![]() |
Hazreti İbrahim (a.s)
I. BÖLÜM: ALLAH’IN DÜŞMANI NEMRUD
1. Nemrud Kimdir ? Hazreti İbrâhim'in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismidir. Kimliği ve tarihsel kişiliği hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz, kesin olan birşey vardır. O da, yaygın bir biçimde "Nemrut" diye anılan bir hükümdarın Hazreti İbrâhim'e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim'in haberleri ile sabittir. Yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova'nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olarak bilinmemektedir. [1] Nemrut ismi, Kur’an’da geçmez. Hz. İbrâhim’le Rabbi hakkında tartışan hükümdar hakkındaki bu âyette görüldüğü gibi, “Nemrut” veya benzer bir isimden de bahsedilmez. Hadis-i şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz. Rivâyetlerden ve isrâiliyat kökenli kıssalardan yola çıkılarak Nemrut ismine ulaşırız. Bugünkü Tevrat’a baktığımızda “Nimrod” adına rastlarız.[2] Fakat Tevrat’ta bahsi geçen Nimrod’un “Nemrut” olmadığı; belki Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğu için, ondan yıllar sonra Hz. İbrâhim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin, olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu meşhur kişiye mal edilmiştir. Bazı tarih kitapları, Nemrud’un, tanınmış Bâbil kralı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Bazı tarihçilere göre, Nemrut, bir Bâbil hükümdarıdır; ancak hangi hükümdar olduğu kesin değildir. Bunlara göre, Nemrut, aynen Firavun gibi, Bâbil hükümdarlarının ünvanıdır. Eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ek olarak Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sayarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarını görmekteyiz. Bu isimlerin yanında, Akad devletinin kurucusu olan ve M.Ö. 2350’lerde yaşamış olan Sargon’un Nemrud olduğu ihtimalinden bahsedilir. Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrâhim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim’in haberi ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrâhim ile Nemrut’un ve kavminin mücâdelesine ilişkin âyetlerin sayısı 91’i bulur. [3] |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Kral Nemrud’un Mârifetleri :
Nemrud; İlk defa, kötü yol açan, ilk defa, başına taç giyen, ilk defa, yıldızların durumunu ortaya koyan ve onlar hakkında nazariyeler kuran ve ameliyeler yapan, Kabil'den sonra ilk defa ateşe tapan kimse idi. Yerden bir ateşin çıktığını görünce. Varıp önünde yere kapanmış ve üzerine bir bina çattırarak, O'na bir bakıcı da, tayin etmiştir. İnsanları, kendisine tapmağa, ilk defa davet eden de yine kendisidir.[1] Yer yüzünde yaşayan ilk diktatör, zalim hükümdar Nemrud’dur. Göklere doğru yükselen en yüksek binayı da ilk defa Nemrud yaptırmıştır. [2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn Kuteybe-Maarif s.15; Sâlebi-Arais s.73; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.142. [2] İbn.Esir-Kâmil, 1/.94; 1/108,109. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Nemrud’un Yeryüzünde ki Mülkü Hakkında ki Bazı görüşler :
Haber ehlinin hepsi de Nemrud’un bazılarının iddiasına göre Hz.Nuh as.’ın kendisine peygamber olarak gönderilen İzdihak (Zohak)’ın valisi olduğunu ifade ediyorlar. Selef alimlerinden bir grub ise Nemrud’un kendi başına müstakil bir hükümdar olduğunu söylüyorlar. İbn İshak ise şunları söylüyor: "Yer yüzünün doğusu ve batısı hep Nemrud’un idare ve mülkünde bulunuyordu. Kendisi ise Babil’de kalıyordu. Söylendiğine göre yer yüzünün saltanatı ancak üç hükümdarda toplanmıştır. Bunlar, Nemrud, Zülkarneyn, Süleyman b. Davud as.’dır." Fakat biz bu görüşün doğru olmadığını zikrediyoruz.[1] Mücahid şöyle der: “Dünyanın doğularına ve batılarına dört kişi hakim olmuştur. Bunlardan ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’minler Davud oğlu Süleyman ile Zülkarneyn’dir. Kâfirler ise Nemrud ile Beyt-i Makdis’i harap eden Buhtunnasr’dır.”[2] Bir grub alim ise Nemrud b. Ken’an’ın yer yüzünün doğu ve batısına hakim olduğunu söylüyor. Fakat siyer ve hükümdarların haberlerine vukufu olan alimler bu görüşü reddediyorlar. Aslında Nabat’lardan hiçbir kimse müstakilen tek başına yer yüzünden bir karış toprağa bile hakim olmamıştır. Bu durum karşısında bir Nabatlı olan Nemrud’un bütün yer yüzüne hakim olması nasıl düşünülebilir? Nemrud’un Sevâd bölgesindeki idarecilik süresi dört yüz yıl devam etmiş, kendisi helak olduktan sonra neslinden yerine geçen Nabat Kralları dönem dönem idarede bulunmuşlardır. Netice olarak Nabatlıların bu idaresi yedi yüz yıl devam etmiştir.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Esir-Kâmil, 1/86. [2] Muhtasar-ı İbn Kesir: 1/234; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/308. [3] İbn.Esir-Kâmil, 1/110. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Nemrud’un Saltanatının Sonu :
Hz. İbrâhim'in Ur'dan hicret etmesinden sonra hem Nemrud hanedanına hem Ur'lulara üst üste felaketler gelmeye başladı. Evvela, Aylamiler Ur'u yağma ettiler ve Nemrud'u Nannar'ın putuyla birlikte esir alıp götürdüler. Daha sonra Larse'de bir Aylami saltanatı kuruldu. Ur, bu saltanata bağlanmış oldu. Nihayet, Arap kökenli bir hanedanın yıldızı Babil'de parladı ve Larse ile Ur'un her ikisi de bu hanedana bağlanıverdi. Bu üst üste gelen felaketler, Urluların Nannar'a olan bağlılığını zedeledi, zira bu Büyük Tanrı onları en kötü anlarında koruyamamıştı.[1] Nemrud, kendini beğenme ve kendine tapma huyundan vazgeçip Hakk'a tapma cesaretini gösteremedi. Halbuki, bu noktada Hakka yönelmiş olsaydı belki de kendisini bekleyen korkunç akıbetinden kurtulmuş olacaktı.[2] Hz. İbrâhim'in kavmi dünyadan silindi ve öyle silindi ki adı sanı bile kalmadı. Allah'ın gönderdiği azaptan kurtulan yalnızca Hz.İbrâhim ve mübarek evlatları Hz.İsmail ve Hz.İshak idi. [3] Kur’ân-ı Kerim'de, Hz.İbrâhim'in Ur veya Irak'ı terketmesinden sonra Nemrud ve bütün millete ne gibi bir azabın indiği belirtilmediği gibi Nemrud'un ismi de açıkça geçmemektedir. Fakat bunların azaba uğramış milletlerden biri olduğu sabittir. [4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1, s.448. [2] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1, s.451. [3] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1, s.452. “Cenab-ı Allah, sadece İbrâhim ve evlatlarını kurtarmadı. Onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara, 2/ 124. ayette “Ben seni insanlar üzerine imam (rehber) yapacağım” demişti. Gerçekten de bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve hristiyanlar da Hz.İbrâhim'e büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.” [4] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1, s.452. Bu hususta Kur'an-ı Kerim, Tevbe, 70 ayeti şöyledir: “Münafıklara ve kafirlere Nuh, Ad, Semud ve İbrâhim kavimlerinin, Medyen (Lut Kavminin) ve başları üstüne ters dönen şehirlerinin haberi gelmedi mi? Peygamberleri, onlara açık deliller getirmişti. (Ama onlara zulmediyor değildi, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.”. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İnkarcı Nemrud’un Sonu :
“Şimdi de kendileri onların izlerinde koşturuyorlar. Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıklıkta idiler. Gerçekten biz onlara içlerinden uyarıcı peygamberler de gönderdik. Sonra da bak o uyarılanların sonu nasıl oldu? Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka.”[1] Nemrud ve müşrik kavmine gelince, kudreti yüce olan Allah onları helak etti. Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür. [2] İbn-i Kesir’in Zeyd bin Eslem’den rivayet ettiğine göre, sivrisineklerin onların etlerini ve kanlarını yeyip kemiklerini geriye bırakmak suretiyle onları Cenab-ı Hak helak etmiş olsun, isterse başka bir yolla helak etsin farketmez. Asıl olan onları helak etmesi ve öğüt alanlar için bir ibret kılmasıdır. [3] Zeyd b.Eslem diyor ki: Allah Celle, Hz.İbrâhim’den sonra ayrıca Nemrud’a bir melek gönderdi ve bu melek vasıtasıyla onu dört defa kendisine yani hakka davet etti; fakat Nemrud bu daveti reddetti ve:"Benden başka rab mı vardır?" diye karşılık verdi. Bunun üzerine melek ona:"Üç güne kadar ordularını topla" dedi. Nemrud da hemen ordularını topladı. Bundan sonra Allah Celle onların üzerine sivri sinekleri musallat etti; hatta halk sivri sineklerin çokluğunudan üzerlerine doğan güneşi dahi göremiyorlardı. Nihayet Allah tarafından gönderilen sivri sinekler, onları yiyip bitirdiler, geriye ise sadece kemiklerini bıraktılar. Bu arada sivri sinekler hükümdar Nemrud’a hiç dokunmadılar. Bundan sonra Allah Celle Nemrud’a da bir sivri sinek musallat etti ve sinek onun burun deliğinden içeri girdi. Böylece tam dört yüz yıl beynindeki sivri sineğin ızdırabını dindirmek için başına tokmak vuruldu. Hatta iki elini bir araya getirerek birden başına tokmak indiren kimse ona en büyük merhamet ve şefkati göstermiş sayılıyordu. Nemrud’un hükümdarlığı dört yüz sene sürdü ve nihayet Allah onun ruhunu alıp öldürdü." [4] Onlardan gelen bir nesil veya onlardan geriye kalanı bilmiyoruz. Sadece onlar hakkında bütün bildiğimiz şey; onların şeytan’ın hizbinde büyük bir topluluk olduğu ve sapıklığın önderleri olduğudur. Yine şer ve delâletin en bariz topluluğu olduklarıdır. Allah bizi onlardan korusun.[5] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim, Saffat, 37/70-74. [2] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları 2453. [3] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.223. [4] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.109. [5] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.223. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Nemrud’un Rüyası ve Korkunç Tedbirlere Başvurması :
Rivayete göre; Nemrud; o sıralarda rüyasında, bir yıldızın doğduğunu görmüştü ki yıldızın parlaklığı, ay'ın aydınlığını. Güneşin ziyasını bastırıyordu! Nemrud, bundan, sonra son derece korkmuş, sihirbazları, Kâhinleri ve Kaifleri (iz ve yüz çizgilerinden anlayanları) davet edip bunun, sırrını sormuştur. Onlarda "Ülkende şu yılda bir çocuk doğacak, halkın Dinini değiştirecek, senin ölümün ve saltanatının zevali, onun elinden olacaktır!" dediler. O sırada Nemrud, Küfe Babil' de oturmakta idi. Oturduğu köyden ayrılıp başka bir köye taşındı ve Oradan, bütün erkekleri çıkarttı. Her doğan erkek çocukların hepsinin öldürülmesini emretti. Aradan uzun bir müddet geçtikten sonra erkekleri yurtlarına döndürdü. İbn-i İshak'a göre ise: İbrâhim as.'ın doğma zamanı yaklaşınca, Müneccimler, Nemrud'a ; "Senin, şu köyünde, şu yılın, şu ayında İbrâhim adında bir çocuk doğacak! Senin dinini yerecek, topluluğunu dağıtacak. Halkı, dininizden ayıracak ve putlarınızı kıracaktır!" dediler. Nemrud, bildirilen zaman gelince, adamlar göndererek köydeki her gebe kadını getirdi ve göz altında tuttu. Ancak, İbrâhim as.'ın annesi, pek genç olup gebeliği bilinemediğinden, gözaltına alınmadı. Nemrud, Müneccimlerin bildirdiği yılın belli ayında doğan erkek çocukların hepsini öldürttü.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Yâkubî-Tarih c.1, s.23; Taberi Tarih c.1 s.120; İbn.Esir-Kâmil c.1,s.94; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.144; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Kur’an-ı Kerim’de Nemrudî Sosyal Nizamı :
Kur’ân-ı Kerim'de Hazreti İbrâhim ile Nemrut'un savaşına ilişkin ayetlerin sayısı 91'i bulur. Üstelik bunlardan bir bölümü de oldukça uzun metinlerdir. Bu bakımdan, Nemrut'u tanıtmak için bu ayetleri ve onlardan derlenen gerçek bilgileri teker teker sıralamak mümkün olmayacağından, konunun "icmalen" aktarılması daha uygundur. Nemrud’un toplumunda putlara tapılmaktadır.[1] Onların yiyip içtiğine[2], konuştuğuna[3] inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifâ umulmakta; kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır.[4] Toplumda âhiret inancı yoktur.[5] Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir.[6] Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta[7], hem putların bakımını üstlenmekte[8], hem de onları, inanmayan kimselere karşı canla başla savunup bu putların üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar.[9] Bu dindarlık, heykelcilik[10] gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını”[11] halindeki bir “edebiyat” ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır. Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır.[12] Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz.[13] Geleneklerle şartlanmış olduklarından ötürü insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ve çevrenin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka bir şey yapamaz durumdadırlar.[14] Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hatta ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadır.[15] Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddî bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur[16]. [17] -------------------------------------------------------------------------------- [1] En’âm: 6/74; Meryem: 19/42, 48; Enbiyâ: 21/52, 57, 66; Şuarâ: 26/70, 71; Ankebût: 29/17, 25; Sâffât: 37/85, 86, 95. [2] Sâffât: 37/91. [3] Sâffât: 37/92. [4] Şuarâ: 26/78-82. [5] Ankebût: 29/19, 20. [6] En’âm: 6/74-79. [7] Enbiyâ: 21/58. [8] Sâffât: 37/91. [9] Bakara: 2/258; En’âm: 6/76-80; Enbiyâ: 21/55, 59, 60; Ankebût: 29/24; Sâffât: 37/97. [10] Enbiyâ: 21/52; Sâffât: 37/95. [11] Ankebût: 29/17. [12] Enbiyâ: 21/61. [13] Enbiyâ: 21/52-54; Şuarâ: 26/71-74. [14] Enbiyâ: 21/58-65. [15] En’âm: 6/80; Meryem: 19/46-48; Enbiyâ: 21/68, Ankebût: 29/24; Sâffât: 37/97. [16] Enbiyâ: 21/55. [17] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Nemrud’un Rablık Davasına Kalkışması :
