![]() |
Hasan Celal GÜZEL-RADİKAL-FÜZELER
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ büyük bir devlettir. Siz paçamıza dolananlara aldırmayınız; bunlar bizim için sivrisinek vızıltısından ibarettir. Türkiye, 250 milyonluk Türk Dünyası’nın ve 1,5 milyarlık İslâm Dünyası’nın tartışılmaz lideridir. Türk Milleti, 6 bin yıllık tarihinde kurduğu 200 civarındaki devletle geçmişte birçok defa ‘cihân hâkimi’ olmuştur. Son yıllarda artık büyüklüğünün farkına varmaya başlayan Türkiye, bir ‘Merkez Ülke’ ve ‘Küresel Güç’ olduğunu bilerek hareket edebilmektedir. Türkiye’yi idare edenlerin bu başarılarının ardında dünyanın en güçlü ve disiplinli ordularından biri yatmaktadır. Gündemdeki ABD’den füze alınması tartışmasında, gene Millî Eğitim Bütçesi mukayeseleri başladı. Ben de Millî Eğitim Bakanlığı yaptım ve bakanlığım döneminde hem Millî Eğitim Bütçesi’nin arttırılmasını, hem de ayrı bir ‘Eğitim Fonu’ kurulmasını sağladım. Lâkin, hiçbir zaman Millî Savunma Bütçesi’nin azaltılması görüşünde olmadım. Aslında Türkiye gibi bir ülkenin ‘nükleer silâh’ sahibi olması da elzemdir. Burnumuzun dibindeki İsrail’de, Pakistan’da bile nükleer silâh varken ve İran’da konu tartışılırken Türkiye’nin merkezî ve küresel bir güç olarak nükleer silâhının bulunmayışı ciddî bir eksikliktir. Başbakanlık Müsteşarlığım sırasında rahmetli Özal ile bu meseleyi çok tartışmış ve Atom Enerjisi Komisyonu’nu güçlendirmek istemiştik. Ne yazık ki, uygun idarecilere ve uzman personele ulaşamayışımız, bizi bu hedeften alıkoydu. |
Abdullah Abdülkadiroğlu 15 Haziran 2009 tarihli "şimdi samimiyet zamanı" başlıklı yazısından güzel bir paragraf
" Ülkeye pusu kuranlar ne bulundukları kurumlarda ne de milletin vicdanında barınamamalı. Şimdi herkes samimi olmalı. Şimdi hükümeti, iktidarı, ordusu ve sivil toplumuyla herkes görevini yapmalı. Şimdi samimiyet zamanı, Şimdi elbirliği zamanı, Şimdi çürükleri ayıklama zamanı, Ve şimdi hain planlara karşı dik durma zamanı." |
18.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Bülent Korucu'nun ''Demokrasinin boynundaki ilmek; 17 Eylül'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
İdamlık ve bayramlık gömlek ifadelerini merhum Özal da kullanırdı. Ne yazık ki o da, şimdi aynı sözleri tekrarlayan Tayyip Erdoğan da boşuna söylemiyor. Türkiye, darbe özlemcilerinden yakasını bir türlü kurtaramıyor. 21. yüzyılda televizyon ekranlarında darbenin meşru olduğunu savunan aydınlar(!) görüyoruz. Bir yüksek mahkemede başsavcı sıfatıyla görev yapan bir hukukçu(!) 27 Mayıs'ın halkta bayram havasıyla karşılandığını ileri sürebiliyor. Demokrasi taraftarları, bu kadar pervasız ve yüksek sesle görüşlerini savunamıyor. Bütün darbelerin anası konumundaki 27 Mayıs'la hesaplaşmadan ve onu hak ettiği şekilde mahkûm etmeden demokrasinin oturacağına inanmıyorum. Menderes'in akıbeti, darbeseverlerin Türk halkının ve siyasetçisinin şuuraltına diktikleri bir korkuluk. Onu söküp atmadan bu tarladan verim almak mümkün olmayacak. Bu ilmeği boynumuzdan çıkarmak zorundayız. 17 Eylül'e bu gözle bakmalıyız. |
18.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Hüseyin Gülerce'nin ''Ergenekoncular neden kaybetti?'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Evet, şimdi ne değişti de geri dönülmez yolda kararlılıkla yürüyoruz? Çünkü artık vesayetçilerin tehditlerinden yılmayan, tırsmayan bir sivil irade var. Milletin emanetine layık olma sözü veren, "hayat bir risktir" diyen bir Başbakan var. Şuurlanan bir toplum var. Gönül birliğini devreye sokan derin Türkiye var. Bu Türkiye çatışma istemiyor. İki saygı insanımıza yeter: Demokrasiye ve değerlerimize saygı istiyoruz. Bu ülkede demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, refahı ve özgürlükleri isteyenler, asla bir rövanş peşinde değiller. Sadece olması gerekenin olmasını istiyoruz. Gelin, bu toplumu zorla istediğiniz kalıba sokmaktan vazgeçiniz. Çünkü bu topraklar artık buna müsait değil. Çünkü dünya buna müsait değil... |
Mehmet ALTAN-C.G Kim Yakalattı-STAR
Neredeyse yedi aydır... Tüm Türkiye’yi meşgul eden, detaylarını hatırlamak ya da hatırlatmaktan ürktüğüm, dehşet verici bir vahşetin zanlısı, nihayetinde önceki gece yarısının hemen sonrasında polise teslim edildi. Ve o saatten sonra, dün de bu gelişme kamuoyunun tek konusu haline geldi. Dün sağda solda dolaşırken, sokaklara, gizli bir pazarlığın olduğu ve adaletin pek de yerini bulamayacağı kanaatinin hâkim olduğunu gördüm. Daha on sekizini doldurmamış bir çocuğu böylesine insanın kanını donduran akıl almaz bir cinayetin zanlısı haline getiren sürecin kendisi de bir cinayettir ama... Kamuoyu olayın vahameti nedeniyle böyle bir anlayışın uzağındaydı. |
