Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Tasavvuf (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=329)
-   -   ~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası// (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=46667)

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:19

İhlâs´ın Hakîkati


Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey´e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir.

Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdadır) ile kan arasından (çıkardığımız) halis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz.(Nahl/66)

Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır.

İhlâs´ın zıddı İşrak (karıştırma)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhid hususundaki ihlâs´a, ulûhiyetteki ortak koşma (şirk) zıd düşer.Şirkin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktır. İhlâs da böyledir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Biz niyet´in hakîkatini anlatmış ve onun teşvik edicilere uyma demek olduğunu söylemiştik. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden çıkan fiile ihlâs denir.

Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece ALLAH´a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca ALLAH´a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur. Bu bakımdan teşvikçisi mücerred riya olan kimse helâk olmaya mahkumdur. Biz böyleleri hakkında konuşmuyoruz; zira bu konuyu Mühlikât bölümünün Riyâ kitabında anlatmıştık. Onun hakkındaki hükmün en azı, haberde bildirilen şu hükümdür:

Riyakâr kimse, kıyamet gününde şu dört isimle çağrılır: a) Ey mürâi! b) Ey kandırıcı! c) Ey müşrik! d) Ey kâfir!38

Biz şu anda ALLAH´a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz. Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer pay-larındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen ALLAH´a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması; hem mânen ALLAH´a yaklaşmak, hem de nafakasından ve kötü ahlâkından kurtulmak için köle azad etmesi; sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını koru-mak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya aşireti içerisinde bir yer edinmek, ilmi sebebiyle mallarını yabancılardan korumak, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir.

Kişinin el yazısını düzeltmek için mushaf yazması veya binek ücreti vermemek için yaya haccetmesi veya temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya senedinin kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi veya ev kirasından kurtulmak için camide itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyare-tine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vekar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir.

Mânen ALLAH´a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca ALLAH´ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.

ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur:
Ben ortaklık bakımından,ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem).
Nefis dünyanın nasiblerinden herhangi birine meyledip rahata kavuşur, kalp ona ister az, ister çok olsun meylederse amel bulanır; ihlâsı gider. İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki ´Hayatında bir lâhza da olsa ALLAH´ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur´ denilir.

İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye ALLAH´a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur. Bu nasibler her ne kadar tek başlarına birer teşvikçi iseler de fiil sahibinin bunlarda çektiği zorluk gizli değildir. Bizim esasmaksadımız ALLAH´a yaklaşma hususuna bakmaktır. Bütün bunlar ona karışmaktadır. Sonra bu karışanlar ya muuafakat veya müşareket mertebesinde ya da daha önce niyet bahsinde geçtiği gibi muavenet mertebesinde olur.

Kısacası; nefse ait olan teşvikçi, ya dine ait olan teşvikçi gibi ve yahut daha zayıf olur. İlerde bahsedeceğimiz gibi, bunların her birinin başka bir hükmü vardır. İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde ALLAH´a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak ALLAH´ı seven, O´nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Böyle bir kimsenin kalbinde dünya sevgisine yer kalmamıştır. Öyle ki bu kimse yeme içmeyi sevmez. Hatta onun yeme içme hususundaki isteği; tabiî bir zorunluk olmak hesebiyle def-i hacetteki isteği gibidir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis ALLAH´ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun ALLAH´tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır.
İhlâs kapısı, böyle olmayanların yüzüne kapanmıştır. Ancak nadiren açılır.

Nasıl ki kendisine ALLAH ve ahiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası ALLAH´tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır. Onun oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dün-yaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır. İnsanı yoran nice ameller vardır, halisen ALLAH için oldukları zannedilir. Oysa insan burada aldanmıştır; çünkü buradaki âfetleri farkedemez.

Selef´ten bir zat şöyle demiştir: ´Camide birinci safta kılmış olduğum otuz senelik namazı kaza ettim. Çünkü otuz seneden sonra bir namazı bir özürden dolayı ikinci safta kıldım. Bu yüzden çok utandım ve insanlar beni ikinci safta görecekler diye kıvrandım. Böylece anladım ki birinci safta görülmek beni gururlandırmış ve kalp huzurumun sebebi bu imiş... Ama bunu o ana kadar anlayamamıştım´.

Bu mesele çözülmesi güç ince bir meseledir. Bunlardan kurtulabilen amellerin sayısı çok azdır. Bunları ancak ALLAH´ın muvaffak kıldığı çok az kimse kavrayabilir. Bundan gafil olanlar bütün hasenatlarını ahirette seyyiat olarak görürler.

Hiç hesap etmedikleri şeyler ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır. Yaptıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şeylerin cezası kendilerini sarmıştır.Zümer/47-48)

De ki: ´Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler!´(Kehf/103)

Bu fitneye en şiddetli şekilde maruz kalanlar da âlimlerdir; zira âlimlerin çoğunu ilmi yaymaya teşvik eden kuvvet, peşine takılanlarla gururlanmak ve övülmekten zevk almaktır. Şeytan onları bu hususta aldatarak ´Sizin gayeniz; ALLAH´ın dinini yaymak ve Rasûlullah´ın getirmiş olduğu şeriatı korumaktır!´ der.

Vâizleri görürsün ki halka ve sultanlara nasihat ettiğinden dolayı ALLAH´a minnet eder. Halkın, sözünü kabul etmek suretiyle, kendisine yönelmelerine sevinir. Aynı zamanda da ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu dinî yardımlardan dolayı sevindiğini iddia eder(!) Eğer kendisinden daha iyi vaaz eden biri çıkar, halk ona yönelirse bu durum onu rahatsız edip üzer. Şayet onu teşvik eden şey din olmuş olsaydı bu durum karşısında ALLAH´a şükrederdi; çünkü ALLAH onu başkası vasıtasıyla bu mühim vazifeden kurtarmıştır. Buna rağmen şeytan yakasını bırakmayarak ona şöyle der; ´Sen bu yeni vâizin çıkışına değil ancak vaaz sevabını kaybedişine üzülüyorsun. Halkın senden yüz çevirip ona yönelmelerine üzülmüyorsun; zira halk senin vaazını dinlemiş olsaydı, sevap kazanacaktın. Öyleyse sevabı kaçırdığın için üzülmen güzel ve yerinde birşeydir(!)´
Oysa miskin hakka itaat edip, işi ehline teslim etmesinin daha üstün ve sevabının da daha çok olduğunu; âhirette kendisine tek başına yapmak istediğinden daha fazla kâr getireceğini bilmez.

Eğer Hz. Ömer, Hz. Ebubekir´in imamet ve hilafete geçişiyle üzülseydi acaba üzüntüsü iyi mi, yoksa kötü mü olurdu? Oysa dindar bir kimse ki kendisinden böyle bir şey sâdır olsaydı Hz. Ömer´in mutlaka yerileceğine şüphe etmez. Çünkü Hz. Ömer´in hakka tâbi olması, işi kendisinden daha yetkili bir kimseye teslim etmesi, din hususunda kendisi için, halkın nasihatlarını üstlenmesinden daha kârlıdır. Bununla beraber burada büyük bir sevap da vardır; çünkü o bu hususta kendisinden daha yetkili bir kimsenin başa geçmesine memnun olmaktadır. O halde âlimler neden böyle bir hâdiseden dolayı sevinmesinler?
İlim sahiplerinden bazısı, şeytanın aldatışına kapılarak kendi nefsine ´Benden daha yetkili biri çıkarsa sevinirim!´ der. Oysa bu hareketi tecrübe ve imtihandan önce olursa katıksız bir cehalet ve gurur olur; zira nefis, hâdise olmazdan önce, böyle şeyleri va´detme hususunda yumuşak başlı görünür. Ancak gelip çattığında sözünden döner. Va´dini yerine getirmez. Bunu ancak şeytanın ve nefsin hilelerini bilen, onların imtihanıyla uzun süre uğraşan kimse bilir. Bu bakımdan ihlâsın hakikatini bilmek ve onunla amel etmek engin bir denizdir ki burada bütün insanlar boğulur. Ancak nadir kimseler, örnek gösterilebilecek bazı kişiler bu hükmün hâricindedir. Bunlar da şu ayette istisna edilen kimselerdir:
Şeytan şöyle dedi: ´Onların tümünü azdıracağım; ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstena´.(Sad/82-83)

Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır.

38) İbn Ebî Dünya, Kitab´us-Sünne ve´l-İhlâs

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:20

İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri


es-Susî şöyle demiştir: ´İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsunı gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır.´

es-Susî´nin bu sözleri, amellerin, fiili beğenmekten tasfiye edilmesine işarettir. Çünkü ihlâs´a iltifat etmek ucub (kendini beğenmişlik)tir. Ucub ise âfetlerdendir. Hâlis ise bütün âfetlerden kurtulmuş olandır. Burada ise bir tek âfet sözkonusudur.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin yalnızca ALLAH için olmasıdır´.

Bu, gayeyi tam olarak ifade eden kapsayıcı tariftir. Bu tarifi İbrahim b. Edhem´in şu sözü de ifade etmektedir: ´İhlâs, ALLAH´la beraber niyeti doğrulamaktır´.

Sehl´e ´Nefse en zor gelen şey nedir?´ diye sorulduğunda ´İhlâstır; zira nefsin ihlasla nasibi yoktur´ demiştir.

Ruveym39 şöyle demiştir: ´Ameldeki ihlâs, amel sahibinin ona karşılık dünyada ve ahirette hiçbir şey istememesidir´.

Ruveym´in bu sözü, nefsin isteğinin, gerek dünyada gerekse de ahirette afiyet olduğuna işarettir. Nefsinin cennette şehvetlerle nimetlenmesi için ibadet eden kimse hastadır. Hakîkat, amel ile ALLAH´ın rızasından başkasının kastedilmemesidir. Bu söz (aynı zamanda) sıddîkların ihlâsına da işarettir ki bu mutlak ihlâstır.

Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla amel eden kimseler de acelece verilen nasiblere izafeten muhlistir. Böyle kişiler tenasül uzvuyla midelerinin isteklerini taleb etmektedirler. Oysa akıllılar nezdinde hakîki gaye, sadece ALLAH´ın rızasıdır. İnsan ancak bir nasib için harekete geçer. Nasiblerden berî olmak, ilâhî bir sıfattır. Böyle bir iddiada bulunan kimse kâfirdir.

Kadı Ebu Bekir el-Bakıllânî de nasiblerden berî olduğunu iddia eden kimsenin küfrüne hükmederek şöyle demiştir: ´Bu sıfat ilâhî sıfatlardandır!´ sözü doğrudur. Fakat halk bununla ancak halkınnasibler diye adlandırdığı şeyden berî olmayı kastediyorlar. Bu da sadece cennetteki şehvetlerdir.

Sadece marifet, münacât ve ALLAH´ın cemâline bakma zevkine erişmeye gelince, bunlar zaten bu kimselerin nasibidir. Oysa halk bunu pay olarak görmezler ve buna çok şaşarlar. Eğer bu kimseler içinde bulundukları taat ve münacâtın, ilâhî huzurun, gizli veya açık şuhudun devamı zevkine karşılık bütün cennet nimetleri kendilerine verilseydi, muhakkak bu nimetleri hakir görüp onlara iltifat etmezlerdi. Bu bakımdan hareketleri bir nasib, taatleri de başka bir nasib içindir. Fakat sonuçta nasibleri sadece mabudlarıdır, başkası değil!

Ebu Osman40 şöyle demiştir: ´İhlâs daima yaradan(ın fazlın)a bakmaktan dolayı, halkın bakışını unutmaktır´.

Bu söz, sadece riyanın âfetine işarettir.
Bir zât şöyle demiştir: ´Ameldeki ihlâs, şeytanın o ameli bilmemesidir ki onu ifsad edebilsin; meleğin de muttali olmamasıdır ki onu yazabilsin´.

Bu söz de yalnızca ameli gizlemeye işarettir. Oysa ´İhlâs, bağlardan arınmış ve mahluklardan gizlenmiş şeydir!´ denilmiştir.
Bu tarif, maksadları daha güzel ifade etmektedir.

Muhâsibî şöyle demiştir: İhlâs, kulun, rabbiyle ilgili muamelelerinde, halkı aradan çıkarmasıdır´.

Muhâsibî´nin bu tarifi riyanın yok edilmesine işarettir. Havvas´ın ´Riyaset kadehinden içen kimse ubûdiyet ihlâsından çıkmıştır!´sözü de böyledir.

Havâriler ´Hangi amel hâlistir?´ diye sorduklarında Hz. İsa (a.s) şöyle cevap vermiştir: ´ALLAH için amel edip de ondan ötürü hiç kimsenin övgüsünü istemeyen kişinin ameli hâlis ameldir!´

Hz. İsa´nın bu sözü de riyanın terkine işarettir. Peki niçin sadece bunu söylemiştir? Çünkü bu, ihlâsı karıştıran sebeplerin en kuvvetlisidir.

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: ´İhlâs, ameli her türlü bulanıklıktan arındırmaktır´.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ameli insanlar için terketmek riya; onlar için yapmaksa şirktir. İhlâs ise, ALLAH´ın, kulu bu iki felâketten korumasıdır´.
´İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!´ denilmiştir.

İşte en kâmil söz budur. Bu husustaki sözler çoktur. Hakîkat anlaşıldıktan sonra çok nakil yapmakta da fayda yoktur. Şifa verici söz ise ancak evvelinin ve âhirînin efendisinin (s.a) sözüdür:

Hz. Peygamber, kendisine ihlâs´ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir:
´RABBİM ALLAH´tır´ demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Hz. Peygamber şunu kastetmiştir:
Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!

Hz. Peygamber´in bu sözü, ALLAH´tan başka herşeyi kesip atmaya işarettir ki bu da hakîki ihlâstır.

39) Adı Ebu Muhammed Rüveym b. İmam Ahmed Bağdâdî´dir. H. 303´de vefat etmiştir.
40) Adı Said b. İsmail Cebrî en-Nişaburî´dir. H. 268´de vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:24

İhlâs´ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri


İhlâs´ı karıştıran âfetlerin bir kısmı açık, bir kısmı ise gizlidir. Ancak bazıları, açık olmasına rağmen zayıf, bazıları da gizli olmasına rağmen kuvvetlidir. Gizlilik ve açıklıktaki derecelerin değişikliği ancak bir misal ile anlaşılır. İhlâs´ı karıştıran şeylerin en belirgini riyadır. Bu bakımdan riya ile ilgili bir misal verelim:

I. Derece
Namaz kılan kimse ibadetinde ne kadar muhlis olursa olsun, şeytan onun kalbine âfetini sokar. O namaz kılarken bir cemaat kendisine baktığında veya içeri herhangi bir kimse girdiğinde şeytan ona ´Namazını güzel kıl da burada bulunanlar sana vekar ve sülûk gözüyle baksınlar. Seni hafife alarak gıybetini yapmasınlar´ der. Böylece azaları huşûa kavuşup, hareketten kesilir ve kıldığı namazı elinden geldiği kadar güzelleştirmeye bakar. Bu durum müridlerle mübtediler için gizli değildir.