Eski çağlardan beri müşrik toplumların belli bir özelliği vardı. Bu toplumlar ve halklar, Allah'ı "Tanrıların tanrısı" veya "En büyük Tanrı" olarak kabul ederler, ama O' nun tek olduğuna inanmazlardı. Onlar Allah'a pek çok ortak koşarlardı.[1] Bir yaratığın rablık davasına kalkışması... Bir insanın Allah'tan başka rab veya rablar edinmesi ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah'ın gönderdiği elçiyi yadsıması, öldürmeğe kalkışması, hattâ onu ya da herhangi bir insanı zulmen öldürmesi... Hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep, Nemrut'u "Nemrut" yapan tutumlardır.[2] Müşrikler her zaman tanrıların iki kısma ayırmışlardır. Bunlardan biri tabiatüstü bir varlıktır ki, bütün sebep ve neticelere hakimdir. İnsanlar bunu her türlü ihtiyaç ve sıkıntılarını anlatır ve ondan çare bulmasını arzu ederler. İkinci tür tanrılık siyaset ve medeniyetle ilgilidir. Bu katagoriye hükümdar tanrılar girer. Bu tanrılar siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki alanda dünyevi işlerde halkın mercii olurlardı. Bu tür sıfatlar her devirde Allah'tan alınıp, krallık, hakimler, kraliyet aileleri, din adamları ve rahipler ile toplumun ileri gelen kişileri arasında dağıtılmışlardır. İddialarını pekiştirmek için de ilk tür tanrı veya tanrıların evladı olduklarının ileri sürmüşlerdir. Dini çevreler ve rahipler de bu hususta kendileriyle işbirliği yapmışlardır. Nemrud'un tanrılık iddiası da bu türdendi. Nemrud kendisi Allah'ın varlığını inkar etmiyordu. Gök, yer ve bütün kainatın yöneticisi ve yaratıcısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu. Dünyada ve evrende herşeye hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: "Ur veya Irak ülkesi ve halkının mutlak hakimi benim. Ben buranın rakipsiz hükümdarıyım. Ağzımdan çıkan söz bir kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı ve hakimiyeti yoktur. Bu itibarla, beni Tanrı ve Hükümdar olarak kabul etmeyen Irak'ın her vatandaşı asi ve günahkardır." diyordu.[3] Ama, onun asıl "Nemrutluk"u bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, "düzen" vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hattâ yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya yaşamında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar "vesile" edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiye putların vesile kılınmış bulunduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar "Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır, ayrıca... Böylece, insanların "can"ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, "mal"larını yönlendirebilme gücü, "akıl"ları denetim altına alan gelenekler birikimi "edebiyat"ı oluşturma imkânı, "nesil"leri uyumluca yoğurabilme işlevini veren "eğitim"i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silah gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut'un asıl "Nemrutluk"u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah'a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir.[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1, s.449. [2] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5. [3] Mevdudi-Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1/449,450. [4] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Çağın Put Ve İlahlarından İki Örnek :
İbrahmi as.’ın hayatını okuyan herkes kavminin ahmaklığını ve akıllarının kıtlığını, kalplerinin katılığını görüp şiddetle onları garipseyecektir. Çünkü kendilerinden akıllı ve hikmet sahibi bir adamı nasıl ateşe atıyorlar. Çünkü kendilerinden akıllı ve hikmet sahibi bir adamı nasıl ateşe atıyorlar. Çünkü O; İlahlar diye isimlendirdikleri birtakım taş ve resimleri parçalamıştı. Peki bu insanlar niçin günümüzde cereyan eden ahmaklıkları, zulümleri ve beyinsizlikleri garip karşılamıyorlar? Buna dair aşağıdaki iki örneği göstereceğim. Birinci örnek: Eğer halkı müslüman olan ülkelerden birinde, bir kimse hükümet sarayına (Meclise) gitse ve o devletin alametini (bayrağını, simgesini, vesaire) indirse ve parçalasa, o adamın sonu ne olur? İkinci örnek: Eğer bir kimse, devletin istiklalinin simgesi olarak kabul edilen heykellerden bir heykeli parçalası, mesela yönetimdeki partinin liderinin heykelini veya istiklal lideri diye vasıflandırdıkları birinin heykelini kırsa, bu kişinin sonu ne olur? Hiç şüphe yok ki bu insan daha o bayrağı yırtmadan ve o heykeli kırmadan teşebbüs halindeyken öldürülür. Gece gündüz bu putları koruyan emniyet kuvvetleri bu gibi durumlarda ateş açmakla emrolunmuşlardır. Eğer bu insan öldürlmekten kurtulsa bile neticede kalpleri şefkat ve merhamet tanımayan zebanilerin muhafızlığını yaptığı karanlık zindana atılacaktır. Artık o kimsenin gece ve gündüsün ayırdedilemediği hapishane hücresinde çekeceği dehşet verici işkencelerin eşi ve benzeri şimdiye kadar görülmemiştir. Eğer bir teşkilata üye olduğu tespit edilirse, hem onu ye hem de onunla birlikte bu teşkilatın liderini de öldürürler. Eğer herhangi bir teşkilatla ilgisi yoksa, o zaman da sadece onu öldürürler. Her iki halde de bu yaptığı işi yapmaya götüren sebepler ve etkenler nelerdir diye görüşünü açıklamaya asla müsaade etmezler. Zikredilmesi çok yerinde olan bir husus da; bir kumaş parçasıyla, bayrak diye isimlendirdiklerinin arasında hiçbir farkın olmayışıdır. Ve devletin partisinin liderinin heykeli ile İbrahim as.’ın kavminin putları arasında herhangi bir ayrıcalığın olmamasıdır. Sadece yeni heykeller daha büyüktür. Çünkü Bronz’dan yapılmaktadır ve üzerine altından kubbe yapılmaktadır, v.s. Bu işin özelliği, pislik bakımından İbrahim as.’ın kavminin, çağın tağutlarından daha az olduğunu ortaya koyar. Çünkü onlar sadece İbrahim’i öldürmeye çalıştılar. İbrahim as.’ın Cemaatine (Lut ve Sare) herhangi bir eziyette bulunmadılar. Ama zamanımızdaki ilerici sultanlara gelince, onlar en ufak bir şüphe üzerine insanları tutukluyor, ithama uğrayanının cemaatını cezalandırıyor ve suçsuz da olsalar onun akrabalarına bile ceza veriyorlar. Öyle ise İslâm davetinin kendileriyle sekteye uğradığı bazı kimseler; İbrahim as. Nuh as. ve diğer Peygamberlerin kavimlerinin putları hakkında çok konuşuyorlar da neden yeni putlar hakkında susuyorlar? Hayır, bilakis devletin müftüsü bayrağı ve putu selamlamak ve ona tazim etmek için efendisiyle birlikte ayakta duruyor, bir taraftan da bando çalıyor. Muhteşem Şeyh efendinin yüzünde ise, sevinç ve razı olmaktan başka bir üzüntü, bir keder belli olmuyor.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 244-246. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. "İbrâhîm"in Kelime Anlamı :
Hz.İbrâhim, Kur’ân ve hadislerde sadece “İbrâhim” şeklinde anılırken diğer İslâmi kaynaklarda bu adın “İbrâhâm”, “İbrâhim” ve “İbrahem” telaffuzlarına da rastlanmaktadır. “İbrâhûm”, “İbrâhum” ve “İbrâhem” söyleyişlerini ekleyerek bu farklılığın sayısını yediye çıkaranlar da vardır. Arap dilcileri “İbrâhim” kelimesinin Arapça olmadığını kabul ederek menşeinin araştırmışlardır. İbrâhim: İbrani bir kelimedir. Baba anlamındaki “ab” ile cemâat anlamındaki “raham”dan oluşmuştur. Abraham, "kamunun babası" demektir. Ancak İbrânice de Abraham, Arapçaya geçince Arap dili fonetiğine uyarak "İbrâhim" olmuştur. İbrâhim’in Süryanîce bir isim olup "merhametli baba" anlamına geldiği de söylenmiştir. Mâverdi ve Ebü’l-Bekâ kelimenin Süryânice olduğunu ve “eb rahîm”, "merhametli baba" anlamına geldiğini kaydetmektedir. Fakat çağdaş araştıramcılar kelimenin aslının İbrânice Abraham olduğunu belirtmektedirler.[1] "İbrâhîm" ismi, elimizdeki Tevrat'ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat'a göre İbrâhim'in adı, önce "ulu ata" mânâsında Abram iken, daha sonra "milletlerin babası" anlamında Abraham'a dönüşmüştür. Bununla birlikte Abraham kelimesi menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/90; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim maddesi c.3. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/405-407; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, İpek Yayınları: 1/116-117. [2] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2434. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Şeceresi :
İslâmi kaynaklarda Hz.İbrâhim’in şeceresi İbrâhim b.Târih (Terah) b.Nâhor b.Sârûğ (Serûc) b.Erğu (Reu) b.Fâliğ (Peleg) b.Âbir (Eber) b.Şâleh (Şelah) b.Fînân (Kaynân) b.Erfahşed (Arpakşad) b.Sâm b.Nûh şeklinde verilmektedir.[1] İbrâhim (a.s)'ın nesebi hakkındaki rivâyetler muhteliftir. Ancak rivayetlerin hepsi Sâm b. Nûh'a vardığında ittifak etmiştir. Babasının ismi Tarih lakabı Âzerî' ( Âzer)'dir.[2] Kur’ân ve hadisler dışındaki İslâmi kaynaklarda Hz.İbrâhim’in babasından hem Âzer hem de Kitab-ı Mukaddes’teki gibi Târih (Târah) diye söz edilmektedir.[3] Annesinin adı ise kayıtlarda Ûşa, Nûna ve Ebyûnâ olarak gösterilmektedir.[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.İshak; İbn.Hişam-Sire c.1,s.23; İbn.Sa’d-Tabakat c.1 s.54; Mus’abuzzübeyri-Neseb, Kureyş s.4; İbn.Kuteybe Maarif s.15, Belâzürî-ensabüleşraaf c.1,s.5; Taberi-Tarih c.1, s.119; Yâkubi-Tarih c.1, s.17-23; Mes’udî-Murucuzzeheb c.1, s.41-44; İbn.Asakir-Tarih c.2,s.136-137; İbn.Esir-Kâmil c.1,s.94; İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.1,s.33; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.141; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21 s.269. [2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.46; İbn.Asakir-Tarih c.2, s.141; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.141. [3] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. [4] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Kimliği :
Azer adındaki bir kimsenin oğludur. Rivayete göre Hz. Adem’in yaratılışından 3337 sene sonra Babil şehrinde dünyaya gelmiş 175 veya 200 sene yaşamıştır.[1] Hz.İbrâhim, Kur’ân-ı Kerim’de kendisinden en çok söz edilen ulu’l-azm peygamberlerden biridir. Ancak Kur’ân peygamberlere ilişkin açıklamalarında takip ettiği, muhataplarının dini ve ahlaki yönden aydınlanmasını ve ders almasının amaçlayan genel yöntemine uygun olarak İbrâhim’den bahsederken de -Tevrat’ta olduğu gibi kronolojik akışa göre bilgi vermek yerine- çeşitli surelerde münasebet düştükçe onun genel inanç tarihinde ki yerini, öğretisinin ana hatalarını ve özelliklerini, tebliğ faaliyetini ve yöntemlerini, kişiliğinin dinî, ahlâkî ve ailevî boyutlarını tanıtmış, bu konularla ilgisi ölçüsünde hayatından da kesitler vermiştir. [2] "Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrâhim (a.s.) "ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü'l-azm pâyesine erişen diğer peygamberler ise Nûh (a.s.), Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed (a.s.)'dır. Hz. İbrâhim'in Halîlullah lakabını alması, Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivâyete göre Hz. İbrâhim, insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "Halîlullah" diye nitelendirilmiştir.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, İpek Yayınları: 1/116-117. [2] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/90; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim maddesi c.3. [3] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2434. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrâhim as.’ın Şekil- Şemaili :
İbrâhim (as): Orta boylu, ak benizli, elâ gözlü, ak saçlı, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, uzunca yanaklı ak sakallı idi.[1] Ayrıca ayak izlerine varıncaya kadar[2] şekil ve şemâilce Hz.Muhammed’e en çok benzeyen insan olduğu nakledilmektedir.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ebû Nuaym-Delâilünnübüvve c.1,s.21; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.289; Süyûti-Hasaisülkübrâ c.2, s.128; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.12, s.469; Diyar. Bekrî-Tarihulhamîs c.1, s.21; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.142; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21. [2] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.1,s.332; ibn.Mace-Sünen c.2,s.787; İbn.Seyyid-Uyûnüleser c.1,s.78-79; Süyuti-Hasaisülkübrâ c.1,s.171-172; Aliyyulmuttaki-Kenzül’ummal c.12,s.391; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları:s.142; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21 s.271. [3]İbn.İshak, İbn Hişam-Sire c.2,s.41; İbn.Sa’d-Tabakat c.1,s.215, 417; Ahmet b.Hanbel-Müsned c.1,s.276,277; Buhari-Sahih c.4, s.111; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları:s.142; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21 s.27. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Mesleği :
İbrâhim Aleyhisselam, kumaş ve elbise ticaretiyle uğraşmış. Hicretten sonra da çiftçilik yapmıştır.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn. Asakir-Tarih c.2, s.142; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.148. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Karakteristik Özellikleri :
