn Sirin der ki: ´Ben, gıybetimi yapana gıybeti haram etmedim ki kendisine hakkımı helâl edeyim. Muhakkak ALLAH ona gıybeti haram etmiştir. Ben ise hiçbir zaman ALLAH´ın haram ettiğini helâl edemem´. Eğer ´O halde Hz. Peygamberin ´Helâllik istemesi uygundur´ şeklindeki sözünün mânâsı -eğer ALLAH´ın haram kıldığının helâl edilmesi mümkün değilse- nedir?´ dersen, cevap olarak deriz ki: ´Hz. Peygamberin maksadı; zulmü affetmektir. Yoksa harâmı helâle çevirmek değildir. İbn Sîrin´in dediği ise, gıybetten önce gıybeti helâl etmek hususunda güzel ve geçerlidir. Çünkü herhangi bir şahsa, başkasına gıybetini yapmasını helâl etmesi caiz değildir´. Soru: O halde Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsı nedir ve o gıybetini nasıl sadaka olarak verirdi? Sizden biriniz, Ebu Demdem gibi olmaktan aciz midir? Ebu Demdem evinden çıktığı zaman şöyle derdi: ´Ey ALLAHım! Ben gıybetimi yapmayı halk için sadaka olarak verdim (helâl ettim)´. Yine gıybetini sadaka olarak veren bir kimsenin gıybeti helâl olur mu? Eğer o kişinin sadakasının kabul edilmemesi sözkonusu ise, o zaman Hz. Peygamberin bizi böyle yapmaya teşvik etmesinin mânâsı ne olabilir?252 Cevap: Bu hadîs-i şerifin mânâsı ´Ben kıyamet gününde, bana zulmedeni muâhaze etmek istemem ve onunla davaya da girmem´ demektir. Aksi takdirde gıybet, hiçbir zaman böyle söylemekle helâl olmaz ve gıybet eden bir kimse de günahtan kurtulamaz. Çünkü böyle demek, günahın olmadan önce affedilmesi demektir. Ancak bu kişi dava etmeme sözüne sadakat göstermek niyetindedir. Eğer bu sözünden dönüp davacı olursa, diğer hukuklarda olduğu gibi, burada da kıyas böyle bir davaya yetkili olmasıdır. Fâkihler açıkça dediler ki: ´Kim kendisine iftira atmayı mübah kılarsa, iftira atana tatbik edilen cezadan onun hakkı düşmez. Bu, ahiret cezası gibidir´. Kısaca gıybetçiyi affetmek daha faziletlidir. Nitekim Hasan Basrî şöyle demiştir: "Ümmetler kıyamet gününde, ALLAH´ın huzu-runda diz çöktükleri zaman ´Kimin ALLAH nezdinde ecri varsa ayağa kalksın!´ denir. O zaman sadece dünyada halkı affedenler ayağa kalkarlar". Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Affetmeyi şiar edin, mârufu emret ve câhillerden yüz çevir! (A´raf/199) Hz. Peygamber (sa) de şöyle buyurmuştur: Ey Cebrâil! Ayetteki af ne demektir? Cebrâil şöyle demiştir: ´Muhakkak ALLAH sana zulmedeni affetmeni emrediyor. Sıla-yı rahmi kesen akrabana sıla-yı rahim yapmanı ve seni mahrum edeni mahrum etmeyip vermeni emrediyor´.253 Bir şahıs Hasan Basrî´ye ´Filân adam senin gıybetini yaptı!´ dedi. Bunun üzerine Hasan, bir tabak yaş hurma doldurarak o adama gönderdi ve şöyle dedi: ´Kulağıma geldiğine göre sen hasenât ve sevabından bana hediye etmişsin. Ben de o hediyene karşılık sana bu hurmaları hediye etmek istedim. Beni mâzur gör! Çünkü senin hediyene tam olarak karşılık vermeye kudretim yok! 250)İbn Ebî Dünya 251)Müslim, Buhârî, (Ebu Hüreyre´den) 252)Bezzar, İbn Sinnî, Ukaylî 253)Ebu Nuaym |
Nemime (Dedikodu)
(Herkesi) kınayan, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da kötülükle damgalı (olanların hiçbirine itaat etme).(Kalem/11-13) Abdullah b. Mübârek dedi ki: "Ayetteki ´zenim´ konuşmayı (sırrı) gizleyemeyen veled-i zinadır. ALLAH Teâlâ, bununla işaret buyurmuştur ki konuşmayı gizlemeyen ve kovuculuk yapanın hareketi, veled-i zina olmasına delâlet eder. Bu keyfiyet, ALLAH Teâlâ´nın ´Zorbayı, bütün bunlarla beraber soysuz olan yardakçıyı tanıma...´ (Kalem/13) cümlesinden çıkarılır. Çünkü ayette geçen ´zenim´ kelimesi, ´başkasına nisbet edilen kimse´ demektir".(253) Ebu Nuaym (İnsanları) diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline! (Hümeze/1) Denildi ki: ´Hümeze´, ´nemmam ve kovucu kimse´ demektir. Karısı da odun hamalı olarak (oraya girecek). Boynunda bükülmüş bir ip (zincir vardır).(Tebbet/4-5) Bu ayetin tefsirinde denildi ki: ´Ebu Leheb´in karısı, çok dedikoducuydu, konuşmaları sırtlar, gezdirirdi´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH kâfirlere Nuh´un karısı ile Lût´un karısını da bir misâl yaptı. O iki kadın, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhları) altında idiler. Böyleyken (iman hususunda) kocalarına hainlik ettiler. Kocaları ALLAH´tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı.(Tahrîm/10) Bu ayet-i celîlenin tefsirinde denildi ki: ´Lût´un karısı, gelen misafirleri kavmine haber veriyordu. Nuh´un karısı da Nuh´un mecnun olduğunu yayıyordu!´ Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Cennete nemmam (kovucu) bir kimse giremez.254 Cennete kattad (kovucu) bir kimse girmez.255 Kattad ´nemmam´ demektir. Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle söylediğini rivayet eder: ALLAH nezdinde en sevimliniz, ahlâken en güzel olanlarınızdır. O kimseler ki kanatlarını gererler, severler ve sevilirler. Sizin ALLAH nezdinde en sevimsiz olanlarınız, söz gezdirenleriniz, kardeşlerin arasını ayıranlarınız, mâsum kimselerin hatalarını araştıranlarınızdır.256 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: -Sizin en şerlilerinizi size haber vereyim mi? -Evet! -Onlar ki kovuculuk yaparlar, dostların arasını bozarlar,tertemiz insanlarda ayıplar arar, yakıştırmalar yaparlar.257 Ebu Zer Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: ´Kim haksız yere bir sözü, bir müslümanı onunla lekelemek için yayarsa, ALLAH onu kıyamet gününde ateşle lekelendirir´.258 Ebu Derdâ Hz. Peygamberin (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: ´Bir kimse başkalarının bilmediği bir sözü onun aleyhinde yayar, onu o söz ile lekelemek isterse, aynı söz ile kıyamet gününde o iftiracıyı ateşte eritmek ALLAH´a haktır´259 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: ´Kim bir müslümanın aleyhinde o müslümanın hak et-mediği bir şahidlikte bulunursa, o kimse ateşte yerini hazırlasın´.260 Deniliyor ki: ´Kabir azabının üçte birisi nemmamlık ve kovucu-luktan ileri gelir´. İbn Ömer Hz. Peygamberin şöyle söylediğini rivayet eder:: ALLAH Teâlâ (cc) cenneti yarattığı zaman ona ´konuş´ diye emir verdi. Cennet de ´Bana giren bir insan saadete ermiştir´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, şöyle buyurdu: ´izzet ve celâlime yemin ediyorum, sende insanların sekiz grubu durmayacaktır: 1.İçkiye devam edenler. 2.Zinada ısrar edenler. 3.Kovucu (kattat) olanlar. 4.Deyyus olanlar. 5.İnsanlara zulmeden görevli memurlar. 6.Kadın gibi giyinen, kadın gibi hareket eden muhannes kimseler. 7.Sıla-yı rahmi kesenler. 8.´Benim boynumda ALLAH´ın ahdi olsun, eğer ben şöyle yapmazsam´ dediği halde dediğini yerine getirmeyenler.261 Ka´b-ul-Ahbar´dan şöyle rivayet ediliyor: İsrâiloğulları´na kıtlık isabet etti. Hz. Musa (a.s) birkaç defa yağmur duasına çıktığı halde yağmur yağmadı. Bunun üzerine ALLAH, Musa´ya vahy göndererek ´Ben ne sana, ne de seninle beraber yağmur duasına çıkanlara müsbet bir cevap vermeyeceğim. Çünkü sizin içinizde bir nemmam (kovucu) vardır ve o kovucu, kovuculuğuna devam ediyor´ dedi. Hz. Musa (a.s) ´Yarab! O kovucu kimdir? Bana onu haber ver ki onu aramızdan çıkarayım!´ dedi. ALLAH ´Ey Musa! Sizi kovuculuktan menettiğim halde kendim mi kovucu olayım?´ dedi. Bunun üzerine İsrailoğulları´nm hepsi birden tevbe ettiler ve yağmura kavuştular. Bir kişi yediyüz fersah öteden yedi kelime öğrenmek için bir hakîme geldi. Hakime vardığı zaman şöyle dedi: ´Ben ALLAH´ın sana vermiş olduğu ilim için sana gelmiş bulunuyorum. Bana gök ve göklerden daha ağır olanı, yer ve yerden daha geniş olanı, taş ve taştan daha katı olanı, ateş ve ateşten daha hararetli olanı, zemherir ve zemherirden daha soğuk olanı, deniz ve denizden daha zengin olanı, yetim ve yetimden daha zelil olanı haber ver!´ Hakîm ona şöyle dedi: 1.Suçsuz bir kimseye iftira atmak göklerden daha ağırdır. 2.Hak ve hakîkat yerden daha geniştir. 3.Kanâatkâr bir kimsenin kalbi denizden daha zengindir. 4.Harislik ve hased ateşten daha hararetlidir. 5.Yakın akrabaya olan ihtiyaç -eğer yerine getirilmez isezemherirden daha soğuktur. 6.Kâfirin kalbi taştan daha katıdır. 7.Kovucu bir kimse kovuculuğu ortaya çıktığı zaman, yetimden daha zelîl ve sefil olur. 254)Müslim, Buhârî 255)Müslim, Buhârî 256)Taberânî 257)İmam Ahmed 258)İbn Ebî Dünya 259)İbn Ebî Dünya 260)İmam Ahmed, İbn Ebî Dünya 261) Ahmed, Nesâî |
Nemime´nin Tarifi ve Reddedilmesi Gereken Kısmı
Nemime ismi, en çok başkasının sözünü, aleyhinde konuşulan kişiye haber veren kimse için kullanılır. Nitekim ´Filân adam senin hakkında şöyle dedi´ dersin. Oysa nemime´nin tarifi şudur: Açıklanması hoş görülmeyen şeyi açıklamak. Bu açıklama ister söyleyenin hoşuna gitmesin, ister hakkında söylenenin hoşuna gitmesin, isterse üçüncü bir şahsın hoşuna gitmesin farketmez. Bu açıklama ister sözle, ister yazıyla, isterse işaret veya îma ile olsun, nakledilen ister amellerden, ister sözlerden, ister kendisinde olan bir eksiklik veya bir ayıp olsun veya olmasın. (Bütün bunlar nemime´nin tarifine dahildirler). Nemime´nin hakikati, sırrı ifşa etmek, açıklanmasından hoşlanılmayan birşeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır. İnsanoğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması sözkonusu olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır. Meselâ başkasının malını aşıran bir kimseyi görmek gibi... Bu takdirde bu hususta şahidlik yapması, müslümanın hakkını gözetmek bakımından kendisine gereklidir. Fakat kişinin kendi nefsine ait olan bir malı gizlediğini gördüğü zaman, bunu söylerse nemime ve sırrı ifşa etmek olur. Eğer başkasına söylediği şey, kendisinden hikâye ettiği insanda o bir ayıp ve eksiklik ise, bu takdirde gıybet ile nemimeyi bir araya getirmiş olur. Yani hem gıybetçi, hem de kovucu olur. Bu bakımdan, insanoğlunu kovuculuğa teşvik eden, ya kovuculuğu yapılan insana karşı bir kötülüktür veya kendisine haber götürülenin sevgisini açıklamak veya bâtıl ve fuzulî konuşmalara dalmaktır. Kime kovucu tarafından bir söz getirilirse ´filan adam senin hakkında şöyle dedi´ veya ´şöyle yaptı´ veya ´filân adam senin işini bozmak için şu tedbiri aldı´ veya ´düşmanına şu yardımda bulundu´ veya ´halini şu şekilde çirkin gösterdi´ veya benzeri bir tabir söylendiği zaman kendisine altı vazife düşer: Bir Birincisi, kovuculuğu doğrulamamasıdır. Çünkü kovucu fâsıktır. Fâsığın ise şahidliği kabul edilmez. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurât/6) İki İkincisi, kovucuyu kovuculuktan menetmesi, nasihat yapması ve fiilinin çirkin olduğunu kendisine söylemesidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: İyiliği emret! Kötülükten vazgeçir! (Lokman/17) Üç Üçüncüsü, ALLAH için kovucudan nefret etmesidir. Çünkü kovucu, ALLAH nezdinde nefret edilen bir kimsedir. Bu bakımdan ALLAH´ın buğzettiği bir kimseye buğzetmesi lâzımdır. Dört Dördüncüsü, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zarı etmemesidir. Çünkü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır; Ey inananlar, zandan çok sakının! Zira zarının bir kısmı günahtır! (Hucurât/12) Beş Beşincisi, kovucunun sana söylediği sözler seni bir müslüman hakkında casusluk yapmaya, onun gizli taraflarını -kovucu acaba doğru mu söylüyor, yalan mı söylüyor diye- araştırmaya sevketmemelidir. Çünkü ALLAH Teâlâ ´Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın!´ (Hucurât/12) buyurmaktadır. Altı Altıncısı, kovucuya yasakladığın şeye kendi nefsin için de razı olmamalısın. Onun kovuculuğunu hikaye etmemeli, ´filân adam bana şöyle dedi´ deyip kovucu ve gıybetçi olmamalısın. Oysa sen kovucuyu böyle yapmaktan daha önce menetmiştin. Rivayet ediliyor ki, bir adam Ömer b. Abdülaziz´in huzuruna girdi ve başka bir kişiden Ömer´e birşeyler nakletti. Bunun üzerine Ömer kendisine "Eğer dilersen senin durumunu tedkik ederiz. Tedkik neticesinde yalancı çıkarsan şu âyetin mefhumuna dahil olmuş olursun: ´Eğer bir fâsık size bir haber getirirse tedkik ediniz´. (Hucurât/6) Eğer doğru isen, o zaman şu ayetin kapsamına girmiş olursun: ´Kınayan, söz götürüp getiren´. (Kalem/İl) Eğer dilersen tedkik etmezden önce seni affedelim!´ dedi. Kişi ´Ey mü´minlerin emiri! Beni affet! ´Bir daha böyle bir hata işlemeyeceğime söz veriyorum´ dedi. Bir hakimi, arkadaşlarından biri ziyaret etti ve hakime, bazı dostlarından nâhoş haberler verdi. Bunun üzerine hakîm, ziyaretçiye dedi ki: Sen ziyareti geciktirdin ve üç suçu birden getirdin: 1.Kardeşimi bana hor ve mebğuz gösterdin. 2.Böyle şeylerden boş olan kalbimi meşgul ettin. 3.Emin olan nefsini, benim yanımda şüpheli kıldın! Süleyman b. Abdulmelik oturuyordu. Zeherî de yanındaydı. Bu esnada bir kişi geldi. Süleyman ona ´Kulağıma geldiğine göre sen benim aleyhimde şöyle demişsin´ dedi. Kişi ´Ben ne aleyhinde konuştum, ne de birşey söyledim´ dedi. Süleyman ´Ama bana bu haberi söyleyen kimse sâdık ve doğru bir kimsedir´ dedi. Zeherî ´Kovucu, doğru ve sadık olamaz!´ dedi. Süleyman ´Doğru söyledin!´ dedi ve adama ´Haydi selâmetle git´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Sana başkasının sözünü nakletmek sûretiyle kovuculuk yapan, mutlaka seni de başkasına ihbar eder´. Hasan Basrî´nin bu sözü işaret eder ki kovucudan nefret etmek, onun sözüne güvenmemek, doğruluğuna bel bağlamamak uygundur. Kovucuya nasıl buğzedilmesin! Halbuki kovuculuk, yalan ve gıybetten, hile ve hıyânetten, dalâvere, hased, münâfıklık, halkın arasını açmak ve kaypaklık göstermekten hiçbir zaman geri kalmamaktadır. Kovucu, ALLAH´ın devam etmesini istediğini kesmek isteyenlerden ve yeryüzünde fesad çıkaranlardandır. Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar. Böylelerine acıklı bir azap vardır.(Şura/42) Kovucu da bunlardandır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki şerrinden dolayı halkın kendisinden sakındığı bir insan, insanların şerirlerindendir.262 Kovucu da bunlardandır. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kesici cennete giremez! ´Kesici kimdir ya Rasûlullah?´ denildiğinde ´Halkın arasını kesendir´ diye buyurdu. Bu kimse kovucudur ve bu kimsenin sıla-,yı rahmi kesen bir kimse olduğu da söylenmiştir.263 Hz. Ali´den şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi, diğer bir kişiyi Hz. Ali´ye ihbar etti. İmam Ali, jurnalcıya dedi ki: -Biz senin dediklerini soracağız. Eğer haklı çıkarsan, senden nefret edeceğiz. Eğer yalancı çıkarsan, seni cezalandıracağız. Eğer dilersen, tedkik yapmaksızın seni affedeceğiz. -Ya emîr´el-mü´minîn! Beni affedin!Muhammed b. Ka´b el-Kurazî´ye denildi ki: ´Mü´minin hangi hasleti mü´mini daha fazla düşürür?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Fazla konuşmak, sırrı ifşa etmek ve herkesin sözünü kabul etmek´. Bir kişi Basra valisi ve emiri bulunan Abdullah b. Amr´a dedi ki: ´Benim kulağıma geldiğine göre, filan adam sana, benim senin aleyhinde konuştuğumu söylemiş´. Emir Abdullah ´Evet, öyle´ dedi. Kişi ´O halde onun söylediğini bana söyle ki ben onun yalancı olduğunu senin yanında ispat edeyim´ dedi. Abdullah ´Kendi dilimle kendime küfretmeyi istemiyorum. Onun söylediğini de tasdik etmemen bana kâfidir ve senden de dostluğumu kesmem´ dedi. Kovuculuk, sâlihlerden birisinin yanında belirtildi. O zat şöyle dedi: ´Her grup hakkında doğruluk övüldüğü halde kendilerinin doğruluğu övülmeyen bir grup hakkında ne dersiniz!´ Mus´ab b. Zübeyr (r.a) şöyle demiştir: ´Biz kovuculuğu kabul etmenin kovuculuktan daha zararlı olduğunu görmekteyiz. Çünkü kovuculuk bir kötülükten haberdar etmektir. Onu kabul etmek ise onu geçerli saymaktır. Bu bakımdan bir şeye muttali olup da o şeyden haber veren bir kimse, hiçbir zaman o şeyi kabul edip caiz gören bir kimse gibi olmaz. O halde kovucudan korununuz. Eğer o sözünde doğru ise başkasının hürmetini korumadığı ve ayıbını örtmediği için doğruluğundan dolayı alçak ve kötülenmiş bir kimsedir. Jurnalcilik, kovuculuğun ta kendisidir. Ancak jurnalcilik, kendisinden korkulan bir kimseye yapıldığı zaman jurnalcilik denir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanları insanlara jurnal eden bir kimse, muhakkak reşid olmayan bir kimsedir yani gayr-i meşrû bir çocuktur.264 Bir kişi, Süleyman b. Abdulmelik´in huzuruna girdi ve kendisinden konuşmak için izin istedi ve dedi ki: ´Ey müzminlerin emiri! Seninle konuşmak istiyorum. Hoşuna gitmese dahi ona tahammül göstermeni istiyorum. Çünkü kabul ettiğin takdirde, o konuşmanın sonunda seni sevindirecek bir netice vardır´. Süleyman ona ´konuş!´ diye izin verdi. O ´Ey mü´minlerin emiri! Senin etrafını, dinlerini senin dünyana feda eden, rablerini kızdırmak sûretiyle senin rızanı satın alan, ALLAH yolunda senden korkan, senin yolunda ALLAH´tan korkmayan bir grup çevirmiştir. Bu bakımdan ALLAH´ın korumasını sana vermiş olduğu hususta onlardan emin olma! ALLAH Teâlâ´nın sana korumayı emrettiği hususlarda onlara kulak verme. Çünkü onlar, milletin gerilemesinde ellerinden geleni esirgememiş, emaneti zayi etmek hususunda var kuvvetleriyle çalışmış kişilerdir. Namusları param-parça etmekte de kusur etmemişlerdir. Onların en büyük amaçları zulüm ve kovuculuktur, vesilelerinin en yücesi gıybet ve başkasının aleyhinde konuşmaktır. Oysa sen onların işlemiş olduğu cinayetlerden sorumlusun. Ama onlar senin işlediğin ci-nayetlerden sorumlu değildirler. Bu bakımdan âhiretini fesada uğratarak onların dünyalarını ıslah etme! Zira zarar etmek bakımından en büyük insan, âhiretini başkasının dünyasına feda eden kimsedir´. Bir kişi Ziyad el-A´cem265 adlı şahsı, Süleyman b. Abdulmelik´e jurnal etti. Bunun üzerine Süleyman, ikisini bir araya getirdi. Bu esnada Ziyad, kişiye dönerek şu şiiri okudu: Sen öyle bir kişisin ki:ya tenha bir yerde seni bir sırrıma emin kılmışımdır ki sen hainlik yaptın veya bilgisiz bir söz söyledin. Sen aramızda olan işte de hainlik ile günah arasında bir derecede bulunuyorsun. Bir kişi Amr b, Ubeyd´e ´Esvârî, durmadan hikâyelerinde seni şerirlikle yâd etmektedir´ dedi. Bunun üzerine Artır kendisine şöyle dedi: ´Sen onun arkadaşlık hakkını gözetmedin. Çünkü konuşmasını bize naklettin. Hoşuma gitmeyen bir haberi kardeşimden bana getirdiğin için do benini hakkımı gözetmedin. Fakat git ona söyle ki, ölüm hepimizi, kasıp kavuracaktır. Kabir hepimizi kucaklayacak, kıyamet hepimizi bir araya getirecektir. ALLAH aramızda hükmedecektir ve O hakimlerin en hayırlısıdır!´ Jurnalcilerden biri Sahib b. Ubbad´a266 bir mektup getirdi. O mektupta bir yetimin malını haber veriyor ve Sahib´i, o malın çokluğundan dolayı müsadere etmeye teşvik ediyordu. Bunun üzerine Sahib, mektubun arkasına şunları yazdı: ´Doğru da olsa jurnalcılık çirkindir! Eğer sen bu mektubunu nasihat maksadıyla yazmışsan burada zarar etmen, kar etmenden daha üstün ve faziletlidir. Örtülü bulunanın aleyhinde rezil olanı kabul etmekten ALLAH´a sığmıyorum-. Eğer sen, gençliğinin vermiş olduğu heyecan içerisinde bulunmasaydın senin gibiler hakkında bu yaptığının gerektirdiği ceza ile mukabele edecektim. Ey mel´un! Ayıptan tevakki et! Zira ALLAH gaybı herkesten daha iyi bilir. Ölü ise, ALLAH ona rahmet eylesin. Yetim ise ALLAH onun acısını hafifletsin. Mal ise ALLAH onu artırsın. Jurnal ise ALLAH ona lânet etsin! Lokman Hakîm oğluna dedi ki: ´Sana birkaç haslet tavsiye edeceğim! Eğer onları tutarsan daima baş olacaksın: Yakın ve uzak kimselere ahlâkını yumuşat! İyi ve kötü insanlardan cehaletini tut. Arkadaşlarını koru! Akrabalarına sılayı rahim yap! Onları jurnalcinin sözünü kabul etmekten veya seni fesada uğratmak isteyen bir zâlimi dinlemekten emin kıl! Çünkü bu zâlim seni aldatmak istiyor. Senin arkadaşların o kimseler olsun sen onlardan, onlar da senden ayrıldıkları zaman ne sen onların aleyhinde, ne de onlar senin aleyhinde konuşsunlar´. Biri şöyle demiştir: ´Kovuculuk; yalan, hased ve nifak üzerine kurulmuş bir binadır. Bunlar ise zulmün sacayaklarıdır. Biri şöyle dedi: ´Eğer kovucunun sana getirmiş olduğu haber doğruysa, muhakkak sana küfretmeye cüret etmiştir. Kendisinden haber naklettiği kimsenin senin hilmine mazhar olması, kovucu-nun affedilmesinden daha evlâdır. Çünkü o senin yüzüne karşı sana sövmüş değildir´. Kısacası kovuculuğun şerri çok büyüktür. Ondan korunmak gerekir. Nitekim Hammad b. Seleme şöyle anlatıyor: ´Bir kimse kölesini satılığa çıkardı. Alıcıya dedi ki: ´Kölemde kovuculuktan başka bir ayıp yoktur! Alıcı ´Ben bu ayıba razı oldum´ dedi ve köleyi satın aldı. Köle birkaç gün yeni efendisinin yanında kaldıktan sonra efendisinin hanımına dedi ki: ´Efendim seni sevmiyor ve senin üzerine câriye getirmek istiyor. Bu bakımdan usturayı al da uyuduğu zaman ensesinden birkaç kıl kes ki o kıllar üzerine sihir yapayım da sana bağlı kalıp seni sevsin´. Sonra gidip efendisine dedi ki: ´Senin hanımın dost tutmuştur ve seni öldürmek istiyor. Kendini uyumuş gibi göster ve bunu gözünle gör!´ Adam kendisini uyur gibi gösterdi. Kadın ustura ile kılları kesmek için geldi. Adam, karısı gerçekten kendisini öldürmek istiyor zannetti. Kalkıp kadını öldürdü. Sonra kadının ailesi geldi adamı öldürdüler. Böylece iki kabile arasına savaş girdi. Biz ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfikini dileriz! 262) Müslim, Buhârî 263) Müslim, Buhârî 264)Hâkim 265)Adı Ziyad b. Selim´dir. Ahdî kabilesine mensuptur. A´cem diye şöhret bulmuştur. 266) Büveyh devletinde vezir idi. Dedesi Abbas b. Ubbad Talkanî´dir, |
İki Hasımın Arasına Girip, İki Yüzlülükle Herkesin Arzusuna Göre Konuşmak
Düşmanlık güdenleri gören bir kimse, bu felâketten az zaman kurtulabilir. Bu ise münafıklığın ta kendisidir. Nitekim Ammar b. Yasir267 Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyamet gününde o kimse için ateşten iki dil olur.268 Ebu Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kıyamet gününde ALLAH´ın kullarından şerli olarak iki yüzlü bir kimse göreceksiniz ki şu gruba öbür grubun konuşmasını, öbür gruba da bunların konuşmasını getirip götürür!269 Başka bir lâfızda ´Bu gruba bir yüzle, öbür gruba başka bir yüzle gelir´ şeklinde vârid olmuştur. Ebu Hüreyre şöyle demiştir: İki yüzlüye ALLAH nezdinde emin olmak uygun değildir´. Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´´Tevrat´ta okudum: ´Kişi arkadaşına karşı iki değişik dudak kullanırsa, emanet iptal olunmuştur demektir. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde iki değişik dudak kullanan kimseyi helâk eder!´ yazılıydı". Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü ALLAH nezdinde en çok nefret edilenler, yalancılar ve mütekebbirlerdir. O kimseler ki göğüslerinde arkadaşlarına nefret vardır. Arkadaşlarıyla bir araya geldikleri zaman onlara yağcılık yaparlar. O kimseler ki ALLAH´a ve Hz. Peygambere itaate davet edildikleri zaman ağırlaşır, şeytana ve onun emirlerine davet edildikleri zaman duraksamadan icabet ederler!270 İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Sakın hiçbiriniz immea olmasın!´ Dediler ki: ´İmmea ne demektir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Her esinti ile esen kimse demektir!´ Selef, iki ayrı kişi ile iki ayrı yüzle görüşmenin münafıklık olduğunda ittifak etmişlerdir. Münafıklığın birçok alâmetleri vardır. İşte bu da o alâmetlerden biridir. Rivayet edildi ki, Hz. Peygamber´in ashâbından bir kişi vefat etti. Huzeyfe b. Yeman (r.a) onun cenaze namazını kılmadı. Bunun üzerine Hz. Ömer, Huzeyfe´ye ´Hz. Peygamberin ashâbından biri ölür de sen onun cenaze namazına katılmazsın ha!´ deyince, Huzeyfe ´Ey mü´minlerin emiri! O münafıklardandı´ dedi. Hz. Ömer ´Seni yemine davet ediyorum, ben onlardan mıyım, değil miyim?´ diye sordu. Huzeyfe ´Ey ALLAHım! Beni muâhaze etme! Hayır, sen onlardan değilsin. Fakat senden sonra nifak hakkında hiç kimseden de emin değilim´ diye ilave etti.271 Eğer ´Kişi ne ile iki dilli olur ve bunun sınırı ve tarifi nedir?´ diyecek olursan derim ki iki düşmanın huzuruna girip her birinin isteğine göre hareket ettiği saman eğer yapmış olduğu hareket doğru ise münafıklık değildir, iki dilli sayılmaz. Çünkü herhangi bir kimse iki düşmanla da aynı zamanda dostluk yapabilir. Fakat arkadaşlık hududuna varmayacak kadar zayıf bir dostluk... Zira eğer kişinin onlarla dostlukları tahakkuk etseydi, bu dostluk, düşmanın düşmanın olmasını gerektirirdi. Nitekim biz Sohbet Adabı bölümünde bunu söylemiştik. Eğer onların herbirinin konuşmasını diğerine naklederse, o vakit iki yüzlüdür. Bu ise, kovuculuktan daha şerli olur; zira insan bir tek tarafın konuşmasını nakletmek sûretiyle kovucu olur. Bu bakımdan iki tarafın konuşmasını da birbirine naklederse, o zaman kovuculuktan daha şerir olur. Eğer söz nakletmez, her birinin diğerine karşı güttüğü düşmanlığı güzel görüp tasvip ederse iki yüzlü sayılır. Yine ikisine de ´sana yardım edeceğim´ va´dinde bulunursa, hüküm böyle olur. Düşmanlardan birini övüp huzurundan çıktıktan sonra kötülerse bu hareketi de iki yüzlülük olur. En uygunu susmak ve düşmanların hak sahibi olanını övmektir ve onu gıyabında, huzurunda ve düşmanının karşısında da medhetmektir. İbn Ömer´e şöyle denildi: ´Biz yöneticilerimizin huzuruna giriyoruz. Orada konuşuyoruz. Çıktığımız zaman konuştuklarımızın aksini konuşuyoruz´. İbn Ömer ´Biz Hz. Peygamber´in zamanında bunu münafıklık sayardık´ dedi. Kişi, emîrin huzuruna girip, onu övmeye ihtiyacı olmadığı zaman böyle yaparsa münafıklık etmiş sayılır. Eğer emîrin huzu-runa girmekten müstağni ise, fakat girdiği takdirde de onu med-hetmediğinde başına geleceklerden korkuyorsa bu da mü-nafıklıktır. Çünkü nefsini, emîri övmeye mecbur eden kendisidir. Eğer aza kanaat edip mal ve rütbeyi terkederse, emîrin huzuruna girmekten müstağni olacaktır. Buna rağmen, mertebe ve zenginlik arzusundan dolayı emîrin huzuruna girip onu medhederse, böyle bir kimse münafıktır ve Hz. Peygamber´in şu hadîsinin mânâsı da budur: ´Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte ni-fak bitirir!´272 Çünkü mal ve mertebe sevgisi, insanları emirlere, onları gözetmeye, onlara karşı riyakarlık ve dalkavukluk yapmaya muhtaç eder! Ama kişi, bir zaruretten dolayı, böyle bir felâkete mâ-ruz kalırsa, medh u senâ yapmadığı takdirde de başına geleceklerden korkuyorsa mâzurdur. Çünkü şerden sakınmak caizdir. Nitekim Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Bizler birtakım kavimlerin yü-züne gülüyoruz. Oysa kalbimiz onlara lânet ediyor!´273 Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır: Bir kişi Hz. Peygamberden, içeri girmek için izin istedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: Ona izin verin! Aşiretin en kötü elçisidir o! Adam içeri geldiği zaman, Hz, Peygamber kendisiyle yumuşak konuştu. Çıkıp gittiği zaman Hz. Peygamber´e ´Sen daha önce onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak konuştun. Bu nasıl olur?´ dedim. Cevap olarak şöyle buyurdu: ´Ey Aişe! İnsanların en şeriri o kimsedir ki şerrinden korunmak için kendisine ikram edilir!´274 Fakat bu hadîs-i şerîf, karşılamak, yüze gülmek ve tebessüm etmek hakkında vârid olmuştur. Zâlimi övmek ise açık bir yalandır. Bu yalanı söylemek ancak bir zaruretten dolayı caiz olur veya zorlanıldığı zaman yalan söylemek mübah olur. Nitekim biz bunu ´Yalanın Âfeti´ bahsinde belirttik. Emirleri övmek, onların dediklerini tasdik etmek, bâtıl konuşmalarını tasdik bakımından baş sallamak caiz değildir. Eğer kişi bunu yaparsa münafıklık yapmış olur. Aksine reddetmesi gerekir, eğer kuvveti yoksa, kalbiyle inkâr etmesi gerekir. 267)Adı Ammar b. Yâsir b. Âmir b. Mâlik el-Ansî´dir. Meşhur sahâbîler- dendir. Bedir´e iştirak etmiştir. Hz. Ali´nin saflarında H. 37´de Sıffîn´de öl- dürülmüştür. 268)Buhârî, Ebu Dâvud 269)İbn Ebî Dünya 270)Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir. 271) Bu nifak ile küfür nifakı kastedilmiş değildir. Aksine ameldeki nifak kastedilmiştir. Ameldeki nifak, zâhirde dini gözetmek, gizlide gözetilmesini terketmek demektir! (Bkz. İthaf´us-Saade,VII/569) 272)Deylemî 273)Ebu Nuaym, Hilye 274)Müslim, Buhârî |
