![]() |
Hasedi Kalp ten Söküp Atmanın Çaresi
Hased, kalplerin en büyük hastalıklarındandır. Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için faydalı ilim ancak şudur: Hasedin senin için, âhirette ve dünyada zararlı olduğunu, öteki adama ise ne âhirette ve ne de dünyada zararlı olmadığını bilmendir. Hatta kendisine hased edilen adam; hem âhirette hem de dünyasında kendisine karşı güdülen hasedden fayda görür. Sen bunu basiretinle bilip gördüğün zaman nefsinin düşmanı, düşmanının dostu değilsen, kesinlikle hasedden vazgeçmen gerekir. Hasedin Dindeki Zararı Sen hasedin yüzünden ALLAH´ın kaza ve kaderine küsmüş olur, kulları arasında taksim ettiği nimetini hor görür, gizli hikmetiyle mülkünde ikame ettiği adaletini çirkin sayar, kerih görürsün. Bu ise tevhidin özüne karşı işlenilen bir cinayet, imanın gözünde bir çapaktır. Din hususunda cinayet olması sana yeter de artar bile! Sen bununla mü´minlerden bir kişiye hile yapmayı, ona nasihat etme vazifesini terketmeyi, ALLAH´ın veli ve peygamber kullarının, diğer kullar için hayır istemeleri hususunda onlardan ayrılmış olursun. İblis ve diğer kâfirlerin mü´minlere belâlar verilmesine ve mü´minlere verilen nimetlerin kalkmasına sevinmeleri hususunda onlara uymuş olursun. Bütün bunlar kalpte bulunan habaset ve çirkinliklerdir. Ateşin odunu yediği gibi bunlar da kalbin hasenelerini yer. Gecenin gündüzü silip ortadan kaldırdığı gibi, haseneleri silip ortadan kaldırırlar. Hasedin Dünyadaki Zararı Sen dünyada, hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine sıkıntı yüklemiş olursun; zira ALLAH Teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker, onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için istedikleri belâ dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat istiyordun, oysa buna karşılık olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedin den ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer aklın varsa- hasedden sakınmalısın. Çünkü hasedde kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased hususunda ahirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin! Akıllı bir kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla beraber, çektiği meşakkate rağmen, nasıl kendisini ALLAH´ın gazabına maruz bırakır da di-nini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder. Din ve dünyası hususunda kendisine hased edilen zatın hiçbir zararı olmadığı keyfiyetine gelince, bu güneşten daha bâriz bir ha-kikattir. Çünkü ona verilen nimet senin hasedinden ötürü ondan alınmaz ki! Aksine ALLAH Teâlâ´nın takdir ettiği ikbal ve nimet, muhakkak yine takdir ettiği zamana kadar devam edecektir. Onu kaldırmaya hiçbir güç yetmez. Herşey ALLAH katında bir ölçüye göredir ve her müddetin bir hududu vardır. Bu sırra binaen peygam-berlerden bir zat (Salât ve selâm onların üzerine olsun) halka musallat olan zâlim bir kadından şikayet etti. ALLAH Teâlâ, o peygam-bere ´onun günleri sona erinceye kadar onun önünden kaçmamasını´ vahyetti. Ezelde bizim takdir ettiğimizin değişmesine imkân yoktur. Bu bakımdan kaza ve kaderde onun ikbal ve izzetinin devamlılığı için takdir edilen müddete kadar sabret! Madem nimet hasedle ortadan kalkmaz, o halde kendisine hased edilen kişinin dünyada hiçbir zararı yoktur. Ahirette de suçu olmadığından dolayı günahkâr olamaz. Sen şöyle diyebilirsin: ´Keşke nimet, benim hasedimden dolayı, hased ettiğim kimseden alınsaydı!´ Senin böyle demen, cehaletin son derekesidir. Çünkü bu bir belâdır ki önce sen kendi nefsine istiyorsun; zira sen de hasedinden dolayı düşmandan kurtulamazsın. Eğer hasedden dolayı nimet ortadan kalksaydı, o vakit ALLAH Teâlâ sana da hiçbir nimet bırakmazdı ve hiçbir mahlukuna da iman nimeti dahil, hiçbir nimeti bırakmaması icabederdi. Çünkü kâfirler imanlarından dolayı mü´minlere hased ederler. Kitab ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra nefislerindeki hasedlerinden ötürü sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler!(Bakara/109) Zira hasudun istediği olmaz. Evet! Hasûd bir kimse kendi iradesiyle başkasına dalâleti istediğinden dolayı dalâlete gider; zira küfrü istemek küfürdür. Bu bakımdan nimetin hasedden dolayı hased edilenden alınmasını isteyen bir kimse, sanki kâfirlerin hasediyle iman nimetinin kalkmasını ve diğer nimetlerin de kalkmasını istiyor gibidir! Eğer kendi hasedinle halktan nimetin zâil olmasını istemiyorsan bu cehaletin katmerlisidir; zira hasedçi ahmaklar ALLAH´ın kendisine bu özelliği vermesini ister. Oysa sen başkasından bu özelliği almak hususunda evlâ ve gözde değilsin. Bu bakımdan hasedle sana verilen nimeti senden almamak nimetine karşı ALLAH´a şükretmek sana farzdır. Sen ise cehaletinle onu hor görmektesin. Kendisine hased edilen şahsın, hasedçinin hasedinden hem dünya hem de âhirette fayda göreceği hususuna gelince bu husus da açıktır. Din hususunda fayda görmesi, ona hased ettiğin için mazlum olmasıdır. Hele hased seni onun aleyhinde atıp tutmaya, bilfiil onun gıybetinde bulunmaya, ona zarar vermeye sürüklerse, onun perdesini yırtmaya, onun kötülüklerini anmaya sevkederse, bütün bunlar ona takdim ettiğin hediyelerdir. Bu sözden benim ga-yem, sen bunlarla kendi sevaplarını ona hediye etmiş olursun ve kıyamet gününde onun karşısında mahrum bir durumda kalırsın. Tıpkı dünyada nimetten mahrum olduğun gibi. Evet! ALLAH´ın senin üzerinde bir nimeti vardır. Çünkü ALLAH Teâlâ seni hasene ve sevapları elde etmeye muvaffak kılmış, sen ise o hasenelerini kıskandığın kimseye nakletmiş bulunuyorsun. Ona verilen nimete ikinci bir nimeti ekledin, kendi nefsinin şekavetine ikinci bir şekavet kattın.Kendisine hased edilen kişinin hasedden dolayı dünyada fayda görmesine gelince, bu durum da şöyledir: Halkın gayelerinin en mühimi; düşmanlarını kötülemek, üzmek, şekavete sürüklemektir. Onların üzülmelerini görmektir. Oysa kendisi hasedden doğan elem içinde kıvranır, ondan daha şiddetli bir azap yoktur. Düşmanlarının temennilerinin en son noktası, kendilerinin nimet içinde yüzmeleri, senin ise, onlardan dolayı üzüntü ve hasret içinde kıvranmandır. Oysa sen onların maksadlarını bizzat kendi başına getirmiş bulunuyorsun ve bundan dolayı da düşmanın senin ölümünü istemez. Aksine hayatının uzamasını ister. Ancak bu hayatın hased azâbı içinde devamlı olmasını ister ki sen ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimetlere bakıp kalbin kıskançlık ve hasedden paramparça olsun! Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Düşmanların ölmemişler, sende gizli bulunan hasedi görünceye kadar diri kalmışlardır. Sen nimetten dolayı hasede mâruz kalıyorsun. Ancak kâmil o kimsedir ki kendisine hased edilir! Bu bakımdan düşmanlarının, senin üzüntü ve hasedinden dolayı sevinmeleri, ellerindeki nimetlerden dolayı sevinmelerinden daha büyüktür. Eğer düşmanın senin hasedin elem ve azâbından kurtulacağını bilirse, onun bu bilgisi kendisi için en büyük musibet ve belâdır. O halde sen içinde kıvrandığın hased üzüntüsüyle ancak düşmanının istediği bir durumdasın. Bunu düşündüğün zaman senin, kendi nefsinin düşmanı ve düşmanının da dostu olduğunu anlamış olursun; zira sen hem dünya ve hem de âhirette sana zarar, düşmanına fayda veren bir yoldasın, ALLAH´ın nezdinde çirkin bir durumdasın. Gerek hâli hazırda, gerekse gelecekte insanlar nezdinde de çirkin durumdasın. Sen istesen de istemesen de hased ettiğin insanın nimeti devam edecektir. Sonra sen düşmanına kâr sağlamakla kalmadın, düşmanlarının en katısı olan İblis´i de sevindirdin. Çünkü İblis seni ilim, takvâ, mertebe ve düşmanına verilen maldan mahrum olarak görüp, senin hased ettiğin adama verilen nimete razı olup sevapta -onu sevdiğinden dolayı- ona ortak olacağını bilir ve korkar. Çünkü müslümanlar için hayrı seven, hayırda onların ortağı olur. Kim, din hususunda büyük olanların mertebesini elden kaçırırsa onları sevmek sevabı daima elindedir. Bu bakımdan İblis, senin, ALLAH´ın kuluna verdiği din ve dünya nimetinden dolayı sevineceğini ve bu sevinç sebebiyle de muzaffer olacağını düşünerek korkar. Bu sırra binaen onu sana çirkin gösterir ki amelinle onun mertebesine varmadığın gibi, sevgiyle de varamayasın. Bir bedevi Hz. Peygambere şöyle dedi: -Kişi dindar olan kavmi sever, oysa onların derecesine yetişemez, -Kişi sevdiğiyle beraberdir.111 Bir bedevi Hz. Peygamber hutbe okurken yanına sokularak şöyle der: -Kıyamet ne zaman kopacak? -Kıyamet için ne hazırladın? -Kıyamet için çok namaz, çok oruç hazırlamış değilim. Ancak ben ALLAH´ı ve onun Rasûlü´nü seviyorum. -Sen sevdiğinle berabersin.112 Enes der ki: ´Müslümanlar, müslüman olduktan beri o gün sevindikleri kadar hiçbir zaman sevinmiş değillerdi´. Bu da müslümanların en büyük hedeflerinin ALLAH´ın ve Hz. Peygamber´in sevgisi olduğuna işarettir. Enes der ki: ´Biz Hz. Peygamberi, Ebubekir ve Ömer´i sever, fakat onların ameli gibi amel edemeyiz! Ümit ederiz ki onlarla beraber olalım!´ Ebu Musa şöyle demiştir: Ben ´Kişi namaz kılanları sever, fa-kat kendisi namaz kılmaz. Oruçluları sever. Fakat kendisi oruç tutmaz´ diyerek birkaç kişi saydım. Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle dedi: O, sevdiğiyle beraberdir.113 Bir kişi Ömer b. Abdülaziz´e şöyle sorar: -Deniliyor ki, eğer âlim olmaya gücün yetiyorsa âlim ol! Eğer buna gücün yetmiyorsa öğrenci ol! Eğer buna da gücün yetmiyorsa onları sev! Eğer onları sevmeye gücün yetmiyorsa bari onlara buğzetme! -SübhanALLAH! ALLAH Teâlâ bizim için çıkar yol kılmıştır! Şimdi dikkat et! İblis sana nasıl hased etmiştir? Sevginin sevabını senin elinden nasıl çıkarmıştır? Sonra bununla da kanaat etmemiş, müslüman kardeşini sana mebğuz göstermiştir. Seni onu sevmemeye teşvik etmiştir. Sen günâhkar oluncaya kadar yakanı bırakmamıştır. Nasıl öyle olmasın? Umulur ki sen, âlimlerin birisine buğzediyor, onun dinde yanılmasını istiyorsun ki yanıldığı görülsün ve dolayısıyla rezil olsun! İstiyorsun ki konuşamayacak şekilde dili tutulsun. Öğrenemeyecek derecede hastalansın! Artık bundan daha fazla derecede hangi günah olabilir? Keşke sen, ona yetişmek fırsatı elinden kaçtığı ve bundan dolayı üzüldüğün zaman, bari günah ve ahiret azabından sâlim kalmış olsaydın! Cennet ehli üç sınıftan ibarettir: 1.Muhsin 2.Muhsini seven 3.Muhsini savunan!114 Yani muhsin´den eziyetini uzaklaştıran, ona hased, buğz ve kerahet getirmeyen... Dikkat et! İblis seni bu üç giriş noktasından da uzaklaştırmıştır ki sen asla bu üç gediğin hiçbirisinin ehlinden olmayasın! İşte İblis´in hasedi sana nüfuz etmiş, fakat senin hasedin düşmanından değil, aksine öz nefsinden nüfuz etmektedir. Ey hasedci, hâlin uyanıklık veya uyku hâlinde sana gösterilse, nefsini, okunu düşmanının öldürücü bir yerine isabet etsin diye atan ve isabet ettiremeyen, aksine oku dönüp sağ gözünün bebeğine değip de gözünü çıkaran bir kimsenin suretinde göreceksin. Bu kimse bundan sonra oldukça öfkelenir ve ikinci bir ok atmak ister. Birinci atıştan daha şiddetli bir şekilde atar. Bu sefer o ikinci gözüne gelir ve kendisini iki gözden de mahrum eder. Üçüncü defa ok atar ve geri tepen ok gelip başını deler. Oysa her durumda düşmanı sapasağlamdır. Oku zaman zaman kendisine döner. Düşmanları ise etrafında sevinmekte, gülmekte ve tepinmektedirler. İşte bu hasedçinin hali şeytanın onunla oynamasıdır. Halbuki senin hased hususundaki halin bundan daha çirkindir. Çünkü geri tepen oklar, sadece adamın iki gözünü götürmüştür. Eğer o iki göz yerinde kalsaydı bile mutlaka ölümle yine yok olacaklardı. Oysa hased günah getirir. Günah ise ölümle sona ermez. Günahın insanoğlunu ALLAH´ın gazabına ve ateşe sürüklemesi sözkonusudur. İnsanoğlunun dünyada gözünün kör olması, gözü kalıp da o kalan gözle cehenneme girmesinden daha hayırlıdır. Çünkü cehenneme o gözle girdi mi alevler onu çıkaracaktır. Dikkat et! ALLAH, hased edenden nasıl intikam alır? Çünkü hased eden, hased edilenin nimetinin alınmasını istedi. ALLAH ondan o nimeti almadı. Sonra o nimeti hased edenden aldı. Zira günahtan ࡵzak kalmak bir nimettir. Gam ve üzüntüden sâlim kalmak da nimettir. Oysa bunların ikisi de hased edenden uzaktırlar. Yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü tuzak(lar) kurma(larını artırdı). Kötü tuzak, ancak sahibinin başına geçer.(Fâtır/43) Hased eden insan çoğu zaman düşmanının istediğinin ta kendisiyle müptelâ olur. Bir müslümanın düşüşü ile sevinen bir kimse çoğu zaman aynı şeyle karşılaşır. Hz. Aişe der ki: ´Ben Hz. Osman için neyi temenni etmişsem hepsi benim başıma geldi. Hatta ben onun için ölümü temenni etseydim, mutlaka öldürülürdüm´. İşte hasedin günahı budur. Acaba sürüklediği ihtilâf, hakkı inkâr etmek, dil ve eli serbest bırakıp düşmandan intikam almak için kötülükler işlemek gibi çirkinlikler nasıl olur? Hased öyle bir hastalıktır ki geçmiş milletler onunla helâk olmuşlardır. İşte buraya kadar söylediklerimiz ilmî ilâçlardır. İnsanoğlu saf bir zihin ve hazır bir kalp ile bu ilâçları tedkik ederse onun kal-bindeki hased ateşi söner. Kendi nefsini hasedle helâk edip düşmanını sevindirmiş olduğunu, rabbini kızdırıp hayatını karmakarışık ettiğini anlar. Bu husustaki faydalı amele gelince, bu hasede hükmetmektir. Bu bakımdan hasedin istediği her söz ve fiilin zıddını yapmaya nefsini zorlamalıdır. Eğer hased kendisini, hased ettiği kimseyi zemmetmeye zorluyorsa onu övmeye, dilini onu medhetmeye zorlmalıdır. Hased ona karşı gururlu davranmasını isterse, ona karşı nefsine yüklenmelidir, ondan özür dilemelidir. Hased kendisini, ona karşı iyilik yapmamaya zorlarsa, nefsini daha fazla ona iyilik yapmaya zorlamalıdır. Bunu zoraki bir şekilde yaptığı ve kendisine hased edilen adam bunu bildiği zaman o adamın kalbi sevinir. Dolayısıyla o da bunu sevmiş olur, Onun sevgisi görüldüğü zaman hased eden de onu sevmeye başlar. Bundan da aralarında uygunluk doğmuş olur ve onunla da hasedin maddesi ortadan kalkar. Çünkü tevâzu, övgü ve nimete sevindiğini belirtmek, kendisine nimet verilenin kalbini rikkate getirir, şefkat ve merhametini gerektirir, iyilikle buna karşılık vermeye kendisini zorlar. Sonra bu iyilik birincisine dönüşür. Onun da kalbi hoşlanır. Böylece başlangıçta zoraki yaptığı birşey kendisine tabiî ve normal gelmeye başlar. Şeytanın kendisine "Eğer sen, kıskandığın adama karşı te-vazu gösterir, kendisini översen, düşmanın bunu senin acizliğine veya münafıklığına veyahut korkaklığına hamleder. Düşmanın bu şekilde telâkkisi senin için zillet olur!´ demesi, onu bu şekilde davranmaktan alıkoymamalıdır. Bu vesveseler şeytanın kandırma ve hilelerindendir. Hatta zoraki bir şekilde tatlılık göstermek tarafların saldırganlığını önler. Düşmanlık isteğini azaltır. Kalplere karşılıklı yakınlık ve sevgi girer ve bununla da kalpler, hasedin eleminden, karşılıklı buğzetmenin üzüntüsünden kurtularak rahata kavuşmuş olur. işte bunlar hasedin şifalı ilâçlarıdır. Ancak kalplere pek acı gelir. Fakat fayda acı ilâçtadır. Kim ilâcın acılığına tahammül göstermezse şifanın tatlılığına varamaz. Ancak bu ilâcın acılığı, yani düşmana karşı tevazu göstermek, övmek suretiyle onlara yaklaşmak, daha önce zikrettiğimiz mânâları bilmekle kolaylaşır. ALLAH´ın kaza ve kaderine rıza göstermek, ALLAH´ın sevdiğini sevmekle kolaylaşır. Nefsin mağrur olması, isteğinin hilâfına kâinatta bir şeyin olmasını kabul etmeyişi ceha-lettir. Bu cehaleti takınan bir nefis olmayanı istiyor demektir. Onun isteğinin olacağından herhangi bir ümit yoktur. İstenilenin elde edilmemesi zillettir. Bu zilletten kurtuluş ancak iki şeyle olur: Ya isteğin olması ile veya olacak bir şeyin istenmesiyle! Birincisi senin elinde değil!.. Zorlama ve çabanın burada hiçbir müdahalesi yoktur. İkincisi ise, onun hakkında mücadele etmenin giriş noktası vardır. Onun riyazetle elde edilmesi mümkündür. Bu bakımdan her akıllı kimsenin bunu elde etmesi gerekir. İşte bu umumi bir devâ ve ilâçtır. Mufassal ve izahlı devâya gelince; hasedin, kibir, gurur, nefsin izzeti, fayda vermeyen şeylere şiddetli harislik göstermek gibi sebeplerini araştırmaktır. Eğer ALLAH dilerse bu sebeplerin tedavilerinin izahı özel bahislerinde gelecektir; zira bu hastalığın maddeleri ve mikroplarıdır. Hastalık ancak mikrobun sökülmesiyle sökülür. Eğer sen maddeyi sökemezsen, bizim söylediklerimizle sadece teskin edebilirsin. Fakat zaman zaman geri gelir. Maddelerin kalmasıyla beraber onu teskin etmek için uğraşmak uzayıp gider; zira kişi rütbe âşığı olduğu sürece, kendisinden başka halkın kalbinde mertebe edinenlere hased eder ve onların mertebe edinmesi kendisini üzer. Oysa gayesi nefsinin üzüntüsünü azaltmak, bunu ne diliyle, ne de eliyle belirtmemektir. Bundan tamamen boşalmak ise mümkün değildir. Tevfîk ALLAH´tandır! ___________________________ 111) Müslim, Buhârî 112) Müslim, Buhârî 113) Müslim, Buhârî 114) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. |
Hasedin Kalpten Silinmesi Gereken Miktarı
Eziyet, tabii olarak sevilmez. Sana eziyet verenden nefret etmemek, çoğu zaman mümkün değildir. Onun eline bir nimet geçtiği zaman o nimeti kerih görmemek senin imkânın dahilinde değildir. Düşmanının güzel veya perişan halinin nezdinde eşit olması ve nimetini hoş karşılamak senin elinde değildir. Sen nefsinde bu iki durum arasında fark hissedersin. Şeytan da daima seni karşıdaki insana hased etmeye çağırır. Eğer bu durum sende fiil ve sözle hasedi gösterecek raddeye sürükleyecek kadar kuvvet kazanmışsa ve bu da senin ihtiyarî fiillerinden biliniyorsa, sen hem hasedçi ve hem de hasedinden dolayı günahkâr bir kimsesin. Eğer sen tamamen zâhirini kontrol altına alıp ancak içinden nimetin zevâlini istiyorsan ve senin nefsinde de bu durumu kınayıcı ve kerih telâkki edici birşey yoksa, sen yine asi bir hasedçisin. Çünkü hased, fiilin değil kalbin sıfatıdır. Ve onlardan önce Medine´yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeyden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar.(Haşr/9) Sizin de kendileri gibi küfre sapmanızı istediler ki hepiniz eşit olasınız!(Nisa/89) Eğer sana herhangi bir iyilik isabet ederse onların hoşuna gitmez.(Alu İmran/120) Fiile gelince, o gıybet ve yalan demektir. O, hasedden doğan bir ameldir. Hasedin bizzat kendisi değildir. Hasedin kaynağı kalptir, âzalar değildir. Evet, bu hased bir zulüm değildir ki onun için helâlleşmek farz olsun. O, seninle ALLAH arasında geçen bir günahtır. Sadece âzâların yaptığı şeyler için helâlleşmek farz olur. Sen zâhirini günahtan menettiğin ve bununla beraber tabii olarak kalbin den hased edilenin nimetinin kalkmasından ibaret olarak kalp sızıntısından iğrendiğin zaman, âdeta tabiatından olan bu kötülükten dolayı nefsine kızarsın. Bu takdirde o kerahet, tabiat cihetinden gelen o kötü meylin karşısına akıl cihetinden dikilen bir siper olur. Evet, böyle yaptığın takdirde üzerindeki farz ve vazifeyi yerine getirmiş olursun. Birçok durumlarda bundan daha fazlası senin imkân ve ihtiyarının dahilinde değildir. Eziyet veren ile iyilik yapanın eşit olması ve onlara verilen nimetten dolayı sevinmenin veya onların başına gelen musibetten dolayı üzülmenin eşit olması hususunda tabiatın değişmesine gelince, bu durum, tabiat dünya lezzetlerine iltifat ettiği müddetçe, tabiatın itaat etmeyeceği bir durumdur. Ancak tabiat ALLAH sevgisiyle sendeleyen sarhoş gibi sarhoş olursa kalbi kulların hallerinin tefsirine bakmaz. Aksine tümüne aynı gözle bakar. O da şefkat gözüdür. Tümünü ALLAH´ın kulu olarak görür. Onların fiillerini ALLAH´ın yarattıkları olarak ve kendilerini de ALLAH´a müsahhar olarak görür. Bu durum -eğer olursa- çakan şimşek gibi gelir-geçer, devam etmez. Sonra kalp yine tabiatına döner. Düşman da onunla mücadele etmeye gelir; zira şeytan vesvese ile kalple mücadele etmektedir. Ne zaman insanoğlu bunu kerih görür, kalbine bu durumu gerekli kılarsa, mükellef olduğu vazifesini edâ etmiş olur. Bazı ulema, kişinin hasedi âzalarına (ortaya) dökmedikçe günahkâr olmayacağına kail olmuştur. Nitekim Hasan Basrî´ye hased hakkında sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ´Onu dışarıya çıkarmadıkça sana zarar vermez!´ Mevkûf olarak Hasan Basrî´den, aynı zamanda merfû olarak Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilir: Üç haslet vardır. Hiçbir mü´min onlardan boşalmaz. Fakat mü´min için onlarda çıkar yol vardır. Bu bakımdan mü´minin hasedden çıkış noktası zulmetmemesidir. En- doğrusu, bu Hadîs-i şerîfin bizim söylediğimize hamledilmesidir. Yani tabiatın düşmanın nimetinin zâil olmasını istediği zaman, karşısına din ve akıl cihetinden gelen bir tiksinmenin çıkmasıdır. O tiksinme, insanoğlunu zulmetmekten ve eziyet vermekten engeller; zira hasedin aleyhinde vârid olan bütün hadîslerin zâhirî delâlet eder ki hasedçi bir kimse günahkârdır. Sonra hased, fiillerden değil de kalbin sıfatından ibarettir. Bu bakımdan kim bir müslümanın kötülüğünü isterse o hasedçidir. O halde sadece kalbin hasediyle -ortada fiil yokken- kişinin günahkâr olup olmadığı içtihada açıktır. En açık fetva, âyet ve hadîslerin zâhirinden ve mânâ bakımından belirttiğimizdir; zira bir müslüman için kötülük istemesi ve kalbinin bundan tiksinmemesi kul için affedilmesi uzak bir ihtimaldir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki senin için düşmanların hakkında üç durum vardır: Birincisi, tabii olarak onların kötülüğünü istemen ve fakat bu duruma sevindiğini de hoş karşılamamandır. Aklınla bunu çirkin görür, kendi kendini kötüler, bu arzuna ulaşmak istemezsin. Hatta bu hastalığın tedavisi için elinden geleni yaparsın. Bunlardan sonra böyle bir eğilim kesinlikle affolunmuştur. Çünkü bundan daha fazlası insanın ihtiyarı dahilinde değildir. İkincisi, bunu istemen ve düşmanının kötülüğüne karşı sevindiğini açıkça göstermen, dilinle veya âzalarınla bunu belirtmendir. İşte kesinlikle mahzurlu olan hased budur. Üçüncüsü -ki bu birinci ve ikinci durumlar arasında bir durumdur- kalben hased etmendir. Fakat hasedinden dolayı nefsine buğzetmezsin kalbine karşı senden bir tiksinme belirmez, ancak âzalarını hasedin istediği istikamette, kalbin emrine vermezsin. Bu da ihtilâf yeridir! Açık fetvaya göre bu da günahtan hâli değildir. O sevginin kuvveti ve zayıflığı nisbetinde bir günah sözkonusudur. ALLAH en doğrusunu bilir! Hamd, âlemlerin rabbi olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir! |
Dünyanın Zemmi Konusuna Giriş
Velî kullarına dünyanın tehlike ve âfetlerini tanıtıp bildiren ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki dünyanın ayıp ve çirkinliklerini dostlarına, onun delil ve alâmetlerine baksınlar, sevablarını günahlarıyla karşılaştırıp tartsınlar diye belirtmiştir. Onlar dünyanın kötülüklerinin iyiliklerinden çok olduğunu, onun güneşinin batmaktan kurtulamayacağını anladılar. Fakat o, güzelliğiyle halkın kalbini hoplatıp çeken bir kadın suretindedir. Onun çirkinliklerinin nice sırları vardır ki ona varmak isteyenleri yolun ortasında helâk etmekte... Sonra o, istekçilerinin elinden kaçmakta... Visalini onlara bahşetmekte pek cimri davranmaktadır. Onlara yöneldiği zaman şerrinden ve vebalinden emin olunmamakta... Bir saat iyilik yaparsa, arkasından bir senelik kötülük yapmakta... Bir defacık kötülük yaparsa, onu bir sene uzatmakta... Bu bakımdan onun ikbâl daireleri, helâk ile beraber gezmektedir! Dünya âşıklarının ticaretleri zarardan ibarettir. Onun âfetleri istekçilerinin göğüslerine ardı kesilmeyen oklar gibi peşipeşine saplanmakta... Hallerinin akışları tâliblerinin zilletini haykırmakta.... Bu bakımdan ona aldanan herkesin âkibeti zillet, onunla mağrur olan herkesin sonu hasrettir. Onun şânı, müşterisinden kaçmak, kendisinden kaçanı da aramaktır. Hizmetçisinin elinden çıkar, kendisine perva etmeyerek yüz çevirenin arkasından gider. Berraklığı bulanıklıkların kirinden uzak değildir. Sevgisi karıştırıcılardan ayrılmakta, selâmetinin arkasından hastalık gelmekte, gençliği ihtiyarlığa sevketmekte, nimetleri hasret ve pişmanlıktan başka bir meyve vermemekte... O hilekâr, kandırıcı ve uğursuzdur. Durmadan müşterilerine süslü püslü görünür ki onlar kendisine kalben bağlanıp dost olsunlar. O zaman onlara iri iri kesici dişlerini gösterip düşmanlık eder. İntizamlı sebeplerini onlar için karma karışık yapar... Acaibliklerinin gizli taraflarını gösterir, öldürücü zehirlerini onlara tattırır, onları delici oklarının yağmuruna tutar, arkadaşları onun elinden sevgi ve nimetler içerisinde iken birden onlara sırtını çevirir. Sanki onlar tatlı rüyalar görmüş gibi olurlar! Sonra felâketleriyle hayatlarını perişan eder, harmanda dövülen ve saman haline getirilen saplar gibi onları öğütür, kefenleri içerisinde örtüp topraklara gömer. Onlardan biri, üzerine güneş doğan bir şeyi elde ederse, onu hurdahaş bir vaziyete getirir, sanki o dünün zengini değilmiş gibi yapar. Arkadaşlarına sevgi ümidini verir. Onları aldatarak hileli vaadlere boğar. Onlar birçok şeyler beklerken, köşkler inşa ederken, köşklerini mezara çevirir! Cemiyetlerini darmadağın eder. Çalışmalarını kasırga gibi toz duman eder. Öyle bir hale getirir ki kendi kendilerine felâket isterler. İşte dünyanın hususiyetleri budur. Fakat ALLAH´ın emri mutlaka yerini bula-caktır. Salât ve selâm ALLAH´ın kulu ve rasûlü üzerine olsun. O rasül ki âlemlere müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Pırıl pırıl parlayan bir güneş olarak doğmuştur. Salât ve selâm Muhammed´in ehline ve din hususunda ona yardımcı olan arkadaşlarına ve zâlimlere karşı onu destekleyen zevata olsun! Yarab! Onlara salât ve selâm et! Dünya hem ALLAH´ın, hem dostlarının ve hem de düşmanlarının düşmanıdır. Dünyanın, ALLAH´a olan düşmanlığı cihetine gelince: Dünya ALLAH´ın kullarının yolunu kesmekte (onları aldatmaktadır) ve bunun içindir ki, ALLAH Teâlâ onu yarattığından beri ona bir defacık olsun şefkat nazarıyla bakmamıştır. Dünyanın, ALLAH dostlarına olan düşmanlığı cihetine gelince, dünya onlara çeşitli süsleriyle görünmüş, çiçekleriyle, yeşillikleriyle onları kandırmış... Öyle ki onlar, dünyayı terketmek için dünyanın en acı şerbetini içmeye mecbur olmuşlardır. Dünyanın ALLAH düşmanlarına düşman olma cihetine gelince, dünya, hileleriyle onları kandırmış, ağlarına düşürmüş, öyle ki onlar dünyaya bel bağlamışlar, ona itimat etmişler ve onların dünyaya en muhtaç olduğu bir anda dünya onları mahrum etmiştir. Onlar dünyadan öyle bir hasret meyvesi koparmışlardır ki onu yemekle ciğerleri paramparça olmuştur. Sonra dünya onlara ebedî saadeti haram kılmıştır. Onlar dünyanın elden gitmesine daima hasret çekmekte, onun hilelerinden feryad etmekte ve yardımlarına kimse de gelmemektedir. Aksine onlara ´cehennemde ümitsiz kalınız, benimle konuşmayınız´ denilir. Bunlar âhireti dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez,(Bakara/86) Dünyanın gaile ve şerleri büyüdüğünde muhakkak ki dünyanın hakikatini, dünyanın ne olduğunu ve dünyanın düşmanlığıyla beraber yaradılışındaki hikmetini, aldatmaların ve şerlerin hangi kapıdan geldiğini anlamak lâzımdır. Zira şerri bilmeyen bir kimse şerden sakınamaz ve şerre düşmesi de pek yakın bir ihtimaldir. İşte biz -eğer ALLAH dilerse- dünyanın kötülüğünü, onun misallerini, hakikatini, mânâlarının tafsilâtını, onunla ilgili meşguliyetin sınıflarını, onun esaslarına olan ihtiyacın yönünü ve halkın dünyanın boş şeyleriyle meşgul olup ALLAH´tan nasıl yüz çevirdiklerini zikredeceğiz. ALLAH Teâlâ -razı olduğundan dolayı- yardım eder. |
Dünyanın Sıfatlarının Misallerle Belirtilmesi