İbrâhim as. Kur’ân-ı Kerim'de de geçtiği üzere pek yumuşak, pek sabırlı ve merhametli bir kimse idi. Bu özelliklere bakıldığında diğer peygamberlerde de var olduğu göze çarpar. Fakat bunun Kur’ân-ı Kerim de bize bildirilmesi ayrı bir önem arzetmektedir. İbrahim’in özellikleri: 1) Şüphesiz İbrahim, iyi özellikleri kendisinde toplayan bir önder ve iyiliği isteyen herkesin uyacağı bir misaldi. 2) O, Rabbine itaatkârdı. Dolayısıyla emrine ve yasağına karşı gelmezdi. 3) O, hiçbir şekilde müşriklerden değildi. Aksine o şirk ve şirk ehlinden uzaktı. 4) O, Allah’ın üzerindeki nimetlerine şükredici idi. Yani Allah’ın nimetlerini O’nun kabul edeceği yönde sarfedici idi. 5) Rabbi onu peygamberlik için seçmişti. Çünkü o, Allah’ı her şeyden fazla severdi. Bu sebeple Allah sevgisi kalbine yerleşmişti, kalbinde başkası için yer kalmamıştı. Allah onunla dostluk kurmuştu. O, Halilur-Rahmandı (Allah’ın dostu idi.) 6) Allah onu doğru yol olan İslam’a iletmişti. 7) Allah ona dünyada iyilik vermişti ki bu iyilik onun güzel yadedilmesi ve bütün ilahi din mensuplarınca güzel anılmasıdır. 8) O, ahirette de Allah’ın haklarında: “Ben salih kullarım için gözün görmediği, kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin aklına gelmeyen şeyler hazırladım.” buyurduğu salihlerdendir. Ki bu makam, makamların en değirlisi ve en yücesidir. 9) Muhammed (s.a.v.) kıymeti yüce ve makamı yüksek olmakla beraber Allah ona, hakka yönelerek İbrahim’in yoluna uymasını emretmiştir. İşte İbrahim budur. Hangisi İbrahim’e daha layıktır? Müşrikler mi, Yahudiler mi, yoksa Hristiyanlar mı veya muvahhid (Allah’ı birleyen) müslümanlar mı? Evet muvahhid müslümanlar. Ey Allah’ım, bizi de onlardan kıl, onların topluluğu arasında haşret ve onlara ikramda bulunacağın gün bize de ikramda bulun.”[1] 6) Mahmut Toptaş diyor ki: “Her birimiz bir ümmetiz. Biraraya geldiğimizde ümmetler topluluğunu oluşturuyouz. Onun için Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamalıyız.”[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 5/40-541. [2] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 4/400. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim (a.s.) Kıssasını Kur’an-ı Kerimde Zikretmenin Hikmetleri :
Fahreddin Razi diyor ki: “Cenab-ı Hak şu sebeplerden dolayı Hz. İbrahim’in kıssasını anlatmaya başlamıştır. 1) Hz. İbrahim (a.s.) Arabların atasıdır. Onlar, onun şanının yüceliğini, dininin paklığını kabul ediyorlardı. Nitekim cenab-ı hak “Babanız İbrahim’in din (inde olduğu) gibi. [1]” ve “Kendisini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir?[2]” buyurmuştur. Buna göre cenab-ı hak Arablara sanki şöyle demek istemiştir: “Eğer sizler atalarınızı taklit ediyorsanız ki bu sizin “Muhakkak ki biz atalarımızı bir ümmet üzere bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşlarız[3].” şeklindeki sözünüzden anlaşılmaktadır, sizin atalarınızın şereflisi ve kıymetlisinin Hz. İbrahim olduğu da malumdur. O halde putlara ibadeti terketme hususunda o İbrahim’i (a.s.) taklid ediniz. Yok eğer istidlalde bulunanlardan iseniz, putlara ibadet etmenin yanlış olduğunu anlayabilmeniz için, Hz. İbrahim’in (a.s.) getirdiği delillere iyice bakınız. Netice olarak ya taklit ederek, ya da istidlal olarak Hz. İbrahim’e tabi olunuz.” 2) Hz. Peygamber zamanındaki inançsızların pek çoğu, “Biz, atalarımızın ve ecdadımızın dinini nasıl terkederiz?” diyordu. İşte bundan dolayı cenab-ı hak Hz. İbrahim’in kıssasını zikrettiği ve onun, babasının dinini terkettiğini, onun sözünü delil ile çürüttüğünü ve kâfirlerin, baba tarafını delil tarafına tercih etmenin, en büyük ve en kıymetli ata olan Hz. İbrahim’e (a.s.) bir karşı çıkma olacağını anlamaları için, delile uymayı takliden ataya uymaya tercih ettiğini beyan buyurdu. 3) Kâfirlerin ekserisi, taklide tutunuyor, istidlale yanaşmıyorlardı. Nitekim, Allah teala bu hususu “Muhakkak ki biz atalarımızı bir ümmet üzere bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşlarız.[4]” ve “Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk.[5]” ayetlerinde onların sözlerini nakletmiştir. Böylece cenab-ı Hak onların bu yolun sakat olduğuna dikkatleri çekmek için, Hz. İbrahim (a.s.)’ın istidlal yoluna tutunduğunu, onu tercih ettiğini anlatmıştır.”[6] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hacc: 22/78. [2] Bakara: 2/130. [3] Zuhruf: 43/23. [4] Zuhruf: 43/23. [5] Enbiya: 21/53. [6] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/354. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrâhim as.’ın Doğuşu ve Mağarada Büyümesi :
İbrâhim as.'ın annesi Nuna; doğum yapma zamanı gelince, geceleyin evinden çıkarak yakınlarında bulunan bir mağaraya sığınmış ve İbrâhim as'ı dünyaya getirmiştir. Annesi, yeni doğan bir çocuk için, ne yapmak lazımsa, hepsini yaptıktan sonra, mağaranın kapısın kapatarak evine dönmüştür. Zaman zaman, mağaraya uğrayarak çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamıştır. İbrâhim as. mağarada, bir günde, bir haftalık gibi, bir haftada, bir aylık gibi, bir ayda, bir yıllık gibi hızla büyüyordu. Mağarada, ancak on beş ay kalmıştır. Ancak bir ay da dışarıdaki bir yıl kadar gelişme göstererek on beş yaşındaki bir çocuğun vücut ve zekâ seviyesine erişmiştir. Baba Âzer ise; oğlunun öldüğünü sanmaktadır. Daha sonra oğlunun gizlice mağarada dünyaya geldiğini, büyütüldüğünü, öğrenince, son derece sevinmiştir. Âzer, arkadaşlarına bir oğlu olduğunu ve onu saklı olduğu yerden çıkarmak istediğini ve bunun kendileri için bir sakıncasının olup olmadığını sormuş. Arkadaşlarından da olumlu cevap alınca İbrâhim as.'ı saklı bulunduğu yerden çıkarmıştır. [1] İbrahim as. İsa aleyhisselamın miladındından yaklaşık olarak, iki bin yıl önce doğmuşmuştur.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Taberi-Tarih c.1,s.120-121; Sâlebî-Arais s.74; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.144; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. [2] Mes’udi Murucuzzeheb c.2, s.262; Dairetülmaarif c.1,s.10; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.144. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrâhim as.’ın Doğduğu Yer, Toplumun işleyişi ve Sınıf Farklılıkları :
Son araştırma ve incelemeler neticesinde Hz. İbrâhim'in doğduğu şehir ve ayrıca o devirde yaşayan insanların hayat tarzını belirten bazı bulgular da elde edilmiştir. Bu gün tarihçi ve araştırmacıların geneline göre İbrâhim as. M.Ö 2100 dolaylarında Ur şehrinde dünyaya geldiği tahmin ediliyor.[1] Bazı Arap-İslâm tarihçilerine ve İbnu’l Esir’e göre Babil kentinde doğduğu da rivayet edilmektedir.[2] İbrâhim as.’ın doğduğu rivayet edilen Ur şehrinin[3] nüfusunun 250 bin ilâ 500 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu şehir, dönemin önemli bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Anadolu ile yakın ticari ilişkileri vardı. Başkenti bulunduğu memleketin sınırları bugünkü Irak'ın kuzeyinde biraz kısa ve batıdan biraz uzundu. Nüfusun çoğu ticaret ve sanayi ile uğraşırdı. Bu döneme ait, tarihi harabelerde bulunan kitabelerden, halkın görünüşünün tamamiyle maddeci olduğu anlaşılıyor. Urluların en büyük gayesi mal ve mülk sahibi olmak, para kazanmak ve lüks içinde yaşamaktı. Faizcilik almış yürümüş, para ve servete düşkün olan bu millet tabiatıyla ticari zihniyet taşıyordu. İlişkiler menfaatler üzerine kuruluyor, sevgi ve saygı kavramları göz ardı ediliyordu. Herkes birbirine şüphe ve kuşkuyla bakardı. Münakaşa, kavga ve adli davalar olağan bir olay haline gelmişti. Ur'lular tanrılarına genellikle uzun ömürlülük, zenginlik, işte ve ticarette kazanç, refah ve mutluluk için dua ederlerdi. Nüfus üç gruba ayrılmıştı: Amîlû: Bunlar yüksek sınıfı oluşturuyorlardı, ki bunlar arasında yönetici kadro, yüksek yetkililer, subaylar ve rahipler yer alıyordu. Bu sınıf geniş çapta imtiyaz ve imkanlara sahipti. Bu sınıf medeni ve ceza hukukunda bir takım üstünlüklere sahipti. Bunların can ve malları diğer sınıftakilerden daha değerliydi. Mişkînû: Bunlar ticaret, sanayi ve tarımla iştigal eden kişilerdi. Ardû: Köle ve esirler. Hz. İbrâhim (as) işte böyle bir toplumda gözünü açtı. Talmûd'da verilen bilgilere göre Hz.İbrâhim, Amîlû sınıfının bir ferdiydi. Babası devletin en üst kademesinde bulunan bir yetkiliydi.[4] İbrâhim as, İsa as.'ın miladından yaklaşık olarak 2 bin yıl önce doğduğu rivayet edilmektedir. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı c.1/445. [2] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.22. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: .9/90; Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz.Peygamberin Hayatı: 1/447. [4] Mevdudi Tarih boyunca tevhid mücadelesi ve Hz. Peygamberin hayatı 1/447. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Eski Ahit'te Hz. İbrahim'in Doğum Yeri :
Hz. İbrahim'in doğduğu yerin neresi olduğu sorusu her zaman için üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Hıristiyanlar ve Museviler Hz. İbrahim'in Güney Mezopotamya'da doğduğunu söylerlerken, İslam dünyasındaki yaygın kanı, bu peygamberin doğum yerinin Urfa-Harran civarı olduğudur. Eldeki bazı yeni bulgular, Musevi ve Hıristiyan tezlerinin tam olarak doğruyu yansıtmadığını göstermektedir. Museviler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrahim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya olduğunu söylerlerken dayanakları, Tevrat'tır. Tevrat'ta Hz. İbrahim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya'daki Ur şehri olduğu söylenmektedir. Hz. İbrahim, bu şehirde doğup büyüdükten sonra Mısır'a gitmek için yola çıkmış, Türkiye sınırları içinde bulunan Harran bölgesini dolanarak uzun bir yolculuk sonunda Mısır'a varmıştır. Oysa yeni bulunan bir Eski Ahit nüshası, bu bilginin doğruluğu hakkında ciddi şüphelerin oluşmasına yol açmıştır. Zira bugüne kadar bulunan en eski Eski Ahit nüshası olan kabul edilen MÖ 3. yüzyıla ait bu Yunanca kopyada, "Ur" şehrinin ismi bile geçmemektedir. Bugün birçok Eski Ahit araştırmacısı, "Ur" kelimesinin bir yanlış yazılma veya sonradan eklenme olduğunu söylerler. Buna göre Hz. İbrahim, Ur şehrinde doğmamış, belki de hayatında hiç Mezopotamya bölgesine gitmemiştir. Ayrıca şu bilinmektedir ki, zaman içinde bazı yerlerin isimleri ve kapsadıkları bölgeler de- ğişebilmektedir. Günümüzde Mezopotamya ovası dendiği zaman, herkes kabaca Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan Irak topraklarının güney kesimlerini anlamaktadır. Oysa günümüzden 2000 yıl önce Mezopotamya olarak tanımlanan yer, daha kuzeyde, neredeyse Harran'ı da içine alan ve Türkiye topraklarına kadar uzanan bir bölgeydi. Bu sebeple Eski Ahit'te yazan Mezopotamya Ovası ifadesinin doğru olduğunu kabul etsek bile günümüz Mezopotamyası ile 2000 yıl öncesinin Mezopotamyasının aynı yerler olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Hz. İbrahim'in doğum yeri olarak gösterilen Ur şehri hakkında ciddi şüpheler ve anlaşmazlıklar varsa da, Hz. İbrahim'in yaşadığı yerin Harran ve çevresi olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Hatta Eski Ahit üzerinde yapılacak kısa bir inceleme, burada bile Hz. İbrahim'in doğum yerinin Harran olarak gösterildiğine dair bazı ifadeler ortaya çıkartır. Örneğin Eski Ahit'te Harran bölgesine "Aram bölgesi" ismi verilmektedir[1]. Hz. İbrahim'in soyundan gelen kişilerin ise kendilerini bir "Arami'nin oğlu" olarak tanıttıkları söylenmektedir[2]. Hz. İbrahim'in bir Arami olarak tanınıyor olması, onun bu bölgede hayatını sürdürdüğünü göstermektedir. Nitekim İslami kaynaklarda da Hz. İbrahim'in doğum yerinin Harran ve Şanlıurfa olduğu yönünde güçlü bir kanı vardır. "Peygamberler şehri" olarak nitelendirilen Şanlıurfa'da Hz. İbrahim'le ilgili birçok hikaye ve efsane bulunmaktadır.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Tekvin, 11/31, 28/10. [2] Tesniye, 26/5. [3] Harun Yahya, Kavimlerin Helakı "Hz.İbrahim'in Hayatı" Kıssası. |
Hazreti İbrahim (a.s)
I. BÖLÜM: İRŞAD VE İLK TEBLİĞ
1. İbrâhim as.’ın Anne ve Babasına İlk Soruları : Artık İbrâhim as. büyümüş ve mağaradan çıkarılmıştı. Kendisi anne ve babasından başka, yeryüzünde gezen, dolaşan hiçbir yaratık henüz görememişti. Çevresindekileri öğrenme ve bilme adına sorular soruyordu. Bir gün Anne ve babasına “Benim Rabb’im kimdir?” diye sordu. Annesi “Benim” dedi. İbrâhim; “Senin Rabbin Kimdir?” diye sordu. Annesi “Babandır” dedi. “Babamın Rabbi kimdir?” diye sordu İbrâhim. Annesi; “Nemrud’dur” dedi. “Nemrud”un Rabbi kimdir?” diye sorunca, İbrâhim’e babası bir tokat atarak, susmasını söyledi. İbrâhim as. hemen hemen gördüğü her hayvan hakkında da sorular soruyordu. Onların isimlerini öğreniyor, onlar hakkında bilgi alıyordu.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/98; Fahruddin Er-Râzi, Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu'l-Gayb: c.13/36,37. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrâhim as.’ın Tevhide Ulaşması (İrşadı ) ve Tevhidi İspatlama Kanıtları :