II. Derece
İkinci derece, müridin bu âfeti anlayıp ondan sakınmasıdır. Bu bakımdan bu hususta şeytana itaat ve iltifat etmez. Namazına eskisi gibi devam eder. Bu sefer şeytan hayır kisvesine bürünerek ona şöyle der: ´Sen öndersin! Herkesin gözü üzerindedir. Senin yaptığın örnek olur; halk sana uyar. Dolayısıyla eğer güzel yaparsan, onların amellerinin sevabı kadar sevap da sana yazılır. Eğer kötü yaparsan günah defterine geçer. Öyleyse bunların yanında amelini güzelleştir. Belki de huşû ve ibadetin güzelliği hususunda sana uyarlar´.
Şeytanın bu desisesi birincisinden daha engindir. Bazen birincisiyle kanmayan bununla kanar. Bu da riyanın ta kendisi olup ihlâsı iptal eder; zira bu kişi huşu ve ibadetin güzelliğini hayır olarak görüyorsa; bu hayri, niçin başkası için (cemaat içerisinde) terketmeye razı olmuyor da tek başına olduğu zaman terkediyor?

Bu kişinin yanında başkasının nefsinin, kendi öz nefsinden daha aziz olması mümkün değildir. Bundan dolayı da bu katıksız bir kandırmadır. Ancak ona uyan kimse nefsinde müstakim olmuş, kalbi nûrlanmış bir kimsedir; nûru başkasına aksetmiş olup bundan dolayı sevap vardır. Önderlik taslayan kimsenin hareketi ise katıksız nifak ve gururdur. Kendisine uyan sevap sahibi olduğu halde kendisi bu kanışından dolayı sorumludur ve esası olmayan bir vasıf ortaya koyduğundan dolayı ceza görecektir.

III. Derece
Üçüncü derece, bir önceki dereceden daha ince olup kulun bu hususta nefsini denemesi ve şeytanın hilesine karşı uyanık olmasıdır. Tek başına bulunduğu sıradaki durumu ile cemaat içerisindeki durumu arasındaki değişikliğin riyanın su katılmamış cinsinden, ihlâsın ise tek başına kıldığı namazının cemaat içerisindeki namazıyla aynı olması demek olduğunu bilmesidir. Böylece âdeti olmadığı halde halkın görmesi için huşûa bürünme hususunda hem kendi nefsinden, hem de rabbinden utanır Bubakımdan böyle bir kimse tek başına kılarken, namazını, nefsine yönelip cemaat içerisinde kılıyormuş gibi güzelce edâ eder. Cemaat içerisinde de tıpkı bu şekilde namaz kılar. İşte bu derece de engin riyadandır; zira tek başına kılarken namazını güzelce eda etmesi, cemaat içerisinde güzel namaz kılmayı âdet edinmek içidir. Bu durumda, ikisi arasında hiçbir fark yapmamış olur. O halde, tek başına olduğunda da, cemaat içerisinde de bu kimsenin iltifatı in-sanlaradır. İhlâslı olması ise, namazını hayvanların görmesi ile insanların görmesi arasında fark görmemesidir.

Bu kimsenin nefsi, halk arasında âdâbına riayet etmeksizin namaz kılmaya razı değildir. Diğer taraftan bunu riyakâr bir şekilde yapma hususunda da nefsinden utanmaktadır ve bu sıfatın, tek başına kıldığı namaz ile cemaat arasındaki namazının aynı olmasıyla ortadan kalkacağını zanneder. Oysa durum böyle değildir; çünkü bu riya sıfatının kalkması, ancak, tenhada ve cemaat içinde cansızlara iltifat etmediği gibi, insanlara da iltifat etmeyişine bağlıdır. Oysa yukarıda bahsi geçen zorlama ise, tenhada da cemaat içerisinde de himmeti halk ile meşgul olan kimseden çıkmıştır. Bu da şeytanın gizli hilelerindendir.

IV. Derece
Dördüncü derece ki daha ince ve daha gizlidir namazda olduğu sırada insanların kendisine bakmasıdır. Bu durumda şeytan ´Halk için huşûa bürün´ diyemez; zira kişi bunun hile olduğunu bilmektedir. Bu bakımdan şeytan ona ´ALLAH´ın azamet ve celâlini düşün! Düşün ki sen kimsin ve kimin huzurunda bulunuyorsun? Kalbin kendisinden gafil olduğu halde ALLAH´ın ona bakmasından utan!´ der.

Şeytanın bu sözleri ile kalbi huzura erer, azaları huşûa bürünür ve kişi bunun, ihlâsın ta kendisi olduğunu zanneder. Oysa bu, hile ve aldanışın ta kendisidir; zira kişinin huşûa bürünmesi, ALLAH´ın celâline bakmasından ileri gelseydi, bu durum yalnızca cemaat içerisinde kıldığı namazlar için geçerli olmayıp tek başına kıldığı namazlar için de geçerli olurdu. Bu âfetten emin olmanın alâmeti, kişinin, tek başına olduğunda bu düşünceye sahip ol-masıdır. Cemaat içerisinde olduğu gibi tek başına bulunduğunda da namazlarını bu şekilde eda etmeye alışmıştır. Bu düşüncenin oluşmasında başka şeyler rol oynamaz; tıpkı hayvanın hazır bulunmasının bu düşüncenin oluşmasından etkili olmadığı gibi...

Bu şekilde hallerinde insan ile hayvanın görmesi arasında fark bu-lunmayan kişi İhlâsın duruluğundan hariç sayılır. Bu kişinin içi riyanın gizli şirkiyle kirlidir. Bu şirk âdemoğlunun kalbinde kapkara bir karıncanın kapkara bir gecede kapkara bir taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur.41

Şeytandan, ancak ince düşünceli, ALLAH´ın koruması, tevfik ve hidayetiyle saadete eren kimseler kurtulur. Aksi takdirde şeytan, ALLAH´ın ibadetine yönelenlerin yakasını bırakmaz. Bir an bile yoktur ki onları, hareketlerinin her birinde riyaya zorlamasın. Hatta gözlerine çektikleri sürmede, bıyıklarının kırpılmasında, cuma günü sürülen kokuda, giyilen elbisede bile yakalarını bırakmaz; zira bunlar muayyen vakitlerde yapılan belirli sünnetlerdir. Nefsin bu sünnetlerde de gizli bir payı vardır; çünkü halkın bakışı bunlara bağlıdır. Tabiat bunlara ünsiyet verir. Bu bakımdan şeytan kişiyi bunu yapmaya teşvik ederek ´Bunlar terkedilmesi uygun olmayan sünnetlerdir!´ der.

Kalbin bu sünnetlere karşı gizlice kabarması, o gizli şehvetten ötürüdür veya öyle bir şekilde karışıktır ki bıından dolayı ihlâs hududunu aşar. Kişi bu âfetlerden bütün gün sağlam kalmadıkça hâlis değildir. Bilakis mâmur, nazif, imareti güzel bir camide itikâfa giren kimsenin tabiatı bu camiye alışır. Bu bakımdan şeytan onu burada itikâfa girmeye teşvik eder; ona itikâfın faziletlerini sayar. Bazen de gizli muharriğin onu camiin güzel suretine alıştırmasıdır. Tabiatının onunla ferahlık hissetmesidir. Bu da iki camiden birinin veya iki yerden birine, diğerinden daha güzel olduğu için meyletmesiyle anlaşılır.

Bütün bunlar tabiatın karışıklıklarıyla ve nefsin bulanıklıklarıyla karışmaktır ve İhlâsın hakîkatini iptal edici şeylerdir. Hayatıma yemin ederim ki hâlis altına karışan nikelin de değişik dereceleri vardır. Bir kısmı altına galebe eder. Bir kısmıysa altından daha azdır; fakat kolayca farkedilir. Bir kısmı da vardır ki ancak basiret sahibi sarraflar tarafından anlaşılabilecek şekilde incedir. Kalbin hilesi, şeytanın desisesi, nefsin habaseti ise bundan daha engin ve daha incedir.

´Âlimin iki rek´at namazı, bir cahilin bir senelik ibadetinden daha üstündür!´ denilmiştir.
Burada amellerin âfetlerinin inceliklerini basiretiyle sezen âlim kastedilmektedir ki bu sayede kurtulabilsin; zira cahil ibadetlerin zâhirine bakıp onunla aldanır. Tıpkı köylünün karışık altının kırmızılık ve yuvarlaklığına bakıp da aldanması gibi... Oysa o altın karışıktır. Tam ayarlı altının bir kırat´ı ki basiret sahibi sarraf onu tercih eder ahmak cahilin tercih ettiği tam bir altından daha hayırlıdır. İşte ibadetlerle ilgili şeyler de böyle değişir. Hatta daha şiddetli, daha korkunçtur. Çeşitli amellere karışan âfetlerin giriş yerlerinin kontrol altına alınması ve sayılması mümkün değildir. Bu bakımdan misal olarak söylediklerimizle yetinilmelidir. Zeki kimse, azdan çoğu anlayabilir. Ahmak kimseye ise ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu bakımdan tafsilatın hiçbir faydası yoktur.

41) Hz. Ebubekir´in, Hz. Âişe´nin, İbn Abbas´ın ve Ebu Hüreyre´nin hadîsle-rinden değişik ibareler ve fazlalıklarla rivayet edilmiştir. Kitab´u1-İlim´de de geçmişti.



Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:26

Murakebe Muhasebe Konusuna Giriş


Her nefsi yaptığıyla, her azayı işlediğiyle murâkabe eden, kalplerin gizli köşelerinde vâki olan hâdiselere muttali olan, kullarının kalbinde kıpırdananı hesaba çeken ALLAH´a hamdolsun!

O ALLAH ki O´nun ilminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve göklerde olan zerre miktarı birşey kaybolmaz. O ALLAH ki gizli de olsa, işlerin çoğundan ve azından, açığından ve gizlisinden kulunu hesaba çeker.

O ALLAH ki ne kadar küçük olarsa olsun kullarının ibadetlerini kabul etmekle onlara lütûfta bulunur. O ALLAH ki ne kadar çok olursa olsun kullarının günahlarını affetmekle onlara ikramda bulunur. Her nefis hazır ettiğini bilsin, daha önce ve sonra gönderdiğini görsün diye kullarını hesaba çeker.

Dolayısıyla nefis dünyada murâkabe ve muhasebeye yapışmasaydı kıyamet arasatında şakî olup helâk olacağını anlar. Mücâhede, muhasebe ve murâkabeden sonra, eğer ALLAH; az sermayesini kabul etmek lütfunda bulunmasaydı, muhakkak mahrum olup zarar ederdi.

Nitekim bütün kulları kapsayan, rahmeti dünya ve ahirette bütün mahlukları içerisine alan ALLAH ortaktan münezzehtir. Bu bakımdan O´nun fazlının nefhalarıyla kalpler imanı kabul etmek için genişlediler. Tevfîkinin bereketiyle azalar, ibadetlerle bağlanıp edeplendiler. Güzel hidayetiyle kalplerden cehaletin karanlıkları sökülüp atıldı. O´nun yardımıyla şeytanın hileleri kesildi. O´nun inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi günahların kefesine galip geldi. O´nun kolaylaştırmasıyla ibadetlerin kolaylaşan kısımları kolaylaştılar. Bu bakımdan vermek, mükâfat, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd ve şakî yapmak O´ndan gelir.

Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed´in, sâfîlerin efendileri olan âlinin, muttakîlerin önderleri olan ashabının üzerine olsun!
ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Yapılan amel bir hardal danesi kadar da olsa onu getirir (tartıya koyarız). Hesap gören olarak biz kâfiyiz.!(Enbiya/47)

Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak ´Eyvah bize! Bu kitaba ne oluyor (günahlarımızdan) küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış!´ derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49)

Birgün ALLAH onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verir. ALLAH saymış, onlar ise bunu unutmuşlardır. ALLAH herşeye şahiddir.(Mücadele/6)

O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsin. Artık kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür.(Zilzal/6-8)

Sonra herkese kazandığı tamamen verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.
(Bakara/281)

O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de... O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. ALLAH sizi kendisinden sakındırıyor.(Âlu İmran/30)

Biliniz ki ALLAH, içinizden geçeni bilir! O´ndan sakının ve bilin ki ALLAH çok bağışlayıcıdır!(Bakara/235)

Basiret sahipleri ALLAH Teâlâ´nın kendilerini murâkabe ettiğini ve gelecekte hesaba çekeceğini anladılar. Kalplerine gelen vesveselerin ve düşüncelerin zerresinden dahi hesaba çekileceklerdir. Bu tehlikelerden ancak nefsi muhasebe etmeye devam etmekle ve doğru murâkabeyle kurtulabileceklerini kesin olarak anladılar. Nefsi nefesler ve hareketlerde sorguya çekmek, düşünce ve fikirlerde muhasebe etmekle kurtulurlar. Bu bakımdan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekenin kıyamette hesabı hafifler. Soru sorulacağı gün cevabı hazır olur. Dönüş yeri güzel olur. Kim nefsini hesaba çekmezse onun hasret çekmesi devam eder. Arasat´ta beklemeleri oldukça uzar. Günahları onu mahrumiyet ile öfkeye sürükler.

Bu, basiret sahiplerine keşfolunduğunda bildiler ki onları bu durumdan ancak ALLAH´a ibadet etmek kurtarır. ALLAH onlara sabır ve nöbet bekleme emrini verdi.
Ey iman edenler!Sabredin,direnin.Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve ALLAH´tan korkun ki felâh bulasınız.(Âlu İmran/200)

Bu bakımdan basiret sahipleri nefislerini önce muâşeret (şartlaşma) sonra murâkabe (gözetmek), sonra muhâsebe (hesaba çekmek), sonra muâkabe (cezalandırma), sonra mücâhede ve sonra muâtebe (kınamak) ile nöbetleşmeye zorladılar. Onlar için murâbete altı makam oldu. Bu makamları izah etmek, hakikatini, faziletini ve oradaki amellerin tafsilatını beyan etmek gerekir. Muhasebenin de esasını belirtmek lâzımdır. Fakat her muhasebe bir şart ve murâkabeden sonradır. Zarardan hemen sonra muâtebe ve murâkabe gelir. Bu bakımdan biz bu makamların izahını yapalım. Tevfîk ancak ALLAH´tandır!

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:27

Murâbete´nin Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması


En şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle rabbinin ibadetine çekmekle, şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden alıkoymakla memursun.