Akif BEKİ-BU İKİLİYE DİKKAT-RADİKAL
Ortak Bakanlar Kurulu toplantısı, sınır kapılarından vizesiz geçiş, terörle mücadelede eşgüdüm... Suriye’yle stratejik ortaklığımızın yeni semereleri bunlar. Benzersiz bir ‘ikili’ olmaya doğru gidiyoruz. 10 yıl önce Suriye’yle ilişkilerimizin bu seviyeye geleceğini söyleseler, inanır mıydınız? Karşılıklı imtiyazlar, bütün beklentilerin fevkinde. Bu nasıl mümkün oldu? Tek başına, Tayyip Erdoğan’la Beşar Esad’ın geliştirdiği kişisel dostluğa mı dayanıyor?... Yoksa, ondan fazlası mı? |
19.09.2009 tarihli Sabah Gazetesinden Mehmet Barlas'ın ''Özal reformlarını yaparken herkes ona destek mi vermişti?'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Mesela ekonomimize "Konvertibilite" kavramını getiren "32 Sayılı Karar" açıklandığında, Vehbi Koç aramıştı beni... - Senin Özal'ın bu kararı ile ülkeyi iflasa götürecek. Halk dövize saldıracak, kriz patlayacak, demişti. Böyle durumları hatırlayınca, Tayyip Erdoğan'ın açılımlarında en büyük desteği sahip olması gereken "Siyasi kararlılık"ta ve "Risk alabilme yeteneği"nde bulacağını görmeliyiz. Nitekim kendisinin de bunu sık sık vurguladığını görüyoruz. Cumhurbaşkanı'nın da, TBMM Başkanı'nın da, TBMM çoğunluğunun da arkasında bulunması gibi bir durumu var ki, herhalde bu da hafife alınamayacak bir desteği ifade eder. Neticede "Yumurtayı kırmadan omlet yapılamayacağı" söylemi, statüko ile mücadele eden tüm dünya siyasetçilerine yol göstermiştir. |
19.09.2009 tarihli Star Gazetesinden Ahmet Kekeç'in ''Bir sen eksiktin'' başlıklı yazısındanbir paragraf ;
Statükoyu ve “cunta anayasasını” sahiplenmek dışında dişe dokunur bir icraatı olmamış CHP niçin sol bir partidir? AB gazıyla da olsa özgürlük alanını genişleten, reform niteliğinde yasa değişikliklerine imza atan, demokratik açılımlar yapan AK Parti niçin “gerici ve muhafazakâr” bir partidir? Bunu aklı başında birilerinin açıklaması lazım... |
D.Mehmet Doğan - Vakit
Bayram İnsanı Bütünler! Yarın bayram, Ramazan bayramı... Türkiye’nin en yaygın ve geniş katılımla kutlanan bayramı. Öyle ilânlar vermekle, afişler asmakla, propaganda yapmakla, kanun koymakla katılım sağlanan bir bayram değil... Kendiliğinden, tabiî bir bayram. Ezan gibi, selâm gibi. Su gibi, hava gibi. Tanklar, toplar geçmiyor, jetler uçmuyor, askerler raprap yürümüyor. Hançereleri yırtarcasına hamasî nutuklar atılmıyor. Bu bayramın kutlandığı bir alan, bir merkez, şaşalı bir sahne de yok. Katılım şarta bağlı değil. Katılımcıları farklılaştıran tribünler, teşrifat vesaire sözkonusu değil. Bütün yurt, hatta yeryüzü bayram yeri. Bayram herkesin evinde, yuvasında! Herkes bayramın muhatabı. Fakirler, düşkünler, güçsüzler, hele de çocuklar... |
Hasan Karakaya - Vakit
İftarda 40 gazeteci... Bu da, Dolmabahçe açılımı! Başbakan Tayyip Erdoğan, gazete ve televizyonların “üst düzey yöneticileri” ile, böyle “geniş katılımlı bir toplantı”yı, bundan 5 yıl önce “KKTC’deki referandum öncesi”nde yapmıştı... O zaman da, tarihe “Annan Plânı” olarak geçen plânın hayata geçirilmesi için, “medyadan destek” istemişti... “Devlet Konukevi” olarak kullanılan Ankara Palas’ta bir “sabah kahvaltısı” vermişti... Takvim yaprakları 25 Şubat 2004’ü gösteriyordu... Beş yıl sonra bugün, Erdoğan, “geniş katılımlı bir toplantı”yı bu defa Dolmabahçe Sarayı’ndaki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde gerçekleştirdi... Bu defa “kahvaltı” değil, “iftar yemeği” verdi... Saat 19.20’de başlayan ve yaklaşık “2.5 saat” süren yemekte, “Türkiye’nin konuştuğu” hemen her mesele gündeme geldi, hemen her konuda “soru”lar yöneltildi... “40 civarında üst düzey yönetici”nin katıldığı yemekte, Başbakan Erdoğan, hemen herkesten “elini, taşın altına koymasını” istedi... Tabii, en başta “medya”dan!.. Özellikle “demokratik açılım” girişimlerinin sürdüğü şu günlerde, “medyanın da kendilerine destek olmasını” istedi. Yemekte, benim en çok dikkatimi çeken husus şu oldu: Başbakan Erdoğan, özellikle “Aydın Doğan medyasına ayrımcılık uyguladığı” iddialarını boşa çıkarırcasına; yemeğe “Aydın Doğan medyası yöneticileri”ni de davet etmişti!.. Yani, “ayrımcılık” yoktu!.. Hiç kimseye “iltimas” da yoktu. Hemen herkes oradaydı... Bunu da, “Dolmabahçe açılımı” olarak not etmek gerek. Erdoğan, bu tavrıyla; “Benim, gazetecilerle bir problemim yok” mesajı veriyordu. O halde, problem neydi?.. Problem, “Aydın Doğan’ın ticarî ve finansal işlemleri”ydi... Onun muhatabı da Maliye idi... “Ceza”yı, Maliye keserdi... Erdoğan, önceki akşam zımnen bu mesajı verdi. |
21.09.2009 tarihli Star Gazetesinden Aziz Üstel'in ''Biz Cumhuriyet çocuğuyuz ama Osmanlı'dır aslımız'' başlıklı yazısından bir paragraf ;