Dünya, süratle yok olup gidiyor. Sonunun gelmesi pek yakındır. İnsanlara baki kalmayı söz verir, sonra sözüne muhalefet eder. Sen ona bakar, onu sakin ve istikrarlı görürsün. Oysa o şiddet ve süratle seyretmektedir. Süratle durmadan akıp gitmektedir. Fakat ona bakan, onun hareketini hissetmeden ona bel bağlar. Ancak sona erdiği zaman sezer. (O vakit de iş işten geçer). Dünyanın mi-sali gölgedir. Gölge, hareketsiz ve sakin görünür. Oysa hakikatte hareket halindedir. Görünürde sakindir. Onun hareketi zahirî gözle görünmez, bâtınî basiretle görülür. Dünya, Hasan Basrî´nin yanında zikredildiği zaman o şu şiiri okudu: ´Uykudaki rüyalar veya geçici bir gölge gibidir. Muhakkak akıllı bir kimse onun benzeriyle aldanmaz´. Hasan b. Ali çoğu zaman misal getirerek şöyle derdi: ´Ey bekası olmayan dünya lezzetlerinin ehli! Geçici bir gölgeye aldanmak hamakattır´. Denildi ki: ´Bu şiir Hz. Hasan´ın sözüdür´. Deniliyor ki, bedevilerden biri bir kavmin yanında misafir oldu. Kendisine bir yemek ikram ettiler, yemeği yedi. Sonra onların çadırının gölgesine gitti ve uyudu. Onlar çadırı kaldırdılar. Güneş adamın üzerine gelince kalktı ve şu şiiri okudu: ´İyi bilin ki dünya inşa ettiğin bir gölge gibidir ve muhakkak birgün gölgen yok olacaktır". Yine şöyle denilmiştir: ´Dünyası en büyük hedefi olan kişi ke-sinlikle o dünyanın aldatma ipine sarılmıştır!´ Dünyanın başka bir misali; hayalleriyle aldatmak, elden çıktıktan sonra iflas etmek hususunda uyku âleminin hayal ve karışık rüyalarına benzer. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Dünya, rüyalardır. Onun ehli ondan dolayı ceza görüp azap çekerler.40 Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: ´Ben nefsimi dünyada uyuyan bir kişiye bezettim. Bu kişi rüyasında hoşuna giden ve gitmeyen durumları görür. Bu durumda iken birden uyanır. İşte insanlar da böyle uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O anda yas-landıklarından ve sevdiklerinden hiçbir şey ellerinde kalmaz!´ Bir hakîme şöyle denildi: ´Dünyaya en fazla benzeyen şey nedir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Uykuda görülen rüyalardır´. Ehline düşmanlığı ve yavrularını helâk etmesi bakımından dünyanın başka bir misâli: Dünyanın tabiatı, kandırmak için önce yumuşaklık ve lûtuf göstermektir. Sonunda âheste âheste helâk eder. Dünya, müşterisine süslenen bir kadın gibidir. Onlarla evlendiği zaman onları keser! Hz. İsa´ya, keşif âleminde dünya gösterildi. Dünyayı ihtiyar, beli kambur ve sırtında her süsten birşeyler bulunan bir kadın sûretinde gördü. Dünyaya şöyle sordu: -Kaç defa evlendin? -Sayamam! -Kocalarının hepsi ölüp mü seni bıraktılar, yoksa hepsi seni boşadılar mı? -Aksine hepsini ben öldürdüm! -Kalan kocalara yazıklar olsun! Senin geçmiş kocalarından nasıl ibret almıyorlar? Sen onları, birbirinin ardından helâk ediyorsun, hâlâ senden sakınıp uzaklaşmıyorlar! İçi dışına benzememek bakımından dünyanın başka bir misâli: Dünyanın dışı süslü, içi çirkindir. O, süslenmiş bir acuze kadın gibidir. Halkı, görünür taraflarıyla aldatır. Halk onun içine vâkıf olduğu zaman, onun yüzünden peçeyi kaldırdıkları zaman onun çirkinlikleri onların gözleri önüne serilir. Dış görünüş ile aldatıldıklarından ve akılsızlıklarından utanırlar! Ulâ b. Ziyad41 şöyle demiştir: ´Rüyamda yaşlı bir acûze gördüm. Derisi buruşmuştu. Fakat dünyanın bütün süsleri sırtındaydı. Halk çepeçevre etrafını sarmış, hayran hayran kendisini temaşa ediyordu. Gelip baktım, onların onu seyretmelerine hayret ettim. Ona şöyle dedim: -Azap olasıca! Sen kimsin? -Sen beni tanımıyor musun? -Hayır! Senin kim olduğunu bilmiyorum! -Ben dünyayım. -Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum. - Eğer benim şerrimden korunmayı istiyorsan paradan nefret et! Ebubekir b. Iyaş42 şöyle demiştir: ´Dünyayı rüya aleminde, yüzü çirkin, beli kambur bir ihtiyar kadın olarak gördüm. Elini çırpıyordu, halk arkasına takılmıştı, el çırpmakta ve hora tepmekte idiler. Benim hizama geldiği zaman bana yöneldi ve şöyle dedi: ´Eğer seni elde etseydim, şunların başına getirdiğimi senin de başına getirecektim´. Sonra Ebubekir hüngür hüngür ağlayarak şöyle dedi: ´Bağdad´a gelmeden önce bu rüyayı görmüştüm!´ Fudayl b. İyaz İbn Abbas´tan şöyle naklediyor: ´Kıyamet gününde dünya beli kambur, gözü mavi, ön dişleri dışarda, şekli çirkin bir ihtiyar kadın sûretinde getirilir ve halka denilir ki: ´Siz bunu tanıyor musunuz?´ Onlar ´Biz bununla tanışmaktan ALLAH´a sığınıyoruz!´ derler. Denilir ki: ´Bu, o dünyadır ki siz onun için dövüştünüz, aranızdaki sıla-yı rahmi kestiniz, ondan dolayı birbirinizden nefret ettiniz. Birbirinizi kandırdınız, mağrur oldunuz!´ Sonra dünya cehenneme atılırken şöyle bağırır: ´Ey RABBİM! Benim yardımcılarım ve dostlarım nerede?´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: Dünyanın dost ve yardımcılarını dünyaya ilhak ediniz!´ Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Dinlediğime göre, bir kişi ruhen ALLAH´ın huzuruna gitmek üzereyken bakar ki yolun kenarında sırtında her türlü süs eşyası ve elbiseler olan bir kadın duruyor, yanından geçen herkesi oyalıyor. O arkasını çevirdiğinde insanların gördüklerinin en güzeli oluyor. O yöneldiğinde insanların gördüğü şeyin en çirkini oluyor. Beli kambur bir acuze!... Gözü gök renkli ve miyop... Ben şöyle dedim: -Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum! -Hayır! ALLAH´a yemin ederim, sen paradan nefret etmedikçe ALLAH seni benim şerrimden korumaz. -Sen kimsin? -Ben dünyayım! İnsanoğlunun dünyadan geçişi ve dünya için başka bir misalî: Haller üçe ayrılır: Bir hal var ki, sen onda hiçbir şey değildin... O hal, senin varlığından önce ezele kadar olan haldir. Bir hal var ki onda dünyayı müşahede etmiyordun. O da ölümünden sonra ebede kadar olan haldir. Üçüncü bir hal var ki ebed ile ezel arasındadır. O da senin dünyadaki hayatının günleridir. Bu bakımdan onun uzunluk miktarını düşün ve onu ezel ve ebed taraflarına nisbet et ki, dünyanın uzun seferde kısa bir menzilden de kısa olduğunu anlayasın. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Benimle dünyanın arasında (ne alâka) var! Benim ve dünyanın misâli, bir yaz gününde seyreden bir binicinin misâli gibidir. O biniciye bir ağaç görünür. O ağacın gölgesinde bir an uyur. Sonra onu terkederek yoluna devam eder.43 Kim dünyayı bu gözle görürse, o kimse dünyaya meyletmez. Dünyanın günleri zararda mı, darlıkta mı, genişlik ve refahta mı geçmiştir umursamaz. Hatta böyle bir kimse dünyada bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)in üzerine bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) koymaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) üzerine ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) koymadan, kamış üzerine kamış koymadan dünyadan göçüp gitti. Bazı ashabın kireçten ev yaptığını gördüğünde ´İşin bundan daha acele olduğunu görüyorum!´44 buyurdu ve onların yaptığını beğenmedi. Buna Hz. İsa da işaret ederek şöyle demiştir: ´Dünya köprüdür. Onun üzerinden geçiniz, fakat üzerinde ev yapıp tamir etmeyiniz!´ Bu açık bir misaldir. Zira dünya hayatı, ahirete ulaştıran bir köprüdür. Beşik, köprünün başına konulan mil, mezar köprünün öbür başına konulan mil... İki mil arasında sınırlı bir mesafe vardır. İnsanların bir kısmı köprünün yarısına, bir kısmı üçte birine, bir kısmı üçte ikisine, bir kısmı da sonuna geldiği halde hâlâ da gâfildir. Durum ne olursa olsun mutlaka geçmek mecburiyetindedir. Geçerken köprünün üzerinde ev inşa etmek, çeşitli süs ve ziynetler takmak, cehalet ve muhrumiyetin tipik bir misali ve en son zirvesidir. Varışının yumuşaklığı, çıkışının sertliği hususunda dünyanın başka bir misalî: Dünyanın başlangıcı kolay ve yumuşak görünür. Dünyaya dalan zanneder ki onun sonu da başlangıcı gibidir. Oysa heyhat, nerede! Zira dünyaya dalmak kolay, selâmetle ondan çıkmak pek çetindir. Hz. Ali, Selman-ı Fârisi´ye dünyanın misalini yazarak şöyle demiştir: Dünyanın misali yılanın misali gibidir. Dokunduğunda yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür. Bu bakımdan dünyada hoşuna giden şeyden yüz çevir. Çünkü dünyada seninle arkadaşlık yapan pek azdır. Dünyayı gam ve tasalarından kurtulacağını bildiğinle bertaraf et! En fazla sevindiğin zaman, dünyadan daha fazla sakın! Zira dünyanın arkadaşı ne zaman dünyadan sevindirici bir şeye gönül bağlarsa, mutlaka dünyanın nahoş bir hâdisesi gelip onu ondan alır. Vesselâm!45 Dünyaya daldıktan sonra mesuliyet ve yorgunluğundan kurtuluşun zor ve imkânsız olduğuna dair başka bir misâl: Dünyaya dalanın misâli, suda yürüyen bir kimsenin misâli gibidir. Acaba su içinde yürüyen bir kimsenin ayaklarının ıslanmamasına imkân var mı?46 İşte Hz. Peygamber´in bu hadîs-i şerîfi sana, bedenleriyle dünya nimetlerine dalıp, kalpleri dünyadan tertemiz ve içlerinin dünyanın hilelerinden uzak olduğunu sananların cehaletini bildirmektedir! Onların bu zannı, şeytanın bir hilesidir. Eğer onlar, içinde bulundukları durumdan çıkartılırlarsa, onun ayrılığından dolayı en büyük fecâata uğramış kimseler olacaktır. Nasıl suda yürümek, mutlaka ayağın ıslanmasını gerektiriyorsa, tıpkı bunun gibi dünya ile haşırneşir olmak da kalbin dünya ile ilgilenmesini ve kararmasını gerektirir. Kalbin dünya ile beraber olan ilgisi, ibadetin halâvetini meneder! Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: Ben haklı ve ciddi olarak sizlere diyorum ki, nasıl hasta bir kimse yemeğe bakıp acının şiddetinden yemekten lezzet alamıyorsa, öylece dünyaya dalan da ibadetten lezzet alamaz. Kalbinde bulunan dünya sevgisiyle beraber ibadetin lezzetini duyamaz. Ciddi olarak size derim ki, hayvan binilmediği ve uysallaştırılmadığı takdirde serkeş olur ve huyu bozulur. Böylece kalpler de ölümün zikriyle arkadaş ol-madıkları, ibadetin yorgunluğunu çekmedikleri zaman katılaşıp kabalaşılırlar. Ciddi olarak size derim! Tulum delinmedikçe veya çürümedikçe bal kabı olması yakın bir ihtimaldir. Kalpler de böyle... Şehvetler onları delmedikçe, tamahkârlık onları kirletmedikçe veya nimetler onları katılaştırmadıkça, onlar hikmetin kabları olurlar. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyadan ancak bela ve fitne kalmıştır. Amelinizin misâli, bir kabın durumuna benzer. Onun üstü tatlı oldu mu altı da tatlı olur. Üstü çirkinleşti mi altı da çirkinleşip bozulur.47 Şu dünyanın misâli, başından sonuna kadar çürümüş bir elbisenin durumu gibidir. O elbise, sonunda bulunan bir ip ile bağlı kalmıştır. O ipin kopması da pek yakındır!48 Dünya ilgilerinin birinin diğerine, insanı helâk edinceye kadar sürüklemesine başka bir misal: Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya talibinin misali, deniz suyunu içenin misali gibidir. İçmesi arttıkça susaması artar. Bu durum, ölünceye kadar devam eder´. Dünyanın sonunun başlangıcına muhalefet etmesine, başlangıcının parlaklığına ve sonunun habasetine başka bir misal: Dünyanın şehvetleri lezzetlidir. Tıpkı yemeklerin midedeki lezzeti gibi... Kul, ölüm çağında dünyanın şehvetlerinin çirkinliğini, pis koktuğunu ve kerahetini, midede son şeklini alan yemeklerden hissettiği pis koku gibi hissedecektir.. Nasıl ki yemek, lezzetli, yağı fazla ve halâveti daha belirgin oldukça ondan vücuda gelen pislik daha çirkin ve daha pis kokarsa, kalpteki şehvet daha lezzetli ve daha kuvvetlidir, onun kokusu, kerihliği, ölüm çağında ondan görülen eziyet daha şiddetlidir. Hatta bu dünyada görülmektedir. Zira evi yağma edilen, malı, aile efradı ve çocuğu alınan bir kimsenin musibeti, elemi ve fecaati, kaybettiği şey hakkında o şeyden aldığı lezzet, ona karşı duyduğu sevgi ve onun için gösterdiği has-sasiyet oranındadır. Bu bakımdan varlık anında kişinin yanında olan şey daha lezzetlidir. O lezzet yokluk anında daha zahmet verici, daha acıdır. Zira ölümün mânâsı dünyadakilerin kaybedilme-sinden başka bir şey değildir. Hz. Peygamber, (s.a) Dahhâk b. Süfyan´a49 şöyle der: -Yemeğin tuzlanıp tere otu ile ıslah edilip sana getirildiğinde onun üzerine süt ile su içmiyor musun? -Evet! -Acaba o nasıl olur? -Malûmunuz olan durum meydana gelir! -ALLAH (c.c) dünya için darb-ı mesel olarak âdemoğlunun yemeğinin son şeklini örnek vermiş bulunuyor!50 Dünya darb-ı mesel olarak ademoğluna beyan edilmiştir. Ademoğlundan çıkana dikkat et! Her ne kadar onu otlamış ve tuzlamış ise de ne olduğunu düşün!51 ALLAH Teâlâ dünyayı ademoğlunun yemeğine, ademoğlunun yemeğini de dünyaya misal olarak gösterdi. Her ne kadar onu sebze ve tuzla ıslah etmiş olsa da... Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Onları gördüm. Onu (dünyayı) baharat ve kokularla lezzetli hâle getiriyorlar. Sonra gördüğünüz gibi en pis şey olarak dışarı atıyorlar´. İbn Abbas ´Bir de o insan (yediği) yemeğine baksın!´ ayetinin tefsirinde ´Kendisinden çıkan pisliği düşünsün´ demiştir. Bir kişi İbn Ömer´e ´Sana bir sual sormak istiyorum, fakat utanıyorum´ dedi. İbn Ömer dedi ki: -Utanma! Söyle! -Herhangi birimiz def-i hâcet ettiği zaman kalkıp pisliğine bakabilir mi? -Evet bakmalı, çünkü melek kendisine der ki: ´İşte cimrilik yapıp da vermediğine bak ne hale gelmiş´. Bişr b. Ka´b şöyle demiştir: ´Gelin size dünyayı göstereyim´. Böylece arkadaşlarını mezbeleliğe götürür ve şöyle der: ´İşte dünyanın meyvelerine, tavuklarına, balına ve yağına bakınız! ´ Dünyanın ahirete nisbeti hakkında başka bir misal de şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ahirette dünya ancak birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Bu bakımdan sizden biriniz dikkat etsin! Parmağıyla neyi geri getirir!52 Dünya ve dünya ehlinin, dünyanın nimetleriyle meşgul oldukları ve ahiretten gâfil kaldıkları ve bundan dolayı da büyük hüsrana uğradıkları hakkında başka bir misal: Dünya ehlinin gâfil oldukları cihetle, misâlleri, bir gemiye binen bir kavmin misâli gibidir. Gemi onları bir adaya çıkarır... Kaptan onlara ihtiyaçlarını görmek üzere izin verir. Fakat geri kalmaktan kendilerini sakındırır. Geminin acele gideceğiyle kendilerini korkutur. Onlar da adanın etrafına dağılırlar. Bir kısmı ihtiyacını görüp hemen geriye döner. Her yer boş olduğu için istediği yere yerleşir. En yumuşak ve maksadına en uygun yerleri elde eder. Bazıları da adada kalır. Adanın ışıklarına, rengarenk çiçeklerine, gür ormanlarına, kuşlarının güzel ötüşlerine, ahenkli seslerine bakar! Onun toprağını, taşlarını, renkli ve güzel manzaralı, acaib nakışlı madenlerini ve bakanların gözünü kamaştırıcı zebercetlerin garip şekillerini seyreder. Sonra geminin gitme tehlikesini düşünerek kendine gelir, gemiye döner. Ancak dar zahmetli bir mekan elde eder ve oraya yerleşir. Bazıları da mücevherlere, taşlara yönelir. Onların güzellikleri kendisini sarhoş eder. Nefsi onları bırakmaya bir türlü razı olmaz. Onlardan bir miktarı beraberinde getirir. Ancak gemide yerini daraltır, kendisine ağırlık ve yük olur. O taşları edindiği için pişman olur. Onları atmaya da kıyamaz. Bırakmak için bir yer de bulamaz. Geminin içinde onları omuzunda taşımaya mecbur olur. Aldığından pişman... Ama pişmanlık fayda vermez. Bazıları da ormanlara dalar, gemiyi unuturlar ve oldukça uzaklaşırlar. Öyle ki o meyvelerin yenmesiyle, o güllerin koklanmasıyla, o ağaçlar arasında gezmekle meşgul olduğundan dolayı kaptanın çağrısını duymaz. Bununla beraber yırtıcı hayvanlardan korkar. Düşüşlerden ve felâketlerden de emin değildir. Elbisesine takılan çalılar, bedenini yaralayan dallar, ayağına batan dikenlerden de kurtulamaz. Dehşetli bir ses gelir, ondan yüreği hoplar. Bir çalı elbisesine takılıp yırtar, avret mahallini dışarıda bırakır, istese de geri dönmesine imkân kalmaz. Gemidekilerin sesi kendisine geldiği zaman beraberindekilerle ağır ağır döner. Fakat gemide bir yer bulamaz. Açlıktan ölünceye kadar denizin kenarında kalır. Bazılarına da ses gelmez. Gemi kalkar. Bazılarını yırtıcı hayvanlar parçalar. Bazıları yolunu şaşırıp ölünceye kadar şaşkın şaşkın gezer. Bazıları çamurlara saplanır. Bazılarına yılanlar saldırıp sokar (ve öldürür). Çürümüş leş gibi darmadağın olurlar. Gemiye almış olduğu çiçek ve taşlarla ve onların ağırlığıyla gelen ise, bunların kulu kölesi olur. Onları korumanın üzüntüsü kendisini meşgul eden... Onların kaybolmasından korkan.... Yeri daralmış.... Az bir zaman sonra o çiçekler solmaya başlar. O renkler, o taşlar bozulmaya yüz tutar. Onların pis kokuları yayılmaya başlarlar. Yerini daraltmakla beraber pis kokularıyla, ona eziyet vermeye başladılar. Denize atıp kurtulmaktan başka bir çare bulamaz. Yediği yabani meyveler kendisinde kötü etkiler yapar. Vatanına o kokulardan çeşitli hastalıklara maruz kaldıktan sonra varabilir! Kim geç dönmüşse güzel ve geniş yer bulamaz. Geç gelen geniş yer bulamasa bile bir müddet yerin darlığı ile sıkıntı çeker. Fakat vatanına vardığı zaman rahat eder. Daha önce dönen ise, on geniş yeri bulur, vatanına sağ ve sâlim varır. İşte bu, dünya ehlinin geçici lezzetlerle meşgul olup varacakları yeri unutup işlerinin akibetinden gaflet etmelerinin misalidir. Ben akıllı bir kimseyim deyip yerin taşları olan altın ve gümüşe aldanan, dünyanın süsü olan bitkilere kanan bir kimsenin hareketi ne çirkindir. Oysa bunlardan hiçbir şey ölüm çağında kendisine arkadaşlık etmeyecektir. Aksine yorgun ve vebal altında gidecektir. Oysa bunlar kendisini hali hazırda da üzmekte elinden kaçacak diye meşgul etmektedirler. Bütün halkın hali budur. Ancak ALLAH´ın koruduğu müstesna. Halkın dünya ile mağrur olması ve imanlarının zafiyeti için başka bir misal: Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: "Kulağıma geldiğine göre Hz. Peygamber ashabına şöyle demiştir: ´Benim, sizin ve dünyanın misâli, bir kavmin misâli gibidir ki bu kavim tozlu topraklı bir sahraya yolcu olarak çıkıyorlar. Yürüdükleri yolun mu daha fazla, yoksa kalan kısmın mı daha fazla olduğunu bilmedikleri bir durumda azıkları bitiyor. Hayvanları helâk oluyor. Çölün ortasında kalıyorlar. Ne azık var, ne binek... Kesinlikle yok olacaklarına kanaat getiriyorlar. Onlar bu durumda iken süslü bir elbiseye bürünmüş, başı yağlanmış birisi ansızın çıkıp yanlarına geliyor. Kendi aralarında diliyorlar ki: ´Bu adam sulu, meskûn bir yerden pek yakın bir zamanda ayrılmış ve yakın bir yerden geliyor olsun´. O adam onlara vardığı zaman şöyle dedi: - Ey cemaat! -Buyur! Ne diyorsun? -Siz ne durumdasınız? -Senin gördüğün durum üzerindeyiz! -Acaba susuzluğunuzu kana kana gideren bir suya, yemyeşil bir bahçeye sizi iletirsem ne yaparsınız? -Hiçbir şeyde sana muhalefet etmeyiz? -Haydi, ALLAH ile sözlerinizi ve va´dlerinizi teyid ediniz! Onlar hiçbir hususta kendisine karşı gelmemek üzere ona ALLAH ile söz verdiler. Kişi onları, susuzluklarını kana kana gideren suya, yemyeşil bir bahçeye götürdü. Orada ALLAH´ın dilediği zamana kadar kaldı, sonra şöyle dedi: -Ey millet! -Buyur! -Göç vardır! -Nereye? -Sizin suyunuza benzemeyen daha güzel olan bir suya, bahçenize benzemeyen daha üstün bir bahçeye... -ALLAH´a yemin olsun, biz bunu artık hiç elde edemeyeceğimiz zannına kapıldığımız bir anda elde ettik. Bundan daha hayırlı olan bir hayatı biz ne yapalım! Onlardan bir grup da- ki az bir gruptu- şöyle dediler: -Siz bu kişiye, hiçbir şeyde kendisine isyan etmeyeceğinize dair sözler ve ALLAH ile yeminler vermediniz mi? Bu kişi ilk konuşmasında sizinle doğru konuştu. ALLAH´a yemin ederim, sonunda da sizinle doğru konuşuyor! Adam bu konuşmadan sonra kendisine tâbi olanlarla beraber gitti. Diğerleri geri kaldılar. Onlara bir düşman baskın yaptı. Sabahleyin kimi esir, kimi ölü olarak sabahladı!" Halkın dünya ile nimetlenişine, sonra dünyanın ayrılışına üzüldüklerine başka bir misal: İnsanların kendilerine verilen dünya hakkındaki durumları, bir evi hazırlayıp süsleten ve insanları tertip üzere evine davet eden bir kimsenin durumu gibidir. Biri onun evine girer ve girene, üzerinde buhur ve reyhanlar bulunan bir altın tabak ikram eder ki onu koklasın ve geriden gelenlere bıraksın. Onu alıp mülk edinsin ve götürsün diye takdim etmez. O kişi de bunu bilmediği için, ev sahibinin onu kendisine hediye ettiğini zanneder. Evden çıkınca bundan dolayı sıkılır, acı çeker. Fakat ev sahibinin âdetini bilen bir kimse ise, o tabaktan faydalanır ve sahibine teşekkür eder, onu kalp rahatlığıyla, göğsünün inşirahıyla sahibine geri verir. İşte dünya hakkındaki ALLAH´ın kanununu bilen bir kimse bilir ki dünya ziyafet evidir. İkamet sa-hiplerine değil, yolculara sebil edilmiştir ki yolcular ondan azıklansınlar. Nasıl ki misafirler yol kenarındaki vakıflardan yararlanıyorlarsa, onun içindekinden de yararlansınlar. Ona kalplerini bağlamazlar ki ondan ayrıldıkları zaman üzülmesinler. İşte bunlar dünyanın, âfet ve gâilelerinin misalleridir. Biz lâtif ve habir olan ALLAH´tan hüsn-ü tevfikini, kerem ve hilminin yardımıyla talep ederiz! ________________________ 39)Çoğu nüshada böyle yazılıdır. Bazı nüshalarda da Muhammed b. Hüseyin yazılıdır. Muhammed b. Hasan isminde çok kimse vardır. Müellifin hangi-sini kastettiği belli değildir. 40)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 41)Basralı olan bu zat güvenilir âbidlerdendir. 42)Kûfeli olan bu zat, Kurrâ´dandır. 43)Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim 44)Ebu Dâvud, Tirmizî, (Abdullah b. Amr´dan hasen ve sahih bir senedle) 45)Şerif er-Radî Nehc´ul-Belâğa´da. şöyle der: ´Hz. Ali, bu mektubu halife olmadan önce yazmıştır´. 46)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 47)İbn Mâce 48)İbn Hibban, Ebu Nuaym, Beyhâkî 49)Hz. Peygamber´in zekât toplayan memurlarındandır. 50)İmam Ahmed, Taberânî 51)Taberânî, İbn Hibban 52)Müslim |
Dünyanın Zemmi
Dünyanın zemmi hakkında vârid olan ayetler ve misaller pek çoktur. Kur´an´ın birçok ayeti bu hususu belirtmektedir. İnsanları dünyadan döndürmeye ve ahirete yöneltmeye çağırmaktadır. Hatta peygamberlerin, maksadları odur; onlar ancak bu nedenle gönderilmişlerdir. Bu bakımdan bu husus açık olduğundan Kur´an´ın ayetleriyle delil getirmeye gerek görmüyoruz. Biz bu hususta vârid olan bir kısım haberleri zikredeceğiz. Hadîsler Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a) ölü bir koyun leşinin yanından geçerken şöyle buyurmuştur: Siz şu leşi, ehlinin gözünde kıymetsiz olarak mı görüyorsunuz? -Zaten kıymetsizliğinden dolayı sahipleri onu mezbeleliğe atmış!... -Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim ki dünya ALLAH nezdinde, şu leşin sahipleri nezdinde kıymetsiz olduğundan daha kıymetsizdir. Eğer dünya ALLAH katında bir sivrisineğin kanadına eşit olsaydı ALLAH Teâlâ o dünyadan hiçbir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.1 Dünya mü´minin zindanı, kâfirin cennetidir.2 Dünya mel´undur.3 Dünyadan ALLAH için olan şeyler hariç, her ne varsa hepsi lanete uğramıştır.4 Ebu Musa el-Eş´arî, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kim dünyasını severse âhiretine zarar verir Kim âhiretini severse dünyasına zarar verir. Bu bakımdan siz daimi kalıcı olanı geçiciye tercih ediniz.5 Dünya sevgisi her yanlışlığın temeli ve başıdır.6 Zeyd b. Erkam der ki: Biz Ebubekir Sıddîk´la beraberken su istedi. Kendisine bal şerbeti getirildi. O şerbeti ağzına yaklaştırdığında yanındaki arkadaşlarını ağlatacak şekilde ağladı. Onlar sustukları halde o hâlâ susmamıştı. Sonra yeniden ağlamaya başladı. Hatta yanındakiler istediğini bulamadığı için ağlıyor sandılar. Sonra gözlerini sildi ve kendisine ´Ey Rasûlullah´ın halifesi! Seni ağlatan nedir?´ dediler. Hz. Ebubekir şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber ile beraberdim. Baktım ki beraberinde hiç kimse olmadığı halde birşeyi kendisinden uzaklaştırıyor. Bunun üzerine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü, uzaklaştırdığın nedir?´ diye sordum. Cevap olarak şöyle dedi: ´Şu dünyadır! Bana temessül etti. Ben ona ´Benden uzaklaş!´ dedim. Tekrar döndü ve dedi ki: ´Eğer sen yakanı benim elimden kurtarsan bile senden sonra gelenler yakasını elimden kurtaramaz´.7 Şu kimsenin durumuna hayret ediniz ki o kimse ebediyet evini tasdik ettiği halde aldatma evi için var kuvvetiyle koşar, çabalar.8 Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) bir mezbelelik üzerinde durdu ve şöyle buyurdu: ´Ey ashabım! Gelin dünyaya bakın!´ Bu esnada mezbelenin üzerinden çürümüş bir paçavrayı ve çürümüş bir kemiği eline aldı ve şöyle dedi: İşte bu dünyadır!´9 Hz. Peygamber´in bu sözü dünya ziynetinin bu paçavra gibi gelecek zamanda çürüyeceğine işarettir. O süs ve ziynet içerisinde görünen iskeletler çürümüş kemiklere dönüşecektir! Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Dünya tatlı ve yemyeşildir. ALLAH Teâlâ, sizi dünyada kendisine halife yapmıştır ki sizin nasıl hareket ettiğinizi görsün! Dünya İsrailoğulları için yayılıp döşendiğinde elbise, koku, kadın ve ziynetin içerisinde yollarını şaşırdılar! Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: Sakın dünyayı ilâh edinmeyin ki o da sizi köle edinmesin! İsraf edip zayi etmeyen bir kimseye hazinelerinizi emanet ediniz. Zira dünya hazinesinin sahibi için âfetten korkulur. ALLAH hazinesinin sahibi için ise âfet sözkonusu değildir. (İbn Ebî Dünya) Yine Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Ben sizler için dünyayı yüzüstü yere yıkmış bulunuyorum. Bu bakımdan benden sonra onu canlandırmayınız! Zira dünyanın habasetinden biri de onun içinde ALLAH´a isyan edilmesidir. Başka bir habaseti de ahiret ancak onu terketmekle elde edilir. Dikkat ediniz! Dünyayı bir geçit edininiz! Onu ahiret gibi tamir etmeyiniz! Biliniz ki her hatanın kökü dünya sevgisidir. Çoğu zaman bir anlık şehvet uzun bir zaman üzüntüyü icap ettirir´. Yine şöyle demiştir: ´Dünya sizin için yayıldı. Siz onun sırtına oturdunuz! Sakın onun hakkında padişah ve kadınlar sizinle münazaaya girişmesinler. Padişahlara gelince, dünya için onlarla münazaa etmeyiniz. Siz onları dünyalarıyla başbaşa bıraktığınız müddetçe size dokunmazlar. Kadınlara gelince, oruç tutmak ve namaz kılmak suretiyle (şehvetlerinizi kırıp) onların şerrinden kaçınınız!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünya hem talib, hem de matlubdur. Bu bakımdan dünya ahiret talibini arar ki o rızkını dünyada tam mânâsıyla alsın. Dünya talibini ise ahiret arar. Ta ki ölüm gelip onun yakasına yapışıncaya kadar´. Musa b.Yesar10 Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: ALLAH Teâlâ dünyadan daha değersiz birşey yaratmış değildir ve ALLAH Teâlâ dünyayı yarattığından beri ona şefkat nazarıyla bakmamıştır.11 Rivayet ediliyor ki, Hz. Süleyman, başucunda kuşlar gölge yaptıkları, sağında ve solunda insanlar ve cinler olduğu halde debdebesiyle ve haşmetiyle İsrailoğulları´ndan bir âbidin yanından geçti. O âbid Hz. Süleyman´a şöyle haykırdı: ´Ey Dâvud´un oğlu! Yemin olsun, ALLAH sana büyük bir mülk vermiştir´. Bu sözü işiten Hz. Süleyman (a.s) şu cevabı verdi: ´Muhakkak ki bir mü´minin sahifesine yazılan bir tek tesbih, Dâvud´un oğluna verilen dünyalıktan daha hayırlıdır. Zira Dâvud´un oğluna verilen dünyalık geçicidir. Tesbih ise bâkîdir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyanın bolluğu sizi ALLAH´a ibadetten meşgul etmiştir. Âdemoğlu durmadan ´malım, malım´ diye tepiniyor. Ey Ademoğlu! Acaba senin malından senin yiyip bitirdiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip ebediyyen defterine yazdırdığından başka birşey var mı?12 Dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan bir kimse dünyayı toplar. İlmi olmayan bir kimse dünya için başkasına düşmanlık güder. Fıkhı olmayan bir kimse dünya için başkasına hased eder. Yakîni olmayan bir kimse durmadan dünya için çaba sarfeder.13 Kim himmetinin en büyüğü dünya olduğu halde sabahlarsa, onun hiç bir şeyde ALLAH ile alâkası yoktur ve ALLAH Teâlâ onun kalbine dört şey sokar: 1.Bir üzüntü ki ebediyyen ondan ayrılamaz. 2.Bir meşguliyet ki ebediyyen ondan kurtulamaz. 3.Bir fakirlik ki ebediyyen onun zenginliğine varamaz. 4.Bir amel ki ebediyyen onun sonuna varamaz.14 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: ´Ey Ebu Hureyre! Sana dünyanın tamamını, içindekilerle beraber göstereyim mi?´ Ben ´Evet ey ALLAH´ın Rasûlü!´ dedim. Bunun üzerine elimden tuttu ve beni Medine´nin derelerinden birine götürdü. Baktım ki bir mezbelelik... O mezbelelikte insanların kafatasları, pislikleri, paçavra ve kemikleri vardı. Sonra bana şöyle dedi: Ey Ebu Hüreyre! Şu kafa tasları sizin harisliğiniz gibi (dünyaya karşı) harîs idiler. Sisin umduğunuz gibi umarlardı. Sonra onlar bugün derisiz kemik kesilmişler, sonra da toprak olmaya yüz tutmuşlar. Şu pislikler, yemeklerinin çeşitleriydi. Kazandıkları kaynaklardan kazandılar. Sonra karınlarına attılar. İşte öyle bir hale gelmiş ki insanlar onlardan korunup kaçıyor. Şu çürümüş paçavralar onların kılları ve elbiseleriydi. Öyle bir hale gelmiş ki esen rüzgârlar onları alt üst edecek derecede evirip çevirir. Şu kemikler bineklerinin kemikleridir ki o bineklerin sırtında dünyanın dört bucağını gezerlerdi. Bu bakımdan dünya için ağlayan ağlasın.15 Ebu Hüreyre der ki: ´Biz, ağlamamız şiddetleninceye kadar ağlamaya devam ettik´. Rivayet ediliyor ki, ALLAH Teâlâ Âdem´i (a.s) yeryüzüne indirdiği zaman kendisine şöyle hitap etti: ´Harap olmak için inşa et! Fâni olmak için doğur!´16 Dâvud b. Hilâl şöyle demiştir: İbrahim´in (a.s) sahifelerinde şunlar yazılıdır: ´Ey dünya! Kendileri için cilveli ve süslü görünmeye çalıştığın ebrar kimselerin gözünde ne kadar kıymetsiz olduğunu (bir bilseydin)! Ben onların kalplerine senin nefretini ve senden yüz çevirmelerini ilham etmiş bulunuyorum. Ben senden daha kıymetsiz bir mahluk yaratmadım. Senin her durumun küçüktür ve fenaya doğru gidiyor. Seni yarattığım günde hiç kimseye devam etmeyeceğini ve hiç kimsenin de sende daim olmamasına hükmettim. Her ne kadar senin arkadaşın seni vermek hususunda cimrilik gösterip sıkılıkta bulunsa dahi... Bana inanıp, beni tasdik eden ve istikamet üzere olan iyilere müjdeler olsun! Yine onlara müjdeler olsun ki onlar kabirlerinden kalkıp bana geldikleri zaman onlara mükâfatları; önlerinde yürüyen nûrları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete ulaşmalarıdır!´ Dünya yer ve gök arasındadır. Yaratıldığı günden beri ALLAH Teâlâ ona bakmamıştır. Kıyamet gününde dünya ´Yarab! Beni bugün mertebece en düşük olan velî kuluna nasib eyle! diyecektir. Hz. Peygamber ona şöyle der: ´Ey hiç! Sükût et! Ben seni onlar için dünyada bile vermeye razı olmadım. Bugün mü seni onlara vermeye razı olacağım?´17 Hz. Adem yasak ağaçtan yediği zaman midesi tortuları çıkarmak için harekete geçti. Oysa bu anormallik cennetin hiçbir yemeğinde yoktu. Sadece onun yediği ağaçta vardı. Bunun için ALLAH Teâlâ Adem kulunu o ağaçtan yemekten menetmiştir. Adem (a.s) cennette bir yer bulup tortuyu dökmek için gezinmeye başladı. Kendisine hitabda bulunan bir meleğe ALLAH Teâlâ şöyle emretti: ´Ona ne aradığını sor!´ Adem (a.s) meleğe cevaben İçimde birikeni bırakmak istiyorum!´ dedi. ´Yatağın üzerine mi, yoksa tahtaların üzerine mi, nehirlerin üzerine mi veya ağaçların gölgelerine mi? Ey Adem! Dikkat et? Acaba burada ona elverişli bir yer görüyor musun? Bu bakımdan dünyaya (yere) in!´ dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde amelleri büyük dağlar (veya Mekke dağları) kadar olan birçok kavim getirilecek ve onların ateşe sevkedilmesi emrolunacaktır. Ashab-ı kiram ´Onlar namaz kılarlar mıydı ey ALLAH´ın Rasûlü?´ diye sordular. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: Evet! Onlar namaz kılar, oruç tutar ve gecenin bir kısmını da ibadet için ayırırlardı. Onlara dünyadan herhangi bir fırsat başgösterdiği zaman onlar düşünmeden üzerine atlayıp üşüşürlerdi.18 Hz. Peygamber hutbelerinin birinde şöyle buyurmuştur: Mü´min bir kimse, iki korku arasındadır: Biri geçmiş ömrü hakkındadır. ALLAH Teâlâ´nın ondan ötürü kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez! Diğeri geri kalan ömrü hakkındadır ki burada da hakkında ALLAH´ın ne gibi bir hüküm vereceğini bilmez. Bu bakımdan kul, nefsinden nefsi için, dünyasından ahireti için, hayatından ölümü için, gençliğinden ihtiyarlığı için azıklansın. Çünkü dünya sizin için yaratılmıştır. Siz ise ahiret için yaratıldınız. Nefsimi kudret elinde bulunduran ALLAH´a yemin olsun! Ölümden sonra artık ayıplamak yok! Dünyadan sonra da cennet veya cehennemden başka bir ev sözkonusu değildir.19 İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya ve âhiret sevgisi bir mü´minin kalbinde, su ile ateşin aynı kapta bir arada bulunmadığı gibi bulunmaz!´ Rivayet ediliyor ki, Cebrâil Hz. Nuh´a şöyle dedi: ´Ey peygamberlerin en uzun ömürlüsü! Sen dünyayı nasıl gördün?´ Nuh (a.s) cevap olarak şöyle dedi: İki kapılı bir ev gibi.. Onların birinden girdim, diğerinden çıktım´. Hz. İsa´ya şöyle denildi: ´Seni barındıracak bir ev edinseydin ne güzel olurdu?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Bizden öncekilerin yıktıkları bize kâfidir´. Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: Dünyadan sakının! Çünkü dünya Hârut ve Mârut´dan daha sihirbazdır!..20 Hz. Peygamber (s.a) birgün ashabının yanına çıktı ve şöyle buyurdu: İçinizde bir kimse var mı ki ALLAH Teâlâ körlüğünün giderilmesini ve basiret sahibi olmasını istememiş olsun! İyi bilin ki dünyaya talip olan ve dünyaya uzun emelle bağlanan bir kimsenin emeli nisbetinde kalbinin basîretini ALLAH kör etmiştir! Dünya´ya perva etmeyen ve dünyadaki emeli kısa olan bir kimseye de ALLAH öğrenmeksizin ilim, hidayet istemeksizin de hidayet ihsan etmiştir. İyi bilin ki sizden sonra bir kavim gelecektir. Mülk onların eline ancak öldürmek ve zorla almak sûretiyle geçecektir. Zenginlik ancak gurur ve cimrilikle geçecektir. Muhabbet ancak heva-i nefse tâbi olmakla geçecektir. Dikkat edin! Sizden bir kimse o zamana yetişir de fakirliğe karşı sabrederse, zengin olmaya kudreti olduğu halde fakirliğe razı olursa, sevgiye muktedir olduğu halde halkın buğzuna, kin ve nefretine sabrederse, izzette gücü yettiği halde zillete katlanır, sabrederse ve böyle yapmakla da sadece ALLAH´ın cemâlini isterse, böyle bir kimseye ALLAH Teâlâ elli sıddîkın sevabını ihsan eder!21 Rivayet ediliyor ki, Hz, İsa (a.s) birgün şiddetli bir yağmur, dehşetli gök gürültüsü ve şimşeklere tutuldu. Bir sığınak aramaya başladı. Gözü uzaktan gözüken bir çadıra takıldı. Çadıra geldi. Çadırın içinde bir kadın olduğunu gördü. Bunun için çadırdan uzaklaştı. Dağda bir mağaraya rastladı. Oraya sığınmak istedi. Baktı ki içinde bir aslan... Elini başına (veya aslanın) üzerine koyup şöyle münâcatta bulundu: ´Yarab! Sen her şeye bir sığınak yaratmana rağmen, bana sığınak yaratmamışsın? Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, İsa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: Senin sığınağın benim rahmetimde istikrar bulmaktır. Yemin ederim, kıyamet gününde, kendi kudretimle yarattığım yüz huri ile seni evlendiririm ve yine yemin ederim, senin düğününde dört bin sene müddetince düğün yemeği yediririm. O senenin her günü dünya kadar uzundur. Yemin olsun, bir dellâla emredeceğim o şöyle bağıracaktır: ´Dünyada zâhid olanlar nerede? Ey zâhidler! Dünyada zâhid olan Meryem´in oğlu İsa´nın düğününe katılınız´.22 Meryem´in oğlu İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünyaya arkadaş olana yazıklar olsun! Nasıl olup da dünyayı ve dünyada olanları terkedecek? Dünya onu nasıl aldatıp da emin kılar? O da dünyaya güvenir, sonunda mağlup olur. Aldananlara yazıklar olsun! Dünya nasıl onlara istemediklerini göstermiş, onlardan sevdiklerini uzaklaştırmış ve onlar için savrulan tehditler gelip onları bulmuştur? Dünyayı hedef edinene amelleri hata olana cehennem vardır. O yarın günahıyla nasıl rezil olacağını bir bilseydi!