Eğer onu başıboş bırakırsan, serkeşlik ve saldırganlık yapar. Artık onu bir türlü mağlup edemezsin. Eğer kınamak, ceza vermek, uzaklaştırmak ve kınamak suretiyle onun yakasına yapışırsan, bu takdirde nefsin, ALLAH Teâlâ´nın kendisiyle kasem ettiği nefs-i levvâme olur. Ümit ederim ki ALLAH´ın nimetinden razı ve ALLAH´ı hoşnut eden kullarının zümresine dahil olmaya seni davet eden nefs-i mutmainne olur. Bu bakımdan hiçbir an ona hatırlatmaktan ve onu kınamaktan gafil olma! Nefsine etmekle meşgul olmadan önce başkasına nasihat etmekle meşgul olma!

ALLAH Teâlâ Hz. İsa´ya (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Meryem´in oğlu! Nefsine nasihat et! Eğer nefsin kabul ederse halka nasihat et. Aksi takdirde benden utan!´
Ama yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak mü´minlere fayda verir.(Zâriyat/55)

Senin yapman gereken şey nefse yönelip nefsin yanında cahilliğini tesbit etmektir ve nefsin, zeki oluşuyla ve hidayette bulunuşuyla mağrurlaşıp, burnunun büyüdüğünü iyi bil! Ne zaman onu ahmaklığa nisbet edersen, ona şöyle demelisin: ´Senin cehaletin ne kadar da büyük! Sen hikmet ve zekâ iddia ediyorsun! Oysa insanların en ahmağısın. Sen önündeki cennet ve cehennemi bilmiyor musun? Yakında onların birine gideceğini anlamıyor musun? O halde neden seviniyor, gülüyor, tepiniyorsun? Oysa sen bu büyük olay için aranmaktasın. Belki bugün, belki yarın götürüleceksin. Ey nefis! Seni görüyorum ki ölümü uzak sanıyorsun. Oysa ALLAH onu yakın görüyor. Bilmez misin her gelecek yakındır. Uzak olan şey, gelmeyecek şeydir. Bilmez misin ölüm, herhangi bir elçi göndermeksizin aniden gelir.

Arada herhangi bir sözleşme olmadan konar. O bir durumda gelir de başka bir durumda gelmez değildir. O kışta gelip yazda gelmez, yazda gelip kışta gelmez, gece gelip gündüz gelmez, gündüz gelip gece gelmez değildir. O, çocukluk devrinde gelmez de gençlik devrinde gelir veya çocukluk devrinde gelir de gençlik devrinde gelmez değildir. Aksine her nefeste, ansızın, ölümün gelmesi mümkündür. Eğer ansızın ölüm gelmezse ansızın hastalık gelir. Sonra ölüme sirayet eder. Öyleyse her yakından sana daha yakın olan ölüme neden hazırlanmıyorsun? ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini düşünmez misin?

İnsanların hesap vakti yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka eğlenerek dinlerler. Kalpleri eğlencededir.(Enbiya/1-3)

Ey nefis! Eğer ALLAH´ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen senin küfrün ne kadar da büyüktür. Eğer ALLAH´ın senin yaptıklarına muttali olduğunu bildiğin halde isyana dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli, ne kadar da utanmazsın. Ey nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri, hoşuna gitmeyen bir hareketle karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini düşün! O halde ALLAH´ın gazabına, şiddetli cezasına hangi cesaretle kendini maruz bırakıyorsun? Sen O´nun azabının altından kalkabileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Nerede!Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni ALLAH´ın azabının şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında kendini hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana belirmiş olsun! Yoksa sen ALLAH´ın kerem ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O halde önemli işlerinde neden ALLAH´ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın seni sıkıştırdığında neden onu defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu ALLAH´ın keremine havale etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile elde edilen dünya işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden çarelere başvurarak onu yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu hususta ALLAH´ın keremine güvenmiyorsun ki ALLAH seni herhangi bir hazineye muttali veya kullarından birini sana musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman olmaksızın senin ihtiyacını sana alıp getirsin? Acaba ALLAH´ın dünya hususunda değil de sadece ahiret hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa ALLAH´ın kanun-u ilâhîsi olduğunu ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine biliyorsun ki ahiret ve dünyanın sahibi birdir. İnsanoğlu için ancak ne yapmışsa o vardır.

Ey nefis! Senin münafıklığın ne acaiptir? Bâtıl davaların ne hayret verici! Sen dilinle imân ettiğini iddia ediyorsun. Oysa münafıklığın eseri senin üzerinde görünmektedir. Efendin sana şöyle dememiş midir?
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı ALLAH´a ait olmasın!(Hûd/6)

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39)

İşte görüldüğü gibi ALLAH, sadece dünya işi için sana kefil olmuş, seni o hususta zayi olmaktan kurtarmıştır. Oysa sen fiillerinle O´nu yalanladın. Kendinden geçmiş sarhoşun dalışı gibi dünyanın talebine dalmış bir vaziyette sabahladın. Dünya ve ahiret işini senin çalışmana tevkil ettiği halde hakir sayan, mağrur olan bir kimse gibi ahiretten yüz çevirdin. Bu imanın alametlerinden değildir. Eğer iman dil ile olsaydı, o halde münafıklar neden ateşin en alçak tabakasında olacaklardır?

Ey nefis! Sanki sen hesap gününe iman etmiyorsun. Öldüğünde kurtulacağını zannediyorsun. Heyhat! (Kurtuluş nerede!) Başıboş bırakılacağını mı sanıyorsun?

Sen, dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı? Sonra ALLAH Teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle getirdi. Böyle yapan ALLAH ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin kalbinde bu inanç saklı ise sen ne acaip bir kâfir ve ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni hangi maddeden yaratmıştır?
Seni bir nutfeden yarattı. Sonra çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra seni öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba ´Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir´ sözünde O´nu yalanlıyor musun? Eğer O´nu yalanlayıcı değilsen neden sakınmıyorsun? Oysa bir yahudi doktor sana en lezzetli yemek hakkında ´Hastalık halinde bu sana zararlıdır´ dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek hususunda nefsinle cedelleşirsin. Acaba mu´cizelerle takviye edilen peygamberlerin ve ALLAH Teâlâ´nın peygamberlere indirmiş olduğu kitablardaki sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve zandan haber veren eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)?
Hayret edilecek şeydir? Eğer bir çocuk sana ´Elbisenin içinde akrep vardır!´ dese, çocuktan delil istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın.

Acaba peygamberlerin, âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, sühefa sınıfından sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya cehennemin harareti, bukağı ve kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini, zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır? Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta hâlin, akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin du-rumuna gülerler, aklınla alay ederler.

Ey nefis! Eğer sen bütün bunları bilmiş ve iman etmişsen, o halde neden ameli geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet vermeksizin ölümün seni yakalaması mümkündür. Ecelin gecikeceğinden nasıl emin oldun? Sana yüz senelik bir mühlet verilse bile, zanneder misin ki gediğin en derininde bineğine yediren bir kimse o binekle felaha kavuşur, o gediği geçebilir. Eğer böyle zannedersen, cehaletin ne kadar da büyüktür!
Eğer bir kişi, gurbet diyarında, fıkıh öğrenmek için sefere çıksa, senelerce orada boş dursa bu kişi memleketine dönüşünde, kendini fıkıhla donatılmış sayabilir mi? Böyle bir kimse kısa zamanda fakîh olunur düşüncesinde olsa veya fakîhlerin mertebelerinin fıkıh okumaksızın sadece ALLAH´ın keremine yaslanmak suretiyle kazanıldığını sansa, onun aklına gülmez misin?

Sonra ömrün sonunda hummalı çalışmanın fayda verdiğini ve insanı yüce derecelere ulaştırdığını düşün! Böyle olsa bile içinde bulunduğun günün, senin ömrünün sonu olması mümkündür. O halde neden bugün de ibadetlerle meşgul olmuyorsun? Eğer ALLAH Teâlâ sana mühlet vermezse, acaba o ecelin acelece gelmesine ne mâni olabilir? Veya seni ibadeti geciktirmeye teşvik eden ne olabilir? Bunun sebebi; şehvetlerine muhalefet etmek zor ve meşakkatli olduğu için acizlik göstermenden başka ne olabilir? Acaba bir gün mü bekliyorsun ki o gün gelsin de o günde şehvetlere muhalefet senin için zor olmasın? Böyle bir günü, ALLAH Teâlâ yaratmamış ve yaratmayacaktır. Bu bakımdan cennet hiçbir zaman zorluklarla çevrili olmaktan kurtulmaz. Zorluklar da hiçbir zaman nefislere hafif gelmez. Bu, varlığı muhal birşeydir.

Düşünmez misin, ne zamana kadar nefsine va´dedip ona ´Yarın yarın´ diyeceksin? Oysa ´Yarın´ geldi ve ´Bugün´ oldu. Öyleyse onu nasıl gördün? Bilmez misin o ´Yarın´ gelip ´Bugün´ olmuştur. Onun için ´Dün´ün hükmü vardır. Hayır! Sen bugün ondan acizsin. Öyleyse ´Yarın´ ondan daha da aciz olursun; zira şehvet kökleşmiş bir ağaç gibidir. Öyle ağaç ki kul onu kaldırmakla görevlendirilmiştir. Kul onun kaldırılmasından aciz olup onu tehir edince, tıpkı genç ve kuvvetli olduğu halde bir ağacın sökülmesinden aciz olup onu başka bir seneye tehir eden bir kimse gibi olur. Oysa bu kimse biliyor ki zamanın uzaması ağaca kuvvet ve kök salma imkânını verir. Sökmekle görevli bulunan kimseyi de zaman güçten düşürür. Bu bakımdan gençlik zamanında güç yetirilmeyen bir şeye ihtiyarlık zamanında hiçbir zaman güç yetirilemez. İhtiyarlığın tâlimi meşakkattandır. Kurt´u edeplendirmek de azap çekmektir. Yaş ağaç eğilmeyi kabul eder. Kuruyup, üzerinden seneler geçtiğinde eğilmeyi kabul etmez.

Ey nefis! Sen bu açık şeyleri anlamıyorsan, ameli geciktirmeye meylediyorsan o halde, hikmeti iddia etmek senin neyine gerek? Senin bu ahmaklığından daha fazla bir ahmaklık var mıdır? Umulur ki sen şöyle diyorsun: ´Beni müstakim olmaktan, ancak, şehvetlerin lezzetine karşı olan harisliğim, elem ve meşakkatlara karşı olan sabırsızlığım menediyor!´

Bu takdirde ahmaklığın pek şiddetlidir. Mazeretin pek çirkindir. Eğer sen bu hususta doğru isen, daima saf ve temiz şeylerle nimetlenmeyi ara! Bu da ancak cennette elde edilir. Eğer yemek istersen, bunu muhalefet ederek yap; zira nice yemek vardır ki birçok şeyleri meneder. Acaba doktor hastaya sıhhat bulması ve hayatı boyunca rahatça içmesi için üç gün soğuk suyu terketmesini söylese ve kendisine ´Eğer soğuk su içersen müzmin hastalığa tutulacak ve ömür boyu soğuk su içemeyeceksin´ dese, böyle bir hastanın durumu hakkında senin hükmün nedir? Bu durumda aklın gereği ne olmalıdır? O kesinlikle hayat boyunca soğuk sudan istifade etmek için üç gün sabır mı etmelidir, yoksa üç günlük muhalefetten korktuğundan dolayı hal-i hazırdaki isteğini mi yerine getirmelidir? Üç gün soğuk su içmenin elemi üçyüz gün veya üçyüz bin gün onun yakasını bırakmayacaktır!

Senin bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden daha azdır. İsteklere karşı sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet bakımından daha uzun, yoksa ateşin eleminin mi daha büyük ve daha uzun olduğunu keşke bilseydim!
Kim mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, ALLAH´ın azabının elemine karşı nasıl güç yetirecektir?

Ey nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın alıkoyduğunu görüyorum.

Gizli küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa gelince o da ALLAH´ın kerem ve affına güvenmektir. Buna rağmen ALLAH´ın azabına, istidracına ve senin ibadetinden müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek lok-masında veya bir tanede veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O´nun keremine yaslanmıyorsun. Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak istiyorsun. Bu cehaletle Hz. Peygamber tarafından verilen hamâkat (ahmaklık) hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum için çalışmıştır. Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, ALLAH´tan (amel etmeksizin) birtakım isteklerde bulunmuştur.

Ey nefis! Dünya hayatının seni aldatması uygun değildir. Şeytan seni kandırmasın. Nefsine dikkat et! Senin işin başkası için mühim değildir. Vakitlerini zayi etme! Nefesler sayılıdır. Senden bir nefes çıktıktan sonra senin bir kısmın gitmiş demektir. Hastalıktan önce sıhhatten ve meşguliyetten önce hoşluktan, fakirlikten önce zenginlikten, ihtiyarlıktan önce gençlikten, ölümden önce hayattan istifade et, ahirette kalacağın kadar ahirete hazırlan!

Ey nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor musun?
Kışta yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu hususta ALLAH´ın fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer ihtiyaçlar olmaksızın ALLAH´ın kışın soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa ALLAH buna kâdirdir.

Ey nefis! Cehennemin zemherîrinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîrinden kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu cübbe, ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve soğukluğu da ancak tevhid kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf edilir. ALLAH´ın keremi ancak kalenin yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale olmaksızın azabı senden defetmekte değildir. ALLAH Teâlâ´nın, kış soğuğunu defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o ateşle kışın soğuğunu nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından çıkarma yolunu göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına yaratanın değil, senin muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira bunları istirahatının sebebi olarak yaratmıştır.

Bu bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de ALLAH müstağnidir. O ibadetler senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar. Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. ALLAH âlemlerden müstağnidir.

Ey nefis! Cehaletinden vazgeç! Ahiretini dünyanla kıyas et! Sizin yaratılışınız ve ölümden sonraki dirilişiniz bir kişinin dirilişi gibidir. İlk yaratılışa nasıl başlanmışsa öylece ölümden sonra diriltilecek. ALLAH nasıl yoktan yaratmış ise, öylece ölümden sonra da diriltecek. ALLAH´ın kanun-u ilâhîsi budur. O kanun-u ilâhînin değiştiğini göremezsin!
Ey nefis! Görüyorum ki sen dünyaya ülfiyet vermiş, onunla dost olmuşsun. Ondan ayrılmak sana gayet zor gelir. Sen onun yakınlığına yönelmişsin. Nefsinde onun sevgisini perçinleştirmişsin. Sen ALLAH´ın ceza ve sevabından, kıyametin dehşet ve hallerinden gafilsin. Acaba seninle dostlarının arasını ayıracak ölüme inanmıyor musun? Bir sultanın evine, bir taraftan girip öbür taraftan çıkmak için giren, bakışını güzel bir yüze uzatan, bu yüzün sevgisinin kalbinin tamamını kaplayacağını, sonra o yüzden ayrılmaya mecbur edileceğini bilen bir kimse acaba akıllılardan mı veya ahmaklardan mı sayılır? Bilmez misin, dünya, sultanlar sultanının evidir: Dünyada senin için her ne varsa hepsi mecazdır. Dünyadaki herşey, dünyadan geçenlere ölümden sonra yâr olmaz.