... Biz Cumhuriyet çocuğuyuz. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmakla da gurur duyarız... Ama geçmişimizle, Osmanlı’yla da övünürüz, ona ne mazeret ararız ne de dil uzatanları yanıtsız bırakırız. Bu böyle biline! |
Mehmet ALTAN,TARAF,BELİRSİZ DUYGU
Hükümetin çok cesurca başlattığı “Kürt açılımı” karşısında muhalefetin tepkilerinin saçmalık sınırına varması galiba insanlara korkularının “anlamsızlığını” göstermekte çok yararlı oldu. Bahçeli’nin “dağa çıkarız” zırvası kırılma noktasını oluşturdu. En ateşli AKP karşıtlarının ve Atatürkçülerin bile içlerinden “daha neler” dediklerini tahmin edebiliyorum. Kürt açılımından sonra Bahçeli-Baykal ikilisinin Ermeni açılımına, Kıbrıs sorununun çözümüne ve en sonunda Suriye ile “vizesiz” geçişlere aynı katılıkla karşı çıkmaları, Türkiye’nin her sorununun çözümünün önüne dikilerek “vatana ihanet” diye bağırmaları, birdenbire onları gülünçleştirdi. Aslında muhalefet olarak bütün bunlara “gülünç olmadan” karşı çıkabilirlerdi... Eğer, AKP’nin çözüm önerilerine “başka çözüm önerileriyle” cevap verebilselerdi. Ama bir çözüm önerileri yok. |
ENGİN KAŞDAŞ,Baykal Fatiha’ya "amin" dedi mi?
Bütün bunları yapıp, uygulamaya gelince aksini savunmak, bu emir ve yasaklar uygulanmasın diye çabalamak, Allah’ın emirlerine karşı gelmek bir yana, bu emir ve yasaklara göre hareket etmek isteyen, bunun için gayret sarfeden insanlara engel olmak, bunun için her türlü hileye başvurmak ne tür bir aldatmacadır? Kur’an öğrenme yaşına karışmak, bunun için kanunlar çıkarmak, İmam Hatip liselerinin önünü kesmek için yıllarda “katsayı zulmü” yapmak, Allah’ın apaçık bir emri olmasına rağmen "başörtüsünü" yasaklamak ve neredeyse sokakta bile giyilmesini engellemek için çırpınmak, Kurban derilerine laik kurumlar aracılığıyla ipotek koymak ve daha bir çok yanlış uygulama ne tür bir aldatmacadır? Şimdi merak ediyorum. Mesela en çok CHP lideri Deniz Baykal’ı merak ediyorum. Bayram namazında İmam Fatiha suresini okurken sonunda “Amin” dedi mi? Dediyse, nasıl bir sorumluluk altına girdiğini düşündü mü? Siyasi yaşamında İslam’ın hangi kurallarına karşı çıktığını düşündü mü? Okuduğu ayetlerin-tabi okuduysa-Allah’a bir tür “söz vermek” anlamına geldiğini bilse yaptıklarından pişman olup, geri adım atar mı? |
22.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden İhsan Dağı'nın ''Kürtlerle bayram yapmak'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
...Devletin tek bir ulustan oluşması, yurttaşların tek bir anadilde konuşması, halkın tek bir dine ve mezhebe iman etmesi hem mümkün hem de şart değildir. Aksine modern ve güçlü bir siyasal toplum olmanın şartı, etnik, dinî ve ideolojik çeşitlilikleri barış içinde bir arada barındıracak siyasal ve sosyal mekanizmalar geliştirmek. Bu da demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti rejimi demek. Kim korkuyor bu değerlerden ve kurumlardan? Egemenliklerini ve avantajlarını halkla paylaşmaya yanaşmayan 'otoriter devletin bürokratik seçkinleri' ve onların sivil uzantıları... 'Demokratik açılım Türkiye'yi bölecek, ulus devleti ortadan kaldıracak' iddiaları da 'korku siyaseti' yoluyla toplumu, özellikle de muhafazakâr ve milliyetçi kesimleri 'denetleme' stratejisinin yeni bir uygulaması. Özgüven, çoğulcu kültürel geleneğin hatırası ve sağlam ortak değerler korkunun panzehiri. Kuşkusuz, Ramazan ve bayram 'ortak değerler'in önemli bir zemini. İslam, ortak yaşamın, entegrasyonun, sosyalleşmenin vazgeçilmez bir 'kolaylaştırıcısı'. Din, önemli bir 'ortak payda', vatandaşlık bir başkası... |
22.09.2009 tarihli Taraf Gazetesinden Ahmet ALTAN'ın ''Belirsiz duygu'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Hükümetin çok cesurca başlattığı “Kürt açılımı” karşısında muhalefetin tepkilerinin saçmalık sınırına varması galiba insanlara korkularının “anlamsızlığını” göstermekte çok yararlı oldu. Bahçeli’nin “dağa çıkarız” zırvası kırılma noktasını oluşturdu. En ateşli AKP karşıtlarının ve Atatürkçülerin bile içlerinden “daha neler” dediklerini tahmin edebiliyorum. Kürt açılımından sonra Bahçeli-Baykal ikilisinin Ermeni açılımına, Kıbrıs sorununun çözümüne ve en sonunda Suriye ile “vizesiz” geçişlere aynı katılıkla karşı çıkmaları, Türkiye’nin her sorununun çözümünün önüne dikilerek “vatana ihanet” diye bağırmaları, birdenbire onları gülünçleştirdi. |