Övmek
Bazı yerlerde medh yasaklanmıştır. Zemm (kötüleme) ise gıybet ve başkasının aleyhinde bulunmaktır. Biz onun hükmünü daha önce belirtmiştik. Övmede altı âfet vardır. Dördü övende, ikisi övülendedir. Öven Taraftaki Âfetler Birincisi: Bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler! Nitekim Hâlid b. Mikdad şöyle demiştir:275 ´Kim bir sultanı veya herhangi bir kimseyi, kendisinde bulunmayan sıfatlarla şahidler huzurunda medhederse, ALLAH Teâlâ kıyamet gününde bu kimseyi dehşetten sarkmış diline basıp düştüğü halde haşreder!´ İkincisi: Bazen medhediciye riya galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Oysa kalbinde sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem riyakâr, hem münafık olur. Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Rivayet ediliyor ki, bir kişi Hz. Peygamber´in yanında başka bir kişiyi medh u senâ etti. Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi: Sana yazıklar olsun! Sen arkadaşının boynunu kopardın. Eğer arkadaşın bu dediklerini işitseydi hiçbir zaman felaha kavuşamazdı! Eğer biriniz, arkadaşını medhetmek mecburiyetinde ise, bari ´ben filan adamı şöyle sanıyorum ve ALLAH nezdinde hiç kimseyi temize çıkarmıyorum, çünkü o kimsenin kontrol edeni ALLAH´tır. Eğer onun öyle olduğunu görüyorsa öyledir´ desin.276 Bu âfet, mutlak vasıflarla medhetmekten meydana gelir. O vasıflar ancak delillerle bilinir. Adamın ´O muttakîdir!´, ´Verâ sahibidir´, ´Zâhiddir´, ´Hayırlıdır´ ve benzeri vasıfları söylemesi gibi... Ama kişi ´Ben onu geceleyin namaz kılarken, sadaka verirken, haccederken gördüm´ dediği zaman, bunlar kesin şeyler olduğu için sakınca yoktur. Kişinin ´o âdildir, rızâ (râzı)dır´ demesi de o kabildendir; zira adil ve rızâ gizlidirler. Bu bakımdan burada kesin konuşmak uygun değildir. Ancak gizli bir denemeden sonra konuşabilir. Hz. Ömer, bir kişiyi öven birini dinledi ve ´Sen onunla yolculuğa çıktın mı?´ diye sordu. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Sen onunla alışveriş ettin mi?´ dedi. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Sen onun komşusu musun? Sabah ve akşamını biliyor musun?´ dedi. Öven ´Hayır!´ dedi. Ömer ´Kendisinden başka ilah olmayan ALLAH´a yemin ederim ki sen o adamı tanımıyorsun´ dedi. Dördüncüsü: Övülen adam zâlim veya fâsık olduğu halde ba-zen övülmekten ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Fâsık bir kimse övüldüğü zaman ALLAH Teâlâ öfkelenir.277 Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kim uzun yaşaması için zâlime dua ederse, o kimse ALLAH´a, yaratmış olduğu arzda isyan etmeyi sevmiş olur!´ Fâsık bir zâlimin üzülmesi için aleyhinde bulunmak, sevinmesin diye kendisini övmemek en uygun harekettir. Övülen Taraftaki Âfetler Övgü kişiye iki yönden zarar verir: Birincisi: Övgü onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur ise helâk edicidirler. Hasan Basrî (r.a) şöyle anlatır: Hz. Ömer, etrafında ashâb-ı kirâm ve elinde kamçısı olduğu halde oturuyordu. O arada Cârut b. Münzir çıkageldi. Oturanlardan biri Hz. Ömer´e ´Bu Rabia kabilesinin başıdır´ dedi. Hz. Ömer de, etrafında oturanlar da, gelen Cârut da bu sözü işitti. Cârut, Hz. Ömer´e yaklaştığı zaman, Hz. Ömer onu kamçılamaya başladı. Bu manzara karşısında kalan Cârut, Hz. Ömer´e ´Ey mü´minlerin emîri! Benimle ne alıp veremediğin var?´ diye sordu. Hz. Ömer ´Seninle aramızda geçen birşey yok! Fakat sen söylenilen sözü işitmedin mi?´ dedi. Cârut ´Evet, işittim!´ dedi. Hz. Ömer ´İşte o söylenilen sözden senin kalbine kibir ve gurur gelmesinden korktum. Bundan dolayı seni alçaltacak bir harekette bulunmayı istedim´ dedi. İkincisi: Övüleni hayırla övdüğü zaman, bu övmeden sevinir, hayır yönünden gevşer ve nefsinden razı olur. Oysa nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını zanneder (dolayısıyla gevşer!) Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer arkadaşın senin yapmış olduğun övgüyü işitmiş olsaydı, sen onun boynunu kesmiş olurdun. Arkadaşını yüzüne karşı övdüğün zaman sanki sen onun gırtlağının üzerinde pırıl pırıl parlayan keskin bir usturayı gezdirmiş olursun.278 Başka bir kişiyi öven bir zata da şöyle buyurmuştur: ´ALLAH seni kessin. Sen adamı kestin!´279 Mutarref280 diyor ki: ´Ben lehimde yapılan bir övgüyü işittiğim zaman, mutlaka nefsim bana zelil görünmüştür´. Ziyad b. Ebî Müslim281 şöyle demiştir: ´Herhangi bir kimse lehinde bir övgü işitirse, muhakkak şeytan ona görünür. Fakat müslüman bir kimse derhal hatırlar, kendine gelir´. İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Bahsi geçen bu iki zat da doğru söylemişlerdir. Ziyad´ın sözüne gelince, onun bahsettiği kalp, halk tabakasının kalbidir. Mutarref in bahsettiğine gelince, onun söylediği kalp, havassın kalbidir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Bir kişinin başka bir kişiye bilenmiş bir bıçakla saldırması, onu yüzüne karşı övmesinden daha hayırlıdır.282 Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Medhetmek, kesmek demektir´. Bunun hikmeti şudur. Çünkü kesilen bir kimse çalışmaktan gevşer ve çalışamaz hale gelir. Bir insan övüldüğü zaman da gevşer veya ucûb ve gurura meyleder. Ucûb ve gurur da, kesmek gibi helâk edici sıfatlardır. İşte bunun için de Hz. Ömer, medhetmeyi kesmeye benzetmiştir. Eğer medh, medheden ile medhi yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte herhangi bir sakınca yoktur. Hatta böyle olduğundan övmek çoğu zaman iyi olur ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a), ashâb-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur: Eğer Ebubekir Sıddîk´ın imanı -peygamberler hariç- bütün insanların imanıyla tartılsa muhakkak Ebubekir´in imanı ağır basar.283 Hz. Ömer hakkında da şöyle demiştir: Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer peygamber olarak gönderilirdi.284 Acaba bundan daha büyük bir övgü var mıdır? Fakat Hz. Peygamber, bu övgüyü sadakat ve basiret sebebiyle söylemiştir. Ashâb-ı kirâm da övgünün onlarda gurur, ucûb ve gevşeklik mey-dana getirmesinden uzak ve yücedirler. Hatta kişinin kendi nefsini medhetmesi, içinde kibir ve gurur olduğu için çirkindir; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben âdemoğullarının efendisiyim ve bu sözde övünme yoktur!285 Yani ´Ben bu sözü söylemekle, halkın kendi nefsini övdüğü gibi bir övgüyü kasdetmiyorum´ demek istemiştir. Bunun hikmeti şudur: Çünkü Hz. Peygamber ALLAH´a yakınlığıyla övünüyordu, Âdem´in evladı olmakla ve onların önderi bulunmakla değil! Nitekim padişahın yanında büyük bir sevgi ile kabul edilen bir kimsenin, padişahın birtakım hizmetçilerinden daha önde ve gözde olmasıyla değil, nimetle sevindiği gibi. Bütün bu anlattıklarımızdan, övmenin zenımi ile övmeye teşvik etmenin arasını telif edebilirsin. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) ashâb-ı kirâmın bir kimseyi övdüklerim işittiğinde şöyle demiştir: Cennet vâcib oldu!286 Mücahid diyor ki: ´´Âdemoğulları için meleklerden arkadaşlar vardır. Onların meclislerinde otururlar. Müslüman kişi müslüman kardeşini hayırla andığı zaman, melekler ´sana da bunun benzeri olsun´ diye dua ederler. Onu kötülükle andığında, melekler ´Ey ayıbı örtülü olan Âdemoğlu! Nefsine kolaylık yap! Senin ayıbını örten ALLAH´a hamd ve senâda bulun!´ derler. İşte bunlar övmenin âfetleridir´´. 275)Kılâbî boyuna mensuptur, Humusludur. Künyesi Ebu Abdullah´tır. Güvenilir, âbid ve zâhid bir kimse idi. H. 103 senesinde vefat etmiştir. 276)Müslim, Buhârî 277)İbn Ebî Dünya, Beyhakî 278)İbn Mübarek 279)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 280)Adı Abdullah b. Şüheyr el-Âmiri el-Hareşi´dir. Künyesi Ebu Abdullah olan bu zat, Basralı âbid ve güvenilir bir zattır. 281)Adı Ebu Ömer Ferrâ el-Basrî´dir. 282)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 283)Kitab ´ul-İlim ´de geçmişti. 284)Deylemî 285)Tirmizî, İbn Mâce 286) Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hz. Peygamber de Vâcib oldu´ dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hz. Peygamber ´Vâcib oldu´ buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu´ dediniz´´ dediler. Hz. Peygamber ´Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde ALLAH´ın şahidlerisiniz´ diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî) |
Övülene Düşen Vazifeler
Övülen bir kimseye, kibir ve ucûbun âfetinden şiddetle sakınmak, övgüden dolayı ibadetlerde gevşeklik göstermekten şiddetle kaçınmak düşer. Övülen, ancak kendi nefsini tanıdığı takdirde bu vazifeyi yerine getirebilir. Sonucun tehlikesini düşündüğünde, riyanın inceliklerini, amellerin âfetlerini bildiğinde gerekeni yapabilir. Çünkü övülen zat, nefsi hakkında övenin bilmediklerini bilir. Eğer övene, övülenin bütün sırları belirseydi, onun kalbinden geçenler görünseydi, öven onu övmekten çekinecekti. Övülen bir kimseye, öveni tahkir etmek sûretiyle övgüden hoşlanmadığını belirtmek vazifesi düşer. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:287) Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hz. Peygamber de Vâcib oldu´ dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hz. Peygamber ´Vâcib oldu´ buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu´ dediniz´´ dediler. Hz. Peygamber ´Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde ALLAH´ın şahidlerisiniz´ diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî) Süfyan b. Uyeyne288 şöyle demiştir: ´Övülen bir kimse, nefsini bildiği takdirde övgü kendisine zarar vermez´. Sâlih kullardan birisi övüldü ve bu sâlih kul dedi ki: ´Ey ALLAHım! Senin şu kulların beni tanımıyorlar. Oysa sen´beni tanıyorsun!´ Başka bir sâlih kul övüldüğü zaman şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Senin şu kulun seni kızdırmak sûretiyle bana yaklaştı ve ben seni ondan nefret ettiğime şahid tutuyorum´. (İbn Ebî Dünya) Hz. Ali (r.a), övüldüğü zaman şöyle demiştir: ´Ey ALLAHım! Onların bilmediklerini benim için affet ve söylediklerinden dolayı beni sorumlu tutma! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı kıl!´ Bir zat Hz. Ömer´i (r.a) övdü, karşılık olarak Hz. Ömer ona şöyle dedi: ´Sen hem beni, hem de kendi nefsini helâk etmek mi istiyorsun?!´ Bir kimse Hz. Ali´yi yüzüne karşı övdü ve aynı zamanda Hz. Ali´nin kulağına, bu adamın aleyhinde konuştuğu haberi gelmişti. Cevap olarak Hz. Ali ona şöyle dedi: ´Senin dediğinin altında, nefsindekinin de üstündeyim!´ 287)Müslim 288)Ebu İmran´ın oğlu olan bu zat Hilâlî kabilesindendir. Güvenilir, hâfız, fâkih, önder ve hüccetti. H. 198 senesinin Receb ayında vefat etmiştir |
Konuşma Esnasındaki Hataların İnceliklerinden Gaflet Etmek
ALLAH ve onun sıfatlarıyla, dinî emirlerle ilgili olan hususlarda, lâfızları doğrultmaya, ancak fasih ve beliğ âlimler muktedir olurlar. O halde ilim ve fesahatta kusurlu olan bir kimsenin ke-lâmı hatalardan uzak değildir! Fakat ALLAH Teâlâ, onun cehaletinden dolayı kendisini affeder. Huzeyfe b. Yeman Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sakın sizden bir kimse şöyle demesin: ´ALLAH´ın dilediği ve senin dilediğin,..´ Fakat şöyle desin: ´ALLAH´ın dilediği, sonra senin dilediğin..´289 Bunun yasaklanma hikmeti şudur: Mutlak bir şekilde atıf yapmakta, ortaklık ve eşitlik vardır. Bu ise nıbûhiyyet makamına gösterilmesi gereken hürmete zıt düşer. İbn Abbas (r.a) şöyle anlatır: ´Bir kişi Hz. Peygamber´e (s.a) geldi. Bir iş için kendileriyle konuşarak dedi ki: ´ALLAH´ın ve senin dilediğin...´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), şöyle buyurmuştur: Sen beni ALLAH ile eşit mi kılıyorsun? Yalnız ALLAH´ın dilediği de.290 Bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hutbe okuyarak dedi ki: ´Kim ALLAH´a ve O´nun Peygamber´ine itaat ederse o hidayete ermiştir. Kim onlara isyan ederse o dalâlete düşmüştür´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) o adama şöyle demesini emretti: Kim ALLAH´a ve Peygamber´e isyan ederse o dalâlete düşmüştür. (Yani ´onlara´ tabiri yerine ´ALLAH´a ve Rasûlü´ne´ tabirini kullan ki akla eşitlik mânâsı gelmesin!)291 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a) kişinin ´onlara´ tabirini, eşitlik mânâsını ifade ettiği için çirkin görmüştür. İbrahim Nehâî, ´ALLAH´a ve sana sığınıyorum´ sözünü çirkin görürdü. ´ALLAH´a ve sonra sana sığınıyorum´ demek ise caizdir. Şöyle demekte de mahzur yoktur: ´Eğer ALLAH, sonra filan olmasaydı... (şöyle olacaktı)´. Fakat ´Eğer ALLAH ve filan olmasaydı´ demek caiz değildir. Seleften biri şöyle demeyi çirkin görmüştür: ´Ey ALLAHım! Bizi ateşten azad eyle!´ Bu sözü çirkin gören zat derdi ki: ´Azad etmek, ateşe girdikten sonra olur!´ Oysa selef, ateşten korunurlar, ´Bizi ateşten koru ve (ateşten senin) rahmetine sığınıyoruz´ derlerdi. Bir zat şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Beni kendilerine Hz. Peygamber´in şefaati isabet edenlerden eyle!´ Bunun üzerine Huzeyfe b. Yeman şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, mü´min kullarını Hz. Peygamberin şefaatinden müstağni kılmıştır. Onun şefaati ancak müslümanların günahkârlarınadır´. İbrahim Nehâî şöyle demiştir: Kişi, başka bir kişiye ´Ey eşek, ey domuz!´ dediği zaman, kıyamet gününde böyle diyene ´Benim bir eşeği veya bir domuzu yarattığımı gördün mü?´ denilir. İbn Abbas´tan şöyle rivayet edilir: "Muhakkak içinizden biri şirk koşar, hatta köpeği ile dahi şirke girer ve ´Eğer köpek olma-saydı bu gece malımız çalınacaktı´ der". Hz. Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH Teâlâ, sizi baba ve dedelerinizle yemin etmekten meneder. Bu şekilde yemin etmeyi yasaklar, Kim yemin etmek istiyorsa, ALLAH ile yemin etsin veya sussun!292 Hz. Ömer (r.a) der ki: ´Hz. Peygamberin bu hadîs-i şerifini işittiğimden beri, ALLAH´a yemin ederim ki bir daha ecdadımla yemin etmedim´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sakın üzümlere kerm demeyiniz; zira kerm kelimesi, müslüman kişi demektir.293 Bu lâfız, isim olduğu şeyde hayır ve fayda olduğuna delâlet eder. Bu vasfa da üzüm değil, müslüman kişi müstehaktır. Ebu Hüreyre, Hz. Peygamberin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sakın sizden bir kimse ´benim abdim (kölem), benim emetim (câriyem)´ demesin. Çünkü hepiniz ALLAH´ın köleleri ve kadınlarımızın hepsi de ALLAH´ın câriyeleridir. Aksine ´benim hizmetçim, benim oğlum, benim kızım´ desin. Köle de ´benim RABBİM (sahibim), benim rabbiyem (sahibem)´ demesin. ´Benim efendim, benim hizmet ettiğim hanımım!´desin. Çünkü hepiniz ALLAH´ın kölelerisiniz. Rab ancak ALLAH Teâlâ´dır. Sakın fâsık bir kimseye efendimiz demeyiniz. Çünkü o fâsık sizin efendiniz olduğu takdirde siz rabbinizi kızdırmış olursunuz.294 Kim ´Ben İslâm´dan beriyim´ derse -eğer doğru söylüyorsa-söylediği gibidir. Eğer yalancı ise, İslâm´a sağlam olarak dönmemiş demektir.295 Bu söz ve benzeri sözler, konuşmaya dahil olanlardandır. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kim bizim dil âletlerinden söylediklerimizin tamamını düşünürse anlar ki kişi dilini serbest bıraktığı takdirde hatadan selim kalmaz ve bunu böyle düşündüğü anda Hz. Peygamber´in (s.a) ´Susan kurtulmuştur´ hadîs-i şerifinin sırrını anlamış olur. Çünkü şu âfetlerin hepsi, tehlike ve felâketlerdir ve hepsi de konuşanın yolunda beklemektedirler. Eğer konuşan susarsa, selâmet bulur. Eğer konuşursa, nef-sini tehlikeye atmış olur. Ancak fasih bir dil, geniş bir ilim, koruyucu bir takvâ ve daimi bir murakabe kendisine refakat ederse ve kendisi de mümkün olduğu kadar konuşmayı azaltırsa selâmette kalması umulur. Kişi bütün bunlarla beraber yine de tehlikeden tamamen kurtulmuş sayılmaz. Eğer konuşmayı beceremeyen kimselerden isen bunu ganimet ve fırsat sayarak sükût edip selâmete kavuşanlardan olmaya çalış! Çünkü selâmet, bu ganimetlerden birisidir. 289; Ebu Davud, Nesâî 290)Nesâî, İbn Mâce 291)Müslim 292)Müslim, Buhârî 293)Müslim, Buhârî 294)Ebu Dâvud 295)Nesâî, İbn Mâce |
Âvam Tabakasının ALLAH´ın Sıfatlarından, Kelâmından ve Harflerden Sormaları
Halk bunların kadîm mi, hâdis mi (sonradan varolmuş) olduğunu sorar. Oysa halk tabakasının vazifesi, Kur´an´da olan ibadet ve taatlarla meşgul olmaktır. Ancak bu ibadet ve taatlarla meşgul olmak nefislere ağır gelir. Fuzulî hareketler ise, kalbe hafif geldiğinden avâm tabakasından olan bir kimse ilme dalmaktan hoşlanır; zira şeytan kendisine ´sen âlimlerden ve fazilet ehlindensin´ hayalini verir ve bu hayali kalbinde yerleştirmek için var kuvvetiyle çalışır. Onu kaydırıp küfrünü gerektiren bir sözü ağzından çıkarıncaya kadar yakasını bırakmaz. Oysa kendisi küfrünü gerektiren bir söz söylediğinden habersizdir. Halk tabakasından birinin büyük bir günah işlemesi, o kimsenin ilim hakkında konuşmasından daha selâmetli ve tehlikesizdir. Hele ALLAH´ın zat ve sıfatlarıyla ilgili konularda konuşması daha da tehlikelidir. Halk tabakası ibadetlerle meşgul olup, Kur´an´da vârid olan hakikatlere tedkik etmeksizin iman etmek ve Hz. Peygamber´in getirdiğine teslim olmak durumundadır. Avâm tabakasının ibadetlerle ilgili olan hususların dışındaki meselelerden sormaları edebe aykırıdır. Bununla ALLAH´ın azabına müstehak olurlar ve böyle konulara girmekle küfür tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. , Avam tabakasının bu tür soruları, tıpkı çobanların padişahların sırlarından sormalarına benzer. Bu ise cezayı gerektiren bir durumdur. Kim ilmî bir meseleden sorarsa ve o meseleyi kavrayacak idrakte değilse, o kimsenin durumu kötüdür. Çünkü böyle bir kimse, bu meseleye nisbeten halk tabakasından sayılır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben sizi terkettiğim sürece, siz de benim yakamı bırak p soru sormayın; zira sizden önceki ümmetler, peygamberler´ine fazla sorduklarından dolayı ve peygamberleriyle bu sebeple ihtilâfa düştüklerinden ötürü helâk olmuşlardır. Ben sizi herhangi bir şeyden sakındırdığım zaman, siz de ondan sakının ve size emrettiğim bir şeyi ise, gücünüz yettiği kadar yapın.296 Enes (r.a) şöyle anlatır: Halk birgürı Hz. Peygamber´e (s.a) sorular sordu. Hem de Hz. Peygamber´i kızdıracak derecede faz´a sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber minbere çıkarak şöylededi: Benden sorun! Fakat siz benden bir şeyi sorarsanız (aleyhinizde olsa bile) o şey hakkında size haber veririm!297 Bu esnada ashâb-ı kirâmdan bir zat ayağa kalkarak dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim babam kimdir?´ Hz. Peygamber cevap olarak ´Senin baban Huzafe´dir´ dedi.298 Bunun akabinde hemen kardeş olan iki genç ayağa kalktılar ve dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bizim babamız kimdir?´ Hz. Peygamber ´Sizin babanız o kimsedir ki siz ona nisbet ediliyorsu-nuz!´ Sonra üçüncü şahıs ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben cennetlik miyim cehennemlik mi?´ Hz. Peygamber ´Belki sen cehennemliksin´ dedi. Halk, Hz. Peygamberin öfkelendiğini görünce, soru sormaktan vazgeçtiler. Bu esnada Hz. Ömer (r.a), ayağa kalkarak şöyle dedi: Biz rab olarak ALLAH´a, din olarak İslâm´a, peygamber olarak Muhammed´e razı olduk´. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ömer´e hitaben ´Ya Ömer! ALLAH senden razı olsun! Otur! Muhakkak senin söylediğin hakikatin ta kendisidir´ dedi.299 Hadîste ´Hz. Peygamber (s.a) dedikodu, malı zâyi etmek ve fazla sual sormaktan nehyetmiştir´ diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar sual sora sora şöyle demeye başlamışlardır: ´Muhakkak mahlukâtı ALLAH yarattı. O halde ALLAH´ı kim yarattı?´ İnsanlar bunu söyledikleri zaman, siz onlara cevap olarak deyin ki: ´O bir olan ALLAH´tır. Tektir. O herkesin ihtiyacını gören ve herkesin her ihtiyacı için başvurduğu ALLAH´tır. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır ve O´na denk olacak hiç kimse yoktur. Bunu söyledikten sonra sizden bir kimse sol tarafına üç defa tükürüp kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınsın".300 Cahir (r.a) şöyle demiştir: ´Lânetleşenlerin hükmünü belirten ayet, insanların fazla sual sormalarından dolayı nâzil olmuştur´,301 Musa ve Hızır kıssasında, yeri gelmeden önce soru sormanın çirkin olduğuna işaret vardır; zira Hızır Hz. Musa´ya ´O halde bana tâbi olacaksın. Ben bir söz açmadıkça bana hiçbir şeyden sorma´ (Kehf/70) demiştir. Hz. Musa (a.s) delinen gemiden dolayı Hızır´a sorduğu zaman Hızır, va´dine riayet etmediğinden dolayı Hz. Musa´nın sualini kınadı. Bu bakımdan Hz. Musa (a,s) özür dileyerek şöyle dedi: ´Onu unutmuşum! Unuttuğum şeyle beni muâhaze etme ve işimde bana güçlük teklif etme´ (Kehf/ 73). Hz. Musa sabredemeyerek Hızır´a üçüncü defa sual sordu. Hızır kendisine ´İşte bu itiraz, benimle senin ayrılmamıza sebep olmuştur´ (Kehf/78) deyip, ondan ayrıldı. Bu bakımdan avam tabakasının dinin derin meselelerini sormaları, âfetlerin en büyüklerindendir ve böyle bir sual, fitnelerin kopmasına vesiledir. O halde, avam tabakasını böyle sual sormaktan menetmek ve şiddetle azarlamak gerekir, Avam tabakasının Kur´an´m harflerine dalmaları, tıpkı padişahın kendisine mektup yazdığı ve o mektubunda birtakım emirler verdiği ve buna rağmen padişahın mektubunda belirtilen emirlerle değil de mektubun kağıdıyla; eski bir kağıt mı, yoksa yeni mi diye uğraşan bir kimsenin haline benzer! Böyle bir kimse, elbette bu hareketiyle cezaya müstehak olur. İşte âvam tabakasından olan bir kimsenin Kur´an´ın tayin ettiği sınırları aşarak, Kur´an´ın harflerinin kadîm mi, hâdis mi olduğunu merak etmesi, tıpkı buna benzer. ALLAH Teâlâ´nın diğer sıfatları için de durum böyledir. ALLAH en doğrusunu bilir! 296)Müslim, Buhârî 297)Müslim, Buhârî 298)Huzafe Kays´ın oğlu, o da Âdî´nin, o da Said´in, o da Sehm´in oğludur. Kureyş soyuna mensuptur. Sual soran Abdullah b. Huzafe´nin künyesi Ebu Huzafe´dir. Annesi Abdimenafın oğlu Kars´ın soyundan Harsan´dır. Bu zat, ashâbın ilk tabakasındanır. Hz. Osman zamanında Mısırda vefat etmiştir. 299)Müslim, Buhârî 300)Müslim, Buhârî 301)Bezzar |
Zemmil Gazab velhıkd vel Haşed Konusuna Giriş