Bu sırra binanen beşerin efendisi (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rûh´ul-Kuds benim kalbime şöyle ilham etti: İstediğini sev, elbette ondan ayrılacaksın! Dilediğini yap! Elbette onunla cezalandırılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Elbette öleceksin!´57

Ey nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu halde dünyaya ünsiyet yeren, ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur. Bilmediği halde öldürücü zehirden azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip yükselttiklerine, sonra harabe bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl ALLAH Teâlâ onların arazisini, memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç görmüyor musun?

Onların yemeyip nasıl topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina ettiklerini görmedin mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her biri göklere yükselen bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan bir mezardır. Acaba dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir tepetaklaklık var mıdır? Biri çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o dünyadan göçecektir. Ahiretini tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir.

Ey nefis! Bu ahmaklara, hamâkatlarında yardım etmeye utanmıyor musun? Farzet sen bütün bu durumları bilecek basiret sahibi değilsin, sadece tabiatınla başkasına uymaya meylediyorsun, o zaman peygamberlerin, âlim ve hakimlerin aklını, şu dünyaya dalanların aklıyla kıyas et! Bu iki gruptan, senin nezdinde hangisi daha akıllı görünürse, ona uy! Eğer sen nefsinde akıl ve zekaya inanan bir kimse isen...

Ey nefis! Senin durumun ne kadar da hayret vericidir. Cehaletin ne kadar da katı... Tuğyanın ne kadar da belirgin! Bu apaçık şeylere rağmen nasıl kör olduğuna hayret ediyorum! Ey nefis! Ümit edilir ki mertebe sevgisi seni sarhoş edip çıldırtmış ve bunları anlamaktan seni alıkoymuştur. Mertebenin mânâsının bazı insanların kalplerini sana meylettirmek olduğunu hiç düşünmüyor musun? Yeryüzündeki bütün insanların sana secde edip, itaat ettiğini farzedelim, elli sene sonra ne sen, ne de sana ibadet edip secde edenlerden yeryüzünde herhangi bir kimsenin kalmayacağını bilmiyor musun? Bir zaman gelecek, ne senin, ne de seni ananların nâm ve nişânları kalmayacaktır. Nitekim senden önceki sultanların başına bu durum gelmiştir.
Şimdi onlardan hiç birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/93)

Ey nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak birşey ile nasıl değiştirirsin? Eğer yeryüzünün sultanlarından biri isen, şark ve garp sana teslim olmuş, bütün insanların boyunları önünde eğilmiş ve sebepler senin için tanzim edilmişse durum böyledir! Nasıl böyle olur? Oysa gerilemen ve şekavetin mahallenin işini, hatta evinin işini bile sana teslim etmeye mâni olurlar!

Ey nefis! Eğer cehaletinden ve basiretinin körlüğünden ötürü ahiret için dünyayı terketmiyorsan bile, hiç olmazsa dünyadaki ortakların hasisliğinden uzak kalmak için neden dünyayı terketmiyorsun? Dünyayı, meşakkatinin çokluğundan, çabukça yok olmasından ötürü neden bırakmıyorsun? O dünyanın çoğu, senin elinde olmadıktan sonra sen neden onun azı hakkında zâhidlik yapmayasın? Sana ne olmuş ki dünya, hatta memleketin yahudi ve ateşperestlerden boş olmadığı halde hoşuna gidiyor? Oysa onlar senden daha fazla dünyanın fayda ve süsüne mazhar olmuşlardır. Bu bakımdan yuh o dünyaya ki bu hasisler onu senden daha önce edinirler. Sen ne kadar da cahilmişsin, senin himmetin ne kadar da düşük, görüşün ne kadar da eksik ve bozukmuş! Zira peygamberler ve sıddîklardan müteşekkil olan zümrenin içinde olup âlemlerin rabbinin komşuluğunda ebedî olarak kalmaktan yüz çevirdin. Bunu da az zaman cahil ahmakların sınıfından olup ayakkabılar safında olmak için yaptın! Sana yazıklar olsun! Çünkü hem dünyada, hem de dinde zarar ettin.

Ey nefis! Acele et! Helâk olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm yaklaştı. Ölümden sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin yerinde kim oruç tutacak? Ölümden sonra rabbini senden razı edecek kim var? Ey nefis! Senin için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan onlar senin sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan hayatında zayi etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin hakkında kusurlu sayılırsın. Geri kalan kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam ettiğinde acaba durum nasıl olur?

Ey nefis! Bilmez misin, ölüm sana va´dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak döşeğin, böcekler arkadaşındır. En büyük korku (kıyamet dehşeti) önündedir.

Ey nefis! Bilmez misin, ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar şiddetli yeminlerle yemin etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince yerlerinden kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek isteyeceklerini bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin ömrünün bir günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer güçleri yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve tembellikte zayi ediyorsun.

Ey nefis! Görünür tarafını halk için süslenip, gizlide de büyük günahlarla ALLAH´a karşı mübareze etmeye utanmıyor musun! Acaba insanlardan utanıyor da ALLAH´tan utanmıyor musun? Azap olasıca! ALLAH, senin katında, acaba seni görenlerin en kıymetsizi midir? Halka hayrı emredersin, kendin ise rezaletlerle dolusun. Kendin ALLAH´tan kaçtığın halde halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Kendin ALLAH´ı unuttuğun halde halka O´nu hatırlatıyorsun(!)

Ey nefis! Bilmez misin, günahkâr bir kimse insan pisliğinden de daha pistir. Bilmez misin, insan pisliği, başka pislikleri temizlemez. Sen kendi nefsinde temiz olmadığın halde nasıl başkasını temizlemeye çalışırsın?

Azap olasıca nefis! Eğer nefsini tam mânâsıyla tanımış olsaydın insanlara gelen belanın ancak senin uğursuzluğundan ötürü geldiğini düşünürdün.

Azap olasıca nefis! Kendi nefsini İblis´in merkebi yaptın. İblis seni istediği yere çekip götürüyor. Seninle istihza ediyor. Buna rağmen sen kendi amelini beğeniyorsun. Oysa onun içinde öyle âfetler vardır ki eğer başıboş onlardan kurtulursan kâr etmiş sayılırsın. Birçok hata ve günahlarına rağmen nasıl amelini beğeniyorsun? Oysa ALLAH Teâlâ İblis´i, bir hatadan ötürü ikiyüzbin sene (Âdem yaratılmadan önce) kendisine ibadet ettikten sonra dergâhından kovdu. Âdem ALLAH´ın peygamberi ve seçilmiş kulu olmasına rağmen ALLAH onu bir zelleden ötürü cennetten çıkardı.

Ey nefis! Sen ne kadar da aldanmışsın. Sen ne kadar da ahmaksın. Sen ne kadar da cahilsin. Seni günahlara, bu kadar cüretli kılan nedir?
Azap olasıca ey nefis! Ne zamana kadar söz verip pişman olacaksın?
Azap olasıca nefis! Ne zamana kadar va´dedip hile yapacaksın!
Azap olasıca nefis! Bütün bu hatalarla beraber sen dünyanın imarı ile mi meşgul oluyorsun!

Sanki dünyadan göç etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar topladılar, sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların cemiyetleri dağıldı, evleri mezar, emelleri aldanış oldu.

Azap olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor musun? Onların ahirete gittiğini, kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere düştüğünden beri ömrünü yıkmaya çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak ki yerin altı yakın bir zamanda senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza dayandığı zaman ve rabbinin elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap ile sana geldiklerinde korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda verir mi? Üzülmek senden kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir mi? Hayret! Kocaman bir hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve zeki olduğunu iddia ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının artmasıyla seviniyor, ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal, eksilen bir ömür fayda vermez! Azap olasıca ey nefis! Ahiret sana yöneldiği halde ahiretten yüz çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona yöneliyorsun. Nice bir günü istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice yarını ümit eden kimse vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve komşularında müşahede edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde cehaletinden dönmüyorsun!

Ey miskin nefis! Öyle bir günden kork ki ALLAH o günde nefsine yemin etmiş ki dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca bırakmayacaktır. O amelin incesinden, giz-lisinden, açığından soracaktır.

Ey nefis! Hangi bedenle ALLAH´ın huzurunda duracak, hangi dille ona cevap vereceksin? ALLAH´ın sualine cevabı hazırla! Cevap için de doğruluğu! Hayatının geri kalmış kısmında kısa günlerde uzun günler için, zeval evinde ikamet evi için, üzüntü evinde nimet ve ebediyet evi için amel et! Amel edemeyeceğin gün gelmeden önce amel et! Kendi isteğinle hür kimselerin çıkışı gibi, dünyadan zorla çıkarılmadan önce çık! Senin eline gelen dünya çiçekleriyle sevinme! Nice sevinen vardır ki zarar eder. Nice zarar eden vardır ki sezmez.

Bu bakımdan onun için azap olduğu halde bunu sezmeyip, gülüp oynayan, sevinip zıplayan, yeyip içen kimseye azap olsun! Oysa ALLAH´ın kitabında onun cehennemin yakıtından olacağı hükme bağlanmıştır. Öyleyse ey nefis, dünyaya ibret nazarıyla bak. Dünya için çalışman mecburî, dünyayı terkedişin ihtiyarî, ahireti araman acele olsun! Sen kendisine verilen nimetin şükründen aciz olan kimselerden olma! Bütün bunlara rağmen bu kimse, ha-yatının geri kalan kısmında hâlâ fazla şeyler ister. Kendisi sakınmadığı halde halkı sakındırır!

Ey nefis bil ki dinin bedeli yoktur. İmanın bedeli ve bedenin halefi bulunmaz. Kimin bineği gece ve gündüz olursa, o gitmese de onu götürürler.

Ey nefis! Bu nasihattan ibret al, bu nasihati kabul et; zira nasihattan yüz çeviren muhakkak ateşe razı olmuştur. Oysa ateşe razı olacağını sanmıyorum ve bu nasihati dinlediğini de zannetmiyorum. Eğer kalbinin katılığı bu nasihati dinlemekten seni menediyorsa kalbinin katılığı için teheccüd namazına devam ve gece ibadetine kalkmaktan yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa oruca devam etmekle yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa az konuşmaktan yardım talep et! Eğer bununla da gitmezse, sılayı rahim yapmakla ve yetimlere lütûfta bulunmakla, eğer bununla da ortadan kalkmazsa, bil ki ALLAH Teâlâ senin kalbini mühürlemiş, ona kilit vurmuştur. Günahların karanlığı kalbinin zâhir ve bâtını üzerinde birikmiştir. O halde, nefsini ateşe hazırla; zira ALLAH Teâlâ, cenneti ve cennete lâyık olanları, cehennemi ve cehenneme lâyık olanları yarattı. Öyleyse herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmak ona kolaylaştırılır. Eğer sende nasihat dinlemek için bir mecâl kalmazsa, nefsinden ümitsiz ol! Oysa ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak büyük bir günahtır. Ümitsizliğin şerrinden ALLAH´a sığınırız. Hayır yolları önüne kapanınca ümide giden yol da ümitsizliğe giden yol da senin için yoktur; zira böyle bir yol aldanıştır.

Ey nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp üzülmediğine dikkat et! Veya gözünün bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer müsamaha ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki sende ümidin yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat iste! Ekrem´ül-ekremîn´e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet etmekten usanma. Umulur ki ALLAH, senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir. Muhakkak ki senin musibetin oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır. Kurtuluş imkânları elinden kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin için ne yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak yoktur. Ancak ALLAH´a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle mevlâya sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder. Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder.

Sen ise ey nefis! Bugün O´na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış, çıkar noktaları kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende (müsbet bir) tesir göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden istenilen ise kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat sahibidir. Rahmeti geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır.

ALLAH´a şöyle yalvar: Ey erham´ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm, Ey Halîm, ey Azîm, ey Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki hiç günahtan vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası miskinliğin ve yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun makamıdır. O halde, beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini bana göster. Mağfiretinin serinliğini bana tattır. Ey Erham´ur-Râhimîn! İsmetinin kuvvetini bana rızık olarak ver!Bu sözlerini (ey nefis), baban Âdem´e uyarak söyle!

Vehb b. Münebbih şöyle diyor: ALLAH Teâlâ Âdem´i (a.s) cennetten yere indirdiğinde Âdem´in (a.s) gözyaşları durmadan aktı. Yedinci gününde ALLAH Teâlâ, Âdem´e baktığında onu mahzun, üzüntülü, gamlı, başı önüne eğik bir vaziyette buldu. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Âdem! Sende gördüğüm yorgunluk nedir?´ Âdem dedi ki: ´Yârab! Benim musibetim oldukça büyüdü! Günahım (zellem) beni kapladı. RABBİMin melekûtundan atıldım. Kerametten sonra zillet evine, saadetten sonra şekavet ve rahattan sonra yorgunluk evine vardım. Afiyetten sonra bela, istikrardan sonra zeval, ebediyet ve bekâdan sonra ölüm ve fenâ evine vardım. Bu durumda nasıl ağlamayayım?´

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle dedi: ´Ey Âdem! Ben seni nefsim için seçmedim mi? Seni evime yerleştirip seni kerametimle tahsis etmedim mil Öfkeden sakındırmadım mı? Seni kudret elimle yapmadım mı? Kudretten olan ruhumdan sana üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Sen, bütün bunlara rağmen emrime isyan ederek ahdimi unuttun, kendini benim öfkeme maruz bıraktın! İzzet ve celâlime yemin olsun eğer sen yeryüzünü, hepsi senin gibi bana ibadet edip tesbihde bulunan kişilerle doldursan, sonra onlar bana isyan etseler, muhakkak ki onları günahkârların konaklarına in-diririm´. Bunun üzerine Âdem (a.s) üçyüz sene ağladı!

Ubeydullah el-Becelî58 çokça ağlardı. Ağlamasında bütün gece boyunca şöyle diyordu: ´Ey RABBİM! Ben o kimseyim ki ömrüm uzadıkça günahım artar. Ben o kimseyim ki bir hatayı ne kadar terketmeyi istesem başka bir şehvet önüme çıkar! Ubeydullah´ın vay haline! Bir günah daha çürümeden o günahın sahibi başka bir günahın peşinde! Eğer ateş benim için sığınak ve istirahat yeri ise Ubeydullah´ın vay haline! Eğer cehennem tokmakları benim başım için hazırlanıyorsa Ubeydullah´ın vay haline! Talihlerin ihtiyaçları verildi. Oysa senin ihtiyacın verilmemiştir´.