23.09.2009 tarihli Sabah Gazetesinden Mehmet Barlas'ın ''Dünde kalarak bugünle başa çıkamazsınız...'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Her şeyde "yabancı parmağı" arayanlar globalleşmenin ekonomi kadar siyaseti de etkisi altına aldığını ıskalamış durumdalar. Bunlar Amerikalı olsalardı herhalde "Obama'yı yabancılar Başkan yaptı" derlerdi. Bunların Türk olanları da global ekonomik krizin sorumlularını Türkiye'de aramıyorlar mı? Bunlar telefonların sadece konuşmaya yaradığını sananlardır. Artık telgrafın tellerine kuşlar konamıyor. Ayrıca kuşlar internetin tellerine de asla konamayacaklar. Yıldırım Gürses bugün yaşasaydı "Son Mektup" yerine ya "Son email"i ya da "Son SMS"i şarkılaştırmaz mıydı? Evet... Takvimlerde bugünün tarihi olarak "23 Eylül 2009" görülüyor. Ama bazıları için bu tarih, çok uzak bir geleceği ifade etmekte... http://www.sabah.com.tr/c/i/sp.gif |
23.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Ali Bayramoğlu'nun ''Siyasi serencam'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Bugün tıkanıklıklar konusundaki tek umut toplumdan, toplumsal değişimden ve toplumsal meşruiyetten gelen girdilerdir, toplum olma yolunda atılan adımlardır… Kürt sorununda, azınlıklar meselesinde, orduya bakışta gelen yeni zihniyet girdileridir sözünü ettiğimiz… |
Abdurrahman Dilipak - Vakit
Münevver’i kim öldürdü? Gözümüze kibriti çok yaklaştırınca arkasında kocaman bir ormanı kaybediyoruz.. Cem ve Münevver’in sırrını araştırırken, aynı ölüm vadisine yeni yeni gençler yuvarlanıyor, ama buna bir tedbir almıyoruz.. Bununla ilgilenmiyoruz.. Zaten bu Ergenekon düzeninde çare de bulamazsınız. Çünkü, önünüze laiklik çıkar. “Çağdaş Yaşam” çıkar.. Fuhuş ve alkolü, mevcut düzenin korunması açısından kendileri için emniyet süpabı olarak görenler var.. Bunlar olmazsa gençlerin / toplumun daha hızlı bir şekilde dindarlaşmasından endişe ediyorlar.. Gerçek şu ki, Cem ve Münevver’in gerçek katilleri bu düzendir.. Aslında Münevver’in bedeni ile birlikte Cem’in ruhu ve geleceği katledilmiştir. O da bir kurbandır.. Ve bu sonuçtan her iki tarafın ailesi ile birlikte bütün bir toplum sorumludur.. Bu işten, bu cinayetten tiraj ve reyting damıtmaya çalışan media da sorumludur. Aslında hepimiz bu sonuçtan sorumluyuz ve biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmedikçe Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir.. Biz iki kurbana ağlarken, aslında yeni yeni gençler aynı bataklığa yuvarlanıp boğulmaya devam ediliyorlar. Selam ve dua ile.. |
Hüseyin Öztürk - Vakit
Bediüzzaman, Birleşmiş Milletler’in gündeminde Kısaca bugün gelinen noktada, Risale-i Nurlar, bildiğim kadarıyla dünyanın 60 ülkesinde, 57 dilde okunuyor ve yazılıyor. Bu da gösteriyor ki, istikbalde en gür sada, İslam’ın sadası olacaktır. Şimdi buyurun bu girişi yazdıran haberi okuyalım: “Birleşmiş Milletler’in Filipinler’deki Barış Elçisi Muhammed Rıza Dalkılıç, BM’nin 2015 yılını ‘Dünya Bediüzzaman Yılı’ ilan edebileceğini söyledi. Risale Haber’e konuşan Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve Filipinler Risale-i Nur Enstitüsü Başkanı Muhammed Rıza Dalkılıç; Filipinler’de yapılan ‘Adalet’ konulu sempozyumdan sonra kendisine barış elçiliği vazifesi verildiğini belirterek, ‘Risale-i Nur Enstitüsü başkanıyım, dolayısıyla barış elçisi görevini de yürütüyorum. Zaten bu unvanla bizi kabul ettiler’ dedi. Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan çalışmalarda Bediüzzaman’ın gündeme geldiğini ifade eden Dalkılıç; BM’nin dünya çapında tanınan ve bilinen bir İslam âlimini yakından tanımak ve tanıtmak istediğini ve bu konuda çalışmalar yaptığını, Bediüzzaman’ın, insanlığa seslenişinde çok önemli bir model olarak görüldüğünü belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Bu model insanlar seçilirken, şu kriterlere dikkat ediliyor: Kitleler üzerinde tesiri olmuş; barış, sevgi ve dayanışmadan yana büyük emek ve eser vermiş, insanların inançları başta olmak üzere kişisel hak ve özgürlüklerine dair çaba harcamış ve bu çabasını gerçekleştirmiş; bilgin, âlim ve önderler olması isteniyor. İşte bu çerçevede Birleşmiş Milletler 2015 yılını, ‘Bediüzzaman Said Nursi Yılı’ olarak ilan etmeyi planlıyor. BM’nin sponsorluğunda 195 ülkede Bediüzzaman ve İslam’ı anlayışı, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) ve insanlığı anlama ve anlatma tarzı, barış için yaptıkları tek tek anlatılıp duyurulacak. Birleşmiş Milletler’in ‘Yeni Bin Yılın Hedefleri’ başlığı altında; Bediüzzaman Said Nursi’nin; ‘Sulh-u Umumi’ dünya barışı konusundaki görüşleri oldukça dikkat çekici bulunduğundan, 2000 yılından beri üzerinde çalışmalar zaten sürüyormuş. Şimdilerde ise hazırlıklar hızla devam ediyor, bizim de bu konudaki çalışmalarımız aralıksız devam edecek.’ ” |
Bir ülkede sadece bir tane “ulusal” parti olunca sorunları çözmek çok zorlaşıyor.