İbrâhim as. ailesine sorduğu bu sorular ve aldığı yanıtların kendisini tatmin etmemesi üzerine, kendi kendine düşünmeye başlayarak, soruları bu sefer kendisine sormaya başlamış ve bir dizi cevapsız kalan sorular ve her sorunun sonundaki çaresizlik bir diğer sorunun başlangıcı olmuş ve sonunda bu, İbrâhim as.’ı Tevhid’e götürmüştür. Kur' an-ı Kerim bize bunu şöyle haber vermektedir ; “İbrahim, babası Âzer’e; “putları ilah mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmini ap-açık bir sapıklıkta görüyorum”demişti. Yakinen iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdi. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü “Rabbim budur” dedi. Yıldız batınca, “batanları sevmem” dedi. Ay'ı doğarken görünce “Rabbim budur” dedi. O da batınca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum” dedi. Güneşi doğarken görünce de, “Rabbim budur” zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[1] Cenab-ı Hakkın İbrahim as.’a vermiş olduğu hikmet ile, İbrahim as. kavmiyle istidraç yoluyla münazara etmeye gücü yeterdi.[2] Çünkü gece karanlıklarına büründükten sonra yıldızı gördüğünde onların mantığıyla konuşan ve onların sözlerine cevap vermek için onların sözlerini ortaya süren bir kişinin alaycı uslûbuyla dedi ki, “Bu benim Rabbimdir.” Bu yıldız kaybolunca da dedi ki, “Ben batanları sevmem.” Sonra onlar ile birlikte yıldızdan aya yükseliyor. Ne zaman ki ay da batıyor, o zaman İbrahim, ayın ilah olmasının mümkün olamıyacağını onlara kuvvetli bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü bazen doğup başka bir zaman da batıyor. Sonra onlarla birlite güneşe yükseliyor. Güneş cismi de, görünüşte daha büyük, ışık, parlaklık ve güzellik bakımından daha üstün. Derken battıktan sonra onun da bir hizmet için kılınmış olduğu, belli bir göreve ve harekete tahsis edilmiş olduğu ve takdir edilmiş, yaratılmış, bir emir dairesinde görev yapmakta olduğu anlaşılıyor. O kavim seyrederken bütün bunlar (ay, yıldızlar ve güneş) kaybolduktan sonra, İbrahim as. kavminin Allah’tan başka tapmakta oldukları, putların, heykellerin, yıldızların ve zalim tağutların hepsinden beri olduğunu ilan etti. Çünkü bunların hiçbiri en ufak bir fayda ve zarar veremezler. Sonra İbrahim başladı Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını onlara anlatmaya: O Allah ki, yedirir, içirir, şifa verir, öldürür ve insanları kabirlerinden çıplak, yalın ayak ve sünnetsiz olarak diriltir. İbrahim as.’ın kavminin önünde sadece zanları kaldı. Bu zan ise, İbrahim as. onların ilahlarını tenkit etmeye ve onları yaralamaya devam ederse, İbrahim’e kötülük ve eziyet verecekleri zannıydı... Halil-ür Rahman İbrahim bu sözleri iptal etti ve bu putlar kendi nefislerini müdafaa etmeye güçleri yetmezken, başkaları onlara zarar verdiğinde o zararı önlemeye güçleri yetmezken, peki nasıl bana zarar vereceklerini bekliyorsunuz, diye onlara meydan okudu. Gerçekte görülen ise; İbrahim as. uzun seneler putlara hücum ettiği halde, peki onların İbrahim as.’a verecekleri zarar nerede?! Daha önce İbrahim as.’ın kavmi, bu yıldızların batmasını veya putların basitliğini düşünmeyi akıllarına sığdıramıyorlardı. Çünkü bu mesele onların nazarında asla münakaşa kabul etmeyen bir meseledir. Sonra onlar, liderlerinden ve atalarından daha anlayışlı ve çok daha mı akıllılar ki? İşte O Rahman’ın dostu İbrahim, onların bu şekilde atalete uğramış akıllarını istidraç (yavaş yavaş) yoluyla ve üstün bir mantıkla harekete geçirmeye çalışıyor.[3] Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Bunlar, İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Muhakkak Rabbin Hakim ve Alimdir.”[4] Bazı müfessirler diyorlar ki: İbrahim’in yıldızlardaki dersi, daha küçükken tünelvari evden çıktığı zamandı. Çünkü ayetler İbrahim as.’ın Allah’a inanmadan önceki karşı karşıya olduğu kararsızlığını ortaya koymakta ve anlatmaktadır. Bu müfessirler kendi görüşlerini kuvvetlendirme konusunda Cenab-ı Hakk’ın bu kavlini delil olarak ileri sürmektedirler; “İbrahim: “Ya Rabbi! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster” dediğinde, Allah: “Yoksa iman etmiyor musun?” dedi. İbrahim: “Bilakis iman ediyorum. Fakat kalbim mutmain olsun diye” dedi.”[5] Hz. İbrâhim’in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, “Bunlar benim rabbimdir” demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmi kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dini bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim’in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dini telakkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhakeme tarzı olarak kabul edilmelidir.[6] Aynı zamanda bu söylenilenler peygamberlerin “ismet” sıfatına da aykırı düşmektedir. Süleyman Ateş diyor ki; Hz. İbrâhim, önce bir yıldız görür, yüksekliğine ve parlaklığına bakarak onu tanrı sanır. Fakat yıldız batınca batanların tanrı olamayacağını anlar. Ay’ı daha parlak görünce onu tanrı sanır, Ay da batınca onun da tanrı olamayacağı kanısına varır. Güneşi bunlardan daha büyük, daha parlak görünce onu tanrı sanır. O da batınca batan, fani olan şeylerin hiçbirinin tanrı olamayacağını anlayarak özünü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a döndürür. O’nun bir ve tek olduğuna kesinlikle inanıp, O’na ortak koşanların yaptıklarından uzak olduğunu vurgular. Hz.İbrâhim’in, yıldızlara önce “Rab” deyip, battıklarını görünce de batanların Rab olamayacağını anlayarak, bunları yaratana döndüğü anlatılmaktadır. Bundan İbrâhim kavminin, yıldızlara taptığı anlaşılıyor. Demek ki Hz.İbrâhim de yetiştiği ortamın etkisinde kalarak çocukluğunda yıldızları tanrı saymış, ama aklı olgunluk düzeyine gelince bunların tanrı olamayacağının düşünüp Allah’ın birliği inancına varmıştır.[7] “Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hâla ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?”[8] Toplumun insanları kendisiyle tartışırlar. İbrahim as.’ı tanrıların gazabıyla tehdidederler. Fakat İbrâhim, Allah, kendisini tevhid yolu olan gerçeğe ilettikten sonra onların tanrı diye taptıkları şeylerden korkmayacağını, Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şeyin olamayacağının söyler. “Siz, hiçbir esasa dayanmadan Allah’a ortak koşmaktan korkmadıktan sonra ben sizin ortak koştuğunuz tanrılardan nasıl korkarım?” der ve delilsiz olarak Allah’a ortak koşanların mı, yoksa delil ile bir tek Allah’a tapanın mı daha güvencede olduğunu onlara sorar ve buna ilaveten şöyle söyler;[9] “İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince işte güven onlar içindir; hidayete erenler de onlardır.”[10] Allah’ın istediği ve razı olduğu şekilde iman edip salih amel işleyenler ve imanlarına zulüm, işkence, haksızlık, isyan, şirk ve inkâr karıştırmayıp bunlara alet olmayanlara gelince işte dünyada mutlu ve huzurlu olmak, ahirette de cehennem azabından emin olmak onlar içindir; hidayete erenler ve dosdoğru yol üzerinde olanlar da onlardır.[11] “İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyle bilendir[12]. “İşte bu İbrahim’in Allah’ın birliğine dair getirdiği, güneşin, ayın ve yıldızların batması gibi değişime ve başkalaşmaya uğrayan şeylerin yaratıcılık ve mabudiyet vasfına sahip sahip olamayacaklarına dair gösterdiği kanıt, kavmine karşı onun için kesin bir delil olsun diye ona verdiğimiz, ilham ettiğimiz, öğrettiğimiz, irşad ettiğimiz hüccet ve delillerimizdir. Biz dilediğimize ilim, hikmet, anlayış, risalet, düşmanlarını susturma kabiliyeti vererek makamını derece derece yükseltiriz, ona yüksek rütbeler, mertebeler ihsan ederiz. Sünnetimize, düzenimizin yasalarına uygun olarak, irademizin tecellisine tabi, akıllı ve sorumlu kimseleri dünyada yüksek makamlara getiririz. Muhakkak Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerine koyar, gizli açık her şeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Herkese yaptıklarının karşılığını zerre miktarı haksızlığa uğratmaksızın verecektir.”[13] Biz O'na İshak ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve O'nun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[14] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74-79. [2] Bazı müfessirler şöyle diyorlar: İbrahim ile kavminin arasında olan bu münazara Babil’de olmuştur. Başkaları ise, Harran’da olduğunu söylemektedirler. Çünkü ehl-i Şam ve civarı yıldızlara tapıyorlardı. İbn Kesir de böyle diyen müfessirlerdendir. Bizim için mühim değildir. Nerede meydana gelirse gelsin. Bilakis mühim olan, ayetlerin sıyakları böyle bir münazarının kavmiyle olduğudur. M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 178. [3] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberlerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.179,180. [4] Kur’an-ı Kerim: Enam, 83. [5] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 260. [6] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. [7] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/97. [8] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 80-81. [9] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.97. [10] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/82. [11] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [12] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 83. [13] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [14] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 84. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Âzer’in İbrâhim as.’a Kardeşleriyle Birlikte Put Sattırışı :
İbrâhim as.'ın annesi Nuna'nın mağarada çocuğunu doğurmasından sonra ve İbrâhim'i herkezden hatta kocasından bile onbeş ay saklamasının ardından, günyüzüne çıkma zamanı gelmiştir. Nemrud bütün olanları unutmuş ve İbrâhim de büyümüştü. İbrâhim, anne ve babasıdan başka, yaratıklardan henüz hiç birini görmemişti. İbrâhim bu yüzden ki her görüp şaşırdığı şey hakkında soru sormaktadır. Yeryüzünde gezen, dolaşan hayvanlara, yaratıklara bakıyor ve ardarda ailesine bir dizi sorular yöneltiyordu. Annesinin, babasının rabbisinin kim olduğunu soruyor. Onlar da Nemrud olduğunu söylüyorlar, Nemrud'un Rabbinin (Efendisinin) kim olduğunu sorunca da ailesinden ters cevaplar alıyordu.[1] Âzer İbrâhim as.'ı ve kardeşini put satmaya gönderirdi. İbrâhim as. putları babasından alınca, ayaklarından bir iple sıkıca bağlar, arkasından çeker götürürdü. “Ne zarar ne de, yarar veremeyen bu putları, alan var mı?” diye seslenir. Hiçbir kimse kendisinden put satın almazdı. Putları satamayınca, bir ırmağın kıyısına götürüp başlarını, suya sokar, kavminin putlara düşkünlüğüyle alay etmek için “içiniz!” derdi. Kardeşleri ise, görtürdüklerinin hepsini satmış olarak eve dönerlerdi.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Sâlebî-Arais s.74; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.145. [2] Taberi-Tarih c.1,s.121; Sâlebi-Arais s.75; İbn Esir-Kâmil c.1,s.96; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.148. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrâhim as.’ın Istıfası ve Risaleti :
“Gerçekten Allah Adem’i, Nuh’u, İbrâhim ve İmran’ın ailesini seçip alemlere üstün kıldı. Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyetti. Allah hakkıyla işitendir, bilendir.”[1] Alimlerin Konu ile ilgili Görüşleri: Süleyman Ateş diyor ki; Allah’ın, Adem’i, Nuh’u, İbrâhim ve İmran ailelerini ıstıfâ edip âlemlere üstün kıldığını; bunların, birbirinden türemiş nesiller olduğunu belirten bu ayetlerde doğadaki “ıstıfâ” kanununa işaret edilmektedir. Istıfa, bir şeyi yabancı maddelerden ayıklamak, saf ve temiz hale getirmektir. Müfessirler ıstıfa’yı “onları yaratıklarının en safı ve temizi kıldı” veya ”onları kötü sıfatlardan temizledi, güzel huylarla bezedi” şeklinde iki türlü tefsir etmişlerdir. Bunların ikiside birbirine bağlıdır. Yüce Allah, evreni bir evrim yasasına göre yaratmıştır. İnsanı varlığa getirmek için önce inorganik maddeleri yaratmış, bunları süze süze bitkileri vücuda getirmiş; bitkileri olgunlaştıra olgunlaştıra canlıları; onları da geliştire geliştire sonunda insanı yaratmıştır. Cisim tekâmülü tamamlanınca bu kez ruhsal tekâmül başlamış; insanı süzüp olgunlaştırarak meleklerin dahi secde ile boyun eğdiği hilâfet makamına yükseltmiştir. İlk halife insan, Hz. Âdem’dir. Onun neslinde bu ıstıfâ: ruhsal olgunlaşma devam ederek gittikçe medeniyyet geliştiren toplumlar ve bu toplumları yönetecek yasaları getiren peygamberler yetişmiştir. En iyisini bilen Alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Zürriyet, çocuklar anlamındadır. Gerçi nesil anlamında babalara ve çocuklara da zürriyet denilirse de kelimenin asıl konumu çocukları ifade etmek içindir. Allah, Adem’in zürriyetinden peygamberleri süzerek meydana getirmiştir. Peygamberler, kamunun özü, süzülmüşüdür. Peygamberler maddesel ve ruhsal olgunluğun doruğunda bulunan insanlardır. Nuh soyu, İbrâhim ve İmrân soyları hep birbirinden süzüle süzüle gelmiştir. Bütün peygamberler, önce İlk halife Adem’den, sonra Nuh’tan türemiştir. Nuh zürriyetinden Hz. İbrâhim gelmiş, onun zürriyetinden de Hz. Musa’nın babası İmran türemiş, onun soyundan da İsrailoğlu peygamberleri meydana gelmiştir. Yine İbrâhim zürriyetinden gelmiş olan Hz.Muhammed as.’da bütün peygamberler zümresinin özü, hülâsasıdır.[2] Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Allah peygamberlik için mahlukatının en üstünlerini seçti. Bazıları şunlardır: İnsanlığın babası Âdem (a.s.), peygamberlerin piri Nuh (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) aşiret ve yakınları ki bunlar İsmail ve İshak peygamber ile bunların soyundan gelen peygamberlerdir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de bu soydandır. Kurtubi şöyle der: Diğer nebi ve rasullerin hepsi, bunların neslinden geldiği için Allah sadece bunları zikretti.”[3] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Burada içinde yaşadığımız asrı en çok uğraştıran pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik meselesinin niteliği gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin diğer insanlardan ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ etmesin, kelâmını ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin? Bunlara ne lüzum var mı diyeceksiniz? Bunu anlamak için varlıkta ve özellikle canlı varlıklar dünyasında, hele hele akıl sahibi olan canlılar dünyasında Allah'ın rablık sıfatının gereği olarak bir tekamül (gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon) kanunu vardır ki, bu kanun O'nun Rablığının tanıklarından, ilim ve kudretinin, sonsuz rahmet ve inâyetinin kanıtlarından birini teşkil eder. İşte peygamberlik meselesi, bu ilâhî geleneğin, bu hakikat yolunun ve bu ilmî kanunun çerçevesinde ele alınacak olursa, peygamberlerin nasıl olup da insanlar arasında fevkalade bir imtiyaza mazhar olabildikleri başka delil aramaya ihtiyaç bırakmadan, bilimsel bir kesinlikle ve en akla yatkın bir şekilde anlaşılır. Çünkü peygamberliğe mazhar olmayanların bunu dış gözlem veya iç gözlem yoluyla bizzat tecrübe ederek bilmeye, anlamaya çalışmaları abestir, boşunadır. Bunu anlamak için de âyetteki “Istafâ” ve “Zürriyeten ba’duha min ba’din” kayıtlarını iyi anlamak lazım gelir. Mahmut Toptaş diyor ki: “Rasulullah’ın (s.a.v.) bir adı da Mustafa’dır. Kötülüklerden arındırılmış, insanlar arasından süzülüp çıkarılmış insan demektir. Biz hergün düşüncelerinde değişiklik yapan, eğriyle doğruyu ayırd edemeyen, kararsızlık içinde bocalayıp duran, yazdığı kanunları devamlı bozup yeniden yazan insanlara değil, Allah’ın seçtiği peygamberlerle gönderdiği kitaba ve onun peygamberine uyarız.”[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/ 33- 34. [2] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/91. [3] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/371. [4] Mahmut Toptaş, Şifa tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/44. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Rahman’ın Istıfâ (Seleksiyon) Kanunu :