Affına ve rahmetine ancak ümit sahiplerinin güvendiği ALLAH´a hamdolsun. O ALLAH ki O´nun öfkesinin ve savletinin neticesinden ancak muttakîler sakınırlar. O ALLAH ki, kullarını haberleri olmaksızın sevk ve idare edip, şehvetleri onlara musallat kılmıştır. İştahlarının çektiğini terketmeyi kendilerine emretmiştir. Onları öfkeye müptelâ kılmıştır. Öfkelendikleri konularda öfkelerini yutmakla kendilerini zorunlu kılmıştır. Sonra onları şehvet ve lezzetlerle çepeçevre sarmış ve iradelerini yaptıklarını görmek için- ellerine vermiştir. Bu şekilde iddia ettikleri konuda doğruluklarını bilmek için sevgilerini denemiş ve kendilerine açık ve gizli yaptıkları hiçbir şeyin kendisine gizli olmadığını bildirmiştir. Habersizken, ansızın kendilerini yaka-paça, pençe-i kahrıyla yakalayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur: Onların işi sadece korkunç bir sese bakar. Çekişip dururlarken ansızın o kendilerini yakalar. Artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler. (Yâsin/49-50) Salât ve selâm, peygamberlerin altında toplanacağı sancağın sahibi olan Hz. Peygamber´e, âline, hidayete erişip, hidayete götüren ashâbına ve ALLAH´ın rızasına mazhar olan islâm büyüklerine olsun! Öyle bir salât ki onun adedi, ALLAH´ın yaratmış olduğu ve yaratacağı şeylerin sayınca kadar olsun! O salâtın bereketinden geçmiş ve gelecek müslümanlar nasipdar olsun! Bundan sonra bil ki öfke, bir ateş kıvılcımıdır. Göğüslerde yanan ALLAH´ın ateşinden alınmıştır. Muhakkak ki öfke ateşi, küllerin altına gizlenen ateş közleri gibi, kalplerin kıvrımlarında gizlidir. Taşın, demirin ateş çıkarması gibi, bu öfke ateşini de inatçı ve zâlim olan kişinin kalbinde gizlenen gurur ve azamet dışarıya çıkarır. Yakîn nûruyla bakanlar bilir ki, insanoğlundan, ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytana uzanan bir damar vardır. Bu bakımdan öfke ateşi kime galip gelirse, o kimsede şeytanın yakınlığı kuvvet bulur. Nitekim şeytan şöyle demiştir: Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!(A´raf/12) Muhakkak ki çamurun durumu vâkar içinde sükûnettir. Ateşin durumu ise alevlenmek ve parlamak, hareket ve ızdıraptır. Kin ve hased, öfkenin doğurduğu kötü neticelerdir. Helâk olan kimseler bu iki kötü hasletten dolayı helâk olmuşlardır. Fesada uğrayanlar da onlardan dolayı fesada uğramışlardır. Kin ve hasedin kaynağı, bir çiğnem ettir. O et, doğru olduğu takdirde, onunla beraber bedenin tümü doğru olur. Madem kin, hased ve öfke, kulu felâkete sevkeden âmil ve sebeplerdendir, öyleyse insan, öfkenin tehlikeli durumlarını, çirkin taraflarını bilmeye muhtaçtır ki öfkeden sakınıp, korunsun! Eğer varsa, kalbinden silip söküp atsın. Eğer kalpte yerleşmiş ise, tedavi etmek sûretiyle sökülmesine çalışsın; zira şerri tanımayan bir kimse şerrin içine girebilir. Şerri tanıyana da, şerrin bertaraf edilmesinin ve uzaklaştırılmasının yolunu bilmedikçe sadece tanımak yeterli olmaz. Biz bu bölümde hased ve kinin âfetlerini, öfkenin kötülüğünü belirteceğiz. Bütün bunları, şu hususlarda toplayacağız: Öfkenin kötülüğünü ve hakikatini açıklamak, sonra öfkenin esasının riyazetle kalpten sökülmesinin mümkün olup olmadığını beyan etmek, sonra öfkeyi kabartan sebepleri beyan etmek, kabardıktan sonra ne yapmak gerektiğini belirtmek, sonra öfkeyi yutmanın faziletini izah etmek, sonra hilm´in faziletini, sonra konuşmanın ne kadarıyla insan davasına yardım edip içini rahat ettirebilir meselesini açıklamak, sonra kin ve doğurduğu kötü neticeler hakkında konuşmak, af ve şefkat göstermenin faziletini belirtmek, sonra hasedi kötülemek hususundaki sözü açıklamak, hasedin hakikatini, sebeplerini, tedavi yollarını, sökülmesi için en son gereken çarenin beyanını, sonra akran, arkadaş, amcazadeler ve akrabaların arasında neden hasedin çokça vâkî olduğunu belirtmek, bu saydıklarımızın dışında hasedin çoğalıp, azalmasını veya zayıflamasını izah etmek, hased hastalığını kalpten söken tedavi yolunu belirtmek, daha sonra kalpten hasedin sökülmesinin farz olan miktarını beyan etmektir. Tevfîk ALLAH´tandır! |
Öfke´nin Zemmi
Ayetler O zaman inkâr edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliye öfke ve gayretini koymuşlardı, ALLAH da elçisine ve mü´minlere huzur ve güvenini indirdi.(Fetih/26) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, kâfirleri haksız öfke ve gayretlerinden dolayı zemm ve mü´minleri de ALLAH tarafından kendilerine gönderilen vâkar ve sekinetten dolayı medhetmektedir. Hadîsler Ebu Hüreyre (r.a) rivayet ediyor ki, bir zatın Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana yapabileceğim bir ameli tavsiye et! Fakat az olsun!´ demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) ´Öfkelenme!´ buyurmuştur. Kişi aynı suali, başka bir zaman daha sordu. Hz. Peygamber (s.a) yine ´Öfkelenme!´ cevabını verdi.1 İbn Ömer (r.a) : Hz. Peygamber´e (s.a) ´Bana bir söz söyle! Fakat az olsun. Umulur ki ben onu, tam mânâsıyla kavrayıp yaparım´ dedi. Hz. Peygamber ´Öfkelenme!´2 dedi. İbn Ömer aynı suali iki defa daha Hz. Peygamber´e sordu. O da her defasında ´öfkelenme´ diye karşılık verdi. Abdullah b. Amr´dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´e ´Beni ALLAH´ın gazabından kurtaracak amel nedir?´ diye sordum. Hz. Peygamber cevap olarak ´Öfkelenme!´ dedi.3 İbn Mes´ud der ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?´ Biz cevap olarak dedik ki: ´Sırtı yere gelmeyen kimseyi pehlivan olarak kabul ediyoruz´. Hz. Peygamber ´O pehlivan değildir. Ancak öfkelendiği anda nefsine hâkim olan bir kimse pehlivandır´ dedi,4 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kuvvetli bir kimse, başkasının sırtını yere getiren kimse değildir. Kuvvetli o kimsedir ki öfke anında nefsine hâkim olur.5 İbn Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kim öfkesini zaptederse, ALLAHü Azîmüşşân onun çirkin taraflarını örter.6 Süleyman b. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: Ey oğul! Fazla öfkelenmekten kaçın! Çünkü fazla öfke, halîm bir kişinin kalbini bile hafifletir. İkrime ´Seyyid, nefsine hâkim´ (Alu İmran/39) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: ´Seyyid o kimsedir ki, öfke ona galebe çalmaz´. Ebu Derdâ Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana, beni cennete sokmaya vesile olacak bir amel öğret!´ dediğinde Hz. Peygamber cevap olarak ´Öfkelenme!´7 buyurmuştur. Hz. Yahya, Hz. İsa´ya şöyle demiştir: ´Öfkelenme!´ Hz. İsa (a.s), cevap olarak ´Öfkelenmemek benim gücüm dahilinde değildir. Ben sadece beşerim´ dedi. Hz. Yahya ´O halde mâl edinme!´ deyince, Hz. İsa ´Bu umulur!´ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sabur denilen maddenin balı ifsad ettiği gibi, öfke de imanı ifsad eder.8 Bir kimse öfkelendiği zaman muhakkak cehenneme yaklaşır.9 Bir kişi Hz. Peygamber´e ´Hangi şey daha şiddetlidir?´ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH´ın gazabı!´ Kişi ´Beni ALLAH´ın gazabından uzaklaştıran nedir?´ deyince, Hz. Peygamber ´Öfke!´10 buyurdu. Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ey Ademoğlu! Hiddetle yerinden sıçradığın zaman, cehenneme düşecek şekilde oturmandan korkulur!´ Zülkarneyn, meleklerden birine rastladı ve meleğe ´İman ve yakîn bakımından ilerlemeye vesile olan bir ilmi bana öğret!´ diye dilekte bulundu. Melek ona ´Öfkelenme! Çünkü şeytanın in-sanoğluna en fazla hâkim olduğu zaman, öfkelendiği, zamandır. Bu bakımdan öfkeyi yutmakla reddet! Sevgi ile sükûnete kavuş! Acelecilikten sakın; zira sen acele ettiğin takdirde nasibini kaybetmiş olursun. Herkese karşı yumuşak huylu ol! Israrlı ve mütekebbir bir kimse olma!´ dedi. Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet ediliyor: Ayazmasında ibadet eden bir râhib vardı. Şeytan onu saptırmak istediyse de bir türlü muvaffak olamadı. Mabedin kapısına gelip onu çağırdı. ´Bana kapıyı aç´ dediyse de rahipten müsbet bir cevap alamadı. Sonra ´Aç kapıyı! Eğer ben gidersem pişman olursun´ dedi. Buna rağmen rahib onun sözüne iltifat etmedi. Bunun akabinde ´Ben mesih İsa´yım!´ dedi. Rahib ´Sen Mesih olsan dahi seni neyleyim! Sen bize ibadet ve ciddiyetle çalışmayı emretmedin mi? Bize kıyamette buluşmayı va´detmedin mi? Eğer bugün, zamanında yapmış olduğun telkinlerden başkasını getirdiysen onları senden kabul etmeyiz´ dedi. Bu durum karşısında kalan İblis dedi ki: ´Ben şeytanım! Seni saptırmak istedim, fakat muvaffak olamadım. Sana istediğin konuda sual sorman için gelmiş bulunuyorum. Sorduğun takdirde cevap alırsın!´ Rahib ´Hiçbir şeyi senden sormak istemiyorum!´ dedi. Bunun üzerine şeytan gerisin geriye dönüp gitti. Rahib ´Dinler misin beni?´ diye seslendi. Şeytan ´Evet, dinlerim!´ dedi. Rahib İnsanların aleyhlerinde sana en fazla ya-rayacak ve yardımcı olacak şeyleri bana haber verir misin?´ dedi. Şeytan ´Hiddet ve öfkedir! Zira kişi katı kalpli olduğu zaman, çocukların oynadıkları topu evirip çevirdiği gibi biz de onu evirip çeviririz´ dedi. Hayseme (r.a) şeytanın ´Âdemoğlu beni nasıl mağlup edebilir? Oysa Ademoğlu razı olduğu zaman onun kalbine sokulacak derecede gelip yaklaşırım. Öfkelendiği zaman onun beyninde yerimi alıncaya kadar uçarım´ dediğini rivayet etmiştir. Cafer b. Muhammed şöyle demiştir: ´Öfke her şerrin anahtarıdır´. Ensâr-ı kirâmdan bir zat şöyle demiştir: ´Hamâkatın başı hiddettir. Sürücüsü öfkedir. Cehalete razı olan bir kimse halîm olamaz. Oysa halîm olmak kişinin süsü ve kazancıdır. Cehalet ise çirkinlik ve zarardır. Ahmağa karşı sükût etmek ise ona cevap vermektir´. Mücahid, İblis´in şunları söylediğini rivayet eder: ´Âdemoğulları beni üç haslette yormamış ve hiçbir zaman da yormayacaklardır: 1.Onlardan biri sarhoş olduğu zaman onun yularına yapışır,istediğimiz tarafa çeker götürürüz ve sevdiğimizi ona yaptırırız. 2.Öfkelendiği zaman, bilmediğini söyler, pişmanlığını gerektiren hareketlerde bulunur. 3.Elinde bulunan mal hakkında onu cimri yapar, gücü yetmediği şeyler hakkında da uzun ümit ve emellere sahip kılarız´. Bir hakîme denildi: ´Filan adam nefsine hâkimdir!´ Hakîm cevap olarak şöyle dedi: ´O halde şehvet onu kul ve köle edinmiş değildir, nefis onu mağlup etmemiştir ve öfke de ona hakîm olmamıştır´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Öfkeden sakın! Zira öfke seni özür dilemek zilletine sürükler´. Denildi ki: Öfkeden sakınınız! Çünkü sabur denilen acı maddenin balı bozduğu gibi, öfke de imanı bozar´. Abdullah b. Mes´ud şöyle demiştir: ´Öfkelendiği zaman, kişinin halîmliğini deneyiniz! Tamahkârlığı anında da emin olup olmadığını tecrübe ediniz, kişi öfkelenmediği zaman, hilmini nereden bileceksin? Tamah sahibi olmadığı zaman emin olduğunu nereden anlayacaksın!´ Ömer b. Abdülaziz, bir valisine şöyle yazdı: ´Öfkelendiğin anda herhangi bir kimseye ceza tatbik etme! Öfken geçinceye kadar onu hapset! Öfken geçtiği zaman, adamı hapisten çıkar. Suçu nisbetinde kendisine cezayı tatbik et. Hiçbir zaman onbeş sopadan fazla vurma!´ Ali b. Zeyd (r.a) der ki: Kureyş´ten bir kişi Ömer b. Abdülaziz´e sert ve kaba çıkışlar yaptı. Ömer uzun bir zaman başını eğerek düşündü. Sonra dedi ki: ´Saltanat izzetiyle şeytan beni tahrik etmeye kalkıştı ve senin benden yarın alacağını bugün senden almış olmayı istedim! (Fakat seni affediyorum)´. Seleften biri oğluna dedi ki: ´Ey oğul! Akıl, gazap anında yerinde durmaz. Nitekim ısıtılmış fırın ve tandırlarda diri bir kim-senin durmadığı gibi...´ Bu bakımdan insanların öfkesi en az olanı, en akıllısıdır. Eğer dünya için az öfkeli olursa, bu deha ve hiledir. Eğer ahiret için olursa, hilm ve ilimdir. Denilmiş ki; öfke aklın düşmanıdır. Öfke aklın helâk edicisidir. Hz. Ömer (r.a), hutbesinde şöyle demiştir: ´Tamahkârlıktan, hevâ-i nefisten ve öfkeden korunanınız felâha kavuşmuştur´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Şehvetine ve öfkesine itaat eden bir kimseyi onlar ateşe doğru sürükler götürür´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´İmanda kuvvetli, yumuşaklıkta hazımlı, yakînde imanlı, ilimde halîm, şefkatte akıllı, hakta verici, zenginlikte iktisatçı, fakirlikte vâkur, kudrette ihsan edici, arkadaşlıkta tahammüllü ve şiddette sabırlı olmak müslümanın alâmetlerindendir. Böyle bir müslümana gazap galebe çalmaz. Cahiliyye taassubu kendisini felâkete sürüklemez. Şehvet kendisine galip gelmez. Midesi kendisini rezil etmez. Harislik kendisini hafif düşürmez. Niyeti kendisini geride bırakmaz. Bu bakımdan mazluma yardım eder, zayıfa merhamet gösterir, cimrilik yapmaz. Mübezzirlik ve israfta bulunmaz ve sıkılığa kaçmaz. Kendisine zulmedildiği zaman affeder. Cahilin kusurundan vazgeçer. Nefsi, elinden zahmet çeker. Halk ise kendisinden ferahlık ve genişlik görür´. Abdullah b. Mübarek´e şöyle denildi: ´Güzel ahlâkı bizlere özetle söyle!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Öfkeyi terketmektir´ Peygamberlerden bir zat, ashâbına dedi ki: ´Öfkelenmeyeceğine dair kim bana söz verir ki benim derecemde olmuş olsun ve benden sonra da halifem olsun?´ Onlardan bir genç ´Ben söz veriyorum´ dedi. Sonra o peygamber, aynı suali ikinci bir defa tekrarladı. Genç ´Ben onu herkesten daha iyi yerine getireceğim´ dedi. O peygamber vefat ettiği zaman, ondan sonra genç onun halifesi oldu. O genç Zülkifl´dir. Kendisine Zülkifl denilmesinin sebebi, öfkesine hâkim olacağına söz verdiğindendir. Bu va´dini de yerine getirmiştir. Vehb b. Münebbih şöyle dedi: Küfrün dört rüknü vardır: 1.Öfke 2.Şehvet 3.Ahmaklık 4.Tamahkârlık (ve cimrilik) ______________________ 1)Buhârî 2)Ebu Yâ´lâ {hasen bir senedle) 3)Taberânî, İbn Abdilberr (hasen bir senedle) 4)Müslim 5)Müslim, Buhârî 6)İbn Ebî Dünya 7)İbn Ebî Dünya, Taberânî 8)Taberânî, Beyhakî 9)Bezzar, İbn Adîy 10)İmam Ahmed |
Öfkenin Hakikati
ALLAH Teâlâ, canlıları birtakım iç ve dış sebeplerle ölüme maruz kalacak şekilde yarattığı zaman, kendisini koruyucu imkânları da kendisine bahşetti. O imkânlar vasıtasıyla kitabında muayyen ecel diye tabir ettiği zamana kadar kendisinden ölümü uzaklaştırır. Dahilî sebebe gelince, o sebep şudur: ALLAH Teâlâ canlıları hararet ve rutubetten mürekkeb olarak yaratmış, aynı zamanda hararet ve rutubet arasında zıddiyet kılmış, hararet durmadan rutu-beti kurutur, buhar haline getirir. Eğer alınan gıdadan rutubete yardım yetişip hararet vasıtasıyla buharlaşan cüz´lerin yeri yenileriyle doldurulmazsa, hayat sahibi muhakkak ölür. Bu bakımdan ALLAH, canlının bedenine uygun gıda ve canlıda o gıdayı almaya iteleyici şehveti yarattı, Bu yaratılan şehvet tıpkı kırılanı düzeltici,yok olanın yerini doldurucu bir vekil gibidir. ALLAH bu şehveti, onun vasıtasıyla insanı helâktan korusun diye yaratmıştır. İnsanoğlunda meydana gelen haricî sebeplere gelince, onlar kılıç, mızrak gibi insanoğlunun helâk olmasına sebep olan diğer şeylerdir. Bu hususta insanoğlu, içinden gelen bir hamiyet ve kuvvete muhtaçtır ki onun vasıtasıyla kendisinden helâk edicileri uzaklaştırsın! Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, ateşten öfke tabiatını yarattı ve insanoğlunda o tabiatı yerleştirdi, onun hamuru ile yoğurdu. O halde insanoğlu hedeflerinin birinden menedildiği zaman, öfke ateşi alevlenir. Kalbin kanını kaynayacak şekilde kabartır. O kan, damarlara yayılır. Ateşin yükseldiği gibi, bedenin yukarılarına doğru yükselir. Çanakta kaynayan su gibi bedende kaynar ve bunun içindir ki insanın yüzüne yayılır ve insanın yüzü, gözü kızarır. İnsanın bedeni berrak olduğundan arkasında bulunan kan kırmızılığını dışarıya yansıtır. Nitekim camın, içinde bulunan maddeyi yansıttığı gibi... Kan, insanoğlu kuvvetçe kendisin-den aşağı olan bir kimseye kızdığı zaman dağılır. Eğer kendisinden üstün olan bir kimseye karşı öfkelenirse ve ondan intikam almaktan ümitsiz ise, bu durumda kan, derinin dışından, kalbin içine doğru çekilir ve üzüntüye dönüşür ve bunun içindir ki insanoğlunun rengi sararır. Eğer insanoğlunun kızması, kendisinden üstün olup olmadığı hususunda şüphe ettiği birine karşı olursa, kan bu takdirde toplanma ve yayılma arasında tereddüt eder. Hem kızarır, hem sararır ve hem de titreme meydana getirir. Kısacası öfke kuvvetinin merkezi kalptir. Mânâsı ise intikam talebiyle kalp kanının kaynamasıdır. Ancak bu kuvvet eziyet vericiler oluşmadan önce kabaran ve yönelen bir kuvvettir. Eziyet vericiler oluştuktan sonra intikam ve iç rahatlığı maksadıyla bu kuvvet kabarır ve eziyet vericilere yönelir. İntikam ise, bu kuvvetin gıdası ve şehvetidir. İntikam içinde bu kuvvetin lezzeti vardır ve bu kuvvet ancak intikam ile sükûnet bulur. Sonra bu kuvvet hususunda insanlar, yaratılışın başlangıcında tefrit, ifrat, itidal olmak üzere üç gruba ayrılırlar ve üç derecede bulunurlar. Tefrife gelince, tefrit, bu kuvvetin yok olmasından veya zayıf düşmesinden doğar. Bu ise dinen kötüdür ve böyle bir kimse hakkında gayreti yoktur denilmiştir. Bu sırra binaen İmam Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: ´Kim kızdırdığı halde kızmazsa o eşektir!´ Bu bakımdan kim temelinden öfke ve gayret kuvvetini kaybederse o gerçekten eksik bir kimsedir. ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´in ashabını, şiddet ve gayretle nitelendirerek şöyle buyurmuştur: Muhammed ALLAH´ın Rasûlü´dür. Onunla beraber olan mü´minler, kâfirlere karşı şiddetli ve katıdırlar. Birbirlerine merhametli ve şefkatlidirler...(Feth/29) Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran.(Tahrim/9) Ayette geçen gılzet ve şiddet, öfkeden ibaret olan gayret kuvvetinin eserlerindendir. İfrat´a gelince, bu niteliğin akıl, din ve itaatin siyasetinden çıkması demektir. Öyle ki kişinin basireti, düşüncesi ve mefkûresi kalmaz. İradesi tamamen elinden çıkar. Hatta mecburen hareket eden robot durumuna düşer. Bu sıfatın galebe çalmasının sebebi, birtakım tabii ve âdet edinilmiş şeylerdir. Çok insan vardır ki fıtraten ve yaradılışça çabuk öfkelenmeye hazırdır. Öyle ki sanki yaradılışta onun sureti, öfkelenmenin sureti şeklinde ya-ratılmıştır. Kalp mizacının harareti de buna yardımcı olur. Çünkü öfke ateştendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ancak mizacın serinliği onu söndürür ve şiddetini kırar.11 Adî sebeplere gelince, öfkelerini dindirmemekle böbürlenen, öfkelerine itaat etmekle iftihar eden, buna erkeklik ve kahramanlık adı veren bir grupla kişinin karışmasıdır. O gruptan biri der ki: ´Ben o kimseyim ki hile ve kurnazlığa karşı sabretmem, hiç kim-seden bir zorluğu kabul etmem!´ Bu sözünün mânâsı şu demektir: ´Bende akıl ve hilm diye birşey yoktur!´ Sonra bu söylediğini cehaletiyle iftihar etmek sadedinde söylemektedir. Bu bakımdan kendi-sini dinleyen bir kimsenin kalbinde öfkenin güzel olduğu ve onlara benzeme arzusu yerleşir. Dolayısıyla bununla öfkesi kuvvet bulur. Öfke, ateşi şiddetlendiği, alevleri kuvvet bulduğu zaman sahibini kör eder. Onu va´z ve nasihata sağır eder. Ona va´z edildiği zaman dinlemez. Hatta va´z ve nasihat onu daha da azıtır. Akıl nûruyla ışığa kavuştuğu ve nefsine müracaat ettiği zaman buna gücü yetmez; zira derhal öfke dumanı kendisini sarar, aklın nûrunu söndürür hatta dipten siler götürür. Çünkü düşüncenin kaynağı dimağdır. Öfkenin şiddetli anında kalp kanının kaynamasından kapkaranlık bir duman dimağa yükselir, fikir kaynaklarının tümünü kapsar. Fikir kaynaklarını kapladığı gibi, his kaynaklarına da sirayet eder. Bu bakımdan kişinin gözü kararır. Öyle ki görmez olur. Dünya tamamıyla kendisine kapkaranlık kesilir. Dimağı, içinde ateş yakılan bir mağara misaline benzer. Onun havası kapkaranlık kesilmiş, merkezi kızmış, her tarafı dumanla dolmuştur. Orada zayıf bir çıra vardır. O da sönmüş veya ışığı görünmez olmuştur. Bu bakımdan orada ayak durmaz, söz dinlenilmez. Herhangi bir suret görülmez. Ne içten, ne dıştan onu söndürmeye de artık güç yetmez. Yanmaya elverişli olan herşey yanıp kül oluncaya kadar sabretmek uygundur. İşte gazab da kalbe ve dimağa aynı şeyi yapar. O zaman gazabın ateşi kuvvetlenir. Kalp, hayatının kıvamı olan rutubeti yok eder. Sahibi öfkesinden ölür. Nitekim mağarada ateş kuvvetlenir, mağarayı çatlatır, altını üstüne getirir. Bu durum, mağaranın etrafındaki tutucu kuvvetin ateşle iptal olunmasından meydana gelir. O kuvvet ki parçaları bir araya getirmiştir, işte öfke anında kalbin durumu da böyledir. Gemi, denizin ortasında dalgalar arasında, kopan fırtınalarda sallandığı halde, durum bakımından öfkeli kalpten daha güzel ve selâmet bakımından daha ümitlidir; zira sallanan gemide gereken tedbirin alınması için çare arayan, gemiye bakıp kumanda eden bir kimse vardır. Kalbin ise kaptanı kendisidir. Öfke onu kör ve sağır ettiğinden bütün imkânlar onun elinden çıkmıştır! Zâhirde rengin bozulması, âzaların şiddetle titremesi, fiil ve hareketlerin tertib ve nizamdan çıkması, sallantılı olması, abur cubur konuşması, dudaklarda köpüğün belirmesi, gözlerin çanaklarından fırlayıp kızarması, burun deliklerinin kabarıp değişik hâl alması ve ahlâkın geçimsiz bir hâl alması, öfkenin görünen eser ve etkileridir. Eğer öfkelenen kişi, öfke halinde şeklinin çirkinliğini görmüş olsaydı, o çirkinlikten utanarak öfkesi derhal söner ve ahlâkı da değişirdi. Öfkenin iç çirkinliği ise, zâhirî çirkinliğinden kat be kat üstün ve felâketlidir. Çünkü görünen taraf, iç aleminin nişanesi ve tezahürüdür. Fakat iç suret çirkinleştiği için onun çir-kinliği ikinci derecede dışa yansımıştır. Bu bakımdan zâhirin bozulması, iç âleminin bozulmasının ürünüdür. Durum bu iken meyveyi, meyve veren ağaca kıyaslayabilirsin. İşte bu, öfkenin bedendeki tesiridir. Dildeki tesirine gelince, dili fâhiş konuşmak ve sövmekle serbest bırakmaktır. Öyle ki öfkesi geçtiği zaman, sarfettiği sözlerden akıllı bir kimsenin utandığı gibi, söyleyen de bu fâhiş konuşmasından utanır. Bu da ibarenin zikzaklı olmasıyla belli olur. Âzalar üzerindeki eserine gelince, vurmak, hücum etmek, yırtmak, öldürmek, imkân anında çekinmeden yaralamaktır. Eğer kendisine öfkelenilen kaçar veya başka bir sebepten dolayı öfkelenenin elinden kurtulur veya öfkelenen ondan intikam almak suretiyle gönlünü rahatlatamazsa bu sefer öfke, sahibine döner. Kendi elbiselerini yırtar, kendisini yumruklar. Bazen de elini yere vurur. Sarhoş şaşkın bir kimsenin koştuğu gibi sağa sola koşar. Bazen de baygın olarak yere serilir. Ne koşmayı ve ne de -şiddetli öfke sebebiyle- kalkmayı becerir. Kriz geçirme gibi durumlara girer. Bazen cansızlara ve hayvanlara vurur. Mesela önündeki yemek tabağını yere çarpar. Yemek masasında öfkelendiği zaman, masayı kırar. Delilerin yaptığını yapar, hayvanlara ve cansızlara küfreder. Onlarla konuşur ve der ki: ´Ey filan filan! Ne zamana kadar senden bunu çekeceğim?!´ Sanki akıllı bir kimseye hitap ediyormuş gibi davranır. Hatta bazı kere hayvan kendisine çifte attığında o da hayvana çifte atarak mukabelede bulunur. Öfkenin, kendisinden öfkelenilenle beraber kalpteki eser ve etkisine gelince, o eser ve etki, kin tutmak, hased etmek, kötülük düşünmek, öfkelendiği kişinin kötü taraflarını yaymak, onun sevilmesine üzülmek, onun sırrını ifşa etmeye azmetmek, onun örtüsünü, maskesini yırtmak, kendisiyle istihza etmek ve bunlardan başka daha nice çirkinlikleri yapmaktır. İşte bu saydıklarımız, ifrat derecesindeki öfkenin ürünleridir. Zayıf olan kıskançlığın semeresine gelince, o semere tiksinilmesi gereken şeyden az tiksinmektir. Mahremlerine, eşine ve cariyesine yapılan taarruzdan ve zelil kimselerden gelen zillet, nefsi küçültmek ve düşürmekten rahatsız olmayıp bu hareketleri kabullenmektir. Bu da kötüdür. Çünkü mahremine karşı kıskançlık duymamak, bunun meyvelerindendir. Bu ise kadınımsı bir harekettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Sa´d kıskançtır. Fakat ben ondan daha kıskancım. ALLAH da benden daha kıskançtır.12 Gayret, neseblerin korunması için yaratılmıştır ve halk gayret hususunda gevşeklik gösterirse nesebler karışır. İşte bu sırra binaen şöyle denilmiştir. ´Hangi kavmin erkeklerinde kıskançlık varsa o kavmin nesebi sağlam olur´. Münker olan işleri gördüğü halde susmak ve korkmak, öfkenin azlığındandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Benim ümmetimin hayırlıları dinde hiddetli ve sert olanlarıdır.13 Zina eden erkek ve kadına ALLAH Teâlâ´nın emri üzere merhamet ve şefkat etmeyerek yüz değnek vurun!(Nûr/2) Öfkenin tamamen kaybedilmesi, nefsi terbiye etmekten aciz olmaya yol açar; zira nefsi terbiye etmek ancak öfkeyi şehvete musallat kılmak suretiyle mümkün olur ki nefsi, hasis şehvetlere meylettiği zaman nefsine öfkelensin! Bu bakımdan öfkeyi tamamen kaybetmek kötüdür. Ancak övülen öfke o öfkedir ki aklın ve dinin işaretini bekler. Gayretin gerektiği yerde kabarır, hilmin güzel olduğu yerde söner. Öfkeyi normal sınırda tutmak ve korumak, ALLAH Teâlâ´nın kullarını mükellef kıldığı istikametin ta kendisidir. Bu durum, Hz. Peygamber´in hakkında şöyle dediği durumdur: İşlerin en hayırlısı orta olanlarıdır!14 Bu bakımdan nefsinde gayretin zayıflığını, gerekmediği halde zulüm ve zilleti kabullendiğini hissedercesine öfkesi gevşekliğe kayan bir kimseye, öfkesi kuvvet buluncaya kadar nefsini tedavi etmesi uygundur. Kimin öfkesi ifrata doğru kayar, kendisini tehevvür ve çirkin şeyleri pervasızca yapmaya sevkederse, böyle bir kimseye de en uygun olanı, öfkesinin gücünü kırmak için nefsini tedavi etmek ve öfkeyi ifrat ile tefrit arasında hak olan orta noktada durdurmaktır. Çünkü sırat-ı müstakim (doğru yol) budur ve bu yol kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer bundan aciz olursa, kişi buna en yakın olan yolu seçmelidir. Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın.(Nisâ/129) Bu bakımdan, hayrın tamamını yapmaktan aciz olan kimse için şerrin tamamını yapmak uygun değildir. Şerrin bir kısmı, diğer bir kısmından daha ehvendir. Hayrın bir kısmı da diğer bir kısmından daha yücedir. İşte öfkenin hakikati ve dereceleri bunlardır. ALLAH´tan kendisini razı eden hareketlere bizi sevkeden güzel tevfikini talep ediyoruz. Çünkü ALLAH dilediğine kâdirdir. _____________ l1) Tirmizî 12)Müslim, (Ebu Hüreyre´den) 13)Taberânî, Beyhâkî |
Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı
Bazıları öfkenin tamamen silinmesinin mümkün olduğunu sanarak demişlerdir ki: ´Riyazet, öfkenin silinmesine doğru götü-rür, riyazetin hedef ve maksadı da budur!´ Başkaları da öfkenin te-davi kabul etmez bir asıl olduğunu sanmışlardır ve bu son fikir huyun yaratılış gibi olduğunu ve ikisinin de değişme kabul et-mediğini sanan bir kimsenin fikridir. Bu iki fikir de zayıftır. Bu hususta hakîkat bizim söyleyeceğimizdir. Şöyle ki, insanoğlunda bir şeyi sevmek, başka bir şeyden nefret etmek hasletinden bir eser kaldıkça insanoğlu gayz ve öfkeden yakasını kurtaramaz. Kendisine birşey uygun, başka birşey de zıd düşerse mutlaka kendisine uygun olanı sever, muhalif düşeni de hor görür. Öfke de buna tâbi olur. Çünkü kişiden sevdiği alındığı zaman şüphesiz öfkelenir. Sevmediği ile karşılaştığı zaman da şüphesiz öfkelenir. Ancak insanoğlunun sevdiği üç kısma taksim olunur: Birinci Kısım Herkes için zarurî olan gıda, mesken, giyecek ve beden sıhhati gibi şeylerdir. Kendisine vurulmak istenen kimse elbette öfkelenecektir. Kişi kendisinden avretini örten elbisesi alınmak, evinden çıkarılmak veya susuzluğunu gideren suyu dökülmek istendiği zaman öfkelenir. Bunlar yok olmalarından ötürü insanoğlunun rahatsız olduğu ve bunlara hücum edene karşı öfkelendiği zarurî şeylerdir. İkinci Kısım Rütbe, çok mal, çok hizmetçi ve çok hayvanlar gibi insanların hiçbirine zarurî olmayan şeylerdir. Çünkü bunlar, âdet ve işlerin hedeflerini bilmemekten ötürü güzel ve sevilen şeyler olarak kabul edilmişlerdir! Her ne kadar gıda olarak onları kullanmıyorsa da altın ve gümüşün maddeleri bile güzel görünür ki insanoğlu onları depo eder ve onları çalana kızar. İşte bu tür maddelerden dolayı olan öfkenin sebeplerinden uzaklaşması insanoğlunun ayrılması tasavvur edilebilir. Bu bakımdan insanın fazla bir evi olsa ve bir zâlim o evi yıksa, insan evini yıktığı için zâlime kızmayabilir; zira ev sahibinin dünya işleri hususunda basiret sahibi bir kimse olması, dünyalık hususunda ihtiyacından fazla zâhidlik göstermesi ve onu alana öfkelenmemesi mümkündür. Çünkü basiret sahibi olan bir kimse fazla mal varlığını sevmez. Eğer onun varlığını sevmiş olsaydı zarurî olarak onun alınmasından dolayı öfkelenecekti. İnsanoğlunun öfkesinin çoğu zarurî olmayan şeylerden dolayıdır: dünya mertebesi, nam, şöhret, meclislerde en üste oturmak, ilimle böbürlenmek gibi... Bu bakımdan bu sevgi kime galebe çalarsa, şek ve şüphe yoktur ki, meclislerde en başta oturmak hususunda kendisiyle yarışan bir kimseye yarışmaya girdiğinde öfkelenir. Şöhreti sevmeyen bir kimse ise, böyle şeylere perva etmez, isterse ayakkabıların yanında otursun. Başkası onun üstünde oturduğu zaman öfkelenmez. Bu çirkin âdetlerdir ki insanoğlunun sevgisini veya nefretini çoğaltmış, dolayısıyla öfkesi de çoğalmıştır, irade ve şehvetler çok oldukça, sahibi rütbece daha düşük ve daha eksik olur. Çünkü ihtiyaç, eksik bir niteliktir. Ne zaman çoğalırsa eksiklik de çoğalır. Cahil bir kimsenin ise daimî bir şekilde çalışması ihtiyaç ve şehvetlerini artırmak hususundadır. Bilmez ki, bunları artırmak suretiyle gam ve üzüntü sebeplerini çoğaltıyor! Hatta birtakım cahiller kötü âdetler ve kötü arkadaşlardan dolayı kendisine ´Sen kuşlarla güzel oynayamazsın, güzel satranç oynayamazsın. Fazla içki içmeyi, fazla yemek yemeyi beceremezsin!´ gibi sözler veya bunlara benzer rezaletler söylenildiği zaman ona bile kızarlar. Bu bakımdan bu kısım için kızmak zarurî değildir. Çünkü onun sevgisi zaruri değildir. Üçüncü Kısım Bir kısım insanlar hakkında zarurî olup, diğer bir kısım hakkında zarurî olmayan şeylerdir. Mesela âlim kişi için kitap zarurîdir. Çünkü âlim kişi kitaba muhtaçtır ve onu sever. Kitabı yakan, suya atan bir kimseye öfkelenir. Sanat aletleri de çalışan kimseler için böyledir. O kimseler nafakalarını ancak o aletlerle temin edebilirler; zira zarurî ihtiyacın vesilesi olan şeyler sevimli olur. Bu ise şahıslara göre değişir. Zarurî sevgi ancak Hz. Peygamber´in buyurduğu şu sevgidir: Kim nefsinde veya sanatında emin, bedeninde sıhhatli ve afiyetli olarak -o günün gıdası da olduğu halde- sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla o insana tahsis edilmiştir.15 İşlerin hakikatlerini basiretiyle (kalp gözüyle) bilen bir kimsenin, bu üç kısımdan selâmet kaldığı takdirde bunlardan başkası için öfkelenmemesi düşünülebilir. İşte bunlar üç kısımdır. Bu kısımların herbirinin riyazet, gaye ve hedefini belirtmeye çalışalım: Buradaki rizayet, kalbin öfkesinin tamamen yok olması için değildir. Fakat kalbini öfkeye itaat etmeyecek duruma getirmek içindir. Onu zahirde dinen müstehab olan bir hududda, aklen de benimsenen bir noktada çalıştırabilmek içindir. Kalbi bu duruma getirmek mücâhede ve bir müddet zorluklara katlanmak, hilm ve sabır sıfatlarını zoraki bir şekilde nefsinde meydana getirmekle mümkündür ki hilm ve zorluklara karşı sabretmek bünyesinde tabiileşen bir nitelik olsun! Öfkeyi tamamen kalpten söküp atmaya gelince, bu tabiatın normal olarak istediği birşey olmadığı gibi mümkün de değildir. Evet! Heyecanın kabarmasını kırmak, hafifletmek, öfkenin iç âlemde şiddetli bir şekilde boralar koparmasını önlemek mümkündür. Onu zayıf düşürmesi, yüzdeki etki ve eseri görülmeyecek dereceye kadar olabilir. Fakat bunu becermek gerçekten zor birşeydir. Bu hüküm aynı zamanda üçüncü kısmın da hükmüdür; zira bir şahsın hakkında zarurî olan bir şeye başkasının muhtaç olmaması onu öfkelenmekten alıkoymaz. Bu bakımdan bu hususta riyazet, bununla amel etmeye mâni olur, içteki heyecanını kırar ki buna karşılık sabır göstermek suretiyle elemi şiddetlenmesin! İki Riyazet suretiyle o kısımdan dolayı öfkelenmekten kurtulmak mümkündür; zira onun sevgisi kalpten çıkarılabilir. Şöyle ki insan kabrin vatanı ve son karar kılacağı yer olduğunu, dünyanın ise üzerinden geçmeye değer bir köprü olduğunu ve bu dünyadan ancak zaruret miktarı azıklanmak gerektiğini, bundan fazlasının ise insanın esas vatanı olan kabir ve istikrar yeri olan ahirette vebal olduğunu bilir. Dolayısıyla dünyadan kaçınmak suretiyle zâhid olur. Dünyanın sevgisi kalbinden silinir. Eğer insanoğlunun bir köpeği varsa onu sevmiyorsa, başkası o köpeği dövdüğü zaman öfkelenmez. Bu bakımdan öfkelenmek sevgiye tâbidir. O halde bu hususta yapılan riyazet insanı öfkenin esasını silmeye doğru götürür. Fakat bu gerçekten az görünen bir durumdur. Bazen de riyazet, insanı öfkeyi kullanmaktan menedecek bir raddeye vardırır ve öfkenin gereğine göre amel etmekten insanı alıkoyar. Bu derece birincisinden daha kolaydır. İtiraz: Birinci kısmın zarurî olanı, muhtaç olduğu şeyin elden kaçmasıyla öfkelenmek değildir, elem duymaktır. Mesela, bir kimsenin gıdası olan bir koyunu olsa ve koyun ölse, o koyunun ölümünden dolayı hiç kimseye öfkelenmez. Her ne kadar koyunun ölümü onda bir acı meydana getirirse de her acının gereği ille öfke değildir; zira insanoğlu kan aldırmak veya hacamat yaptırmak suretiyle de acı duyar. Fakat kan alana veya hacamat yapana hiç de öfkelenmez. Bu bakımdan tevhid onun üzerine bütün eşyanın ALLAH´ın kudret elinde ve ALLAH´tan olduğuna inanacak bir şekilde galip gelmiştir. O kimse ALLAH´ın hiçbir yarattığına kızmaz; zira onları kudretin kabzasında âlet olarak görür. Tıpkı kalemin, kâti-bin elinde âlet olması gibi!... Bu bakımdan, padişah boynunun vurulmasını yazarsa, o kimse kaleme kızmaz. Tıpkı koyunun ölümüne kızmadığı gibi, ölmek üzere olan koyununu kesen kimseye de kızmaz; zira hem kesmeyi, hem de ölümü ALLAH´tan bilir. Bu bakımdan tevhidin galebe çalmasıyla öfke bertaraf edilir ve yine ALLAH hakkında hüsn-i zan ile de öfke bertaraf edilir. Şöyle ki, kişi herşeyi ALLAH´tan bilir ve ALLAH Teâlâ´nın kendisine ancak yapılmasında hayır olan bir şeyi takdir ettiğini görür. Çoğu zaman hasta düşmesinde, aç kalmasında yaralanmasında, öldürülmesinde hayır olduğunu düşünür. Bu bakımdan kan alan ve hacamat yapan bir kimsenin yaptıklarında hayır gördüğünden dolayı onlara kızmadığı gibi, bunlara da kızmaz. Ey ALLAHım! Ben beşerim, beşerin kızdığı gibi kızarım. Bu bakımdan hangi müslümana kızmış veya lanet okumuş Cevap: Bu yönde, bu gelişme muhal değildir. Fakat tevhidin bu raddeye kadar galebe çalması, ancak şimşek gibi gelip geçicidir. Ansızın çakan hallerde galebe çalar ve devam etmez. Halk derhal vasıtalara bakar. Bu kalbin tabiî bir dönüşüdür. Asla kalpten uzaklaştırılamaz. Eğer daimî bir şekilde tevhid galebesinin bu raddeye vardığı, herhangi bir beşer için tasavvur edilseydi muhakkak Hz. Peygamber için tasavvur edilmesi gerekirdi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) bazen yüzü ve yanakları kızaracak kadar öfkelenirdi. Hatta bir duasında şöyle buyurmuştur: veya vurmuşsam, benim o yaptığımı kıyamet gününde o müslüman için namaz, zekât ve o müslümanı sana yaklaştırıcı bir amel olarak kıl!16 Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben senin mübarek ağzından gerek öfkeli anında, gerekse öfkesiz anında çıkan her şeyi yazıp kaydediyorum´. Hz. Peygamber şöyle dedi: Yaz! Beni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim ki benden ancak hak çıkar.17 ´Benden´ sözüyle diline işaret etmiş ve ´Ben öfkelenmem´ dememiştir. Sadece ´Öfkelenmek beni hakikatten dışarıya çıkarmaz´ demiştir. Hz. Âişe kendisinden şöyle sordu: ´Senin de şeytanın yok mu?´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Evet! Benim de şeytanım var. Fakat ben ALLAH´a yalvardım. Ona karşı bana yardımcı oldu. Bu bakımdan o teslim oldu, bana hayırdan başkasını emretmez. Dikkat edilirse, Hz. Peygamber ´Benim şeytanım yoktur´ dememiştir ve şeytandan gayesi öfke şeytanıdır. Fakat şöyle buyurmuştur: ´Benim şeytanım beni şerre itelemez´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber dünya için öfkelenmezdi. Bir haktan ötürü öfkelendiği zaman, hiç kimse kendisini tanımaz ve öfkelendiği için hiçbir şey kıpırdamazdı. Ta ki o hak yerine gelinceye kadar...´18 Bu bakımdan o, haktan dolayı öfkeleniyordu. ALLAH için öfkelenmesi demek vasıtalara iltifat edip bakması demektir. Hatta zarurî nafakasını ve dini hakkında kendisine gerekli olan ihtiyacını elinden alana karşı öfkelenen bir kimse, ancak ALLAH için öfkeleniyor demektir ve ALLAH için öfkelenmekten böyle bir kimsenin ayrılması mümkün değildir. Evet, zarurî olan hakkında bazen gerekli olan öfkenin esası kaybolur. Bu da ancak kalp, o zarurîden daha mühim olan başka bir zarurî şey ile meşgul olduğu zaman mümkün olur. Bu bakımdan kalp, daha mühim ve zarurî olan için öfkelenmekle meşgul olduğundan ikinci bir öfkeye kalpte yer kalmaz; zira kalbin bir kısım önemli şeylerle meşgul olması onların dışındaki şeyleri hissetmekten onu meneder. Bu tıpkı Selman-ı Fârisî´ye küfredildiği zaman söylediği şu söz gibidir: ´Eğer benim terazim hafif gelirse ben senin dediğinden daha şerir ve daha çirkinimdir. Eğer terazimin sevap kefesi ağır basarsa, senin söylediğin bana hiçbir zarar vermez´. İşte dikkat edildiği zaman görülür ki, Selman´ın himmeti ahirete yönelik olduğundan dolayı kalbi başkasının küfrüyle etkilenip müteessir olmamıştır. Rabia b. Hayseme´ye de küfredildiğinde küfredene şunları söylemiştir: ´Ey kişi! ALLAH senin konuşmanı dinledi. Kesinlikle cennetin yolunda engebeler ve gedikler vardır. Eğer ben onları geçersem senin söylediklerin bana zarar vermez. Eğer onları geçmezsem ben senin söylediklerinden daha düşük ve şeririmdir!´ Bir kişi Hz. Ebubekir Sıddîk´ a sövdü. Sıddîk (r.a) ona cevap olarak dedi ki: ´ALLAH´ın örttüğü kabahatlerim senin bildiğinden daha çoktur!´ Ebubekir Sıddîk nefsi için, ALLAH´tan korktuğu için kendi kusurlarına bakmakla meşguldü. ALLAH´ı gereği gibi tanımak hususundaki kusurunu dikkate almakla meşguldü ve bundan dolayı başkasının onu eksikliğe nisbet etmesine öfkelenmedi; zira kendi nefsine, kendisi eksik gözüyle bakıyordu. Bu ise onun kıymetinin büyüklüğünden kaynaklanır. Bir kadın, Mâlik b. Dinar´a ´Ey riyakar! Mâlik!´ dedi. Cevap olarak ´Yemin ederim, senden başkası beni tanımış değildir!´ dedi. Sanki Mâlik, nefsinden riya âfetini uzaklaştırmak ve şeytanın nef-sine vesvese olarak telkin ettiklerini sökmekle meşguldü. Bu bakımdan kendisine nisbet edilene öfkelenmedi. Bir kişi Şa´bî´ye sövdü. Şa´bî cevap olarak dedi ki: ´Eğer sen doğru isen ALLAH beni affetsin! Eğer yalancı isen ALLAH seni affetsin!´ İşte bunlar zâhirde selefin kalpleri dinlerinin mühim meseleleriyle meşgul olduğundan dolayı öfkelenmediklerine delâlet eden sözlerdir. İhtimal ki bu sözler, onların kalbine tesir etmiştir. Fakat onunla meşgul olmamışlar, önemsememişlerdir. Aksine kalplerine daha galip olanla meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan kalbin bir kısım mühimlerle meşguliyeti, birtakım sevilenlerin elden çıktığında kabarması gereken öfkenin kabarmasına mâni olması uzak bir ihtimal değildir. O halde, gayzın yok olması tasavvur edilebilir. Bu yok oluş; ya kalbin mühim birşeyle meşgul olmasıyla olur veya tevhid düşüncesinin galebe çalmasıyla veya üçüncü bir sebeple olur. Bu üçüncü sebep de ALLAH Teâlâ´nın öfkelenmemeyi sevdiğini bilmesidir. Bu bakımdan ALLAH´a karşı olan sevgisinin şiddeti Öfkesini söndürür. Bu da pek nadir durumlarda olmakla beraber tahakkuk etmesi muhal olmayan bir durumdur. Artık anlaşılmıştır ki öfke ateşinden kurtulmanın yolu dünya sevgisini kalpten silmektir. Bu ise dünya âfetlerini ve açacağı belâları bilmekle mümkün olur. Nitekim dünyayı zemmeden bahiste bu durum gelecektir. Kim, kalbinden meziyetlerin sevgisini çıkarırsa, öfkenin birçok sebeplerinden kurtulmuş olur. Silinmesi mümkün olmayanın ise hiddetini kırmak, zayıf düşürmek mümkündür. Dolayısıyla öfke zayıf düşer ve öfkeyi defetmek kolaylaşır. ALLAH Teâlâ´dan lûtuf ve keremi sayesinde, hüsnü tevfikini dileriz. Çünkü O herşeye kâdirdir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur! __________________________ 15) Tirmizî, İbn Mâce 16)Müslim, Buhârî 17)Ebu Dâvud 18)Tirmizî |
Öfkeye Yol Açan Sebepler
Anlaşıldı ki her illetin ilâcı, onun maddesini ve sebeplerini ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan öfkenin sebeplerini tanımak gerekir. Hz. Yahya, Hz. İsa´ya şöyle dedi: - Hangi şey daha şiddetlidir? -ALLAH´ın öfkesi ve gazabı... -İnsanı ALLAH´ın öfkesine yaklaştıran nedir? -Senin öfkelenmendir. -Öfkeyi açığa çıkaran ve bitiren nedir? -Kibir, böbürlenmek, kendini büyük görmek ve körü körüne taassub! Öfkeyi kabartan sebepler, büyüklük taslamak, ucub, mizah yapmak, müstehcen konuşmak, başkasıyla alay etmek, başkasını ayıplamak, mücadele etmek, düşmanlık gütmek, hainlik, fazla mal ve mertebeye şiddetle harislik göstererek düşkün olmaktır. Bunların tümü, düşük ve dinen kötü sıfatlardır. Bu sebepler insanoğlunda kaldıkça öfkeden kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan herşeyden önce bu sebepleri, zıtları ile bertaraf etmelidir. O halde, tevazu göstermek suretiyle gururu öldürmelisin, nefsini tanımak suretiyle ucubu öldürmelisin. Nitekim bunun bahsi Kibir ve Ucub bölümünde gelecektir. Mağrur olmayı, senin de kölenin cinsinden olduğunu bilmekle silebilirsin. Çünkü insanlar bir babadan gelmişlerdir. Ancak fazilette değişik mertebelere ayrılmışlardır. Bu bakımdan Ademoğulları bir cinstir. Ancak faziletlerle iftihar edilir. İftihar etmek, ucub gütmek ve kibre kapılmak rezaletlerin en büyüklerindendir. Bunlar, rezaletlerin aslı ve başıdırlar. Sen bunlardan boşalmadıkça başkasından hiçbir üstünlüğün olmayacaktır. Kölenin cinsinden olduğun halde böbürlenmeye hakkın yoktur! Çünkü bünye, neseb, dış ve iç organlar bakımından kölenle aynı cinstensin. Mizaha gelince, mizahı ancak insan ömrünün tamamını kapsayan dinî vazifelerle meşgul olmak suretiyle sökebilir. Bunu bildiğin zaman artık mizahtan uzaklaşırsın. Müstehcen konuşmaya gelince, faziletlerin araştırılmasında, güzel ahlâkın ve seni ahiret saadetine ulaştıracak dinî ilimlerin araştırılmasında ciddiyet göstermek suretiyle onu bertaraf edebilirsin. Başkasıyla istihza etmeye gelince, bunu insanları üzmekten kaçınmak ve nefsini istihza edilmekten korumak suretiyle silebilirsin. Ayıplamaya gelince, çirkin sözlerden kaçınmak ve acı cevabı vermekten nefsini korumak suretiyle bu illetten kurtulabilirsin. Maişetin fazlalıklarına karşı gösterilen şiddetli kanaatsizlik olan harisliğe gelince, o da zaruret miktarıyla kanaat etmek suretiyle bertaraf edilebilir. Onu da muhtaç olmamanın azizliğini istemek ve ihtiyaç zilletinden kaçınmak için yapmalısın. Bu ahlâkların ve bu sıfatların tedavisinde insanoğlu riyazet yapmaya ve meşakkatleri yüklenmeye muhtaçtır. Bu riyazetin sonucu; tehlikelerini tanımaya dönüşür. Nefsin kendisinden uzaklaşması ve çirkinliğinden nefret etmesi için tehlikelerini tanımak gerekir. Bundan sonra uzun bir müddet, bilfiil bu çirkin ahlâkların zıdlarına devam edip nefse kolay ve alışkanlık hâline gelinceye kadar bu işe devam ettiğin takdirde nefisten onlar silinir. Nefisten silindiği takdirde de nefis gelişir ve bu rezaletlerden ayrılır. Bu rezaletlerden doğan öfkeden de kurtulmuş olursun. Cahillerin çoğunu öfkeye sevkeden sebeplerin en şiddetlilerinden biri öfkeye kahramanlık, erkeklik, izzet-i nefis ve himmetin büyüklüğü ismini vermeleridir. Öfkeyi cehalet ve hamakatlarından dolayı övülen sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır ki nefisleri öfkeye meyletsin, öfkeyi güzel görsün ve iyi kabul etsin. Büyük insanlardan öfkenin şiddetini erkekliğin simgesi gibi hikâye etmekle bu durum kalpte daha da yerleşir. Nefisler de kendilerini büyüklere benzetmeye meyyaldirler. Dolayısıyla kalpte öfke kabarır. Bu şekilde öfkeye izzet-i nefis ve erkeklik ismini vermek katıksız bir cehalettir. Aksine bu, manevî kalp hastalığı ve akıl eksikliğidir. Bu nefsin zayıflığından ve eksikliğinden doğar. Bunun, nefsin zayıflığından doğduğunun belirtisi şudur: Hasta bir kimse sağlam bir kimseden, kadın erkekten, çocuk büyük insandan, zayıf ve yaşlı zayıf olmayan bir yaşlıdan, kötü ahlâk sahibi faziletler sahibinden daha çabuk öfkelenir. Bu bakımdan rezil bir kimse, lokması elinden kaçtığı zaman şehvetinden dolayı, parası elinden düştüğü zaman cimriliğinden dolayı öfkelenir. Hatta bu durumda aile efradına, çocuğuna ve arkadaşlarına bile öfkelenir. Kuvvetli o kimsedir ki öfkelendiği anda nefsine hâkim olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Şiddetli ve kahraman, başkasının sırtını güreşte yere getiren kimse değildir. Pehlivan ancak o kimsedir ki, öfkelendiği anda nefsine hâkim olur.19 Bu cahil kimseleri, hâlim ve affedici kimselerin hikâyelerini okumak ve onların öfkelerini nasıl yuttuklarını anlatmak suretiyle tedavi etmek daha uygundur. Çünkü böyle yapmak, peygamberler, velîler, hükemâ ve âlimlerden nakledilmiştir. Faziletli padişahların büyüklerinden de nakledilmiştir. Bunun zıddı ise, Kürt ve Türk´ün zâlimlerinden, câhil,fazilet ve akıldan yoksun olan ahmaklardan nakledilmiştir. |
Öfkeyi Yenmenin Çâresi
Bizim bu söylediklerimiz, öfkenin sebeplerini yok etmek ve kabarmasını önlemek içindir. Bu bakımdan öfke kabardığı zaman teenni ile hareket etmek farz olur ki öfkenin sahibi, kötü bir şekilde onu icra etmeye mecbur olmasın. Öfke kabardığı anda, ancak ilim ve amel macunu ile tedavi edilir. İlim ise altı kısımdır. 1. Bizim bundan sonra, öfkeyi yutmak, affetmek, hilm göstermek, eziyet ve meşakkatlere göğüs germek hakkında zikredeceğimiz sözleri düşünmektir. Dolayısıyla onun sevabını elde etmeye teşvik edilmiş olur. Bu bakımdan öfkeyi yutmaktan elde edilen sevaba karşı isteği olan kendisini intikam almak suretiyle gönlünü rahat ettirmekten meneder ve dolayısıyla kabaran öfkesini söndürür. Mâlik b. Evse b. Hadsan20 şöyle anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a) bir kişiye kızdı ve onun dövülmesini emretti. Bu kişi Hz. Ömer´den ´Affet! İyiyi emret ve cahillerden yüzçevir!´ (A´raf/199) ayetini okumasını istedi. Bu isteğine karşılık Hz. Ömer (r.a) ayeti okudu, ayet hakkında derin derin düşündü. Çünkü Hz. Ömer, kendisine ALLAH´ın Kitabı okunduğu zaman kıpırdamadan dururdu. ALLAH´ın Kitabı hakkında çok düşünürdü. Bu bakımdan Hz. Ömer, bu ayet hakkında da düşündü ve adamı serbest bıraktı". Ömer b. Abdüiaziz bir adamın dövülmesini emretti. Sonra o adam ´Öfkelerini yutarlar´ (Alu İmran/134) ayetini okudu. Bunun üzerine Ömer, hizmetkârına ´onu serbest bırak´ diye emretti. 2.Nefsini ALLAH´ın azabıyla korkutmaktır. Şöyle ki: ´ALLAH´ın bana karşı olan kuvvet ve kudreti benim bu insana karşı olan kuvvet ve gücümden daha büyüktür. Eğer ben bu insana öfkemin icabını tatbik edersem, ALLAH Teâlâ´nın da kıyamet günü affedilmeye en muhtaç olduğum bir anda, öfkesini benim hakkımda tatbik etmeyeceğinden emin değilim´ demelidir. ALLAH Teâlâ, kadîmkitaplarından birinde şöyle buyurmuştur: Ey Âdemoğlu! Öfkelendiğin zaman beni hatırla ki ben de öfkelendiğim zaman seni hatırlayayım ve yok edilecekler arasında seni yok etmeyeyim. Hz. Peygamber (s.a) Vâsı´ı bir iş için gönderdi. Vâsı´ gecikti, geldiğinde Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi: Eğer kısas olmasaydı, kesinlikle senin canını yakardım. Burada ´Kıyamet´teki kısas olmasaydı´ denilmek istenmiştir. Denildi ki, "İsrailoğulları´nda yanında bir hakîm bulunmayan hiçbir padişah yoktu. Padişah öfkelendiği zaman o hakîm, padişahın eline bir sahife tutuştururdu. O sahifede şunlar yazılıydı: Fakire acı! Ölümden kork! Âhireti an! Padişah, öfkesi dininceye kadar o sahifeyi okurdu". 3.Nefsini, düşmanlık ve intikamın akibetinden, düşmanın,mukabele etmek için çalışmasından ve hedeflerini yıkmak için gayret göstermesinden, musibetleriyle sevinmesinden korkutmaktır. Oysa kendisi hiçbir zaman musibetlerden kurtulmaz. Bu bakımdan nefsini öfkenin dünyadaki kötü neticelerinden -eğer nefis ahiretteki neticelerinden korkmasa bile- korkutmalıdır. Bu ise şehveti öfkeye saldırtmaya ve musallat kılmaya dönüşür. Bu, ahiret amellerinden değildir ve bundan dolayı sevabı da yoktur. Çünkü kişi, geçici zevk ve safâlarının bir kısmını diğer bir kısmına tercih etmek suretiyle zevk ve safâsına koşmaktadır. Ancak kaçındığı hususlar ilim ve ameline engel olacak şeyler olup aradıkları ameline yardım edecek şeyler ise, bu takdirde sevabdar olur. Şöyle ki, öfke anında başkasının yüzünü hatırlamak ve kendi öfkesinin çirkinliğini düşünmek ve öfke sahibinin saldırgan bir köpeğe ve adi bir yırtıcı hayvana benzerliğini düşünmek; halîm, sakin, öfkeyi terkeden bir kimsenin de peygamberlere, velî kullara, âlimler ve hükemâya benzediğini düşünmekdir. Bunları düşündükten sonra nefsini serbest bırakmalıdır. İsterse nefis kendisini köpeklere, yırtıcı hayvanlara ve insanların düşüklerine benzetsin, isterse âlimler ve peygamberlere benzetsin. Eğer zerre kadar aklı varsa, nefsi bunlara uymanın sevgisine meyleder. 5.Kendisini intikam almaya çağıran sebep hakkında düşünmektir. Öfkesini yutmasına mâni olan illeti süzmektir; zira her öfkenin mutlaka bir sebebi vardır ve olmalıdır. Mesela şeytan kendisine ´Sen öfkeni yutarsan senin âcizliğine, nefsinin küçüklüğüne, zilletine ve hakirliğine yorumlanır. Halkın gözünde hakir düşersin´ der. Bu bakımdan şeytanın bu sözüne karşı, öfkelenen kişi nefsine şöyle söylemeli: ´Sen ne acaip mahluksun! Şimdi eziyetten kaçmıyorsun da kıyamet gününün rezalet ve sefaletinden kaçınmıyorsun! O gün karşındaki adam senin elinden tutar ve senden intikam alır. İnsanların gözünde küçük düşmekten sakınıyorsun da ALLAH nezdinde, melek ve peygamberler katında küçük düşmekten kaçınmıyorsun!´ Bu bakımdan kişi, ne zaman öfkesini yutarsa, öfkesini sadece ALLAH rızası için yutması uygundur. Bu niyetle öfkesini yutarsa ALLAH nezdinde alabildiğine kıymetli olur. Bu durumda insanların yanında kıymetli olmanın ne önemi kalır! Dünyada kendisine kötülük edenin kıyamet günü uğrayacağı zillet, daha şiddetli olur. Acaba kişi kıyamet gününde ´ALLAH katında ecri olan ayağa kalksın!´ diye çağırıldığı zaman ayağa kalkanın kendisi olmasını istemez mi! Zira bu çağrıya ancak, dünyada affedenler icabet ederek ayağa kalkar. Bu ve bunun benzerleri imanın mârifetlerindendir. Bunları kalpte yerleştirmek gerekir. 6.