Çünkü diğer “yerel” partiler sadece kendi tabanlarını memnun edecek sözler söylüyorlar. Bazı DTP’liler yalnızca Kürtleri memnun edecek açıklamalar yaparken, MHP ve CHP de yalnızca Türklerin hoşuna gidecek nutuklar atıyorlar. Kendi tabanlarının geleceğini güvence altına almak, onlara zenginlik, barış, mutluluk sağlayacak projeler ve öneriler geliştirmek yerine, en uç noktalara giden, aslında pek geçerliliği olmayan çıkışlar yapıyorlar.(*) (*)Taraf Gazetesi-4 Eylül 2009-Ahmet Altan-Şavaşın Delileri |
İşsizlik sorunu çözülemez
Yakın dünya tarihinde yalnızca bir tek ülkede ve bir tek yılda işsizlik sıfırlanmıştır: 1943 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde. En işe yaramaz eleman bile silah fabrikasında ya da yan sanayide tıkır tıkır çalışıyordu çünkü... Amerikan ekonomisinin gücüne sahipseniz ve de "savaş ekonomisi" uygulayabiliyorsanız, hele hele iki cephede birden dövüşebiliyorsanız, belki siz de bunu yakalarsınız, ama boyunuz da uzamaz. Yani, "sıfır işsizlik" bir ütopyadır. İşsizlik sorununu çözmek demek, "işsiz sayısını mümkün olduğunca azaltabilmek" demektir, o kadar. Bizim hükümetin üç yıllık "yol haritası" açıklanmış, kriz nedeniyle elbette ekonomi daralıyor, gelir düşüyor, işsizlik artıyor. Bir kısım basın elbette "Tayyip yaptı" diye yaygara ediyor ama halk da bunun böyle olmadığını biliyor. (Bilmese, anketlerde iktidar partisinin oyu gene de yüzde 42 çıkmazdı.) Hükümet, önümüzdeki üç yılda bir milyondan fazla kişiye iş bulunacağını, ama gene de işsizlik oranının yüzde 13'ün altına inmeyeceğini açıklamış... İnmez. İnemez. İnebilemez. Çünkü Türkiye'nin işsizlik sorunu "konjonktürel" değil, "strüktürel"... Açıklayalım: İnsanlar geçici dalgalanmalar, arıza iflaslar, patron kaprisleri, borsa cilveleri sonucu falan işsiz kalmıyorlar, bu ülkenin bu çapıyla ve bu yapısıyla her zaman bir miktar kişi işsiz dolaşmaya mahkûm. "Gizli çalışanlar", yani çalışmıyor gibi görünüp aslında para kazananlar, yani onca tu kaka edilen "kayıt dışı ekonomi", bir de "kalabalık aile", yani kaynayan tencereden sebeplenen "ek kaşık düşmanları" sorunun bir ölçüde göze batmamasını, patlamaya yol açmamasını sağlıyor neyse ki... Ülkelerin nüfus yapısını göstermek için temsili bir "demografik piramid" yapılır, bilirsiniz. En altta genç, ortada orta yaşlı, en üstte de yaşlı nüfus... Bu piramidin tabanı elbette daha geniş, tepesi daha dar olacaktır. İsterseniz üçgen diyelim. "Sağlıklı" ülkelerde bu üçgen "eşkenar" ya da ona yakındır. Bizde üçgenin tepesi sipsivri, tabanı yerlere yapışmış! Üçgen yassılmış, yamulmuş. Sanki üstüne fil basmış. Sosyoloji profesörlerine sordum da oradan biliyorum. Toplam nüfus kabaca yetmiş milyon, seçmen sayısı kabaca kırk milyon. Toplumun yarısı çocuk! Benim de dahil olduğum "elli yaş üstü" moruklar grubunun toplumdaki oranı nedir, biliyor musunuz? Yüzde 4... Hepi topu yüzde 4... Dipten korkunç bir sel dalgası gibi gelen bu kadar genç ve bu kadar kalabalık bir kitleye, "misli görülmemiş bir yatırım hamlesi" başlatılmadığı sürece, büyüme hızı yüzde 30 falan gibi duyulmamış bir orana fırlatılamadığı sürece, iş miş bulunamaz. Bulunsaydı, Hindistan bulurdu. O hamle de, Konya Ovası'ndan Kuveyt rezervlerini bile geçecek bir petrol fışkırmadan, finanse edilemez. Hiçbir rejim, isterse en koyu komünizm ya da en sert faşizm olsun, bunu başaramaz. Bu amansız kitleye, dağı taşı gecekondu üniversitelerle bile donatsanız dişe dokunur bir eğitim veremeyeceğiniz gibi... Ama bazı ekonomi gazetecileri "kâğıt üzerinde" atıp tutarlar: Efendim, üretimi arttırmak lazım! Derler, bir yandan da, "eski solcu" olduklarından, yabancı sermayeye karşı çıkmayı da hiç ihmal etmezler. Olmayan sermayeyle yatırımı herhalde uzaylılar yapacaklardır. Hükümet değişirse, aynı teraneyi bu sefer de yeni iktidara karşı sürdüreceklerdir. Çünkü Aydın Doğan Bey'in ekonomi sayfalarından memleket kurtarmak, leblebi çekirdek yemek kadar kolaydır. http://www.sabah.com.tr/c/i/sp.gif Sabah Gazetesi-Engin Ardıç |
Hasan KARAKAYA-VAKİT