Lüğatte bir şeyin safını, yani en saf ve en halis olan özünü almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını, bulanıklık şaibelerini giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmak demek olduğu gibi, ıstıfa da en safisini seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa, o cevherler arasından herhangi bir şeye elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. İşte lüğat anlamıyla ıstıfa böyle karışık olanı seçip ayıklamaya, değişik maddelerden meydana gelmiş olan karışımları ayrıştırıp amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan bir iradi fiil ve bir iradi etkidir ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını sürdürmesine bilim dilinde "Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi seleksiyondur. Lüğat anlamıyla ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak bir varlık üzerindeki işlem olarak anlaşılır ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak ele alınır: Gül yapraklarından gülyağı elde etmekte olduğu gibi... Burada söz konusu olan ıstıfa ise yaratılış sırasında hakim olan Allah Teâlâ'nın ıstıfasıdır ki, asıl ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh bunda tasfiye ile mevcut safiyi, saf olmayandan seçip ayırmak anlamından daha fazla olarak safiyi yaratmak, ona vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan dolayı tefsir âlimleri bu ıstıfayı iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir: Birisi, ıstıfa yarattıklarının en halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde olan tefsirdir. Diğeri de "Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel hasletler ve alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir. Şüphe yok ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha açıktır. İmam Fahruddin Râzî bu ikinci mânâ üzerinde yürüyerek, peygamberlerin yaratılışı üzerinde cereyan eden ilâhî ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa Kanunu" nazariyesine uygun düşecek bir şekilde izah eylemiştir.[1] Fakat bu izahın tamam olması için birinci tefsir şeklini de dikkatten uzak tutmamak lazımdır. Zira ıstıfa kanunun akışında her aşamadaki ıstıfa ikinci mânâyı akla getirirken, yani çirkin ve olumsuz özellikler atılıp ayıklanırken, iyi ve olumlu özellikler ile donatılırken, o donatma mükemmel olarak yeni bir yaratılışı da içine aldığından birinci manadan uzak değildir. Bunun için Rağıb Isfahanî demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası, bazan başkasında olan karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan da bundan ari olmayarak ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden bazıları bunun birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı ilâhî ıstıfa, mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir. Şu kadar ki, bu yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki, bu sayede bir safiden daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek sürekli bir tekamül mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak yaratmak dahi Âdem'deki karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine almaktadır. Bu da bir çeşit ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde anlaşılan şey, mevcut bir karışım üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa dahi yeniden yaratmaktan uzak değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki yaratılış olayında Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka bir şey değildir. Onun koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani ıstıfa, varlık düzeni içinde yer alan çeşitli varlıkların bir sıfat olarak değil, Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir kuraldır. Tekdüze olarak sürüp giden atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan ve ilâhî iradenin etkisine en büyük misal ve belge olan sebeplilik prensibi ile, sebeplerin değişmesiyle sonucunda değişeceği genel ilkesine bir yönden benzeyen bu kanun, tabiat icabı olarak öne sürülen nazariyeyi, devamlı olarak ve durmadan iptal etmek için, hem her aşamasında ıttırad kanununu iptal eder, hem de ilme ve sebeplerin sürekliliğine belge olmak için onu büsbütün ortadan kaldırmayıp beraberinde sürükleyip götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa tekamülün şartıdır ve birlikte mütalaa edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları bir tek varlık şeklinde bir araya toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat basamaklarına ayırarak, basitten mürekkebe doğru, veya noksanlıktan mükemmelliğe doğru en uygun ve uyumlu bir sınıflandırmaya tabi tutan ve bu sayede beşerin bilim ve teknolojisine dahi kendi sahalarıyla ilgili olarak uygun ve uyumlu bir sınıflama temin eden bu ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların hepsinde kendini göstermekle beraber, en çok hayat olaylarında ve canlılar dünyasında, özellikle de insanın yaratılış ve gelişmesinde pek çok olarak kendini göstermektedir. Bu mütalaada başlangıçta maddenin basit ve safi, ya da karışık ve mürekkep olarak yaratılıp yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç lüzum görmeden, olayların şimdiki durumda bilinen tekamül derecelerini nasıl kazandıklarını ve kazanmakta olduklarını düşündürmek bile yeter. Şimdi şu karşımızda duran ve "âlem" denilen karışık olaylar yumağını şöyle dikkatle bir düşünelim: Evvela bir feza (uzay) ile birçok gök cismini içine aldığı görülen genel bir görünüm karşısında bulunuyoruz. Ve bu manzarada gök cisimlerinin birbirlerinden ayrılmış ve farklı farklı özellikler kazanmış olduklarını ve bu arada üzerinde yaşadığımız yer kürenin de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz. İşte bunların herbiri bize bir ıstıfa örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil eden cisimler içinde üç temel kaynak denilen madenler (toprak), bitkiler ve hayvanların birbirinden çok açık ve mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını görürüz; şöyle ki, ilk maddeden madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden de hayvanlar gittikçe artan bir tekamül ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla gelmiş gibi, bir gelişme düzeni ve tekamül çizgisi gösteriyorlar. Maden adı altında birleşen ve madenleşme veya cevherleşme denilen bir karışım, yine çeşitli tasfiye aşamalarından geçerek ve her aşamada başka başka yeni özellikler kazanarak yepyeni bir cevher özünde ıstıfa edilip çok çeşitli madenler zuhur ediyor. Yine her birinde çeşitli mertebede sınıflamalar da görülüyor. Sonra başka birtakım özellikleriyle bitkiler karşımıza çıkıyor. Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden daha başka bir özellikle bambaşka bir ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme gibi, özellikle topraklardan silkinip bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu da yine kendi alanında, bitkilerin sınıflandırılması ve türlere ayrılması sırasında bir çok ıstıfa aşamalarını meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa ve tekamüle uğruyorlar ki, madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve gelişme çok daha açık olarak görülüyor. Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme bunlarda bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak bir başka özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor. İlkel bitkiler ile ilkel canlılar arasındaki fark bizim için ister bilinsin, ister bilinmesin, ama bunların şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç kimse bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği dalından koparır, kelebeği de kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelmek için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mazhar olmuştur. Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Bu da hayvanlar arasında bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da bitkilerden daha çok sınıflara ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu öteki gök cisimlerinden ayıran ilk yaratıldığı andan beri, onun üzerinde görülegelen bu değişimler içinde çok çeşitli ıstıfa aşamalarından geçtiği o kadar açık seçiktir ki, bunda tabiat adı verilen ve hep tekdüzelik özelliği anlamına gelen oluşlar her aşamada bir yeniden yaratılışa tabi tutulmuş, alışılmışın aksine her aşamada bir harika eklenerek yeni bir varlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değişiklik içindeki ıttırat ve tutarlılıktan okunan bütünlük düzeninin kendi yaratıcısı ve düzenleyicisi varlığın kendisi olmayıp, bu düzenleme özelliğinin varlıkların kendi içlerinde bulunmadığı, daha açık bir ifadeyle, sonradan yaratılmış olan varlıkların hiçbirisinin ne sebebi, ne de gayeleri kendi varlıkları içinde aranmamalıdır. Bütün varlıklar bir araya toplanıp cem edildiği zaman illet-i küll denilen ve hepsinin varlığına vücut veren esas sebebin bunların toplam varlığı içinde yok olmayıp, tam aksine bütün varlığın o illet-i küll içinde fâni olacağı ve Allah'ın birliğinin ancak bu illet-i bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh bütün âlemin de bir tabiat olmadığını gösteren açık bir delil ve şahit vardır. Akıl ve ilim sahiplerinin bu ıstıfa sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir. Bu ıstıfayı yapan, varlıkları böyle bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan ve türlere ayıran, onları tekamül ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan Allah olduğunda şüphe eden hiçbir ilim sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar ki, bir takım kimseler bu çeşitli tabiatların hep birbirinden doğarak geldiğine ve her mükemmelin bir noksandan kendiliğinden çıktığına, her sonradan olandaki ıstıfa kuvvetinin bir öncekinde yine kendiliğinden var olduğuna, değişmenin de bu ıstıfanın eseri olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz, illetsiz ve gerekçesiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme ve çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana getirdiğine ve bu çelişki içinde âdî ve gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna sahip olmak gibi bir çelişki içine düşmüşlerdir. [2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 8/22; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/347. [2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/346-352. |
Hazreti İbrahim (a.s)
. İlim Adamlarının Istıfa ile ilgili Faraziyeleri :
Bugün tabiat biliminde ilim adamlarının iki çelişkili teoride ısrar ettiklerini görüyoruz: 1) Diyorlar ki, ıstıfa kanunu ve tekamül prensibi gereğince bütün varlıklar bir tek varlıktan, bir tek kökten doğup çoğalmışlardır. Binaenaleyh bütün canlılar, bir tek ilk canlıdan üreyerek veya değişerek gelmiştir. Ve bu tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden madenlere geçerek ta bir ilk maddeye kadar gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh insan dahi iptidaî canlılardan üremiştir. 2) Her hayvan, her bitki mutlaka ve behemehal kendi türünün bir tohumundan ürer veya doğar. Pastör bunu tecrübeye bağlı olarak ispat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz bir üreme olmayacağı gibi, mesela nohut tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumunda köpek çıkmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz, hatta zatürre tohumundan tifo mikrobu doğmaz. Görülüyor ki, bu iki dava birbirine tamamen zıttır. Biri bilimsel ve doğru ise öbürü değildir. Bugün herkes bilir ki, yer küremiz sonradan teşekkül etmiştir. Ve üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana gelmiştir. O halde bugünkü canlıların başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu? Tabiat nazariyesine en uygun olan Pastör nazariyesinde bu suâle cevap yoktur. Meğer ki, arzın değişimi ve sonradan yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki önceki nazariye ıstıfa ve tekamüle dayanarak buna cevap verebilir; nice bin derece sıcakta kaynamakta olan maddelerden ıstıfa ve tekamül kanunu ile gazları, sıvıları, katı cisimleri, madenleri, bitkileri, hayvanları çıkarmak imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak için olayların, nasıl maddedeki asıl ve zati çerçeveyi aşabildiğini ve o asıldan daha gelişmiş, daha mütekâmil özellikler kazanabileceğini ve dolayısıyla hakiki etkenin, maddenin kendisi değil, ona hükmeden ve ona etki eden, onun üstünde istediği gibi tasarrufta bulunan bir yaratıcı gücün olduğunu kabul etmek gerekir. Ve bunu itiraf edip söylemek için, tabiat davasından vazgeçip onu bir yana bırakmış olduğunu ilan etmek lazım gelir, yoksa bu da kendi içinde kendisiyle çelişkiye düşmüş olur. Istıfa ve tekamül kavramlarının tabiat fikri iddiasıyla nasıl uzlaştırılabileceği sorulduğu zaman, değişiklik ifade eden ıstıfa ile tekdüzelik demek olan ıttırad kanununun aynı tabiat kanunu olduğunu, bu ikisinin tek ve aynı şey olduğunu söyleyenler, bir çelişkiden başka bir şey söylemiş olmazlar. Bunlar ilmin esası olan ve gerçeğin kendi kendisine uygunluğu ve sebeplilik kanununa küfretmiş olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne bilgi, ne bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de varlık... Bu noktaya gelince bütün hakikatı itiraf ederek ıstıfanın tabiattan değil, fakat mutlak kudretin sahibi olan yüce yaratandan, O'nun iradesinden geldiğini ve binaenaleyh fıtrat denilen yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf etmek gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa nazariyesinde irade terbiyesinin önemi pek büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri, tabiata aykırı harikaları inkâr ettirecek bir zaruret, bir kesinlik değildir. Her zaman aksine oluşların ve yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık anlamı ifade eder. İşte peygamberliğin niteliğini anlatmaya yönelik olan ve Hz. İsa'nın yaratılışına dahi bir mukaddime teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın zaruri bir mutlak ıttırad değil; tabiat üstü bir fıtrat, bir üstün yaratış ifade eden bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî maddelerin zarureti ve kadim olduğu görüşünden de sarfınazar etmek gerekeceğine bir uyarıdır. Binaenaleyh tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmeye, yaratılışta ayan beyan görülmekte olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkâra veya durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Ve bu cümleden olmak üzere insan tabiatı namına insanların hepsini fıtrat, kuvvet ve melekât bakımından aynı seviyede saymamak ve bu suretle birçoklarında yok diye nübüvveti, risaleti ve peygamberlerin mucizelerini imkansız, akıl dışı gibi zannetmemek ve İsa meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak lazım gelir.”[1] Bundan sonra Yüce Allah, İbrâhim as.’a, Cebrail as.’ı gönderip dinini öğretti ve kendisini, kavmine, Peygamber olarak gönderdi. “Rabb’i ona: Müslüman ol!Dediği zaman, o: alemlerin Rabb’ına teslim oldum!” dedi.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/346-352. [2] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/131. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Kendisine İndirilen Sahifeler :