Öfkesinin ALLAH´ın isteğine göre cereyan eden birşeye şaşıp hayret ederek geldiğini bilmelidir. Evet, bu şey kendi isteğine göre cereyan etmediğinden dolayı öfkelenir! Acaba ´Benim isteğim ALLAH´ın isteğinden daha evlâdır´ demesi nasıl olur? Oysa ALLAH´ın kendisine kızması, kendisinin kızmasından -tehlike bakımdan- daha büyüktür. Amele gelince, senin dilinle eûzübillâhi min´eşşeytan ir-racîm demendir; zira Hz. Peygamber, öfke anında böyle söylemeyi emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a) zevcesi Âişe validemiz öfkelendiği zaman ağzını eliyle kapatır ve şöyle derdi: Ey Ayşecik! De ki:.´Ey ALLAHım! Ey Muhammed´in Rabbi! Benim günahımı affet! Kalbimin öfkesini gider. Fitnelerin saptırmasından beni koru!´21 Bu bakımdan senin de bu duayı okuman müstehabdır. Eğer öfken bu duayı okumakla da gitmezse ayakta isen otur, oturuyorsan uzan. Kendisinden yaratılmış olduğun toprağa yaklaş ki nefsinin zilletini bilmiş olasın. Oturmak ve uzanmakla sükûnete kavuşmaya çalış! Çünkü öfkenin sebebi hararettir, harareti oluşturan harekettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak öfke, kalpte parlayan bir ateş közüdür. Siz öfkelenen kişinin avurtlarının şiştiğini, gözlerinin kızardığını görmez misiniz? Bu nedenle bazılarınız böyle bir şeyi hissettiği zaman eğer ayakta ise derhal otursun, eğer oturuyor ise derhal uzansın.22 Eğer bununla da öfke geçmezse o zaman soğuk su ile abdest alsın veya gusletsin. Çünkü ateşi ancak su söndürür. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Biriniz kızdığı zaman su ile abdest alsın; çünkü kızgınlık ateştendir.23 Başka bir rivayette ´Muhakkak öfke şeytandandır. Muhakkak şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O halde biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın!´ demiştir. İbn Abbas, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Öfkelendiğin zaman sus!24 Ebu Hüreyre der ki: ´Hz. Peygamber öfkelendiği zaman, ayakta ise otururdu. Oturduğu halde öfkelendiği zaman uzanırdı ve öfkesi geçerdi´.25 Ebu Said el-Hudrî, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: İyi bilin ki öfke, Ademoğlu´nun kalbinde bir parça ateştir. Siz onun gözlerinin kızardığına, boyun damarlarının gerildiğine bakmaz mısınız? Bu bakımdan kim böyle birşey hissederse, yanağını yere yapıştırsın.26 Hz. Peygamber ´Yanağını yere yapıştırsın´ sözü ile secdeye işaret etmiştir. Bu, azaların en azizini, yerlerin en zelili olan toprağa değdirmeye işarettir. Böylece nefsi zilletini hissetmiş olsun, nefsin gururu ve öfkenin sebebi olan bencilliği ortadan kalksın. Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer birgün öfkelendi. Derhal su isteyip burnuna su çekti ve şöyle dedi: ´Öfke şeytandandır. Su ise öfkeyi giderir!´ Urve b. Muhammed şöyle diyor: Yemen´e vali olarak tayin edildiğim zaman babam bana ´Vali mi oldun?´ diye sordu. Ben ´evet´ cevabını verince şöyle dedi: ´Öfkelendiğin zaman üstündeki göklere ve altındaki yere bak. Sonra onları yoktan varedeni yücelt (ve hatırla..)´ Rivayet ediliyor ki, Ebu Zer Gıfârî bir kişiye aralarında geçen bir olay nedeniyle ´Ey kızılcığın oğlu!´ diye hakaret etti. Bu söz Hz. Peygamber´in kulağına gitti. Hz. Peygamber Ebu Zer´e şöyle hitap etti: Ey Ebu Zer! Kulağıma geldiğine göre, sen bugün (din) kardeşini annesinden dolayı ayıplamışsın! Ebu Zer ´Evet! Doğru!´ dedikten sonra arkadaşını razı etmek için hemen faaliyete geçti. Fakat o kişi, Ebu Zer kendisini görmeden önce Hz. Peygamber´in huzuruna vardı ve Ebu Zer´in yaptığı hakaretleri Hz, Peygamber´e söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebu Zer´e şöyle hitab etti. Ebu Zer! Başını kaldır da bak! Sonra bil ki sen bu kainatta bulunan ne bir kırmızıdan ve ne de bir siyahtan üstünsün. Meğer ki amelinle kendisinden üstün olasın. Öfkelendiğin zaman ayakta isen otur! Oturuyorsan yaslan! Yaslanmış vaziyette isen uzan..27 Mu´temer b. Süleyman28 şöyle anlatıyor: Sizden önce geçmiş milletlerin arasında bir kişi vardı. Öfkelenir ve öfkesi şiddetli olurdu. Bu kişi üç kağıda birşey yazarak her sayfayı bir kişiye verdi. Birinci sayfayı verdiği kişiye dedi ki: ´Ben öfkelendiğim zaman bana bu sayfayı ver!´ ikincisine ´Öfkem biraz dindiği zaman benim elime bu sayfayı sıkıştır´ dedi. Üçüncüsüne de ´Öfkem tamamen geçtikten sonra bu sayfayı elime ver´ dedi. Bir müddet sonra öfkesi alabildiğine kabardı. Kendisine birinci sayfa verildi. Sayfayı açınca sayfada şöyle yazılı olduğunu gördü: ´Sen nerede bu öfke nerede! Sen ilah değilsin, beşersin. Senin bir kısmını diğer kısmının yeme ihtimali vardır´. Bu yazıları okuduktan sonra öfkesinin bir kısmı dindi. Bunun üzerine kendisine ikinci sayfa verildi. Baktı ki ikinci sayfada şunlar yazılıdır: ´Yeryüzünde olanlara şefkatli ve merhametli ol ki göklerde hükmü olan ALLAH da sana merhamet etsin!´ Bunun akabinde kendisine üçüncü sayfa verildi. Baktı ki üçüncü sayfada şunlar yazılıdır: ´İnsanları ancak ALLAH´ın hakkını zayi ettiğinden dolayı muâhaze et. Çünkü onları ancak bu ıslah eder.´ Mehdî b. Muhammed b. Abdullah el-Abbâsî, bir kişiye kızdı (ve intikam almak istedi). Şebih ona dedi ki: "ALLAH Teâlâ için ALLAH Teâlâ´dan daha fazla kızma!´ _____________________________________ 20)H. 93 senesinde vefat etmiştir. 21)Müslim, Buhârî 22)Tirmizî 23)Ebu Dâvud 24)İmam Ahmed, İbn Ebî Dünya, Taberânî 25)İbn Ebî Dünya 26)Tirmizî 27)İbn Ebî Dünya 28)Tarhan Teymî´nin torunu olan bu zatın künyesi Ebu Muhammed´dir, Basralıdır. Güvenilir olan bu zat, H. 87 senesinde vefat etmiştir. |
Öfkeyi Yenmenin Fazileti
ALLAH Teâlâ ´Öfkelerini yutarlar´ (Alu İmran/134) bu-yurmuştur ve bunu müslümanları medhetmek için söylemiştir. Hadîsler Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: ALLAH öfkesini frenleyen bir kimseye azabını durdurur. Rabbine mazeretini arzeden bir kimsenin özrünü ALLAH Teâlâ kabul eder. Kim dilini korursa ALLAH onun çirkin taraflarını örter.29 Sizin en pehlivanınız ve en erkeğiniz o kimsedir ki öfkelendiği zaman nefsine hâkim olur! Sizin en haliminiz, düşmanından intikam alma imkânı olduğu halde onu affe-den kimsedir.30 Öfkesinin gereğini yerine getirme imkânı varken bundan vazgeçen kimsenin kalbini ALLAH Teâlâ kıyamet gününde rızasıyla doldurur.31 Bir rivayette ´O kimsenin kalbini ALLAH emniyet ve iman ile doldurur´ diye vârid olmuştur. ibn Ömer Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder: ALLAH rızası için öfkesini yutmaktan, ecir bakımından daha büyük bir şey yoktur ki kul onu yapsın.32 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kesinlikle (bilinsin ki) cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan ancak ALLAH´a isyan etmek suretiyle öfkesine uyup gönlünü rahat ettiren bir kimse girer.33 ALLAH nezdinde kulun öfkesini yutmasından daha sevimli hiçbir şey yoktur. Kul öfkesini yuttuğu takdirde ALLAH onun kalbini iman ile doldurur.34 Kim yerine getirmeye kudreti olduğu halde öfkesini yutarsa, ALLAH Teâlâ mahlukatın gözleri önünde onu çağırır ve cennet hurilerinden ´hangisini istersen al´ diye onu serbest bırakır.35 Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´ALLAH´tan korkan bir kimse, öfkesini yutar ve bu hususta nefsinin isteğini yapmaz. ALLAH´tan korkan bir kimse istediğini yapamaz. (Ancak ALLAH´ın isteğini yerine getirebilir). Eğer kıyamet günü olmasaydı siz bugün benden gördüğünüzün tam aksini görecektiniz!´ Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: ´Ey oğul! Dilencilik etmek suretiyle yüzünün suyunu dökme! Rezil olman pahasına öfkenin isteğini yapma! Kıymetini bil ki hayatın sana fayda versin!´ Eyyub b. Sehtiyanî şöyle der: ´Bir saat halîmlik insanoğlundan birçok şerri uzaklaştırır´. Süfyan es-Sevrî, Ebu Huzeyme, Fudayl b. İyaz bir araya geldiler, Zühdün ne olduğunu müzakere ettiler. Sonunda şu karara vardılar: ´Amellerin en üstünü kızdığı anda halîmlik, musibetler anında da sabır göstermektir´. Adamın biri Hz. Ömer´e şöyle haykırdı: ´Yemin olsun, sen adaletle hükmetmiyor ve çok mal vermiyorsun!´ Buna karşılık Hz. Ömer yüzünde öfkenin alâmetleri görülecek derecede kızdı. Bu esnada bir kişi kendisine şöyle hitap etti: "Ey mü´minlerin emiri! Sen ALLAH Teâlâ´nın ´ Affet! iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir´ (A´raf/119) buyurduğunu işitmedin mi? İşte bu kişi de câhillerdendir. (Bu bakımdan sen de onu affet!)" Bu söz karşısında Hz. Ömer ´doğru söyledin´ dedi. Sanki o öfke bir ateşti, söndü. Muhammed b. Ka´b şöyle demiştir: Üç haslet kimde varsa o kimse ALLAH´a olan imanını kemâl derecesine vardırmıştır: 1.Razı olduğunda bu durumu kendisini bâtıla sokmaz. 2.Öfkelendiğinde öfkesi kendisini haktan çıkarmaz. 3.Kuvvet ve kudreti yettiğinde hakkı olmayan bir şeye el uzatmaz! Bir kişi Selman-ı Fârisî´nin yanına gelerek şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın kulu bana nasihatta bulun!´ Buna karşılık Selman şöyle dedi: -Öfkelenme! -Öfkelenmemek benim elimde değil! -O halde, öfkelendiğin zaman diline ve eline hâkim ol! ___________________________ 29)Taberânî, Beyhâkî 30)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 31)İbn Ebi Dünya, Ebu Dâvud 32)İbn Mâce 33)Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti. 34)İbn Ebi Dünya 35)Lisanın Âfetleri bölümünde geçmişti. |
Hilm´in Fazileti
Hilm, öfkeyi yutmaktan daha üstündür. Çünkü öfkeyi yutmak, olmayan halîmlik sıfatını kazanmaya çalışmaktır. Oysa öfkeyi yutmaya ancak öfkesi kabaran bir kimse muhtaç olur ve bu hu-susta şiddetli bir mücahedeye muhtaçtır. Fakat bunu bir müddet âdet edindiği zaman kendisine alışkanlık olur ve artık bir daha öfkesi kabarmaz. Kabarsa da onu yutmakta herhangi bir zorluk sözkonusu değildir. Bu tabii halîmliktir. Bu, aklın kemâle ermesi ve bedeni kontrol altına almasının delâletidir. Öfke kuvvetinin kırılması ve akla teslim olmasıdır. Fakat bunun başlangıcı, kendini hilme zorlamak, zoraki bir şekilde öfkeyi yutmaktır. Hadîsler İlim ancak öğrenmekledir. Hilm de halîmliğe kendini zorlamakladır. Kim hayrı kasdederse ona hayır verilir. Şerden sakınan bir kimse ise şerden sakındırılır.36 Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle hilm sıfatının yolunun önce kendini hilme zorlamak ve onun ağırlığına katlanmak olduğuna işaret etmiştir. Nitekim ilim öğrenmenin yolunun da öğrenmek ve bu husustaki zahmete katlanmak olduğu gibi. Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: İlmi isteyiniz ilimle beraber sekineti (vâkarı) ve hilmi de isteyiniz. Öğrettiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimselere yumuşak davranınız. Sakın âlimlerin katılarından olmayınız ki cehaletiniz hilminize galebe çalmasın.37 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfiyle gururun, katılığın, öfkeyi tahrik edip kabartan biricik âmil olduğuna işaret buyurmuştur. Hilm ve yumuşaklığın engelinin bu sıfatlar olduğunu belirtmiştir. Şu dua, Hz. Peygamber´in duasındandır: Ey ALLAHım! Beni ilimle zengin kıl! Hilimle süslendir. Takvâ ile şereflendir. Afiyet ile güzelleştir!38 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: ALLAH´ın katında yüksek derece arayın, Ashab ´O yücelik nedir?´ diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Senden alâkayı kesene karşı ilgiyi devam ettirmelisin. Seni mahrum edene vermelisin. Sana karşı cehalet ile hareket ederek vaziyet alana hilm göstermelisin.39 Beş şey peygamberlerin sünnetlerindendir: 1. Hayâ, 2. Hilm, 3. Hacamat (kan aldırmak), 4. Misvak kullanmak, 5. Güzel koku sürünmek.40 Hz. Ali Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder: Müslüman kişi, hilim sıfatı sayesinde gündüz oruçlu, gece ibadet yapan bir kimsenin derecesine varır. Müslüman kişi himayesi altında ailesi olduğu halde cebbar zorbalardan yazılır.41 Ebu Hüreyre der ki: ´Bir zat Hz. Peygamber´e gelerek: ´Benim birtakım akrabalarım vardır. Ben onlara sılayı rahim yaptığım halde onlar benden alâkayı kesiyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum. Onlar ise, bana kötülük.. Onlar câhillikle bana karşı çıktıkları halde ben onları hilimle karşılıyorum´ dedi. Cevap olarak şöyle buyurdu: Eğer dediğin gibi ise sen âdeta onların yüzüne kum serpiyorsun. Durmadan bu ahlâka devam edersen, seninle beraber ALLAH´tan gelen bir yardımcı olacaktır.42 Metinde geçen mel kelimesi kum demektir. Müslümanlardan bir kişi dedi ki: Ey ALLAHım! Benim yanımda bir mal yok ki sadaka vereyim. Bu bakımdan bir kişi, benim hakkımdan herhangi bir şeyi ihlâl ederse, o hakkım onun için sadaka olsun. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e (s.a) ´Ben onu affettim´ diye vahyetti. Bazılarınız Ebu Damdan gibi olmaktan âciz midir? Ashab-ı kîram ´Ebu Damdan kimmiş ya Rasûlullah!´ diye sorunca şöyle buyurmuştur: Ebu Damdan sizden önce yaşamış biriydi. Sabahladığı zaman şöyle derdi: ´Ey ALLAHım! Muhakkak ben bugün bana zulmedene hakkımı sadaka olarak vermiş bulunuyorum´.43 Rabbâniyyûn (Alu İmran/79) kelimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: ´Bunlardan maksat hâlim olan âlimler´dir´. Hasan Basrî´nin ´Câhiller onlara hitap ettikleri zaman, onlar selâm derler´ (Furkan/63) âyetinin tefsirinde ´Hâlim kimselerdir ki eğer cehaletle kendilerine karşı yapılan bir hakarete mâruz kalırlarsa, o şekilde karşılık vermezler´ dediği rivayet olunur. Atâ b. Ebî Rebah der ki: "Hevnen (Furkan/63) tabiri hilm mânâsındadır". İbn Ebî Habib; ve kehlen (Alu îmran/46) kelimesinin tefsirinde ´Kehl, hilmin son mertebesidir´ demiştir. Mücahid ´Onlar lağvın yanından geçerken şerefli olarak geçerler´ (Furkan/72) âyetinin tefsirinde ´Onlara eziyet edildiği zaman affederler´ demiştir. Rivayet ediliyor ki, İbn Mes´ud kendisine hakaret edenlerin yanından geçti. Fakat hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: İbn Mes´ud şerefli olarak sabahladı ve akşamladı.44 Sonra bu hadîsin râvisi İbrahim b. Meysere ´Cahiller kendilerine lâf atarsa selâm derler´: (Furkan/63) ayetini okumuştur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH bana o günü göstermesin, öyle bir zaman gelecek ki âlimlere uyulmayacak, hilm sahibi insanlardan utanılmayacaktır. İşte o zaman dilleri Arab, fakat gönülleri Acem gönlüdür!45 İçinizden akıl sahipleri beni takip etsin! Onlardan sonra gelenler ve daha sonra gelenler, sakın ihtilaf etmeyin, yoksa gönülleriniz de ayrılır. Sokak fitnelerinden de korununuz!46 Rivayet ediliyor ki Eşeç 47 adlı zat Hz. Peygamber´e elçi olarak geldi. Devesini kapıda çöktürdü. Sonra deveyi bağladı. Sırtında bulunan iki elbiseyi çıkardı. Torbasından iki tane güzel elbise çıkarıp onları giydi. Bütün bunları Hz. Peygamberin gözü önünde yapıyordu. Hz. Peygamber onun yaptığını görüyordu. Sonra Hz. Peygamber´e doğru, yürümeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi: -Ey Eşec! muhakkak sende iki´ahlâk vardır. ALLAH da,Peygamber de onları sever! -Annem ve babam sana feda olsun! Onlar nelerdir? -Onlar hilm ile sabırdır! -Acaba bu iki ahlâkı ben çalışarak mı elde ettim, yoksa tabiî olarak mı bende vardı? -Hayır! ALLAH seni o ahlâklar ile beraber yaratmıştır. -Hamd o ALLAH´a mahsustur ki beni ALLAH ve Rasûlü tarafından sevilen iki ahlâk ile yaratmıştır!48 ALLAH, hâlim olan, ALLAH´tan utanan, zengin, namuslu, çoluk çocuk babası ve muttaki bir kimseyi sever ve muhakkak ki fâhiş konuşan, çenesi düşük olan, dilencilik yapan, ısrarcı olan bir ahmaktan da nefret eder.49 İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder: Kim de şu üç hasletten birisi bulunmazsa, o kimsenin amelinden hiçbir şeye güvenmeyiniz: 1. Kendisini ALLAH´a karşı olan günahlardan menedecek takvâ, 2. Sefih bir kimseyi durduracak hilm, 3. İnsanlar arasında idare etmesine vesile olacak bir ahlâk.50 ALLAH Teâlâ kıyamet gününde mahlukları bir araya getirdiği zaman bir dellâl şöyle çağırır: ´Fazilet ehli nerede?´ Bu çağrı üzerine, az oldukları halde, bir kısım insanlar kalkıp süratle cennete doğru yürürler. Melekler bunları karşılar ve kendilerine şöyle derler: -Biz sizin süratle cennete doğru gittiğinizi müşahede ediyoruz! -Biz fazilet ehliyiz! -Sizin faziletiniz neydi? -Biz zulme uğradığımız zaman sabrederdik. Bize kötülük yapıldığı zaman affederdik. Bize karşı cehaletle muamele edildiği zaman hilm gösterirdik. -Cennete giriniz! Çalışanların ecri olmak bakımından cennet ne güzel evdir!51 Ashâb´ın ve Alimlerin Sözleri Hz. Ömer şöyle demiştir: İlim öğreniniz! İlim için sekinet ve hilm öğreniniz!´ Hz. Ali şöyle der: ´Hayr, malının ve evladının çoğalması değildir. Hayr, ilminin çoğalması, hilminin büyümesi, ibadetinle halka karşı böbürlenmemen, iyilik yaptığın zaman ALLAH´a hamdetmen, kötülük yaptığın zaman ALLAH´tan af dilemendir.´ Hasan Basrî şöyle demiştir: İlmi arayınız! Fakat onu vâkar ve hilimle süslendiriniz!´ Eksem b. Sayf şöyle demiştir: ´Aklın direği ve dayanağı hilm´dir. İşin temeli de sabırdır´. Ebu Derda şöyle demiştir: ´Ben halkın dikensiz yaprak oldukları bir zamanda onlara yetiştim. Sonra yapraksız dikenler oluverdiler. Onları tanıdığın takdirde seni tenkid ederler. Onları bıraktığın takdirde seni bırakmazlar´. Dinleyenler, kendisine ´O halde ne yapmalıyız?´ diye sorunca cevap olarak şöyle demiştir: ´Kendi hakkından fakirlik günün için onlara borç vermelisin? Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Halîm bir kimsenin hilminden ötürü kendisine ilk verilen mükâfat şudur ki; bütün insanlar câhile karşı ona yardımcı olurlar´. Muaviye şöyle demiştir: ´Kulun, hâlimliği câhilliğini, sabırlılığı da şehvetini mağlup etmedikçe ictihad derecesine varamaz ve buna da ancak ilim kuvvetiyle varabilir´. Muaviye, Amr b. Ethem´e52 şöyle dedi: ´İnsanların hangisi daha cesur ve kahramandır?´ Cevap olarak Amr şunu söyledi: ´Hâlimliğiyle cahilliğini geri çeviren kimse´. Muaviye devamla dedi ki: ´Erkeklerin hangisi daha fazla cömerttir?´ Amr cevap olarak ´Dünyasını dininin salâhı için feda eden kimse insanların en cömertidir´ dedi. Enes b. Mâlik ´İyilikle kötülük, mücazat ve mükâfat hususunda eşit değildir. O halde sen kötülüğü en iyi şekilde defet´ (Fussilet/34-35) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: ´Gazabı (öfkeyi) sabırla, cehaleti ilimle, kötülüğü affetmekle defet!´ Aranızda düşmanlık olan bir kimseye böyle davranırsan o kimse sana dost gibi olur. Bu haslete ancak sabır ve nefislerini intikamdan men edenler ve iman ve kemâl-i nefis sahipleri sahip olur. Bu güzel ahlâk sayesinde cennet ehli olurlar!. Bahsi geçen kişi öyle bir kişidir ki onun arkadaşı kendisine küfrettiği halde arkadaşına ´Eğer sen yalan söylüyorsan ALLAH seni affetsin, eğer doğru söylüyorsan ALLAH beni affetsin´ diyendir. Seleften biri şöyle demiştir: ´Basra halkından birine küfrettim. O da bana karşı hilm gösterdi ve bu göstermiş olduğu hilimden dolayı beni uzun bir zaman kendisine kul ve köle gibi mutî kıldı´. Muaviye, Arabe b. Evs´e53 şöyle sordu: ´Ey Arabe! Sen neyle milletinin efendisi oldun?´ Arabe cevap olarak şöyle dedi: ´Ey mü´minlerin emiri! Ben kavmimin cahillerine karşı hilm gösterirdim. İsteyenlere verirdim. Onların ihtiyaçlarına koşardım. Bu bakımdan benim yaptığımı yapan bir kimse benim gibidir. Bu hususta beni geçen bir kimse benden üstündür. Benden geri kalan kimseden ise, ben daha hayırlıyımdır´. Bir kişi İbn Abbas´a (r.a) küfrederek, içindekini döktükten sonra İbn Abbas kölesine şöyle hitap etti: ´Ey İkrime! Acaba kişinin bizce görülecek bir ihtiyacı var mıdır ki görelim?´ Bunun üzerine adam başını eğerek utandı ve yaptığından pişman oldu. Bir kişi Ömer b. Abdulaziz´e hitaben: ´Ben şahidlik ederim ki sen fâsıklardansın!´ dedi. Ömer ´Senin şahidliğin kabul olunmaz!´ diye karşılık verdi. Bir kimse, Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidîn´e küfretti. Buna karşılık o, sırtında bulunan gömleği o kişiye verdi ve bir de kendisine bin dirhem de para verilmesini emretti. Bundan dolayıdır ki seleften biri şöyle demiştir: ´Zeynelâbidîn için övülen beş haslet bir araya gelmiş oldu: 1. Hilm, 2. Eziyeti kaldırmak, 3. Kişiyi ALLAH´tan uzaklaştıran hasletlerden kurtarmak, 4. Kişiyi pişman olmaya ve tevbe etmeye teşvik edip zorlamak, 5. Kişinin kendisini kötülemesine rağmen onu medhetmeye mecbur etmek. Bütün bunları az bir miktarla (bir abâ, bin dirhem) satın aldı! Bir kişi Cafer b. Muhammed´e54 dedi ki: "Benimle bir kavmin arasında herhangi bir hususta münâzaa vâki oldu. Ben onu terketmek istiyorum. Fakat bana ´onu terketmen senin için zillettir´ denilmesinden korkuyorum". Bunun üzerine Câfer cevap olarak şöyle dedi: ´Zelil, zâlim kimsedir´. Halil b. Ahmed55 şöyle demiştir: ´Önce deniliyordu ki: ´Kim kötülük yaptığı halde kendisine iyilik yapılırsa, bu iyilik onun kalbinde bir engel olur. Onu o kötülüğün benzerinden meneder´. Ahnef b. Kays derdi ki: ´Ben hâlim bir kimse değilim. Fakat hâlim olmaya kendimi zorluyorum´. Vehb b. Münebbih dedi ki: ´Acıyana acınır. Susan bir kimse selâmet bulur. Cahillik yapan bir kimse mağlup olur. Acelecilik yapan bir kimse yanılır. Şerre karşı halislik gösteren bir kimse selâmette kalmaz. Kim cedeli bırakmazsa kendisine küfredilir. Şerden nefret eden bir kimse korunur. ALLAH´ın emirlerine tâbi olan bir kimse korunur. ALLAH´ın kahrından çekinen bir kimse emin olur. Kim ALLAH´ı kendisine velî edinirse, her türlü tecavüzden menolunur. Kim ALLAH´tan istemezse fakir olur. Kim ALLAH´ın azabından emin olursa, mahrum olur. Kim ALLAH´tan yardım talep ederse muzaffer olur!´ Bir kişi Mâlik b. Dinar´a ´İşittiğime göre sen beni kötülükle yadetmişsin!´ deyince, Mâlik cevap olarak dedi ki: ´Böyle yaptığım takdirde, sen benden, nezdimde daha fazla şerefli olursun. Ben bunu yaptığım takdirde sevaplarımı sana hediye etmiş olurum´. Alimlerden biri şöyle demiştir: ´Hilm akıldan daha yücedir. Çünkü ALLAH Teâlâ hilm ile isimlenmiştir´. Bir kişi hükemadan birine ´ALLAH´a yemin ederim, ben sana öyle bir küfredeceğim ki seninle beraber kabrine girecek!´ Hakîm ona dedi ki: ´Benimle beraber değil, aksine seninle beraber kabre girecektir!´ Meryem´in oğlu İsa Mesih (a.s), yahudilerden bir grubun yanından geçti. Onlar Hz. İsa´ya çirkin laflar attılar. Hz. İsa da onlara güzel sözlerle karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. İsa´ya şöyle sordular: ´Onlar çirkin, sen ise hayırlı konuşuyorsun!´ İsa (a.s), cevap olarak şöyle dedi: ´Herkes yanındaki sermayeden harcar!´ Lokman Hakîm şöyle demiştir: Üç haslet vardır, onlar ancak üç durumda bilinirler: 1.Hâlim bir kimse ancak öfkelendiği zaman bilinir. 2.Kahraman bir kimse ancak savaş halinde bilinir. 3.Kardeş de ancak kendisine ihtiyaç olduğu zaman bilinir. Hakimlerden birisinin dostu evine misafir geldi. Hakîm kendisine yemek takdim etti. Bu arada hakîmin kötü ahlâklı hanımı çıkıp misafirin önünden sofrayı kaldırdı, kocasına küfürler savurdu. Bu manzara karşısında hakîmin dostu, öfkeli olarak hakîmin evinden çıktı. Hakîm onun arkasından çıkarak kendisine dedi ki: ´O günü hatırla ki senin evinde yemek yiyorduk. Yukardan bir tavuk sofranın üzerine düştü. Sofrada bulunan yemekleri dağıttı ve bu manzara karşısında hiçbirimiz de öfkelenmedik! (O halde neden öfkeleniyorsun?)´ (Hakîmin dostu) ´doğru söyledin´ dedi. Hakîm dedi ki: ´O halde bu kadını da o tavuk gibi kabul edip kızmamalısın!´ Böylece adamın öfkesi geçti ve yoluna devam ederek ´Hakîm doğru söyledi. Hilm her elemin şifa veren ilâcıdır´ dedi. Adamın biri, bir hakîmin ayağına vurup acıttı. Hakîm buna rağmen öfkelenmedi, hakîme ´Neden öfkelenmedin?´ diye sorunca cevap olarak şöyle dedi: ´Ben o kişiyi ayağıma takılıp kaymama sebebiyet veren bir taş yerine koydum. Dolayısıyla öfkeyi boğazlamış oldum´. Mahmud el-Verrak şöyle dedi: Her günahkarı, bana karşı işlediği cürümleri çok olsa dahi affetmeyi, nefsime gerekli bir va-zife kılacağım; zira insanlar ancak üç sınıftan biridir: 1. Şerefli olan, 2. Şeref bakımından mağlup olan ve 3. Mukavemette denk olan! Benden üstün olana gelince, onun kıymetini bilir ve bu yüzden ona karşılık vermem ve onun hakkında hakka uyarım. Hakka uymak da lâzımdır. Derece bakımından benden küçük olana gelince, o birşey söylerse kendisine cevap vermemekle namusumu korurum, cevap vermemekten dolayı bir kimsenin kınamasına uğramış olsam dahi. Benim gibi olana gelince, eğer o kayar veya düşerse, ben faziletli olurum. Çünkü hilimden dolayı olan fazilet, herşeye hâkimdir!´ _______________________________ 36)Taberânî, Dârekutnî 37)İbn Sinnî 38)Irakî aslına raslamadığını kaydeder. 39)Hâkim, Beyhakî 40)Hakim-i Tirmizî, Nevadir´ul-Usûl 41)Taberânî 42)Müslim 43)Ebu Nuaym, Beyhâkî 44)İbn Mübarek 45)İmam Ahmed 46)Müslim 47)Eşec, Abdî kabilesindendir. Kendisine Abduhaysın Eşecî denirdi. Adı Münzir b. Âbid b. Hars´tır. Vakidî´ye göre H. 10 senesinde gelmiştir. Bir rivayete göre de H. 8´de Mekke´nin fethinden önce gelmiştir. {İthaf´us-Saade) 48)Müslim, Buhârî 49)Taberânî 50)Ebu Nuaym, Taberânî 51)Beyhâkî 52)Temim soyundan olan bu zatın künyesi Ebu Nuaym´dır. Kendisine Ebu Ribî de denir. Sahabîdir. 53)Evs kabilesinin Haris koluna mensuptur. İbn Sa´d, cömertlikle meşhur olduğunu söyler. 54)Adı Câfer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Tâlib´dir. 55)Bu zat, Nahiv ilminin imamlarından kabul edilmiştir. |
Haksızlığa Nasıl Karşı Konulmalıdır?