Mansur b. Ammar şöyle anlatıyor: Bazı gecelerde Kûfe´de, bir âbidi dinledim. Rabbine münâcât ederek şöyle diyordu: ´Ey RABBİM! Senin izzetine yemin ederim. Günah işlemek sana karşı gelmeyi istemedim. Makamını bilmediğim, cezana kendimi maruz bıraktığım, bakışını hafife aldığım halde sana isyan etmedim. Fakat nefsim beni aldattı. Şekavetim de bu hususta aleyhimde ona yardımcı oldu. Benim üzerime sarkıtılan perden beni aldattı. İşte dolayısıyla cehaletimle sana isyan, fiilimle sana muhalefette bulundum. Şu anda senin azabından beni kim kurtaracak? Veya sen, sarkıtmış olduğun ipi benden kesersen kimin ipine sarılayım? Yarın senin huzurunda durmaktan vay benim rezaletime! O zaman ki yükleri hafif olanlara ´Geçiniz!´ yükleri ağır olanlara da ´Yüklerinizi koyunuz´ denir. Ancak yükleri hafif olanlarla beraber geçecek miyim, yoksa yükleri ağır olanlarla beraber yükümü bırakacak mıyım bilmiyorum! Senelerim ilerledikçe günahım çoğalır! Ömrüm uzadıkça masiyetlerim çoğalır! Ne zaman tevbe edecek, ne zaman dönüş yapacağım? Yaklaşmadı ki RABBİMden utanayım!´

İşte bunlar selefin mevlâlarıyla yapmış oldukları münacâtlardaki yolları ve nefislerini cezaya vermekteki mesnedleridir.
Onların münacâttan gayeleri rablerini razı etmektir. Nefislerine ceza vermekteki maksatları onu uyarmak ve gözetmektir. Bu bakımdan kim nefsini kınamayı ve rabbiyle münacât etmeyi terkederse, nefsini gözetmiş olmadığı gibi, ALLAH da ondan razı olmaz! Vesselâm!

Muhâsebe ve Murâkabe Kitabı burada tamamlanmış bulunuyor. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Tefekkür Kitabı takip edecektir. Hamd ALLAH´a mahsustur. Selâm Efendimiz Muhammed´in, onun âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et!

57) Şirazî
58) Becle´ye mensubdur. Bazı nüshalarda Nehlî´dir.

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:33

Murâbete´nin Birinci Makamı Olan Müşârete


Tüccarların hesap tutmaları, kârın selâmeti içindir. Tüccar ortağından yardım talep eder, ona sermayesini teslim ettikten sonra onunla hesaba oturur. İşte tıpkı bunlar gibi akıl da ahiret yolunda tüccar gibidir. Onun maksadı ve kârı nefsin rezaletten arınmasıdır. Çünkü onun kurtuluşu ancak nefsin arınmasına bağlıdır.
Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır.(Şems/9-10)

Nefsin kurtuluşu ancak salih amellerle mümkündür. Bu ticaret hususunda akıl, nefisten yardım talep eder; zira nefsi, nefsin temizlenmesi hususunda kullanır. Tıpkı tüccarın ortağından ve malında ticaret hizmetkârından yardım talep etmesi ve ortağından, hesap sorması gibi...

Öyle ise önce ortakla anlaşması, sonra da gerektiğinde hesap sorması gerekir. Akıl da bunun gibi, önce nefisle anlaşma yapar, nefse yapması gerekenleri bildirir. Onu kurtuluş yollarına irşad edip o yollarda gitmesi için ona kesin emir verir. Sonra bir an bile onu murâkabe etmekten gafil olmaz; zira eğer nefsi ihmal ederse, nefisten ancak hainlik ve iflas görür. Tıpkı hain bir kölenin fırsat bulduğunda ve tek başına malı yönettiğinde yaptığı gibi... Muamele bittikten sonra, daha önce ileri sürdüğü şarta göre hareket etmeyi nefisten istemeli ve bu yönde nefsi hesaba çekmelidir; zira bu öyle bir ticarettir ki kârı; peygamberler (a.s) ve şehidlerle beraber en yüce cennet olan sidret´ül münteha denilen makama varmaktır.

Bu bakımdan bu hususta nefisle inceden inceye hesap yapmak, ticaretteki hassasiyet ve incelikten daha çok ihtimamı gerektirir. Oysa dünya kârları, ahiret nimetine nisbetle hiç denilecek kadar azdır. Sonra dünya nasıl olursa olsun neticesi yokluktur. Devam etmeyen bir hayırda hayır yoktur. Hatta devam etmeyen bir şer, devam etmeyen bir hayırdan daha hayırlıdır; zira devam etmeyen şer kesildiğinde, onun kesilişinden ötürü bir sevinç olur. Devam etmeyen hayır kesildiğinde ise üzüntü kalır.

Nitekim şair şöyle der;
Benim katımda üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin kendisinden gideceğini bildiği bir sevinçteki üzüntüdür!

Bu bakımdan ALLAH´a ve son güne iman eden her tedbirli kulun, nefsini hesaba çekmesi, hareketlerinde ve düşüncelerinde nefsi sıkıştırması farzdır; zira hayatın her nefesi değer biçilmez bir cevherdir. O cevher ile nimeti ebediyyen tükenmeyen hazinelerden biri satın alınır. Bu bakımdan bu nefesleri zayi etmek veya helâki gerektiren mevzulara sarfetmek büyük bir zarardır, korkunç bir harekettir. Akıllı bir kimsenin nefsi böyle bir harekete razı olmaz. Öyleyse kul sabahladığında ve sabahın farzını edâ ettiğinde bir saatlik zamanı nefsiyle hesaplaşmaya tahsis etmelidir.

Nitekim tüccar bir kimse ticaret malını ortağına teslim ettikten sonra aralarındaki şartı konuşmak için sâkin bir yer bulur. Bu bakımdan kul nefsine şöyle demeli: ´Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektir. O zaman hem ticaretten, hem de kârdan ümit kesilir. Bu yeni günde de ALLAH Teâlâ bana yaşama imkânını vermiştir. Ecelimi bir gün daha tehir etmiş ve onu bana bir nimet olarak lütfetmiştir. Eğer beni öldürseydi, beni sâlih amel işlemek için bir tek gün dünyaya göndermesini temenni edecektim. O halde, ey nefsim! Öldüğünü, sonra dünyaya geri gönderildiğini düşün de sakın bugünü boşa geçirme! Zira nefeslerin herbiri değer biçilmez bir cevherdir. Ey nefis! Bil ki gün ve gece yirmi dört saatten ibarettir´.

Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:
Kul için her gün ve her gecede, birbirine sırt vermiş yirmi dört hazine yayılır. O yirmi dört hazineden biri kul için açılır. Kul onu o saatte işlemiş olduğu hayırlarından nûr ile dolu olarak müşahede eder. Dolayısıyla cebbâr olan sultanın nezdinde vesilesi bulunan o nûrların görünmesiyle müjdelenir, sevinir ve feraha kavuşur. Öyle bir şekilde sevinir ki eğer sevinci cehennem ehline tevzi edilse, onlar ateşin yakmasını hissettikleri halde o sevgi onları âdeta sarhoşa çevirir. O kul için ikinci bir hazinenin kapısı açılır. Onu simsiyah ve leş kokan bir şekilde görür. O hazinenin karanlığı onu kaplar. O da ALLAH´a isyan ettiği saattir. Dolayısıyla onu öyle bir korku sarar ki eğer o korku, cennet ehline taksim edilse, cennetin nimetlerini onlara zehir zakkum yapardı. Ona boş olan, içinde ne sevindirici, ne de korkutucu birşey bulunmayan diğer bir hazinenin kapısı açılır. O da yatmış olduğu veya gaflete daldığı veya dünyanın mübah olan şeylerinden biriyle meşgul olduğu saattir. Onun boş olmasından üzüntü duyar. Bunun zararından ona öyle bir üzüntü isabet eder ki tıpkı büyük kâr elde etmeye gücü yettiği halde ihmal eden ve elden kaçıran bir kimseye isabet eden üzüntü gibidir. Bunun ne büyük bir üzüntü ve ne büyük bir zarar olduğu sana yeter de artar! İşte böylece, hayatı bo-yunca vakitlerinin hazineleri kendisine arzolunur´.1

Dolayısıyla kendi kendine der ki: ´İşte bugün hazineleri değerlendirmeye, mülkünün sebepleri olan o hazineleri boş bırakmamaya dikkat et de çalış! Tembellik ve istirahata meyletme ki başkalarının elde etmiş olduğu İlliyyîn dereceleri senin elinden kaçmasın! Bu takdirde cennete girsen dahi yakanı bırakmayacak bir hasret kalır. Bu bakımdan zararın elem ve üzüntüsü her ne kadar ateşin eleminden az ise de çekilmez bir elemdir´.
Bir kişi şöyle demiştir: ´Günahkârın bağışlandığını zannetme! Acaba iyilik yapanların sevabı onun elinden kaçmamış mıdır?´ O bu sözüyle zarar ve hasrete işaret etmektedir.
Toplantı günü için sizi bir araya getirdiği gün, işte o aldanma günüdür.(Teğabün/9)

Buraya kadar söylediğimiz şeyler, kişinin nefsine vakitler hakkında yaptığı tavsiyedir. Sonra yedi azası hakkında ona yeniden bir nasihat etmelidir. O azalar şunlardır: Göz, kulak, dil, mide, tenasül aleti, el ve ayak.

Onları nefsine teslim etmelidir; zira o azalar, bu ticaret hususunda, onun nefsinin hizmetçileridir. Bu ticaret tamamlanır. Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbiri için taksim olunmuş bir parça vardır. O kapılar bu azalarla ALLAH´a isyan edenler içindir. Bu nedenle bu azaları günahlardan sakındırmayı nefsine tavsiye etmelidir.

Göz
Göz mahremi olmayan bir kimsenin yüzüne veya bir müslümanın avret yerine veya bir müslümana hakaret gözüyle bakmaktan korumalıdır. Hatta her fuzulî şeyden de korumalıdır. Çünkü ALLAH Teâlâ, fuzulî konuşmalardan da sorumlu tutacaktır.

Gözünü haram bakıştan çevirdiğinde bununla kanaat edip durmamalıdır. Onu kârı olan şey ile meşgul etmelidir. O kâr da gözün kendilerine bakması için yaratıldığı şeylere bakmasıdır. Bu da ibret gözüyle ALLAH´ın sanatının acaipliklerine, başkası kendisine uyması için hayırlı amellere, ALLAH´ın kitabına ve Hz. Peygamber´in sünnetine bakmak, istifade etmek için ilâhî hikmetin kitablarını incelemek için bakmaktır. İşte azaların her biri hakkında nefsine bu şekilde durumu açıklamalıdır. Hele dili ve midesi hakkında daha da dikkatli olmalıdır.

Dil
Dil tabii olarak serbesttir. Harekette ona bir zorluk yoktur. Gıybet etmek, yalan söylemek, iftirada bulunmak, nefsi tezkiye etmek, halkı ve yemekleri kötülemek, lanet okumak, düşmanlara beddua etmek, cedelleşmek gibi hareketlerde dilin suçu pek büyüktür.

Dilin âfetleri bahsinde zikrettiğimiz gibi, dili bunlara benzer daha başka konularla da meşgul etmek büyük bir suçtur. Dil zikir yapmak, hatırlatmak, öğrenme ve öğretmeyi tekrar etmek, ALLAH´ın kullarını ALLAH´ın yoluna irşad edip insanların arasını ıslah etmek ve diğer hayırlı şeyler için yaratılmış olmasına rağmen bütün bu âfetlerin tehlikesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse nefsine zikrin haricinde bütün gün dilini kıpırdatmamayı şart koşmalıdır. Bu bakımdan mü´minin konuşması zikir, bakışı ibret, susması tefekkürdür. O bir söz söylediğinde onun yanında hazır bir murakıb (gözetleyici) vardır.

Mide
Mide´yi oburluğu terketmeye zorlamalıdır. (Helâlden az yemeyi, şüphelilerden çekinmeyi, şehvetlerden uzak durmayı ve zaruret miktarıyla kifayet etmeyi itiyat hâline getirmelidir. Eğer bunlardan birine muhalefet ederse, şehvetleriyle elde etmiş olduğundan daha fazlasını elinden almak, onu midenin şehvetlerinden me-netmek suretiyle cezalandırmalar. Böylece nefsine bütün azaları hakkında şart(lar) koşmalıdır. Bunların tafsilatını sayıp dökmek uzun sürer. Azaların günah ve sevapları gizli değildir.

Sonra yirmi dört saatte bir tekrar edilen ibadetler hakkında nefse nasihat etmelidir. Sonra nefsin çokça yapmaya güç yetirdiği ibadetler hakkında tavsiyede bulunmalıdır. Onların tafsilatını, keyfiyetini ve sebepleriyle beraber nasıl bulunması gerektiğini sormalıdır. İşte bunlar birtakım şartlardır ki insan her gün bunlara muhtaçtır. Fakat insan nefsine birkaç gün bunu şart koşmayı âdet edip nefsi alıştırırsa, nefis de bütün bu şartları îfa hususunda ona itaat ederse artık bu hususlarda nefisle yeniden pazarlığa oturmaktan müstağni olur. Eğer nefis bunların bir kısmında ona itaat ederse, geri kalan kısım için yeniden anlaşma yapmak gerekir. Fakat şahıs hergün yeni bir meseleden, yeni bir hükmü olan yeni bir olaydan kurtulamaz. ALLAH Teâlâ´nın bu hususta kişi üzerinde hakkı vardır. Dünya işlerinden valilik, tüccarlık, müderrislik gibi birşeyle meşgul olan bir kimsenin boynunda bu hak daha da fazlalaşır; zira ALLAH´ın hakkını gerektiren ve kişiyi ona muhtaç eden yeni bir olayın vukûu pek nadirdir. Bu bakımdan o olayda doğru hareket etmeyi nefsine şart koşması gerekir. Olay sırasında hakka teslim olmak, ihmalkârlığın zararından nefsini sakındırmak, inatçı olan ve efendisinden kaçmış köleye nasihat edildiği gibi nefse de öyle nasihat gerekir. Zaten nefis, tabii olarak ibadetlerden kaçıp serkeşlik yapar, kulluktan uzaklaşmak ister. Fakat ona na-sihat etmek ve kendisini edeplendirmek onda müsbet tesir bırakır.
Hatırlat! Çünkü hatırlatmak, mü´minlere menfaat verir! (A´lâ/9)

İşte bu ve bunun yerine geçen hareketler, nefisle olan rabıta makamının ilkidir. Bu, amelden önce nefsi hesaba çekmektir. Nefsi hesaba çekmek bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden önce olur.
Bilin ki ALLAH içinizden geçeni bilir! Artık O´ndan sakının! (Bakara/235)

Bu ayet-i celîledeki hüküm gelecekle ilgilidir. Kesret ve marifetin eksikliği veya fazlalığı hakkında olan her bakışa ´muhasebe´ adı verilir. Bu nedenle kişinin içinde bulunduğu günde cereyan eden hâdiselerde fazlalığını, eksikliğinden tefrik etmek için bak-ması muhasebe babındandır.