´ Denildi ki: ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahyederek şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Zâlimlerin eviyle senin ne ilgin var? Muhakkak o ev senin için ev değildir. Himmetini ondan kes, aklınla ondan ayrıl. Ne çirkin evdir o ev! Ancak o evde amel eden bir kimse için ne güzel evdir o ev! Ey Musa! Muhakkak ben zâlimi tarassut eder, ondan mazlumun ahı alınıncaya kadar onu beklerim. Hz. Peygamber (s.a) Ebu Ubeyde´yi memur olarak Bahreyn´e gönderdi. O oradan mal getirdi. Ensâr-ı kiram Ebu Ubeyde´nin geldiğini işitince Hz. Peygamber ile beraber sabah namazına geldiler. Hz. Peygamber namazı kıldıktan sonra hane-i saadetine gitmek üzere ayrıldı. Onlar Hz. Peygamber´e göründüler. Hz. Peygamber onları görünce tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu: -Zannediyorum sizler Ebu Ubeyde´nin birşeyler getirdiğini işitmişsiniz! -Evet! Ey ALLAH´ın Rasûlü! -Müjde size! Sizi sevindirecek şeyi ümit ediniz. ALLAH´a yemin ederim, sizin için ben fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizin için, sizden öncekilere dünyanın yayılıp açıldığı gibi yayılıp açılmasından korkuyorum. Sizden öncekilerin imrendikleri gibi sizin de imreneceğinizden ve dolayısıyla sizi helâk edeceğinden korkuyorum. Nitekim onları da helâk etmişti´.23 Ebu Said Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ´Sizin için en fazla korktuğum, ALLAH´ın yerden sizin için çıkaracaklarıdır´. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: ´Yerin bereketleri ne imiş?´ Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Dünyanın aldatıcı revnaklığı´.24 Sakın kalplerinizi dünyayı anmakla meşgul etmeyin!.25 İşte görüldüğü gibi dünyayı anmayı bile Hz. Peygamber yasaklıyor. Nerede kaldı onun kendisini elde etmek? Ammar b. Said şöyle anlatıyor: İsa (a.s) bir köyün yanından geçti. Baktı ki o köyün halkı, evlerinin önlerinde ve yollarda ölü olarak uzanmaktadır. İsa (a.s) bu manzara karşısında havarîlere şöyle hitap etti: -Ey havarîler! Muhakkak bu köylüler ALLAH Teâlâ´nın azabından ötürü ölmüşlerdir. Eğer onların ölüm sebebi başka birşey olsaydı muhakkak biri diğerini gömerdi. -Ey ALLAH´ın kudretinden gelen ruh! Biz onların haberini öğrenmek istiyoruz. Bunun üzerine Hz. İsa ALLAH Teâlâ´dan dilekte bulundu. ALLAH onlara şu şekilde vahyetti: ´Gece olduğu zaman onları çağır, sana cevap verecekler!´ Gece olduğu zaman İsa (a.s), bir tümseğin üzerine çıkıp şöyle çağırdı: -Ey Köylüler! -Buyur! Ey ALLAH´ın kudretinden gelen ruh! -Sizin haliniz nedir? -Biz sapasağlam uyuduk. Sabahleyin kendimizi cehennemdegördük. -Nasıl oldu? -Çocuğun annesini sevmesi gibi... Dünya yönelip geldiğinde sevindik, tepindik. Ayrılıp gittiğinde üzüldük, ağladık. -Senin arkadaşlarının durumu nedir? Onlar neden cevap vermiyorlar? -Çünkü onlar ateşten yapılmış gemlerle gemlidirler.Dizginleri sert ve güçlü meleklerin elinde... -Sen nasıl onların arasından bana cevap verdin? -Çünkü ben onların arasındaydım ama onlardan değildim.Onlara azap indiği zaman onlarla beraber bana da isabet etti. İşte ben cehennemin tam kıyısında asılı bulunuyorum. Bilmiyorum ondan kurtulacak mıyım, yoksa ona dalacak mıyım? Bunun üzerine İsa (a.s), havarîlere şöyle dedi: -Yemin ederim, tuz ile arpa ekmeği yemek, keçi kılından yapılan giysi giymek, mezbeleliklerde uyumak, dünya ve âhiret âfiyetiyle olduktan sonra bir insana fazla bile gelir. Hz. Enes şöyle anlatır: Hz. Peygamber´in (s.a) Abdâ adlı devesi geçilmez bir deveydi. Bir bedevî devesiyle gelip yarıştı Abdâ ´yi geçti. Bu durum müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ´nın hakk-ı ilâhîsidir ki dünyada her yükselttiği şeyi sonunda alçaltır. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Acaba denizin dalgaları üzerinde ev yapan kimdir? İşte o deniz sizin dünyanızdır! Sakın onu istikrar evi edinmeyiniz!´ İsa´ya (a.s) şöyle denildi: ´Bize bir tek ilim öğret ki ALLAH ondan dolayı bizi sevmiş olsun!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Dünyadan nefret edin ki ALLAH sizi sevsin!´ Ebu Derdâ Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Eğer benim bildiğimi bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız. Muhakkak dünya, sizin nezdinizde kıymetsiz olurdu. Muhakkak ki âhireti dünyaya tercih ederdiniz.26 Ebu Derdâ şöyle devam ediyor: Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, sahralara çıkar, figan eder, kendi nefsiniz için ağlardınız! Muhakkak mallarınızı bekçisiz bırakır, zarurî ihtiyacı dışında hiç kimse dönüp o mala bakmazdı. Fakat sizin kalbinizde âhiretiniz gibi emeliniz de hazır oldu. Böylece dünya sizin amellerinizin gemini eline aldı. Sizi bilmeyenler gibi yaptı. Bir kısmınız akîbetindeki tehlikenin korkusundan şehvetini bırakmayan hayvanlardan daha şerlidir. Ne oluyor size, neden birbirinizi istemiyorsunuz? Neden birbirinize nasihat etmiyorsunuz? Oysa ALLAH´ın dininde kardeşsiniz. Sizin heva ve isteklerinizin arasını ancak gizli olan habasetiniz ayırmıştır. Eğer siz iyilik üzerinde birleşseydiniz muhakkak sevişirdiniz. Neden dünya işinde birbirinize nasihat eder de ahiret emrinde birbirinize nasihat etmezsiniz? Oysa hiçbiriniz ahiret emrinde kendisine nasihat ve yardım edene, nasihat etmemektedir. Bu hal, kalbinizde imanın azlığından ileri geliyor. Eğer dünyanın hayır ve şerrine inandığınız gibi, ahiretin hayrına ve şerrine inanıp bilseydiniz muhakkak âhireti tercih ederdiniz. Çünkü ahiret sizin işleriniz için daha ihtiyatlıdır. Eğer ´Geçici dünya daha gereklidir. Oysa sizin dünyanın acil tarafını gelecek için terkettiğinizi görüyoruz. Meşakkat ve çalışmakla umulan bir iş için nefsinizi yoruyorsunuz!´ derseniz, siz en kötü topluluksunuz; zira imanınızı sizde bulunan ve tam imanın ölçüsü olanla tahakkuk ettirmediniz. Eğer siz Hz. Peygamber´in getirdiği nizam hakkında şüphede iseniz gelin biz size açıklayalım, kalbinizi tatmin edici bir nûru size gösterelim. ALLAH´a yemin olsun siz aklı eksik olanlardan değilsiniz ki sizi mâzur sayalım. Siz dün-yanız hakkında doğru fikri arayıp bulursunuz. İşleriniz hakkında en doğruya yapışırsınız. Ne oluyor size ki elde ettiğiniz dünyanın azıyla seviniyorsuz? Elinizden kaçan öbür kısım için de üzülüyorsunuz. Öyle ki üzüntünüz yüzünüzde beliriyor, dilinizle belirip, ilan ediliyor. Onlara musibetler adını veriyorsunuz. O hususlarda matemler tertip ediyorsu-nuz. Oysa çoğunuz dininizin birçok emirlerini terketmiş! Buna rağmen üzüntüsü ne yüzünde görünür, ne de durumunuz bozulur! Görüyorum ki ALLAH Teâlâ sizden teberri etmiştir. Bir kısmınız diğer bir kısmınıza güler yüzle yaklaşıyor. Oysa arkadaşınızla karşılaşmayı hoş görmemektesiniz. Güler yüzle yaklaşmasının sebebi, arkadaşının kendisine katı davranmaması içindir. Arkadaşlığınızı hile temeli üzerine bina ettiniz. Mezbelelikler size mer´a oldu. (veya istekleriniz mezbeleliklerde bitti). Siz ecelin atılması üzerine arkadaşlık ettiniz. Ben isterdim ki ALLAH Teâlâ beni sizden kurtarsın. Görmeyi istediğim bir kimseye yani (Hz. Peygamber´e) ilhak buyursun. Eğer o hayatta olsaydı size sabretmezdi. Eğer sizde hayır varsa size duyurdum. Eğer siz ALLAH´ın katındakini arıyorsanız onu kolay ve rahat görürsünüz. Kendi nefsimin ve sizin şerrinizden ALLAH´a sığınıyorum ve ALLAH´tan yardım talep ediyorum. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey havarîler! Dünya ehlinin, dünya için dinin azalmasına razı oldukları gibi, siz de dinin selâmeti için dünyanın çirkinliğine razı olunuz´. Bu mânâda şöyle denilmiştir: Bir kısım insanları gördüm ki dinin en azıyla kanaat etmişlerdir.Oysa onları dünya nimetinden az ile kanaat ederken görmüyorum. Ey kişi! Padişahlar dünyalarıyla, senin dininden zengin oldukları gibi, Sen de dininle onların dünyalarından zengin ol! İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey dünyanın talibi! Sen sevap işlersin (fakat senin) günahı terketmen daha sevaplıdır´. Yemin ederim, benden sonra dünya muhakkak size gelecektir. Ateşin odunları yediği gibi imanınızı yiyecektir.27 ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya şöyle vahyetti: ´Ey Musa! Dünya sevgisine meyletme! Sen bundan daha büyük bir günahı benim huzuruma getiremezsin´. Musa (a.s) ağlayan bir kişinin yanından geçti. Dönerken yine onu ağlar buldu ve şöyle dedi: ´Yarab! Senin kulun senin korkun-an ağlıyor!´ ALLAH Teâlâ Musa kuluna şunları söyledi: Ey İmran´ın oğlu! Onun beyni gözyaşlarıyla beraber gözünden aksa, elleri düşüp kopuncaya kadar dua etse, dünyayı sevdiği sürece onu affetmem. Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Kimde altı haslet varsa, o kimse cennet için bir yol, cehennem için de bir kaçamak bulmuştur. O hasletler; ALLAH´ı bilip, ona itaat etmek, şeytanı bilip ona isyan etmek, ALLAH Teâlâ´yı bilip ALLAH Teâlâ´ya tâbi olmak, bâtılı bilip ondan sakınmak, dünyayı bilip onu terketmek ve âhireti bilip aramaktır´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH o kavimlerden razı olsun ki dünya onların yanında emanettir. O emaneti kendilerini emin sayan kimselere teslim etmişlerdir. Sonra yükleri hafif olduğu halde gitmişlerdir´. Yine şöyle demiştir: ´Din hususunda sana imrenene imren! Dünya hususunda sana imrenene gelince, dünyayı onun kucağına atıver!´ Lokman (a.s) oğluna şöyle demiştir: ´Ey oğul! Muhakkak dünya engin bir denizdir. Orada birçok kimse boğulmuştur. O halde senin dünyadaki gemin ALLAH´ın takvâsı, o geminin içi ALLAH´a olan imanın ve yelkeni ALLAH´a olan tevekkülün olsun. Umulur ki bu takdirde kurtulursun. Oysa seni kurtulmuş olarak görmemekteyim´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Uzun uzadıya şu ayet-i celîleyi düşündüm, tedkik ettim: Biz yeryüzünde olan şeyleri bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel bir amelde bulunacağını deneyelim. Şu da muhakkak ki, biz yeryüzünde olan şeyleri kupkuru bir toprak yapacağız.(Kehf/7-8) Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´Muhakkak dünyadan birlikte sabahladığın şeyin senden önce bir talibi ve senden sonra bir sahibi vardır. Senin için dünyadan ancak bir akşamın yemeği, bir günün gıdası vardır. Bu bakımdan dünyanın yiyeceği için kendini helâk etme! Dünyada oruç tut, âhiret üzerinde iftarını aç! Dünyanın sermayesi hevâ ve kârı ateştir´. Bir rahibe şöyle denildi: -Zamanı nasıl görürsün! -Bedenleri yıpratır, amelleri yeniletir, ölümü yaklaştırıp temennileri uzaklaştırır. -Dünya ehlinin hâli nasıldır? -Dünyayı elde eden yorulur, dünyayı elden kaçıran yorgundüşer. Kim hoşuna giden bir maişetten dolayı dünyayı överse, Hayatımla yemin ediyorum, yakın bir gelecekte dünya yıkılacaktır. Dünya arkasını çevirip gittiği zaman kişi için hasret olur. Yönelip geldiğinde gam ve tasası çoğalır! Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´Ben içinde olmadığım halde dünya vardı ve yine dünya ben içinde olmadığım halde devam edecektir. Bu bakımdan ben dünyada duramam. Çünkü dünyanın hayati bulanık, duruluğu kapkaranlık, ehli ise kendisinden korkar. Ya elden giden bir nimetten dolayı, ya gelecek bir beladan veya takdir edilmiş bir kazadan korkar!´ Biri şöyle demiştir: ´Dünyanın ayıplarındandır ki hiç kimseye müstehak olduğunu vermiyor. Ya fazla verir veya eksik!´ Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Sen nimetleri görmüyor musun? Sanki nimetlere gazab edilmiştir; nimetler ehli olmayanların eline bırakılmıştır!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Kim severek dünyayı ararsa dünyadan ona birşey verildi mi mutlaka daha fazlasını is-ter Kim severek âhireti isterse, ahiretten ona ne kadar verilirse daha fazlasını ister. İsteğin sonu yoktur´. Bir kişi, Tâbiîn´den Ebu Hâzım´a şöyle dedi: -Dünya benim evim olmadığı halde (kalbimdeki) dünya sevgisini sana şikayet ediyorum, -ALLAH Teâlâ´nın dünyadan sana verdiğini düşün. Onu uygun yere sarfet, o zaman dünya sevgisi sana zarar vermez. Ebu Hâzım, bu sözünü şu nedenden dolayı söylemiştir: ´Eğer kişi nefsini bundan frenlerse, mutlaka onu yorar. Sonunda dünyayı hor görür ve dünyadan çıkmayı talep eder´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Dünya şeytanın dükkanıdır. Sakın onun dükkanından birşey çalma ki o onu aramaya gelip de seni muâhaze etmesin!" Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Eğer dünya altından olsa (ne faydası var), yok olacaktır. Âhiret çamurdan olsa (pek büyüktür, çünkü) bâkî kalacaktır. Bu bakımdan bizim için daimi kalan bir çamur, parlaması geçici bir altından daha iyidir. Oysa biz geçici olan bir çamur parçasını daimi kalan altına tercih etmişiz!´ Ebu Hâzım şöyle demiştir: ´Dünyadan sakınınız! Çünkü benim kulağıma gelmiştir ki; kul kıyamet gününde -eğer dünyayı büyük biliyorsa- durdurulur ve denilir ki: ´Şu kul, ALLAH´ın tahkir edip küçük gördüğünü büyütüp tâzim etmiştir´. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´İnsanlardan kim sabahlamışsa o misafirdir. Onun malı elinde emanettir. Bu bakımdan misafir göç eder, emanet sahibine geri verilir´. Mal ve aile emanettirler. Muhakkak birgün emanetlerin sahiplerine geri çevrilmesi gerekir. Râbia Hâtun´u28 arkadaşları ziyaret ettiler, dünyadan bahsettiler, dünyayı zemmettiler. Râbia hatun onlara şöyle dedi: ´Dünyayı anmaktan vazgeçin. Eğer dünya sizin kalbinizde bir mevki işgal etmeseydi ondan fazla bahsetmezdiniz. Dikkat edin! Bir şeyi fazla seven ondan çokça bahseder!´ İbrahim b. Edhem´e ´Nasılsın?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: Dinimizi parçalamak sûretiyle dünyayı yamalıyoruz. Bu bakımdan ne dinimiz, ne de yamaladığımız... Cennet o kula olsun ki rabbi olan ALLAH´ı seçmiş, ümidi uğrunda dünyasını cömertçe harcamıştır. Bu hususta yine şöyle denildi Dünya talibini görürüm; her ne kadar ömrü uzasa da, dünyadan zevk, safa ve nimetlere nâil olsa da bir usta gibidir. Evini inşa eder, yükseltir. İnşaat tamamlandıktan sonra evi yıkılıverir. Yine bu hususta şöyle denilmiştir: Sanki dünya fazla olarak sana sevkolunur. Acaba bunun sonu elinden gitmek değil midir? Senin dünyan ancak seni gölgelendiren bir gölge gibidir. Sonra kaymaya yüz tutar! Tâbiîn´den Mutarrıf b. Şüher şöyle demiştir: ´Padişahların rahat durumlarına ve yumuşacık elbiselerine bakma! Sen onların süratle göç etmelerine ve acı akıbetlerine bak!´ İbn Abbas şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ dünyayı üç parçaya ayırmıştır. Bir parçası mü´minin, bir parçası münâfığın ve bir parçası da kâfirindir. Mü´min ondan azıklanır, (âhiret tedbirini alır). Münâfık ise süslenir. Kâfir de (tıka basa midesini doldurmak sûretiyle) zevklenir!´ Hz. Ali şöyle der: ´Dünya leştir. Bu bakımdan ondan bir parça isteyen köpeklerin müdahelesine sabretmelidir´. Ey dünyayı kendi nefsi için isteyen kişi! Dünyayı istemekten uzaklaş! İşte o zaman sağlam kalırsın! O dünya ki onu istiyorsun, ona talipsin, o hilebazdır, onun düğünü mâteme yakındır!... Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´ALLAH nezdinde dünyanın kıymetsizliklerinden biri de ALLAH´a ancak dünyada isyan edilir ve ALLAH´ın nezdindeki nimetlere ancak dünyayı terketmekle varılır´. Nitekim denilmiştir ki: ´Akıllı bir kimse dünyayı imtihan ettiği zaman o dost elbisesinde bir düşman olarak görünür´. Yine şöyle demiştir: Ey gecenin öncesinde sevinerek uyuyan kişi! Muhakkak ki hâdiseler seher zamanlarında kapıyı çalarlar. Nimetler içerisinde yüzen nesilleri, gece ve gündüzün gelip geçmesi mahv ve perişan etmiştir. Dünyada fayda ve zarar verici nice saltanat sahiplerini zamanın o kahhar pençesi perişan etmiştir! Ey dünyanın boynuna sarılanlar! Dünya devam etmez! Kişi dünyasını elde etmek için çok kere misafir olarak sabahlar ve akşamlar. Neden sen dünyanın boynuna sarılmayı terkedip de cennette hûrilerin boynuna sarılmıyorsun? Eğer sen ebedî bahçeleri isteyip orada yerleşmeyi istiyorsan, senin ateşten emin olmaman gerekir! Ebu Umame el-Bahilî (r.a) şöyle anlatır: Hz. Muhammed (s.a) peygamber olarak gönderildiği zaman İblis´e askerleri gelerek dediler ki: -Bir peygamber gönderildi, yeryüzünde bir ümmet çıkarıldı. -Onlar dünyayı seviyorlar mı? -Evet! -Eğer onlar dünyayı seviyorlarsa, putlara tapmamaları beni pek ilgilendirmiyor. Onlara sabah ve akşam üç şeyle hücum edeceğim: Malı haksız yerden almak, haksız yere harcamak, haklı yere sarfetmemekle. İşte şerrin tümü bundan doğup meydana geldi. Bir kişi Hz. Ali´ye şöyle der: ´Ey mü´minlerin emiri! Bize dünyayı vasıflandır!´ Hz. Ali de şöyle der: ´O öyle bir evdir ki sıhhatli olan içinde hasta olur. İçinde emin olan pişman olur. İçinde fakir olan mahzun olur. Zengin olan fitneye düşer. Helâlinde hesap, haramında azap ve ikab, şüphelilerinde de itab olan bir evi ne ile vasıflandırayım!´ Başka bir zaman Hz. Ali´ye bu hususta soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Uzun mu vasıflandırayım, yoksa kısa mı?´ Denildi ki: ´Kısa anlat!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Helâli hesaptır, haramı azaptır!´ Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Sihirbazdan (dünyadan) sakının. Çünkü o âlimlerin kalbini bile büyüler´. Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Âhiret bir kalpte olduğu zaman dünya gelip onunla çarpışır. Dünya bir kalpte olduğu za-man âhiret gelip onunla çarpışmaz. Çünkü âhiret şerefli, dünya ise rezildir´. Ümit ediyoruz ki Seyyar b. Hakem´in29 söylediği daha doğru olsun; zira o demiştir ki: ´Dünya ve âhiret bir kalpte toplanır. Hangisi galip gelirse öbürü ona tâbi olur!´ Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Dünya için ne kadar üzülürsen, o nisbette ahiret senin kalbinden çıkar. Ahiret için ne kadar üzülürsen, o oranda dünya senin kalbinden çıkar´. Mâlik´in bu sözü, Hz. Ali´nin söylediği sözden iktibas edilmiştir. Zira o şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret biri diğerinin kumasıdır. Bu bakımdan hangisini razı edersen öbürünü kızdırırsın´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun, ben öyle insanlara yetiştim ki (ashab-ı kirâmı kastediyor) dünya onların gözünde, üzerinde yürüdüğümüz topraktan daha önemsizdi. Dünyanın doğmasından veya batmasından perva etmezlerdi. Şuna veya buna gitmiştir, onları etkilemezdi´. Bir kişi Hasan Basrî´ye şöyle sordu: ´ALLAH Teâlâ´nın servet verdiği ve o servetten sadaka veren, sılayı rahim yapan bir kimse hakkında ne dersin? Acaba böyle bir kimsenin servetinden nimetlenmesi caiz midir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Hayır! Eğer bütün dünya bir kimsenin malı olsa o ancak zarurî ihtiyacı nisbetinde ondan istifade edebilir. Onu kıyamet günü için takdim etmelidir´. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Eğer dünya bütün varlıklarıyla, helâl olarak bana arzolunsaydı, ahirette de kendisinden hesaba çekilmeseydim, yine de birinizin leşin yanından geçerken elbisesine değmesin diye kaçtığı gibi ondan kaçardım´. Hz. Ömer (r.a) Şam´a geldiğinde, Ebu Ubeyde30 başında ipten yapılmış bir yular bulunan bir devenin sırtında Hz. Ömer´i karşıladı. Hz. Ömer´e selâm verdi. Hal ve hatırını sordu. Hz. Ömer onun evine geldi. Evinde kılıç, kalkan ve bineğinin semerinden başka birşey görmedi. Hz. Ömer ´Biraz mal edinseydin olmaz mıydı?´ dedi. Ebu Ubeyde ´Ey mü´minlerin emiri! Bu bizi istirahatgâhımıza yetiştirebilir!´ diye cevap verdi. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Dünyadan bedenini ıslah edecek miktarı, ahiretten de kalbini ıslah edecek miktarı edin!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim, İsrailoğulları rahmân olan ALLAH´ın ibadetinden sonra, dünya sevgisinden ötürü, putlara taptılar´. Vehb şöyle demiştir: "Bazı kitaplarda okudum: ´Dünya akıllıların ganimetidir. Cahillerin ise gafleti... Cahiller dünyadan çıkıncaya kadar dünyayı tanımamışlardır. Dünyaya geri gelmek istemişler, fakat gelememişlerdir´ yazılıydı". Lokman Hekîm oğluna ´Yavrum! Dünyaya geldiğin günden beri ona sırtını çevirmiş gidiyorsun. Ahireti karşılıyorsun. Bu bakımdan sen hergün yaklaştığın bir eve, hergün kendisinden uzaklaştığın bir evden daha yakınsın´ dedi. Said b. Mes´ud ´Kulu, dünyalığı arttığında ve ahireti azaldığında razı olarak gördüğün zaman bil ki o kul öyle zarar eden bir kimsedir ki sakalıyla oynanılır da bunun farkında olmaz!´ dedi. Amr b. As (r.a) minberde şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim ki, Hz. Peygamber´in ilgi göstermediğine sizden daha fazla rağbet ve ilgi gösteren bir kavim görmedim. ALLAH´a yemin ederim, Hz. Peygamber´in üzerinden üç gün geçmedi ki aleyhinde olan, lehinde olandan daha fazla olmasın´.31 Hasan Basrî ´O halde sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın şeytan sizi ALLAH´a güvendirmesin´ (Lokman/33) ayetini okuduktan sonra şöyle dedi: ´Bunu söyleyen kimdir? Şüphesiz ki bunu söyleyen, dünya hayatını yaratan ALLAH´tır. Acaba ALLAH´tan daha fazla dünyayı bilen kim olabilir? O halde dünyanın sizi meşgul eden şeylerinden kaçının. Çünkü dünya çok meşgul edicdir. Bir kişi nefsine bir meşguliyet kapısını açarsa muhakkak o kapıyla on kapıyı daha açması pek yakın bir ihtimal olur´. Yine şöyle demiştir: ´Zavallı Ademoğlu, öyle bir eve razı olmuştur ki helâlı hesap, haramı azaptır. Eğer helâlinden alırsa hesaba çekilir. Eğer haramından alırsa muazzeb olur. Ademoğlu malını az görür, fakat amelini az görmez! Dini hususunda başına gelen musibete sevinir. Fakat dünyası hususunda gelen musibetten tiksinir´. Hasan Basrî, Ömer b. Abdülâziz´e şöyle yazdı. -Selâm sana! Sanki hakkında ölüm hükmü verilen son kimse de gözünün önünde öldü.. Ömer cevap olarak şunu yazdı: -Selâm sana! Düşün ve sanki dünya olmamış, ahiret de devam ediyormuş gibi ol!.. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Dünyaya girmek kolay, fakat ondan çıkmak zor!´ Seleften biri şöyle demiştir: ´Ölümün hak olduğunu bilen bir kimsenin sevinmesine şaşıyorum! Ateşin hak olduğunu bilen bir kimsenin nasıl güldüğüne şaşıyorum. Dünyanın, ehlini nasıl evirip çevirdiğini gören bir kimsenin bu dünyaya nasıl güvendiğine şaşıyorum. Kaderin hak olduğunu bilen bir kimsenin kendini yormasına şaşıyorum´. Muaviye´nin huzuruna Necran´dan32 bir kişi geldi. İkiyüz yaşındaydı, kendisine dünyayı nasıl gördüğünü sordu. Cevap olarak şöyle dedi: -Belanın senecikleri, genişliğin yelcikleri... Gün günü, gece geceyi takib eder. Bir çocuk doğar, bir insan ölür. Eğer doğan olmasaydı halk tamamen yok olacaktı. Eğer ölen olmasaydı dünya, sakinlerine dar gelecekti. -İstediğini dile! -Bana geçen ömrümü geri getirmeni, ecelimi tehir etmeni istiyorum! -Ben buna muktedir değilim! - O halde benim senin tarafından görülecek hiçbir ihtiyacım yoktur! Dâvud Tâî ´Ey Ademoğlu! Emeline varmanla sevindin! Oysa sen ecelin bitmesiyle ancak bana gelirsin, Sonra amellerini geciktirdin. Sanki onun faydası sana değil de başkasına aittir´ dedi. Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan dünyayı isteyen bir kimse, ALLAH´ın huzurunda uzun zaman hesap vermek üzere durdurulmasını istiyor demektir!´ Ebu Hâzım ´Dünyada seni sevindirecek hiçbir şey yoktur ki ALLAH ona senin keyfini kaçıracak bir şeyi eklememiş olsun!´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğlunun canı dünyadan üç şeyle beraber çıkar: 1.Topladığından doyasıya yemedi. 2.Emeline varamadı. 3.Gideceği yol için güzelce azık edinmedi. Bir âbide şöyle denildi: ´Sen zenginliğe nail oldun´. Âbid cevap olarak şöyle dedi: ´Zenginliğe, boynunu dünyanın köleliğinden kurtaran nail olur´. Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Dünyanın şehvetlerine ancak kalbinde kendisini ahiretle meşgul edecek şeyler bulunan bir kimse sabredebilir´. Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Biz dünya sevgisi hususunda arkadaşlık yaptık. Bu bakımdan birimiz diğerine birşey tebliğ etmiyor ve birimiz diğerini sakındırmıyor. Fakat ALLAH bizi bu haslet üzerine bırakmayacaktır. Keşke ALLAH´ın hangi azabının bizim üzerimize ineceğini bilseydim´. Ebu Hâzım ´Dünyanın azı, ahiretin çoğundan insanı meşgul eder´ demiştir. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Dünyayı hakir görün. ALLAH´a yemin olsun ki dünya, dünyayı tahkir edenden daha fazla hiç kimseye tatlı olmamıştır´. Yine şöyle demiştir: ´ALLAH bir kuluna hayrı irade ettiği zaman dünyada ona birşey verir, sonra keser. O bittiği zaman ikinci bir defa verir. Bir kul ALLAH Teâlâ´nın katında kıymetsiz olduğu zaman dünya yayıldıkça onun hükmü yayılır´. Bir duada şöyle denilmiştir: ´Ey göğü tutup yeryüzüne düşürmeyen ALLAH! Dünyayı da benim üzerime düşürme!´ Muhammed b. Münkedir33 şöyle demiştir: Bir kişi bütün sene oruç tutup hiç iftar etmese, bütün gece namaz kılıp hiç uyumasa, bütün malını sadaka verse, ALLAH yolunda cihad etse, ALLAH´ın yasaklarından sakınsa, kıyamet gününde getirildiğinde kendisine denir ki; ´Bu kimse ALLAH´ın küçülttüğünü gözünde büyüttü. ALLAH´ın büyüttüğünü de küçülttü´. Acaba böyle bir kimsenin halini nasıl görürsün? Ne olacaktır? Acaba hangimiz böyle değildir? Dünya, hangimizin yanında, yapmış olduğumuz günah ve hatalara rağmen büyük sayılmıyor? Ebu Hâzım (Seleme b. Dinâr) ´Dünya ve ahiretin geçimi pek şiddetlidir. Ahiretin nafakasına gelince; onu temin hususunda yardımcılar bulamıyorsun. Dünyanın nafakasına gelince; elini dünyanın herhangi bir şeyine uzattığında, mutlaka senden önce ona bir fâsığın dokunduğunu görürsün!´ demiştir. Ebu Hüreyre (r.a) şöyle demiştir: "Dünya delik dağarcık gibi yer ile gök arasında durdurulmuştur. Yaratıldığı günden yok olacağı güne kadar ALLAH´a yalvararak şöyle der: Yarab! Neden benden nefret ediyorsun? ALLAH Teâlâ onu ´Ey hiç! Sus!´ diye azarlar!" Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir: ´Dünya sevgisi ile kalpte bulunan günahlar kalbi çepeçevre sararlar, ona giden hayır yollarını kapatırlar. Artık hayır ne zaman kalbe varabilir?´ Vehb b. Münebbih ´Kimin kalbi dünyadan birşey ile sevinirse, o hikmeti yitirmiş demektir. Kim şehvetini iki ayağının altına alırsa, şeytan onun gölgesinden korkar. Kimin ilmi, hevasına galip ge-lirse o galip bir kimsedir´ demiştir. Bişr el-Hafî´ye ´Filan adam öldü!´ dediler. Cevap olarak şöyle dedi: ´Dünyayı topladı! Ahirete gitti! Nefsini zayi etti!´ Kendisine ´O şöyle yapardı´ deyip yapmış olduğu iyilikleri belirttiler. Bişr cevap olarak şöyle dedi: ´O dünyayı topladıktan sonra böyle yapması ne fayda verir?´ Seleften biri şöyle demiştir: ´Dünya bizim nefsimizi bize iğrenç gösterir. Oysa biz onu seviyoruz. Acaba bizim nefsimizi bir de güzel gösterseydi biz ne yapacaktık´. Bir hakîme şöyle denildi: ´Dünya kimin içindir?´ Cevap olarak Terkedenindir´ dedi. ´Ahiret kimin içindir?´ denildi. Cevap olarak ´İsteyenindir´ dedi. Bir hakîm ´Dünya harap evidir. Ondan daha harap olan onu tamir eden kalptir. Cennet tamir evidir. Ondan daha muammer olan onu arayan kalptir´ demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´İmam Şâfiî (r.a) dünyada hakkın diliyle konuşan ve ALLAH tarafından teyid edilenlerdendi. Bir ahiret kardeşine nasihat etti. Onu ALLAH´ın kahrından korku-tarak şöyle dedi: Ey kardeşim! Dünya hata ve zillet evidir. Onun tamiri mutlaka harabeye döner. Onun sâkinleri mutlaka kabirleri boylar! Onun toplanması, dağılmak temeline dayanmaktadır. Onun zenginliği, fakirliğe döner. Onda çoğaltmak zorluktur. Onda zorluk kolaylıktır. O halde ALLAH´a sığın, O´nun rızkına razı ol! Fâni olan evinin tamiri için daimi olan evinden harcama! Çünkü senin hayatın geçici bir gölgedir. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvardır. Fazla ibadet et ve emelini kısalt. İbrahim b. Edhem bir kişiye şöyle dedi: -Acaba rüyada gördüğün gümüş mü sence daha sevimlidir.Yoksa uyanık iken bulduğun bir altın mı? -Uyanık iken bulduğum bir altın daha sevimlidir. -Yalan söyledin! Çünkü dünyada sevdiğin, rüyada sevdiğin gibidir. Ahiret için sevmediğin uyanıkken sevmediğin gibidir. İsmail b. Ayyaş34 şöyle demiştir: ´Bizim arkadaşlar dünyaya domuz derlerdi. ´Ey domuz! Bizden uzaklaş´ derlerdi. Eğer bundan daha çirkin bir isim bilseydiler, mutlaka o ismi dünyaya takarlardı´. Kâ´b şöyle demiştir: ´Muhakkak ki dünya size sevdirilmiş tir ki ona ve onun ehline tapıyorsunuz!´ Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Akıllılar üç sınıftır: 1.Dünya kendisini terketmeden önce dünyayı terkedenler, 2.Girmeden önce kabrini hazırlayanlar, 3.Huzuruna varmadan önce rabbini razı edenler´. Yine şöyle demiştir: ´Dünyanın uğursuzluğu o dereceye varmıştır ki seni ALLAH´a ibadetten meşgul eden temennilerle avutur. Acaba bizzat dünyaya girsen halin nice olur?´ Bekir b. Abdullah şöyle dedi: ´Kim dünya ile dünyadan müstağni olmak istiyorsa, o tıpkı ateşi saman çöpleriyle söndürmek isteyen bir kimse gibidir´. Bendar35 şöyle demiştir: ´Dünya evlatlarının zahidlikten dem vurduklarını gördüğün zaman bil ki onlar şeytanın maskarasıdırlar!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünyaya yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri (hırsı) yakar. Ahirete yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri dipdiri yapar. Bu bakımdan dünya bir altın potası olur, böyle bir kimse ondan fayda görür. ALLAH´a yönelen bir kimseyi tevhidin ateşleri yakar. Öyle bir cevher haline gelir ki fiyatı biçilmez olur´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Dünya altı şeyden ibarettir. 1.Yenilen 2.İçilen 3.Giyilen 4.Binilen 5.Nikâh edilen 6.Koklanan Yenilenlerin en şereflisi bal´dır. Fakat o ise sineğin kusmuğudur. İçeceğin en şereflisi su´dur. Su´dan iyi ve kötü, eşit bir şekilde istifade ederler. Yani ALLAH nezdinde üstün bir değeri olsaydı, kötü olan ondan istifade edemezdi. Giyilenlerin en şereflisi ipektir. O ise bir kurd´un mamulüdür. Bineklerin en şereflisi at´tır. Oysa onun sırtında insanlar öldürülür. Nikâh edilenlerin en şereflisi kadın´dır. O ise sidiğin içinde sidik kabıdır. Kadın en güzel azasını süsler, fakat en çirkin azası istenir. Koklananların en şereflisi misktir. O ise kandan ibarettir´. _____________________________ 1)İbn Mâce, Hâkim 2)Müslim 3)Lânet´ten maksat, terketmek demek olabilir. Yani onda bulunanlarla beraber terk edilmiştir. Çünkü dünya, peygamberlerin ve asfiyanın metrûkudur 4)İbn Mâce, Tirmizî 5)Ahmed, Bezzar, Taberânî, İbn Hibban, Hâkim 6)Beyhâkî 7)İbn Ebî Dünya, 8)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 9)Tirmizî, İbn Mâce 10)Bu zat Kureyşlidir. İbn Main, bu zatın mevsuk olduğunu söylemiştir. 11)Beyhakî, (mürsel olarak) 12)Müslim 13)İmam Ahmed 14)Taberânî, İbn Ebî Dünya 15)Irâki aslına rastlamadığını söylüyorsa da Kut´u1-Kulûb´un müellifi Ebu Talib el-Mekkî mürsel olarak Hasan Basrî´den rivayet eder. 16)Beyhâkî 17) Hadîsin bir kısmı daha önce Musa b. Yesar´ın rivayet ettiği hadîste mürsel olarak geçmişti. Irâkî diğer kısmına tesadüf etmediğini söylemektedi 18)Ebu Nuaym, Deylemî 19)Beyhâkî 20) İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 21)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 22)İbn Ebî Dünya 23) Müslim, Buhârî 24)Müslim, Buhârî 25)Beyhâkî 26) Taberânî 27) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 28) Adeviye soyundan İsmail´in kızı Basralı Râbia Hatun. 29)Doğrusu Seyyar Ebu´l-Hakem´dir. Anzî kabilesinden olan bu zat, Vâsıtlıdır. Ebu Seyyar´ın oğlu olan bu zatın esas ismi Verdan´dır. H. 122 se- nesinde vefat etmiştir. 30)Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hz. Peygamber ´Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir!´ buyurmuştur. 31)Hâkim, İmam Ahmed 32)Yemen´dc Hemedan´ın şehirlerindendir. Necran b. Zeyd´in isminden alınmıştır. 33)Künyesi Ebu Abdullah olan bu zat Kureyşlidir ve Hz. Âişe´nin dayısının oğludur. 34)Künyesi Ebu Utbe´dir. Doksan küsur yaşında H. 81´de vefat etmiştir. 35)Şiblî´nin talebesi olan bu zat, H. 353´de Ercan´da vefat etmiştir. . |
Dünyanın Zemmi ve Niteliği Hakkında Mev´izeler