Bir şahıstan sâdır olan zulme, benzeriyle karşılık vermek caiz değildir. Mesela gıybete gıybetle, tecessüse tecessüsle, sövmeye sövmekle mukabele caiz değildir! Diğer günahlar da böyledir. Ancak kısas ve cezalandırma, ALLAH nizamının belirttiği oranda olur. Biz bunları yazmış olduğumuz fıkıh kitaplarında belirtmiş bulunuyoruz. Sövmeye gelince, ona benzer bir sövmekle karşılık verilmemesi hususu sabittir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer bir kişi sende bulunan bir hasletten dolayı seni ayıplarsa, sakın onda bulunan bir hasletten dolayı onu ayıplama!56 Küfreden iki kişi birbirine ne söylerlerse, mazlum haddini aşmadıkça günah ilk başlayan zâlimin boynunadır. Birbirlerine küfreden iki kişi birbirleriyle toslaşan iki şeytan gibidir.57 Bir kişi Ebubekir Sıddîk´a küfretti. Hz. Ebubekir de susarak dinliyordu. Hz. Ebubekir adama karşılık vermeye başlayınca Hz. Peygamber ayağa kalkıp yürüdü. Bunun üzerine Hz. Ebubekir Hz. Peygamber´e ´O bana küfrettiği zaman sen susmuş dinliyordun. Ben ona karşılık vermeye başlayınca kalkıp gidiyorsun!´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) ona şöyle cevap verdi: Çünkü sen sustuğun zaman, bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Sen konuştuğun zaman melek gitti, şeytan geldi. Ben, içinde şeytan bulunan bir mecliste oturmam.58 Bir grup dedi ki: ´Karşıdaki insana yalan olmayan bir sözle karşılık vermek caizdir´. Ancak Hz. Peygamber, ayıplamaya ayıplama ile karşılık vermeyi tenzihi olarak nehyetmiştir. En faziletlisi, karşılık vermeyi terketmektir. Fakat karşılık verirse günahkâr olmaz. Ruhsat verilen durum ´Sen kimsin? Sen ancak filan soydansın!´ demektedir. Sa´d b. Ebî Vakkas, İbn Mes´ud´a şöyle demiştir: ´Sen ancak Benî Huzeyl soyundan bir kimsesin!´ İbn Mes´ud da cevap olarak şöyle demiştir: ´Sen de ancak bir cariyeciğin oğlusun!´ Kişinin ´Ey ahmak!´ demesi de bunun gibidir. Mutarrıf59 der ki: ´Herkes ALLAH ile arasındaki muamele hususunda ahmaktır. Ancak insanların bir kısmının bu husustaki ahmaklığı, diğer bir kısmının ahmaklığından daha azdır´. İbn Ömer şöyle demiştir: ´Bütün insanları ALLAH´ın zatı hakkında ahmak olarak görürsün...´60 Kişinin ´ey cahil!´ demesi de böyledir; zira hiç kimse yoktur ki onda cehalet bulunmasın! Bu bakımdan böyle diyen bir kimse karşısındaki insanı yalan olmayan bir sözle üzmüş olur. Kişinin ´ey kötü ahlâklı!´ veya ´ey ince yüzlü!´ veya ´ey haysiyetlere saldıran köpek!´ demesi de -eğer bu sıfatlar muhatabında varsa- böyledir, kişinin ´Eğer sende haya olsaydı seninle konuşmazdım. Sen yaptığınla benim gözümde çok hâkir düştün. ALLAH sana müstehakını versin ve senden intikam alsın´ demesi de böyledir. Nemime (kovuculuk), gıybet, yalan, anne ve babaya küfretmeye gelince, bütün ulemanın ittifakıyla haramdır. Çünkü rivayet ediliyor ki, Halid b. Velid ile Sa´d b. Ebî Vakkas arasında bir tartışma oldu. Bir kişi Sa´d´ın yanında Hz. Halid´in aleyhinde konuştu. Hz. Sa´d ona sert bir çıkış yaparak sus dedi: ´Bizim aramızdaki kırgınlık dinimize tesir edecek dereceye varmamıştır!´ Yani ´Birimizin diğeri hakkında günahkâr olacak raddeye varmamıştır´ deyip kötü konuşmayı dinlemedi. Bu bakımdan, böyle karşılık vermek hiç de caiz olmaz. Zinaya nisbet etmek, fuhuş ve küfür gibi yalan ve haram olmayanla hasmına karşılık vermenin caiz olduğuna delil, Hz. Âişe´nin rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir: Hz. Peygamberin zevceleri Hz. Peygamber´e elçi olarak kızı Hz. Fâtıma´yı gönderdiler. Hz. Fâtıma Hz. Peygamber´e gelerek dedi ki: ´Zevcelerin beni elçi olarak sana gönderdiler. Ebu Kuhafe´nin kızı hakkında (Hz. Âişe kasdediliyor) adalet yapmayı senden talep ediyorlar!´ Hz. Fâtıma bu sözleri söylerken Hz. Peygamber uzanmış bulunuyordu. Ona cevap olarak şöyle dedi: Ey kızım! Benim sevdiğimi sever misin? -Evet -O halde şunu (Aişe´yi) sev! Bunun üzerine Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber´in zevcelerine dönüp onlara bu konuşmayı anlattı. Onlar dediler ki: ´Ey Fâtıma! Sen bizim için hiçbir şey yapamadın?´ Bunun üzerine Cahş´ın kızı Zeyneb´i Hz. Peygamber´e elçi olarak gönderdiler. O Zeyneb ki Hz. Peygamber´in sevgisi hususunda benimle yarışırdı. Zeyneb, Hz. Peygamber´e gelerek ´Ebubekir´in kızı, Ebubekir´in kızı!´ diye aleyhimde durmadan atıp tuttu. Ben de susarak dinliyordum. Hz. Peygamberin bana cevap vermek hususunda izin vermesini bekliyordum. Nihayet Hz. Peygamber bana cevap vermek hususunda izin verdi.. Ben de dilim kuruyuncaya kadar Zeyneb´e karşılık verdim. Bundan sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey Zeyneb! Öyle söyleme! Muhakkak o, Ebubekir´in kızıdır. (Sen hiçbir zaman konuşmakta onu mağlup edemezsin!)61 Metindeki ona küfrettim ibaresinden fâhiş konuşma kastolunmaz. Yalan katılmaksızın onun konuşmasına cevap vermek kastediliyor. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Birbirine söven iki kişinin söylediklerinin mesuliyeti önce başlayanın boynunadır. Ta ki mazlum, kendisine söylenilenden daha fazlasını söyleyinceye kadar..62 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, mazlum bir kimseye haddi aşmamak şartıyla karşılık verme hakkını tanımıştır. İşte bahsi geçen grubun helâl gördükleri miktar bu kadardır. Bu, zâlimin eziyetine karşılık ona eziyet vermek hususunda bir ruhsattır. Ruhsat, bu söylenen miktardan öteye gitmez. Fakat en faziletlisi terketmektir. Çünkü zâlimin söylediği nisbetinde ona cevap vermek her ne kadar mübah ise de onun ötesine insanı sürüklediğinden dolayı ve hak olan miktarın sınırını geçmemenin mümkün olmamasından dolayı en faziletlisi terketmektir. Esasında cevap vermemek daha evlâdır. Çünkü böyle yapmak cevap vermekten daha kolay ve cevaptaki şeriatın çizmiş olduğu sınırı tesbit etmekten daha rahattır. Fakat buna rağmen insanlardan birtakım kimseler vardır ki öfkeleri kabardığı sırada kendilerini zaptetmeye güçleri yetmez. Ancak öfkeleri çabuk geçer. Bir kısım da vardır ki nefsini başlangıçta tutar. Fakat daimî bir şekilde karşısındaki adamdan nefret eder. İnsanlar öfke hususunda dört sınıfa ayrılırlar: 1.Bazıları kındıra otu gibi erken yanar ve çabuk söner. 2.Bazıları seksek ağacı gibi geç tutuşur, çabuk söner. 3.Bazıları ise geç tutuşur, tez söner. Eğer bu durumu gayret hususunda gevşekliğe sürükleyici olmazsa bu en iyisidir. 4.Bazıları da çabuk tutuşur, geç söner. Bu ise en şerlileridir. Mü´min bir kimse çabuk öfkelenir, çabuk razı olur. Yani parlamasıyla sönmesi aynı andadır. Düşmanlık göstermez. Öyle ise onun parlayışına kefaret olarak çabuk razı olması kifayet eder.63 İmam Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: ´Kim kızdırıldığı halde öfkelenmezse o eşektir. Kim razı olması istenildiği halde razı olmazsa şeytandır!´ Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: İyi bilin ki Âdemoğulları çeşitli derece ve tabakalarda yaratılmışlardır. Onlardan bazıları vardır ki geç öfkelenir, çabuk sakinleşir. Bir kısmı vardır ki çabuk öfkelenir, çabuk sakinleşir. Onun sakinleşmesi öfkelenmesinin kefareti olur. Bir kısmı da vardır ki çabuk öfkelenip, geç sakinleşir. Dikkat edilsin, insanların en hayırlısı geç öfkelenip çabuk sakinleşenlerdir. En şerlisi ise çabuk öfkelenip geç sakinleşenlerdir.64 Öfke, her insanda heyecana yol açar ve tesir eder, o halde sultana, öfkeli olduğu zaman, hiç kimseye ceza tatbik etmemesi farzdır. Çünkü sultan öfkeden dolayı gereken cezanın hududunu aşabilir veya kendisine ceza tatbik edilen adama kızgın olabilir. Dolayısıyla gönlünü rahat ettirmek için aşırı gidebilir. Bu bakımdan saltanat sahibinin intikam alması ve zâlime tatbik edilen cezayı kendi nefsi için değil sadece ALLAH için tatbik etmesi lâzımdır. Hz. Ömer (r.a) bir sarhoş gördü. Onu tutup cezalandırmak istedi. Sarhoş Hz. Ömer´e küfretti. Bunun üzerine Hz. Ömer onu cezalandırmaktan vazgeçti. Bu durum karşısında kendisine ´Ey mü´minlerin emiri! Bu adam sana küfrettiği zaman onu bıraktın´ denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: ´Çünkü o beni öfkelendirdi. Eğer ben tazir ederek cezalandırmış olsaydım, kendi nefsim için öfkelendiğimden dolayı bunu yapmış olurdum. Oysa ben kendi nefsimin himaye ve korunması için hiçbir müslümana vurmayı sevmem´. Ömer b. Abdülaziz kendisini öfkelendiren bir kişiye şöyle dedi: ´Eğer sen beni öfkelendirmeseydin mutlaka seni cezalandırırdım´. __________________________ 56)İmam Ahmed 57) Daha önce geçmişti 58)Ebu Dâvud 59)Abdullah oğlu Mutarrıf tâbün-i kiramdandır. Güvenilir bir zattır. 60)İlim bahsinde geçmişti. 61)Müslim 62)Müslim ve İmam Ahmed 63)Daha önce geçmişti. 64)Daha önce geçmişti. |
Hıkd´ın (Kin´in) Anlamı, Neticeleri, Affetmenin ve Şefkat Göstermenin Fazileti
Hâli hazırda intikam almak sûretiyle gönlünü rahat ettirmekten âciz olduğundan dolayı öfkesini yutmak lâzım geldiği zaman öfke içeride birikmeye başlar ve kin´e dönüşür. Hıkd´ın (kin´in) sonucu, kalbe ağırlığını yükleyip buğzetmek ve buğzettiği kimseden uzaklaşmak ve bu durumu devam ettirmektir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´min bir kimse kindar bir kimse değildir.65 Bu bakımdan hıkd, öfkenin meyvesidir. Hıkd sekiz şeyi doğurur: 1.Hased etmeye yol açar. Hased kin´in seni buğzettiğin insanın nimetinin yok olmasını temenni etmeye zorlaması demektir. Bu bakımdan ona verilen bir nimetten dolayı sen üzülür, ona isabet eden bir musibetten dolayı da sevinirsin. Bu ise münafıkların hasletlerindendir. ALLAH Teâlâ´nın izniyle, böyle yapmanın aleyhinde vârid olan ayet ve hadîsler ilerdeki bahislerde gelecektir. 2.Bâtında (iç âleminde) fazlasıyla hasedi saklamayı artırmaktır. Böylece buğzettiğin kimseye isabet eden musibet ve belalardan ötürü sevinmiş olursun. 3.Buğzettiğin kimseyi terketmek, onunla gırtlak gırtlağa gelmek ve kendisinden uzaklaşmaktır. O seni arayıp istese bile yine bu duruma devam edersin! 4.Onu küçük gördüğünden dolayı ondan yüz çevirmendir. Bu dördüncü netice, üçüncü neticeden (ceza bakımından) daha hafiftir. 5.Helâl olmayan yalan, gıybet, sırrı açıklamak, örtüsünü yırtmak ve benzeri şeylerle onun hakkında konuşmaktır. 6.Onunla istihza etmek, onu alaya almak için onun taklidini yapmandır. 7.Vurmak ve bedenine elem verici bir şey ile ona eziyet etmektir. 8.Zulmen kendisinden alınan bir şeyin geri verilmesine veya sıla-yı rahmine veya hakkı olan bir alacağının verilmesi gibi haklarına mâni olmandır. Bütün bunlar haramdır. Hıkd´ın en az derecesi, bu belirtilen sekiz kötü neticeden sakınmandır. Böylece hıkd´dan dolayı ALLAH Teâlâ´ya karşı isyan olacak durumlara düşmezsin. Fakat buna rağmen içinde onu ağır görürsün. Kalbini, ona buğzetmekten bir türlü vazgeçiremezsin! Öyle ki daha önceden ona gösterdiğin güler yüzlülük, şefkat, ona verdiğin ihtimam, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, ALLAH´ı anmak hususunda onunla oturmak, ona yardım etmek veya ona daha önceden yapmış olduğun duayı terketmek veya kendisine yapılacak iyilik ve insanlığı teşvik etmekten vazgeçersin. İşte bütün bunlar din hususunda senin derecenin eksilmesine vesiledirler. Bunlar seninle büyük bir faziletin ve hudutsuz bir sevabın arasına girer. Her ne kadar bu şekildeki buğz seni ALLAH´ın azabına maruz bırakmazsa da yukardaki tehlikeler sözkonusudur. Ebubekir Sıddîk (r.a), kızı Aişe´ye yapılan iftira meselesinde dedikodu yapan ve aynı zamanda akrabası olan Mıstah´a66 nafaka vermeyeceğine dair yemin ettiği zaman şu ayet nâzil oldu: Sizden fazilet ve servet sahibi olan kimseler akrabasına, fakirlere ve ALLAH yolunda hicret edenlere infak ve ihsan et-memeye yemin etmesinler, affetsinler geçsinler. ALLAH´ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? ALLAH Teâlâ mağfiret ve rahmet edicidir. (Nûr/22) Bunun üzerine Ebubekir Sıddîk (r.a) ´Evet! Biz ALLAH´ın affetmesini sever ve isteriz´ deyip yeniden (eskisi gibi) Mıstah´a infak ve ihsanda bulundu, Buğzettiği insana yeniden infak ve ihsanda bulunmalı, mümkünse nefsini gemlemek ve şeytanın burnunu yerlere sürmek için ihsanını daha da artırmalıdır. Bu ise sıddîkların makamıdır, mukarreb (ALLAH´a yakın) kimselerin amellerinin faziletlilerindendir. Bu bakımdan kendisine hased edilen ve kin duyulan bir kimsenin üç durumu vardır: Birincisi: Hakkını eksik ve fazla olmamak şartıyla tam almaktır ki bu adalettir. İkincisi: Hasedciyi affetmek, sıla-yı rahim yapmak suretiyle ona iyilikte bulunmaktır ki bu fazilettir. Üçüncüsü: Hasedcinin müstehak olmadığı zulmü kendisine yapmasıdır ki bu da zulüm ve eziyet etmektir! Bu üçüncü şıkkı ancak düşük insanlar seçerler. İkinci şık ise, sıddîklarm seçtiği bir şıktır. Birincisi ise sâlih kimselerin derecelerinin zirvesidir. Bu bakımdan biz şimdilik af ve ihsanın faziletini zikredelim. _____________________________ 65) İlim bahsinde geçmişti. 66) Mıstah b. Esase b. Ubbad b. Mutallib b. Abdimenaftır. Annesi Ebubekir in halasının kızı idi. İslâm´ın başında müslüman olmuştu. Hz. Ebubekir, yakınlığından dolayı ona nafaka verirdi. |
Af ve İhsan´ın Fazileti
Affın mânâsı, kısas veya bir tazminattan dolayı meydana gelen bir hakka müstehak olduğun halde o hakkı almaman ve borçluyu ondan affetmendir. Af, hilim ve öfkeyi yutmadan ayrı birşeydir. Bunun için de biz onu müstakil bir konu olarak zikretmiştik. Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!(A´raf/199) Sizin bağışlamanız takvâya daha yakındır!(Bakara/237) Üç şey vardır, nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim ki, eğer ben yemin etmiş olsaydım onlar için yemin ederdim: 1. Hiçbir mal, sadaka vermekten eksilmez. Bu bakımdan siz sadaka veriniz! 2. Bir kişi ALLAH nzası için kendisine yapılan bir zulmü affederse ALLAH Teâlâ kıyamet gününde onu şeref yönünden, yükseltir. 3. Bir kişi nefsi için dilencilik kapısını açarsa ALLAH da onun için fakirlik kapısını açar.67 Tevâzu göstermek, kulun derecesini yüceltir. Bu bakımdan mütevazi olunuz ki ALLAH da derecelerinizi artırsın. Affetmek ise kulu şeref yönünden geliştirir. Bu bakımdan affediniz ki ALLAH sizi aziz kılsın. Sadaka ancak malı çokluk bakımından etkiler. Bu bakımdan sadaka veriniz ki ALLAH size rahmet ve şefkat versin.68 Hz. Âişe (r.a) şöyle diyor: ´Hiçbir zaman Hz. Peygamber´in şahsına yapılan bir zulümden dolayı intikam aldığını görmedim. Meğer ki ALLAH Teâlâ´nın haram kıldığı şeyler yapılmış olsun´. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın yasaklarından biri işlendiği zaman Hz. Peygamber, herkesten daha şiddetli kızardı. Hz. Peygamber ne zaman iki şey arasında muhayyer bırakılsa, günah olmadığı takdirde kolayını seçerdi. Ukbe (r.a) der ki: "Birgün Hz. Peygamber ile bir araya geldik. Ben acele ederek onun elini tuttum veya o acele ederek benim elimi sıktı ve şöyle dedi: Ey Ukbe! Dünya ve âhiret ehlinin en üstün ahlâkından sana haber vereyim mi? Seni mahrum edene ihsanda bulunmak! Sılayı rahmini kesen akrabana sıla-yı rahim yapmak, sana zulmedeni affetmektir,69 Hz. Musa (a.s) şöyle münacâtta bulundu: -Yarab! Senin nezdinde hangi kulun daha şereflidir? -O kulum ki kudreti olduğu halde affeder.70 Ebu Derda´ya ´insanların en şereflisi´ sorulduğu zaman cevap olarak ´Gücü ve kuvveti yettiği zaman affeden kimsedir. Bu bakımdan siz affediniz ki ALLAH da sizi aziz kılsın´ demiştir. Bir kişi Hz. Peygamber´in huzuruna gelerek şikayette bulundu. Hz. Peygamber onu oturttu. Adam kendisine reva görülen zulmün karşılığını almak istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine şöyle buyurdu: Kıyamet gününde mazlum kimseler felâh bulan kimselerdir.71 Kişi, bu hadîsi dinlediğinde artık intikam almaktan vazgeçti. Hz. Âişe Hz. Peygamberin (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: Kim, kendisine zulmedenin aleyhinde bedduada bulunursa, ondan intikamını almış sayılır. Enes Hz. Peygamberin (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: ALLAH Teâlâ kıyamet gününde, mahlukâtı haşrettiği zaman arşın altından bir dellâl üç defa şöyle bağırır: ´Ey ehl-i tevhid zümresi! Muhakkak ALLAH Teâlâ sizi affetmiştir. Bu bakımdan siz de birbirinizi affediniz.72 Ebu Hüreyre´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (s.a) Mekke´yi fethettiği zaman, Kâbe´yi ziyaret edip iki rek´at namaz kıldı. Sonra Kâbe´ye geldi. Kapının iki eşiğine yapışarak şöyle dedi: ´Ey Mekkeliler! Ne diyorsunuz? Ne yapacağımı düşünüyorsunuz?´ Hepsi bir ağızdan dediler ki: ´Bize kardeşsin, amca oğlusun, rahim ve kerim bir kimsesin, deriz´. Bunu üç defa tekrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ben de Yusuf´un dediği gibi derim: ´Bugün size ayıplama yok! ALLAH sizi bağışlasın! O merhamet edenlerin en merhametlisidir´. (Yusuf/92) Ravi der ki: ´Onlar sanki kabirlerinden çıkarcasına İslâm dinine girdiler´. Süheyl b. Amr´dan şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber Mekke´ye geldiği zaman ellerini Kâbe kapısının yanlarına koydu. Etrafında da ashab-ı kîram bulunuyordu. Bu esnada şöyle buyurdu: ALLAH´tan başka ilah yoktur. O birdir. O´nun ortağı ve şeriki yoktur. Va´dini doğruladı, kuluna yardım etti. Tek başına ahzab (Medine´yi basmak üzere toplanan Arab kabileleri) ordusunu püskürttü. Sonra şöyle dedi: Ey Kureyş topluluğu! Ne diyorsunuz ve size ne gibi bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?´ Süheyl der ki: "Ben ´Biz hayr deriz. Hayırlı şeyler söyleriz ve hayırlı olacağını sanıyoruz. Kerim bir kardeşsin. Merhametli ve şefkatli bir amca oğlusun! Şimdi gücün ve kuvvetin bize yetiyor (Elbette affedersin)´ dedim". Bu söz üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Ben kardeşim Yusuf´un dediği gibi derim: ´Bugün size ayıplama yok! ALLAH sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir´. (Yusuf/92)73 Enes Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: Kullar ALLAH´ın huzurunda (kıyamet gününde) durdukları zaman bir dellâl şöyle bağırır: ´ALLAH´ın katında ecir ve sevabı olan bir kimse ayağa kalksın ve cennete girsin!´ Bu söz üzerine biri Hz. Peygamber´e ´ALLAH katında ecir ve sevabı olan kimdir?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) ´Halkı affedenlerdir! Bu yüzden şu şu kadar bin kişi kalkar ve hesaba çekilmeden cennete girer´ dedi.74 İbn Mes´ud der ki: Hz. Peygamber (s.a) ´Herhangi bir konuda idareci olan bir kimseye bir suçlu getirildiği zaman mutlaka onu cezalandırmak gerekmez. Çünkü ALLAH affedicidir ve affı sever´ dedikten sonra şu ayeti okudu: Kusurlarını bağışlasınlar! Aldırmasınlar! ALLAH´ın bağışlamasını sevmez misiniz? (Nûr/22)75 Câbir, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: Üç haslet vardır. İmanla beraber o üç haslete sahip olan bir kimse cennetin hangi kapısından isterse girer, elâ gözlü hûrîlerden hangisiyle isterse evlenebilir: 1. Gizli (delilsiz ve şahidsiz) bir borcunu ödeyen kimse, 2. Her namazın akabinde İhlâs suresini okuyan kimse, 3. Kendisiyle savaşanı affeden kimse.76 Ebubekir ´Bu üç hasletten birine sahip olana da aynı mükafat var mı?´ deyince, Hz. Peygamber ´Veya onlardan birini yapana..´ diye cevap verdi. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Bana zulmeden kişiye ben merhamet ederim. Bu ise affetmenin ötesinde bir ihsandır. Çünkü o, zulmetmek suretiyle kalbini ALLAH´ın masiyetine maruz bırakır. Kıyamet gününde sorumlu tutulur. Oysa verilecek cevabı da olmaz´. Biri şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ bir kuluna ihsan etmeyi irade ettiği zaman, ona zulmeden birini kendisine musallat kılar´. Bir kişi Ömer b. Abdülaziz´in huzuruna girip kendine zulmeden birinden şikayet ederek aleyhinde bulundu. Bunun üzerine Ömer ona: ´Senin sana yapılan zulümle ALLAH´ın huzuruna gitmen, o zulmün intikamını zâlimden alarak ALLAH´ın huzuruna gitmenden daha hayırlıdır. Yezid b. Meysere der ki: ´Eğer sen sana zulmedene beddua edersen, ALLAH Teâlâ, ulûhiyet lisanıyla sana şöyle der: Muhakkak başkası da, sen ona zulmettiğin için sana beddua eder. Eğer sen dilersen, hem senin bedduanı, hem de aleyhinde yapılan bedduayı kabul edelim. Eğer dilersen ikisini de kıyamet gününe tehir edelim ki benim affım ikinizi de kapsamış olsun.77 Müslim b. Yesar kendisine zulmedilen bir kişiye şöyle dedi: ´Zâlimi zulmüne havale et. Böyle yapman, onun aleyhinde yapacağın bedduadan daha süratle kabul olunur. Ancak zâlim onu sâlih bir amele telafi edip bir daha yapmamaya niyetlenirse o zaman başka´. İbn Ömer, Hz. Ebubekir´den şöyle rivayet eder: ´Kulağımıza geldiğine göre ALLAH Teâlâ kıyamet gününde bir dellâla emreder. Dellâl şöyle çağırır: ´Kimin ALLAH nezdinde bir hakkı varsa ayağa kalksın´ Böylece dünyada affedenler ayağa kalkarlar. ALLAH Teâlâ dünyada insanlara göstermiş oldukları aflarına karşı onları mükafatlandırır´. Hişam b. Muhammedi´den şöyle rivayet ediliyor. Numan b. Münzir´in78 huzuruna iki kişi getirildi. Bunlardan biri büyük bir suç işlemişti. Hükümdar onu affetti. Diğeri ise hafif bir suç işlemişti. Hükümdar onu cezalandırdı. Bunun üzerine bir şair şöyle dedi. Padişahlar büyük suçları, faziletli olduklarından dolayı affederler. Küçük suçu ise, karşılıksız bırakmaz! Böyle yapmaları da cahilliklerinden değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Padişahların hilmi bilinsin. Müdahalenin şiddetinden korkulsun!´ Mübarek b. Faddale der ki: Abdullah´ın oğlu Suvar79, Basralılardan bir heyetin başında beni Ebu Cafer´in huzuruna gönderdi. Ben halifenin huzurunda iken bir kişi huzura getirildi. Onun öldürülmesini emretti. Ben kalbimden ´müslümanlardan bir kişi benim hazır bulunduğum bir cemaatte öldürülür de ben nasıl durabilirim?!´ dedim ve halifeye hitaben şunları söyledim: ´Ey mü´minlerin emîri! Hasan Basrî´den dinlediğim bir hadîsi size nakledeyim mi?´ Halife ´Nedir o hadîs?´ dedi. Dedim ki: ´Hasan Basrî´den şöyle duydum: ´Kıyamet günü olduğu zaman ALLAH Teâlâ (c.c) insanları bir yerde toplar. Öyle ki çağıran onlara duyurur, göz onları görebilir. Bu sırada bir dellâl ayağa kalkıp şöyle seslenir: ´Kimin ALLAH katında bir hakkı ve iyiliği varsa ayağa kalksın!´ Dünyada insanları affedenlerden başka kimse ayağa kalkamaz". Halife ´ALLAH´a yemin ederim ben de bu hadîsi Hasan Basrî´den dinledim´ dedi. Ben ´Ben de ALLAH´a yemin ederim ki bu hadîsi Hasan Basrî´den dinledim´ dedim. Bunun üzerine halife ´O halde biz bu adamı affettik´ dedi. Muaviye şöyle demiştir: ´Fırsat elinize düşünceye kadar hilm ve eziyetlere karşı göğüs germekten ayrılmayınız. Fırsatı elde ettiğiniz takdirde de affetmek ve faziletli olmaktan ayrılmayınız´. Rivayet ediliyor ki, bir rahib, Hişam b. Abdulmelik´in huzuruna girdi. Hişam, rahibe ´Sen Zülkarneyn´i biliyor musun? Peygamber midir acaba?´ dedi. Rahib şöyle cevap verdi: Hayır! Peygamber değildir. Fakat ona verilen saltanat ve hüküm, kendi-sinde bulunan dört hasletten dolayı verilmiştir: 1.Gücü yettiği zaman affederdi. 2.Söz verdiği zaman sözünü yerine getirirdi. 3.Konuştuğu zaman doğru söylerdi. 4.Bugünün işini yarına bırakmazdı. Biri şöyle demiştir: ´Kendisine zulmedilince hilm gösterip (sabredip) sonra gücü ve imkânı olduğunda intikam alan kimse halîm değildir. Aksine hâlim o kimsedir ki kendisine zulmedildiği zaman hilm gösterir, gücü yettiği zaman da intikam almaz, affeder´. Ziyad şöyle demiştir: ´Kudret (gücün yetmesi), kin ve nefreti siler´. Hişam´ın huzuruna bir kişi getirildi. O kişinin Hişam´ın aleyhinde dedikodu yaptığı halifenin kulağına gelmişti. Adam halifenin huzuruna getirildiği zaman kendisini müdafaa etmek sade dinde delillerini serdetmeye başladı. Bu durum karşısında Hişam kendisine ´Sen bir de konuşuyorsun ha!´ dedi. Kişi "Ey mü´minlerin emiri! ALLAH Teâlâ ´O gün herkes gelir, kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı tamamıyla ödenir. Hiçbirine de zulüm yapılmaz´ (Nahl/111) buyurmuştur. Bu bakımdan biz ALLAH´ın huzurunda kendimizi müdafaa eder, nefsimizi kurtarmaya uğraşır da senin huzurunda bu haktan nasıl mahrum oluruz?" dedi. Hişam ´Evet haklısın! ALLAH sana merha-met etsin, konuş!´ diye karşılık verdi. Rivayet ediliyor ki, bir hırsız Sıffîn´de Ammâr´ın çadırına girdi. Hz. Ammar´a denildi ki: ´Onun elini kes! Çünkü o bizim düşmanımızdır´. Ammar ´Hayır! Ben onu ALLAH kıyamet gününde beni teşhir etmesin diye gizlerim´ dedi. İbn Mes´ud pazardan yiyecek satın alıyordu. İsteğini satın aldıktan sonra sarığın bir kenarına bağladığı paraları vermek istedi, fakat sarığın açılıp paraların düştüğünü gördü ve şöyle dedi: ´Ben oturduğumda da paralar yerinde duruyordu´. Bu söz üzerine etraftakiler parayı çalana beddua etmeye başlayıp şöyle dediler: ´Ey ALLAHım! O parayı alan hırsızın elini kestir. Ey ALLAHım! Onun başına şunu getir, bunu getir!´ Bunun üzerine İbn Mes´ud şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Onu parayı çalmaya zarurî bir ihtiyacı sevketmişse, o paraları onun için bereketli kıl! Eğer günaha dalmak cesareti ve cüreti onu böyle yapmaya sevketmişse bunu ona en son günah olarak kıl!´ Fudayl şöyle demiştir: "Ben Horasanlı olan bir kişiden daha zâhid bir kimseyi görmedim. Benimle beraber Mescid-i Haram´da oturdu. Sonra Kâbe´yi ziyaret etmek üzere kalktı. Beraberinde bulunan dinarları (paraları) çalındı. Başladı ağlamaya... Ben kendisine ´Sen para için mi ağlıyorsun?´ diye sorunca şu cevabı verdi: ´Hayır! Para için ağlamıyorum. Fakat kendimle o adamı ALLAH Teâlâ´nın huzurunda düşündüm. Baktım ki aklım onun delilini çürütmeye galebe çaldı. Ona merhamet ve şefkatimden dolayı ağladım´ dedi". Mâlik b. Dinar şöyle anlatıyor: Geceleyin Hakem b. Eyyub´un evine geldik. O zaman Basra valisi idi. Hasan Basrî de korkmuş olarak oraya geldi. Hasan Basrî ile beraber valinin huzuruna girdik. Biz Hasan´a nisbetle ancak tavuklar mesabesinde idik. Bunun üzerine Hasan başlayıp Hz. Yusuf un kıssasını ve kardeşlerinin kendisini nasıl sattıklarını ve nasıl kuyuya attıklarını izah etti ve dedi ki: ´Onlar kardeşlerini sattılar, babalarını üzdüler´ ve devamla Yusuf (a.s) için kadınların hilelerini anlattıktan sonra şöyle dedi: Ey emir! Acaba Yusuf (a.s) hakkında ALLAH ne yaptı?! Onun için kardeşlerinden intikam aldı. Onun şânını yüceltti. Onun sözünü geçerli kıldı. Onu yeryüzünün hazinelerine bekçi kıldı. Acaba onun işini kemâle erdirdiği ve aile efradını çölden Mısır´a getirdiği zaman o ne yaptı? O ancak şöyle dedi: ´Bugün size ayıplama yok! ALLAH sizi bağışlasın! O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!´ (Yusuf/92) Hasan Basrî bunu nakletmekle Hâkem´e ´arkadaşlarını affetmesini´ târiz yoluyla bildirmek istedi. Bunun üzerine vali Hâkem dedi ki: "Ben de ´Bugün size ayıplama yok´ diyorum. Eğer ben sırtımdaki bu elbiseden başka birşey edinmeseydim, muhakkak sizi bu elbisenin altında örterdim". İbn Mukaffa bir dostuna mektup yazarak bir kısım arkadaşlarını affetmesini kendisinden talep etti ve ´Filan adam hatasından ötürü senin affına sığınıyor. Senden sana sığınıyor. Bil ki günah ne kadar büyürse af da fazilet bakımından o kadar büyür´ dedi. Abdülmelik b, Mervan´ın huzuruna Eş´as´ın80 oğlunun adamları esir olarak getirildiğinde Abdülmelik, Reca b. Hayat´a şöyle sordu: -Senin görüşün nedir? -ALLAH Teâlâ senin sevdiğin zaferi sana ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen de ALLAH´ın sevdiği affı ALLAH´a ver! Bunun üzerine Abdülmelik onları affetti. Rivayet ediliyor ki Ziyad, Hâricîlerden bir kişiyi yakaladı. Bu kişi Ziyad´ın elinden kurtuldu. Bunun üzerine Ziyad onun kardeşini yakaladı ve ona dedi ki: ´Eğer sen kardeşini getirirsen ne âlâ! Aksi takdirde senin boynunu vururum!´ Bu söze karşılık olarak adam şöyle sordu: ;Acaba mü´minlerin emîrinden sana bir mektup getirirsem beni serbest bırakır mısın?´ Ziyad ´Evet!´ dedi. Kişi İşte ben sana Hakîm ve Azîz olan ALLAH´ın Kitabı´nı getireyim ve onun üzerine Musa ve İbrahim´i de şahid kılayım´ deyip sonra şu ayeti okudu: ´Yoksa kendisine haber mi verilmedi? Musa´nın sâhifelerinde bulunan ve çok vefakâr İbrahim´in sahifelerinde bulunan ki hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez!´ (Necm/36-38) Bunun üzerine Ziyad ´Onu serbest bırakın. Çünkü bu kişi, kendisine delili telkin edilen bir kişidir´ dedi. İncil´de şöyle yazılıdır: ´Kim kendisine zulmeden bir kimse için af talebinde bulunursa muhakkak o kimse şeytanı mağlup etmiştir´. _____________________ 67)Tirmizî 68)İsfehanî 69)Tirmizî 70)Taberânî, Beyhâkî 71)İbn Ebî Dünya 72)Ebu Said Ahmed b. İbrahim el-Mukrî 73)Daha önce geçmişti. 74)Taberânî 75)İmam Ahmed, Hâkim 76)Taberânî 77)İbn Ebi Dünya 78)Münzir, Gassânî soyuna mensup asr-ı saadetten evvel yaşamış bir Arab emîridir. 79)Teymî soyundan olan bu zat Basra kadısı idi. 80)Bu zat Abdurrahman b. Kays b. Muhammed b. Eşas´tır. Dedesi Eşas sahabîdir. Hz. Ali ile beraberdi. Hz. Ebubekir (r.a) kızkardeşi Ferve´yi kendisine nikâhlamıştır. Onlardan Muhammed doğup dünyaya geldi. Bu zat, Haccac-ı Zalim´e karşı kıyâm etmiş, sonra mağlup olarak kaçmış ve daha sonra ele geçirilmiştir. Sicistan valisi Ammara b. Temim´in yanına gönderilmiş, orada büyük bir köşkten atılmak suretiyle öldürülmüştür. Ammar diğer arkadaşlarını da öldürüp başlarını Haccac´a, o da Abdülmelik´e göndermiştir. |