Ey mü´minler! ALLAH yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırınız! (Nisa/94)

Ey iman edenler! Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın!
(Hucurât/6)

Andolsun! İnsanı biz yarattık, ve nefsinin ona ne fısıldadığım biliriz! Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız!(Kâf/16)

ALLAH Teâlâ, nefsi sakındırmak ve gelecekte bundan korun-maya dikkat çekmek için bu hükmü vermiştir.
Ubâde b. Sâmit (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a), ´Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir kişiye hitaben şöyle demiştir:
Herhangi birşey yapmak istediğinde sonucunu düşün! Eğer güzel ise, ona devam et! Kötü ise ondan sakın!2

Hakîmlerden biri şöyle demiştir: ´Aklın hevâ-i nefse galip gelmesini istiyorsan, neticeyi güzelce tedkik etmeden şehvetin hükmüyle amel etme! Zira pişmanlığın kalpteki duruşu, şehvet hiffetinin duruşundan daha fazladır!´

Lokman Hakîm şöyle demiştir: ´Mü´min kişi, neticeyi gördüğünde pişmanlıktan emin olur´.

Şeddad b. Evs Hz. Peygamber´den şöyle rivâyet eder:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonrası için amel eder! Ahmak o kimsedir ki nefsini hevasının peşine takar ve ALLAH´tan, amelsiz olduğu halde makamlar ister.3

Hadîste geçen "Dâne nefsehû´ ibaresinin mânâsı nefsini hesaba çekmek demektir. (Kur´anda geçen) yevmüddîn (tabiri) ´Hesap günü3 demektir. Nitekim Einnâ le medînûn ´Gerçekten biz hesaba çekilip cezalanacak mıyız?´ (Sâffât/53) ayeti de bu mânâyı ifade etmektedir.

Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın! En büyük mahkemeye hazırlanın!´

Ebu Musa el-Eş´arî´ye şu mektubu yazdılar: ´Şiddetle hesaba çekilmeden önce, genişlikte nefsini hesaba çek!´
Hz. Ömer (r.a) Ka´bu´l-Ahbar´a şöyle sordu:
- Sen muhasebeyi ALLAH´ın Kitabı´nda (Tevrat´ta) nasıl görüyorsun?
- Göğün hâkiminden yeryüzünün hâkimine azap olsun!´ (diye görüyorum).
Bu söz üzerine Hz. Ömer, Ka´b´ul-Ahbar´ı kamçısıyla döverek şöyle dedi:
- Ancak nefsini hesaba çeken bu hükmün dışındadır!
- Evet ey mü´minlerin emiri! (Senin söylediğin bu cümle)
Tevrat´ta tam o hükmün yanında yazılıdır. Onların aralarında Nefsini hesaba çeken´ ibaresi vardır.

Bütün bu dediklerimiz, geleceğin muhasebesine işarettir; zira şöyle denilmiştir: ´Nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eder!´ Bunun mânâsı ´İşleri önce tart, takdir et, tedkik et, hakkında düşün, sonra yap!´ demektir.

1) Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.
2) İbn Mübarek, Zühd
3) İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce

Duygu'Seli~ 03-26-2009 16:34

Murâkabe´nin Fazileti

Cebrâil (a.s), Hz. Peygamber´den İhsân´ın mânâsını sorduğunda, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
İhsan, sanki ALLAH´ı görüyormuşsun gibi ALLAH´a kulluk yapmandır!4

ALLAH´a, sanki görüyormuş gibi kulluk yap! Zira sen O´nu görmesen de O seni görür!5

Her nefsin yaptığı işin başında duranla (hiç bir şeyden haberi olmayan) bir mi? (Ra´d/33)

ALLAH´ın (kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o)?(Alâk/14)

Şüphesiz ALLAH, sizin üzerinize de gözetleyicidir.(Nisa/l)

Emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler, şahidliklerini yaparlar. (Meâric/32-33)
İbn Mübarek bir kişiye ´ALLAH´ı gözet!´ dediğinde kişi bu sözün açıklamasını istedi. Cevap olarak dedi ki: ´Daima ALLAH´ı görüyor gibi ol!´

Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: ´Benim efendim benim üzerime murakıb olduğunda O´ndan başkasına aldırmam!´

Ebu Osman el-Mağribî ´Bu yolda insanoğlunun nefsine gerekli kıldığı en üstün şey muhasebe, murâkabe ve ilimle amelini idare etmesidir!´ demiştir.
İbn Atâ ´İbadetlerin en üstünü vakitlerin devamı boyunca hakkı murâkabe etmektir!´ demiştir.

Cerirî şöyle demiştir: ´Bizim bu işimiz iki esas üzerine bina edilmiştir: a) Nefsine ALLAH´ı murâkabe etmeyi gerekli kılman, b) Zâhirinde ilmin kaaim olmasıdır´.

Ebu Osman şöyle demiştir: Ebu Hafs bana dedi ki: ´Hak için oturduğunda kendi nefsine ve kalbine vâiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar senin zâhirine bakarlar. ALLAH ise senin bâtınına bakar´.

Hikâye olunuyor ki: Bir şeyhin genç bir talebesi vardı. O zat bu talebesine ikram eder, kendisini diğer talebelerinden önde tutardı. Arkadaşlarından bazısı şeyhe dedi ki: ´Biz ondan daha yaşlı olduğumuz halde, nasıl (bizden daha fazla) ona ikram edersin?´ Bunun üzerine şeyh birkaç kuş istedi. Onların herbirine bir kuş ve bir bıçak verdi ve dedi ki: ´Sizden herbiriniz kendisini kimsenin görmediği bir yerde kuşu kesip getirsin!´ O gence de bir kuş ve bıçak verip diğerlerine dediğini ona da söyledi. Diğer talebeler kuşları kesip getirdiler, genç ise kuşu diri olarak getirdi. Şeyh, gence ´Arkadaşların gibi neden kuşu kesmedin?´ dedi. Cevap olarak dedi ki: Hiç kimsenin beni görmediği bir yer bulamadım. Zira ALLAH her mekanda beni görüyordu!´ Bu cevap üzerine, arkadaşları, gencin bu murakâbesine hayran kaldılar. Şeyhe hitaben ´Bu arkadaşımız kendisine ikram etmene daha lâyıktır´ dediler.

Hikâye olunuyor ki Zeliha, Yusuf (a.s) ile başbaşa kaldığında kalkıp evde bulunan bir putun yüzünü bir perde ile örttü.6 Yusuf (a.s) bu hareketinden dolayı Zeliha´ya dedi ki: ´Ne o cansız bir şeyden utanıyorsun da Cebbâr olan sultanın görmesinden utanmıyor musun?´
Bir genç bir cariyeden nefsini istedi. Cariye ona dedi ki:
- Sen utanmaz mısın?
- Kimden utanayım! Beni yıldızlardan başka kimse görmüyorki!
- Acaba o yıldızları yaratan nerededir? Bir kişi Cüneyd-i Bağdâdîye şöyle sordu:
- Gözümü haram bakıştan nasıl koruyayım?
- Her şeyi görenin sana bakışının, senin bakışından daha önceolduğunu bilmenle!

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: ´Murâkabeyi ancak rabbinden gelen nasibinin yok olmasından korkan bir kimse tahakkuk ettirir´.

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Adn bahçeleri Firdevs bahçelerindendir. O bahçelerde Cennet çiçeğinden yaratılmış hûriler vardır´.

Mâlik´e ´O Adn cennetlerinde kim kalır?´ diye soruldu. Mâlik cevap olarak dedi ki: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Adn cen-netlerinde günah işlemeyi düşündüklerinde benim büyüklüğümü hatırlayıp beni gözetenler kalır. Onların belleri, benim korkumdan kamburlaşmıştır. İzzet ve celâlime yemin ederim, ben yer ehline azap etmeyi düşündüğümde acıkmış ve korkumdan susamış kimselere bakınca onlardan azabı geri çeviririm´.

Muhâsibî´den murâkabenin mânâsı sorulunca, cevap olarak dedi ki: ´Murâkabenin başlangıcı, kalbin ALLAH Teâlâ´ya yakınlığını bilmektir!´

Mürteiş7 şöyle demiştir: ´Murâkabe her an ve her kelimede gaybı mülahaza etmek suretiyle sırrın gözetilmesidir´.
Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ meleklerine şöyle buyurmuştur: ´Siz zâhirleri tedvirle memursunuz. Ben ise bâtının üzerinde mu-râkabe ediciyim´.

Muhammed b. Ali Tirmizî şöyle demiştir: ´Murâkabeni nazarından gaip olamadığın bir zat için yap! Şükrünü öyle bir zat için yap ki O´nun nimetleri senden kesilmez. İbadetini öyle bir zat için yap ki O´na daima muhtaçsın! Eğilmeni öyle bir zata karşı yap ki O´nun mülkünden ve saltanatından dışarı çıkamazsın!´

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´Kalp, kulun nerede olursa olsun ALLAH´ın kendisini gördüğünü bilmesinden daha üstün ve daha şerefli bir şeyle süslenmemiştir´.
Zatın birine ´ALLAH onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O´ndan hoşnut! İşte bu rabbinden korkanlara mahsustur´ (Beyyine/8) ayetinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: ´Bunun mânâsı, işte bu, rabbinin (müşahedesini) gözeten, nefsini hesaba çeken, varacağı yer için azıklanan kimsedir!´

Zünnûn-i Mısrî´ye şöyle soruldu: ´Kul ne ile cennete gider?´ Zünnûn şöyle dedi: Beş şeyle cennete girer:
1. İçinde eğrilik olmayan bir istikametle.
2. Unutkanlık olmayan bir çalışma ile!
3. ALLAH´ı gizlide ve açıkta mülahaza etmekle!
4. Ölüme hazırlanmak suretiyle ölümü beklemekle!
5. Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmekle!´

Şair bu mânâda şöyle demiştir: "Yalnız kaldığın zaman ´Ben yalnızım, beni kimse görmüyor´ deme. ALLAH´ın seni murâkabe ettiğini unutma! Bir an bile ALLAH´ın senden gâfil olduğunu, senin gizlediklerini bilemeyeceğini sanma! Günlerin süratle geçtiğini, bekleyenler için yarının çok yakın olduğunu görmüyor musun?!"

Humeyd et-Tavil8, Süleyman b. Ali´ye9 ´Bana nasihat et´ diye dilekte bulununca Süleyman ona ´Eğer tenha bir yerde ALLAH´a is-yan ettiğinde O´nun seni gördüğüne inanıyorsan, büyük bir şeye cüret etmişsin! Eğer seni görmediğini sanmışsan, muhakkak kâfir olursun!´ dedi.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Hiçbir gizli, kendisine gizli olmayan bir zatın murâkabesinden ayrılma! Vefayı kudret elinde tutan bir zattan ümidini kesme! Cezayı, tasarrufunda bulunduran bir zattan kork!´

Firkad es-Sencî10 şöyle demiştir: ´Münafık kişi etrafına bakar, kimsenin kendisini görmediğini sandığında kötülüğe dalar. O ancak insanlara bakar, ALLAH´a aldırmaz!´

Abdullah b. Dinâr 11 şöyle demiştir: ´Ömer b. Hattab ile beraber Mekke´ye doğru yola çıktık. Yolun ortasında geceledik. Hz. Ömer´in yanına dağdan bir çoban inip geldi. Hz. Ömer, çobana şöyle dedi:
- Ey çoban! Şu sürüden bana bir koyun sat!´
- Ben köleyim!
- Efendine ´Kurt onu yedi!´ dersin.
- O halde, ALLAH nerede!
Bu söz üzerine Hz. Ömer ağladı! Sonra ertesi gün efendisinin yanına giderek onu satın alarak azad etti ve şöyle dedi: ´Dünyada bu sözün seni azad etti. Ümit ederim ki bu söz ahirette de seni azad etsin!´

4) Buhârî
5) Ebu Nuaym
6) Bunun, Zeliha müslüman olmadan önce meydana gelmiş bir hâdise olduğuna dikkat edilmelidir.
7) Adı Ebu Muhammed Abdullah b.Muhammed´dir. Nişaburludur. Bağdad´da H. 328´de vefat etmiştir.
8) Adı Humeyd b. Ebî Hamid Ebî Ubeyde´dir. Basralı bir Tâbiîndir. H. 143´de
ayakta namaz kılarken 75 yaşında iken düşüp vefat etmiştir.
9) Eşrafdan biri idi. Halifelerden Mansur´un amcası idi.H.142´de 59 yaşında vefat etmiştir.
10) Ebu Yakub Basralı ve sâdık bir âbiddir. H. 131´de vefat etmiştir.
11) Bu zat, Adevî kabilesindendir. İbn Ömer´in azadlısıdır. H. 127´de vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 04-04-2009 19:17

Murâbete´nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs


Biz önce muhâsebe´nin faziletini, sonra hakîkatini zikredelim Nefsi Hesaba Çekmenin Fazileti
Ey iman edenler! ALLAH´tan korkun ve kişi yarın için ne (yapıp) göndermiş olduğuna baksın!
(Haşr/18)

Bu ayet, geçmiş ameller üzerinde muhasebeye işarettir. Bu nedenle Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hesaba çekilmeden önce nefislerinizle hesaplaşın! Tartılmadan önce tartın!26
Haberde şöyle vârid olmuştur: Hz. Peygamber´e bir kişi gelip dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana nasihat et!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber ona şöyle sordu:
- Nasihat kabul eden bir kişi misin?
-Evet
- Birşey yapmak istediğinde onun neticesini düşün! Eğer doğru ise, onu yap! Eğer yanlış ise, ondan sakın!27

Yine haberde şöyle vârid olmuştur: ´Akıllı bir kimse için dört saatin olması gerekir: O saatlarin birinde nefsini hesaba çekmelidir´.
Ey mü´minler! Topluca ALLAH´a tevbe edin ki felaha kavuşasınız!(Nur/31)

Tevbe, yaptıktan sonra fiile bakıp fiilden ötürü pişmanlık duymaktır.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Andolsun, ben ALLAH´tan af talep ediyorum. Hatta günde yüz defa O´na tevbe ediyorum.28
ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabını düşünürler, hemen bakarsın (gerçeği) görürler.(A´râf/201)

Hz. Ömer´den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Gece olduğunda, ayaklarını kamçı ile döverek nefsine şöyle hitap ederdi: ´Sen bugün ne yaptın?´

Meymun b. Mihran´dan şöyle rivayet ediliyor: ´Kul nefsini ortağından daha fazla hesaba çekmedikçe muttakî kimselerden olamaz. Ortaklar iş yaptıktan sonra hesaplaşırlar´.
Hz. Ebubekir (r.a) vefat edeceği zaman kızı Âişe´ye şöyle demiştir: ´Benim nezdimde, insanların hiçbiri Ömer kadar sevimli değildir!´

Bu sözü söyledikten sonra Âişe´ye ´Ben ne söyledim?´ dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe, onun söylediğini kendisine tekrarladı. Hz. Âişe´yi dinledikten sonra şöyle dedi: ´Benim nezdimde Ömer´den daha aziz bir kimse yoktur!´

Hz. Ebubekir´in konuştuğu söze nasıl dikkat edip düşündüğüne, onu başka bir kelimeyle nasıl değiştirdiğine dikkat et!