Seleften biri şöyle demiştir: Ey insanlar! Teenniyle hareket edin, daima ALLAH´tan korkun! Emel ve eceli unutarak aldanmayın, dünyaya meyletmeyin! Çünkü o pek fazla hilebaz, pek fazla kandırıcıdır. Gurur ile size süslü püslü görünmüştür. Sizi temennileriyle aldatmıştır. Müşterisine süslü görünmüştür. Süslenmiş bir gelin gibi olmuştur. Gözler faltaşı gibi açılıp ona bakmakta, kalpler onun üzerine üşüşmekte, nefisler ona aşık olmakta... Oysa o nice aşıklarını öldürmüş, kendisine yaslanan nice kişileri mağlup etmiştir. Bu bakımdan onu hakîkat gözüyle süzünüz. O öyle bir evdir ki onun yok edicileri çok... Onu yaratan onu kötülemiştir. Onun yenisi çürür. Onun mülkü yok olur. Onun azizi zelîl, onun çoğu az ve onun sevgisi ölümdür, onun hayrı elden çıkar. ALLAH´ın rahmeti sizin üzerinize olsun! Gafletinizden uyanın! Uykunuzdan silkinin! Hem de ´filan adam hastadır´ veya "ağır hastadır´ denilmezden önce... Acaba ilâç için bir yol var mı? Acaba tabibe giden yol var mı?´ denilmeden önce uyanın. Zaman senin için şifa ummadığı halde doktorlar senin için çağrılacaktır. Sonra ´Filan adam vasiyet etti, malını saydı´ denir. Sonra ´Dili ağırlaştı, arkadaşlarıyla konuşamıyor, komşularını tanımıyor!´ denir. O anda senin alnın ter döker. İnlemelerinin biri diğerini takip eder. Yakînin yerinde kalır, gözlerin yerinden fırlar, zanların doğrulanır, dilin ağırlaşıp kekeler, arkadaşların ağlar... Sana denir ki: ´Bu senin oğlundur, bu senin kardeşindir´. Oysa sen konuşmadan menedilmişsindir konuşamazsın. Senin dilin mühürlenmiştir. Artık kurtulamaz. Sonra kaza ve kader senin başına konur, canın bedeninden ayrılır, göklere doğru götürülür. O anda arkadaşların toplanır, kefenin hazırlanır. Seni yıkar kefene sararlar. Senin ziyaretçilerinin ardı kesilir. Senden nefret edenler rahata kavuşur. Senin ehlin ve aile efradın servetine el koymak üzere etrafından dağılıp giderler. Sen amellerinin rehini olarak kalırsın. Seleften biri, hükümdarın birine şöyle demiştir: Dünyayı zemmetmek ve dünyadan nefret etmek bakımından insanların en müstehakı, dünyada kendisine bolluk verilmiş, dünyadan kendisinin ihtiyaçları kendisine bahşedilmiş bir kimsedir. Çünkü böyle bir kimse malına hücum edip malını silip süpüren bir belayı veya topladığına hücum edip de onu darmadağın edip götüren bir felâketi veya saltanatının temellerini yıkan veya bedenine girip de kendisini hasta eden veya arkadaşları arasında elinden çıkarmak istemediği bir şeyini elinden alan bir felâketi bekler. Bu bakımdan dünya kötülenmeye (övmekten daha) müstehaktır. Zira verdiğini alan, hibesinden cayan elbette dünyadır. Arkadaşının yüzüne güldüğü anda bir de bakarsın ki onu başkasına gülünç yapmış! Arkadaşı için ağlarken bakarsın ki başkasını onun için ağlatır. Elini vermek için açtığı halde bakarsın ki geri alır. Bugün arkadaşının başına taç koyar, yarın toprakla o kelleyi sıyırır. Dünya için, gidenin gidişi, kalanın kalışı eşittir. Dünya, kalanı gidenin yerine halef görür. Onların herbirinin diğerinin bedeli olmasına razı olur. Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz´e (halife seçildiğinde) şöyle yazdı: Malum olsun ki dünya ikamet evi değil, kendisinden göç etme evidir. Adem (a.s) cennetten dünyaya cezalı olarak inmiştir. Ey mü´minlerin emîri! O halde dünyadan sakın! Zira dünyadan alınan azık, onu terketmektir. Dünyadan alınan zenginlik, onun fakirliğidir. Dünyanın her an öldürdüğü biri vardır. Dünyayı azîz edeni dünya zelîl eder. Dünyayı toplayanı, dünya fakir yapar. Dünya zehir gibidir, bilmeyen bir kimse onu yutar. Fakat içinde kendi ölümü vardır. Bu bakımdan sen dünyada, yarasını tedavi edip saran gibi ol! Böyle bir kimse, istemeyenin korkusundan az korunur. İlâcın zahmetine, hastalığın uzunluğundan korkarak tahammül eder. O halde şu hilekâr dünyadan, şu kandırıcı, aldatıcı dünyadan sakın! O dünya ki hilesiyle süs-lenmiş, gururuyla fitnelendirmiş, emelleriyle cazibeli görünmüş, hitabıyla geciktirilmiştir. Bu bakımdan dünya telli duvaklı bir gelin gibi olmuştur. Gözler ona bakar, kalpler onun hayrânı, nefisler onun aşığıdır. Oysa o bütün kocalarından nefret eder. Buna rağmen kalan, geçenden ibret almamakta, son gelen önce gelenden ders almamaktadır. ALLAH´ı bilen bir ârif kendisine dünyadan haber verdiği halde nasihat almamakta... Dünyanın aşığı ondan ihtiyacını elde etmiş, aldanmış, haddini aşmış, âhireti unutmuştur. Aklını dünyaya kullanmış, dünya onun ayağını kaydırmış, pişmanlığı büyüdükçe büyümüş, hasreti oldukça çoğalmış, ölümün pişmanlığı artmış, ölümün sıkıntı ve elemleri üzerine çökmüş, maksadın elden çıkmasının acısını duymuştur! Dünyanın istekçisi dünyadan isteğini elde edememiş, nefsini rahat ettirememiş, azıksız dünyadan çıkmış, hazırlıksız bir zemine varmıştır. Ey mü´minlerin emîri! Sen dünyadan sakın! Ey mü´minlerin emîri! Dünyadan sakın! Dünyada çok sevildiğin zaman ondan çok sakın! Çünkü dünyanın sahibi ne zaman dünyanın sevgisine güvenirse, mutlaka dünya onu bir zahmete sürükler. Dünya ehlinin arasında sevilen aldanmıştır. Dünyadan faydalanan hilebaz ve zararlıdır. Dünyada olan genişlikler bela ile bitişiktir. Dünyadaki beka, faniliğe döner. Bu bakımdan dünyanın sevgisi, üzüntülerle karışıktır. Dünyadan giden dünyaya geri gelmez. Geleni bilinmez ki beklenilsin. Dünyanın ümitleri yalancı, emelleri bâtıldır. Doğruluğu bulanıktır, hayatı zikzaklıdır. Ademoğlu dünyada daima tehlike ile karşı karşıyadır. Eğer düşünürse, kendisi nimetler içerisinde bile tehlikeden ve beladan sakınmak zorundadır. Eğer yaratan dünyadan hiçbir haber vermemiş olsaydı ve dünya için hiçbir darb-ı mesel beyan etmemiş olsaydı, yine de dünya uyuyanı uyandırır, gâfili in-tibaha getirirdi. ALLAH, dünya hususunda uyarıcı ve sakındırıcı gönderdiği halde nasıl böyle olmasın? Dünyanın ALLAH nezdinde bir kıymeti yok... Yaratıldığından beri ona bir defacık olsun (şefkatle) bakmamıştır.36 Dünya, bütün anahtar ve hazineleriyle senin peygamberine kendisini arzetti. Oysa dünya onun olsaydı, ALLAH nezdindeki mertebesinden bir sivrisinek kanadı kadar eksiltmezdi. Buna rağmen peygamber´in onu kabul etmekten çekindi. Zira ALLAH´ın emrine muhalefet etmeyi kerih gördü ve yaradanının nefret ettiğini sevmeyi istemedi veya padişahı tarafından kıymetsiz sayılanı yüceltmeyi arzu etmedi. O öyle bir dünya ki ALLAH Teâlâ imtihan için onu sâlih kullarından esirgemiş, aldatmak için düşmanlarına alabildiğine vermiştir. Dünya ile mağrur olan ve dünyaya gücü yeten, kendisine dünya ile ikram edildiğini düşünür ve ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´i karnının üzerine taş bağladığında unutmuş zanneder. Oysa Hz. Peygamber ALLAH´ın Musa´ya şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sen zenginliğin gelişini gördüğünde de ki: ´Bir günahtır. Onun cezası acelece verilir´. Fakirliğin gelişini gördüğünde de ki: ´Sâlih kimselerin şiarına merhabalar!´ Eğer dilersen Hz. İsa´ya uy! Zira o şöyle diyordu: ´Benim katığım açlık, alâmet-i fârikam korku, elbisem yün... Kış mevsiminde ateşim güneşin ışınları, lambam ay, bineğim ayaklarım, yemeğim ve meyvem yerin bitirdiği bitkiler.. Benim hiçbir şeyim olmadığı halde akşamlıyor, hiçbir şeyim olmadığı halde sabahlıyorum. Oysa yeryüzünde benden daha zengin hiçbir kimse yoktur´. Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´yı, Firavuna gönderdiği zaman şöyle buyurmuştur: ´Firavun´un dünyada giymiş olduğu elbise sizi şaşırtmasın. Çünkü onun perçemi benim kudret elimdedir. Ben izin vermeden o konuşamaz, bakamaz, nefes alamaz. Sakın onun dünyadan edinmiş olduğu lezzetler sizi hayrete düşürmesin! Çünkü o cilveli yaşantı, dünya hayatının geçici cilvesidir, israfçıların ziynetidir. Eğer ben ikinizi dünya ziynetiyle ziynetlendirmek isteseydim, Firavun o ziyneti gördüğü zaman anlardı ki size verilen nimete gücü ve takati yetmez. Bunu yapabilirdim. Fakat ben sizi böyle şeyden uzak tutuyorum. O ziyneti sizden esirgiyorum. Ben halis kullarıma hep böyle yaparım. Ben onları dünya nimetlerinden şefkatli bir çobanın tehlikeli otlaklardan koyunlarını koruduğu gibi korurum. Şefkatli çobanın devesini uyuz eden konaklardan uzaklaştırdığı ve sakındırdığı gibi onları dünyanın sığınaklarından korur ve uzaklaştırırım. Böyle yapmak, onların nezdinde kıymetsizliklerine hamledilemez! Fakat benim ikramımdan uzak bir vaziyette bolca nasiplerini tamamlamasınlar diye yapıyorum. Ancak benim velî kullarım bana zillet, korku, huşû, hudû ve kalplerinde yerleşen takvâ, bedenlerinde görülen vera ile süslenirler. Bunlar onların giydiği elbiseleri ve hissettikleri kalpleridir. Dolayısıyla zaferi elde edecek kurtuluşları, umdukları emelleri ve medar-ı iftiharları olan iyi hasletleridir. Bilinmelerine vesile olan simalarıdır. Sen onlara rastladığın zaman kanatlarını onlar için ger! Kalbini ve dilini onlar için kolaylaştır. Kim benim velî kullarımdan birini korkutursa, o bana karşı savaş açmış olur. Sonra o velî kulumun intikamını, kıyamet gününde ben alırım. Hz. Ali, bir hutbe okuyarak şöyle demiştir: Bilin ki muhakkak öleceksiniz. Ölümden sonra dirilip amellerinizin yanında durdurulacaksınız. Amellerinizle ceza-landırılacaksınız. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın! Çünkü dünya hayatı bela ila çepeçevre sarılıdır. Fanilikle bilinir, hile ile vasıflıdır. Dünya hayatında her ne varsa, zevale doğru gidiyor. Dünya dünyalılar arasında dönen bir dolap gibidir. Onun durumları hiçbir zaman devam etmez. Ona binenler hiçbir zaman şerrinden emin olamazlar. Aile efradı, ondan gelen bir genişlik, zevk ve safâ içinde bulundukları bir anda bakarsın ki bir bela ve aldatmaya uğrarlar. Değişik durumlar, geçici teller çalıp durmakta.. Dünyada yaşamak kötü, dünyada bolluk devam etmekte.... Dünyanın ehli dünyada hemen oklanmaya hazırlanan hedefler... Dünya onları ok yağmuruna tutmakta, ölümüyle onları uzaklaştırmakta... Herbirinin ölümü dünyada takdir edilmiş... Onun nasibi dünyada boldur. Ey ALLAH´ın kulları! Bilin ki sizler ve içinde bulunduğunuz şu dünya, ömürleri daha uzun olan geçmiş kimselerin yolu üzerindesiniz. Kuvvetçe sizden daha güçlü, sizden daha fazla dünyayı tamir eden ve eserleri sizden daha çok olan kimselerin yoluna devam ediyorsunuz. O kimselerin sesleri uzun zaman titreştikten sonra susmuş, sükûta uğramıştır. Cesedleri çürümüş, köyleri, beldeleri ve evleri olduğu yerde harap olmuş, boş kalmış... Eserleri silinmekte, koca koca köşkler, tahtlar ve halılar yerine lâhitli ve mezarlarda biri diğerine dayanmış taşlar ve kayalıklar konmaktadır. Bu bakımdan onların yeri korkulu... Orada duranlar garip.. Tanımadıkları bir diyarın halkına katılmış, dertli ve meşgâlesi olan bir memleketin insanlarıyla beraberler. Mâmur köşk ve saraylarla ünsiyet etmiyorlar. Komşu ve arkadaşların birbirini ziyaret etmesi gibi şeyler yoktur. Oysa mekanca ve komşulukça pek yakındırlar birbirlerine. Evce birbirinin bitişiğinde... aralarında nasıl konuşma olacaktır? Oysa belâ bütün varlığıyla onları kuşatmıştır. Kocaman taşlar ve topraklar onları yemiştir. Hayattan sonra ölmüşler, maişetin parlaklığından sonra kupkuru kemik olmuşlar. Dostlar onlardan kaçınmakta, onlar toprağın altında durmakta, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmaktalar! Heyhat! Heyhat! Nihayet o müşriklerin herbirine ölüm geldiği vakit şöyle diyecekler: ´RABBİM! Beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip sâlih bir amelde bulunayım!´ Hayır! (Artık dünyaya dönülmez!) Müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene ait faydasız bir laftır. Önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar.(Mü´minûn/99-100) Sanki sizler de onların uğradıkları bela ve mezardaki tenhalığa girmişsiniz. O yerde amellerinizin rehini olarak buluyorsunuz. O emanet yeri sizi kucaklamıştır. Acaba gördüğünüz kabirler, içlerindekini dışarıya saçtığı, göğüsler içlerindekini dışarıya attığı zaman sizin haliniz ne olacaktır? Yaptıklarınızın hesabı için durdurulduğunuz, azîm olan padişahın huzuruna çıkarıldığınız, kalbinizin günahlardan dolayı korkudan yerinden fırladığı, perdelerinizin yırtıldığı, ayıplarınızın ve gizlilerinizin meydana çıktığı zaman haliniz ne olacaktır! İşte o zaman her nefis yaptığından sorumlu olup karşılığını görecektir. Göklerde ve yerde bulunan herşey ALLAH´ındır ki kötülük edenleri, yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın.(Necm/31) Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak ´Vah bize, bu kitab da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!´ dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49) ALLAH Teâlâ bizleri ve sizleri kitabıyla amel eden kullarından eylesin. Dostlarına tâbî olanlardan kılsın ki, bizi ve sizleri dârülmakam olan cennete yerleştirsin... Çünkü ALLAH hamid (hamdedilen) ve mecîd (övülendir).37 Hukemâdan biri şöyle demiştir: Günler oklardır, insanlar hedefler... Zaman her gün sana ok atıyor! Seni gece ve günleriyle deliyor! Böylece bütün parçalarını delinceye kadar atmaya devam ediyor. Acaba senin selâmetinin bekası, gecelerle beraber nerede kalır? Eğer günlerin sende meydana getirdiği eksikliği görebilseydin her geçen günden nefret ederdin. Geçen saatler sana pek ağır gelirdi. Fakat ALLAH´ın tedbiri, ibret almanın tedbirinin üstün-dedir. Dünyanın tehlikelerine sabır göstermen sayesinde dünya lezzetlerinin tadı hissedilmektedir. Oysa o dünya hâkim tarafından yoğrulduğu zaman alkam denilen maddeden daha acıydı. Vasfedici, dünyanın ayıplarını saymaktan acizdir. Dünyanın getirdiği acaiplikler, vâizin ihâta edip anlatmasının çok üstündedir. Ya rabbî bizi sevaba irşâd eyle!38 Hukemâdan birine dünyanın vasfı ve ne kadar kalacağı sorulduğunda şöyle demiştir: Dünyada senin vaktin şu ki, o vakitte senin gözün sana döner. Çünkü daha önce geçen zamanın idrâki elinden çıkmıştır. Gelecek zaman hakkında ise bir bilgiye sahip değilsin. Zaman, gecesi tarafından matemi tutulan, saatleri tarafından durdurulan bir günden ibarettir. Hâdiseleri bozması ve eksiltmesi ile durmadan insanoğlunun üzerine akıp gelmektedir. Zaman, cemiyetleri dağıtmaya, derli toplu olanları yıkmaya, devletleri değiştirmeye vekil kılınmıştır. Emel uzundur, ömür kısa... Bütün işler ise ALLAH´a döner. Ömer b. Abdülaziz (r.a), bir hutbesinde şöyle demiştir: Ey insanlar! Muhakkak sizler öyle bir iş için yaratıldınız ki eğer siz onu tasdik ederseniz muhakkak ahmaksınız, eğer onu yalanlarsanız, muhakkak helâk olanlardansınız. Siz edeb için yaratıldınız. Fakat sizler, bir evden bir eve naklediliyorsunuz. Ey ALLAH´ın kulları! Siz öyle bir evde bulunuyorsunuz ki o evde sizler için yiyeceklerinizde zehir, içeceklerinizde zakkum vardır. Ancak ayrılmayı istemediğiniz bir şeyden ayrılmak sûretiyle o evde sizi sevindiren bir nimet elde edebilirsiniz! Bu bakımdan son varacağınız konak için çalışınız! Edediyyen kalacağınız ev için çaba sarfediniz! Bunu söyledikten sonra ağlamaktan konuşamaz bir hâle geldi ve minberden indi. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle demiştir: Size ALLAH´tan sakınmayı tavsiye ediyorum. Sizi terkeden dünyayı terketmeyi istemiyorsanız da... O dünya ki bedenlerinizi çürütüyor. Siz ise onu yemlemek istiyorsunuz! Sizin ve dünyanın misâli, seferde olan bir grubun misâline benziyor, bu grup sanki yolculuklarının sonuna varmışlar, sanki bir işarete ulaşmışlar. Oysa sona varmak için daha ne kadar zamanın akıp geçmesi gerekiyor? Nice kişi vardır ki dünyada bir günü kaldığı, kendisini arayan biri arkasına takıldığı halde dünyada kalmayı ve ayrılmamayı ümit ediyor! Bu bakımdan dünyanın şiddet ve saldırısından ürkmeyin. Çünkü, yokluğa doğru gidiyor. Dünyaya tâlip olana hay-ret ediyorum; ölüm onu aradığı halde o dünyayı arıyor. Kendisi gâfil olduğu halde kendisinden gâfil olunmamaktadır. Muhammed b. Hasan39 şöyle demiştir: Edeb, mârifet, ilim ve fazilet ehli, ALLAH Teâlâ´nın dünyayı hakir kıldığını ve dostları için dünyaya razı olmadığını, dünyanın onun nezdinde hakir ve önemsiz olduğunu Hz. Peygamber´in dünyada zâhid olup, ashabını onun fitnesin-den sakındırdığını bildikleri zaman ondan az yediler. Fazlasını ahiret için gönderdiler. Dünyadan kendilerine yetecek kadarını aldılar. Meşgul edeni bıraktılar. Elbiselerden avretlerini örtecek kadarını giydiler. Yemekten açlığı giderecek kadarını yediler. Dünyaya yok olacak gözüyle baktılar. Ahirete ebedî kalacak gözüyle nazar ettiler. Bu bakımdan onlar dünyadan bir binicinin azığı kadar azıklandılar. Dünyayı harap edip onunla ahireti tamir ettiler. Ahirete kalpleriyle bakıp, gelecekte ona gözleriyle bakacaklarını anladılar. Bedenleriyle ahirete yakında irtihal edeceklerini bildikleri için kalpleriyle ahirete irtihal ettiler. Az yoruldular. Uzun zaman nimetlendiler. Bütün bunlar, kerim olan mevlâlarının tevfiki ile oldu. Mevlâlarının kendileri için sevdiğini sevdiler, kerih gördüğünü de kınadılar. ___________________ 36)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak);İmam Ahmed ve Taberânî (muttasıl olarak) 37)Şerif er-Radî, bu hutbeyi Nehc´ul-Belâğa´da zikretmiştir. 38)Hasan Basrî´nin, Ömer b, Abdülaziz´e yazdığı mektup burada son buldu. |
Kula Göre Dünyanın Hakîkati
Dünyayı kötülemek, dünyanın ne olduğunu bilmedikçe yeterli değildir. Dünyanın nesinden korunmak, nesinden korunmamak gerektiğini bilmeden onu kötülemek bir fayda vermez. Bu bakımdan kötülenen dünyayı belirtmemiz mutlaka lâzımdır. ALLAH´a giden yolu kesene bir düşman olduğundan dolayı kendi-sinden korunmak ve sakınmak gereken dünyanın ne olduğunu beyan etmeliyiz. O halde deriz ki: Senin dünya ve ahiretin, kalbinin hallerinden olan iki halden ibarettirler. O hallerden yakın olana dünya denilir. O, ölümden önceki herşey demektir. Geciken ve ölümden sonra gelene ahiret denilir. O da ölümden sonrasıdır. Bu bakımdan dünyada her ne nasibin, gayen, şehvetin ve lezzetin varsa ölümden önce meydana gelir ve o şey senin için dünyadır. Ancak meylettiğin, nasibinin olduğu, payının bulunduğu ve kötü de olmayan bu şeyler üç kısma ayrılır: Birinci Kısım Ahirette seninle arkadaşlık yapan, ölümden sonra da meyvesi beraberinde kalan şeydir. Bu da iki şeyden ibarettir: İlim ve amel. İlimden gayem; ALLAH´ı, sıfatlarını ve fiillerini, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini, arz ve semanın melekûtunu ve ALLAH´ın, peygamberinin şeriatını bildiren ilimdir. Amelden gayem; halisen ALLAH rızası için yapılan ameldir. Âlim kişi bazen ilmiyle o kadar ünsiyet peyda eder ki ilim onun nezdinde eşyanın en lezzetlisi olur. Bu bakımdan uykuyu, yemeyi ve evlenmeyi ilmin lezzeti için terke-der. Çünkü ilim, onun katında bütün bunlardan daha zevklidir. O halde ilim, bu kişi hakkında dünyada hemen verilen bir nasip olmaktadır... Fakat biz dünyanın kötülüğünü belirttiğimiz zaman, asla bunu dünyadan saymayız. Aksine bu ahiretten deriz. Böylece âbid kişi de bazen ibadetiyle ünsiyet peyda eder, onun lezzetine alışır. Öyle ki o ibadetten menedilirse, bu menediliş onun için cezaların en büyüğü olur. Hatta bazıları der ki: ´Ben benimle gece ibadeti arasında perde olur diye ölümden korkuyorum´. Başka biri de şöyle der: ´Yarab! Namazın, rükûun ve secdenin kabirde bile yapılması için bana kuvvet ver!´ İşte bu kimsenin katında namaz, hemen verilen nasiplerden olmaktadır. Âcilen verilen nasibe dünya ismi verilir. Çünkü dünya yakınlık mânâsına gelen dünuv kökünden gelir. Fakat biz, bu dünyadan, kötülenen dünyayı kasdetmiyoruz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. Bana dünyanızdan üç şey sevdirilmiştir: 1.Kadın 2.Güzel koku 3.Gözümün nûru namaz!53 İşte görüldüğü gibi namaz, dünyanın zevklerinden sayılmıştır. His ve müşahedeye giren herşey de şehadet âleminden sayılır ve dünyadandır. Azaları rükûa varmak, secdeye kapanmak suretiyle hareketlendirmekten lezzet almaktadır. Lezzet almak ise dünyada olur. Bunun için de Hz. Peygamber, namazı dünyaya izafe etmiştir. Ancak biz bu kitapta kötülenen dünyadan bahsedeceğiz. Bu bakımdan deriz ki; ´Namaz, kötülenen dünyadan değildir´. İkinci Kısım Birinci kısmın tam zıddı ve en uzağında olan şeydir. O da içinde acil lezzet olan ve ahirette asla meyvesi olmayan şeylerdir.Bütün günahlardan zevk almak, ihtiyaçlardan fazla olan mübah şeylerle nimetlenmek, zaruretin dışında olan, refah ve konforlu yaşama dahil olan şeyler gibi... Altın ve gümüş istiflerden, bağlanıp beslenen atlardan, evcil hayvanlardan, ziraattan, köleler, cariyeler, aygırlar, koyun sürüleri, köşkler, evler, kıymetli elbiseler ve yemeklerin lezzetlerinden lezzetlenmek gibi... Bu bakımdan kulun bütün bunlardan olan nasibi kötülenen dünyadır. Fakat fuzulî sayılan veya ihtiyaç yerinde sarfedilen şeyler hakkında uzun bir düşünce silsilesi vardır. Hz. Ömer´den rivayet ediliyor ki, Ebu Derdâ´yı Humus´a vali tayin etti. Vali bir gölgelik yapıp oraya iki dirhem sarfetti. Bunun üzerine Hz. Ömer valiye şunu yazdı: Mü´minlerin emîri Hattab oğlu Ömer´den Ebu Derda´ya... Senin için Faris ve Rumlar´ın -ALLAH onları tahrip etmek istediği zaman- dünyanın tamirine yetecek kadar binaları vardır. Bu bakımdan sana şu mektubum ulaştığı zaman seni aile efradınla Şam´a sürgün ediyorum!54 Ebu Derdâ ölünceye kadar Şam´da kaldı. İşte Hz. Ömer, dünyanın bu kadarını fuzulî görmüştür. Bu bakımdan bu hususta düşün! Üçüncü Kısım Birinci ve ikinci kısım arasında bulunan kısımdır. O da âhiret amellerine yardımcı olan âcil rızıklardır. İnsanoğlunu, ilim ve amele ulaştıran, varlık ve sıhhatini devam ettirmesi için gereken herşey böyledir... Pek fazla pahalı olmayan kaba bir gömlek ve yemeğin normal miktarı gibi... İşte bunlar -birinci kısım gibi- dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar birinci kısma yardımcı ve vesiledirler. Bu bakımdan kul, ilim ve amel hususunda kendisine yardımcı olsun diye bunları elde ederse dünyaya daldı denilmez ve bu yüzden dünya yavrularından olmaz: Eğer kulun teşvikçisi, takvâ hususunda yardımcı olsun diye değil de sadece geçici lezzeti temin ise, o vakit ikinci kısma iltihak eder ve kötülenen dünyadan sayılır. Ölüm çağında kulla beraber ancak üç sıfat kalır: 1.Kalbin kirlerden temizlenmesi 2.ALLAH´ın zikri 3.ALLAH´ı sevmesi Kalbin saflığı ve temizliği, ancak dünya şehvetlerinden menedilmekle elde edilirler. ALLAH´ın zikriyle yakınlık kurmak ise, ancak ALLAH´ı anmak ve buna daimi bir şekilde devam etmekle elde edilir. Sevgi ise ancak mârifetle elde edilir. ALLAH´ın mârifeti ise ancak daimi bir şekilde düşünerek, tefekkür etmekle elde edilir. İşte bu üç sıfat kurtarıcı, ve ölümden sonra saadet getirici sıfatlardır. Dünya şehvetlerinden kalbi temizlemeye gelince, o kurtarıcı sıfatlardandır. Çünkü kul ile ALLAH´ın azabı arasında siper olur. Nitekim bu durum haberlerde de vârid olmuştur. Muhakkak ki kulun amelleri, kulu müdafaa eder ve korurlar. Bu bakımdan azap, ayaklar tarafından geldiği zaman gece ibadeti gelip o azabı kovar ve siper olur. Eller tarafından geldiğinde, ellerle verilen sadaka gelir onu defeder...55 Ünsiyet ve muhabbete gelince, onlar insanı saadete erdiren sıfatlardandırlar. Onlar kulu, mülâkat ve müşahedenin lezzetine vardırırlar. Bu saadet hemen ölümün akabinde çarçabuk tahakkuk eder ve cennette ALLAH´ın cemâlini görünceye kadar devam eder. Bu bakımdan kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Böyle bir kimse için kabir nasıl cennet bahçelerinden bir bahçe ol-masın! Oysa böyle bir kimsenin bir mahbubdan fazla mahbubu yoktu. Dünya alâkaları da o mahbubu daimi şekilde anıp, onunla yakınlık kurmaktan kendisini alıkoyuyordu. Onun cemâlini mütalaa etmeye mâni oluyordu. Bu bakımdan o alâkalar ortadan kalkmış, kişi hapisten kurtulmuş, sevdiğiyle başbaşa kalmış... O halde, alâkalardan emin, mânilerden selim ve sevinçli bir durumda sevdiğinin huzuruna varır. Dünyanın aşığı ölüm çağında nasıl üzülmesin? Oysa onun sevdiği dünyadan başka birşey değil. Dünya ise kendisinden alınır, kendisi ile dünya arasında ölüm perdesi gerilir, dünyaya dönüş yolları kendisi için kapanır. Bunun için şöyle denilmiştir: Bir dostu olup da kendisini bırakanın hali ne olacaktır? Ölüm yokluk değildir. Ölüm kulun dünyadan ayrılması ve ALLAH´ın huzuruna varmasıdır. Durum bu ise âhiret yolunun yolcusu, amel, fikir ve zikirden ibaret olan bu üç sıfatın sebeplerine devam eden bir kimsedir. Bu sıfatlar, onu dünya şehvetlerinden kesen sıfatlardır.Dünyanın lezzetlerini kendisine çirkin gösterirler. O lezzetlerden kendisini alıkoyarlar. Bütün bunlar ancak beden sıhhatiyle mümkün olur. Bedenin sıhhati de ancak azıkla elde edilir. Elbise, mesken ve bunlara benzer birçok sebeplere muhtaçtır. Bu bakımdan bunlardan lâzım olan miktarı, dünyadan âhirete sarfetmek için aldığı zaman, dünya âşıklarından sayılmaz. Dünya onun hakkında âhiretin tarlası olur. Eğer onları nefsinin zevki için ve lezzetlenme maksadıyla alırsa dünyanın âşıkları´ndan olup lezzetlerine rağbet gösterenlerden sayılır. Ancak dünyanın lezzetlerine rağbet göstermek, sa-hibini ahiret azabına maruz bırakan ve haram olan şeyler, sahibiyle yüce dereceler arasına perde gibi gerilir. Sahibini uzun uzun hesap vermeye maruz bırakan ve kendisine helâl ismi verilen şeye taksim olunur. Basiret sahibi bilir ki muhasebe için kıyamet meydanında uzun durmak da azaptır. Bu bakımdan hesap için bekletilen bir kimse üzülür.56 Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Diğer bir rivayet şöyledir: Dünyanın helâli azaptır´. Ancak bu azap, haramdan gelen adaptan daha hafiftir. Katta dünyanın helâlinden ötürü hesaba çekilmek olmasa dahi, cennette kaçırdığı yüce dereceler ceza bakımından yeter de artar!.. Kalbin o hakir, hasis, temelsiz lezztlerden dolayı çektiği hasret de azaptır. İşte dünyadaki halini buna kıyas et! Akran ve emsaline baktığın zaman dünya saadetleriyle senden öndeyseler, kalbin nasıl o saadetleri elde etmediğinden paramparça olur. Oysa biliyorsun ki o saadetler geçicidir. Bulanıklarla karışır. Onların duruluğu yoktur. Acaba büyüklük vasfı olmayan bir saadetin ve zamanla akıp giden ve so-nuna ulaşmak imkânı bulunmayan bir mutluluğun elden gitmesi hususunda halin ne olacaktır? Bu bakımdan, dünyada velev ki bir kuşun sesiyle (ötüşüyle) veya bir yeşilliğe bakmak suretiyle veya bir yudum soğuk su içmekle lezzetlenen bir kimse mutlaka ahirette onun kat kat lezzetlerini kaybeder. Hz. Peygamber´in Ömer´e hitaben buyurduğu şu hadîs-i şerîfiyle bu mânâ kastedilmiştir: Hz. Peygamber bu sözüyle Hz. Ömer´e ikram edilen soğuk suya işaret ediyor. Sualin cevabına maruz -o sualde zillet, korku, tehlike ve bekleme vardır- kalmaya işaret etti. Bütün bunlar nasibin eksikliğindendir ve bunun için de Hz. Ömer ´Bunun hesabını benden uzaklaştırın´ demiştir. Bu sözünü, susadığı ve kendisine soğuk bal şerbeti takdim edildiği ve elinde onu evirip çevirdiği ve sonra içmekten vazgeçtiği zaman söyledi. Dünyanın azı ve çoğu, haramı ve helâli lanete uğramıştır. Ancak ALLAH´ın takvâsına yardım eden kısım hariç... Zira bu kadarcığı dünyadan değildir. Kimin mârifeti daha kuvvetli ve daha sağlamsa, dünya nimetinden korunması daha şiddetlidir. Hatta İsa (a.s) uyuduğu zaman başını bir taşa koydu. Sonra o taşı da attı. Zira İblis kendisine görünerek şöyle dedi: ´Sen dünyaya rağbet ettin! Süleyman (a.s) o kadar servet ve debdebe içinde, insanlara yemeklerin lezzetlilerini yedirir kendisi ise arpa ekmeğiyle yetinirdi´. Bu yolla serveti nefsinin yanında bir zillet ve zorluk kıldı. Zira yemeklerin lezzetlileri varken sabretmek daha zordur. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ (c.c) peygamberimizden dünyayı esirgedi. Hz. Peygamber (s.a) açlıktan karnının üzerine taş bağlıyordu ve bunun için de ALLAH Teâlâ, bela ve mihneti, peygamberler ve velî kullarına musallat kılmış, sonra (derece bakımından) onlara benzeyenlere musallat kılmıştır.59 Bütün bunları düşünmek, onlara minnet ve ihtimam etmenden dolayıdır ki ahirette nasipleri çoğalsın! Nitekim şefkatli bir baba, çocuğunu meyvelerin lezzetinden korur. Kan aldırma elemine maruz bırakır. Bütün bunları meyvelere kıyamadığı için değil, evladına karşı olan şefkat ve sevgisinden dolayı yapar. Bununla anlaşıldı ki, ALLAH için olmayan herşey dünyadandır. ALLAH için olan ise dünyadan değildir. Eğer ´ALLAH için olan şey nedir?´ dersen, derim ki: Eşya üç kısma ayrılır. Bir kısım vardır ki ALLAH için olması düşünülemez. Bu kısma günahlar, mahzurlular ve mübahların çeşitleriyle nimetlenmeler girer. Bu, kötülenmiş katıksız dünyadır. Bu, maddeten ve mânen dünyadır. Diğer bir kısım vardır ki görünüşü ALLAH içindir. Fakat ALLAH için olmaması da mümkündür. Bu da üç gruptur: Fikir, zikir ve şehvetlerden korunma. Bunların üçü, gizlice yapıldıkları ve yapılmalarının sebebi sadece ALLAH´ın emri ve ahiret günü olduğu zaman ALLAH içindir, dünyadan değildir. Eğer fikirden gayesi; ilmi halk arasında marifeti izhar etmek suretiyle şeref sahibi olmaksa veya şehveti terketmekten gayesi mal toplamak veya bedenin sıhhatini korumak veya zahidlikle meşhur olmaksa, işte mânâ bakımından bu dünyadır. Her ne kadar görünüşte ALLAH için olduğu sanılıyorsa da... Diğer bir kısım vardır ki, şeklen ve maddeten nefsin lezzeti için olur. Fakat mânâ bakımından ALLAH için olması mümkündür. Bu da yemek, evlenmek, kişinin ve neslinin bekası ile ilgili şeylerdir... Eğer bunlardan gaye sadece nefsin lezzeti ise dünya olur. Eğer gaye takvâ hususunda yardımcı olmaları ise mânâ bakımından ALLAH için olur. Her ne kadar görünüşte dünya için olsa da... Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim zengin olmak, akran ve emsaline karşı böbürlenmek için helâlinden mal edinmek istiyorsa, böyle bir kimse ALLAH kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna gelir ve kim dilenmekten kurtulmak ve nefsini korumak için mal talep ediyorsa, bu kimse kıyamet gününde yüzü ayın ondördü gibi pırıl pırıl parladığı halde gelir.60 Dikkat et! Maksada göre bu nasıl değişiyor? O halde dünya, nefsinin acil ve gelip-geçen lezzetidir, Âhiret için ihtiyaç olmayan lezzete hevâ denir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini heveslerden alıkoymuşsa onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41) Hevâyı toplayan yerler beş tanedir: Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) O aynalar ki onlardan bu beş şey çıkar, onlar yedi tanedir. İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (câzip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer ALLAH´ın katındadır.(Âlu İmran/14) Böylece anlaşıldı ki, ALLAH için olan şeyler dünyadan değildir. Yaşam için gerekli olan mesken ve elbise -eğer ALLAH rızası için istenirse- ALLAH içindirler. Bunlardan çokça edinirse lezzet kısmına dahildir ve ALLAH için değildir. Lezzetlenme ile zaruret arasında bir derece vardır. Ona hâcet ismi verilir. Bu hâcetin iki tarafı, bir de orta kısmı vardır. Bir tarafı zaruret haddine yaklaşır. Bu taraf, zarar vermez. Çünkü zaruret haddi üzerinde durmak mümkün değildir. Başka bir tarafta lezzetlenme yaklaşır. Bu taraftan sakınmak uygundur. Bu iki tarafın arasında birbirine benzeyen birçok vasıtalar vardır. Kim korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün tedbir, şüphelilerden korunmak ile takvâdır. Her şeyin başı budur. Mümkün olduğu kadar zaruret hududuna yaklaşmalıdır. Bunu da peygamberlere ve velî kullara uymak bakımından yapmalıdır! Zira onlar nefislerini zaruret hududuna döndürüyorlardı. Veysel Karanî´nin aile fertleri Veysel Karanî´nin deli olduğunu sanıyorlardı. Çünkü o nefsini pek fazla tazyik ediyordu. Kapılarının yanında ona bir ev inşa ettiler. Bir sene, iki sene, üç sene geçtiği halde onun yüzünü görmüyorlardı. O, evinden sabah ezanının ilk çağında çıkıyor, en son yatsı namazında dönüyordu. Onun geçimi, hurma çekirdeklerini toplayıp bedeliyle geçinmekti. Atılmış bir hurmayı yerde görürse, akşam onunla iftar etmek için alırdı. Eğer iftar için birşey bulamazsa, topladığı çekirdekleri satar, onun parası ile gıdasını temin ederdi. Veysel Karanî´nin elbisesi mezbeleliklere atılan paçavralardı. Onları Fırat nehrinde yıkar, yamalar ve giyerdi. İşte onun elbisesi bu idi. Bazen mahalle çocuklarının yanından geçerken kendisini deli sanan çocuklar onu taşlarlardı. Çocuklar onu deli sanarlardı. Onlara şöyle derdi: ´Kardeşlerim! Eğer beni taşlayacaksınız, bari bana küçük taşları atın, çünkü topuklarımın kanayıp namaz vaktinin geçmesinden korkuyorum´. İşte onun sîreti böyleydi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun şanını yücelterek şöyle buyurmuştur: Ben Yemen tarafından Rahmân´ın nefesini hissediyorum. Bu hadîs, Veysel Karânî´ye işarettir. Hz. Ömer, halife seçildiği zaman şöyle bir hutbe îrad etti: ´Ey insanlar! Sizden Iraklı olanlar ayağa kalksın!