Şefkatin Fazileti
Rıfk (şefkat) göstermek güzeldir. Bunun zıddı şiddet ve ihtirastır. Şiddet ve hiddet, öfke ve katılığın neticesidir. Şefkat ve yumuşaklık ise, selâmetle olmanın ve güzel ahlâkın neticesidir. Bazen de hiddetin sebebi öfkedir. Bazı kere de sebebi insan kalbini kapsayan amansız harisliktir. Öyle ki insanı düşünmekten uzaklaştırır ve doğru karar vermekten meneder. Bu bakımdan işlerde şefkat göstermek bir meyvedir. Bu meyveyi de ancak güzel ahlâk ağacı verir. Ahlâk da ancak öfke ve şehvet kuvvetlerini zaptetmek ve normal sınırda durdurmak suretiyle güzelleşir. Bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şefkati överek ve şefkat hakkında cömertçe medh u senâda bulunarak şöyle buyurmuştur: Ey Âişe! Kim şefkat ve merhametten nasibdâr olmuşsa, ona dünya ve ahiret hayrından nasibi verilmiştir. Kim şefkatteki nasibinden mahrum kalmışsa, o kimse dünya ve ahiret hayrından olan nasibinden de mahrum kalmıştır.81 ALLAH bir ailenin fertlerini sevdiği zaman onların aralarına şefkat ve merhameti sokar.82 ALLAH Teâlâ, şefkatten dolayı öyle ihsanda bulunur ki şiddetli ve yoğun çalışmaktan dolayı bile kimseye öyle bir ihsanda bulunmaz. ALLAH bir kulunu sevdiği zaman, ona şefkat ihsan eder. Hiçbir aile fertleri yoktur ki şefkatten mahrum olsunlar da ALLAH´ın sevgisinden mahrum olmasınlar!83 Hz. Âişe Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle söylediğini rivayet eder: ALLAH Teâlâ, şefkat ve merhamet sahibidir. Şefkati sever. Şiddetinden dolayı vermediğini şefkatinden dolayı verir.84 Ey Âişe! Şefkat et! ALLAH Teâlâ, bir ailenin fertlerine iyilik murad ettiği zaman, onları şefkat kapısına muttali kılar.85 Şefkatten mahrum olan bir kimse, bütün hayırdan mahrum olur.86 Hangi idareci, idarecilik makamına getirildiğinde şefkat gösterir ve yumuşak davranırsa kıyamet gününde ALLAH Teâlâ´da ona karşı şefkat gösterir.87 Acaba bilir misiniz kıyamet gününde ateşe kimin haram olduğunu? Kolaylaştıran, yumuşak davranan, rahat ettiren ve cana yakın herkes kıyamet gününde ateşe haram olur.88 Şefkat, berekettir. Şiddetli ve yoğun çalışmak ise (eğer ALLAH için olmazsa) (oburluk) ve bereketsizliktir.89 Teenni ALLAH´tandır. Acele ise şeytandandır.90 Rivayet ediliyor ki, bir kişi Hz. Peygamber´e gelerek ´Muhakkak ki ALLAH Teâlâ bütün insanlar için sende bir hayır ihsan etmiştir. Bu bakımdan ben de senden bir iyilik istiyorum´ dedi. Hz. Peygamber iki veya üç defa elhamdülillâh dedikten sonra kişiye yönelerek iki veya üç defa ´Sen tavsiye mi istiyorsun?´ diye sordu. Kişi ´Evet! Bana tavsiyede bulunmanı istiyorum´ dedi. Hz. Peygamber de bunun üzerine şöyle buyurdu: Bir işi yapmak istediğin zaman onun neticesini düşün! Eğer doğruluk ise devam et. Eğer değilse ondan sakın!91 Hz. Aişe´den şöyle rivayet ediliyor: Bir seferde Hz. Peygamber ile beraber serkeş bir devenin sırtında bulunuyorduk. Deve beni sağa sola götürüyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ey Aişe! Deveye şefkat göster. Çünkü şefkat, herhangi bir işe girdi mi onu süslendirir ve herhangi bir işten şefkat ve merhamet çıktı mı mutlaka onu çirkinleştirir.92 Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer´in kulağına, halkın valilerinden şikayet etikleri haberi geldi. Valilerin huzuruna gelmesini emretti. Valiler huzura geldikleri zaman kalkıp ALLAH´a hamd ve senâ ederek şöyle dedi: Ey insanlar! Muhakkak biz idarecilerin sizin üzerindeki iki hakkımız vardır. Gıyabımızda nasihat yapmanız ve hayır hususunda yardımcı olmanızdır. Ey çobanlar! (idareci ve valiler!) Muhakkak ki halkın sizin üzerinde hakları vardır. Biliniz ki ALLAH nezdinde bir imamın (idarecinin) Miminden ve şefkatinden daha sevimli ve daha aziz birşey yoktur ve yine ALLAH nezdinde bir idarecinin cehaletinden ve ah-maklığından daha çirkin ve daha nefret edilen birşey yoktur. Vehb b. Münebbih ´Şefkat, hilmin ikiz kardeşidir´ demiştir. İlim mü´minin dostu, hilim onun veziri, akıl onun delili, amel onun sevkedicisi, şefkat onun pederi, yumuşaklık kardeşi, sabır ise onun ordusunun emîridir.93 Seleften biri şöyle demiştir: ´İman ilimle süslenirse ne güzeldir. İlim amelle süslenirse, amel de şefkatle süslenirse ne güzeldir. Hilmin ilme izafe edilmesi gibi hiçbir şey diğer birşeye izafe edilmiş değildir´. Amr b. el-As, oğlu Abdullah´a şöyle sordu: -Rıfk nedir? -Sabırlı olman ve dolayısıyla idarecileri yumuşatmandır. -Ahmaklık nedir? - İmamına (idarecine) karşı düşmanlık gütmen, sana zarar vermeye kudretli olana karşı koymandır. Süfyan es-Sevrî arkadaşlarına şöyle sordu: ´Rıfkın ne olduğunu biliyor musunuz?´ Arkadaşları cevap olarak "Ey Ebu Muhammed! Sen bize ne olduğunu söyle!´ dediler. Süfyan şöyle dedi: ´Herşeyi gerekli yerlerine koymandır. (Mesela) şiddeti yerinde, yumuşaklığı da yerinde, kılıcı yerinde, sopayı da yerinde kullanmandır´. Bu söz, katılığı yumuşaklıkla, şiddeti şefkatle karıştırmanın gerekliliğine işarettir. Nitekim şöyle denilmiştir: Kılıç yerine cömertliği koymak, büyüklüğe zarar verir. Cömertlik yerine kılıcı koymanın zarar verdiği gibi.. Bu bakımdan şiddet ile yumuşaklık arasındaki normal ahlâk övülmüştür. Nitekim diğer huylarda da durum böyledir. Fakat tabiatlar şiddet ve hiddete daha meyilli olduklarından dolayı onları şefkat tarafına teşvik etmek gerekir ve bunun içindir ki ilâhî nizam, şiddet tarafını değil de şefkat ve merhamet tarafını övmüştür; her ne kadar şiddet de yerinde kullanıldığında yerinde kullanılan şefkat gibi güzel ise de... Farz olan şiddetin yerine getirilmesi söz konusu olduğunda ise, hak ile birbirine uygun düştüğünden bal ile kaymaktan daha lezzetli olur. Rivayet ediliyor ki Amr b. As, Muaviye´ye yazarak, teenni ile hareket ettiğinden ötürü Muvaviye´yi kınadı. Bunun üzerine Muaviye kendisine teenni hakkında şu mektubu yazdı: Hamd, salât ve selâmdan sonra; hayırda anlayışlılık, istikametin fazlalığıdır. Doğru bir kimse o kimsedir ki aceleci davranmaz. Mahrum o kimsedir ki teenniden mahrumdur. Teenniyle hareket eden bir kimse musibdir veya musib olmaya yaklaşmıştır. Muhakkak ki aceleci yanlış yapar veya yanlış yapmaya yaklaşmıştır. Şefkatin kendisine fayda vermediği kimseye, şiddet zarar verir. Deneme ve tecrübelerin fayda vermediği bir kimse yüksek makamlara yükselemez. Ebu Avn el-Ensarî şöyle demiştir: ´Halk ağır bir söz söylediği zaman, eğer ona yumuşak bir söz eklerse muhakkak o yumuşak söz, ağır sözün kefareti olur´. Ebu Haraza el-Kûfî şöyle demiştir: ´Hizmetçilerden ancak zarurî olanları edinin; zira her insanla beraber bir şeytan vardır´. Bil ki insanlar şiddetle sana hiçbir şey vermezler. Mutlaka şiddetle verdiklerinden daha üstününü yumuşaklıkla verirler, Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Müslüman bir kimse çok duraklar, teenni ile hareket eder, o geceleyin odun toplayan kimse gibi değildir´. İşte bu sözler ilim ehlinin şefkati övmeleridir. Onların şefkati övmeleri, güzel olduğundan, her zaman fayda verdiğinden ötürü-dür. Şiddete bazen ihtiyaç doğar. Fakat bu pek nadirdir. Kâmil o kimsedir ki şefkat yerlerini şiddet yerlerinden ayırır ve her işe hakkını verir. Eğer basireti az ise veya herhangi bir hâdisenin hükmü kendisine şüpheli görünürse mutlaka şefkate meyletsin; zira çok zaman kurtuluş şefkatledir. ___________________________ 81)İmam Ahmed, Ukaylî 82)İmam Ahmed, Beyhâkî 83)Taberânî 84)Müslim 85)İmam Ahmed 86)Müslim 87)Müslim 88)Tirmizî 89)Taberânî, Beyhâkî 90)Ebu Yâ´lâ 91)İbn Mübârek 92)Müslim 93)Ebu Şeyh |
Hased´in Zemmi, Hakikati, Sebepleri, Tedavisi, İzalesinde Gerekli Olan Davranış Şekilleri
Hased´in Zemmi Hased kin´in neticelerindendir. Kin de öfkenin neticelerindendir. Bu bakımdan hased, öfkenin yavrusunun yavrusudur. Öfke ise onun esasının esasıdır. Hased´in sayılmayacak kadar çok ve kötü dalları vardır. Hasedin kötülüğü hakkında birçok hadîs vârid olmuştur: Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ateşin odunu yediği gibi hased de hasenatı yer!94 Hasedden, sebeplerinden ve semerelerinden nehyederek, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 94) İbn Mâce Sakın birbirinize hased etmeyiniz! Küsüşmeyiniz, birbirinizden nefret etmeyiniz. Birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey ALLAH´ın kulları! Kardeş olunuz!95 Hz. Enes şöyle anlatır: "Biz birgün Hz. Peygamber´in yanında oturuyorduk, şöyle buyurdular: Şimdi, şu yoldan, cennet ehlinden bir kişi çıkıp yanımıza gelecektir. Biraz sonra ensâr-ı kîram´dan bir kişi çıkageldi. Sakalından abdest suyu dökülüyordu. Ayakkabılarını sol eline almıştı, bize selâm verdi. Ertesi gün, yine Hz. Peygamber aynı şeyi söyledi. Yine aynı kişi oradan çıkıp geldi. Üçüncü gün gelip yine aynı şeyi söyleyince, yine aynı kişi çıkıp geldi. Hz. Peygamber (s.a) kalkıp giderken Abdullah b. Amr el-As o kişiyi arkasından takip etti ve dedi ki: ´Ben babamla bir hususta mücadele ettim. Üç gün babamın evine gitmemek için yemin ettim. Eğer bu üç gün bitinceye kadar beni misafir edersen sana misafir olurum´. Adam ´Evet! Seni misafir ederim!´ dedi. Abdullah bu kişinin geceleyin kalkıp namaz kıldığını görmedi. Ancak yattığında her kıpırdadığında ALLAH Teâlâ´yı anıyordu. Sabah namazına kalkıncaya kadar yatıyordu. Abdullah der ki: ´Üç gün geçtikten sonra nerdeyse onun amelini az görerek ona dedim ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Benimle babam arasında herhangi bir öfke ve küsüşme yok. Fakat ben Hz. Peygamberi şöyle söylerken dinledim. Bu bakımdan senin amelini görmek için bunu yaptım. Oysa senin fazla ibadet ettiğini görmedim. Acaba seni bu mertebeye getiren nedir?´ Adam ´Senin gördüğünden başka bir amelim yok!´ dedi. Abdullah "Ben ayrılırken adam beni çağırdı ve ´Senin gördüğünden başka birşey yok! Ancak ben nefsimde herhangi bir müslümana karşı, ALLAH´ın kendisine verdiğinden dolayı hile ve hased taşımamaktayım´ dedi". Abdullah der ki: "Ben ona İşte seni bu mertebeye getiren ve bizim de gücümüzün yetmediği haslet o!´ dedim". Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Üç şey vardır. Onlardan hiç kimse kurtulamaz: 1. Zan, 2. Bir şeyi uğursuz saymak, 3. Hased. İşte ben size bunlardan kurtuluş yolunu haber vereceğim. (Bir kimse hakkında) zanda bulunduğun zaman zannını tahkik safhasına koyma! Herhangi bir şeyi uğursuz saydığın zaman (bunun tam aksine) onu yap! Hased ettiğin zaman zulmetme! Hadîsin bir başka rivayetinde lafız şöyledir: Üç şey vardır, onlardan hiç kimse kurtulmaz ve onlardan kurtulan da pek azdır... İşte bu son rivayette kurtuluş imkânını ispatlamış oldu... Fakirlik nerdeyse küfre yaklaştı. Hased ise kadere galebe çalmaya yaklaştı.97 Sizden önceki ümmetlerin hastalığı size de sirayet etmiştir. (O da hased ve buğzetmektir). Buğzetmek, sıyırıcıdır. Ben ´o tüyleri sıyırıyor´ demiyorum. Aksine ´dini sıyırıyor´ diyorum. Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Sevgiyi aranıza yerleştiren hasletten size haber vereyim mi? Aranızda selâmlaşmayı yayınız!96 Benim ümmetime de diğer ümmetlerin hastalığı isabet edecektir. Ashab-ı kiram ´O ümmetlerin hastalığı nedir?´ diye sordu, Hz. Peygamber ´Kibir, zulüm, malıyla veya soyuyla böbürlenmek, dünya hakkında münafese ve mücadele etmek, uzaklaşmak, birbirlerine hased etmek, öyle ki sonu zulüm, sonra karmakarışık olur´.98 Sakın müslüman kardeşinin musibetine sevinme yoksa ALLAH ona afiyet, sana da belâ verir." Rivayet ediliyor ki, Hz. Musa (a.s) rabbinin münâcaatı için acele ettiği zaman, arşın gölgesinde bir kişi gördü. Onun o makamına gıpta etti ve ´Bu adam rabbinin nezdinde pek kerîmdir´ dedi. Rabbinden o kişinin ismini kendisine haber vermesini diledi. ALLAH Teâlâ onun ismini Musa´ya haber vermedi ve ´Onun amelinden üç hasleti sana söyleyeceğim´ dedi: 1.ALLAH Teâlâ´nın fazl ve kereminden insanlara vermiş olduğundan dolayı onlara hased etmiyordu. 2.Annesine ve babasına karşı gelmiyordu. 3.Dedikodu yapmıyordu. Zekeriyya (a.s) şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ ´Hased edici bir kimse benim nimetimin düşmanı, kaza ve kaderime küsmüş, kullarımın arasında yapmış olduğum taksimata razı olmamış bir kimsedir´ buyurmuştur". Ümmetim için en fazla korktuğum şey onların elinde malın çoğalması, dolayısıyla birbirlerini kıskanmaları ve savaşa tutuşmalarıdır. 100 İhtiyaçların yerine getirilmesi hususunda gizlilikten yardım talep ediniz. Çünkü her nimetin sahibine hased edilir.101 ALLAH Teâlâ´nın nimetlerinin düşmanı vardır. Denildi ki: ´Onlar kimlerdir?´ Hz. Peygamber ´Onlar o kimselerdir ki ALLAH´ın fazl-ı kereminden vermiş olduklarına hased edip insanları kıskanırlar´ buyurdu.102 Altı sınıf vardır. Hesaptan bir sene önce cehenneme girerler. Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Onlar kimlerdir´. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Emirler zulümden, bedevî araplar cahiliye âdetinden, ağalar gururdan, tüccarlar hainlikten, köylü ve çiftçi ise cehaletten, âlimler de hasedden.´103 Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Seleften biri şöyle demiştir: ´Yeryüzünde ilk vukû bulan hata haseddir. İblis´in Hz. Âdem´e mertebesinden dolayı hased etmesi ve ona tâzim secdesinde bulunmamasıdır. Bu bakımdan İblis´i isyana hased zorlamıştır´. Hikâye ediliyor ki, Avn b. Abdullah104 Fadl b. Muhalleb´in huzuruna girdi. Fadl o zaman Vâsıt şehrinin valisi idi. Avn dedi ki: -Sana bir nasihat vermek istiyorum! -Nedir o? -Kibirden kaçın! Çünkü kibir, ALLAH´a karşı işlenen ilk günahtır. Bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: Meleklere ´Âdem´e secde edin´ demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu.(Bakara/34) -Harislikten de kaçın! Çünkü harislik, Adem´i (a.s) cennetten çıkardı. ALLAH Teâlâ Âdem´i, eni gökler ve yer kadar olan bir cennete bırakmıştı. Yasakladığı bir ağaç hariç, o cennetin meyvelerinden istediği şekilde yiyebilirdi. Fakat o ağaçtan yedi ve ALLAH Teâlâ kendisini cennetten çıkardı. Sonra şu ayeti okudu: ´Hepiniz oradan inin´ dedik. Yalnız benden size bir hidayet (peygamber ve kitab) geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. -Hasedden sakın! Çünkü Âdem´in oğlu (Kabil), kardeşine(Hâbil´e) hased ettiği zaman onu öldürdü. Sonra şu ayeti okudu: Onlara Âdem´in iki oğlunun haberini gerçek (bir kıssa olarak) oku! Hani herbiri birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil), diğerine (Habil´e) ´Seni öldüreceğim!´ demişti. O da ´ALLAH, ancak takvâ sahiblerinin kurbanını kabul eder!´ dedi.(Mâide/27) Hz. Peygamberin ashabından bahsedildiği zaman onlar hakkında menfi fikir beyan etmekten sakın. Kaderden bahsedildiği zaman sükût et105 Yıldızlardan bahsedildiği zaman sus! Abdullah b. Ebubekir şöyle anlatıyor: Adamın birisi bir padişaha gider. Padişahın karşısında durur ve şöyle der: İyilik yapana iyiliğinden dolayı iyilik yap! Çünkü kötülük yapanın kötülüğü ona yeter´. Kişinin bu makamından dolayı başka biri ona hased etti ve onu padişaha ihbar ederek dedi ki: ´Padişahım! Senin karşına dikilen ve söylediklerini söyleyen o kişi var ya! O ´Padişahın ağzı kokuyor´ diyor. -Senin bu sözlerine nasıl inanayım? -Onu huzuruna çağır. Sana yaklaştığı zaman ağzındaki kötü kokuyu koklamamak için eliyle burnunu kapadığını göreceksin. -Sen git biz bu durumu tedkik edelim. İhbarcı padişahın yanından çıktı ve o adamı evine davet etti. Ona sarımsaklı bir yemek yedirdi. O kişi ihbarcının evinden çıkarken âdeti üzere padişahın karşısına dikildi. İyilik yapana, iyiliğinden dolayı iyi davran, çünkü kötülük yapana kötülüğü yeter de artar!´ dedi. Bunun üzerine padişah ona ´Bana yaklaş!´ dedi. Padişaha yaklaştı. Padişah kendisinden sarımsak kokusunu hissetmesin diye eliyle ağzını kapattı. Bunun üzerine padişah ihbarcıyı kasdederek içinden ´Ben filan adamı doğru söylemiş olarak görüyorum´ dedi. O padişah, kendi el yazısıyla ancak büyük bir hediyeyi veya bir caizeyi yazardı. Bu adama kendi el yazısıyla memurlarından birisine bir mektup yazdı: ´Bu mektubu taşıyan kimse sana geldiği zaman onu öldür, derisini yüz ve içini saman doldur ve bana gönder!´ Adam mektubu padişahın elinden aldı, dışarı çıktı. Karşısına kendisini ihbar eden kişi çıktı. İhbarcı ´Bu elindeki mektup nedir?´ diye sordu. Adam ´Padişahın el yazısıdır. Bana büyük bir hediye verilmesini emrediyor!´ dedi. İhbarcı ´Bana hibe eder misin?´ dedi. Adam ´Senin olsun!´ dedi. İhbarcı mektubu alarak doğruca idareciye gitti. İdareci mektubu okurken, getirene şöyle dedi: -Senin mektubunda seni öldürüp derini yüzmem emrediliyor! -Bu mektub benim değildir. Benim için ALLAH´tan kork!Padişaha müracaat etmeden beni öldürme! -Padişahın mektubu için müracaat olmaz. Sonra adamı öldürüp, derisini yüzdü, saman doldurdu ve padişaha gönderdi. Sonra öbür adam, âdeti üzerine padişahın huzuruna geldi ve yine eskiden söylediklerini söylemeye başladı. Padişah hayretler içerisinde kaldı ve şöyle sordu: -Sen mektubu ne yaptın? -Filan adam bana rastladı. Mektubu kendisine hibe etmemi talep etti. Ben de mektubu kendisine verdim. -O adam bana dedi ki: ´Sen padişahın ağzından pis koku geliyor´ diyormuşsun. -Hayır! Ben böyle birşey demedim. -O halde o gün huzuruma gelirken ağzını neden elinle kapattın? -O adam (ihbarcı), bana sarımsaklı bir yemek yedirdi.Sarımsağı sana koklatmayı hoş görmediğimden öyle davrandım! -Doğru söyledin. Kendi yerine geç! Kötüye kötülük kâfi geldi. İbn Sîrin der ki: ´Dünya nimetinden hiçbir şey için başkasına hased etmedim. Çünkü o kimse eğer cennet ehlindense cennete nazaran pek hakir olan dünya için ben ona nasıl hased edebilirim? Eğer cehennem ehlinden ise, ben dünya için ona nasıl hased edeyim? Oysa o ateşe doğru gidiyor´. Bir kişi Hasan Basrî´ye şöyle dedi: ´Müslüman bir kimse hased eder mi?´ Hasan Basrî cevap olarak şöyle dedi: ´Yakub´un oğullarını sana unutturan nedir? Evet müslüman hased eder. Fakat hasedinin üzüntüsü göğsünde kalır. Çünkü hasedin gereğini elinle ve dilinle yapmadıkça onun zararı sana dokunmaz´. Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Bir kul fazlasıyla ölümü hatırlarsa, onun sevinmesi ve hasedi pek az olur´. Muaviye şöyle demiştir: ´Her insanı razı edebilirim. Ancak nimetten dolayı hased eden bir kimse müstesna! Çünkü onu ancak o nimetin ortadan kalkması razı eder´. Bunun için denilmiştir ki: Bütün düşmanlıkların öldürülüp kalpten atılmaları mümkündür! Ancak hasedden dolayı düşmanlık yapanın düşmanlığı müstesna! Hükemadan biri şöyle demiştir: ´Hased iyileşmez bir yaradır. Hasedçinin hasedi atılmaz´. Bir bedevî şöyle dedi: ´Ben hiçbir zâlim görmedim ki hasedçiden daha fazla mazluma benzesin! Çünkü hasedçi senin nimetini kendisi için bir hikmet ve azap olarak görmektedir´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ey Âdemoğlu! Neden kardeşine hased ediyorsun? Eğer ona nimeti veren, ondaki bir şereften dolayı o nimeti kendisine vermişse, sen ALLAH´ın ikram ettiği bir kimseye nasıl hased edebilirsin? Eğer böyle değilse sonu ateş olan bir kimseye neden hased ediyorsun?´ Biri şöyle demiştir: ´Hasedçi kendisiyle beraber oturduğu bir kimsenin ancak kötü ve zelil telâkki edilmesine sebep olur. Meleğin de ancak lanet ve buğzuna kavuşur. Halktan da üzüntü ve gamdan başka birşey elde etmez. Ölüm anında da ancak şiddet ve korku elde eder. Mahşerde de rezillikten ve azaptan başka birşey kazanmaz´. _______________________ 94)İbn Mâce 95)Müslim, Buhârî 96)Tirmizî 97)Ebu Müslim, Beyhâkî 98)İbn Ebî Dünya 99)Tirmizî 100)İbn Ebî Dünya 101)İbn Ebî Dünya, Taberânî 102)Taberânî 103)Deylemî 104)Hüzeyl kabilesinden olan bu zat Mekkeli ve güvenilir bir zattı. H. 120´den önce vefat etmiştir. Yezid b. Muâviye´nin zamanında Emeviler´e baş kaldırdığından dolayı bütün aile fertleriyle öldürülmüştür. ALLAH rahmet eylesin! 105) Çünkü kader ALLAH´ın sırlarından bir sırdır, ona dalmak uygun değildir. (İthaf´us-Saade, VI/55) |
Hased´in Hakîkati, Hükmü, Kısımları ve Mertebeleri
Hased ancak nimete karşı yapılır. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, kardeşine bir nimet ile ikramda bulunursa, o nimet hakkında iki durumda olabilirsin: Birincisi: O nimeti hoş görmemen ve onun yok olmasını istemendir. Bu durumun ismi haseddir. Bu bakımdan hasedin tarifi nimeti hoş görmemek ve kendisine nimet verilenden o nimetin yok olup gitmesini istemek demektir. İkincisi: Nimetin yok olmasını sevmez, onun varlığını ve devamlılığını kerih görmez, fakat onun benzerini kendisi için de ister. Bu durumun adı gıbta´dır. Bazen de buna münafese denir. Bazen de münafeseye hased, hasede münafese denilir. İki lâfzın herbiri diğerinin yerinde kullanılır. Mânâlar anlaşıldıktan sonra isimlerin kullanılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mü´min gıbta, münafık ise hased eder. Birincisi, her durumda haramdır. Ancak bir fâcir veya kâfirin sahip olduğu ve fitne çıkarıp müslümanların arasını bozan, halka eziyet etmekte kullanılan bir malın veya rütbenin onunla bu adamın elinden alınmasını temenni etmek bir zarar vermez. Çünkü sen nimetin nimet olması hasebiyle yok olmasını istemiyor, fesada alet edildiği için yok olmasını istiyorsun. Eğer onun fesadından emin olsaydın onun nimeti seni üzmezdi. Hasedin haram olduğuna bizim naklettiğimiz haberler delâlet etmektedir. Bu tür hased ALLAH Teâlâ´nın bir kısım kullarını diğer bir kısmından üstün kılan kaza ve kaderine küsmektir. Bu ise ne özür ne de ruhsat kabul eder. Acaba bir müslümanın rahat etmesinden kıskançlık duyulmasından daha büyük bir günah mı olur? Oysa ondan sana hiçbir zarar da sözkonusu değildir. Kur´an, buna şöyle işaret etmektedir: Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır, size bir kötülük dokunsa ona sevinirler. (Alu İmran/120) İşte ayetteki sevinmek, şamata diye tabir edilen durumdur. Hased ile şamata biri diğerinden ayrılmayan eş mânâlardır. Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıklarından ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.(Bakara/109) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ onların, iman nimetinin müslümanlardan yok olmasını istemelerinin hased olduğunu haber veriyor. Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla bir olasınız.(Nisa/89) ALLAH Teâlâ, Hz. Yusuf´un kadeşlerinin hasedini zikretmiş ve onların kalplerindekini şu şekilde tabir etmiştir: (Kardeşleri) demişlerdi ki: ´Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir topluluğuz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir!´ İçlerinden bir sözcü ´Yusuf´u öldürün, yahut onu uzak bir yere atın ki babanızın sevgisi yalnız size kalsın ve ondan sonra (tevbe edip) sâlih bir topluluk olursunuz!´(Yusuf/8-9) Yusuf un kardeşleri, babalarının Yusuf´u sevmesini hoş görmedikleri ve bu sevgi onlara nahoş geldiği ve bu sevginin Yusuf´a gösterilmemesini istediklerinden dolayı Yusuf´u babalarından uzaklaştırdılar. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları nefislerine tercih ederler)..(Haşr/9) Yani göğüsleri, kardeşlerine verilenden dolayı daralmaz ve ondan dolayı üzülmezler. ALLAH Teâlâ ensâr-ı kiramı hasedleri olmamakla övmektedir. Yoksa ALLAH´ın fazlından insanlara verdiği nimetlere hased mi ediyorlar? Gerçekten biz İbrahim hanedanına kitap ve hikmet verdik. Hem de onlara büyük bir mülk ve saltanat ihsan ettik.(Nisâ/54) İnsanlar tek bir ümmet idi. ALLAH peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere hak ile kitabı indirdi. Hüküm etmek için o peygamberlerle kitab gönderdi. Oysa kendilerine kitap verilenler, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki bağy´den (zulüm ve kıskançlıktan) ötürü o (Kitab hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler).(Bakara/213) Ayette geçen ve zulümle tefsir ettiğimiz bağyen kelimesi hased mânâsına yorumlanmıştır. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.(Şûrâ/14) ALLAH Teâlâ, ilmi, onları bir araya getirsin, ALLAH´ın ibadet ve taatinde onları birleştirsin diye ihsan ederek ilimde birleşmelerini emretmiştir. Fakat onlar birbirlerine hased ettiler, ihtilâfa düştüler. Çünkü onların herbiri reis olmak ve sözünün kabul edilmesi sevdasında idi! Bu bakımdan birbirlerinin sözünü reddettiler. İbn Abbas şöyle demiştir: ´Hz. Muhammed (s.a) peygamber olmadan önce yahudiler bir kavimle savaştıkları zaman, ALLAH Teâlâ´ya şöyle dua ederlerdi: ´Yarab! Göndereceğini bize va´dettiğin peygamberin hürmetine, indireceğin kitabın hürmetine bize yardım et´. ALLAH Teâlâ da onlara yardım ederdi. Ne zaman Hz. İsmail´in evladından Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildi, onu tanımalarına rağmen inkâr ettiler. Vakta ki onlara ALLAH Teâlâ tarafından yanlarında bulunanı tasdik edici bir Kitab geldi, daha önce Arap müşriklerine karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık ALLAH´ın laneti kâfirler üzerinedir. ALLAH´ın, kullarından dilediği kimseye lütfuyla (vahiy) indirmesini çekemeyerek ALLAH´ın indirdiği Kur´an´ı inkâr etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar.(Bakara /89-90) Ayette geçen bağy kelimesi hased mânâsınadır. Hz. Safiye şöyle anlatır: ´Birgün babam, amcama ´Sen bu zat (Hz. Muhammed) hakkında ne dersin?´ diye sordu. Amcam ´Bence Musa´nın müjdelediği peygamber budur!´ Babam ´O halde ne yapmalıyız?´ dedi. Amcam ´Hayatta oldukça ona düşmanlık edelim!´ diye cevap verdi. İşte haramlık hususunda hased´in hükmü budur. Münafese ise haram değildir. Aksine münafese ya vâcib veya mendup veya mübahdır. Bazen münafese terimi yerine hased tabiri kullanılır. Hased´in yerine de münafese tabiri kullanılır Kusem b. Abbas106 der ki: ´Kardeşim Fadl ile Hz. Peygamber´e gidip zekât toplama memuru olmak için ricada bulunmayı düşündük. Hz. Ali ´gitmeyiniz! O sizi zekât toplamaya memur etmez!´ dediği zaman onlar Hz. Ali´ye şöyle dediler: ´Senin bu sözün bize karşı ancak bir münafese´den ibarettir. ALLAH´a yemin ederiz ki Hz, Peygamber kızını sana verdiği zaman, biz bunun için sana karşı münafese etmedik´. Münâfese lûgatta nefaset (imrenmek) kökünden gelir. Münâfese´nin helâl olduğuna delâlet eden ayet şudur: Ki sonu misktir. İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar. (Mutaffifin/26) Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yerin genişliği gibi olan bir cennet için yarışın ki o, ALLAH´a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmıştır. O, ALLAH´ın ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir. ALLAH çok büyük ihsan sahibidir.(Hadîd/21) Müsabaka ve yarışma elden çıkma korkusu olduğu zaman yapılır. Bu, mevlâlarınm hizmetine koşuşan iki köle gibidir; zira bu kölelerin herbiri, arkadaşı kendisinden önce mevlâsının hizmetine yetişip, mevlâsının nezdinde kendisine nasip olmayan bir mertebeyi elde eder diye korkar. Bu nasıl böyle olmasın? Zira Hz. Peygamber açıkça belirterek şöyle buyurmaktadır: Hased ancak iki haslette vardır: 1. ALLAH bir kişiye mal vermiş ve onu o malı hak yola sarfetmeye muvaffak kılmıştır. 