Yüce Allah tarafından İbrâhim as.’a indirilmiş olan On Sahife[1] Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir.[2] Bunların içindekiler emsal (kıssalar, ibretli sözler) ile Sübhanallah diyerek Yüce Allah’ı tesbih ve tenzih, “La ilahe illallah” diyerek tevhid, Elhamdü lillah diyerek O’na şükür etmekten ibaretti.[3] Ebu Zerr r.a’ın rivayet ettiği bir hadiste Hz.Peygamber s.a.v.: “Allah Celle Hz.İbrâhim’e on sahife indirmiştir.” Buyurdular. Bunun üzerine Ebu Zerr:"Ey Allah’ın Rasülü! Bu sahifelerde neler vardı?” diye sorulduğunda Hz.Peygamber:"Bütün sahifelerdekiler, emsâl’den ibarettir." Buyurdular. Mesala, bu emsâlden bir tanesi şudur:"Ey halkın başına geçen mağrur hükümdar! Ben seni dünya servetini birbiri üzerine yığmak için değil, mazlumun hakkını zalimden alarak onun bana dua etmesini (Mazlumu, bana yalvarmak zorunda bırakmayasın) ihtiyaç bırakmamak için gönderdim. Zira ben, kafir dahi olsa mazlumun duasını geri çevirmem! Onda, şöyle meseleler de, vardı: Aklına, mağlub olmadıkça, akıl sahibinin belli saatleri olmak: Bir saatini, Rabb’ına dua ve münacâta, Bir saatini, Yüce Allah’ın sanat ve kudreti üzerinde durup düşünmeğe, Bir saatini, geçmişte işlediklerinden ve gelecekte işleyeceklerinden kendisini sorguya çekmeye, Bir saatini de, helâlinden yeme içme ihtiyacını karşılamağa ayırmak gerekirdir."[4] Yine akıl sâhibine gerekir ki: üç şey için: Âhirete hazırlamak, Geçimini düzene koymak, Haram olmayan şeylerden yararlanmak için olmadıkça, bir yerden, başkaa bir yere göç edip gitmemektir.[5] Yine akıl sâhibine yaraşan: Zamanına, basîretle, ibret gözüyle bakıcı, İşini, önüne katıcı, Dilini, koruyup tutucu, kelâmını, azaltıcı olmaktır.[6] İbn Esir diyor ki: “Ayrıca bu sahifelerdeki emsâlden birisi de şudur: “Akıl sahibi olup da nefsine mağlup olmamış kişi için günün içerisinde belirli saatleri olmalıdır. Bu saatlarin birinde Rabb’ine münâcat edip yalvarmalı, diğerinde Allah’ın yarttığı varlıklar hakkında tefekküre dalmalı bir diğerinde nefsini muhasebe etmeli, bir başka saatte ise helâlinden yiyecek ve içeceklerin temini ile meşgul olmalıdır.”[7] Şaban Piriş diyor ki: “Akıllı olan kimse ancak üç şey için yer değiştirip intikalde bulunur. Bunlar: Ahireti için hazırlanmak, hayati ihtiyaçların düzene koymak ve haram olmayan nesnelerden faydalanıp lezzet almaktır. Akıll kişi zamanını iyi değerlendirmeli, kendi durumuna yönelmeli ve dilini muhâfaza etmelidir. Sözünü (mesuliyet bakımından) amelden sayanın konuşması az olur ve ancak kendisi için lüzumlu ve faydalı olan şeyleri konuşur.”[8] “Ya Resulallah! İbrâhim ve Musa’nın Sahifelerinde bulunan şeylerden, Yüce Allahın, Sana indirdiği bir şey var mıdır?” Diye sordum. “Ey Ebuzer! Okusana!: “Hakikaten iyi temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip de, namaz kılan kimse, umduğuna erişmiştir. Belki, siz, dünya hayatını, Ahiretten üstün tutarsınızdır. Hiç şüphesiz, bunlar önceki Sahiferlerde, İbrâhim ile Musa’nın Sahifelerinde de vardır.” [9] buyurdu.”[10] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Taberi-Tarih c.1, s.161; İbnüneddîm-Fihrist s.39; Zemahşerî-Keşşaf c.4, s.245; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.116. [2] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.4, s.107; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223. [3] Mes’udi-ahbaruzzaman s.80; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223 [4] Taberi-Tarih c.1, s.161; Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Zemahşeri-Keşşaf c.4, s.245; Sâlebi-Arais s.100; İbn.Asarkir-Tarih c.6, s.357; Ebülferec İbn.Cevzi-Tabsıra c.1, s.108; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.124; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.132,133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. [5] Taberi-Tarih c.1, s.161; Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Sâlebî-Arais s.100; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.132,133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. [6] Taberi-Tarih c.1, s.161, Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Zemahşeri-Keşşaf c.4, s.245; Sâlebi-Arais s.100; Ebülferec İbn.Cevzi-Tabsıra c.1, s.108; İbn.Asakir-Tarih c.6. s.357; Fahruzzari-Tefsir c.31, s.150; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25: Nesefi-Medarik c.4. s.350; Sûyiti-Dürrülmensur c.6, s.341; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224 [7] İbn-Esir-Kâmil c.1, s.116. [8] Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.76. [9] Kur’an-ı Kerim: A’la, 87/14-19, [10] Ebû Nuaym-Delâilünnübüvve c.1, s.169; İbn.Esir-Caiul’usül c.2, s.505; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Hâzin-Tefsir c.4, s.371; Süyütî-Dürrülmensur c.6, s.341; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. |
Hazreti İbrahim (a.s)
I. BÖLÜM : BABASI ÂZER’E TEBLİĞ
1. İbrahim as.’ın Davetteki Üslûbu : İbrahim as. kavmini ve ehlini davette tek bir yol seçip hep aynı üslûbu iltizam etmedi. Bazen babasıyla ve ev halkıyla fert fert münakaşa (mücadele) etti. Bazen de kavmi kendi bayramlarında toplanmış halde iken ve umumi toplantılarında iken onlarla mücadele etti. Bazen, katı inatçı, gaddar tağutları Nemrut’la mücadele etti. Bazen âdet ve taklitlerden ünsiyet ettikleri her konuya tekrar gözden geçirmelerini onlara görev tayin etmek için, bir çok konumda kendi vicdanlarıyla başbaşa bırakırdı...[1] 45-“Babacığım, gerçekten ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman, şeytanın dostu olursun.” Meal/ Tefsiri : “Ey babacığım! Ben, senin anlattıklarıma kulak vermeyerek inkârda ısrar etmek suretiyle kâfir olarak ölmenden, dolayısıyla Allah’ın elem verici azabına uğramandan ve ebediyyen cehennemde şeytanın arkadaşı, yardımcısı olmandan korkuyorum.”[2] Fahreddin Razi diyor ki: “Bil ki İbrahim (a.s.) bu sözü, çok güzel bir sıra içinde söylemiştir: Çünkü önce putlara ibadet etmekten alıkoyacak şeylere dikkat çekmiş; sonra babasına taklidi bırakıp tefekküre ve istidlale tabi olmasını söylemiş, daha sonra da şeytana itaat etmenin aklen doğru olmadığına işaret etmiş ve sözünü, insanı uygun olmayan şeylere yönelmekten alıkoyacak bir tehdid ile noktalamıştır. Hem sonra Hz. İbrahim (a.s.) bu güzel sözlerini gayet nazik ve yumuşak bir üslupla söylemiştir. Çünkü her sözünün başında, “Babacığım” deyişi, babasını çok sevdiğine, onu ilahi azabtan kurtarma arzusu içinde olduğuna, doğruya ve güzele iletmek istediğine bir delildir. İbrahim’in (a.s.) sözünü “Hakikaten korkuyorum ki” cümlesi ile bitirmesi de, kalbinin babasının yararına olan şeylere ne denli ilgi duyduğuna delalet eder. O bunu şu sebeplerden ötürü yapmıştır: 1) Babalık hakkını ödemek için... Nitekim Allah Teala: “Ebeveyninize de iyilikte bulunun” (İsra: 17/23) buyurmuştur. Babayı, hak dine götürmek ise, en büyük iyiliktir. Binaenaleyh buna bir de, babaya karşı edebi gözetme ve yumuşak davranma eklenirse, bu nurun ala nur (nur üzerine nur) olur. 2) Hakka sevkedenin sözünü katı ve sert bir üslupla değil, mutlaka yumuşak ve nazik olarak söylemesi gerekir. Çünkü bir kimsenin katı ve sert konuşması dinleyenlerin haktan yüz çevirmesine adeta bir sebep olur ve böylece bu gerçektesanki iğva etme (saptırma) için bir çaba olmuş olur. 3) Ebu Hureyre Rasulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teala İbrahim’e şöyle vahyetti: Sen benim Halilim (dostum)sun. Binaenaleyh kâfirlere karşı bile ahlakını ve davranışını güzelleştir ki ebrarın (iyilerin) girdiği yere giresin. Çünkü huyunu güzelleştirenler için hükmüm (takdirim, ezelde) şöyle yazılıştır: “Ben onu Arşımın altında gölgelendireceğim. Kutsiyet alanımda yerleştireceğim ve onu kendime yaklaştıracağım.”[3] Allah en iyisini bilendir.”[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 176. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal: 3/5159. [4] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/360. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Anlatım Düzeni, Putlara ve İnsanlara Tapmayı Önlemeyi Amaçlamıştır :
İsa’nın (a.s.) “Şüphesiz ki Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Bu sebepten yalnız O’na ibadet edin; işte dosdoğru yol budur.[1]” dediğini, Hz. İbrahim’in de “Babacığım, doğrusu sana gelmemiş olan bir ilim bana gelmiştir. Öyleyse bana uy da seni dosdoğru bir yola ileteyim[2]” dediğini görmekteyiz. Hz. İbrahim’in babasını çağırdığı şey Allah’a ibadet etmek ve Allah’tan başkalarına ibadeti terketmek konusunda kendisine uymaktan ibarettir. Bu da şuna delildir; Peygamberlerin izlediği yol birdir; o da sadece Allahu teala’ya ibadettir. Bu dosdoğru yoldan sapmak İbrahim, İsa ve diğer peygamberlere –tümüne selam olsun- uymaktan bir sapmadır. Buna göre anlatım düzeni insanı putperest veya hristiyan olsun, putlara veya insanlara ibadet etmekten kurtarmak amacındadır.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Meryem: 19/36. [2] Meryem: 19/43. [3] Said Havva, El-esas fi’t-tefsir, Şamil Yayınları: 8/469. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Davet Edilenlerin İlki Kimdir? ve Davete Tepki :
Davet edelinlerin ilki, İbrahim as.’ın babası olacağı açıktır. Çünkü insanların O’na en yakını babasıdır. Ve hidayete de en evlâ olanı da yine odur. Allahu Teala, Muhammed as.’a aşiretinden ve akrabalardan başlamasını emretmiştir. Allah Nebilerinin de davetteki metodu böyledir.[1] İbrâhim as. Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, âhireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış, en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Âzer olmak üzere halk, İbrâhim as.’a inanmayıp inkâr etmişti. İbrâhim as. babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah'tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi: "Sana selâm olsun! Senin için rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı lütufkârdır"[2] Bundan sonra İbrâhim (a.s), baba ocağını terkederek oradan ayrıldı.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 150. [2] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/47. [3] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim Maddesi, c.3. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Kur’an-ı Kerim’de İbrahim as. ve Babası Arasında Geçenler :