Meselâ, 16 Ağustos 1997... Bu tarih, “tarih”e geçmiştir!.. Bu tarih, “hafıza”lara kazınmıştır!.. Bu tarih, “milat” olmuştur!.. Asla unutulmaz!.. Unutulması, mümkün değildir!.. Çünkü, bu gün; “İmamın yellendiği” değil ama Mesut Yılmaz’ın “eğitimin içine ettiği gün”dür!.. Bu gün, “8 Yıllık Kesintisiz Eğitim Yasası”nın çıkarıldığı ve “İmam Hatip Liseleri’nin köküne kibrit suyu döküldüğü” gündür!.. Bu gün, “katsayı zulmü”nün başladığı ve “Anadolu çocuklarının önlerinin kesildiği” gündür!.. Bu gün, bütün “yasadışı zorbalık”ların başladığı, “minnacık çocuklar”ın incecik bileklerine “kelepçe”ler geçirildiği, “örtülerinin başlarından çekilip alındığı” sürecin başladığı gündür!.. Aradan “12 yıl” değil, “12 asır” da geçse, bu “zulüm” unutulmaz!.. “Gaz” değil ki, uçup gitsin!.. Bu gün, “eğitimin içine edildiği” gündür ki; bu pisliği ne “sabun” temizler, ne de “deterjan”lar!.. “12 yıl önce”sinin 16 Ağustos’unda doğan çocuklar, bugün 12 yaşında... O gün “12 yaşında” olan “çocuk”lar ise, bugün “24 yaşında” bir delikanlı!.. O gün “16 yaşında” olanlar ise bugün “28 yaşında” birer iş ve eş sahibi!.. |
Ergun BABAHAN-STAR
Bu iki davayı birbiriyle kıyaslamak için Ertuğrul Özkök’ün bizi ve Hürriyet okurlarını çok saf buluyor olması gerekir. Çünkü böyle bir kıyaslama ortalama zekaya hakarettir. Çünkü, Türkiye’deki davanın özü tam da budur. Türkiye’yi kaosa sürükleyerek askeri müdahaleye uygun bir ortam hazırlama çabası. Bunun için gerekirse Kemalist gazetenin bombalanması da, Danıştay’a baskın düzenlenmesi de mübah görülüyor. Bunu ben söylemiyorum, savcılar söylüyor. Bu iddaları ciddiye alan hakimler de yürürlükteki hukuka göre tutulama kararı veriyor. Belki de Özkök’ün bu yazıyı yazmasında Pazar eki yazarı, Adli Tıp Kurumu eski Bakanı Sevil Atasoy’un ricalarının etkisi olmuştur. Taraf Gazetesi dün Atasoy’un İstanbul Üniversitesi öğretim görevlileri hakkında 1. Ordu Komutanlığı’na ihbar niteliğinde mektuplar yazdığını haber yaptı. Atasoy, Hürriyet’te yazı yazmaya başladığında da, dönemin 1. Ordu Komutanı’nın ricalarının etkili olduğu iddia edilmişti. Dönemin 1. Ordu Komutanı kimdi hatırlıyor musunuz? Ergenekon sanığı Hurşit Tolon... |
Ahmet Altan - 16.04.2009 - Taraf
*** Önce en basit kuralları sıralayalım. Dürüstlük iyidir. Açıklık iyidir. Netlik iyidir. İkiyüzlülüğe tenezzül etmemek iyidir. Kaypaklığa, kayganlığa kaçmamak iyidir. Bunlarda anlaşıyor muyuz? Anlaşıyorsak devam edelim. Askerî darbelerin her türü alçaklıktır. Kendi halkına silah doğrultmak ihanettir. Bunda anlaşıyor muyuz? İşte burada bir sessizlik oluyor. Kendine “sol” diyen, kendine “aydın” diyen, kendine “yazar” diyen insanların bir kısmında bir kayganlık ve kaypaklık beliriyor bu noktada. |
KÜRTÇE KONUŞMAK... Ahmet Altan - 25.02.2009 - Taraf
*** Dün gazetelerin internet sitelerini okuyup da televizyonların haber programlarına bakınca sandım ki korkunç bir şey oldu. Konuşmalar, demeçler, sansürler... Ne olmuş? Ahmet Türk Meclis’teki grup toplantısında Kürtçe konuşmuş. Bizim ülkemizi şaşırtan gerçeğin özeti şu: Kürt, Kürtçe konuşmuş. Bir Kürdün Kürtçe konuşmasını büyük bir olay olarak gören bir ülkede yaşıyorum ben. Bakın size büyük sırrı açıklıyorum. Kürtler Kürtçe konuşur. Türkler Türkçe konuşur. İngilizler İngilizce konuşur. Fransızlar Fransızca konuşur. Beni kızdırırsanız böyle sayar giderim. Neden bir Kürdün Kürtçe konuşması bize bu kadar garip geliyor? Bill Clinton gelince, herkes onun bizim Meclis’teki İngilizce konuşmasını alkışlıyor. Ama Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşmasına şaşıyor... |
24.09.2009 tarihli Sabah Gazetesinden Engin Ardıç'ın ''Müdafiler haaazır'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Şimdi Menderes asıldı diye timsah gözyaşları dökenlere, "bütün darbelere karşıyız" ayağı yapanlara bakıyorum da... Bir darbe olsa da Tayyip Erdoğan'ı assalar, zil takıp oynamayacaklarına beni ikna edemezler. Onları tanırız. Çünkü yaşamış olmak başka şeydir... Seçim kazanıp iktidara gelmenin de çok çok başka bir şey olduğunu döne döne öğreneceklerdir. |
24.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Hüseyin Gülerce'nin ''Ergenekon davası, statükonun testisini çatlattı...'' başlıklı yazısından nir paragraf ;
Statükonun direnmesi, tabii ki beklenen bir şey. Demokrasiyi varmış gibi gösteren vesayetçi sistem, elit azınlığını, elindeki bütün güçleri tabii ki ayaklandıracak ve cepheye sürecektir. Kolay değil, millet iradesine ipotek koyan perdeli irade, yıllardır sahip olduğu imkânları kaybediyor. Bütün köyün ağası iken, "demokrasi olsun, herkes yerini bilsin, kimse hukuk dışına çıkamasın ve herkes hesap verebilsin" diye yükselen seslere tahammül edebilir mi? |