´ Bu söz üzerine Iraklılar ayağa kalktı. Hz. Ömer ´Siz oturunuz! Sadece Kûfeliler ayakta kalsın!´ dedi. Iraklılar oturdular. Kûfelilere ´Siz de oturun! Sadece Murad kabilesinden olanlar ayakta kalsın!´ dedi. Onlar da oturunca, Murad kabilesine şöyle hitap etti: ´Siz de oturunuz! Sadece Karan kabilesinden olan ayakta kalsın!´ Hepsi oturdu. Bir tek kişi ayakta kaldı. Hz. Ömer ona hitaben şöyle dedi: -Beni görüyor musun? -Evet! Seni görüyorum. -Karan´lı Amr´ın oğlu Üveys´i tanıyor musun? Sonra Üveys´in, Hz. Peygamber´den dinlediği vasıflarını saymaya başladı. -Evet! Tanıyorum. Sen niçin onu soruyorsun? ALLAH´a yemin ederim, bizim içimizde, ondan daha ahmak, ondan daha vahşi, ondan daha hakir bir kişi bulunamaz! Bu durum karşısında Hz. Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi: -Ben dediklerimi, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini işittiğimden dolayı dedim: ´Onun şefaatıyla Rabia ve Mudar kabileleri adedince insan cennete dahil olacaktır´.61 Herem b. Heyyan62 şöyle dedi: ´Ben Hz. Ömer´in bu sözünü dinledikten sonra Kûfe´de hiçbir işim olmadığı halde Üveys-i Karanî´yi arayıp bulmak ve onun durumunu sormak için kaldım. Araya araya onu Fırat nehrinin kıyısında, gündüzün ortasında, abdest alırken gördüm. Onu, bana söylenen vasıflarından tanıdım. Baktım ki etine dolgun, teni bembeyaz, başı traşlı, sakalı gür, rengi bozulmuş, yüzü buruşmuş, manzarası heybet verici bir kişi... Ona selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra beni dikkatle süzdü. Ben ona ´ALLAH senin gibi bir kahramana uzun ömür versin´ dedim ve elimi musafaha etmek için onun eline uzattım. Benimle musafaha etmekten kaçındı. Ben ´Ey Uveys! ALLAH sana rahmet edip seni affetsin! Nasılsın, ey ALLAH´ın rahmetine mazhar olan kişi?´ dedikten sonra, onu sevdiğimden ve ona karşı şefkatimden gözlerimden yaşlar boşanıp konuşamaz hale geldim. Zira onun durumundan gördüklerim bunu gerektirmişti. O da bana dedi ki: ´ALLAH sana da uzun ömür versin ey Heyyan´ın oğlu Herem! Nasılsın? Beni sana kim gösterdi?´ Cevap olarak ´ALLAH!´ dedim. Buna karşılık şunları söyledi: ´ALLAH´tan başka ilah yoktur. ALLAH ortaktan münezzehtir. Muhakkak RABBİMizin va´di yerine gelecektir´. Herem der ki: ´Beni tanıdığı zaman hayrete düştüm. ALLAH´a yemin ederim, ondan önce ne ben onu görmüştüm, ne de o beni görmüştü. Kendisine şöyle sordum: ´Benim ve babamın ismini nereden duydun? Oysa bundan önce seni görmüş değilim?´ Cevap olarak ´Alîm ve habîr olan ALLAH bunu bana haber verdi. Nefsim senin nefsinle konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhların da bedenlerin nefisleri gibi nefisleri vardır. Mü´minlerin bazıları bazılarını tanırlar. ALLAH´ın vermiş olduğu ruh vasıtasıyla sevişirler. Her ne kadar daha önce karşılaşmamış olsalar da... tanışırlar, konuşurlar her ne kadar memleketleri birbirlerinden uzak, konakları ayrı ayrı olsa da.´ ´ALLAH senden razı olsun! Hz. Peygamber´den bir hadîs bana naklet ki ben onu senin ağzından dinleyeyim´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber´e yetişemedim. Onunla sohbetim yok. Annem ve babam ona feda olsun. Fakat Hz. Peygamber ile karşılaşan kişileri gördüm. Senin kulağına geldiği gibi benim de kulağıma hadîsler gelmiştir. Ben, nefsim için bu kapıyı açıp da muhaddis, müftî veya kadı diye bilinmek istemiyorum! Ey Heyyan´ın oğlu Herem! Benim nefsimde bir meşguliyet vardır, beni insanlardan alıkoydu´. Ben ona ´Kardeşim! Bana Kur´an´dan bir âyet oku ki onu senin ağzından duyayım. Bana bir tavsiyede bulun! Çünkü ben seni ALLAH için pek fazla seviyorum!´ dedim. Herem der ki: ´Benim bu ısrarıma karşı ayağa kalktı, Fırat nehrinin kıyısına kadar elimden tuttu ve sonra şöyle dedi: ´Bilen ve dinleyen ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınıyorum´. Sonra ağladı ve dedi ki: ´RABBİM demiştir. Hak da RABBİMin sözüdür. RABBİMin sözü, sözlerin en doğrusudur´. Sonra şu ayeti okudu: Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence olarak yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. O fasıl günü, hepsinin varacağı gündür. O gün dost dosttan hiçbir şey engelleyemez ve kendilerine yardım da olunmaz. Ancak ALLAH´ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Çünkü O azîz´dir, rahîm´dir!(Duhan/38-42) Bu ayeti okuduktan sonra bayıldığını sandığım şekilde bir ses çıkardı, sonra şöyle dedi: ´Ey Heyyan´ın oğlu! Senin baban Heyyan öldü! Senin de ölümün yaklaştı. Ya cennete veya cehenneme... Baban Adem (a.s) öldü, annen Havva öldü, Nûh (a.s) öldü, Rahmâ´nın dostu İbrahim (a.s) öldü! Rahmân´ın kurtardığı Musa (a.s) öldü. Rahmân´ın halifesi Dâvud (a.s) öldü! Muhammed, (ona ve diğerlerine, salât ve selâm olsun) öldü. Oysa Hz. Peygamber (s.a) alemlerin rabbi olan ALLAH´ın Rasûlü´dür. Müslümanların halifesi olan Ebubekir öldü. Dostum ve kardeşim Hattab´ın oğlu Ömer öldü!´ Bunu söyledikten sonra: ´Ey Ömeeer! Ey Ömeeer!!!´ diye bağırdı. Herem der ki, ben kendisine ´ALLAH senden razı olsun! Ömer ölmemiştir´ dedim. O cevap olarak ´RABBİM bana Ömer´in ölüm haberini verdi, nefsim de ölümünü hissetti´ dedi ve şöyle devam etti: ´Ben de sen de ölüler zümresindeniz. Sanki bu olmuştur´. Sonra Hz. Peygamber´e salât ve selâm getirdi. Birtakım gizli dualar okudu, sonra şöyle dedi: ´Ey Heyyan´ın oğlu! Şu benim sana tavsiyemdir: ALLAH´ın Kitabı´ndan ve sâlih mü´minlerin yolundan ayrılma! Benim ölüm haberim bana ulaştırıldı. Senin ölüm haberin de bana ulaştırıldı. Bu bakımdan ALLAH´ın zikrinden ayrılma! Hayatta kaldıkça, göz açıp kapatıncaya kadar kalbin senden ayrılmasın! Döndüğün zaman kavmini ALLAH´ın azabıyla korkut. Bütün ümmete nasihatçi ol! Bir karış dahi cemaattan ayrılma yoksa bilmeden dinin senden ayrılır dolayısıyla kıyamet günü ateşe girersin!´ dedikten sonra şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Şu kişi (Herem) senin yolunda beni sevdiğini ve rızan için beni ziyarete geldiğini söylüyor. Yarab! Cennette bana yüzünü tanıt. Dar´us-selâm´da onu benim yanıma koy! Nerede olursa olsun, dünyada kaldıkça onu koru! Onun kaybolmuş şeylerini ona ihsan et! Onu dünyanın azıyla razı et! Dünyadan ona vermiş olduğunu onun için kolaylaştır. Ona vermiş olduğun nimetlerinden dolayı onu şükreden kullarından kıl! Benden taraf ona en hayırlı mükâfatı ihsan eyle!´ Bunu dedikten sonra şöyle devam etti: ´Ey Heyyan´ın oğlu Herem! Seni ALLAH´a emanet ediyorum. Selâm, ALLAH´ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun! ALLAH senden razı olsun! Bugünden sonra seni, beni ararken görmeyeyim. Çünkü ben şöhretten nefret eden ve tenhayı seven bir kimseyim. Meşguliyetim çoktur. Hayatta kaldıkça bu insanlarla beraber üzüntüm pek şiddetlidir. Ne sen beni sor, ne de ben seni arayayım. Bil ki sen da-ima benim hatırımdasın. Sen beni görmesen dahi seni anarım. Bana dua et. Eğer ALLAH dilerse ben de seni anar ve sana dua ede-rim, sen şu tarafa git, ben de öbür tarafa gideyim!´ Bunun üzerine kendisiyle bir saat yürümeyi arzuladım. Fakat bu imkânı bana vermedi. Kendisinden ayrıldım. Hem kendisi ağladı, hem de beni ağlattı. Ben gidip bazı sokaklara girinceye kadar arkasından baktım. Ondan sonra onu sordumsa da ondan haber veren bir kimseye tesadüf etmedim. ALLAH ondan razı olsun, makamı cennet olsun! İste dünyadan yüzçevirip ahirete yönelenlerin sîreti ve ahlâkı böyle idi. Dünya bahsinde geçen hakîkatlerden, peygamberler ve velî kulların sîretinden anlaşıldı ki dünyanın tarifi şudur: Yemyeşil kubbenin gölgelendirdiği herşeye, külümsü toprağın üzerinde bulunan herşeye dünya denilir. Ancak bu şeylerden ALLAH rızası için olanlar müstesnadır ve dünyalıktan sayılmazlar. Dünyanın zıddı ve kuması ahirettir. Kendisiyle ALLAH talep edilen herşey âhirettendir. ALLAH´a ibadet etmek için, dünyadan zarûret miktarı alınan şeyler dünyadan değil ahirettendir. Bu bir misal ile açığa kavuşur. Şöyle ki: Kâbeyi kasteden bir kimse, hac yolunda olduğu halde, hacdan başka şeylerle meşgul olmayacağına, kendisini tamamen hacca vereceğine dair yemin etse, sonra bu kimse yolda azığını korumak, devesinin yemini vermek, yemek torbasını dikmek ve hac için lâzım olan şeyleri yapmakla meşgul olsa, kendisine yeminini bozdu diye kefaret düşmez. Çünkü hacdan başka şeyle meşgul olmuş sayılmaz. İşte beden de böylece nefsin bineğidir. Onunla ömür mesafesi katolunur. Bu bakımdan bedenin yola tahammülünü ve gücünü sağlayan ilim ve amelle meşgul olmak dünyadan değil, ahirettendir. Evet! Bu sebeplerin herhangi birisiyle bedenin lezzetlenmesi kastedildiği zaman, kasteden, ahiretten inhiraf etmiş olur ve kalbinin katılaşmasından korkulur. Tanafusî 63 şöyle anlatıyor: Mescid-i Haram´da Beni Şeybe kapısında birkaç gün birşey yemeden karnımın büklümlerini bükerek duruyordum. Sekizinci gün, uyku ile uykusuzluk arasında iken bir dellâlin şöyle bağırdığını duydum: ´Dikkat edin! Kim, muhtaç olduğundan fazlasını dünyadan alırsa onun kalbinin gözünü ALLAH kör eder (veya etsin). İşte bu, dünyanın senin hakkındaki hakîkatinin beyanıdır. Bunu bil, ALLAH´ın izniyle irşad ol!´ _______________________ 53)Nesâî, Hâkim 54)Vali mektubu aldığı zaman, aile efradıyla Şam´a gitti, ölünceye kadar orada kaldı. İbn Hibban der ki: ´Hz. Ömer´in hilâfetinde Muaviye onu Şam kadılığına tayin etmiştir´. 55)Taberânî 56)Müslim, Buhârî 57)İbn Ebî Dünya, Beyhâk: 58)Yemek bahsinde geçmişti. 59)İmam Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve İbn Mâce 60)Ebu Nuaym, Beyhâkî 61)İbn Semmak, (Ebu Umame´den) 62)Abdî soyundan olan bu zat, ashabın küçüklerinden. İbn Ebî Hatim ise onu tabiinin meşhur sekiz zahidinden saymıştır. 63)Adı Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Umayye el-Kûfî´dir. H. 204 senesinde vefat etmiştir. |
İnsanlara Kendilerini, Yaratıcılarını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini Unutturan Meşguliyetler
Dünya mevcut şeylerden ibarettir. İnsanoğlunun o mevcutlarda lezzeti ve nasibi vardır. Onların ıslahında meşgalesi vardır. İşte bunlar üç şeydir. Zannedilir ki dünya, sadece bu üç işin birinden ibarettir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünyanın kendilerinden ibaret olan şeyleri; kürre-i arz ve üzerindekilerdir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Biz yeryüzünde olan şeyleri yer halkına bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim.(Kehf/7) Bu bakımdan yeryüzü, insanoğulları için döşek, beşik, mesken ve istikrar yeridir. Yeryüzünde olanlar da onlar için elbise, yemek, içmek, evlenmektir. Yeryüzündeki şeyleri üç kısımda toplayabiliriz: 1.Madenler 2.Bitkiler 3.Canlılar Bitkiler İnsanoğlu onları gıda edinmek ve tedavi olmak için arar. Madenler Bakır ve kalay gibi, onları alet veya kap yapmak için; altın ve gümüş gibi onları para yapmak için veya bunların dışındaki maksat ve hedefler için arar. Canlılar Canlılar, insan ve insan dışındaki diğer canlılar diye ayrılır. İnsan dışındaki diğer canlıların etleri yenmek, sırtları binilmek ve süs edinilmek için aranılır. İnsan ise, bazen insanoğlu insanların bedenlerini mülk edinmek, onları hizmetkârlar gibi çalıştırmak ve sofralarına göndermek veya kadın ve cariyeler gibi onlardan zevk almak için onları arar. İnsanların kalplerini mülk edinmek, o kalplerde büyüklüğünü ve ikramını yerleştirmek için arar. İşte buna makam ve mertebe denilir. Zira makam ve mertebenin mânâsı, insanların kalplerini mülk edinmek demektir. İşte bunlar dünya diye isimlendirilen şeylerdir. İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, develer ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (cazip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer ALLAH katandadır.(Âlu İmran/14) İşte bunlar dünyanın hazlarıdır. Ancak bunların kul ile iki yönden bağlantısı vardır: Biri kalple beraberdir ki o da kalbin bunları sevmesi, bunlardan lezzetlenmesi, kalbi köle gibi oluncaya dek himmetini bunlara sarfetmesidir veya dünya ile tamamen deli divaneye dönmüş bir aşık gibi olmasıdır. Bu alâkaya kibir, hile, hased, riya, şöhret, su-i zan, yağcılık, övülme sevgisi, servetle böbürlenmek gibi dünya ile ilgili olan kalbin bütün sıfatları dahildir ve bâtın dünya işte budur. Zâhir dünya, bizim söylediğimiz şeylerdir. İkinci irtibat bedenledir. O da bedenin bu şeylerin ıslahı ile meşgul olmasıdır ki bunlar onun ve başkasının lezzetlenmesine elverişli hâle gelsin. Bu, sanatların ve halkın meşgul olduğu işlerin tamamıdır. Halk nefislerini, varacakları yerlerini bu iki irtibattan dolayı dünya yüzünden unutmuştur: Kalbin sevgi ile bedenin de meşguliyetle bağlantısı... Eğer kişi nefsini, rabbini, dünyasının hikmet ve sırrını bilseydi, dünya dediğimiz bu şeylerin kendisini ALLAH´a doğru götüren hayvanın yemi için yaratıldığını anlardı. Bu hayvandan gaye bedendir. Zira beden ancak yemek, içmek, elbise ve meskenle hayatta kalabilir. Nitekim hac yolundaki devenin de ancak yemek, içmek ve sırtındaki çullar vasıtasıyla hayatta kalıp yoluna devam edebildiği gibi... Dünyada nefsini ve maksadını unutmak hususunda kulun misali, yolun konaklarında duraklayan ve durmadan devesine yem yediren, devesini tımarlayan, temizleyen, onun sırtına çeşitli elbise ve çullar örten bir hacının mi-sali gibidir. Devesine otların çeşitlerini getiren, buz ile suyunu soğutan, kendisini kafileden geri bırakmasın diye bunları yapan, kafileden geri kalıp çölde kalan ve devesiyle beraber yırtıcı hayvanlara yem olan gâfil bir hacının misâli gibidir. Basireti açık olan bir hacı ise, ancak devenin yürüyüşünü temin edecek kadarıyla ilgilenir. Bu bakımdan bu miktarı temin ettikten sonra kalbi Kâbe ve hac ile bağlıdır. Ancak zaruret miktarı deveye bakar. İşte ahiret seferindeki basiret sahibi de böyledir. Tuvalete ancak zaruret miktarı girdiği gibi, gerektiği kadar bedene bakar. Yemeği midesine sokmak ile karından çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de bedenin zarurî ihtiyaçlarındandır! Kimin himmeti, karnına soktuğu şeyler ise, onun kıymeti midesinden çıkardığı şeydir! İnsanı ALLAH´tan en fazla meşgul eden midedir. Zira gıda zarurî olanıdır. Mesken ve elbisenin işi daha kolaydır. Eğer insan bu şeylere olan ihtiyacının sebebini bilmiş olsaydı ve sadece ihtiyaç kadarını kullansaydı, dünya meşgaleleri onun bütün vakitlerini almazdı. İnsanlar dünyayı bilmediklerinden, hikmetinden gâfil olduklarından ve dünya ile lezzetlendiklerinden dolayı dünya bütün vakitlerini alıyor, meşgul ediyor! Fakat onlar dünyayı bilememişler ve dünyadan gâfil olmuşlardır. Böylece dünyanın meşgaleleri ardı ardınca onların üzerine akın etmiş, bir kısmı diğerini takip etmiştir. Sınırsız bir nihayete doğru onları sürüklemiştir. Onlar meşgalelerinin çokluğuna dalmışlar ve maksatlarını unutmuşlardır. İşte biz, dünya meşgalelerinin tafsilâtını, onlara ihtiyacın nasıl olduğunu ve insanların dünya maksadlarında nasıl yanıldıklarını belirteceğiz ki dünya meşgaleleri halkı nasıl ALLAH´tan uzaklaştırmıştır, işlerin akibetini nasıl unutturmuştur açıkca görünsün! Bu bakımdan deriz ki; dünyevî meşgaleler, sanatlar ve halkın üzerine üşüşmüş olduğunu gördüğün çalışmalardır. Çokça çalışmanın sebebi; insanoğlunun üç şeye mecbur olmasındandır: ´Azık, mesken ve elbise´. Azık, gıdalanmak ve yaşamak içindir. Elbise, sıcak ve soğuktan korunmak içindir. Mesken, sıcak ve soğuğu defetmek, aile efradı ve maldan helâk olmanın sebeplerini uzaklaştırmak içindir. ALLAH, gıdayı, mesken ve elbiseyi, insanın sanatına muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Ancak hayvanlar için böyle değildir. Çünkü bitki, pişirmeksizin, hayvanın gıdası olur. Sıcak ve soğuk hayvanın bedenine tesir etmez. Bu bakımdan binaya muhtaç değildir ve çölde yaşayabilir. Elbisesi, tüyleri ve derilerdir. Elbiseye ihtiyaçları yoktur. İnsan ise, böyle değil... Bunun için beş sanata ihtiyaç vardır. Onlar da sanatların temelleri ve dünyevî meşgalelerin başlangıçlarıdır ve o sanatlar şunlardır: Çiftçilik, çobanlık, avcılık, dokumacılık ve inşaat. Bina, mesken içindir. Örücülük ve kapsadığı yün eğirmek ve dikmek giymek içindir. Çiftçilik, yemek için. Koyunlar ve atların çobanlığı da yine yemek, binmek ve avcılık içindir. Avcılıktan gayemiz ALLAH Teâlâ´nın yaratmış olduğu kara ve deniz hayvanını, madeni, otu veya odunu elde etmek demektir. Bu bakımdan çiftçi bitkileri elde eder. Çoban hayvanları korur, üretir. Avcı biteni elde edip başka insanın sanatı olmaksızın kendi kendine birşeyler edi-nir ve böylece yerin madenlerinden, insanların sanatı olmaksızın yaratılan şeyleri alır. Çünkü avcılıktan bizim gayemiz; bütün bunları kapsayan geniş mânâdır. O mânânın altına birçok sanat ve meşgaleler girer. Sonra bu sanatlar aletlere muhtaçtır. Dokuma aleti, çift, bina ve av gibi... Aletler de bitkilerden edinilir: Bunlar odun ve kereste kısımlarıdır veya demir, kaya ve benzerleri gibi madenlerden veya hayvan derilerinden yapılırlar. Bu bakımdan üç çeşit sanata daha ihtiyaç vardır: Marangozluk; bundan gayemiz, ne şekilde olursa olsun kereste ve odun maddeleri üzerinde çalışan kimselerdir. Hattattan gayemiz; demir, bakır ve diğer maden cev-herleri üzerinde çalışan kimsedir. Bizim gayemiz cinsleri zikretmektir. Sanatların kısımları ise pek fazladır. Terziye gelince, on-dan gayemiz; hayvan derileri ve parçaları üzerinde çalışan kimsedir. İşte bunlar sanatların temelleridir. Sonra insan tek başına yaşayamayacağı şekilde yaratılmıştır. Hatta tek başına yaşamamaya mecburdur. Bu mecburiyet ise iki sebepten meydana gelir. O sebeplerin biri, insan cinsinin devam etmesi için üremeye muhtaç olmasıdır. Bu ise ancak erkek ve kadının bir araya gelmeleriyle mümkün olur. İkinci sebep ise yemek ve elbiseleri hazırlamak hususunda, çocuk terbiyesi bakımından yardımlaşmaktır. Çünkü eşlerin birleşmesi çocuğu meydana geti-rir. Bir kişi hem çocuğu korumak, hem de azığın sebeplerini araştırmakla meşgul olamaz. Sonra kişinin aile efradı ile bir evde toplanması da kâfi değildir. İnsanların bir grubu bir araya gelmedikçe yaşamaları müm-kün değildir. Bir araya gelmeliler ki bir araya gelen grubun her biri ihtiyaç duyulan bir sanatı üzerine alsın. Çünkü bir kişi, tek başına nasıl çiftçilik yapacaktır? Zira çiftin aletlerine muhtaçtır. Alet de demirciye ve marangoza muhtaçtır. Yemek, değirmenciye ve fırıncıya muhtaçtır. İnsan tek başına elbiseyi nasıl elde edebilir? Oysa elbise, pamuğu korumaya, örmeye, dikiş aletleriyle daha bir çok aletlere muhtaçtır. İşte bunun için insanın tek başına yaşaması imkânsızdır. Böylece bir arada yaşamaya ihtiyaç vâki olmuştur. Sonra insanlar eğer üstü açık bir çölde toplansalar, sıcak, soğuk, yağmur ve hırsızlardan korunmaları zorlaşır. Bu bakımdan kuvvetli binalara ve her hane halkının yatacağı müstakil konaklara ihtiyaçları vardır. Öyle ki beraberlerinde aletlerini, ev eşyalarını bulundurabilsinler. Konaklar, sıcağı, soğuğu yağmuru defettiği gibi, komşuların hırsızların ve benzeri şeylerin eziyetlerinden de korur. Fakat evler bazen bir grup hırsızın baskınına maruz kalırlar. Bu bakımdan o evlerde oturanların yardımlaşmaya ve bütün evleri koruyacak bir sur ile korunmaya ihtiyaçları vardır. Bu zaruretten dolayı da şehircilik fikri doğmuştur. Sonra insanlar evlerde, şehirlerde bir araya geldikleri ve alış veriş yaptıkları zaman aralarında husumetler başgösterir. Çünkü riyaset meselesi doğar. Kocanın kadına baş olması, anne-babanın çocuklarına baş olmaları durumu meydana gelir. Çünkü kadın ve çocuklar zayıftır ve bir idareciye muhtaçtırlar. Ne zaman akıllı bir kimse başkasının boyunduruğuna girerse bu durum husumete götürür. Ama hayvanları boyunduruğa sokmak böyle değildir. Çünkü hayvanlarda muhâseme kuvveti yoktur, onlara zulmedilse bile düşmanlık gütmezler. Kadın ise kocasına karşı husumet gösterir. Evlat, anne ve babasına karşı muhâsemette bulunur. Bu bir evin manzarasıdır. Bir şehrin halkına gelince, onlar ihtiyaçları olan maddelerde alış-veriş edip mücadele ederler. Eğer o şekilde bırakılırlarsa mutlaka savaşa tutuşur ve hepsi helâk olurlar. Çobanlar ve çiftçiler de böyledir. Meralara akın ederler, arazi ve sulara varırlar. Vardıkları yerler onların ihtiyaçlarına cevap vermez. Şüphesiz münazaaya tutuşurlar. Sonra bazıları çiftçilik ve sanattan, körlükten, hastalıktan ihtiyarlıktan ve çeşitli sebeplerden ötürü aciz kalır. Eğer o kimse, o şekilde bırakılırsa helâk olur. Eğer onun halinin sorulması bütün insanlara bırakılırsa onu mahrum ederler. Eğer tahsis edici bir sebep olmaksızın biri onun haline bakmaya tayin edilirse o da ona itaat etmez. Bu bakımdan bu bir araya gelmekten hasıl olan arızalardan dolayı zarurî olarak birçok sanatlar doğar. Onlardan biri arazi ölçme sanatıdır. O arazi ölçme sanatı ki onunla yerin miktarı bilinir. Arazi, bu ölçü sayesinde insanlar arasında adaletle paylaştırılır. O sanatlardan biri de askerlik sanatıdır. Bu sanat da kılıçla memleketi korumak, memleketten hırsız ve benzerlerini uzaklaştırmak için meydana çıkmıştır. O sanatlardan biri de hüküm ve husumeti ortadan kaldırma sanatıdır. Bu sanattan da fıkha ihtiyaç duyulmuştur. Fıkıh ise halkı kontrol etmek için gereken yasaların bilinmesi demektir. Bu yasalar halkı kendi hududunda durdurmaya mecbur eder ki aralarındaki muaraza çoğalmasın. Bu, ALLAH´ın çizmiş olduğu hududların bilinmesi demektir. Bunlar siyasî işlerdir, mutlaka lâzımdırlar. Bununla ancak hidayeti ayırt edecek ve ilim gibi özel nitelik ve sıfatlara sahip olan kimseler meşgul olabilirler. Bunlar, kanun ile meşgul oldukları zaman, başka bir sanatı icra etmeye vakitleri kalmaz. Maaşa muhtaç olurlar. Memleket halkı da onlara muhtaçtır. Zira bir memleket halkının tümü düşmana karşı savaşa gittiği zaman, sanatlar muattal olur. Eğer savaş ehli/silah ehli maişetlerini temin etmek için sanatlarla meşgul olurlarsa, o vakit memleket koruyucusuz ve nöbetçisiz kalır. Bütün insanlar zarar görür. Bu bakımdan onların maişetlerine ve rızıklarına -eğer varsa- sahipsiz malların sarfedilmesi veya ganimetlerin eğer savaş kâfirlere karşı yapılıyorsa- sarfedilmesine ihtiyaç doğmuştur. Eğer onlar da dindar ve muttakî kimseler ise, halkın yararı için, halkın mallarının azıyla kanaat edeceklerdir. Eğer lüks hayat yaşamayı isterlerse, o vakit memleket halkının malları bu muhariblere kayar ki onlar da, millete koruyuculuk ve nöbetçilik vazifeleriyle yardım etsinler. Bu bakımdan haraç (vergi)64 alma ihtiyacı doğar. Sonra haraç alma ihtiyacından dolayı birçok sanatlar doğar. Zira haracı (vergiyi) adaletle çiftçi ve servet sahiplerine koyan memurlara ve vazifelilere ihtiyaç olur. Şefkatle onlar-dan o haraçları alana ihtiyaç duyulur. Bunlar da haraç toplayan ve servetlerden haraç alan memurlardır. Himayesinde haraç toplayan bir kimseye ihtiyaç olur ki dağıtma zamanına kadar o haraçları korusun. Bunlar da hazinecilerdir. Bir de haracı adaletle memleket koruyucularına dağıtana ihtiyaç vardır. Bu da askerler için taksimat vazifesini gören memurdur. İşte bu işler, eğer aralarında bir bağlantı olmayan bir cemaat tarafından yürütülmeye kalkışılırsa, nizam alt üst olur. Bu bakımdan bunları sevk ve idare eden ve emri dinlenen bir idareciye ihtiyaç olur. Öyle idareci ki her işe bir şahsı tayin eder ve herkese uygun vazifeler seçer. Haraç ve dağıtımında adaleti gözetir. Askeri savaşta kullanmak, silahları askerlere dağıtmak, savaş cihetlerini tayin etmek, her gruba ku-mandan tayin etmek ve bunlara benzer idarecilik sanatından olan vazifeleri yapmakta adaletten ayrılmaz. Silah kullanan askerlerden, hassas bir şekilde onları kontrol ve idare eden idareciden sonra yazarlara, hazinecilere, muhasebecilere, haraç alan memurlara ve memleketin idaresini yürüten idarecilere ihtiyaç olur. Sonra bunlar da maişete muhtaç olurlar. Bunların sanatla meşgul olmaları mümkün değildir. Öyle ise aslın malıyla beraber, fer´î olanın malına da ihtiyaç duyulur. Buna Haracın dalı (ek vergi) adı verilir. Bu fikir yanında insanlar sanatta üç gruba ayrılırlar: Birinci grup çiftçiler, koruyucular ve sanatçılardır. İkinci grup ise, kılıçlarıyla memleketi koruyan askerlerdir. Üçüncü grup, almak ve vermekte bu iki grubun arasında aracılık yapanlardır. Bunlar idareciler, tahsildarlar ve benzerleridir. Dikkat et durum, yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyacından başlayıp nereye vardı? İşte dünyanın işleri böyledir. Ondan bir kapı açıldı mı, muhakkak ondan dolayı başka kapılar açılır ve böylece sayılamayacak kadar uzar gider. Sanki dünya cehennemdir. Onun derinliğinin sonu yoktur. Onun bir çukuruna yuvarlanan, o çukurdan başka çukura, ondan başka çukura yuvarlanır. Yani durmadan bu şekilde yuvarlanıp gider. İşte bunlar sanatlardır. Ancak bunlar mal ve aletlerle tamamlanırlar. Mal da yeryüzünde kendilerinden yararlanılan şeylerden ibarettir. Malın en güzeli gıdalar, sonra insanların sığınağı olan mekanlardır. Bu mekanlar evlerdir. Sonra insan o mekanlarda yaşamak için durmadan çaba sarfeder, dükkanlar, pazarlar, tarlalar ve ziraat yerleri bu mekanların kısımlarıdır. Sonra elbiseler, sonra av eşyaları ve aletleri... Sonra aletlerin aletleri... Bazen hayvanlar da alet olur. Mesela av köpeği avın, sığır nadasın, at da savaşın aletidir. Sonra bunlardan da alış veriş ihtiyacı doğar. Zira çiftçi bir kimse çoğu zaman bir köyde oturur, o köyde çift aleti yoktur. Demirci ve marangoz öyle bir köyde otururlar ki orada ziraat yapmaya imkân yoktur. O halde zarurî olarak çiftçi onlara, onlar da çiftçiye muhtaçtırlar. Bu bakımdan onlardan biri yanındakini diğerine vermek mecburiyetindedir ki onun yanındakini alsın. Bu ise alış veriş yoluyla mümkündür. Marangoz çiftçiden aletiyle gıda istese, çiftçi, marangozun yanında bulunan alete muhtaç olmadığından gıdayı o alete karşı vermez. Çiftçi marangozdan aletini yemek karşılığında istese, marangozun yanında o anda başka yemek varsa, çiftçinin yemeğine muhtaç olmadığı için aletini vermez. Dolayısıyla hedefler gecikir. Bu bakımdan bunlar her sanatın aletlerini satan bir dükkanın kurulmasına ihtiyaç duyarlar. Böylece dükkan sahibi, dükkanda topladığı şeylerle ihtiyaç sahiplerinin durumunu gözetmiş olur. Bunlar da çiftçilerin mahsullerini teslim edecekleri ve toplayacakları depolara muhtaç olurlar ki depo sahipleri onlardan mahsullerini satın alsınlar, ihtiyaç sahiplerinin durumunu tarassut etsinler. Bundan dolayı da pazarlar ve ambarlara olan ihtiyaç başgösterir. Çiftçi mahsülünü alıp götürür. İhtiyaç sahibi bulamadığı zaman, umumi bayiye ucuz bir fiyatla satar, onlar da kâr etmek maksadıyla ihtiyaç sahiplerini beklerler. Malların hepsinde durum böyledir. Sonra memleket ve köyler arasında gelip gitme hâdisesi meydana gelir. Böylece halk, birbirlerine gidip gelirler. Köylerden yiyecek maddelerini, şehirlerden aletleri satın alırlar ve bunları nakletmeye, bunlarla yaşamaya muhtaç olurlar ki bunlardan dolayı şehir sakinlerinin durumu nizam ve intizama girsin. Zira her şehirde çoğu zaman her alet ve her köyde de çoğu zaman her yiyecek maddesi bulunmaz. Öyleyse bazısı diğerine muhtaçtır. Dolayısıyla nakil ihtiyacı başgösterir. Bundan da nakliyecilik ya-pan tüccarlar sınıfı meydana gelir. Onları bu işe teşvik eden, şüphesiz servet edinmektir. Onlar gece gündüz başkalarının mallarını taşımak suretiyle yorulmakta, onların payları da başkalarının yiyeceği malı toplamaktır. O başka yeyici ise ya yol kesici, ya da zâlim bir sultandır. Fakat ALLAH Teâlâ memleketin nizamını ve kulların maslahatını onların gaflet ve cehaletinde kılmıştır. Dünyanın bütün işleri gafletle ve himmetin eksikliğiyle cereyan eder. Eğer insanlar düşünüp, himmetleri yücelseydi, dünyaya karşı zâhid olurlardı. Bunu yaptıkları takdirde hayat dumura uğrardı. Hayat dumura uğradığı takdirde hepsi helâk olurdu. Zâhid de helâk olurdu. Sonra insan nakledilen malları sırtlayıp götürmeye güç yetiremez. Bu bakımdan yük taşıyıcı hay-vanlara ihtiyaç duyulur. Mal sahibinin bazen hayvanı olmaz. Dolayısıyla onunla hayvan sahibi arasında icar (kiralama) mey-dana gelir. Böylece kira da kazancın bir çeşidi olur. Sonra alış veriş sebebiyle altın ve gümüşe ihtiyaç vâki oldu. Zira bir yemeği bir elbise ile satın almak isteyen bir kimse, yemeğe eşit olan elbise miktarının ne kadar olduğunu nasıl bilsin! Alış-veriş çeşitli cinsler arasında cereyan eder. Tıpkı bir elbise ve hayvan, yiyecek maddesiyle satın alındığı gibi... Bunlar birbirine uy-gun olmayan şeylerdir. O halde, alıcı ve verici arasına girecek adil bir hâkime ihtiyaç vardır ki birisini diğeriyle adaletli bir şekilde denk yapsın. O adalet ise malların bizzat kendilerinde aranır. Sonra uzun zaman yaşayacak bir mala ihtiyaç duyulur. Çünkü bu mala ihtiyaç devam eder. Malların en uzun yaşayanı ise maden-lerdir. Bu bakımdan paralar, altın, gümüş ve bakırdan yapılır. Sonra parayı sikkelemek, nakışlı yapmak, birimini takdir ve sınırlamak ihtiyacı başgösterir. Bu bakımdan darbhaneye, ondan sonra da sarraflara (ayarını bilmek için) ihtiyaç duyulur. Böylece meşgaleler ve işlerin bir kısmı diğerini gerektirir. Sonunda durum senin gördüğün noktaya varıncaya kadar geldi. İşte bunlar halkın meşgaleleri ve yaşantılarıdır. Bu sanatların hiçbir şeyinin yapılması ve öğrenilmesi başlangıçta biraz da olsa yorulmaksızın mümkün olamaz. Halkın içinde çocukluk devresinde bundan gâfil olanlar olur. Onunla meşgul olmazlar veya meşgul olmalarına bir mâni çıkar. Böylece kazanmaktan aciz olur. Çünkü sanatı yoktur. Bu bakımdan başkasının kazancından yemeye mecbur kalır. Bundan iki hasis ve çirkin sanat doğup meydana gelir. Birincisi hırsızlık, ikincisi hilekârlıktır. Bu iki sanatın ortak yanları, ikisinin erbablarının da çalışmadan başkasının kazancını yemeleridir. Sonra insanlar hırsız ve hilebazlardan sakınır, mallarını onlardan korurlar. Böylece tedbir alıp çareler düşünmek için akıllarını kullanmaya muhtaç olurlar. Hırsızlara gelince onların bir kısmı yardımcı edinir. Elinde kuvvet olur. Bir araya gelir çoğalırlar. Bedevîler gibi yol keserler. Onların zayıflarına gelince, zayıf hırsızlar hilebazlıklara ve kurnazlıklara sığınırlar. Ya delikler açmak suretiyle veya mal sahibinin gafleti anında duvara tırmanmak suretiyle malı çalarlar veya zincir ve iplerle sarkıtmak suretiyle bu işi yaparlar. Hırsızlık yollarını öğrenmek için sarfedi-len çabalar sayesinde meydana gelen daha nice hırsızlık çeşitlerine başvururlar. Hilekâra gelince, hilekâr, başkasının kazandığını istediği zaman kendisine ´Başkasının çalıştığı gibi sen de çalış! Yorul! Tembellikle senin ne işin vardır?