Ebu Talha´yı (Zeyd b. Eslem Ensârî) bahçesinde namaz kılarken bir kuş meşgul ettiğinde, pişman olduğundan ve elinden kaçırdığı fırsatın bedeli olur ümidiyle bahçesini ALLAH için sadaka verdi!

İbn Selâm bir yük odun sırtladı. Kendisine ´Ey Ebu Yusuf! Senin çocukların ve hizmetkârların içinde bunu yapacaklar vardır. (Neden onlara yaptırmıyorsun da kendin yapıyorsun?)´ diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Nefsimi bundan hoşlanıp hoşlanmayacağı hususunda denemek istedim´.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Mü´min, nefsinin murâkıbıdır. Onu ALLAH için hesaba çeker. Hesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için hafif olur. Hesap ancak kıyamet gününde muhasebe etmeksizin bu şeyi edinenler için zorlaşır´.

O bundan sonra, muhâsebe´yi açıklayarak şöyle demiştir: Mü´min kişiye ansızın birşey gelir. O şey hoşuna gider ve şöyle der: ´ALLAH´a yemin olsun! Sen benim hoşuma gittin ve sen benim ihtiyacımdansın. Fakat nerede! Çünkü aramıza mâni girmiştir´.
İşte bu söz, amelden önce hesap demektir.

Yine Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kişinin elinden birşey kaçar. Bunun üzerine nefsine dönerek şöyle sorar: ´Bununla neyi kasdettim? Yemin olsun, eğer ALLAH dilerse, bir daha buna yönelmem!´

Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Birgün Ömer b. Hattab ile beraberken o bir bahçeye girdi. Aramızda bir duvar olduğu halde şunları söylediğini duydum: ´Hattab´ın oğlu Ömer, mü´minlerin emiridir! Vay vay! ALLAH´a yemin ederim, ya ALLAH´tan korkacaksın veya ALLAH seni azaba düçar edecektir´.

Hasan Basrî ´Yoo, daima kendini kınayan nefse and içerim´. (Kıyâmet/2) ayetinin tefsirinde demiştir ki: "Mü´min bir kimse ancak nefsini kınayıp ´Bu konuşmamla neyi irade ettim? Yememle neyi kasdettim? İçmemle maksadım neydi?´ diye hesaba çekmeden önce ALLAH ile mülâki olmaz. Facir bir kimse ise, nefsini kınamadan ileriye atılır(!)"

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "ALLAH o kula rahmet etsin ki nefsine ´Sen falan ve filan günahın sahibi değil misin?´ deyip nefsini zemmederek, onun ağzına gem vurarak, ALLAH´ın kitabından ayrılmaz. Dolayısıyla ALLAH´ın kitabı onun önderi olur".
(Yerinde geleceği gibi) bu, nefsin kınanmasındandır!

Meymun b. Merham şöyle demiştir: ´Muttakî bir kimse, zâlim bir sultandan ve cimri bir ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker´.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Nefsimi, meyvelerinden yediğim, sularından içtiğim, bakire hûrilerinin boynuna sarıldığım şekilde cennette farzettim. Sonra zakkumdan yediğim,
irininden içtiğim, zincir ve bukağıların boynuma geçirildiği halde cehennemde farzettim. Bunun üzerine nefsime şöyle sordum:
- Ey nefis! Hangi şeyi istiyorsun?
- İstiyorum ki yeniden dünyaya gönderilmiş olayım ve sâlih biramel işleyeyim!
- Sen temenni ettiğinin içinde bulunuyorsun. Bu bakımdanamel et!

Mâlik b. Dinar, Haccac´ın bir hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: ´Hesap başkasının eline geçmeden önce nefsini hesaba çeken kimseden ALLAH razı olsun! ALLAH o şahıstan razı olsun ki amelinin geminden tutmuş, o amelden neyi kasdettiğini tedkik etmiştir. ALLAH o şahıstan razı olsun ki ölçeğine, terazisine bakmış!´ Haccac beni ağlatıncaya kadar bunları saydı.

Ahmed b. Kays´ın arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: Ahmed ile arkadaşlık yapıyordum. Onun geceleyin bütün namazı dua idi. O, çıranın yanına gelip parmağını ateşi hissedinceye kadar ateşin üzerine koyar, sonra nefsine hitaben (yaptıklarını sayarak) şöyle derdi: ´Ey Ahmetçik! Falan günde yaptığın harekete seni sürükleyen neydi? Filan günde yaptığın harekete seni zorlayan neydi?´

26) Ebu Nuaym, Hilye
27) İbn Mübarek, Zühd
28) Daha önce geçmişti.

Duygu'Seli~ 04-04-2009 19:18

Murâkabe´nin Hakîkati ve Dereceleri

Murâkabenin hakîkati Rakîb´i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona çevirmektir. Başkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye ´Filan adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti´ denir. Bu murâkabeden gaye: kalbin bir durumudur. O durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidir. Azalarda ve kalpte birtakım ameller meydana getirir.

Hal´e gelince o kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir.

Bu hali meyve olarak veren marifet, ALLAH´ın kalplerdeki gizliliklere muttali olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tesbit etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektir. ALLAH hakkında bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir şekilde kalbin sırlarının ALLAH´a açık olduğuna inanmaktır. İşte bu marifet yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi kontrol altına alır. Evet ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmaz. Marifet bu şekilde kalbi istila ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yö-nüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene çevirir!
Bu marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridir. Bunlar da sıddîklar ise ´Ashâb-ı Yemin´e bölünürler. Bu bakımdan bunların murâkabesi iki derece üzerindedir:

Birinci Derece
Birinci derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidir. Bu murâkabe tâzim ve iclâl murâkabesidir.
Kalp, celâli düşünmekte tamamen dolar, ALLAH´ın heybeti altında kırılır. Orada asla başkasına bakma imkânı kalmaz. Bu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağız. Çünkü o sadece kalpte tahakkuk eden bir murâkabedir. Azalar ise, onlar mübahlara bile bakmaktan muattal olurlar. Nerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlar. Artık doğruluk yolları üzerinde korumasında herhangi bir tesbit ihtiyacı kalmaz. Bilakis çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltir. Kalp ise, çobandır. Ne zaman ki mâbud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden aletler olur.

Bu kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla ALLAH Teâlâ tarafından diğer himmetlerin (derdin)den korunan bir kimsedir. Bu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen halktan gafil olur. Öyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmez. Kulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemez. Bazen mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmaz. Hatta seleften bazısının üzerinde, bu hal cereyan ediyordu. Kendisini kınayan bir kimseye dedi ki: ´Yanından geçerken beri dürt!´ Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir; zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tâzim eden kalplerde bile görürsün(!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin farkında olmazlar. Hatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta düşünceye dalıp gider. Çoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü işi unutur!

Abdülvahid b. Zeyd´e (Basra´lı bir âbiddir) şöyle soruldu: ´Sen bu zamanda haliyle meşgul olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?´ Cevap olarak dedi ki: ´Ben bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardır. O da şu saatte sizin yanınıza gelecek´.

Bu sözünden az bir zaman sonra Utbetü´I-Gulâm içeri girdi. Abdülvahid b. Zeyd ona dedi ki: ´Ey Utbe! Nerden geliyorsun?´ ´Filan yerden geliyorum´ dedi. Onun geldiği yol çarşıdan geçerdi. Abdülvahid ona ´Yolda kimlerle karşılaştın?´ dedi. O ´Hiç kimseyi görmedim!´ dedi.
Hz. Yahya bir kadının yanından geçti. Kadını iteledi. Kadın yüz üstü yere düştü. Bunun üzerine Yahya´ya (a.s) ´Niçin böyle yaptınız?´ dediler. Hz. Yahya ´Ben onu duvar sandım!´ diye cevap verdi.

Bir kişi şöyle anlatıyor: ´Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtim. Biri onlardan uzak oturuyordu. Yanına vardım. Onunla konuşmak istedim. Bana dedi ki:
- ALLAH´ın zikri daha hoştur.
- Tek başınasın!
- Beraberimde RABBİM ve iki melek vardır!
- Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı?
- ALLAH kimi affetmişse o!
- Yol nerede?
Göğe doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi:
- (Ey RABBİM!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır!

İşte bu, ALLAH´ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdür. Bu kimse ancak ALLAH´tan konuşur. Ancak ALLAH yolundaki konuşmayı dinler. Bu bakımdan böyle bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda bulunan mânâ ile hareket ederler!

Şiblî, Ebu Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardı. Onu sakin, görünüşü güzel ve hareketsiz bir halde gördü. Kendisine ´Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden aldın?´ diye sordu. Ebu Hüseyin ´Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı´ dedi.

Ebu Abdullah b. Hafif12 şöyle anlatır: Mısır´dan çıkıp Ebu Ali el-Ruzubarî´yi13 ziyaret etmek için, Ramle´ye gitmek istedim. Zâhid diye bilinen Mısırlı İsa b. Yunus bana dedi ki: ´Sur´da (Şam´da bir yerdir), bir genç ile bir ihtiyar vardı. İkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdi. Eğer onlara gidersen onlardan istifade edersin!´ Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı bir bez ve omuzlarımda birşey olmadığı halde, Sur´a gittim, camiye girdiğimde kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördüm. Kendilerine selâm verdim. Bana cevap vermediler. İkinci, üçüncü defa selâmı tekrarladım. Yine selâmıma karşılık vermediler. Bunun üzerine, ´Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!´ dedim. Bunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Dünya azdır. Azdan da ancak azı kalmıştır. O halde, azdan çoğu edin! Ey Hafif´in oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle birleşmeye vakit buldun?´ O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya kadar kaldım. Dolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadı. İkindi zamanı olunca şöyle dedim: ´Bana nasihat et!´ Bunun üzerine başını bana doğru çevirerek şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Biz musibetzedeleriz. Bizde nasihat dili yoktur´. Böylece onların yanında üç gün kaldım. Ne yedim, ne içtim, ne uyudum. Onların da birşey yediğini veiçtiğini görmedim. Üçüncü gün olunca kalbimden dedim ki: ´Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat etsinler! Umulur ki onların nasihatlarından faydalanırım!´ Bunun üzerine genç, başını kaldırıp bana şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Görünüşü sana ALLAH´ı hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!´

İşte bu, kalplerine ALLAH´ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde ALLAH´tan başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir.

İkinci Derece
İkinci derece ashab-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidir. Bu kimselerin, ALLAH´ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe çalmıştır. Fakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştir. Onların kalpleri normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedir. Ancak o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlar. Evet! Bunlara ALLAH´tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak ALLAH hususundaki tahkik ve tesbitten sonra ilerler veya gerilerler. Kıyamette kendilerini rezil edecek her şeyden çekinirler. Çünkü onlar ALLAH´ın dünyada kendilerine muttali olduğunu bilirler. Kıyameti görmeye ihtiyaç duymazlar.

İki derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen birtakım ameller işlersin. Yanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin ki bu gelen senin haline muttalidir. Ondan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine dikkat edersin. Bu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartır. Bazen de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girer. Dolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplar. Öyle ki onunla meşgul olmak için içinde bulunduğun herşeyi terkedersin. Bu davranışın ondan utandığın için değildir.

İşte ALLAH´ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olur. Kim bu derecede olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında murâkabeye muhtaçtır. Kısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidir. Onun burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır.

Amelden öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini harekete geçiren şeyin sadece ALLAH rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste, şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidir. Bu bakımdan kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve tesbite çalışmalıdır. Eğer sadece ALLAH için bir şey ise onu yapmalı, ALLAH´tan başkası içinse ALLAH´tan korkup, O´ndan çekinmelidir. Ona rağbet ettiğinden dolayı da nefsini kınamalıdır. Nefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması hususunda çalışmasını ve eğer ALLAH, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır.

Bu tesbit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdır. Hiç kimse, böyle bir tesbit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid olmuştur:
Ne kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter neşredilir: Birinci defter ´neden?´ İkinci defter ´nasıl?´ Üçüncü defter de ´kim için?´ defteridir.

Neden´in mânâsı; ´Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?´ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde) ikinci defterden sorulur. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ´Sen bunu nasıl yaptın?´ Zira ALLAH´ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardır. O şart ve hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle denir: ´Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?´ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılır. O da ihlâsın istenilmesidir. Bu bakımdan kendisine şöyle denir: ´Bunu kim için yaptın? Acaba sırf ALLAH´ın cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman senin ecrin ALLAH´a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak, gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve ecrin yok olur. Eğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak olursun. Zira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın. Sonra benden başkasına çalışırdın. Beni dinlemedin, oysa şöyle demiştim:
ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´râf/194)

Sizin ALLAH´tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın katında arayın. O´na ibadet edin ve O´na şükredin.(Ankebût/17)

İyi bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız ALLAH´ındır.(Zümer/3)

Kul, bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya çekilmeden önce nefsini sorguya çeker. Sorulan suallere cevaplar hazırlar. Kulun cevabı, doğru olmalıdır. Bunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya yapmamalıdır. Düşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini kıpırdatmalıdır.

Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz´a hitaben şöyle demiştir:
Kişi, gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine dokunmasından bile sorulacaktır.14

Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: ´Ashab-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek istediğinde önce tedkik eder. Eğer ALLAH içinse verirdi´.

Yine Hasan şöyle demiştir: ´Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula ALLAH rahmet eylesin! Eğer niyeti ALLAH için ise (bu takdirde) düşündüğünü yapar. Eğer ALLAH´tan başkası için ise yapmaz´.

Sa´d (r.a), Selman-ı Fârisî´ye (r.a) şöyle nasihat etmiştir: ´Kasdettiğin zaman kasdının yanında ALLAH´tan kork!15.

Muhammed b. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Mü´min bir kimse bir işi yapmak istediğinde duraklar, yavaşça hareket eder. Niyetini tedkik eder. Gece odun toplayan bir kimse gibi değildir´.

İşte bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştır. Bu bakıştan ancak kuvvetli ilim, amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir marifet sahibi kurtulabilir. Bu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan İblis´i tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse uygun gelenle ALLAH için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis, düşünce ve hareketinde ALLAH´ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamaz. Çokları ALLAH Teâlâ´nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunur. Oysa iyilik yaptıklarını sanırlar(!)

Öğrenilmesi mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdır. Âlimin iki rek´at namazı âlim olmayanın bin rek´atından daha üstündür. Çünkü âlim kişi, nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan korunur. Cahil ise, bunu bilmez. Öyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan cahil bir kimse daima zahmet içerisindedir. Şeytan da bundan ötürü sevinmekte ve tepinmektedir. Cahillik ve gafillikten ALLAH´a sığınırız. Çünkü cahillik her şekavetin başı ve her zararın temelidir.