25.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden İhsan Dağı'nın ''Pasif laiklik, aktif demokrasi'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Bence 'Türk militan laikliği'nin temel özelliği işte budur: 'İnsanları laikleştirmek misyonu'. Dikkat edin, 'devletin' laikleştirilmesi değil. Laiklik hilafına devletin Diyanet Teşkilatı'na sahip olmasına, zorunlu din dersi eğitimine vs. bir itirazları yok; çünkü bunlar aslında devletin toplumu denetleme mekanizmaları... Militan laiklerin derdi insanları laikleştirmek; çünkü onları da 'denetim' altına almak istiyorlar. Beyaz insanın 'medenileştirme' misyonundan farklı değil bu 'laikleştirme misyonu'. İkisi de muhataplarını 'eşit insanlar' olarak görmez ve bu eşitsizlikten, yani üstünlükten bir 'yönetim hakkı' çıkarırlar. Bizim 'Beyaz laik Türkler'in anlamadığı, bu anlayışın 19. yüzyılın Afrika toplumlarında bile işlememiş olması... Bizde neredeyse daha başarılı, ama nereye kadar? |
25.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Mehmet Yılmaz'ın ''Savaş ağaları'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Bundan böyle insanların ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlama ihtiyacı duymayan bir çözüm önerisinin günümüz dünyasında başarıya ulaşma şansı bulunmuyor artık. Problemleri çözmeye çalışanları yaftalamanın da... Sanırım bu hakikati hepimizin idrak etmesi gerekiyor. |
Merve KAVAKÇI-VAKİT
Son olarak Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Kürt açılımıyla ilgili açıklamasını eleştirdi CHP lideri. Başbuğ malum, Güneydoğu halkının terör ve siyaset ağalarından çektiğini söylemiş, halkın bu ağalardan temizlenmesi gerektiğine işaret etmişti. Baykal da şimdi bunu eleştiriyor, Genel Kurmay Başkanı’nın siyaset yaptığını, askerin siyasetten elini çekmesi gerektiğini söylüyor. Bu sözler karşısında bize de şaşkınlık içerisinde Allah Allah demekten başka birşey kalmıyor. Allah Allah. İnsan ancak bu kadar pişkin olabilir herhalde. Veya halkı zeka özürlü yerine koyabilir... Baykal’ın bu sözleri karşısında gözlerim yaşardı desem çok mu sarkastik kaçmış olur bilmem ki. Ayol insan vatandaşının gözünün içine baka baka bunu nasıl söyler. Demezler mi afedersiniz Sayın Baykal size bir sorumuz olacaktı. Madem bu kadar demokrasi aşığıydınız, askerin siyasete girmesine karşı idiniz peki o zaman Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi partinizin ordu göreve pankartlarının dalgalandırıldığı o meşhur Cumhuriyet mitinglerini yapmasına nasıl razı oldunuz? |
Nihat NASIR-BURSA,OLAY
Ramazan ayının 27. günü akşamı Ak Parti İstanbul il başkanlığının iftarına davetliydik. Daveti ve Bursa’dan kalkıp İstanbul’a gitmemizi anlamlı kılan en önemli unsur, kuşkusuz ki, iftara, Başbakanla birlikte Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın da katılıyor olmasıydı… Aradan on gün geçmiş olsa bile, o iftarda tanık olduğum tarihi gelişmelere değinmem gerektiğine inanıyorum. Daha doğrusu böyle bir hadiseyi ıskalamak bir eksiklik olurdu… Öncelikle, ‘böylesine kozmopolit bir topluluğu ilk kez bir arada gördüm’ dersem, inanın abartmış olmam… Yaklaşık 3 bin 500 kişinin katıldığı davette, müzik, sinema ve televizyon dünyasının ünlü isimleri, spor camiasının en tanıdık simaları, siyasetin önde gelen şahsiyetleri, medyanın en tanınmış kalemleri ve sunucuları ile azınlık cemaatlerinin liderleri aynı salonda toplanmışlardı. Normal şartlarda bir arada görmenin neredeyse imkânsız olduğu bu topluluğu yan yana getiren hususun bir iftar daveti olması, işin en ilginç ve hatta en ironik tarafı olsa gerek… Bu durumu, ‘Ak partinin gücüyle’ izah eden kimi meslektaşlarımızın bu yaklaşımına mukabil ‘Ak partinin artık bir kitle partisi olduğunun resmi’ şeklinde değerlendiren yorumlar da az değildi… Her iki tarafı da haklı kılan argümanlar vardı elbette ama doğrusunu isterseniz bendeniz, toplantının içeriğiyle ilgilenmenin daha önemli olduğu kanaatindeyim. Nasıl olmasın ki? Düşünsenize, çok değil daha on yıl önce, Türkiye ile Suriye savaşın eşiğine gelmiş, en üst düzeyde restleşmeler gerçekleşmişti. Bir adım ötesinin savaş olduğu o günlerden, vizenin kaldırıldığının açıklandığı bu günlere ulaşmak, açıkçası, ‘baş döndürücü bir hız’ ifadesiyle ancak anlamını bulabilir. Üstelik taraflar, en yetkili ağızlardan, ‘bunun henüz küçük bir başlangıç’ olduğunu deklare ediyordu. |
Abdullah Abdülkadiroğlu 24.09.2009 "Şimdi bunun adı ne" başlıklı yazısından bir paragraf