Kur’ân-ı Kerim de şöyle anlatılmaktadır. “İbrâhim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.”[1] “Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum. (Babası:) Ey İbrâhim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.”[2] Bu ayetlerde tevhid dininin önderi olan Hz. İbrâhim’in yüce vasıfları, babasını tevhid dinine daveti, bu konuda onunla tarışması, babasının sert tepkisine, “Bu davadan vazgeçmezsen seni taşlarım, elimden bir kaza çıkmadan yanımdan defol git uzun zaman gözüme görünme” diyen babasına tatlı dille esenlik ve Allah’tan mağfiret dilemesi bahsedilmiştir.[3] Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı.[4] Ve İbrahim as. gayet sakin ve öfkesiz bir haldedir. Bu şefkat ve merhamet gerektiren uslupla nida ettikten sonra edeple ona şöle dedi: “Ey babam! Niçin işitmez, görmez ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere tapıyorsun?” “Ey babam! Sen ona nida ettiğinde, seni duymayan bir ilaha nasıl ibadet ediyorsun? Sen ona yaklaştığında veya ondan uzaklaştığında seni görmez. Sana hiçbir fayda vermez veya hoş olmayan herhangi bir şeyi senden defedemez...” İşte bu manzara, bir çok manzaralardan biridir ki, İbrahim as. bu manzara esnasında onun topmakta olduğu putların acziyetini açıklıyor, babasını düşünceye ve akıl nimetinden istifadeye davet ediyor. “Ey babam! Bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde bana uy ki, seni doğru yola hidayet edeyim.” İbrahim babasıyla konuşmada mücadelesine, çok ilmi oluşundan, delilinin kuvvetliğinden ve zekasının üstünlüğünden başlamadı. Yine babasını da cahillikle vasıflandırmadı. Eğer öyle ve böyle de deseydi doğru idi. Ancak O babasına sadece şöyle dedi ve o babası nezdinde de emin ve sadıktır: “Ey babam! Allah kendi fazlından bir üstünlük verdi ve özel kıldı. Bu yeni emri dinle ve Hakk’ın davetine icabet et ki, her iki cihanda da kurtuluşa erenlerden olasın. Ey babam, şu içinde bulunduğun halde devam etmekten uzaklaş; yoksa şeytan’a kul olursun. Rahman’ın ibadetiyle Şeytan’ın ibadeti mü’minin kalbinde asla birleşmez.” Ve İbrahim as. babasıyla olan konuşmasını “ey babam” sözüyle bitiriyor. Yani çok latif, ince bir nida ile başladı. Çünkü; Dünya ve Ahiret’te Allah’ın azabının onun üzerine gelmesinden korkuyordu.[5] Toplumsal siyaset düzeyinde Kur’an, bir yandan ebeveyn, çocuklar ve yaşlılardan meydana gelen temel aile birimini güçlendirmeyi hedef alırken, diğer taraftan kabileyi (veya milleti) feda etmek pahasına bile olsa, daha geniş çapta Müslüman toplumunu geliştirmeyi esas alır. Çocukların (ana-bab ve akrabaya) sadakati vurgulanmaktadır: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, iyilik edeceksiniz.”[6], “Anaya, babaya ve akrabaya... iyilik edin”[7] Toplumu bir arada tutan bağdan Kur’an’ın her safhasında ve özellikle de Medeni surelerde bahsedilmektedir. Bütün Müslümanların “kardeş” oldukalır ilan edilmiştir.[8] Müslümanlar “kurşunla sağlamlaştırılmış zaptedilmez bir yapı”[9] gibi birbirlerine bağlıdır. Elbette bu durumda doğal kan bağlılıkları ile (evlattan beklenen sadakat da dahil) doğruya sadakat, dürüstlük veya toplum arasında ciddi bir sürtüşme ortaya çıkabilir. Bu durumda kesin olarak ikinci gruptakilere bağlı kalmak gerekmektedir. Hz.İbrahim ile müşrik babasının hikayesi Kur’an’da birkaç kez tekrar edilmiştir. Babasına karışı olan şefkat hissine rağmen sırf Allah için onu nasıl terkettiği zikredilmektedir. İbrahim as.’ın babasına dua ettiği söylenmektedir.[10] Fakat yine belirtilmiştir ki, babasına “söz verdiği için” dua ediyordu.[11] Buradan şöyle bir sonuç çıkar ki, şayet bir kimsenin anne ve babası yanlış yola saparlarsa onlara dua etmek bile, pek iyi bir şey değildir. Nitekim “Biz insana anne ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Ama onlar, Bana şirk koşmaya seni zorlarlarsa onlara itaat etme” ayetinde kesin bir açıklama yapılmıştır. Ve yine sık sık anlatılan Nuh as. ve sel felaketinde helak olan müşrik oğlunun hikayesindeki durumda aynı konuya ışık tutmaktadır.[12] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74. [2] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/41-48 [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/93. [4] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri: 42-44. [5] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 154. [6] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/83. [7] Kur’an-ı Kerim: Nisa, 4/36, En’am, 6/151, İsra, 17/2, Ankebut, 29/8, Lokman, 31/14, Ahkaf, 46/15. [8] Kur’an-ı Kerim: Hucurat, 49/10. [9] “Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi (sağlamca) saf bağlayarak çarpışanları sever.” Saf, 61/4. [10] Kur’an-ı Kerim: Meryem 19/47; Mümtehine, 60/4. [11] Kur’an-ı Kerim: Tevbe 5/114. [12] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, Ankara Okulu Yayınları: s.83-84. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Şeytana İbadet :
“Babacığım, şeytana ibadet etme, çünkü şeytan Rahman’a isyan etmişti.[1]” Meâl/Tefsir : “Babacığım! Kâfirlik ve putlara tapma hususunda Şeytan’ın emrine itaat etmek suretiyle ona tapma. Kuşkusuz Şeytan, Âdem’e secde etmeyerek Rahman olan Allah’a isyan etmiştir, ayaklanmıştır, emrine karşı gelmiştir. Rabbine ibadet etmeyi gururuna yedirememiştir. Kim Şeytan’a uyarsa, Şeytan onu saptırır.” Hz. İbrahim’in (a.s.) babasına: “Babacığım, şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman’a çok asi olmuştur.” şeklindeki sözü; “Ona itaat etme, çünkü o, Allah’a isyan etmiştir.” demektir. Böylece Hz. İbrahim (a.s.) şeytanın bu sıfatını zikrederek, babasını onun sözünü dinlemekten nefret ettirmeye çalışmıştır. Çünkü bu sıfat, nefret ettirici özelliklerin en büyüğüdür. Bil ki İbrahim (a.s.) ihlasta öylesine ileri gittiği için, şeytanın suçlarından sadece Allah’a isyan edişini dile getirmiş, Hz. Adem’e (a.s.) olan düşmanlığından bahsetmemiştir. Sanki şeytanın irtikap etmiş olduğu isyanlardan en büyüğünü nazar-ı itibara almak Hz. İbrahim’in (a.s.) zihni değerlerini görmekten alıkoymuştur. Hem sonra Allah’a karşı asi olma, ancak görüşü zayıf olanlardan südur eder. Böyle olanın görüşüne iltifat edilmemesi, değer verilmemesi gerekir. Bu durumda şöyle bir soru yöneltilebilir: Bu söz ancak şu gibi bazı şeylerin kabul edilmesine dayanır: a) Bir yaratıcının varlığının kabulü, b) Şeytanın mevcudiyetinin kabulü, c) Şeytanın Allah’a asi olduğunun kabulü, d) Şeytan asi olduğuna göre, hiçbir hususta ona itaatın caiz olmadığının kabulü, e) O insanın inandığı itikadın, şeytana taattan elde edilmiş olması. Malumdur ki, muarıza karşı getirilen delilin, malum ve müsellem (onun tarafından da kabul edilen) bir takım mukaddimelerden meydana gelmiş olması gerekir. Belki de Hz. İbrahim’inbabası bütün bu hususlarda şüphe içinde idi. Nasıl olmazdı ki o, Nemrud dışında hiçbir ilah tanımıyordu. Öyle ise o daha nasıl Rahman olan bir ilahın varlığını kabul edebilirdi? O, böyle ilahın varlığını kabul etmediğine göre, o şeytanın Rahman’a asi olduğunu nasıl kabul edebilir? Sonra onun bunu kabul ettiği varsayılsa bile, hasım sırf bu söz ile inancının şeytandan kaynaklandığını nasıl kabul edebilir? Aksine o belki de bu delilleri karşı delil olarak kullanabilir? Buna cevap olarak deriz ki: Âzer’in inancının batıl olduğunu ortaya koymada dayanılan hüccet, Hz. İbrahim’in (a.s.) ta ilk baştan söylediği, “İşitmez, görmez, sana hiçbir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?” şeklindeki sözüdür. Sonraki sözleri ise, bir korkutma (ikaz) ve onu o delillere sevkedecek (anlamasını sağlayacak) bir işaret gibidir. Bu açıklama karşısında o soru düşer.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/44. [2] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/358. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Şeytana Dost Olma :
“Babacığım, gerçekten ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman, şeytanın dostu olursun.[1]” Meâl/ Tefsiri: “Ey babacığım! Ben, senin anlattıklarıma kulak vermeyerek inkârda ısrar etmek suretiyle kâfir olarak ölmenden, dolayısıyla Allah’ın elem verici azabına uğramandan ve ebediyyen cehennemde şeytanın arkadaşı, yardımcısı olmandan korkuyorum.”[2] Hz. İbrahim’in (a.s.) “Babacığım, hakikaten korkuyorum ki Rahman’dan sana bir azap gelip çatar da şeytana dost olmuş olursun” şeklindeki sözüdür. Ferra ayetteki “Korkuyorum ki” kelimesinin “Biliyorum ki” demek olduğunu söylemiştir. Ekseri alimler bunun zahiri manasına göre alınması gerektiği kanaatindedirler. Ferra’nın görüşü, İbrahim’in (a.s.) babasının küfür üzere öleceğini bilmesi durumunda doğru olur. Bu ise bilinemez. Binaenaleyh bu kelimeyi zahiri manasına göre almak gerekir.Çünkü onun babasının iman etmesi ve böylece cennetlik olması mümkün olduğu gibi, küfrünü sürdürmesi küfrü üzere ölmesi ve böylece de cehennemliklerden olması da mümkün idi. Bunun böyle olduğunu bilen endişe duyar, yoksa kesin hüküm vermez. Bil ki başkasına bir zararın geleceğini sanan, ancak o zararın ona gelmesinden dolayı kalbi üzülüp acı duyacak birisi olduğu zaman, “Korkan” adını alır. Nitekim: “Ben, çocuğum için üzülüyorum.” denilir. Hz. İbrahim’in “Şeytana dost olmuş olursun” ifadesi hakkında alimler şu izahları yapmışlardır: 1) Babası Allah’ın azabına düçar olduğunda , cehennemde şeytanla beraber olmuş olur. Dostluk, beraberliğe sebebtir. Sebebin, müsebbeb (netice) manasında kullanılışı ise, hernekadar hakiki manada dostluk demek değilse bile, mecazidir. Çünkü Cenab-ı hak, “Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna.[3]” ve “Kıyamet günü kiminiz kiminizi inkâr (red) kiminiz kiminize lanet edecektir.[4]” buyurmuştur. Yine Cenab-ı Hak şeytanın onlara “Esasen beni evvelce (Allah’a) ortak tutmanızı da tanımamıştım ya[5]” diyeceğini bildirmiştir. Bil ki eğer bahsedilen azab, ahiret azabı manasında olursa, bu müşkil söz konusudur. Ama ondan murad, dünyevi azab olursa, problem ortadan kalkar. 2) Bu azab, hızlan (Allah’ın yardımsız bırakması) manasına da hamledilebilir. Yani, “Ben, sana hızlan azabının gelip çatmasından ve böylece şeytana bir dost olmandan ve Allah’ın senden, şu ayette buyurduğu gibi uzak kalmasından korkuyorum: “Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, apaçık bir zarar-ziyana düşmüş olur[6].” 3) Ayetteki (veli) dost, “şeytanın izinde giden” demektir. Nitekim baharda peşpeşe yağan yağmurlara da vely denilir. Eğer Hz. İbrahim’in (a.s.) “Hakikaten korkuyorum ki Rahman’dan sana bir azab gelip çatsın” sözü, şeytana dost olmanın, bu azabtan daha kötü ve büyük olmasını gerektirir. Öyle ise bunun sebebi nedir?” denilirse, buna şöyle cevap verilir: Cenab-ı hakk’ın: “(Allah’ın) rızası daha büyüktür. İşte bu en büyük mutluluktur[7].” Ayetinde buyurduğu gibi, Allah’ın rızası da vereceği mükafattan daha büyüktür. Binaenaleyh Allah’ın rızasının tam karşıtı olan şeytana dost olmanın, azabın kendisinden daha büyük ve daha kötü olması gerekir.”[8] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/45. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Zuhruf: 43/67. [4] Ankebut: 29/25. [5] İbrahim: 14/22. [6] Nisa: 4/119. [7] Tevbe: 9/72. [8] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/359. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Babası Azer’in, Oğlu İbrahim’i Recm İle Tehdit Etmesi :
Fahreddin Razi diyor ki: “Hz. İbrahim’in (a.s.) babasının “Andolsun ki bundan vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım. Uzun bir müddet ayrıl, git! [1]” şeklindeki sözü ile ilgili bir kaç mesele vardır: Burada geçen “Recm: Taşlama” ile ilgili iki izah yapılmıştır. 1) Bu, dil ile yapılan taşlamadır. Yani sövüp saymak ve kınamaktır. Cenab-ı Hakk’ın “Muhsan (namuslu ve evli) kadınlara (iftira) atanlar” (Nur: 24/4) Yani sövüp sayanlar ayeti bu manadadır. Kendisine lanet edilen kimseye “Racim” denilmesi de bundandır. Mücahid şöyle der: “Kur’an’da geçen bütün “Recm” kelimeleri, şetm (sövme-kınama) manasındadır. 2) Bu el ile taşlamadır. Buna göre alimler ayet hakkında şu izahları yapmışlardır: a) Ben seni taşlamaları yahut öldürmeleri için, insanlara (herkese) senin durumunu açıklayacağım. b) Benden uzaklaşsın diye, seni taşlayacağım, sana taşlar atarım. c) Müerric bu kelimenin Kureyş lügatinde “seni öldüreceğim” manasına geldiğini söylemiştir. d) Ebu Müslim (r.a.) şöyle der: “Bundan kastedilen, taşlayıp öldürmektir. Fakat bu bazen mecazi olarak, tardetmek, uzaklaştırmak, kovmak manasında da kullanılır. Babasının bu sözle, kovma manısını kastettiğine, onun “uzun bir müddet benden ayırıl, git” şeklindeki sözü de delâlet etmektedir.” der. Bil ki “recm”in asıl manası, “ricam” ile (ip ucuna bağlı taş) taşlamaktır (atmaktır).Binaenaleyh bunu bu manaya hamletmek daha evladır. İmdi, şayet ayetteki “uzun bir müddet benden ayırıl, git” ifadesi, recm ile sövüp-sayma manasında bir taşlama olduğuna da delalet etmez mi? denirse, biz deriz ki: “Hayır. Çünkü Hz. İbrahim’in (a.s.) babası, onu yakınında kalması halinde “recm” ile tehdit etmiş ve bundan kurtulmak için uzağa gitmesini söylemiştir. O halde o da bu ifadenin manasına dahildir.”[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/46. [2] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/362. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Babası Azer’in, Oğlu İbrahim’i Yanından Kovması :
Fahreddin Razi diyor ki: “Ayetteki “Uzun bir müddet benden ayrıl, git” ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: 1) Bununla, “Artık bana söz söylemeyi bırak” manası kastedilmiştir. 2) “Bu evden ve şehirden ayrılıp, uzaklaş” manası kastedilmiştir. Bu şekil hicret, peygamber ve mü’minlerin hicretidir.Yani, “Seni gözümün görmemesi için, benden uzaklaş” demektir. Bu ikincisi, ayetin zahirine uygundur.”[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/362. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Hz. İbrahim’in Babasına Verdiği Cevap :
Dedi ki: “Selam sana! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır.” [1] Meâl/Tefsiri: İbrahim babasına şöyle cevap verdi: “Selam sana, benim tarafımdan güven içinde ol. Benden sana bir eziyet ve bir kötülük gelmez. Babalık hakkına göstermem gereken saygıdan dolayı, bundan böyle sana rahatsız edecek herhangi bir şey söylemeyeceğim. Allah’tan, seni doğru yola iletmesini ve günahlarını bağışlamasını isteyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lutfedici ve durumumla çok ilgilenicidir. Benim yaptığım duaları kabul etmektedir.”[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/47. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. İbrahim as.’ın Babasına “Selâm” dilemesi :