Her kulun üzerinde ALLAH´ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan geçirmelidir. Öyleyse bu kul, o işin ALLAH için olduğunu, ilim nûruyla anlayıncaya kadar yap-maktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırır. Bu istek himmetin bâtıla yönelmesini gerektirir. Himmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini gerektirir. Kesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak ise, helâk olmayı ve ALLAH´ın gazabını gerektirir. Bu bakımdan şerrin tohumunu daha ilk kaynağında yok etmek gerekir. O da insanın hatırına gelendir; zira hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirler. Kul üzerinde bu müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla düşünmek mümkün olmaz. Hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından ALLAH´a sığınmalıdır.

Eğer kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin nûruyla ışıklanmaya gitmelidir. Şeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdır. Hatta onlardan daha fazla kaçmalıdır; zira ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Dünya sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir.

Bu bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış kalpler ALLAH´ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri rubûbiyyet huzurudur. Bu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir.

Bu bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya koyulmaktır.

Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda kâmil olan aklı sever!16

Dikkat edilirse Hz. Peygamber, ayırdedici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir; zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlar. Bu bakımdan şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü olamaz.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere ondan bir akıl ayrılıp gider!17

Zaten insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor?

Amellerin âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuştur. Çünkü insanlar bu ilimleri terketmişlerdir. Şehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de ´İşte fıkıh ilmi budur´ derler. Dolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden çıkarmışlardır. Sadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi kasdedilir. Bu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla din fıkhının bir parçası olabilir.
Siz bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele edeninizdir. Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır.18

Ashâb-ı kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan çekinmiştir. Çünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedir. Sa´d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi....

Bu bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına giden ve görüşünü beğenendir. Böyle bir kimse Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle vasıflandırdığı kimselerdendir:

İtaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!19

Kim tahkik ve tedkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse muhalefet etmiştir:
Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme!(İsra/36)

Zandan sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır.20

Hz. Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştir. Nitekim avam tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva ister ve zannın arkasına takılır. Bu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hz. Ebubekir şöyle dua etmiştir: ´Yârab! Bana hakkı hak olarak göster. Onun arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak göster. Ondan sakınmayı nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım´.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır:
1. Doğruluğu tebellür etmiştir. Ona tâbi ol!
2. Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın!
3. Senin için müşkil olan iştir. Onu bilene havale et!

Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir:
Ey ALLAHım!Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum.21

Bu bakımdan ALLAH´ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın keşfedilmesidir. İman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir.
ALLAH´ın sana lütfu cidden büyüktür. (Nisa/11)

ALLAH Teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştir. Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun! (Nahl/43)
Muhakkak ki bize düşen, doğru yolu göstermektir. (Leyl/12)

Sonra onu açıklamak da bize aittir.(Kıyâme/19)

ALLAH dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.(Nahl/9)

Hz. Ali şöyle demiştir: "Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında durup düşünmek ALLAH´ın tevfîkindendir. Üzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktır. Doğrulukta selâmet vardır. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır. Dostu olmayan bir kimse gariptir. Sıddîk, o kimsedir ki gaybi doğrudur. Kötü zan seni dosttan mahrum bırakmasın. Sehâvet ne güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptir. Kulpların en kuvvetlisi takvâdır. Kendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle ALLAH arasındadır. Dünyadan ancak kendisiyle ahiretini tamir ettiğin miktar senindir. Rızık ikidir: a) Senin kendisini kovaladığın rızık, b) Bizzat seni arayan rızık. Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir! Zira eşya birbirine benzer. Kişiyi, elinden kaçmayacak birşeyin elde edilmesi sevindirir. Elde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzer. Bu bakımdan dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından da gam yeme! Senin sevincin ALLAH´ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride bıraktığında olsun. Meşguliyetin himmetin ahiret için olsun!"

Hz. Ali´nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin gerekli olduğunu belirtmektir. Tevfîk ALLAH´tandır.
O halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdır. O hareketin ALLAH için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir.

Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle bu-yurmuştur:
Şu üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) ALLAH hakkında hiçbir kınayanın kınamasından korkmaz. b) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmaz. c) Kendisine iki şey arzolunduğunda onların biri dünya, diğeri ahiret için olursa ahireti dünyaya tercih eder.22

Hareketlerinde kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdır. Fakat bu onu ilgilendirmez. Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfi için onu terkeder.

Kendisini ilgilendirmeyeni terketmek, kişinin güzel müslümanlığındandır!

Murâkabenin ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdır. Bu da ancak keyfiyetini tedkik etmekle olur ki ALLAH´ın ameldeki hakkını yerine getirsin. Onu tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsin. Onun suretini kemâle erdirsin. Mümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsin. Bu durum, bütün hallerinde ondan ayrılmaz. Çünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ bütün bunlarda murâ kabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olur. Mesela eğer oturuyorsa kıbleye doğru oturması uygundur.
Meclislerin en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir.
Bağdaş kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmaz. Oysa sultanların sultanı (ALLAH) onun durumuna muttalidir.

İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: "Bir defasında bağdaş kurarak oturdum. Gaibden şöyle diyen bir ses işittim: ´Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?´ Bundan sonra bağdaş kurarak oturmadım".

Eğer yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdır. Bununla beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidir. Bütün bunlar murâkabeye dahildir. Hatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidir. Durum bu olunca, kul ya ibadet veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamaz. Öyleyse ibadet, ihlâs, ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam olur. Eğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe,pişmanlık,günahtan çekinmek, hayâ ve düşünmekle iştigal etmekle olur.
Eğer mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur!

Kul, bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildir. Aynı zamanda şükrü gerektiren bir nimetten de emin değildir. Bütün bunlar murâkabedendir. Hatta kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamaz. Bu farîza ya derhal yapması gereken bir fiildir veya terketmesi gereken bir mahzurdur veya ALLAH´ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub hususunda ALLAH´ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardır. Bunların her birinin murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır.
Bunlar ALLAH´ın hudutlarıdır.Kim ALLAH´ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur.(Talâk/l)

Bu bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir: Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır! Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilir. Bundan ötürü kul, dünyasından ahireti için azık edinir.
Dünyadan olan nasibini unutma! (Kasas/77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur; zira saatler üçtür:
A) Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun içinde kula bir zorluk yoktur.
B) Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştir. Kul, o saat gelinceye kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmez ve yine o saate ALLAH Teâlâ´nın ne gibi bir hüküm vereceğini de bilmez!
C) Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte rabbini murâkabe etmesi gerekir.

Mü´min bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1. Ahiret için azıklanmaya, 2. Bir maîşet için ıslâha, 3. Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye...23

Bu mânâdaki şu hadîse de uymalıdır:
Akıllı bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saat. b) Nefsini hesaba çektiği saat. c) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür ettiği saat. d) Yemek ve içmek için boşaldığı saat.24

Zira kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır! (....) Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdır. O amel de zikir ile fikirdir; zira yediği yemekte (mesela) öyle acaiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündür. Burada insanlar birçok kısımlara ayrılır. Bir kısmı vardır ki ona basiret ve ibret gözüyle bakarlar. O yemek sanatının acaipliklerinde, hayat sahiplerinin onunla nasıl yaşadıklarına, ALLAH Teâlâ´nın onun sebeplerini takdir etmesinin keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürler. Nitekim biz bunun bazısını Şükür Kitabı´nda, tafsilatıyla zikretmiştik. Bu makam, akıl sahiplerinin makamıdır.

Bir kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlar. Onda mecburiyet yönünü düşünürler. Ondan müstağni olmayı isterler. Fakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun şehvetlerine müsahhar olarak görürler. Bu makam zâhidlerin makamıdır.

Bir kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görür. Ondan Yaradanın sıfatlarına terakki ederler.Bu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını hatırlamaya vesile olur. Onun sebebiyle, onlar için o kapılar açılır. Bu makam ise, makamların en yücesidir. Bu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını, telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olur. Oysa kulun içerisinde kıvrandığı herşey ALLAH´ın sanatıdır. Eğer kendisi için melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olur. Fakat bu durumun meydana gelmesi cidden nadirdir.

Dördüncü bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlar. O yemekten ellerinden kaçan kısım için üzülürler. Hazır bulunan kısımla sevinirler. Onlardan hoşlarına gitmeyen-leri kötülerler. Yapanı zemmederler. Hem pişirileni, hem de pişireni kınarlar. Pişirilenin de pişirenin de fâilinin ALLAH olduğunu, ALLAH´ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi kötüleyenin ALLAH´ı kötülemiş olduğunu bilmezler.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Dehr´e küfretmeyiniz! Çünkü ALLAH Teâlâ, dehr´in ta kendisidir!25

İşte bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle meydana gelir. Bunun izahı oldukça uzundur. Bizim söylediklerimizde esasları bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır.

12) Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Hafif dir. Şirazlıdır. H. 371´de vefat etmiştir.
13) Adı Ahmed b. Muhammed´dir. Mısır´da ikamet etmiştir. Orada H. 322´de vefat etmiştir.
14) Daha önce geçmişti.
15) İmam Ahmed, Hâkim
16) Ebu Nuaym
17) Daha önce geçmişti.
18) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
19) Daha önce geçmişti.
20) Kaynağı bulunamadı.
21) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
22) Ebu Mansur Deylemî
23) İmam Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim
24) Daha önceki hadisin bir parçasıdır. (Irâkî)
25) Müslim, "ALLAH dehr´in sahibi ve dehr´in içinde cereyan eden hâdiselerin mûcidi" demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir.

Duygu'Seli~ 04-04-2009 19:19

Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs´in Hakîkati


Kulun, günün başlangıcında hakkı tavsiye etmek üzere nefsiyle anlaştığı bir vakti olduğu gibi günün sonunda da bir saati olmalıdır ki o saatte nefsi muâhaze etmeli, durumlarını muhasebeye çekmelidir. Nitekim dünyada, tüccarlar ortaklarıyla her sene veya her ay veya her gün bu şekilde hesap görürler. Tüccarlar dünyaya harîs olduklarından ve ellerinden kaçması kendileri için daha hayırlı olan bir şeyin kaçmasından korktuklarından dolayı böyle yaparlar. Oysa o dünyalığı elde etseler bile, ancak az bir müddet ellerinde kalabilir. O halde, akıllı bir kimse ebedî saadet ve şekavetin tehlikesiyle ilgili olan konularda nefsini nasıl hesaba çekmez? Bu umursamamazlık ancak gaflet, mahrumiyet ve az tevfîke mazhar olmaktan kaynaklanır. Böyle bir felaketten ALLAH Teâlâ´ya sığınırız.

Ortakla hesaplaşmaya oturmanın mânâsı; sermayenin tedkik edilmesi, kâr ve zarara bakılması demektir ki kendisi için fazlalık, eksiklikten görünsün. Eğer kâr olursa onu alır, ortağına teşekkür eder. Eğer bir zarar olursa ortağını kefil kılar. İleride o zararı kapatmayı ona yükler. İşte farz borçlarında ve o borcun kârı olan nafilelerde ve zararı olan günahlarda da kulun sermayesi böyledir. Bu tür ticaretin zamanı, bütün gündür. Bu, kötülüğü emreden nefisle yapılmış bir anlaşmadır. Bu bakımdan önce nefsini farzlar için hesaba çekmelidir. Eğer nefis farzları gereği gibi edâ etmişse, bu hareketten dolayı ALLAH´a şükür ve nefsi onun benzerini yapmaya teşvik etmelidir. Eğer nefis farzları terketmişse, farzların kazasını nefisten istemelidir. Eğer nefis eksik olarak onları edâ etmişse, eksikleri nafilelerle kapatmaya nefsi zorlamalıdır. Eğer nefis herhangi bir masiyeti irtikâb etmişse, nefsi cezalandırmak, azap vermek ve kınamakla meşgul olmalı ki nefis eksiklikleri te-lafi etsin. Tıpkı tüccarın, ortağına karşı bir habbenin (para birimi) ile bir kıratın (para birimi) hesabını sorduğu gibi...

Dolayısıyla fazlalık ve eksikliğin giriş noktalarını korur ki onların hiç birinde zarar etmesin. Nefsin zararından ve hilesinden de böyle korunması gerekir. Çünkü nefis aldatıcıdır. Bu bakımdan nefisten önce, bütün gün konuştuklarının hesabını sormalıdır. Kıyamette başkasının eline geçecek hesabı bizzat kendisi, nefsiyle görmelidir. İşte bakışını, kalbine gelenleri, düşüncelerini, kalkışını, oturuşunu, yemesini, içmesini ve uykusunu böylece tedkik etmelidir. Hatta susuşunu, duruşunu kontrol etmelidir. Nefis, bütün vâcib vazifelerini bildiği ve kendi kanaatine göre bu husustaki vâcibleri edâ etmeye kudretli olduğu kesinleştiği miktarda da onun için hesap olur. Böylece nefsin aleyhindeki geri kalan kısım kendisine görünür. Bu bakımdan ortağın açığını kalbine ve defterine yazdığı gibi, bunları nefsin aleyhine tesbit edip kalbinin sahifesine yazmalıdır. Sonra nefis borçludur. Ondan, borçlarını alması mümkündür. O borçların bir kısmını onu kefil kılmak suretiyle alır. Bir kısmını da geri vermek suretiyle. Bir kısmını da ondan ötürü nefse ceza vermek suretiyle alabilir. Bu alış şekillerinin hiçbiri, hesabı tedkik etmeden ve geri kalanı, vâcib olan haktan ayırmadan mümkün değildir. Bu hâsıl oldu mu bundan sonra nefisten istemek ve almak ile meşgul olmalıdır. Sonra nefsi bütün hayatından ötürü, gün gün, saat saat görünür ve görünmez bütün azalar hakkında hesaba çekmesi uygundur.

Tevbe b. Samt nefsini hesaba çeken bir zattı. Birgün hesap etti, altmış yaşında olduğunu gördü. Bu senelerin günlerini hesap etti, yirmibirbinbeşyüz (21.500) gün olduğunu gördü. Bir çığlık kopararak şöyle dedi: ´Vay hâlime! Sultanlar sultanının huzuruna yirmi birbin (21.000) günah ile varacağım! Acaba her günde onbin (10.000) günah varsa ne olacaktır?´ Bunları söyledikten sonra düşüp bayıldı. Yanına varıp baktıklarında ölmüş olduğunu gördüler. Bunun üzerine gaibden şöyle diyen bir ses işittiler: ´En yüce Firdevs sana müjdeler olsun!´29

Nefsini, alıp verdiği nefeslerden, her saatta kalbi ve azalarıyla yapmış olduğu günahlardan hesaba çekmesi gerekir.

Eğer kul, her işlediği günaha karşılık evine bir taş atsa, kısa bir müddette evi taş ile dolardı. Fakat günahlardan korunmak konusunda ihmalkârlık yapar. Oysa (sağ ve solundaki) melekler onun yaptıklarını aleyhine kaydederler. ALLAH onun yaptıklarını teker teker sayar. Oysa o unutmuştur.

29) Beyhâkî, Şuab´ul-İman


All times are GMT +3. The time now is 08:45.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025