´ denir. Böylece kendisi azarlanır ve mahrum bırakılır. Bu bakımdan malların çıkartılmasında bir hileye ve tembellik hususunda nefislerini mazur göstermenin zeminini hazırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini sakat göstermeye mecbur olurlar. Bu sakatlık ya hakîkidir, hilelerle kendilerini ve çocuklarını kör eden gruplar gibi. Bunlar körlükten dolayı kendilerine birşeyler verilsin diye bunu yaparlar veya hakîkî değil de kendilerini kör, felçli, mecnun ve hasta gösterirler! Bunu da çeşitli hilelerle yaparlar ve müstehak olmadan bu belanın kendilerine isabet ettiğini de belirtmekten geri durmazlar ki bu, şefkate vesile olsun. Başka bir grup da halkı hayrette bırakacak söz ve hareketleri araştırırlar ki halk o sözler ve hareketleri gördüğünde kalpleri inşiraha gelsin ve cömertlik yaparak versinler. Sonra şaşkınlık devresi geçti mi o malı verdiklerine pişman olurlar, fakat pişmanlık fayda vermez. Bu, bazen kişinin kendisini maskara yapmak, başkasının durumunu taklid etmek, gözbağcılık yapmak veya gülünç hareketlerde bulunmakla olur. Bazen de garip şiirler okumak, güzel ses, secîli nesirler okumak suretiyle olur. Fakat vezinli şiir, daha fazla tesir eder. Hele o şiirde mezheblerle ilgili taassubdan dem vurmak, ashab-ı kirâmın menkîbelerinden ve ehl-i beytin faziletinden bahsetmek veya hayasız kimselerin aşkını tahrik eden şiir okumak veya çarşılarda def çalanların uda benzeyen, fakat esasında ud olmayan aletlerden çalmak veya boyalarla tezyin edilen nushalar, satıcısının şifa olduğu hayalini müşterilere verdiği haşişleri satmak gibi maskaralıklar daha fazla tesir eder. Böylece çocuk ve cahilleri kandırır! Kur´a atan, fala bakan, müneccimler gibi.... Minberlerin tepelerinde hokkabazlık yapanlar, va´z ve nasihatlerinde ilmî bir fayda olmayanlar, vaazlarında gayeleri halk tabakasının kalbini tesir altına almak isteyenler, çeşitli hilelerle onların mallarını yemek isteyenler de bu kısma dahildirler! Hileler iki bin çeşitten daha fazladır. Bütün bunlar maişet için ince fikirlerle elde edilirler! İşte bunlar halkın meşgaleleri ve üzerine üşüştüğü işlerdir. Halkı bu işlere azık ve elbise ihtiyacı çekmektedir. Fakat onlar bu esnada nefislerini, maksadlarını, varacakları yeri unuttular. Şaştılar, sapıttılar, zayıf akıllarına dünya meşgalelerinin zahmetiyle bulandıktan sonra bozuk hayaller gelmeye başladı. Böylece yolları ayrıldı, görüşleri parçalandı. Bir gruba cehalet ve gaflet galip geldi. Onların gözleri, işlerinin akibetine bakmaya yönelmedi. Dediler ki: ´Maksad bizim dünyada birkaç gün yaşamamızdır. Bu bakımdan biz azık edininceye kadar gayret edelim, sonra yiyelim ki tekrar kazanmaya kuvvetimiz olsun! Sonra kazanalım, sonra yiyelim´. O halde bunlar yemek için kazanıyorlar. İşte bu çiftçilerin ve sanatkârların yoludur. Dünyada üstün lezzeti ve dinde iyi bir yeri olmayanların yoludur. Çünkü böyle bir kimse gündüz yorulur ki gece yesin. Gece yer ki gündüz yorulsun. Bu, saniyelerin dönüşü gibi, ancak ölümle sonu gelen bir seferdir. Başka bir grup da durumu kavradıklarını iddia ederek maksadın, çalışma ile insanoğlunun yorulması ve dünyadan lezzetlenmesi olmadığını, aksine saadetin dünya şehvetini yerine getirmekte olduğunu bunun da midenin ve tenasül uzvunun şehveti olduğunu iddia ederler! Bu kimseler, nefislerini unuttular, himmetlerini kadınların peşine takılmaya ve yemeklerin lezzetlilerini toplamaya sarfettiler! Hayvanların yediği gibi yerler. Bunu elde ettikleri zaman saadetin zirvesine eriştiklerini sanarlar. Bu durum, onları ALLAH´tan ve son günden uzaklaştırmaktadır! Başka bir grup da, saadetin malın çokluğunda olduğunu zanneder. Zenginlik, hazinelerin çok olmasına bağlıdır. Hazine sahibi olma hayali onların uykularını kaçırır, mal toplamak için bütün gün yorulurlar. Gece ve gündüz boyunca, seferlerde yorulurlar, zahmetli işlere koşarlar, kazanırlar, toplarlar. Malın eksileceğinden korkarak ve çekinerek zaruret miktarından fazlasını yemezler. İşte bunlar, onların lezzetleridir. Onların ölünceye kadar âdet ve hareketleri budur. Dolayısıyla mallar da toprak altında kalır veya şehvet ve lezzetlerine sarfeden birinin eline geçer. Bu takdirde toplayana yorgunluk ve günah, yiyene de lezzet düşer! Sonra mal toplayan kimseler, bu gibilere bakıp ibret almazlar. Başka bir grup, saadetin güzel nam yapmak, halkın övgüsüne mazhar olmak olduğunu zannettiler. Böyle kimseler maişeti için çalışmada yorulurlar. Yemek ve içmekte nefislerini zorluklara sürerler. Bütün mallarını güzel elbiselere, nefis bineklere sarfederler. Evlerinin kapılarını süslerler. Halkın gözüne çarpan yerlerini süslü püslü yaparlar ki ´adam zengindir, servet sahibidir´ denilsin. Zannederler ki saadet ancak budur! Bu bakımdan onların işi, gece gündüz halkın gözüne çarpan yerlerini süslemektir. Başka bir grup da saadetin mertebeye, halk arasında büyüklüğe ve halkın kendilerine karşı tevazu ve tâzimde bulunmasına bağlı olduğunu zannettiler. Bunlar da gayretlerini, mertebeleri elde etmeye, saltanat işlerinde çalışmak suretiyle halkı itaatlerine çekmeye sarfederler. Sonunda bu çeşit vazifelerinden dolayı halk arasında itibarlı ve nüfuzlu olmayı umarlar. Saltanatlarının genişlediği zamanı, halk tabakasının kendilerine itaat ettiği vakti büyük bir saadete mazhar olmalarının vakti olarak görürler ve istenilen hedefin son zirvesi olarak kabul ederler. Bu gafil insanların kalplerinde şehvetlerin en galibi vardır. Bu kimselere halkın kendilerine göstereceği tevazu, ALLAH´a karşı gösterdikleri tevazu´dan ve ALLAH´a yapacakları ibadetten, ahiretleri için düşünmelerinden daha sevimli gelir! Bunlardan başka sayılması uzun sürecek daha nice gruplar vardır. O gruplar yetmişten daha fazladır. Hepsi sapıtmış ve doğru yoldan kaymışlardır! Onları yemek, elbise ve mesken ihtiyacı bütün bu felâketlere sürüklemiştir. Bu üç şeyin neler için istendiğini ve yeterli miktarını unutmuşturlar! Sebeplerin başlangıçları onları sonuçlarına sürüklemiştir. Bu durum, onları çıkılması müm-kün olmayan çukurlara düşürür!.. Bu bakımdan bu sebep ve meşgalelere ihtiyacın yönünü bilen ve bunlardan gayenin ne olduğunu anlayan bir kimse dalabilir. Maksadının en son noktasının helâk olmamak için azık ve kisve ile bedenini korumak olduğunu bilen kimse bir işe, sanata dalabilir. Şöyle ki, eğer aza kanaat yolunu seçerse, meşgaleler kendisinden uzaklaşır, kalp boşalır. Ahiretin anılması kalbe hâkim olur. Himmeti ahirete hazırlanmaya sarfolunur. Eğer zaruret miktarını geçerse meşgaleleri çoğalıp biri diğerini davet eder. Sonsuza doğru zincirleme gider. Dolayısıyla himmetleri dağınık olur. Himmetleri dünyanın vâdilerine dağılan bir kimsenin, dünyanın hangi deresinde helâk olacağına ALLAH Teâlâ aldırmaz. İşte dünya meşgalelerine sonuna kadar dalanların durumu bu! Bir grup bu durumun tehlikesini sezmiş, dolayısıyla dünyadan yüz çevirmiş, böylece de şeytan onlardan nefret ederek onları rahat bırakmamıştır. Rahat bırakmadığı gibi, dünyadan yüzçevirdikleri halde bile onları saptırmıştır. Hatta bunlar da birçok gruplara ayrılmışlardır. Onların bir grubu zannetti ki dünya meşakkat ve mahrumiyet evidir. Ahiret de, ister dünyada ibadet etsin, ister et-mesin herkes için saadet evidir! Bu bakımdan bunlar sevabı, kendilerini öldürmekte, dünya meşakkatinden kurtulmak için intihar etmekte görmektedirler. Bu fikre Hind ehlinden olan birtakım âbidler yönelmişlerdir. Bunlar diri olarak kendilerini ateşe atıp intihar ediyorlar. Bu yaptıklarının, kendilerini dünya meşakkatinden kurtaracağını zannediyorlar. Başka bir taife de ´İntihar kurtarmaz, önce beşerî sıfatları öldürmek, onları tamamen nefisten kesmek lâzımdır. Saadet ancak, şehvet ve öfkenin kesilmesindedir´ görüşündedirler. Böyle zannettikten sonra riyazâta giriştiler, nefislerine fazlasıyla tazyik yaptılar Hatta bir kısmı riyazetin şiddetinden dolayı helâk oldu. Bazıları akıllarını yitirdi, mecnun oldu. Bazıları hasta düşüp yolu önünde kapandı. Bazıları tamamen sıfatları sökmeye muktedir olamadılar ve şeriatın kendisine yüklediği vazifelerin muhal olduğunu zannettiler. ´Şeriat bir vesvese, aslı ve astarı olmayan bir şeydir!´ diyerek ilhad ve dinsizlik girdabına girdiler. Bazıları da bütün bu yorgunluğun ALLAH için olduğu ve ALLAH´ın da kulların ibadetine muhtaç olmadığı, hiçbir günahkârın günahının ondan birşey eksiltmediği, hiçbir ibadet edenin ibadetinin de birşey artırmadığı düşüncesine sahip oldular. Böylece gerisin geriye şehvetlere döndüler! İbâha (herşeyi helâl görmek) yoluna saptılar. Şeriat ve ahkâm yaygısını kaldırdılar. ALLAH´ın, kulların ibadetinden müstağni olduğuna inandıkları için böyle yapmalarının birlemelerinin saflığından ileri geldiğini iddia ettiler. Başka bir grup zannetti ki ibadetlerden gaye; ALLAH´ın marifetine riyazet yoluyla varmak için riyazet çekmektir. Bu bakımdan marifet hasıl olduğu zaman kişi hedefe vâsıl olmuştur. Hedefe vâsıl olduktan sona artık vesile ve çarelerden müstağni olur! Böylece amelleri ve ibadetleri terkettiler. ALLAH´ın marifetinde son raddeye çıktıkları için, artık tekliflerle zelil olmalarına gerek kal-madığını iddia ettiler! Zira teklif ancak halk tabakasına yapılır! Bu mezheblerden başka daha nice bâtıl mezhebler, korkunç dalâletler vardır. Onları saymak uzun sürer. Hatta yetmiş küsur mezhebe ulaşır. Onlardan kurtulan ancak bir gruptur. O da Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın üzerinde bulundukları yolda bulunan gruptur. Bu grup dünyayı tamamen terketmez ve tamamen de şehvetlere dalmaz. Bu grup, dünyadan yetecek kadarını alır. Şehvetlerin din ve aklın itaatından çıkan kısımlarını kaldırırlar. Her şehvetin peşine takılmazlar ve her şehveti de terketmezler. Aksine normal olana ve adalete tâbi olurlar. Herşeyi terketmez ve dünyanın herşeyini de istemezler. Dünyada yaratılan herşeyin maksadını bilir, onu yerine koyarlar! Bu bakımdan gıdadan ibadete güç yetirecek kadarını alırlar. Meskenden hırsızlardan, sıcak ve soğuktan koruyanı edinirler. Elbiseden de bu şekilde faydalanırlar. Hatta kalp, bedenin meşgalesinden boşaldığı zaman, himmetinin hakîkatiyle ALLAH´a yönelir, ALLAH´ın zikriyle ve O´nun nimet ve sıfatlarını hayatı boyunca düşünmekle meşgul olur. Şehvetlerin siyasetlerine yapışır, onları kontrol eder ki verâ ve takvânın hudutlarını aşmasın. Bunun tafsilatını ashab-ı kirâmdan ibaret olan Fırka-i Nâciye´ye (Kurtulmuş gruba) tâbi olmakla bilir. Çünkü Hz. Peygamber ´O gruplardan ancak bir fırka kurtulur´ dediği zaman ashab-ı kirâm ´O grup kimdir?´ diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak şöyle bu-yurdu: ´Ehl-i Sünnet ve´1-Cemaat!´ Denildi ki: ´Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat kimdir?´ Şöyle dedi: ´Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yolda olanlar!´65 Ashab-ı kirâm, mûtedil, apaçık bir yolun üzerinde idiler. O yolun daha önce tafsilat ve açıklamasını yaptık. Zira onlar dünyayı dünya için değil, din için edinirlerdi. Onlar dünyada ruhbanlık yapmazlar ve dünyayı tamamen terketmezlerdi. Onlar işlerde ne ifratçı, ne de tefritçi idiler. Aksine onlar ifrat ve tefrit arasında, mutedil ve normal durumda idiler... Zaten iki tarafın arasındaki adaletli ve normal yol da budur. Kitabımızın birkaç yerinde geçtiği gibi Hz. Peygamber nezdinde işlerin en sevimlisi de budur! ALLAH en doğrusunu bilir! Kitab´u Zemm´id-Dünya (Dünyanın Zemmi) adlı bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Başlangıcında da sonunda da hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH, Efendimiz Muhammed´in, âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını açsın, onlara salât ve selâm eylesin! _______________ 64) İhya´nın şerhinde ´Harac, yerden çıkarılanlardan elde edilen şeydir´ de-niliyor. Dolayısıyla gayr-ı müslimlerden (zımmîlerden) alınan harac bu-rada kastolunmamakta, aksine vergi mânâsında bir harac kastolunmaktadır. 65) Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce |
Cimriligin ve Mal Sevgisi Kötülüğü
Başkasını Nefsine Tercih Etmenin Fazileti Cömertlik ve cimrilik, birkaç dereceye ayrılır. Cömertliğin en yüksek derecesi îsardır. İsar demek, ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak demektir. Cömertlik ise, muhtaç olmadığı şeyi, muhtaç olana veya muhtaç olmayana vermek demektir. Fakat mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha ağır gelir. Nasıl ki cömertlik bazen, ihtiyacı olduğu halde insanı başkasına verecek dereceye yükseltiyorsa, cimrilik de bazen ihtiyacı olduğu halde insanı kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer. İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir. Öbür kimse, muhtaç olmasına rağmen başkasını nefsine tercih eden kimsedir. Bu iki kişinin arasındaki farkı düşün! Çünkü ahlâklar ilâhî vergilerdir. ALLAH Teâlâ dilediği yere ahlâkları koyar! Cömertlik hususunda îsardan daha büyük bir derece yoktur. Nitekim ALLAH Teâlâ ashab-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur: Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (hicret edenleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir.(Haşr/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bir kişinin istenilen bırşeye iştahı çekerse, buna rağmen şehvetini geriye itip başka bir kardeşini nefsine tercih ederse, onun günahları bağışlanır.127 Aişe validemiz (r.a) şöyle der: Hz. Peygamber, dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman üç gün arka arkaya doymadı. Oysa biz isteseydik doyabilirdik. Fakat bizler başkasını kendimize tercih ederdik.128 Hz. Peygamber´e bir misafir geldi. Hz. Peygamber, aile efradının yanında misafirine yedirecek birşey bulamadı. Bu esnada ensar-ı kirâmdan bir kişi Hz. Peygamber´e geldi. Misafiri alıp evine götürdü. Sonra misafire yemek ikram etti. Hanımına çırayı söndürmesini emretti. Elini, sanki misafirle beraber yiyormuş gibi uzatıyor, fakat yemiyordu. Misafir, yemeği bitirinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Sabahladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dedi: Bu gece misafirinize gösterdiğiniz güzel davranışınızdan ALLAH Teâlâ memnun olmuştur! Bunun üzerine ´Onlar verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları bile olsa (muhacirleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir´. (Haşr/9) ayeti nâzil oldu.129 Bu bakımdan cömertlik, ALLAH Teâlâ´nın ahlâkından biridir. Îsar ise cömertlik derecelerinin en yücesidir. Îsar ahlâkı Hz. Peygamber´in (s.a) edebindendi. Hatta ALLAH Teâlâ buna azim (büyük) diye isim vererek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük (azim) bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4) Sehl et-Tusterî der ki: Hz. Musa (a.s) şöyle niyazda bulunmuştur. ´Ya rabbî! Muhammed´in ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım. Râvi der ki: Hz. Musa´ya göklerin melekûtu göründü. Hz. Musa, bir menzile (manevi mertebeye) baktı. Neredeyse, o mertebe-nin nûrlarından ve ALLAH´a yakınlığından dolayı Musa helâk olacaktı. Musa (a.s) tekrar şöyle dilekte bulundu: ´Yarab! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?´ ALLAH Teâlâ dedi ki: Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahl-âktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa!Ümmet-i Muhammed´den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim! Denildi ki, Abdullah b. Câfer (r.a), bahçelerinden birine gitti, Bu esnada başka bir kavmin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu: -Günde kaç ekmek nafakan var? -İşte senin gördüğün kadar. -O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin? -Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim. -O halde akşama kadar ne yapacaksın? -Bugün bütün gün aç kalacağım! Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Ben cömertliğimden dolayı kınanıyorum. Oysa şu çocuk benden daha cömerttir!´ Bunun üzerine Abdullah, o bostanı, hizmetçiyi ve o bostanda bulunan âletlerin tamamını sahibinden satın aldı. Köleyi azad etti ve orayı köleye hibe etti. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber´in ashabından bir zata bir koyun kellesi hediye edildi. O ´Benim kardeşim benden daha muhtaçtır´ deyip başkasına gönderdi. Böylece onların herbirisi o kelleyi diğerine gönderiyordu. Sonunda, kelle yedi evi dolaşıp yine birinci eve döndü. Hz. Ali, hicret gecesinde Hz. Peygamber´in yatağında uyudu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Cebrâil ile Mikâil´e vahy göndererek ´Ben ikinizi kardeş yaptım ve birinizin ömrünü diğerinizin ömründen daha uzun kıldım! Hanginiz arkadaşına uzun ömrünü bahşedecek?´ dedi. Bunun üzerine herbiri kendisinin daha uzun yaşamasını istedi. ALLAH Teâlâ onlara vahy göndererek ´Siz Ali b. Ebî Tâlib gibi olamazsınız? Onunla peygamberim Muhammed´i kardeş yaptım, O, Hz. Peygamber´in yatağında yattı. Nefsini ona feda etti. Onun yaşamasını seçti. Bu bakımdan ikiniz de yeryüzüne inin. Onu düşmanından koruyun´ dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s) Hz. Ali´nin baş ucunda, Mikâil de ayak ucunda nöbet beklediler. Cebrâil (a.s) dedi ki: ´Ey Ebu Tâlib´in oğlu! Aferin senin gibisine! ALLAH Teâlâ seninle meleklere karşı iftihar ediyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti gönderdi. İnsanlardan öylesi de var ki canını, ALLAH´ın rızasını kazanmaya satar. ALLAH da kullarına çok merhamet edicidir.(Bakara/207) Ebu Hasan el-Antakî´den şöyle rivayet ediliyor: Bu zâtın yanında otuz küsur şahıs toplandı. Horasan şehirlerinden Rey şehrine yakın bir köyde kalırlardı. Onların sayılı ekmekleri vardı. Hepsini doyurmazdı. Bunun üzerine ekmekleri parçaladılar. Çırayı söndürdüler ve yemeğe oturdular. Yemek yenildikten sonra sofranın olduğu gibi kaldığını gördüler. Onların hiçbiri ondan birşey almamıştı. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek için böyle yapmışlardı. Rivayet ediliyor ki, hadîs ilmi´nde emîr´ul-mü´minîn sayılan Şu´be b. Haccac´a bir dilenci geldi. Onun yanında birşey yoktu. Dilenciye vermek üzere evinin tavanından bir mertek çıkarıp verdi. Sonra dilenciden özür diledi. Huzeyfe el-Advî şöyle anlatıyor: Yermuk (Şam´da bir yerdir) savaşında elimde biraz su olduğu halde, yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum ve diyordum ki: ´Eğer amcamın oğlunda bir hayat emaresi varsa, ona su içireceğim ve yüzünü bu su ile sileceğim´. Gezerken amcamın oğlunu gördüm. ´Sana su içireyim mi?´ diye sorunca bana işaret ederek içir dedi. O sırada başka bir kişinin Ah! Su! dediğini işittik. Amcamın oğlu bana ´suyu ona götürüp vermemi´ işaret etti. O kişiye vardım, Hişam b. As olduğunu gördüm. Ona ´Sana su içireyim mi?´ dedim. O sırada başka birinden ah diye bir ses geldi. Hişam, suyu ona götürmemi işaret etti.Ona varınca baktım ki ölmüş. Hişam´a döndüm. Baktım ki o da ölmüş! Amcamın oğluna geldim, baktım ki o da ölmüş! ALLAH´ın rahmeti hepsinin üzerine olsun! Abbas b. Dehka şöyle anlatıyor: "Bişr el-Hafî hariç, hiç kimse dünyaya geldiği gibi, dünyadan çıkmamıştır. Şöyle ki: Hâris hasta yatıyordu. Bir kişi gelip ihtiyacını söyledi. Hâris, gömleğini çıkarıp adama verdi. Emanet olarak gömlek aldı ve o emanet aldığı gömlekle can verdi". Bir sûfîden şöyle rivayet ediliyor: Biz Tarsus´ta bulunuyorduk. Orada bir grup teşkil ettik. Oradan cihada çıktık. Şehirden bir köpek bizim arkamıza takıldı. Kapının dışına çıkınca baktık ki ölü bir hayvan vardır. Bunun üzerine bir tepeye çıkıp oturduk. Arkamıza takılan köpek leşi görünce şehre dönüverdi. Bir saat sonra beraberinde yirmi köpek olduğu halde o leşin yanına geldi. Kendisi bir kenara oturdu. O köpekler leşe daldılar. Onlar leşten yiyorlar, öbür köpek de oturmuş onları seyrediyordu. Leş bitip, sadece kemik kalıp köpekler şehre dönünceye kadar bekledi. O zaman kalkıp kemiklerin yanına geldi. Kalan şeylerden birazcık yedi. Sonra o da gitti. Biz îsâr hakkındaki evliyanın hallerinden bir kısmını Fakr ve Zühd bölümünde zikretmiştik. Burada onları tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Tevfîk ALLAH´tandır. ALLAH´ı razı eden hususta ALLAH´a tevekkül edilir! _______________ 127)İbn Hibban, Zuafâ; Ebu Şeyh, Sevab 128)Beyhâkî, Şuab´ul-İman 129) Müslim, Buhârî 130) İmam Ahmed, (İbn Abbas´tan). ve Hâkim. İmam Ahmed´in rivayetinde Cebrâil ile Mikâil bahsi yoktur. Irakî bu ziyadenin herhangi bir aslına rast-lamadığını kaydeder. İmam Ahmed, hadisin münker olduğunu söylemiştir. |
Cömertlik Hakkında Hikâyeler
Muhammed b. Münkedir, Hz. Âişe´nin hizmetçisi Ümmü Durre84den rivayet ediyor: Muaviye, Hz. Âişe´ye miktarı 180.000 dirhem olan bir malı iki çuvala doldurarak gönderdi. Bunun üzerine Hz. Âişe bir tabak istedi, O tabak ile o malı, ihtiyaç sahipleri-nin arasında taksim etti. Akşamladığı zaman cariyesine ´Benim iftar yemeğimi getir!´ dedi. Cariye kendisine ekmek ile zeytinyağı getirdi. Ümmü Durre, Hz. Âişe´ye ´Bugün taksim ettiğin malın bir dirhemiyle bize iftar etmemiz için biraz et alamaz mıydın?´ dedi. Aişe validemiz ona cevap olarak şöyle dedi: ´Eğer daha önce hatırlatsaydın alırdım!´ Eban b. Osman´dan85 şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi Hz. Ubeydullah b. Abbas´ı zarara sokmak istedi ve Kureyş´in eşrafına gelerek şöyle dedi: ´Ubeydullah sizi bugün öğle yemeğine davet ediyor´ Bunun üzerine Kureyş eşrafı Ubeydullah´a, evini dolduracak kadar akın ettiler. Ubeydullah ´Ne oldu! Bu akının sebebi nedir?´ diye sorunca olay kendisine anlatıldı. Bunun üzerine Ubeydullah bir taraftan meyve satın alınmasını emretti. Öbür taraftan da tirit yapılmasını ve ekmek pişirilmesini emretti. Meyveler misafirlere takdim edildi. Misafirler daha meyveleri bitirmeden sofralar kuruldu. Onlar doyasıya yediler. Ubeydullah vekillerine ´Bu sofralar hergün bizde var mı?´ dedi. Onlar ´Evet!´ deyince, Ubeydullah ´O halde bunlar hergün bizde öğle yemeği yesinler´ dedi. Mus´ab b. Zübeyr şöyle anlatıyor: Muaviye hacca geldi. Hacdan dönerken Medine´den geçti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, Hz. Hasan´a ´Muaviye´yi karşılama ve ona selâm verme!´ diye tenbih etti. Muaviye Medine´den çıkınca Hz. Hasan dedi ki: ´Bizim bir borcumuz vardır. Mutlaka onun ödenmesi için Muaviye´ye gitmemiz gerekir´ dedi ve bir hayvana binerek Muaviye´ye yetişti. Ona selâm verdi. Borcunu haber verdi. Bu esnada Muaviye´nin yanından, yükü 80.000 dinar olan bir deveyi geçirdiler. Deve yorulmuş, diğer develerden geri kalmıştı. Bir grup insan deveyi sürüyordu. Muaviye ´Bu, ne devesidir?´ diye sordu. Kendisine hâdise anlatıldı. Bunun üzerine ´Deveyi yüküyle beraber Ebu Muhammed´e (Hz. Hasan´a) verin!´ dedi. Vâkıd b. Muhammed el-Vâkıdî86 babasından şöyle rivayet ediyor: Babam, Halife Me´mun´a, bir dilekçe takdim etmiş, borcunun çokluğundan ve borçlu kalmak hususunda sabrının azaldığından bahsetmiş. Me´mun, arzuhalinin arkasına şunları yazmış: "Sen öyle bir kişisin ki sende iki haslet birden vardır: ´Senin elindeki serveti tüketen cömertliktir. Derdini bize anlatmaktan seni meneden hayâ´dır. Ben sana 100.000 dirhem yerilmesini emrettim. Eğer ihtiyacına cevap verecek miktarı tahsis etmişsem, elinin yaymasını fazlalaştır. Eğer verdiğim ihtiyacını karşılamazsa, suçun sana aittir. Çünkü sen babam Harun Reşid´in kadısı iken, bana Muhammed b. İshak´tan, o da Zührî´den, o da Enes´den, Hz. Peygamber´in Zübeyr b. Avvam´a şöyle dediğini rivayet etmiştin: ´Ey Zübeyr!87 Bil ki kulların rızık anahtarları arşın karşısındadır. ALLAH Teâlâ her kulun nafakası nisbetinde ona rızık gönderir. Bu bakımdan çok infak edene çok, az infak edene az gönderir´.88 Sen benden daha iyi bilirsin!" Vakıdî der ki: ´ALLAH´a yemin olsun. Me´mun´un, benimle bu hadîs-i şerifi müzakere etmesi bana verilen 100.000 dirhemlik caizeden daha sevimli geldi bana!´ Bir kişi Hasan b. Ali´den bir ihtiyacının giderilmesini diledi. Hz. Hasan şu cevabı verdi: ´Ey kişi! Dilediğinin hakkı yanımda pek büyüktür. Sana gerekeni biliyor olmam, benim için daha ağır oldu. Elim sana lâyık olanı vermekten aciz... ALLAH için ne kadar verilirse azdır. Benim şu anda mülk ve tasarrufumda bulunan mal, senin şükrünü ifa etmek için senindir. Eğer sen bu mümkün olanı kabul eder, şu eziyetin yükünü benden kaldırır, gereken hakkından dolayı gösterdiğin ihtimamdan beni kurtarırsan, sana bütün malımı veririm´. Bunun üzerine kişi dedi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Kabul eder ve atiyene karşı teşekkür ederim. Kabul etmemek bana ağır gelir!´ Bunun üzerine Hz. Hasan vekilini çağırdı. Zarurî nafakalar hakkında vekille hesaba girişti. Bütün zarurî nafakalarını ortaya koyduktan sonra vekile şu emri verdi: ´Üçyüz bin dirhemden artanı getir!´ Bunun üzerine vekil 50.000 dirhem getirdi. Hz. Hasan vekile ´Beşyüz dinarı ne yaptın?´ Vekil Yanımdadır!´ dedi. Hz. Hasan ´Onu da getir!´ diye emir verdi. Hz. Hasan, hamalların ücretini ödemek için abâsını da verdi. Bunun üzerine köleleri ve hizmetçileri Hz. Hasan´a ´ALLAH´a yemin olsun! Bizim yanımızda bir dirhem dahi kalmadı´ dediler. Hz, Hasan ´Ümit ederim ki ALLAH katında bu benim için büyük bir ecir olur!´ dedi. Basra´nın kurraları Basra valisi İbn Abbas´ın huzurunda toplanıp şöyle dediler: ´Bizim bir komşumuz var. Gündüzleri oruçlu, geceleri âbiddir. Her birimiz onun gibi olmak istiyoruz. Bu kişi kızını kardeşinin oğluyla evlendirdi. Fakat yeğeni fakirdir. Kızının çeyizini yapacak gücü yoktur. Onun için yardım et!´ Bu söz üzerine İbn Abbas kalktı. Ellerinden tutarak onları evine götürdü. Bir sandık açtı. Sandıktan altı yığın (kese) para çıkardı. Onlara ´Bunları götürün!´ dedi. Onlar da parayı alıp götürdüler. Daha sonra İbn Abbas ´Biz o kişiye iyilik yapmadık. Onu oruç ve ibâdetinden alıkoyacak şeyler verdik. O malı geri getirin. Biz kızın çeyizini temin etmekle ona yardımcı olalım. Dünyanın, ALLAH´ın kullarından birini, ALLAH´a ibâdetinden meşgul edecek kadar değeri yoktur! ALLAH´ın velî kullarına hizmet etmekten bizi alıkoyan kibir ve gurur da bizde yoktur´ dedi. İbn Abbas da, kurralar da dediklerini yaptılar. Hikâye olunuyor ki; Mısır´da halk kıtlığa yakalandı. Onların emiri Abdülhamid b. Sa´d idi. Abdülhamid dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim! Ben kendisine düşman olduğumu şeytana bildireceğim!´ Bu bakımdan gıda maddelerinin fiyatları normale dönünceye kadar Abdülhamid, Mısırlı fakirleri kesesinden besledi. Sonra emîrlikten ayrıldı. Borçlarının karşılığında hanımlarının ziynetlerini rehin bıraktı. O ziynetlerin kıymetleri beş milyon dirhemdi. Ziynetleri tüccarların elinden borçlarını ödemek suretiyle alması zorlaştığı zaman ziynetleri satmalarını, haklarından fazla kalan parayı daha önce ikramına mazhar olmayan fakirlere dağıtmalarını yazdı. Şii olan Ebu Tahir b. Kuseyr´e bir kişi ´Ali b. Ebî Tâlib´in hakkı için, senin filan filan yerdeki hakkını bana hibe et!´ dedi. Bunun üzerine Ebu Tahir kişiye ´Onu sana verdim. Ali´nin hakkıyla yemin ederim, ondan sonra gelen yeri de sana veriyorum´ dedi. Oysa kendiliğinden verdiği yer, kişinin istemiş olduğu yerin birkaç misliydi. Ebu Mes´ud kerîm birisiydi. Şairlerden bazıları onu medhetti. Kendisini öven şaire dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim, benim yanımda sana verecek bir şeyim yok! Fakat beni yakamdan tut! Kadı´nın huzuruna götür. Bende 10.000 dirhem alacağının olduğunu iddia et! Ben de ´Evet! Borçluyum´ diyeyim. Sonra bu borcun karışlığmda hapsedilmemi iste! Çünkü böyle yaptığın takdirde, aile efradım 10.000 dirhem için beni hapiste bırakmazlar´. Şair, onun dediği gibi yaptı. Akşama kadar şaire 10.000 dirhem verildi ve Ebu Mes´ud hapisten çıkarıldı. Muan b. Zaid89 Basra´da yukarı ve aşağı Irak´ın valisi idi. Bir şair kapısına geldi, bir müddet bekledi. Muan´ın huzuruna girmek istedi. Fakat bir türlü buna muvaffak olamadı. Birgün Muan´ın bazı hizmetçilerine dedi ki: ´Emîr bahçeye indiği zaman onu bana göster!´ Emîr bahçeye indiği zaman hizmetçi kendisine haber verdi. Bunun üzerine şair bir tahta parçasına bir şiir yazdı. Tahtayı bahçeye akan suya attı. Muan, suyun başında duruyordu. Tahtayı görünce aldı, okudu. Baktı ki içinde şunlar yazılıdır: ´Ey Muan´ın cömertliği! Benim ihtiyacımı Muan´a gizlice söyle! Çünkü senden başka Muan´ın yanında benim için şefaat edecek bir kimse yoktur!´ Muan ´Bu şiirin sahibi kimdir?´ dedi. Bunun üzerine kişi Muan´ın huzuruna çağrıldı. Muan adama ´Şiiri nasıl söyledin?´ dedi. Adam şiiri okudu. Bunun üzerine Muan, on kese verilmesini emretti, kişi bunları aldı. Vali o odun parçasını minderinin altına bıraktı. İkinci gün onu oradan çıkardı, okudu ve o kişiyi tekrar çağırdı. Ona 100.000 dirhem verdi, kişi bu 100.000 dirhemi aldığı zaman valinin bunu kendisinden geri alabileceğinden korkarak çıkıp gitti! Üçüncü gün şiiri tekrar okudu ve onu çağırdı, fakat şair arandı, bulunamadı. Bunun üzerine Muan dedi ki: ´Hazinemde bir dirhem ve dinar kalmayıncaya kadar ona vermek benim boyn-mun borcu olmuştur!´ Ebu Hasan el-Medainî90 şöyle demiştir: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Câfer beraberce hacca gittiler. Ağırlıkları kendilerinden daha önce gittiği için acıktılar ve susadılar. Çadırında oturan bir kocakarının yanından geçtiler. Kadına ´su var mı?´ diye sorunca ´Evet, var!´ cevabını aldılar. Bunun üzerine develerini çöktürdüler. Çadırın bir tarafında kadının zayıf bir koyunu vardı. Kadın onlara ´Şu koyunu sağın, sütünü için!´ dedi. Onlar bunu yaptılar. Sonra kadına dediler ki: ´Yemek var mı?´ Kadın ´Hayır! Bu koyundan başka yiyecek bir madde yok! Fakat bu koyunu biriniz kessin ki size yiyecek hazırlayayım!´ dedi. Onlardan biri koyunu kesti, yüzdü. Kadın onlara yemek hazırladı. Hava serinleyinceye kadar orada durdular. Giderken kadına dediler ki: ´Biz Kureyşteniz. Bu tarafa (Ka´be´ye) gitmek istiyoruz. Sağ sâlim Medine´ye döndüğümüz zaman, yanımıza gel, sana iyilik yapacağız!´ Sonra gittiler. Hanımın kocası gelince, ona olanları anlattı. Bunun üzerine kocası öfkelendi ve kadına dedi ki: ´ALLAH senin belanı versin! Tanımadığın bir gruba benim koyunumu nasıl keser ve sonra da ´Kureyş´ten birkaç kişiydi´ dersin?´ Bir müddet sonra, zaruret o karı-kocayı Medine´ye gelmeye zorladı. Karı koca Medine´ye geldiler. Hayvan dışkılarını toplayıp, satıyorlar ve onun parasıyla yaşıyorlardı. Birgün kadın Medine´nin bir sokağından geçti. O anda Hz. Hasan kapısında duruyordu. Kadını tanıdı. Fakat kadın kendisini tanımadı. Hizmetçisini göndererek kadını çağırdı. Kadına dedi ki: ´Ey ALLAH´ın sevgili kulu! Beni tanıdın mı?´ Kadın ´Hayır! Seni tanımıyorum!´ deyince, Hz. Hasan ´Ben filan filan günde senin misafirin olmadım mı?´ dedi. Kadın ´Annem babam sana feda olsun! Sen o musun?´ dedi. Hz. Hasan ´Evet! Ben oyum!´ dedi. Sonra Hz. Hasan zekât koyunlarından kadın için bin koyun satın alınmasını emretti. Bunlarla beraber kadına bin dinar verdi ve kadını hizmetçisiyle beraber kardeşi Hz. Hüseyin´e gönderdi. Hz. Hüseyin kadına ´Ağabeyim sana ne kadar verdi?´ diye sordu. Kadın ´Bin koyun, bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de kadına o kadar verilmesini emretti. Sonra kadını hizmetçisiyle beraber Abdullah b. Câfer´e gönderdi. Abdullah ´Hasan ile Hüseyin sana ne kadar ikramda bulundu?´ dedi. Kadın ´İki bin koyun, iki bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah (r.a) kadına iki bin koyun, iki bin dinar verilmesini emretti ve dedi ki: ´Eğer benden başlamış olsaydın onların ikisini de yorardım!´ Kadın kocasına dört bin koyun ve dört bin dinarla döndü! Abdullah b. Amr b. Kureyz camiden çıkıp evine giderden Sakif kabilesinden bir çocuk ayağa kalktı. Onun yanına gitti. Abdullah çocuğa ´Senin bir ihtiyacın mı var?´ dedi. Çocuk ´Senin salâh (iyilik) ve felâhını (kurtuluşunu) istiyorum. Senin tek başına yürüdüğünü görünce seninle beraber yürüyüp, seni korumayı düşündüm. Sana bir kötülük dokunmasından ALLAH´a sığınırım!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah çocuğun elinden tuttu. Onu evine götürdü. Sonra bin dinar istedi. Çocuğa verdi ve dedi ki: ´Ailen seni güzel terbiye etmiş. Bu parayı infak et!´ Hikâye ediliyor ki, Araplardan bir kavim, cömert birinin kabrini ziyaret etmeye geldiler. Kabrinin yanında konaklayıp geceledi-ler. Kendileri uzun bir mesafeden geliyorlardı. Onlardan biri, rüyasında kabir sahibini gördü. Kabir sahibi kendisine şu teklifte bulundu: ´Sen deveni benim devemle değiştirir misin?