2. Bir kişi ki ALLAH kendisine ilim vermiş, o da kendisine verilen ilimle amel eder ve o ilmi halka öğretir.107 Sonra Hz. Peygamber, bu hadîs-i şerifini Ebu Kebşe el-Enmarî´nin108 rivayet ettiği hadiste (tefsir ederek) şöyle buyurmaktadır: Şu ümmetin misâli, dört kişinin misâline benzer: 1. Bir kişidir ki, ALLAH ona mal ve ilim vermiştir, o da ilminin gereğiyle malından tasarruf eder. 2. Bir kişi ki ALLAH ona ilim vermiş, mal vermemiştir. O da şöyle der: ´Yarab! Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı, ben onun yaptığı kadar malımdan tasarruf eder, senin yolunda harcardım´. Bu iki kişi ecirde eşittirler. İkinci kişinin bu temennisi, yani başkasının malı kadar malının olmasını ve onunla o mal sahibi gibi infak etme temennisi, diğer kişinin nimetinin zâil olmasını istemek değildir. Ve devamla şöyle buyurmuştur: 3. Bir kişi ki ALLAH ona mal vermiş, ilim vermemiştir. O da kendisine verilen o malı ALLAH´ın günah saydığı yerlerde sarfeder. 4. Bir kişi ki ALLAH kendisine ne ilim, ne de mal vermiştir. O da der ki: ´Eğer filan adamın malı kadar benim malım olsaydı ben de onun gibi günah yerlere sarfederdim!´ İşte bu iki sınıf günahta eşittirler!109 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), (dördüncü kişiyi) mâsiyet için temennide bulunduğundan dolayı kötülemiştir. Yoksa başkasına verilen nimet kadar kendisine de nimet verilmesini istemesinden dolayı kötülemiş değildir. Bu bakımdan başkasına bir nimetten ötürü imrenip onun nimeti gibi nimet isteyene herhangi bir zarar sözkonusu değildir. Şu şartla ki, başkasının nimetinin yok olmasını istemeyip o nimetin devamlılığından rahatsız olup kıskanmıyorsa... Evet! Eğer o nimet iman, namaz ve zekât gibi dinî ve farz olan nimet ise, burada münafese etmek de farzdır. Kişi imanlı, namazlı ve zekâtlı bir kimse gibi olmayı istemelidir. Çünkü böyle olmayı istemediği takdirde günaha razı olmuş olur. Bu ise haramın ta kendisidir. Malları şerefli yerlerde, sadakalarda sarfetmek gibi eğer nimet faziletlerdense burada münafese menduptur. Eğer nimet mübah bir şekilde kendisinden istifade edilen nimetlerden ise, burada münafese mübahtır. Bütün bunlar kişinin nimet sahibiyle eşit olmayı isteyeceği yerlerdir. Nimette ona yetişmeyi temenni etmeye ve nimetten rahatsız olmamak şartıyla bu nimetin altında iki şey vardır: 1.Kendisine nimet verilenin rahatlığı 2.Başkasının bu hususta eksikliği ve kendisinden geri kalması Kişi bu iki şeyden birini kerih görür, O da nimet sahibinin geri kalması ve onunla eşit olmayı sevmesidir. Bu bakımdan nefsinin başkasından geri kalmasını hoş görmemekte ve mübahlar hususunda nefsinin eksik kalmasını kerih görmekte bir sakınca yoktur. Bu hareket faziletleri eksiltir. Zühd, tevekkül ve rızaya ters düşer. İnsanoğlunu yüce makamlardan mahrum eder. Fakat günahı gerektirmez. Burada ince ve çözümlenmesi zor bir nokta vardır. Şöyle ki: Kişi öyle bir nimete varmaktan ümitsiz olduğu zaman -oysa bu hususta geri ve eksik kalmayı kerih görür- şüphe yok ki bu takdirde kişi eksikliğin ortadan kalkmasını ister. Eksiğin ortadan kalkması ise ya nimet sahibi gibi bir nimete konmasıyla veya o nimetin sahibinden alınmasıyla mümkündür. O halde bu iki yoldan biri kapandı mı kalp ikinci yolu istemekten ayrılmaz. Hatta nimet sahibinin nimeti yok olduğu zaman, nimetin devamından göğüse daha şifâ verici ve serinletici olur; zira nimetin zevaliyle geri kalması ve başkasının önde olması ortadan kalkar. Bu ise kalbin onulmaz bir durumudur. Eğer böyle bir durumda iş kendisine ha-vale edilir, ihtiyarına bırakılırsa, mutlaka nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu takdirde şer´an ve dînen ayıplanan bir hasedci olur. Eğer takvâ onu nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaktan alıkoyarsa, o da nimet sahibinin nime-tinin ortadan kalkmasıyla meydana gelen rahatlıktan vazgeçebiliyorsa, aklı ve diniyle nefsinin bu hareketini hoş görmemesi gerekir. Hz. Peygamber´in, şu hadîs-i şerîfiyle böyle bir kimse kastedilmiş olabilir: Üç haslet vardır ki hiçbir insan o hasletlerden ayrılamaz. Birisi hased, ikincisi zan, üçüncüsü tefe´üldür. Mü´min için bunlardan çıkış yolu vardır: Birisine hased ettiğin zaman zulme kaçma!110 Yani kalbinde hasedden birşey hissettiğin zaman onun gereğini yapma! İnsanoğlu nimet hususunda kardeşine yetişmek iradesinde olup bu hedefine varmaktan da aciz ise, bütün bunlara rağmen yarıştığı kimsenin nimetinin ortadan kalkmasına meyletmekten sakınması pek uzak bir ihtimaldir; zira nimet sahibinin nimeti devam ettikçe, şüphesiz onun ağırlığını hisseder. Bu derecedeki bir münafese haram olan hasedle boğuşmaktadır. |
Hased ve Münafese´nin (İmrenmenin) Sebepleri
Münâfese´nin (İmrenmenin) Sebebi Münâfese´nin sebebi, hakkında münâfese yapılan şeyin sevgisidir. Eğer o şey dinî birşey ise, onun sebebi ALLAH´ın ve Ona ibadetin sevgisidir. Eğer dünyevî birşey ise, onun sebebi, dünyanın mü-bah şeylerini sevmek ve onlarla nimetlenmektir. Bizim şu anda düşüncemiz kötü olan hased ve onun gerçekten çok olan giriş noktaları hakkındadır. Bütün bunlar yedi kısımdır. Birincisi adavet (düşmanlık), ikincisi taazzuz, üçüncüsü kibir, dördüncüsü ucub, beşincisi sevilen hedeflerin elden gitmesinden korkmak, altıncısı riyaset sevdası, yedincisi nefsin habaseti ve cimriliği´dir. Çünkü kişinin başkasının nimetini hoş görmemesi onun kendisinin düşmanı olmasından kaynaklanır. Bu ise, sadece akran ve emsallere mahsus bir durum değildir. Hatta bazen hasis bir kimse padişaha da hased eder. Yani padişahın nimetinin yok olmasını ister. Çünkü hasis, ya padişah kendisine kötülük yaptığından dolayı veya bir sevdiğini üzdüğünden dolayı padişaha buğzeder veya hased eden bir kimse, hased ettiği kimsenin malıyla kendisine karşı kibir ve gurur tasladığını bildiği için hased eder. Hased eden ise, onun kibrine tahammül etmemekte, nefsinin izzetli oluşundan dolayı onun gururuna dayanamamaktadır. İşte taazzuzdan gaye budur veya hased edenin tabiatında hased edilene karşı kibir vardır. Fakat hased edilenin nimeti ve serveti olduğundan dolayı bir türlü ona güç yetirip ona karşı kibirlenememektedir. İşte kendisini kibre zorlamaktan gayesi budur. Veya nimet ve mertebesinin büyüklüğüdür. İşte o nimetin benzerini emsalinin elde etmesinden hayrete düşer. Hayretten maksad da budur veya o nimetten dolayı maksatlarına ulaşamamaktan korkmasıdır. Şöyle ki, hased edilen adam o nimetten dolayı hased edenle hedeflerinde boy ölçüşür veya hased edilen adamın elinde bulunan ve o hususta o adamla eşit olmayan nimetin üzerine bina edilen riyaseti sevmez veya bu sebeplerden birisiyle değil de sadece nefsinin habaseti ve ALLAH´ın kullarına verdiği nimeti çok görmesinden olur. Bütün bu sebepleri açıklamak gerekir. 1. Düşmanlık ve Buğz Bu sebep, hasedin en şiddetli sebeplerindendir; zira herhangi bir sebepten dolayı kendisine eziyet eden herhangi bir yönden ve hedeften kendisine muhalefette bulunan bir kimseden insanoğlunun kalbi nefret eder ve ona kızar. Nefsinde ona karşı kin besler, kin ise içinin rahat etmesini ve intikam almayı ister. Buğzeden kimse kendi nefsiyle içini rahat ettirmekten aciz kaldı mı, bu sefer zamanın o adamdan intikam alması ile içini rahat ettirmeyi ister ve çoğu zaman da bu şekilde hâdiseleri ALLAH nezdindeki büyük derecesine yorarak tefsir eder! Bu bakımdan düşmanına bir belâ isabet etti mi sevinir ve zanneder ki kendisi o düşmana buğzettiğinden dolayı ALLAH o belâyı vermek suretiyle kendisini mükafatlandırmıştır ve kendisinin hatırı için vermiştir! Ne zaman düşmanına bir nimet isabet ederse kızar. Çünkü bu onun muradının aksidir ve çoğu zaman da kalbine ALLAH nezdinde hiçbir dereceye sahip olmadığı zannı gelir! Çünkü kendisine eziyet veren düşmanından ALLAH intikam almamış aksine nimet vermiştir. Kısaca hased, buğz ve düşmanlığı gerektirir ve onlardan ayrılmaz. Takvânın gayesi, zulmetmemektir ve böyle bir şeyi nefsinde görmeyi çirkin saymaktır. İnsanoğlu başka bir insana buğzetsin, sonra o insanın nezdinde kendisini sevmesi ile sevmemesi eşit olsun, yani buğzunun icabına göre hareket etmesin, bu mümkün değildir. Bu durum yani düşmanlıktan dolayı hased öyle bir durumdur ki ALLAH kâfirleri onunla vasıflandırmıştır. Çünkü şöyle buyurmuştur: (Siz) kitabın tamamına inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman ´inandık´ derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. Deki: ´Öfkenizden ölün! Şüphesiz ALLAH göğüslerin özünü bilir´. Size bir iyilik dokunsa (bu) onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa ona sevinirler. Eğer sabreder, ALLAH´tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz ALLAH onların yaptıklarını kuşatmıştır.(Âli İmran/119-120) Onlar size fenalık yapmakta, fesat çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size olan kin ve düşmanlıkları taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür.(Alu İmran/118) Buğzetmekten dolayı meydana gelen hased, bazen işi mücadeleye hatta savaşa kadar götürür. Hayatını, hilelerle ve ihbarcılıkla perdeyi yırtmaya ve benzer hareketlerle hased edilen adamın ni-metini ortadan kaldırmaya sarfedip heder eder durur. 2.Taazzuz Taazzuz demek, başkasının kendisinden maddeten ve mânen yüksek olmasına tahammül etmemek ve bunu dayanılmaz görmektir. Bu bakımdan akran ve emsallerinden birisine büyük bir mevki, ilim veya servet verildiğinde onun bu mertebesinden dolayı kendisine karşı böbürlenmesinden korkarak, buna da tahammül edemeyeceğini tahmin ederek ve nefsinin o arkadaşının ahmakça bir hareketini kaldıramayacağından endişe ederek hased etmektir. Gayesi gurur ve kibir taslamak değildir. Aksine kibirlenmek suretiyle karşısındakinin kibrini bertaraf etmektir. Çünkü kendisi onun eşitliğine razı olmuştur, fakat onun büyüklük taslamasına razı değildir ve tahammül etmez. 3.Kibir Kibir demek, kişinin tabiatında hased ettiği insana karşı böbürlenmenin bulunması demektir. Onu küçümsemesi, hizmetlerine koşturması, ondan elpençe divan durmayı beklemesi, onu gaye ve hedeflerinin arkasında sürüklemeyi istemesi demektir. Bu bakımdan kendisine hased edilen adam herhangi bir nimete konduğu zaman hasedçi, kendisinin nimetten gelen gururunu hazmedemeyeceğinden, tebaiyetinden yüz çevireceğinden veya kendisiyle eşit olmaya doğru adımlar atacağından ve nefsini kendisinden daha yüksek göreceğinden korkar. Bu bakımdan daha önce altta olduğu halde bu sefer üste çıkması sözkonusu olur! Kâfirlerin çoğunun Hz. Peygamber´e karşı hasedleri, tekebbür ve taazzuzdan ileri geliyordu; zira onlar dediler ki: ´Yetim bir genç bizi nasıl geçer, biz ona nasıl başeğeriz!´ İşte bu hakikati ilân eden ayet! Yine şöyle dediler: ´Şu Kur´an iki kentten (Mekke ve Tâif ten) büyük bir adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilmeli değil miydi?´(Zuhruf/31) Yani ´Böyle bir kimseye Kur´an indirilseydi ona baş eğmek bize ağır gelmezdi. Malca büyük olan o kimseye biz tâbi olurduk!´ Böylece biz onların bir kısmını diğer bir kısmıyla imtihan ettik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler!(En´âm/53) Onların bu sözleri, fakir müslümanları tahrik etmek ve onlara karşı böbürlenmek içindir. 4. Taaccüb Nitekim ALLAH Teâlâ, gelmiş ve geçmiş ümmetlerden haber vererek onların şöyle dediğini bize nakletmektedir: Sizler ancak bizim gibi beşersiniz!(Yâsîn/15) Bizim gibi olan iki beşere mi iman edelim?(Mü´minûn/47) Eğer siz sizin gibi bir beşere itaât ederseniz o zaman siz, mutlaka zarar edenlersiniz demektir.(Mü´minûn/34) Kâfirler peygamberlerin risalet mertebesinden, vahy almalarından ve ALLAH´a yakın olmalarından hayrete düştüler. Çünkü peygamberler de onlar gibi beşer idiler. Bu bakımdan peygamberlere hased ettiler. Peygamberliğin onlardan alınmasını istediler. Kendileri gibi beşer olan ve yaradılışta benzerleri olan kimselerin kendilerinden üstün olmasından sıkıldılar. Onların böyle yapması tekebbür kasdından veya riyaset talebinden veya eski bir düşmanlıktan veya diğer sebeplerin birisinden ileri gelmiyordu. Onlar hayret ederek şöyle dediler: ALLAH bir beşeri mi rasûl olarak gönderdi?!(İsrâ/94) Üzerimize melekler indirilse ya!(Furkan/21) Korunup da merhamet edilmeniz için, aranızdan sizi uyaracak bir adam aracılığı ile bir zikir gelmesine şaştınız mı?(A´raf/63) 5.Maksatların Elden Kaçmasından Korkmak Bu tür hased, bir tek maksadın etrafında birbirini kıskananlar arasında meydana gelir ve bunların herbiri maksadını elde etmekte yardımcı olacak her nimet hususunda arkadaşına hased eder. Kumaların kadınlık maksatlarından ötürü birinin diğerine hased etmesi bu türdendir. Anne ve babanın kalbindeki şefkate erişmek için kardeşler arasındaki hased de bu tür hasedtir. Bu hasedi mal ve şeref maksadlarına varmak için güderler. Aynı hocanın talebeleri arasında hocalarının kalbindeki şefkate nail olmak için yapılan hased de bu türdendir. Padişahın yakınları ve hizmetçileri de onun gözüne girmek için bu tür bir kıskanma içerisindedirler. Gayeleri gözde olup mal ve mertebeye ulaşmaktır. Belli fakîhlerin takdirini kazanmak için sürtüşen ve biri diğerine hased eden âlimlerin kıskanması da böyledir; zira birtakım gaye ve hedeflere varmak için onların herbiri insanların kalbinde taht kurmak isterler. 6.Riyaset Sevgisi Bu sebep; riyaset sevgisi ve herhangi bir maksada ulaşmak için değil de sadece (kuru bir hevesle) kendi nefsine rütbe ve nüfuz istemesidir. Bu, herhangi bir sanatta emsali olmasın diye çırpınan bir kişi gibidir. Bu kişiye halkın methetme sevgisi galebe çaldığı ve ´filan adam ihtisas sahasında asrının biricik adamıdır´ diye övgüler yağması kişiyi bu bâdireye sürükler! Çünkü bu kişi kâinatın en ücra köşesinde bile bir benzerinin olduğunu işittiği zaman rahatsız olur ve onun ölümünü ister veya kendisine eşit olmasına vesile olan nimetinin ortadan kalkmasını ister. Mesela kahramanlık, ilim, ibadet, sanat, güzellik, servet veya özelliği olan herhangi bir hususta kendisine ortak ve eşit olan bir kimsenin bu nimetinin elinden gitmesini ister ve bu hususta tek başına kalmak kendisini sevindirir. Bu hasedin sebebi, daha önce vâki olan bir düşmanlık, taazzuz ve tekebbür değildir. Sadece tek başına ´filan sahada önder ve reistir´ denmesinden duyduğu övünçten ve başka gayesinin yok olma korkusu da değildir. Bu mânâ reislik haricinde bulunan birtakım maksadlarına varmak için halkın kalbinde taht kurmak isteğinden ibaret olan birtakım âlimlerin arasında cereyan eden mânânın ötesinde bir mânâdır. Yahudi âlimleri, Hz. Peygamberi (s.a) tanıdıklarını inkâr ediyorlar ve ona iman etmiyorlardı. Çünkü ilimleri Hz. Peygamberin gelmesi sebebiyle ortadan kalktığı zaman, baş olmaları ve reislikleri iptal olunmuş ve ortadan kalkmıştı! 7. Nefsin Habâseti Yedinci sebep, nefsin habâseti ve ALLAH´ın kullarına isabet eden hayırdan ötürü onları kıskanmasıdır; zira riyaset ve gururla meşgul olmayan, mal istemeyen bir kimseyi görürsün ki onun yanında ALLAH´ın kullarından birinin iyi durumlarından bahsedildiği ve ALLAH´ın kullarına nimet olarak verdiklerinden bahsedildiği zaman kendisine ağır gelir! Kendisine insanların işlerinin bozukluğundan ve karışık durumlarından, amaçlarının suya düştüğünden, hayatlarının bulanık geçtiğinden bahsettiğin zaman sevinir! Bu kimse hiçbir zaman başkasının rahatlığını hoş görmez. Daima başkasının perişanlığı hoşuna gider. ALLAH´ın nimetlerini kullarına çok görür. Cimrilik yapar. Sanki o kullar o nimetleri onun mülkünden ve hazinelerinden almışlar gibi davranır. İki türlü bahil (cimri) vardır. Biri, öz malıyla halka karşı cimrilik yapar. Diğeri, başkasının malıyla halka karşı cimrilik yapar. İşte bu insan da ALLAH´ın nimetleriyle başkasına karşı cimrilik yapar. Kendisiyle aralarında herhangi bir bağ ve düşmanlık olmayan kullara ALLAH´ın vermiş olduğu nimetleri çok görür! Bunun zâhirî bir sebebi yoktur. Ancak nefiste bulunan bir habaset ve tabiatta bulunan bir rezaletten başka! Bu insanın yaratılışı böyle bir habâset üzerinedir, bunu tedavi etmek gayet güçtür. Çünkü diğer sebeplerle meydana gelen hasedin sebepleri ârızî olduğu için onun sö-külmesi ve tedavisi düşünülebilir ve insan tedavisine ümit bağlar. Hasedin şu son kısmı ise, insanın yaradılışında bulunan bir çirkinliktir. Herhangi bir ârızî sebepten doğmamıştır. Bu bakımdan onun sökülmesi güçtür; zira mucize kabilinden olmazsa normal yollardan sökülüp atılması imkânsızdır. İşte bunlar hasedin sebepleridir. Bazen bu sebeplerin bir kısmı veya tümü veya çoğu bir şahısta toplanır, dolayısıyla o şahısta hased oldukça kabarık olur. Öyle bir duruma gelir ki kişi onu düzeltmek ve karşısındaki insana zâhirde olsun idare-i kelâm etmek kuvvetine bile sahip olamaz. Aksine idare-i kelâm etmek perdelerini yırtar, açıkça belirtmek suretiyle düşmanlığı su yüzüne çıkar. Hased edenlerin çoğunda bu sebeplerin bir veya birkaçı bulunur. Herhangi bir sebebin bunlardan ayrılması pek enderdir. |
Emsal Akran,Kardeş,Amca Çocukları ve Akrabalar Arasındaki Hased Çokluğunun Sebebi ve BaşkalarıArasındaki Hasedin Azli
Hased Daha önce belirttiğimiz sebepler bir kavmin arasında çoğaldığı takdirde çoğalır. Bu sebeplerden bir kısmı bir kavmin arasında belirgin bir şekilde kuvvet bulursa, hased de onların arasında kabarır, kuvvetlenir; zira bir şahsa birkaç sebepten ötürü hased edilmesi mümkündür. Mesela başkasının kibir ve gururlanması ağırına gider ve başkalarına karşı kibir gösterir veya düşmanlığından ötürü kibir gösterir. Bunlar gibi daha nice sebepler vardır. Bu sebeplerden biri, diğerine çeşitli bağlarla bağlı bulunan kimseler arasında çoğalır. O bağlar ki onlardan dolayı sohbet meclislerinde bir araya gelirler. Yine o bağlardan dolayı hedeflerde birleşirler. Bu bakımdan onlardan bir kimse herhangi bir gayede arkadaşına muhalefet ederse, arkadaşının tabiatı ondan nefret eder ve böylece arkadaşının kalbinde kin yerleşir, kin yerleşince de arkadaşı kendisini tahkir eder ve kendisine karşı böbürlenir. Gayesinde kendisine muhalefet etmesinin bir karşılığı olarak bunu yapar ve kendisini gayelerine ulaştıracak nimete, başkasının sahip olmasından hoşlanmaz. İşte bu sebeplerden bir yığını arka arkaya gelir. Çünkü uzak iki memlekette bulunan iki şahsın arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bu bakımdan böyle olan iki şahsın arasında kıskanma ve hased de sözkonusu olamaz. İki ayrı mahallede oturanlar için de böyledir. Evet! Bir meskende veya bir çarşıda veya bir medresede veya bir mescidde komşu olan, gayeleri çarpışan, maksat ve hedefleri aynı olan insanlar arasında gayelerden dolayı zıddiyet, nefret ve hasedleşme belirir ve kabarır. Bundan da hasedin diğer sebepleri doğup meydana gelir. İşte bunun için âlim âbide değil de âlime hased eder. Âbid âlime değil de başka bir âbide hased eder. Tüccar tüccara hased eder. Öyle ki ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına değil de başka bir ayakkabı tamircisine hased eder. Ancak, sanat birliği değil de başka bir sebepten dolayı ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına buğzediyorsa, o zaman başka! Kişi öz kardeşine ve amcasının oğluna, yabancı kimselere hased ettiğinden daha fazla hased eder. Kadın, kumasına ve kocasının cariyesine kayın validesine ve kocasının başka hanımından olan kızına hased ettiğinden daha fazla hased eder. Çünkü bezzazın hedefi, ayakkabı tamircisinin hedefinden başkadır. Bu bakımdan onlar maksad ve hedeflerde sürtüşmemektedirler; zira bezzazın gayesi servettir. Bunu da ancak fazla bezzaziye getirmek suretiyle elde eder. O halde bu bezzazla başka bezzazın gayeleri çarpışır; zira bezzazın müşterisi, ayakkabı tamircisi tarafından davet edilmez. Aksine başka bir bezzaz onu davet edebilir. Sonra manifaturacının bitişiğindeki manifaturacı ile yarışması, kendisinden uzak olup çarşının öbür tarafında olan bir manifaturacı ile yarışmasından daha fazladır. Bu bakımdan hiç kuşkusuz komşusuna karşı hissettiği hased daha fazladır. Kahraman bir kimse de başka bir kahramana hased eder, âlime hased etmez. Çünkü onun gayesi kahramanlıkla yâdedilmesi ve şöhret bulmasıdır. Bu haslette tek başına kalmasıdır. Âlim bir kişi bu hedefte onunla yarışmaz. Böylece âlim âlime hased eder, kahramana hased etmez. Sonra vâizin vâize hased etmesi, vâizin fakihe ve doktora hased etmesinden daha fazladır. Çünkü iki vâiz arasındaki mücadele, fakih ve doktor ile müşterek olduğu hedeften daha özel bir hedef içindir. Bu bakımdan bu hasedlerin kökü düşmanlıktır. Düşmanlığın kökü de bir hedef üzerinde çarpışmaktır. O tek hedef de uzak olan kimseleri değil de bir diğeriyle münasebeti ve ilgisi olan kimseleri kapsar. Öyle ise bu sırra binaen hased, münasebetleri olan iki kişi arasında daha çok vâki olur. Evet! Post kapmak hususunda amansız bir hırsa sahip olan ve bütün kâinatın en ücra köşelerine kadar nam ve şöhretinin yayılmasını isteyen bir kimse, uzak da olsa bu hususta kendisiyle boy ölçüşen herkesi kıskanır ve hased eder! Bütün bunların menşei dünya sevgisidir. Çünkü toslaşanlar için daralan saha ancak dünyadır. Âhiret ise, orada darlık sözkonusu değildir. Âhiretin misali, ilim nimetinin misâli gibidir. Şüphe yoktur ki ALLAH´ın sıfatlarının, meleklerinin, peygamberlerinin, gökler ve yer melekûtunun marifetini seven ve isteyen bir kimseden hiç kimse bu isteği bilinse bile nefret etmez. Çünkü marifet, âriflerin çokluğuyla daralmaz. Hatta bir tek malûmu bir milyon âlim bilir ve onu bilme-sinden dolayı sevinir ve zevk duyar. Hiçbirinin lezzeti diğerinin lezzetinden dolayı eksilmez. Aksine âriflerin çokluğu sebebiyle yakınlık daha da artar. İstifade ve ifade etmenin semeresi ve meyvesi daha da çoğalır. İşte bu sırra binaendir ki din âlimleri arasında kin ve hased yoktur. Çünkü maksadları ALLAH´ın mârifetidir. Bu ise engin bir denizdir. Hiç kimsenin dalmasıyla daralmaz. Din âlimlerinin gayeleri ALLAH nezdinde büyük bir makama sahip olmaktır. ALLAH katında ise darlık diye birşey yoktur. Çünkü ALLAH katındaki nimetlerin en güzeli onunla mülâki olmaktır. Bu lezzette ise hiçbir mümanaat ve toslaşma sözkonusu olmaz. Doya doya seyredenlerin bir kısmı diğer bir kısmına yeri daraltmaz. Aksine onların çokluğuyla yakınlık daha da artar. Evet! Âlimler ilimleriyle mal ve dünya rütbesi istedikleri zaman, biri diğerine hased eder. Çünkü mal, görünen cisimlerdir. Birisinin eline girdi mi başkasının eli ondan boş kalır. Makam ve mertebenin amacı, kalpleri elde etmektir. Ne zaman bir şahsın kalbi bir âlimin yüceltilmesiyle dolarsa, o kalp âhireti yüceltmekten yüz çevirir veyahut bu hususta eksilir. İşte böylece bu durum hasedleşmeye ve toslaşmaya sebep olur. Bir kalp ALLAH´ın mârifetinin sevgisiyle dolduğu zaman bu sevgi başkasının da kalbinin dolmasına mâni değildir ve başkasının sevinmesine engel de teşkil etmez. İlim ile mal arasındaki fark şudur: Mal, Zeyd´in elinden çıkmadıkça, Amr´ın eline giremez. İlim ise âlimin kalbinde istikrar bulmuştur. Başkasının kalbine de o âlimin öğretmesiyle yerleşir. O âlimin kalbinden göç etmeksizin başkasına da nasib olur. Mal, cisimler ve ayinlerdir. Bunların ise sonu vardır. Bu bakımdan eğer insan yeryüzündeki bütün serveti elde ederse, başkasının elde edeceği bir servet kalmaz. İlmin ise sonu yoktur ve tamamının bir insan tarafından elde edilmesi de düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH´ın celâl ve büyüklüğü hakkında, yerin ve göklerin büyüklüğü hakkında düşünmeyi kendi nefsine âdet edinen bir kimsenin katında bu düşünce her nimetten daha tatlı gelir ve bu kimse bundan menedilemez ve bu hususta bununla çekişen hiç kimse de bulunmaz. Bu bakımdan bu kimsenin kalbinde hiç kimseye hasedi olmaz! Çünkü bu kimseden başkası da onun mârifeti gibi mârifet sahibi olursa, lezzetinden zerre dahi eksiltmez. Aksine o ikinci kimsenin ünsiyetinden dolayı lezzeti gittikçe artar. Bu bakımdan bu kimselerin lezzeti daimî bir şekilde melekût âleminin acaibliklerini mütalâa etmekten gelir ve cennetin ağaçlarına ve bahçelerine zâhir gözüyle bakan bir kimsenin lezzetinden daha büyük olur. Çünkü ârif bir kimsenin nimeti ve cenneti, onun zâtının sıfatı olan mârifetidir. O mârifetin gitmeyeceğinden emindir! Arif kişi daima o mârifetin meyvelerini koparıp yemektedir!.. Bu bakımdan ârif kişi ruhuyla, kalbiyle, ilminin meyveleriyle gıdalanmaktadır ve bu meyve herhangi bir elle kesilip ambalajlanmış, başkasının bedavadan yemesinden menedilmiş bir meyve değildir. Aksine bu meyveler, isteyenlere yaklaşmış meyvelerdir. Ârif kişi eğer zâhirî gözünü kapatırsa, onun ruhu daima yüce cennetlerde pırıl pırıl parlayan bağ ve bahçelerde yayılır. Eğer âriflerin çok olduğu farzedilirse, bunların biri diğerine hased ediciler olmazlar. Aksine ALLAH Teâlâ´nın haklarında şöyle buyurduğu kimseler gibi olurlar: Biz o cennettekilerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.(Hicr/47) İşte onların, daha dünyada iken halleri böyledir. Acaba perde kalktığı zaman ahiret âleminde mahbub görüldüğü zaman onlar nasıl olurlar. Bu bakımdan cennette hasedin varlığı düşünülemez. Cennet ehlinin dünyada da hased etmeleri sözkonusu değildir. Çünkü cennette ne darlık, ne de çekişme vardır. O cennet ancak ALLAH´ın mârifetiyle elde edilir. O mârifet ki dünyada bile onda çekememezlik sözkonusu değildir. Cennet ehli zarurî olarak, gerek dünyada gerekse ahirette hasedden beridir. Genişliğinden uzaklaşmış, siccîn´in darlığına yaklaşmış kimselerin sıfatlarındandır ve bunun için de ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytan bu vasıfla vasıflandırılmıştır. Onun sıfatlarından biri, Hz. Âdem´e ihsan edilen özellikten dolayı Hz. Âdem´e hased etmesidir. İblis secdeye davet edildiği zaman gururlanarak secde etmekten çekinmiş ve isyan ederek temerrüd etmiştir. Anlaşılmıştır ki hased, ancak hepsine yetmeyecek bir hedefe üşüşmekten ileri gelir. Bunun için halkın, göğün ziynet ve süsüne bakmakta birbirlerine hased etmediklerini, ancak yeryüzünün küçücük bir parçası olan dağ ve bahçelerden dolayı hased ettiklerini görürsün. Oysa bütün arzın semaya nisbeten hacim bakımından hiçbir kıymet ifade etmediği âşikârdır. Sema, genişliğinden dolayı insanların bakışları için yeterlidir. Sema için insanlar arasında çekişmek ve hasedleşmek asla sözkonusu olamaz. Eğer basiretli isen ve nefsin için şefkatli isen öyle bir nimeti aramalısın ki o nimetten dolayı hiç kimse ile çekişme ve o nimetin hiçbir zaman yok olması sözkonusu olmasın. Bu nimet dünyada ancak ALLAH´ın mârifetinde, sıfat ve fiillerinin marifetinde, gökler ve yerin melekûtunun acaibliklerinde bulunabilir. Ahirette de bu mertebeye ancak bu mârifet ile varılabilir. Eğer sen ALLAH´ın mârifetine müştak değilsen, onun lezzetini duymazsan, bu husustaki görüşün gevşemiş, bu husustaki isteğin dumura uğramışsa, o vakit sen mâzur sayılırsın; zira cinsî ilişkiden mahrum olan bir kimse, asla cimanın lezzetine iştiyak göstermez. Çocuk da taht ve tacın lezzetine ihtiyaç duymaz. Çünkü bunlar öyle lezzetlerdir ki çocuklar ve erkek olmayanlar değil de ancak erkekler o lezzetleri idrak edebilirler. Mârifetin lezzeti de böyledir. Onun idrâki, ancak erkeklerin şânındandır. Kendilerini ne ticaretin, ne de bir alışverişin ALLAH´ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı kimseler...(Nûr/37) Bu lezzete onlardan başkası iştiyak göstermez. Çünkü iştiyak ancak tatmaktan sonra olur. Tatmayan bilmez, bilmeyen müştak olmaz. Müştak olmayan aramaz. Aramayan idrâk etmez. İdrâk etmeyen de esfel-i sâfilînde mahrumlarla beraber olur. |
All times are GMT +3. The time now is 22:41. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025