Selam: Barış, rahatlık, esenlik; müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları, yani birinin diğerine "Selâmün aleyküm" (Selâm sizin üzerinize olsun, Allah her türlü kazâdan ve beladan korusun!) demesi; diğerinin ise: "Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekatüh" (Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi sizin de Üzerinize olsun!) şeklinde cevap vermesi anlamına gelen bir İslam ahlakı terimi. Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in selâm ile ilgili hüküm ve talimatı şöyledir: “Küçükler büyüklere, binekli atlı veya arabalı olanlar yayalara, yürüyenler, oturanlara; arkadan gelenler yetişince öndekilere; iki grup karşılaştığı zaman, az olanlar çok olanlara önce selam verirler."[1] Gruplar arası selâmlaşmada ise, grubun birinden bir kişinin selâm vermesi, diğer gruptan da bir kişinin alması yeterlidir.[2] Şayet gruptan hiç kimse selâmı almazsa, o grupta bulunan herkes günahkâr olur. İslâmî âdâba göre bir gruptan ayrılırken ayrılan kişi tarafından da selâm verilmesi gerekmektedir.[3] Bir kimseden selam getiren birisine: "Aleyhi ve aleyke's-selam!" şeklinde cevap verilir. Bir mektuba yazılmış bir selâm için ise: "Ve aleyke's-selam" denilir yahut; cevabı mektupta bu ifade yazılır. Selâm verirken veya alırken, eğilmek doğru değildir. Selâm verildiği takdirde alamayacak durumda olanlara ise, selam vermek doğru değildir. Meselâ, namaz kılanlara, Kur'an-ı Kerîm okuyanlara, hutbe dinleyenlere, ilimle meşgul olanlara, yemek yiyenlere selam verilmez. Dolayısıyla bu durumda iken verilen selâmı almamanın bir sorumluluğu yoktur. Aynı şekilde müslüman olmayanlara selâm verilmez. Ehl-i Kitaptan birisi selâm verdiği takdirde ise, yalnızca "Ve aleyküm!" denilir.[4] Kurtubi diyor ki; “Selamun aleyke.” Cumhura göre İbrahim as.’ın selamından maksat, esenlik ve bereket selamı değil, ayrılmalardan gelen selamlaşma, sağlıklamadır. Taberi diyor ki: “Selamın manası, benden sana eminlik demektir.” Tenkit ehli dirâyetli alimler de; “yumuşak huylu İbrahim as. Sefih’e (Sefih, akıl edemeyen babası) hitab etti” demektir. Bazıları da: “İbrahim’in selamının, ayrılma selamlaşması olduğunu söylemişlerdir.[5] Naif Zeynelabidin diyor ki; Şu ayette geçen selam bu çeşittendir: “Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Selam sizin üzerinize olsun. (Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz.) Biz cahillerle münakaşayı istemeyiz.”[6] Ve Cenab-ı Hakk’ın, Rahman’ın kullarını vasıflandıran şu ayeti de yine bu çeşit bir selamlamadandır. “...Kendilerine cahiller laf attıklarında, “selam” (sizinle muhatab olmayız) derler.” [7] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Buhârî, İsti'zân: 4-7; Müslim, Selâm: 1. [2] Ebu Dâvud, Edeb: 141. [3] Ebu Dâvud, Edeb: 139. [4] Riyazü's-Sâlihîn Tercümesi: 2/242-243. [5] Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.11/11. [6] Kur’an-ı Kerim; Kasas, 55. [7] Furkan, 63; M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 155-156. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Toplumunda Selamı yaygınlaştırmak :
İslam toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir âyette yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.[1]" Bir başka âyette de yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin...[2]". Bu âyetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, birçok hadislerinde selamın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "İslamın hangi işi daha hayırlıdır" diye sorduğunda, Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir."[3] Yine Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: "İman etmedikçe Cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..."[4] "Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir."[5] hadîsinden ise, selâm vermede acele etmenin daha sevap olduğu anlaşılmaktadır. Gerek âyetlerden ve gerekse hadîslerden anlaşıldığına göre selâmı yaymak, insanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın yaygınlaştırılması, müslümanların kalplerinin birbirlerine ısındırılması bakımından son derece önemlidir. O halde, İslâm toplumunda dost ve ahbaplarla, arkadaş, tanıdık kısaca bütün müslümanlarla sevgi, saygı ve samimiyet duygularının geliştirilebilmesi için, karşılıklı olarak selâm verip-almak gereklidir. Selâm, yalnızca dışarıda, sokakta, iş yerlerinde verilip-alınmaz; evde de selâm verilip-alınmalıdır. Peygamber Efendimiz bu konuda da, yanında büyüttüğü Enes (r.a)'e şöyle buyurmuştur: "Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun."[6] O halde, kendi evimize geldiğimizde, kendimize ve evdekilere selâm vermemiz gerekiyor[7]. Akşam yatıp, sabahleyin kalkıldığında da, evde bulunan herkese karşılıklı selâm verip-almak gerekmektedir. Böyle davranmakla, karşılıklı olarak müslümanların birbirlerine sağlık, huzur, barış ve esenlik dilemesi gerçekleşmiş olur. Bir aile ve toplum fertlerinin, birbirlerine bundan daha iyi dilekte bulunmaları düşünülemez.[8] -------------------------------------------------------------------------------- [1] en-Nûr: 24/27. [2] en-Nisa: 4/86. [3] Buhari, İman: 6-20. [4] Müslim, Îman: 93. [5] Ebû Davûd, Edeb: 133. [6] Tirmizî, İstizân: 20. [7] en-Nûr: 24/61. [8] Mustafa Öcal, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/373-374. |
Hazreti İbrahim (a.s)
. Kâfir Babaya İstiğfar Edilemiyeceğinin İki Sebebi :
Dedi ki: “Selam sana! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır.” [1] “Peygamberlerin masum (günahsız) olduğunu kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Hz. İbrahim (a.s.) caiz olmayan bir şey yapmıştır, çünkü babası kâfir olduğu halde, onun için istiğfar etmiştir. Halbuki kâfir olan baba için evladın mağfiret talebinde bulunması caiz değildir. Binaenaleyh bunların toplamından, Hz. İbrahim’in caiz olmayan bir iş yapmış olduğu anlaşılır. Biz, Hz. İbrahim’in babası için mağfiret talebinde bulunduğunu söyledik. Çünkü Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim’in (a.s.) “Üstüne selamet... Senin için Rabbime istiğfar edeceğim” ve “Babama mağfiret et. Çünkü o sapmış olanlardan idi.[2]” dediğini nakletmiştir. Onun babasının kâfir oluşu ise, hem Kur’an’ın açık ifadesi ile, hem de icma ile sabittir. Kâfir babaya istiğfar edilemeyeceği şu iki şeyden ötürüdür: 1) Cenab-ı Allah, “Müşrikler için ne peygamberlerin ne de mü’minlerin istiğfar etmeleri doğru değildir[3]” buyurmuştur. 2) Yine Cenab-ı Allah, Mümtehine Suresi’nde, “İbrahim’de ve onun beraberinde bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan katiyyen uzağız. Sizi inkar ettik.” demişlerdir. Ancak İbrahim’in babasına: “Senin için istiğfar edeceğim” demesi müstesna[4].” buyurmuş ve insanlara Hz. İbrahim’in (a.s.) bu işi müstesna, diğer işlerini emir ve tavsiye etmiştir. Binaenaleyh bu işin, Hz. İbrahim’den sadır olmuş bir günah (hata) olmuş olması gerekir. Buna şöyle cevap verilir: Münakaşa ancak “Kâfir için istiğfar etmek caiz değildir.” şeklindeki sözünüz hususundadır. Binaenaleyh bu hususta bir kaç açıdan söz etmek gerekir: a) Allah’ın kâfirlere kesinlikle azab edeceğini söylemek, ancak nakle (vahye-rivayete) dayanır. Dolayısıyla belki de Hz. İbrahim’in (a.s.) şeriatında o, kâfire kesinlikle azab edileceğine dair birşiy bulamamış ve bundan dolayı babası için mağfiret talebinde bulunmuştur. b) İstiğfar bazen, Hak Teala’nın “İman edenlere söyle, Allah’ın günlerinin (kıyametin) geleceğini ümid etmeyenleri bağışlasın, onlara aldırış etmesinler.[5]” ayetinde de olduğu gibi, müsamaha etmek manasına kullanılır. Buna göre ayetin manası, “Rabbimden, seni hayatta olduğun müddetçe, küfründen ötürü sana peşin dünya azabını vermemesini (sana müsamahalı davranmasını) isteyeceğim.” Şeklinde olur. c) İbrahim (a.s.) iman edeceğini ümid ettiği için babası hakkında istiğfar talebinde bulunmuştur. Dolayasıyla bundan ümidini kesince artık onun için istiğfar etmeyi bırakmıştır. Belki de onun şeriatına göre, iman etmesi umulan kâfir için istiğfar edilebiliyordu. Bu ihtimalin söz konusu olduğunun delili: “Müşriklerin o çılgın ateşe girecekleri muhakkak meydana çıktıktan sonra, artık onların lehlerine akrabaları olsalar bile ne peygamberin, ne de mü’minlerin istiğfar etmeleri doğru değildir[6].” ayeti kerimesidir. Böylece Cenab-ı Allah, mağfiret talebinde bulunmaktan menedişinin, ancak o müşriklerin cehennemlik olduklarını bilmeden sonra olduğunu beyan etmiş ve bunun peşine de “İbrahim’in babasına olan istiğfarı, ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi. Yoksa onun bir Allah’ın düşmanı olduğunu kendisince belli olunca o, ondan uzaklaştı[7].” buyurmuştur. Binaenaleyh bu ayet, Hz. İbrahim’in (a.s.) babasına, iman ederse onun için istiğfar edeceği vaadinde bulunduğuna, ama o, iman etmeyince onun için mağfiret talebinde bulunmayıp, aksine babasından uzaklaştığına delâlet etmektedir. İmdi, eğer durum böyle olduğuna göre daha Cenab-ı Hak bizi “... ancak İbrahim’in babasına: “Senin için istiğfar edeceğim” demesi müstesna...[8]” ayetinde, onu bu hususta örnek edinmekten niçin menetmiştir?” denilirse, biz deriz ki: “Ayet, onu bu hususta örnek almanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Fakat onu bu hususta örnek almamızı menetmek, bu fiilin günah olduğuna delâlet etmez. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sadece kendisine mahsus pekçok şey vardı. Ama bu şeyler ona mübah ve helal olmasına rağmen, onun bu işlerini örnek almamız caiz değildir. d) Belki de istiğfar, evlâ (daha uygun) olanın terkedilmesi ve “hasenâtu’l-ebrâr seyyiâtu’l-mukarrebin” (İyi kimselerin hasenâtı, mukarrebler, Hakkadaha yakın olanlar tarafından işlenirse seyyiat sayılır) kabilindendir.”[9] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/47. [2] Şuara: 26/86. [3] Tevbe: 9/113. [4] Mümtehine: 60/4. [5] Casiye: 45/14. [6] Tevbe: 9/113. [7] Tevbe: 9/114. [8] Mümtehine: 60/4. [9] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/363-365. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Kâfirin İmana Gelmesi İçin Dua Etmek Caizdir :
“Ya Rabbi babamı affet. Çünkü o sapıtanlardandır.” sözü delâlet eder ki Hz. İbrahim, Allah’tan onu imana muvaffak etmesini, hidayetini istemiştir.O, onun halinden haberdar bulunmuyordu. Onun af talebinde bulunması “Ya Rab, onu imana hidayet et, sapıklıktan çıkar.” manasını ifade ediyor. Bu mana ile kâfir bir kişiye küfür üzere öleceği bilinmezden önce bağışlama taleb etmek caizdir. Fakat kâfir olacağını bildikten sonra istiğfar caiz değildir. Çünkü bu, muhali istemektir. Muhali istemek ise haramdır. Bunun için Hz. İbrahim’e vahiy yoluyla Tevbe Suresinde[1] geldiği gibi Azer’in durumu açıklanınca ve onun da iman etmeyeceği bildirilince kendisini şiddetli bir şekilde terketti. Demek ki Hz. İbrahim’in malum sözü ve bunu yerine getirmesi bu açıklamadan önceydi. Böylece Hz. İbrahim’in babası için af talep etmesiyle mü’minlerin müşrik yakınları hakkında af talep etmeleri arasında farkvardır. Çünkü mü’minlerin af talebi açıklamadan sonradır. Bunun için de Hz. İbrahim’e af talebinde bulunması için izin verilmemiştir.”[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Tevbe: 9/114. [2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/112. |
Hazreti İbrahim (a.s)
1. Hz. İbrahim’in Babasına Mağfiret Dileme Sözü :
“Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim.[1]” Alimlerin Ayet Hakkındaki Görüşleri: Kurtubi diyor ki: “Bu ayetin anlamı şudur: Ey mü’minler, İbrahim el-Halil’in babası için mağfiret dilemesinde lehinize delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü onun bu isteği ancak vermiş olduğu bir sözden dolayı idi.” İbn Abbas der ki: “Hz. İbrahim’in babası, kendisine Allah’a iman edeceğine ve putları terk edeceğine dair söz vermişti. Ancak babası küfür üzere ölünce, artık onun Allah’ın bir düşmanı olduğunu kesinlikle bildi ve ona dua etmeyi terketti. Buna göre Yüce Allah’ın: “Ona” buyruğundaki zamir, Hz. İbrahim’e; söz veren kişi ise onun babasıdır. Söz verenin Hz. İbrahim olduğu da söylenmiştir. Yani Hz. İbrahim babasına, kendisine mağfiret dileyeceğine dair söz vermişti. Ancak müşrik olarak ölünce ondan uzaklaştı. Bu söz verişine ise, Yüce Allah’ın “Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim.[2]” buyruğu da deil teşkil etmektedir.” Kadı Ebubekir b. el-Arabî der ki: “Rasulullah (s.a.v.) Ebu Talib’e mağfiret dilemek hususunda yüce Allah’ın: “Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.” Buyruğuna dayanmıştı. Yüce Allah ise ona, Hz. İbrahim’in babasına mağfiret dilemesinin, onun kâfir olduğu açıkça ortaya çıkmadan önce babasına verdiği bir söz dolayısıyla olduğunu haber verdi. Hz. İbrahim, babasının açıkça küfrünü anlayınca, ondan uzaklaştı. O halde sen ey Muhammed! Amcanın kâfir olarak öldüğünü gördükten sonra nasıl olur da ona mağfiret dileyebilirsin!”[3] İbn Abbas der ki: “İbrahim, babası ölünceye kadar onun için mağfiret dilemekte devam etti. Onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. Bir rivayette ise o, şöyle demiştir: Öldüğünde onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli oldu. Mücahid, dahhak, Katade ve başkaları da –Allah onlara rahmet eylesin- böyle söylemişlerdir.”[4] Ebu Hayyan şöyle der: “İbrahim’in babası için af dilemiş olması, bu hususta başkalarının da onun gibi yapmasının uygun olduğu vehmini vermemesi için Yüce Allah, İbrahim’in babası için af dilemesinin sebebini açıkladı. Bu sebeple de, onun daha önce babasına verdiği sözdür. Zira babasının iman edeceğini düşünüyordu. Vahiy yoluyla babasının Allah’ın düşmanı olduğunu ve onun kâfir olarak öleceğini anlayıp da ümidi kesilince ondan uzaklaştı ve af dilemeye son verdi.”[5] Mahmut Toptaş diyor ki: “Lut’a (a.s.) inanmayan o ahlaksız toplumu, melekler cezalandırmak için görevlendirildiğinde de İbrahim: “Ya Rabbi bunlara bir fırsat tanı, onları helak etme.[6]” diye dua etmişti. Bu ayette İbrahim’in duası, yanık yürekliliği, yumuşak huyluluğu övülüyor. Günahkâr veya müşrik bir insanı gördüğümüzde ondan yüz çevirmemeli, ona beddua etmemeli, bilakis haline üzülmeli, ıslah olması için dua etmeliyiz.”[7] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Meryem: 19/47. [2] Meryem: 19/47. [3] Kurtubi, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/424-425. [4] İbn Kesir Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3684. [5] Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 5/105; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-tefasir, Ensar Neşriyat: 2/541. [6] Hud: 11/74. [7] Mahmut Topta, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 3/410. |
All times are GMT +3. The time now is 09:03. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025