´ Cömert olan kabir sahibi arkasında bir deve bırakmıştı. Onunla mâruf ve meşhur idi. Rüya gören kişinin de semiz bir devesi vardı. Kişi, kabir sahibine ´Evet! Değiştiririm´ dedi ve rüyada deveyi onun devesiyle takas yaptı. Aralarında akid olunca kabir sahibi deveye doğru gitti ve deveyi kesti. Deve sahibi rüyasından uyanınca devesinin göğsünden kan aktığını gördü. Kalkıp deveyi kesti, etini taksim etti. Pişirdiler ve sonra göç edip, gittiler. İkinci gün yoldayken onları bir kervan karşıladı. Kervanın içinden biri bunlara ´Sizden filan oğlu filan kimdir?´ dedi. Deve sahibinin ismini söyledi. Bunun üzerine deve sahibi ´O sorduğun kimse benim!´ dedi. Soran adam deve sahibine ´Sen filan oğlu filana (kabir sahibini kastediyor) birşey sattın mı?´ dedi. Deve sahibi ´Evet! Ben devemi rüya âleminde onun devesiyle takas yaptım!´ dedi. Soran ´O halde bu onun devesidir, buyurun!´ diye deveyi takdim ettikten sonra şöyle devam etti: ´O ka-bir sahibi benim babamdır. Onu rüya âleminde gördüm. Bana dedi ki: "Eğer oğlum isen benim devemi filan oğlu filana götür diyerek senin ismini de zikretti" dedi. Kureyşten bir kişi seferden geldi. Yol kenarında oturan bir bedevinin yanından geçti. O bedevi hastalıktan halsiz düşmüştü. Bedevi misafire şöyle seslendi: ´Ey kişi! Zamanın felâketlerine karşı bize yardım et!´ Bunun üzerine misafir, hizmetçisine dedi ki: ´Seninle beraber kalan nafakayı bu adamcağıza ver!´ Bu söz üzerine, hizmetçi, bedevinin kucağına dört bin dirhemi döküverdi. Bedevi gitmek istedi. Fakat zayıflıktan kalkamadı, ağladı. Misafir kendisine ´Seni ağlatan nedir? Acaba bizim verdiğimizi az mı gördün?´ dedi. Bedevi ´Hayır!´ dedi ve devamla ´Fakat ben toprağın senin kereminden (iskeletini kastediyor) yiyeceğini hatırladım da o beni ağlattı!´ dedi, Abdullah b. Amr, Hâlid b. Ukbe b. Ebî Müeyyed´den çarşıdaki evini 90.000 dirheme satın aldı. Geceleyin Hâlid´in aile efradının ağlamasını işitti. Hanımına ´Bunlar niçin ağlıyorlar?´ diye sordu. Hanımı dedi ki: ´Sana satılan evleri için ağlıyorlar?´ Bunun üzerine Abdullah hizmetçisine ´Git onlara söyle! Hem verdiğim mal, hem de ev onlarındır!´ dedi. Harun Reşid, İmam Mâlik´e beşyüz dinar gönderdi. Bu haber Leys b. Sa´d´ın91 kulağına gitti. Leys bunun üzerine İmam Mâlik´e bin dinar gönderdi. Harun Reşid bu olaya kızarak, Leys´e ´Nasıl olur? Ben ona beşyüz dinar veriyorum, sen ise bin dinar! Oysa sen benim halkımdan bir fertsin´ dedi. Bunun üzerine Leys şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Benim mahsulümden hergün bin dinarlık kâr geliyor. Bu bakımdan ben İmam Mâlik gibi bir insana günlük gelirimden azını vermiş olmaktan utandım!´ Hikâye olunuyor ki Leys´in günlük geliri bin dinar olmakla beraber kendisine zekât vâcib olmamıştır. (Yani malını elinde tutmamıştır). Bir kadın, Leys b. Sa´d´dan biraz bal istedi. Leys, kadına bir tulum dolusu bal verilmesini emretti. Kendisine denildi ki: ´Kadın bundan azıyla kanaat ediyor!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´O ihtiyacı kadarını istedi. Biz de bize verilen nimet oranında verelim!´ Leys b. Sa´d, üçyüz altmış fakire sadaka vermeden birgün bile konuşmazdı. A´meş92 der ki: "Yanımda bulunan bir koyun hasta oldu. Hayseme b. Abdurrahman93 sabah akşam koyunu kontrol edip bana ´Koyun bugün yemini aldı mı?´ diyordu. Çocuklar, koyunun sütünü kaybettiklerinden beri zor durumda kalmışlardı. Benim altımda, üzerinde oturduğum bir keçe vardı. Hayseme her gelip gittiğinde, bana ´Keçenin altındakini al!´ diyordu. Öyle ki koyunun hastalığı müddetince üç yüz dinardan fazla bana para verdi. Hatta koyunun hiç iyileşmemesini temenni ettim". Abdülmelik b. Mervan, Esma b. Harice´ye94 dedi ki: ´Senin hakkında bazı hasletler işittim! Onları bana söyler misin?´ Esma ´Bu hasletleri başkasından dinlemen, benden dinlemenden daha güzeldir´ dedi. Abdülmelik ´O hasletleri bana söylemeni sana emrediyorum!´ dedi. Bunun üzerine Esma, söze başlayarak şöyle dedi: ´Ey mü´minlerin emiri! Ben hiçbir arkadaşımın huzurunda ayaklarımı uzatmış değilim! Bir yemeği yapıp ona bir kavmi davet ettiğimde bu hususta benim onlara yapacağım minnetten daha fazlasını onlar bana yapmış olurlar. Hiç kimse yoktur ki yüzünü çevirip benden birşey istemiş olsun da ona vermiş olduğumu çok görmüş olayım!´ Said b. Hâlid,95, Süleyman b. Abdülmelik´in huzuruna girdi. Said cömert bir kimseydi. Yanında birşey bulunmadığı zaman kendisinden mal isteyen bir kimseye bir borç senedi verirdi. Maaşı çıkınca o borcu öderdi. Süleyman ona baktığı zaman şu şiir ile temsil getirdi: - Ben sabahla beraber bir çağırıcıyı dinledim. Şöyle sesleni-yordu: ´Ey çok yardımcı olan kişiye yardım eden neredesin?´ -Senin ihtiyacın nedir? -Benim borcum var. -Ne kadar? -Otuz bin dinar! -Senin borcun ve onun kadarı da senin olsun! Denildi ki, Kays b. Sa´d b. Ubade hastalandı. Arkadaşları ziya-retini tehir ettiler. Bunun üzerine kendisine denildi ki: ´Onlar sana borçlu oldukları için utanıp gelmiyorlar!´ Bunun üzerine Kays şöyle dedi: ´Arkadaşları ziyaretten meneden bir malı ALLAH rezil eder (etsin!)´ Sonra bir tellâle emir verdi, tellâl şöyle çağırdı: ´Kaysın kimde alacağı varsa, bağışlanmıştır!´ Râvi der ki: ´O gün Kays´ı ziyaret edenlerin çokluğundan ötürü Kays´ın merdiveni kırıldı´. Ebu İshak´tan şöyle rivayet ediliyor: Sabah namazını Kûfe´de, Eşas06 mescidinde kıldım. Bir borçlumu arıyordum. Namaz kıldıktan sonra önüme bir elbise ile bir çift ayakkabı konuldu. Getirene dedim ki: ´Ben bu mescidin ehlinden değilim. Bunları neden bana veriyorsun?´ Bana dediler ki: ´Eşas b. Kays el-Kindî, akşamleyin Mekke´den geldi. Camide namaz kılan herkese bir elbise ile bir çift ayakkabı verilmesini emretti´. Şeyh Ebu Sa´d Harkuşî Nisaburî97 Muhammed b. Muhammed´den şöyle rivayet ediyor: Mekke-i Mükerreme´de mücavir olarak bulunan Şâfiî şöyle anlattı: ´Mısır´da fakirler için birşeyler toparlamakla bilinen bir kişi vardı. Fakirlerden birinin çocuğu doğdu. Çocuğun babası fakirlerin haline bakan adama geldi ve kendisine bir çocuğunun doğup dünyaya geldiğini haber verdi. Çocuğa bakmak için yanında birşey olmadığını söyledi. Adam onunla beraber gitti. Bir cemaatin huzuruna girdi. Fakat hiçbir şey alamadı. Bir kabrin yanına gelerek orada oturdu ve şöyle seslendi: ´ALLAH senden razı olsun. Sen iyilik yapar ve verirdin. Ben bugün bir cemaatin yanma girip çıktım. Yeni doğan bir çocuğa birşeyler vermeyi teklif ettim. Hiçbir şey alamadım!´ Çocuğun babası der ki: Sonra kabrin yanından kalktı. Bir dinar çıkardı. Onu ikiye böldü. Yarısını bana verdi ve dedi ki: ´Eline birşey geçinceye kadar bu senin boynuna borç olacaktır!´ Bunun üzerine parayı aldım gittim. Mümkün olan şeyleri satın aldım. O gece o zat, kabir sahibini rüyasında görmüş. Kabir sahibi ona ´Senin bütün dediğini dinledim. Fakat cevap vermek için bize izin yok. Lâkin evime git. Çocuğuma söyle! Ocak yerini kazsınlar. Orada bir dağarcık vardır. İçinde beşyüz dinar vardır. Onu al! Çocuğun babasına götür, teslim et!´ Sabah olduğu zaman kişi ölünün evine gitti, onlara hikâyeyi anlattı. Kendisine otur dedikten sonra denilen yeri kazdılar, paraları çıkardılar ve paraları getirip adamın önüne koydular. Adam dedi ki: ´Benim rüyamın hükmü yoktur. Bu mal sizindir!´ Bunun üzerine onlar dediler ki: ´O ölü iken cömertlik yapar da biz diri iken nasıl cömertlik yapmayız´ ve paraları alması için ısrar ettiler. Bunun üzerine adam paraları alıp çocuğun babasına getirdi. Macerayı kendisine anlattı. Çocuğun babası onların içinden bir dinar aldı. Onu ikiye böldü. Kendisine borç vermiş olduğu yarım dinarı iade etti ve diğer yarıyı yanında bıraktı. Parayı getirene ´Bu bana kâfidir, geri kalan parayı götür fakirlere sadaka ver!´ dedi. Ebu Said der ki: ´Ben bu kişilerin hangisinin daha cömert olduğunu bilmiyorum´. Rivayet ediliyor ki İmam Şâfiî, Mısır´da ölüm hastalığına tutulduğu zaman şöyle demiştir: ´Filan adama söyleyin beni yıkasın!´ Vefat edince adamın kulağına İmam Şâfiî´nin ölüm haberi geldi. Bunun üzerine adam gelip orada hazır bulundu ve şöyle dedi: ´Hazretin geride bıraktığı tezkereyi (hesap defterini) bana getiriniz!´ Tezkereyi getirdiler. Baktı ki, Şâfiî´nin boynunda yetmiş bin dirhem borç var. O borcu kendi üzerine aldı ve ödedi. Sonra da dedi ki: ´İşte benim onu yıkamamın mânâsı budur!´ Ebu Said şöyle anlatıyor: Mısır´a geldiğim zaman İmam Şâfiî´ye bu iyiliği yapanın evini sordum. Evi bana gösterdiler. Onun ahfadından bir grup gördüm. Onları ziyaret etim. Onlarda hayırlı simalar gördüm. Faziletin eserlerini müşahede ettim ve dedim ki: ´O zatın hayır hususundaki eseri bunlara yetişmiş, bereketi bunlarda tebellür etmiştir´. Bunu da ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle istidlâl ederek söyledi: O kişinin babaları sâlih bir kimseydi.(Kehf/82) İmam Şâfiî şöyle demiştir: "Ben daima Hammad b. Ebî Süleyman´ı severim. Çünkü ondan benim kulağıma şöyle birşey geldi: O birgün merkebine binmiş olduğu halde iken merkep onu salladı. Bunun üzerine düğmesi koptu. Bir terzinin yanından geçerken, düğmesini diktirmek için inmek istedi. Terzi onu görünce ´ALLAH´a yemin ederim, sen inmeyeceksin!´ dedi. Terzi bizzat yanına gitti, onun düğmesini dikip düzeltti. Hammad terziye, içinde on dinar bulunan bir kese uzatıp teslim etti ve terziden verdiğinin azlığından dolayı özür diledi". İmam Şâfiî kendi nefsi için de şu şiiri okudu: Ey kalbimin hasreti! Bir mal için ki o mal ile mürüvvet ehlinden fakir olanlara cömertlik yapacaktım! Muhakkak ki bana gelip yanımda olmayanı benden isteyen için özür dilemem, musibetlerden biridir. Rebî b. Süleyman´dan şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi İmam Şâfiî´nin üzengisini tuttu, İmam Şâfiî talebesi Rebî´ye dedi ki: ´Bu kişiye dört dinar ver ve benden dolayı kendisinden özür dile!´ Rebî, Humeydî´den şöyle rivayet ediyor: ´Şâfiî, Yemen´in San´a şehrinden Mekke´ye 10.000 dinarla geldi. Mekke´nin dışında bir yerde çadırını kurdu. O 10.000 dinarı bir elbise üzerine serdi. Sonra kendisinin yanına gelene o dinarlardan bir avuç alıp veriyordu. Öğle namazını kılıncaya kadar böyle devam etti. Öğleyin elbiseyi üzerinde birşey olmadığı halde silkti´. Ebu Sevr´den şöyle rivayet edilir: Şâfiî, beraberinde mal olduğu halde, Mekke´ye gitmek istedi, cömertliğinden dolayı elinde az şey tutabilirdi. Bunun üzerine kendisine ´Bu mal ile sana ve senden sonraki çocuklarına yetecek bir akar almalısın!´ dedim. İmam Şâfiî çıkıp gitti. Sonra dönüp bize geldiğinde o malı ne yaptığını sorunca şöyle dedi: ´Mekke´de bir akar bulamadım ki onu satın almak imkânım olsun! Çünkü ben Mekke´nin esasını biliyorum. Mekke´nin çoğu vakfedilmiştir. Ancak ben Mina´da bir konak yeri inşa ettim. Orası arkadaşlarımız hacca gittikleri zaman onlara konak olsun!´ İmam Şâfiî nefsi için şu şiiri inşa etmiştir: ´Nefsimi görüyorum ki bir kısım şeylere isteklidir. Oysa o şeyleri elde etmeye malım yetişmez. Bu bakımdan benim nefsim cimrilikten dolayı bana itaat etmez. Benim malım da beni yaptıklarıma ulaştırmaz´. Muhammed b. Ubbad el-Muhallebî şöyle anlatıyor: Babam, Me´mun´un huzuruna girdi. Me´mun babama yüz bin dirhem caize verdi. Babam onun yanından kalkıp o parayı sadaka olarak dağıttı. Bu haber Me´mun´un kulağına gittiği zaman babamı huzuruna çağırdı ve bu hususta babamı kınadı. Babam ona şöyle dedi: ´Mevcut olanı vermemek, ALLAH hakkında su-i zan etmek demektir´. Bunun üzerine Me´mun kendisine yüz bin dirhem daha verdi. Adamın biri Said b. As´ın yanına vardı. Said´den para istedi. Said ona 100.000 dirhem verilmesini emretti. Adam ağladı. Said adama ´Seni ağlatan nedir?´ dedi. Adam ´Toprağın senin gibi bir insanı yiyeceği için ağlıyorum´ dedi. Said adama 100.000 dirhem daha verilmesini emretti. Ebu Temam98, İbrahim b. Şekele´nin huzuruna, İbrahim´i öven birkaç kişiyle girdi. İbrahim hastaydı. İbrahim, şair Ebu Temam´m medhiyesini kabul etti. Teşrifatçısına, şairin şanına yakışır şekilde ikramda bulunulmasını emretti ve dedi ki: ´Umarım ki ben hastalığımdan kalkıp onu mükâfatlandırırım´. Bunun üzerine şair orada iki ay durdu. Uzun durmak şairi sıktı. Şair, İbrahim´e mektup yazarak şöyle dedi: Muhakkak ki bizim medhiyemizi kabul etmek ve umulan caizeyi vermemek, alışverişte malın bedelini aynı anda ödememenin haram olduğu gibi haramdır! Bu iki beyit, İbrahim´in eline ulaştığı zaman vezirine ´Şair ne zamandan beri burada bulunuyor?´ diye sordu, vezir ´İki aydan beri!´ dedi. İbrahim ´O halde şaire otuz bin dirhem ver ve bana da divit ile kalem getir!´ dedi. İbrahim şaire şunu yazdı: Sen bizi aceleciliğe sevkettin. İşte sana acele olan atiyyemiz az geldi. Eğer bize mühlet verseydin az vermezdik. Bu bakımdan sen azı al ve sanki şiir söylememiş gibi ol! Biz de deriz ki; sanki şaire hiçbir şey vermedik! Rivayet ediliyor ki Hz. Osman´ın Hz. Talha´dan 50.000 dirhem alacağı vardı. Hz. Osman birgün camiye çıkınca Talha kendisine ´Senin malın hazırlanmıştır, götürebilirsin!´ dedi. Hz. Osman, Hz. Talha´ya ´Ya Ebu Muhammed! O mal senin olsun. Mürüvvetine karşı sana bir yardım olsun!´ dedi. Su´da binti Avf99 şöyle anlatıyor: Hz. Talha´nın evine gittim, ağır bir hastalığa tutulmuştu ve üzülüyordu. Kendisine ´Neden böyle sıkılıyorsun?´ deyince, şöyle dedi: ´Benim yanımda birçok mal birikmiş ve bu beni üzüyor!´ Dedim ki: ´Neden seni üzüyor? Kavmini çağır ve dağıt!´ Bunun üzerine hizmetçisine ´Kavmimi çağır ve bu malı onlara taksim et!´ dedi. Hizmetçi ´Ne kadar dağıtayım?´ dedi. Talha ´Dörtyüz bin dirhem´ dedi. Bir bedevi Hz. Talha´ya geldi ve merhametini çekecek şekilde kendisine yalvardı. Bunun üzerine Hz. Talha şöyle dedi: ´Senden önce hiç kimse bana bu şekilde yalvarmış değildir. Benim bir arazim vardır. Osman (r.a) bana 300.000 dirhem verdiği halde yine vermemiştim. İstersen o arazi senin olsun. Dilersen onu Osman´a satıp parasını sana vereyim!´ Adam ´Parasını istiyorum!´ dedi. Bunun üzerine Talha, arazisini Hz. Osman´a sattı ve parayı adama verdi. Deniliyor ki, Hz. Ali birgün ağladı. Kendisine ´Seni ağlatan nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Yedi günden beri bana misafir gelmedi. Korkuyorum ki, ALLAH Teâlâ beni rezil etmiş olsun!´ Adamın biri bir dostunun yanına gelip kapısını çaldı. Dostu ´Seni gelmeye zorlayan nedir?´ diye sorunca kişi şöyle dedi: ´Benim boynumda dörtyüz dirhem borç vardır!´ Bunun üzerine ev sahibi dörtyüz dirhemi tartıp adama teslim etti. Eve dönünce ağladı. Hanımı ´Madem ki para vermek sana zor geliyor, neden verdin?´ diye sorunca şu cevabı verdi: ´Ben bu dostumun halini sormadığımdan, onu gelip benden para istemeye mecbur ettiğimden ötürü ağlıyorum!´ ALLAH bu sıfatlara sahip olan kimseden râzı olsun ve böyle kim-selerin günahlarını bağışlasın! ______________________ 85)Eban b. Osman b. Affan Medinelidir, güvenilir bir zattır. H. 105 senesinde vefat etmiştir. 86)Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer Eslemi´dir Hârun Reşid tarafından Bağdad kadılığına tayin olunmuştur. H. 130´da doğmuş, 207´de vefat etmiştir. 87)Cennetle müjdelenenlerden biridir. 88)Dârekutnî 89)Şeyban kabilesindendir ve cömertliğiyle meşhurdur. 90)Adı Ali b. Muhammed b. Abdullah b. Ebi Seyf el-Medâinî´dir Meşhur eserlerin sahibidir. Mekke´de H. 224´de vefat etmiştir. Öldüğünde 93 yaşında idi. 91)İmam Mâlik ayarında olan bu zatın adı Ebu Hâris Fehmî el-Mısrî´dir. 92)Kûfeli Mehram´m oğlu Süleyman´dır. 93)Bu zatın hem babası, hem de dedesi sahâbedendir. Ca´fî kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. 94)Esma b. Hârice b. Hasın b. Huzeyfe b. Bedr el-Fazzârî´dir. Uyeyne b.Hısn´ın yeğenidir. Babası da, amcası da ashâbdandır. 95)Adı Said b. Hâlid b. Amr b. Osman b. Affan´dır. 96Adı Eşas b. Kays b. Madî Kerib el-Kindî´dir. Ashabdandır Künyesi Ebu Muhammed´dir. Zengin ve cömertti. H. 40´da vefat etmiştir. 97)Adı Ebu Said Abdülmelik b. Muhammed b. İbrahim´dir. H. 406´da Nisabur´da vefat etmiştir. 98)Adı EbûuTemam Habib b. Evs b. Evs b. Hâris b. Kays´dır. Tâi kabilesin- den olan bu zat meşhur bir şairdir. H. 281´de vefat etmiştir. 99)Cennetle müjdelenen Hz. Talha´nın ailesidir. |
Cömertliğin Fazileti
Mal yok ise bu durumda kul için en uygun hareket, kanaat etmek ve az hırslı olmaktır. Eğer mal varsa bu takdirde kulun en uygun hali, başkasını nefsine tercih etmek, cömertlik ve iyilik yapmak ve cimrilikten uzaklaşmaktır. Çünkü cömertlik, peygamberlerin (a.s) ahlâkındandır. Cömertlik kurtuluş esaslarından biridir. Hadîsler Cömertlik, cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Onun dalları yere sarkıtılmıştır. Bu bakımdan onun dallarından birine yapışan bir kimseyi o dal cennete doğru götürür.52 Câbir Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cebrâil, ALLAH Teâlâ´nın şöyle dediğini söyledi: Muhakkak bu (islâm dini) öyle bir dindir ki nefsim için ona razı oldum. O dini ancak cömertlik ve güzel ahlâk ıslah eder. Bu bakımdan siz bu iki hasletle gücünüz yettiği kadar o dine ikramda bulunun, dini güzelleştirin.53 O dine bu iki hasletle -onunla arkadaşlık yaptığınız müddetçe- ikramda bulunun. Hz. Aişe´den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, bir veliyi kendisi için yarattığı zaman güzel ahlâk ve cömertlik üzere yaratır.54 Câbir (r.a) der ki: Hz. Peygamber´i ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle buyurdu: ´Sabır ve cömertlik´55 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: İki ahlâk vardır ki, ALLAH onları sever. İki huy da vardır ki ALLAH onlardan nefret eder. ALLAH´ın sevdiği iki ahlâka gelince, birincisi güzel ahlâk, ikincisi cömertliktir. ALLAH´ın buğzettiği iki ahlâk ise, birisi kötü ahlâk, ikincisi cimriliktir. ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı murad ederse onu insanların ihtiyaçlarını yerine getirmekte kullanır.56 Mikdam b. Şureyh57 babasından, o da babasından rivayet ederek şöyle diyor: "Hz. Peygamber´e ´Beni cennete götürecek bir amele muttali kıl!´ deyince, cevap olarak ´Muhakkak ki yemek yedirmek, selâmı yaymak ve güzel konuşmak mağfireti gerektiren hasletlerdendir´ buyurdu".58 Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu riva-yet eder: Cömertlik, cennette bulunan bir ağaçtır. Cömert olan bir kimse, o ağacın bir dalına yapışmıştır. O dal onu cennete sokuncaya kadar bırakmaz! Cimrilik ateşte biten bir ağaçtır. Cimri olan bir kimse onun dallarından birine tutunmuştur. O dal onu cehenneme sokuncaya kadar bırakmaz.59 Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır. Fazileti, kullarımın şefkatlilerinde arayın ki onların sayesinde yaşayın! Çünkü ben rahmetimi onların kalbine koydum! Şefkati, kalpleri katı olanlardan istemeyin. Çünkü ben onların kalplerine öfkemi koydum.60 İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s,a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimsenin günahından vazgeçin! Çünkü ALLAH Teâlâ bile, o cömert kulu kaydıkça onun elinden tutar.61 Rızık yemek yedirene devenin gırtlağına saplanan bıçaktan daha süratle varır. ALLAH Teâlâ, yemek yedirenle meleklerine karşı öğünür.62 ALLAH cömerttir, cömerdi sever. Güzel ahlâkı sever. Düşük ahlâktan nefret eder.63 Enes (r.a) der ki, Hz. Peygamber (s.a) müslüman olmak muka-bilinde herhangi birşey kendisinden istenirse veriyordu. Bir kişi kendisine geldi ve bir şeyler istedi. Bunun üzerine zekât koyunlarından iki dağın arasını dolduracak kadar koyun verilmesini emretti. Bunun üzerine adam kavmine döndü ve dedi ki: ´Ey kavmim! Müslüman olunuz! Çünkü Muhammed, fakirlikten korkmayan bir kimsenin verdiği gibi veriyor!´64 ALLAH Teâlâ birçok kullarına, kulların faydası için servet ihsan eder. Bu bakımdan kim cimrilik yapar, o faydaları kullara göstermezse ALLAH Teâlâ serveti ondan alır, başkasına devreder!65 El-Hilâlî´den06 şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´in huzuruna Benî Anber67 esirleri getirildi. Onların öldürülmesini emretti. Ancak onlardan bir kişiyi ayırdı. Bunun üzerine Hz. Ali dedi ki: ´ALLAH birdir, din birdir, günah birdir. O halde bu kişiyi onların arasından neden ayırdın?´ Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cebrâil (a.s) bana vahiy getirerek şöyle dedi: ´Bunları öldür! Fakat bunu öldürme! Çünkü ALLAH, bu kişide bulunan cömertlikten dolayı bir teşekkür olsun diye onu affetti´.68 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak herşeyin bir meyvesi vardır. İyiliğin meyvesi de iyilik yapılanı bekletmemek ve hemen ihtiyacını görmektir.69 İbn Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömerdin yemeği deva, cimrinin yemeği hastalıktır.70 ALLAH´ın nimeti kimin katında büyümüşse, halkın nafakası da onun üzerinde büyümüştür.71 Bu bakımdan o nafaka ve zahmeti yüklenmeyen bir kimse kendisine verilen o nimeti zevale maruz bırakmıştır. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ateşin kendisini yemediği şeyden çok edinin´. Kendisine o şeyin ne olduğu soruldu. Cevap olarak İyilik yapmaktır!´ dedi. Hz. Âişe Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder: Cennet cömertlerin evidir.72 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimse ALLAH´a yakındır. İnsana yakındır. Cennete yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri bir kimse de hem ALLAH´tan, hem insandan, hem de cennetten uzak ve cehenneme de yakındır. Câhil bir cömert, ALLAH katında cimri bir âlimden daha sevimlidir. Hastalığın hastalığı cimriliktir.73 İyilik ehli bir kimseye de, iyilik ehli olmayana da iyilik yap! Eğer ehline tesadüf ederse ne âlâ! Eğer ehline tesadüf etmezse muhakkak sen iyilik ehlindesin.74 Muhakkak ki ümmetimin halis kullarından bir grup, cennete namazla, oruçla girmiş değildirler. Fakat cennete nefislerinin cömertliği, gönüllerinin selâmeti ve müslümanlar için yapmış oldukları nasihattan dolayı girmişlerdir.75 Ebu Sâid el-Hudrî Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH (c.c) iyilik için mahlukatından bir grubu hazırlayıp yaratmıştır. Onlara iyiliği ve iyilik yapmayı sevdirmiştir. İyiliği arayanları onlara yöneltmiş, vermeyi onlara kolaylaştırmıştır. Tıpkı kurak bir memlekete yağmur gönder mek sûretiyle o memleketi ve o memleketin halkını dirilttiği gibi..76 Her iyilik sadakadır. Kişinin, kendi nefsine, aile fertlerine infak ettiği herşey kişi için sadaka sayılır. Kişinin, kendisiyle şerefini koruduğu şey, kişi için sadakadır. Kişinin infak ettiği nafakanın yerini doldurmak ALLAH´a düşer.77 Her iyilik sadakadır. Hayra delâlet eden (önderlik yapan) hayır yapan gibidir. ALLAH Teâlâ, mahzun ve sıkıntıda olan kimsenin yardımına koşmayı sever.78 Zengine veya fakire yaptığın her iyilik sadakadır.79 Rivayet ediliyor ki, ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek ´Sâmirî´yi80 öldürme! Çünkü o cömerttir!´ dedi. Cabir der ki, Hz. Peygamber (s.a), Kays b. Sa´d b. Ubade kumandasında bir birlik gönderdi. Bunlar cihad ettiler. Kays onlara dokuz tane binilen deve kesti. Onlar Medine´ye gelince bu hâdiseyi Hz. Peygamber´e naklettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki cömertlik o ailenin ahlâkındandır.81 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ali şöyle demiştir; ´Dünya sana yöneldiği zaman ondan infak et! Çünkü o, infak etmekle yok olmaz. Dünya senden uzaklaştığı zaman ondan infak et! Çünkü o senin elinde kalmaz´. Sonra Hz. Ali şu şiiri okudu: Dünya sana yöneldiği halde onu vermekle cimrilik yapma! Çünkü onu israf ve tebzir eksiltmez! Eğer dünya sana arka çevirirse, o zaman onunla cömertlik yapman daha uygun olur. Çünkü ondan dolayı övülmek, o insana sırt çevirdiği zaman onun halefi olup yerine geçer. Muaviye, Hz. Hasan b. Ali´den mürevvet, necdet ve kerem´in mânâsını sordu. Hasan (r.a) şöyle cevap verdi: ´Mürevvet, kişinin dinini muhafaza etmesi, nefsini sakındırması, misafirine karşı vazifesini güzelce yapması, nefsin kerih saydığı şeyde güzel bir tarzda ilerlemesi demektir. Necdet´e gelince, komşuyu korumak, tehlikeli yerlerde sabır göstermek demektir. Kereme gelince, istenmeden iyilik yapmak, yerinde (kıtlıkta) yedirmek, isteyene vermekle beraber şefkat göstermek demektir´. Bir kişi, Hz. Ali´nin oğlu Hasan´a bir kâğıt uzattı. Hz. Hasan kâğıdı okumadan önce ona ´Senin ihtiyacın görülmüştür!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan´a denildi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Keşke onun kâğıdına baksaydın! Sonra kâğıttaki miktara göre cevap verseydin!´ Hz. Hasan şöyle dedi: ´Onun huzurumdaki duruşunun zilletinden dolayı kâğıdı okuyuncaya kadar bekletirsem ALLAH Teâlâ benden sual sorar´. Muhammed b. Sebih b. Semmet el-Bağdâdî şöyle demiştir: ´Köleleri malıyla satın alıp, hür kimseleri iyiliğiyle satın almayan bir kimsenin aklına şaşarım´. Bedevilere ´Sizin efendiniz kim?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Kim bizim küfretmemize katlanır, dilencimize verir, câhilimize göz yumarsa odur´ dediler. Hz. Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin (r.a) şöyle demiştir: ´Kim malını isteyenlere vermeye niyetleniyorsa o kimse cömert sayılmaz. Cömert o kimsedir ki ALLAH´a ibâdet edenlerden ve ALLAH´ın hukukundan başlar. Buna karşılık teşekkür bile beklemez! Çünkü onun ALLAH´ın sevabına olan yakîni tam ve eksiksizdir´. Hasan Basrî´ye denildi ki: -Cömertlik nedir? -Malınla ALLAH yolunda cömertlik yapman! -Hazım nedir? -ALLAH yolunda malını israftan menetmek! -İsraf nedir? -Riyaset sevgisi için malı infak etmek! Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Akıldan daha iyi bir mal, ce haletten daha büyük bir musibet ve müşavere gibi bir dayanak nok-tası yoktur!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ki ben cevvad ve kerîmim. Alçak bir kimse be-nimle komşuluk yapamaz. Alçaklık küfürdendir. Küfür ehli ise ateştedir. Cevvadlık ve kerem imandandır, iman ehli ise cennettedir. Huzeyfe (r.a) şöyle demiştir: ´Dini hususunda nice fâcir vardır ki maişetinde cömerttir, cennete de cömertliğinden dolayı girer!´ Rivayet ediliyor ki; Ahmed b. Kays bir kişiyi elinde bir dirhem olduğu halde gördü ve şöyle sordu: ´Bu dirhem kimindir?´ Kişi ´Benimdir!´ dedi. Bunun üzerine Ahmed dedi ki: ´Senin elinden çıkmadıkça senin değildir!´ Bu mânâda şöyle denilmiştir: ´Malı elinde tuttuğun zaman sen onun hizmetçisisin. Onu infak ettiğin zaman, mal senin hizmetçindir´. Vâsıl b. Ata´ya gazzal denilmiştir. Çünkü Vâsıl, iplik eğirenlerin yanında ve çarşılarda otururdu. Birşey almak isteyen zayıf bir kadın gördüğü zaman ona birşey verirdi. Abdülmelik b. Said el-Esmâî şöyle anlatıyor: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin´e bir mektup yazarak şairlere verdiği maldan dolayı kendisini kınadı. Hz. Hüseyin, ağabeyine cevap olarak şöyle yazdı: ´Malın en hayırlısı odur ki onunla insan şerefini korur!´ Süfyan b. Uyeyne´ye ´Cömertlik nedir?´ diye soruldu. Cevap ola-rak şöyle dedi: ´Arkadaşlara iyilik yapmak ve mal ile cömertlik etmek demektir´. Dedi ki: ´Benim babam elli bin dirhem veraset elde etti. Onu keseler halinde arkadaşlarına gönderdi ve dedi ki: Ben ALLAH Teâlâ´dan arkadaşlarım için namazımda cennet istiyordum. O halde nasıl olur da kendilerine cennet istediğim kimselere karşı cimrilik yapabilirim´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Mevcut olan malın verilmesi cömertliğin son zirvesidir´. Hukemânın birine ´Senin nezdinde insanların en sevimlisi kimdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: İyilikleri çok olan kimsedir!´ ´Eğer birşeyi yoksa?´ denilince, cevap olarak şöyle dedi: ´O kimse ki onun yanında iyiliklerin çok olur!´ Abdülâziz b. Mervan şöyle dedi: ´Kişi kendisine iyilik yapmam için bana imkân verdiği zaman, bence bu imkândan dolayı onun yapmış olduğu iyilik, benim ona yapmış olduğum iyiliğe eşittir´. Mehdî82, Şeybe b. Şebîb´e83 ´Halkı benim evimde nasıl gördün?´ diye sordu. Şebîb şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Onların her biri ümitlenerek giriyor, razı olarak çıkıyor!´ Bir kimse Abdullah b. Câfer´in yanında misal getirerek şöyle dedi: ´İyilik, ancak onunla iyilik yolu elde edilirse iyilik olur. Bu bakımdan bir iyilik yaptığın zaman o iyiliği ALLAH için veya akraban için yap veyahut bırak!5 Bunun üzerine Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Bu okuduğun iki beyit halkı cimrileştirir! Lakin iyiliği yağmur gibi yağdır! Eğer şerefli kimselere isabet ederse onlar iyiliğin ehlidirler. Eğer alçak kimselere isabet ederse sen onun ehli olursun!5 ___________________________________ 52)İbn Hibban, Zuafâ; İbn Adîy; Dârekutnî 53)Dârekutnî 54)Dârekutnî; İbn Cevzî, Mevzuat 55)Ebu Yâ´lâ; İbn Hibban, Zuafâ 56)Deylemî 57)Adı Mikdam b. Şureyh b. Hani b. Yezid el-Hârisî´dir. Kûfeli ve güvenilir bir zattır. 58)Taberânî 59)Dârekutnî 60)İbn Hibban, Zuafâ; Harâitî, Taberânî 61)Taberânî 62)İbn Mâce 63)Harâitî, Mekârim´u1-Ahlâk 64)Müslim 65)Taberânî, Ebu Nuaym 66)Benî Hilâle mensuptur. 67)Temim´den bir boydur. Peygamberlik iddia eden meşhur kadın Seccah bu kabiledendir. 68)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 69)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 70)İbn Adîy, Dârekutnî 71)İbn Adîy, İbn Hibban 72)İbn Adîy, Dârekutnî 73)Tirmizî 74)Dârekutnî 75)Dârekutnî 76)Dârekutnî 77)İbn Adiy, Dârekutnî, Harâitî, Beyhâkî 78Dârekutnî 79)Dârekutnî 80)İsrailoğulları´ndandır, kıssası Kur´an´da zikredilmiştir. Bu kimseye mensup olan yahudiler Hz. Dâvud´un peygamberliğini inkar ederler. Ondan sonraki peygamberleri de kabul etmezler. Hz. Musa´dan sonra peygamber olmadığına inanırlar. 81)Dârekutnî 82)Adı Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Abdullah b. Abbas´dır. 83)Adı Şebib b. Şeybe b. Abdullah et-Temimî el-Basrî´dir. Fesâhetinden ötürü Hatib lakabını almıştır. 84)Bu hanım Hz. Âişe´nin azatlısıdır. |
Cömertliğin ve Cimriliğin Dereceleri ve Hakikati