"Demokratik açılım sürecinde hükümet aleyhinde olabilecek bütün açıklamaları canlı yayınlayan muhalefet temsilcilerini fire vermeden yayınlarda ağırlayan bu kanalların, toplumdaki tedirginliği tetikleyen tavırları Genelkurmay Başkanının da dikkatindeydi. Askerin ‘son terörist öldürülünceye kadar’ söyleminden ‘seyretmeyin şu televizyonları’ noktasına gelmesi enteresan. CHP ve MHP’nin Başbuğ’dan yedikleri şokun etkisi geçer geçmez açıklama yapıp Genelkurmay Başkanının ‘siyasete bulaşmaması’ gerektiğini söylemeleri açıkçası daha da enteresan. Muhalefetin bu açıklamalarının bir ileri aşaması; acaba ‘yandaş basın-yandaş yargı’dan sonra ‘yandaş asker’ mi olacak ?" |
Aziz ÜSTEL - 25/09/2009
Alıntı:
|
Eser KARAKAŞ - 25/09/2009
Alıntı:
|
Hasan Karakaya - Vakit
hasankarakaya@vakit.com.tr 2009-09-26 Kurtlar Vadisi... Dün darağacı, bugün baştacı! Her zaman söylerim, yine söylüyorum... Bir insan bir yerlere gelmişse, o insanı diğerlerinden ayıran bir özellik, bir farklılık vardır... Yani, hiçbir insan, hiçbir özelliği olmadan bir yere gelemez, iz bırakamaz...Meselâ, “Yunus Emre” olmak kolay değildir... Ya da, kolay kolay “Yunus Emre” olunmaz... Malûm; Yunus Emre’nin bağlı bulunduğu “dergâh”ta, şüphesiz çok değerli “derviş”ler vardı... Ama, çoğu, bir “iz” ve “ad” bırakamadan göçüp gitti... “Yunus” adı ise, hâlâ dillerde, hâlâ gönüllerde... Peki, Yunus’u diğerlerinden ayıran özellik neydi?.. Belki çok basit olacak, ama “odunları” desem, acaba abartmış mı olurum?.. Evet, “odun”ları!.. Derler ki; Yunus’un, dağlardan kesip dergâha getirdiği odunlar bile “pürüzsüz” ve “dümdüz”dü!.. Bir gün, merak edip sormuş şeyhi; “Görürüm ki, getirdiğin odunların hiçbirinde eğrilik yok, hepsi düzgün... Bunun hikmeti ne ola?” Cevap vermiş Yunus; “Bu dergâhtan içeri giren odunların bile yamuk olmasına gönlüm razı değil!” İşte Yunus’u, “Bizim Yunus” yapan özellik!.. İşte Yunus’u, bugünlere taşıyan farklılık!.. “Doğruluğa” ve “düzgünlüğe” o kadar önem veriyor ki, “odun”ların bile yamuk ve eğri olmasına razı değil!.. Özü-sözü doğru!.. İşte bu yüzden; Yunus hâlâ gönüllerde!.. Yunus hâlâ dillerde!.. |
Fehmi KORU Yeni-Şafak-Yine,Yeni,Yeniden...
Her ülkede yeni bir şey söylemek, farklı olmayı göze almak risklidir de, Türkiye'de bu risk başka yerlerden daha fazladır. Başka ülkelerde mucitler teşvik edilip mükâfatlandırılır, bizde alışılmadık bir çıkış yapan “Yeni icat mı çıkarıyorsun?” diye ayıplanır. Hiçbir düşünce üretmeden emekli olan profesörlerle, kör değneği beller gibi hep aynı şeyleri tekrarlayıp duran danışmanlar ülkesidir burası... Herhangi bir konuda en son 'açılım' ne zaman yapılmıştı, 'Kürt açılımı' ve 'Ermeni açılımı' öncesinde, hatırlıyor musunuz? Evet, iktidara geldiğinde ilk iş olarak Diyarbakır'a giden ve oradan “Kürt realitesini tanıdık” açıklaması yapan politikacılar (Süleyman Demirel- Erdal İnönü) çıktı. Ya da en son gittiği ülke olan İspanya'dan dönerken orada işittiklerinden etkilenip “Bask modelini uygulayacağız” diyen (Tansu Çiller) de... Bir başka politikacı (Mesut Yılmaz) kimbilir kimin etkisiyle “Avrupa Birliği'nin yolu Diyarbakır'dan geçer” de diyebilmişti. Lâf üretmede üstümüze yok zaten; ancak lâfı projeye veya açılıma dönüştürme becerisi gösteren pek çıkmıyor bizim ülkemizde. |
26.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Ali Bayramoğlu'nun ''Türkiye'nin sorunları ve çözümler'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Çokkültürlü toplumsal düzen karşılıklı kabule dayandığı oranda bireyi yeniden tanımlar ve ait olduğu dünya içinde ve o dünyaya karşı özgürleştirir, çünkü. Doğru orantı içe kapanma ile çokkültürlülük arasında değil; içe kapanma ile dışlanma arasındadır. Kimlikler karşılıklı oluşur. Hiçbir birey kendi kimliğine tarih dışı, toplum dışı bir hattan ve kendisi üzerine düşünerek ulaşmaz. Onu tanımlayan, tasnif eden başkalarının tavırları ve davranışlarıyla ulaşır. Kısacası, aşırı cemaatleşme eğilimi, kimliklerin birbirini karşılıklı olarak reddettikleri bir düzenin adıdır. Çokkültürlü toplum ise bu kimliklerin birbirlerinin karşılıklı olarak kabul ettikleri toplumun adı. |
26.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Fehmi Koru'nun ''Yine, yeni, yeniden...'' başlıklı yazısından bir paragraf ;
Yeni şeyler söylemek, yapmak risklidir; ama tarihi risk almasını bilenler yazıyor... |
D. Mehmet DOĞAN - 26/09/2009 - "Laiklik neden gündemden düştü?"
Alıntı:
|
Ahmet KEKEÇ - 26/09/2009 - Çok mu zor Allah aşkına?
Çok mu zor Allah aşkına?
Alıntı:
|
All times are GMT +3. The time now is 01:04. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025