Soru: Şer´î delillerle biliyoruz ki cimrilik insanı helâk eder. Fakat cimriliğin haddi, tarifi nedir ve insanoğlu ne ile cimri olur? Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki kendisini cömert görmesin. Oysa aynı adamı başkası cimri görür. Bazen de bir insandan herhangi bir fiil görünür ve bu fiil hakkında çeşitli görüşler olur. Bir grup bu cimriliktir der. Başkaları bu cimrilik değildir der. Malı sevmeyen, malı tutup korumayan hiçbir insan yoktur. Eğer insan malı tutmasıyla cimri oluyorsa o halde hiç kimse cimrilikten kurtulamaz. Eğer malı tutmak, mutlaka cimriliği gerektirmiyorsa, bu takdirde de cimriliğin mânâsı mal tutmaktan başka birşeydir. O halde insanoğlunun helâk olmasını gerektiren cimrilik ne demektir? İnsanoğlunun cömertlik sıfatına ve bu sıfatın sevabına müstehak olacağı cömertliğin târifi nedir? Cevap: Bazıları; cimriliğin tarifi hakkında ´Vacibi vermemektir´ demişlerdir. Bu bakımdan kim farz olanı edâ ederse, o kimse cimri değildir. Fakat bu târif efradını câmi, ağyarını mâni bir târif değildir. Çünkü mesela kasaptan satın aldığı eti bir habbe veya yarım habbe eksiğine iade eden,, ekmeği bu şekilde fırıncıya geri veren bir kimse, bütün âlimlerin ittifakıyla cimri sayılır. (Oysa vacibi terketmiş değildir!) Yine çoluk çocuğuna, kadı tarafından tesbit edilen miktarı teslim eden, sonra o miktardan bir lokma hususunda veya malından yemiş oldukları bir hurma hususunda onları sıkan bir kimse cimri sayılır. (Oysa vâcib miktarda darlık yapmamıştır!) Önünde bir ekmek bulunan ve bu esnada kendisiyle beraber ekmeği yiyeceğini zannettiği bir kimseden o ekmeği gizleyen de cimri sayılır! (Oysa başkasını o ekmeğe ortak yapmak kendisine vâcib değildir.) Başkaları da demişlerdir ki: ´Cimri o kimsedir ki vermek kendisine zor gelir´, Bu târif de, birinci târif gibi ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Çünkü bu târifi yapan kişi, eğer bununla ´her türlü vermenin kendisine zor geldiğini´ kastediyorsa, nice cimriler vardır ki az vermek kendilerine hiç de zor gelmez. Bir habbeyi veya ona yakın bir miktarı ver-mek gibi... Fakat bundan fazlasının verilmesi kendisine zor gelir. Eğer ´Birtakım şeyleri vermek kendisine zor geliyor´ mânâsını kastediyorsa, nice cömertler vardır ki birtakım şeylerin verilmesi kendisine zor gelir. Bütün servetini kapsayan veya külliyetli bir mal teşkil eden vergi gibi... Bu miktarın verilmesi, cömert bir kimseye de zor gelir. Fakat bu onun cimriliğini gerektirmez. Böylece cömertlik hakkında da konuşmuşlardır. Bu bakımdan denilmiştir ki: ´Cömertlik başa kakmaksızm vermek ve düşünmeksizin ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir´ ve yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, karşı taraftan bir istek olmaksızın verdiğini azımsamak şartıyla vermektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, dilenciyi hoş karşılamak, mümkün olanı gönülden vermek demektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, malın ALLAH için olduğunu, kulun ALLAH için olduğunu, ALLAH´ın kulu ALLAH´ın malını veriyor zihniyetiyle ve fakirliği düşünmeksizin vermek demektir´. Şöyle denilmiştir: ´Malın bir kısmını veren, bir kısmını da kendisine bırakan cömerttir. Çoğunu veren, azını bırakan, daha cömerttir. Meşakkate göğüs gerdiren, başkasını mal sarfetmek hususunda nefsine tercih eden îsâr sahibidir. Hiçbir şey vermeyen ise cimridir!´ Bütün bu sözler, cömertlik ve cimriliğin hakikatini kapsama-yan kelimeler ve cümlelerdir. Biz deriz ki; mal, bir hikmet ve maksat için yaratılmıştır. O da halkın ihtiyaçlarına elverişli olmasıdır. Malı, sarfedilmesi için yaratılmış olduğu maksada sarfetmemek mümkün olduğu gibi, iyi bir yere sarfetmesi de mümkündür. Adaletle malda tasarruf etmek; korunması gereken yerde malı korumak, verilmesi gereken yerde malı vermek demektir. Bu bakımdan vermenin farzolduğu bir yerde malı vermemek cimriliktir. Vermemenin farz olduğu bir yerde vermek, tebzir ve israftır. Bunların arasında normal bir durum vardır. O da dinen övülen durumdur. Cimrilik ve cömertliğin bu orta yoldan ibaret olması uygundur; zira Hz. Peygamber cömert davranmakla emrolunmuştur. Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de açma (israf etme ki) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.(İsrâ/29) . Ve harcadıkları zaman israf etmezler, Sıkılık da yapmazlar! Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur!(Furkan/67) Cömertlik, israf ile cimrilik arasında normal bir durumdur. Eli tamamen açmak ile tamamen kapatmak arasında vasat bir keyfiyettir. Şöyle ki: Verdiğini de, aldığını da vacib olan nisbet ve oranda ayarlar. Kalbi bunu seve seve yapmadıkça, âzalarıyla yapması yeterli olmaz! Kalbi kendisiyle münakaşa ve çekişme yapmaksızın âzalarıyla bunu yaparsa yeterli olur. Eğer vermek gereken yerde verirse, nefsi bir türlü buna razı olmazsa ve o da nefsiyle mücadele ederek veriyorsa, böyle bir kimse cömertliğe kendisini zorlayandır. Hakiki cömert değildir. Kalbinin mal ile âlakası, malı gereken yere sarfetmesi bakımından olmalıdır. Soru: Böyle olmak, vâcibi bilmeye bağlıdır. Bu bakımdan hangi malın verilmesi vâcibtir? Cevap: Vâcib iki kısımdır: Şer´an vâcib olan, mürüvvet ve âdetçe vâcib olandır. Cömert o kimsedir ki şer´an vâcib olanı terketmediği gibi mürüvvetçe vâcib olanı da terketmez. Eğer bunların birini terkederse cimri olur. Fakat şer´an vâcib olanı terkeden daha cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını vermeyen veyahut da nefsine ağır gelerek ödeyen kimse gibi... Böyle bir kimse tabiaten cimridir. Ancak zoraki bir şekilde cömertlik yapar veyahut malın haram kısmından vermek ister. Yahut da malının helâl kısmından veya iyi kısmından vermeye kalbi razı olmaz. İşte bunların hepsi cimriliktir. Mürüvvetçe verilmesi farz olana gelince, o müzâyaka yapmayı, hakir şeyleri bile saymayı terketmek demektir. Çünkü müzâyaka yapmak, ufak şeyleri sorup saymak çirkin bir harekettir. Bunun çirkinliği de durumlara ve şahıslara göre değişir. Bu bakımdan malı çoğalan bir kimsenin böyle yapması, fakirin yapmasından daha çirkin kaçar. Yabancılara karşı tatbik etmesi, çoluk çocuğuna, akraba ve taallûkatına ve kölelerine karşı tatbik etmesinden daha kolay olur. Komşusuna tatbik etmesi, uzak bir kimseye tatbik etmesinden daha çirkindir. Misafirlik hususunda gösterilen müzâyaka, muamelede gösterilen müzâyakadan daha çirkeftir. Bu bakımdan bu durum, ziyafet veya muamelede, içine sıkılık ve müzâyaka karışan şeylerde değişik manzaralar arzeder. Bir de müzâyaka (sıkıştırma) aleti olan yemek veya elbise de değişir; zira başka şeylerde çirkin sayılmayan sıkılık, yemekte gösterildiği zaman çirkin sayılır. Meselâ kefen, kurban veya sadaka ekmeği almakta gösterilen sıkılık, başka şeyleri almada gösterilen sıkılıktan daha kötü ve çirkindir. Kendisine karşı müzâyaka gösterene karşı da değişik manzaralar arzeder. Dost veya kardeş veya yakını veya hanımı, evladı veya yabancı bir kimseye karşı gösterilen sıkılıklar değişik hükümler alır. Bu sıkılıkları gösteren kimselere göre de durumlar değişir. Çocuk, kadın, ihtiyar, genç, âlim, cahil, zengin veya fakir, bunların herbirinin gösterdiği sıkılık, ayrı bir çirkinlik taşımaktadır. Bu bakımdan cimri o kimsedir ki tutması gereken yerde malı tutar. Bu tutmanın gerekmesi de ya şer´î hükümle veya mürüvvet hükmüyledir. Bunun miktarını kesinlikle belirtmek mümkün değildir. Cimriliğin tarifi malın depo edilmesinden daha mühim olan bir hedefe malı sarfetmektir; zira dinin korunması, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan zekât ve nafakayı vermeyen bir kimse cimridir. Mürüvveti korumak, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan kendisine karşı sıkılığın iyi olmadığı, ona karşı kıymetsiz işlerde sıkılık gösteren bir kimse mal sevgisinden dolayı mürüvvet perdesini yırtmış cimri bir kimsedir. Sonra başka bir derece kalır. O da şudur: Kişi vacibi edâ eder, mürüvveti korur. Fakat yine de birçok malı vardır. O fazla malı sadakaya ve ihtiyaç sahiplerine sarfetmez. Bu bakımdan burada zamanın felâketlerine karşı malın kendisine kurtuluş vesilesi olması için korunması ile âhiret derecelerinde yücelmesi için sevab elde etmek maksadı arasında çatışma vardır. Malı böyle bir hedefe sarfetmekten esirgemek akıllılar nezdinde cimriliktir. Fakat halk tabakası nezdinde cimrilik değildir. Çünkü halk tabakasının bakışı, dünya lezzetlerine dönüktür... Onlar malı zamanın felâketlerine karşı hazır bir şekilde bekletmeyi daha mühim görürler. Buna rağmen bazen halk tabakasının gözünde de böyle bir kimsede cimrilik alâmeti görülür. Şöyle ki, yakınında muhtaç bir kimse varken ona birşey vermez ve der ki: ´Ben vâcib olan zekâtımı edâ ettim. Zekâttan başka da birşey vermek bana gerekmez!´ Bunun çirkinliği, malın miktarına, ihtiyaç sahibinin ihtiyacının şiddetine, dinin salâhına ve müstehak olmasına göre değişir! Bu bakımdan şer´an vâcib olanı edâ eden ve kendisine uygun olan mürüvvetin gereğini veren bir kimse, cimrilikten kurtulmuştur. Evet! Bundan fazlasını, fazileti elde etmek ve yüksek derecelere ulaşmak için vermedikçe cömertlikle nitelenemez. Ne zaman nefsi, şeriatın gerektirmediği yerde mal vermeye yanaşırsa, âdetçe de vermediği takdirde kınanmayacaksa ve buna rağmen veriyorsa, o zaman vermiş olduğu mal nisbetinde cömert sayılır. Bunun dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların bir kısmı diğerinden daha cömerttir. Bu bakımdan âdet ve mürüvvetin gerektiğinden fazlasını verip iyilik yapmak cömertliktir. Fakat verileni gönülden vermek şartıyla. Herhangi bir istekten, gelecekte bir hizmet ümidiyle veya mükâfat veyahut teşekkür ve övülmek maksadıyla vermemesi de gerekir. Çünkü verdiğiyle teşekkür ve övülmeyi bekleyen bir kimse cömert değil de alışverişçi olur; zira o övmeyi malıyla satın almış olur. Övülmek lezzetlidir ve istenen bir şeydir. Cömertlik ise karşılıksız vermektir. İşte hakîkat budur. Böyle karşılıksız vermek ancak ALLAH Teâlâ´dan tasavvur edilebilir. İnsanoğluna gelince, ona mecaz yoluyla cömert denilir; zira insanoğlu herhangi birşeyi bir gaye için verir. Fakat onun gayesi ahiretteki sevaptan veya cömertlik faziletini elde etmekten, nefsi cimrilik rezaletinden temizlemekten başka birşey değilse, onun yaptığına cömertlik denir. Eğer meselâ, sövgüden veya halkın kınamasından veya kendisine iyilik yapacağı kimseden bir fayda umduğundan cömertlik yapıyorsa, bütün bunlar cömertlikten sayılmazlar. Çünkü bu iteleyici sebepler onu bu şekilde yapmaya mecbur etmiştir. Bunlar ise iyilik karşılığında aceleyle verilen bedellerdir. Böyle bir kimse cömert değil de alışverişci olur. İbâdetle iştigal eden bir hanımdan rivayet ediliyor ki, Hibban b. Hilâl131 arkadaşlarıyla beraber otururken bu kadın onun yanında durakladı ve şöyle dedi: -Acaba içinizde kendisinden bir sual soracağım kimse var mı? -İstediğini sorabilirsin.Hibban b. Hilâl´e işaret ettiler. Bunun üzerine kadın şöyle sordu: -Sizce cömertlik nedir? -Vermek ve arkadaşını nefsine tercih etmektir. -Bu, dünyadaki cömertliktir. Acaba dindeki cömertlik nedir? -Bizim zoraki bir şekilde değil, nefislerimizin isteğiyle ALLAH´a ibâdet etmemizdir. -Siz bu ibâdetten dolayı ALLAH´tan bir ücret talep ediyor musunuz? -Evet! -Neden? -Çünkü ALLAH bize bir haseneye karşı on hasene vereceğini va´detmiştir de ondan... -Hayret! Siz bir verip de on aldığınız zaman acaba ALLAH´a karşı ne ile cömertlik yapmış oluyorsunuz? -ALLAH sana rahmet eylesin! Senin nezdinde cömertlik nedir? -Bence cömertlik, ALLAH´a ibâdetle lezzetlenerek, nimetlenerek, isteyerek ibâdet etmeniz ve bunun karşılığında bir ücret talep etmemenizdir ki mevlânız size dilediğini tatbik etsin. ALLAH´tan utanmaz mısınız ki ALLAH Teâlâ kalbinize muttali olup kalbinizden ibâdete karşı ne talep ettiğinizi bilir! Böyle bir istek dünyada bile çirkindir. İbâdet eden kadınlardan birisi şöyle demiştir: ´Siz cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olduğunu mu sanıyorsunuz?´ Dinle-yenler ´Ya cömertlik neyle olur?´ dediler. Kadın ´Bence cömertlik, kalbi ALLAH´a vermektir´ dedi. Muhasibi şöyle demiştir: ´Din hususundaki cömertlik, nefsinle cömertlik yapmandır. Onu ALLAH için helâk etmendir. Kalbini ve gönlünü ALLAH´a vermeye, kanını ALLAH için dökmeye, çekinmeksi-zin seve seve razı olmandır. Aynı zamanda bundan bir sevab, -her ne kadar sevaba muhtaç isen de- beklememendir. Fakat kalbine ALLAH´a karşı seçmeyi terketmekle cömertliğin kemâlinin güzelliği galip gelir ki mevlân senin için, senin seçmekten âciz olduğunu seçsin!´ _____________ 131) Basralı olan bu zata aynı zamanda el-Kenâni de denir. H. 212´de Ramazan ayında Basra´da vefat etmiştir. |
Cimrilik Hakkında Hikâyeler
Basra´da zengin ve cimri bir kişi vardı. Komşularından biri kendisini davet etti. Kendisine yumurtalı kıyma takdim etti. O yumurtalı kıymadan fazlasıyla yedi. Bir taraftan yiyor, bir taraftan su içiyordu. Sonunda karnı şişti. Bundan dolayı üzerine bir ağırlık çöktü ve kıvranmaya başladı. Son raddeye vardığı zaman durumunu doktora söyledi. Doktor ´Önemli değil, yediğini kusmak suretiyle çıkar, kurtulursun!´ dedi. Adam ´Yumurtalı kıymayı kusmak suretiyle nasıl çıkarayım? Ölürüm daha iyi´ dedi. Bir bedevi birini aramaya geldi. Aranan kişinin önünde incir vardı. Bedeviyi görünce inciri abasıyla örttü. Bedevi oturdu, adam bedeviye şöyle dedi: -Sen Kur´an´dan birşey biliyor musun? -Evet!Sonra ´Ve´z-zeytûni ve tûr-i sînîn...´ diye Tin sûresini okumaya başladı. Bunun üzerine kişi bedeviye dedi ki: -Hani surenin başındaki Vettîni kelimesi? -(Latifeyle) Tin (incir) senin abanın altındadır. Zatın biri bir arkadaşını davet etti ve ona birşey. yedirmedi. Onu ikindi zamanına kadar evde bekletti. Adam iyice acıktı. Neredeyse delirecekti. Bunun üzerine ev sahibi ud´u eline aldı ve ona dedi ki: ´Hayatımla sana yemin verdiriyorum, sen hangi makamı seviyorsan ben o makamda çalayım!´ Adam cevap olarak ´Kavrayan etin sesini istiyorum!´ dedi. Hikâye olunuyor ki, Muhammed b. Yahya b. Halid el-Bermekî126 cimri, hem de kötü bir cimriydi. Bunun üzerine onun bu halini bilen ve arası iyi olan bir arkadaşından durumu soruldu. Ona biri ´Onun sofrasını bana anlat´ deyince, arkadaşı ´Onun sofrası bir kulaç çapındadır. Onun tabakları haşhaşın tanelerinden delinmiştir!´ dedi. Denildi ki: - O sofraya kim gelip hazır bulunuyor? - Kiramen kâtibin melekleri! -O halde onunla beraber kimse yemek yemiyor mu? -Evet! Sinekler beraber yiyorlar! -Sen onun en yakın adamı olduğun halde senin avretin görünüyor, elbisen de yırtık! -ALLAH´a kasem ederim, ben elbisemi dikmek için bir iğneye bile sahip değilim. Muhammed´in elinde Bağdad´dan Nevbe´ye kadar uzanan bir ev olsa, o ev iğnelerle tıka basa dolu olsa, Cebrâil ile Mîkâil (a.s) beraberlerinde Yakub peygamber olduğu halde gelse,Muhammed´den Aziz´in hanımının yırttığı Yusuf´un (a.s)gömleğini dikmek için ödünç bir iğne isteseler yine vermez! Denildi ki, Mervan b. Ebu Hafsa, cimriliğinden et yemiyordu. Ta ki, fazlasıyla iştahı çekinceye kadar... Fazlasıyla iştahı çektiği zaman hizmetçisini gönderir, bir baş aldırır, baş yerdi. Kendisine denildi ki: -Ne oluyor? Yaz kış daima baş yediğini görüyoruz? Neden böyle yapıyorsun? -Ben başın fiyatını biliyorum. Hizmetçinin bana ihanet edeceğinden eminim. Başta beni kandırmaya gücü yetmiyor ve bir de baş, hizmetçinin pişirip de ondan yiyeceği birşey değildir. Çünkü eğer hizmetçi bir gözüne, veya kulağına veya yanağına dokunsa derhal anlarım. Bir de baştan birkaç çeşit et yiyorum. Gözü bir çeşit, kulağı diğer bir çeşit, dili bir çeşit. Hulkumu bir çeşit, beyni başka bir çeşit! Bütün bunlarla beraber pişirmek masrafından da kurtulmuş oluyorum. İşte benim için başta bu kadar faydalar vardır. Bundan dolayı baş yiyorum. Birgün bu zat Halife Mehdî´nin huzuruna gitmek üzere çıktı. Aile efradından bir kadın kendisine dedi ki: ´Eğer sen halifeden caize ve hediye alıp da dönersen bana ne vereceksin?´ Cevap olarak dedi ki: ´Eğer bana yüz bin dirhem verilirse sana bir dirhem vereceğim!´ Kendisine altmış bin dirhem verilince gelip o kadına dört danik verdi (tam bir dirhem vermedi). Bir ara bir dirhemle et aldı. O gün bir dostu kendisini evine davet edince, eti götürüp ka-saba bir danik eksiğine geri verdi ve dedi ki: ´Ben israftan hoşlanmam!´ A´meş´in bir komşusu vardı. Bu komşusu daima A´meş´e evine gitmeyi, orada bir parça ekmek ile tuz yemeyi teklif ediyordu. A´meş de gitmiyordu. Birgün yine aynı teklifi yaptı. O gün de A´meş´in açlığına denk geldi ve haydi gidelim dedi. A´meş adamın evine gitti. Adam A´meş´e ekmek ile tuz ikram etti. O esnada bir di-lenci geldi. Ev sahibi dilenciye ´ALLAH versin´ dedi. Buna rağmen dilenci tekrar istedi. Ev sahibi tekrar ´ALLAH versin´ dedi. Dilenci üçüncü defa isteyince ´Git! Aksi takdirde ALLAH´a yemin ederim sopa ile gelirim´ dedi. Râvi der ki: A´meş dilenciyi çağırdı ve ´Git! ALLAH´a yemin ederim, ben bu adamdan daha fazla sözünü tutan bir kimseyi görmedim. O, uzun bir zamandan beri beni bir parça tuz ekmek yemeye davet ediyordu. ALLAH´a yemin ederim ondan başkasını bana ikram etmedi!´ diye ikazda bulundu. 26) Hâlid b. Bermekî ateşperestti. Sonra müslüman oldu. Oğlu Ebu Ali Yahya zengin idi. Sonra Abbasilerin veziri oldu. |
Cimriliğin Kötülenmesi
Ayetler Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.(Tegâbün/16) ALLAH´ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine o kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.(Âlu İmran/180) Bunlar öyle insanlardır ki cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği tavsiye ederler ve ALLAH´ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. (Biz de) o nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.(Nisâ/37) Hadîsler Cimrilikten -kaçının! Çünkü sizden önce gelen ümmetleri helâk eden cimriliktir. Cimrilik onları, birbirlerinin kanını akıtmaya, birbirlerinin namus ve malını helâl saymaya zorladı.100 Cimrilikten kaçının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri çağırıp, birbirine kırdırıp kanlarını akıttı! Onları çağırdı. Bu bakımdan birbirlerinin haram olan haklarını helâl saydılar. Yine onları çağırdı. Aralarındaki rahmi (akrabalığı) kestiler.101 Cennete cimri, hilebaz, hain ve kötü ahlâklı kimse, kötülüğünün karşılığını görmedikçe girmez.102 Bir rivayette "diktatör kimse giremez´, başka bir rivayette de ´sadakasını başa kakan giremez´ diye vârid olmuştur. Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler. İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin kendini beğenmesi!103 Muhakkak ALLAH Teâlâ üç sınıftan nefret eder: Zina eden ihtiyar, iyiliğini başa kakan cimri, mütekebbir olan çoluk çocuk sahibi.101 Malını ALLAH yolunda infak edenle, cimrilik yapanın misâli, sırtında memelerinden boğazlarına kadar birer demir gömlek olan iki kişinin misâline benzer. İnfak eden bir kimseye gelince, infak ettiğinden ötürü gömleği bütün bedenini kaplar veya parmak boğumlarına kadar derisini örter. Cimri bir kimseye gelince, o hiçbir şeyi infak etmek istemez. Böylece gömleği daha kısalır ve demir gömlekteki her halka olduğu yere batar! Öyle ki gırtlağını sıkmaya başlar bir duruma gelir... Bu kimse onu genişletmek ister. Fakat o bir türlü genişlemez.105 İki haslet vardır. Onların ikisi mü´min bir kimsede biraraya gelmezler: Cimrilik ile kötü ahlâk...106 Ey ALLAHım! Ben cimrilikten sana sığınıyorum. Korkaklıktan sana sığınıyorum. Bunama derecesine gelen yaşlılıktan sana sığınıyorum.107 Zulümden kaçının! Çünkü zulüm, kıyamet gününde birçok karanlıklara sebep olur. Fâhiş konuşmaktan sakının! Çünkü ALLAH Teâlâ fâhiş konuşanı da, fâhişlik yapmayı kabul edeni de sevmez! Cimrilikten sakının! Çünkü sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik onlara yalan söylemeyi emretmiş, yalan söylemişler! Onlara zulmetmeyi emretmiş, zulmetmişler. Onlara sılayı rahmi kesmeyi emretmiş, sılayı rahmi kesmişlerdir.108 Kişide bulunan en şerli hasletler, obur bir cimrilik, şiddetli bir korkaklıktır.109 Hz. Peygamber zamanında biri öldürüldü. Bir kadın onun için ağlarken Ey şehid! diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Onun şehid olduğunu nereden biliyorsun? O, kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur veya önemsiz birşeyi vermekte cimrilik yapardı!110 Cübeyr b. Mûtim şöyle anlatıyor: Biz Hz. Peygamber ile beraber Hayber´den dönüyorduk. O esnada bedeviler gelip Hz. Peygamber´den ısrarla birşeyler istediler. Öyle ki Hz. Peygamber´i bir ağaca sığınmaya mecbur ettiler. Hz. Peygamber´in abası ağaca takılıp omuzundan yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber durakladı ve şöyle dedi: Benim abamı veriniz! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer şu tümsekler kadar malım olsaydı, muhakkak sizin aranızda taksim ederdim. Beni ne cimri, ne yalancı, ne de korkak olarak göremezdiniz.111 Hz. Ömer (r.a) der ki: Hz. Peygamber (s.a) bir taksimat yaptı. Ben dedim ki: ´Bu maldan almayanlar, almak hususunda alanlardan daha müstehak idiler´. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Onlar fâhiş bir şekilde benden istemek veya cimrilik yapmak arasında beni serbest bırakırlar. Oysa ben cimri değilim´.112 Ebu Said el-Hudrî der ki: İki kişi Hz. Peygamber´in huzuruna girdiler. Hz. Peygamber´den bir deve parası istediler. Hz. Peygamber onlara iki dinar verdi. Onlar Hz. Peygamber´in huzurundan çıkarken Ömer b. Hattab (r.a) onlarla karşılaştı. Onlar Hz. Peygamber´i övdüler ve Hz. Peygamber´in kendilerine yapmış olduğu iyiliğe karşı teşekkür ettiler. Hz. Ömer içeri girdi, onların dediklerini Hz. Peygamber´e nakletti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Filan adama on ile yüz arasında verdiğim halde böyle söylemedi. Biriniz benden istiyor, istediğini alıp kucağında saklayarak gidiyor. Oysa o ateştir. -O halde ateş olan bir şeyi neden onlara veriyorsun? -Onlar benden ısrarla istiyor. ALLAH Teâlâ da cimriliği bana yasaklamıştır. Bu yüzden veriyorum!113 İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ömertlik ALLAH´ın cömertliğinden gelir. Bu bakımdan siz cömertlik yapın ki ALLAH da sizin için cömertlik yapsın! ALLAH Teâlâ cömertliği bir adam suretinde yaratmıştır. Onun başını Tubâ ağacının köküne yerleştirmiştir. Onun ağacını Sidret´ül-Münteha ağacıyla bağlamıştır. Onun bazı dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Bu bakımdan onun dallarından bir dala yapışan kimseyi o dal cennete götürür. Cömertlik imandandır. İman da cennettedir. ALLAH Teâlâ cimriliği de gadabmdan yaratmıştır. Onun başını zakkum ağacının köküne yerleştirmiştir. Bir kısım dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Onun dallarından birine yapışan kimseyi ateşe sokar. Muhakkak cimrilik küfürdendir. Küfür de ateştedir.114 Cömertlik bir ağaçtır, cennette biter. Bu bakımdan cennete ancak cömert olan bir kimse girer. Cimrilik bir ağaçtır, ateşte biter. Bu bakımdan ateşe ancak cimri bir kimse girer.115 Ebu Hüreyre´nin bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a) Benî Lihyan heyetine dedi ki: ´Ey Benî Lihyan! Sizin başınız kimdir?7 Dediler ki: ´Bizim başımız Cedd b. Kays´tır.116 Ancak kendisinde cimrilik vardır´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Acaba cimrilikten daha korkunç hangi hastalık vardır? Sizin başınız Amr b. Cemuh´tur.117 Bir rivayette onlar dediler ki: -Bizim başımız Cedd b. Kays´tır. -Onu neden reis kabul ettiniz? -O malca hepimizden zengindir. Fakat biz buna rağmen onda cimrilik görüyoruz. -Acaba cimrilikten daha korkunç bir hastalık var mıdır? O sizin başınız olamaz! -O halde ey ALLAH´ın Rasûlü, bizim başımız kimdir? -Sizin başınız Bişr b. Bera´dır.118 Hz. Ali, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH, hayatında cimri, ölümü anında cömert olan bir kimseden nefret eder!119 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Câhil bir cömert, ALLAH katında, cimri bir âbidden daha sevimlidir.120 Cimrilik ile iman bir kulun kalbinde biraraya gelmezler.121 Hiçbir mü´min için cimri olmak da, korkak olmak da uygun değildir.122 Bazılarınız ´Cimri, zâlimden daha zararsızdır ve daha mâzurdur´ der. ALLAH katında cimrilikten daha büyük bir zulüm yoktur. ALLAH Teâlâ izzet, azamet ve celâliyle yemin etmiştir ki cennete cimri ve eli sıkı olan kimse girmeyecektir.123 Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber Kâbe´yi ziyaret ediyordu. Baktı ki bir bir kişi Kâbe´nin örtüsüne yapışmış şöyle demektedir: -Bu beytin hürmetine benim günahımı bağışla! -Senin günahın nedir? -Benim günahımı kelimeler anlatamaz. -Rahmet olasıca! Senin günahın mı daha büyüktür, yoksa arz mı? -Belki benim günahım daha büyüktür! -Senin günahın mı, yoksa denizler mi daha büyüktür? -Günahım daha büyüktür. -Günahın mı büyük, yoksa gökler mi? -Günahım daha büyüktür! -Günahın mı daha büyüktür, yoksa arş mı? -Günahım daha büyüktür. -Günahın mı daha büyüktür, yoksa ALLAH mı? ALLAH daha büyük ve yücedir. -O halde rahmet olasıca, günahını bana anlat! -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben servet sahibi bir kimseyim. Dilenci bana gelip, benden birşeyi istediğinde sanki beni bir parça ateşle karşılıyor. -Benden uzaklaş! Ateşinle beni yakma! Beni hidayet ve kerametle hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim, eğer sen Rükün (Kâbe´nin rükn-ü yemânisini kasdedi-yor) ile Makam (Makam-ı İbrahim) arasında durup ikibin sene namaz kılsan, sonra göz yaşlarından nehirler çıkıp akarcasına, ağaçlar sulanırcasma ağlasan, sonra cimri olduğun halde ölsen muhakkak ALLAH Teâlâ seni yüzü koyun ateşe atar. Rahmet olasıca! Bilmez misin cimrilik küfürdür? Muhakkak küfür de ateştedir. Rahmet olasıca!Bilmez misin ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Oysa kim cimrilik ederse kendi zararına cimrilik etmiş olur´.(Muhammed/39); ´Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulanlardır´. (Teğâbün/16) Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri İbn Abbas (r.a) der ki: ALLAH Teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman ona süslen emrini verdi. O da süslendi. Sonra ona nehirlerini çıkar dedi. O da Selsebil, Kâfur ve Tesnîm çeşmelerini çıkardı. Bu çeşmelerden cennetlerde şarap, bal ve süt nehirleri aktı. Sonra cennete ´Tahtırevanların, gerdek odalarını, kürsülerini, süs eşyalarını, ziynetlerini ve elâ gözlü kadınlarını göster´ dedi. Onları da gösterdi. Sonra cennete baktı ve dedi ki konuş! Bunun üzerine cennet şöyle konuştu: ´Ne mutlu bana girene!´ ALLAH Teâlâ da İzzetimle yemin ederim, sende cimri bir kimseyi durdurmayacağım!´ dedi. Ömer b. Abdülâziz´in kız kardeşi Ümmü´l-Benin şöyle demiştir: ´Cimriye yazıklar olsun! Eğer cimrilik bir iç gömlek ol-saydı ben onu giymezdim. Eğer bir yol olsaydı ben o yolda yürümezdim´. Hz. Talha (r.a) der ki: ´Muhakkak biz mallarımızla, cimrilerin elde ettiklerini elde ederiz. Fakat biz sabrı yükleniriz´. Muhammed b. Münkedir şöyle demiştir: Eskiden ´ALLAH bir kavme şerri irade ettiği zaman, onların şerlilerini onların başına geçirir. Rızıklarını cimrilerinin eline verir´ denirdi. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle demiştir: ´Halkın üzerine bir ısırıcı zaman gelecektir. Zengin elindeki serveti ısıracaktır. Oysa bununla emrolunmamıştır´. Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayın! (Bakara/237) Abdullah b. Amr şöyle demiştir: ´Şuh denilen cimrilik, buhl denilen cimrilikten daha berbattır. Çünkü sahih olan kimse o başkasının elindeki mala, almak için üşüşür ve kendisinin elinde bulunan malı da cimrilikten vermez ve sever. Bahil de ancak elindeki mal ile cimrilik yapar!´ Şa´bî şöyle demiştir: ´Bunların ikisinden hangisinin cehennem ateşine daha fazla batırdığını bilmiyorum! Cimrilik mi, yoksa yalan mı?´ Nuşirevan´ın huzurunda Hintli bir hakîm ile Rum bir filozof bir araya geldiler. Nuşirevan, Hindliye konuş dedi. Hintli ´İnsanların en hayırlısı cömert, öfke anında vakur, sözünde teenni ile hareket eden, mütevazi ve akrabalarına şefkatli olan bir kimsedir´ dedi. Rum ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Kim cimri ise düşmanı onun malına vâris olur! Şükretmesi azalan bir kimse hiçbir zaman zafere eremez. Yalancılar kötü kimselerdir. Kovuculuk yapan fakir olarak ölür. Merhamet etmeyen bir kimseye, merhametsiz bir kimse musallat kılınır!´ Dahhâk ´Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelerine kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır´. (Yasin/8) ayetinin tefsirinde, ağlâl kelimesi cimrilik mânâsına gelir demiştir. ALLAH Teâlâ onların ellerini ALLAH yolunda infak etmekten tutar. Onlar hidayeti görmez olurlar. Ka´b şöyle der: Her sabah iki melek şöyle bağırırlar: ´Ey ALLAHım! Senin yolunda harcamayalım malını telef et! Yolunda harcayanın harcadıklarının yerini hemen doldur!5 Abdülmelik b. Karîb el-Esmaî der ki: Bir kişiyi tavsif ederken bir bedevi şöyle diyordu: ´Filan adam gözümde küçüldü. Çünkü dünya onun gözünde büyümüştür. O adam dilenciyi gördüğü zaman sanki kendisine geleni ölüm meleği gibi görür´. Ebu Hanife şöyle demiştir: ´Ben cimri bir kimseyi bir türlü âdil telâkki edemiyorum. Çünkü cimrilik onu fazlasıyla almaya zorlar ve o da alır. Bu bakımdan böyle olan bir kimse, emanet hususunda, emin sayılmaz´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim! Kerim bir kimse hiçbir zaman hakkını son noktasına kadar almış değildir´. (Peygamber, hanımına) bunların bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. (Tahrim/3) Cahız124 der ki: ´Lezzetlerden üç şey kalmıştır. Cimrileri zemmetmek, kebab yemek, uyuzu kaşımak../ Bişr b. Hâris şöyle demiştir: ´Cimri bir kimsenin gıybeti yoktur´. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak sen o zaman cimrisin. Bir kadın Hz. Peygamber´in yanında ´Oruç tutar, namaz kılar, ancak onda cimrilik vardır´ diye övüldü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: O vakit onun hayırlı olması nerede?!125 Bişr şöyle demiştir: ´Cimriye bakmak kalbi katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak, mü´minlerin kalbine üzüntü verir. Fâsık dahi olsalar, cömertler için sevgiden başka birşey yoktur. Cimriler, sâlih dahi olsalar onlar için de buğzdan başka birşey yoktur´. İbn Mu´tez dedi ki: ´İnsanların malca en cimrisi, şerefçe en cömerdidir´. Yani malına kıymaması, şerefine saldırılmasına vesile olur! Yahya b. Zekeriyya (a.s) İblis´i gerçek şeklinde gördü. Yahya (a.s) ona dedi ki: ´Ey İblis! Sence insanların en sevimlisi ve en sevimsizi kimdir?´ İblis şöyle dedi: İnsanların bence en sevimlisi cimri müslümanlardır ve insanların bence en sevimsizi cömert fâsıktır. Çünkü cimrinin cimriliği benim vazifemi görmüştür. Cömert fâsık ise, korkarım ki ALLAH onu cömertliği ânında kabul eder!´ İblis bu sözleri söyledikten sonra Yahya´ya (a.s) sırtını çevirerek gitti ve şöyle dedi: ´Eğer sen Yahya olmasaydın sana bunları söylemezdim!´ ______________________ 100)Ebu Dâvud, Nesâî 101)Hâkim 102)İmam Ahmed, Tirmizî 103)İlim bölümünde geçmişti. 104)Tirmizî, Nesâî 105)Müslim, Buhârî 106)Tirmizî 107)Buhârî 108)Hâkim 109)Ebu Dâvud 110)Ebu Yâ´lâ, Beyhâkî 111)Buhârî 112)Müslim 113)İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ, Bezzar 114)Deylemî 115)Daha önce geçmişti. 116)Adı Cedd b. Kays b. Sâhir b. Hansâ b. Sinan b. Ubeyd b. Adîy b. Ganem b.Kâ´b b. Seleme´dir. Ensardandır. 117)Hâkim 118)Adı Bişr b. Berâ b. Ma´rur b. Sahr b. Hansâ b. Sinan´dır. Cedd´in amcazadesidir. 119)Deylemî 120)Tirmizî 121)Nesâî 122)Irâkî, bu ibare ile görmediğini söylemektedir. 123)Tirmizî 124)Adı Amr b. Bahr´dır. Basralıdır. Künyesi Ebu Osman´dır. Mu´tezile´nin ileri gelenlerindendir. H. 355´de vefat etmiştir. 125)Dilin Âfetleri bölümünde geçmişti. |
Cimriliğin Tedavisi
Cimriliğin sebebi mal sevgisidir. Mal sevgisinin de iki sebebi vardır. Bir Onlardan biri, uzun emelle beraber ancak mal ile elde edilen şeyleri sevmektir. İnsanoğlu birgün sonra öleceğini bilse çoğu zaman malıyla cimrilik yapmaz. Çünkü birgün veya bir ay veya bir sene muhtaç olacağı miktar yakındır. Eğer kısa emelli olmasına rağmen çocukları varsa, çocuklar uzun emelin yerine kaim olur.Çünkü kişi onların geride kalacaklarını, kendi nefsinin kalacağı gibi takdir eder, onlar için mal toplar ve bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Çocuk, cimriliğe, korkaklığa ve cehalete teşvik edici bir sebeptir.132 Buna ´fakirlik korkusu´, ´rızkın gelmesine az güvenmek´ de eklendiği zaman şüphesiz ki cimrilik daha da güçlenir. İki İkinci sebep, malın bizzat kendisini sevmesidir; zira insanların bir kısmı vardır ki ömrünün geri kalan kısmında kendisine yetecek kadar malı vardır. Eğer normal infak etse bile geride binlerce dirhemi kalacaktır. Kendisi çocuksuz bir ihtiyar olduğu halde beraberinde birçok mal vardır. Fakat nefsi, zekâtı vermeye bile tahammül etmemektedir. Hastalık anında kendisini tedavi etmeye razı olmamaktadır! Dinarların dostu ve aşığı olmuştur. Elinde dinarların olmasından vc onlara muktedir olmasından zevk alır. Onları toprak altında saklar. Bilir ki öldüğü zaman onlar ya toprağın altında zâyi olacaktır veya düşmanlarının eline geçecektir. Buna rağmen nefsi bir türlü bir lokma yemesine veya sadaka vermeye dahi razı olmaz. Bu, kalbin büyük bir hastalığıdır. Tedavisi zordur. Hele ihtiyarlık zamanında bu müzmin bir hastalıktır. Tedavi edilmesi umulmaz. Bunun sahibinin misâli, bir şahsa aşık olan ve o şahıstan gelen elçiyi seven, sonra aşık olduğu şahsı unutan, elçi ile meşgul olan bir kimsenin misâline benzer. Çünkü dinarlar (paralar) elçidir. İnsanların ihtiyaçlarını giderir ve bunun için de sevimli olur; zira lezzetli birşeye götüren de lezzetli olur. Sonra paralar vasıtasıyla elde edilen ihtiyaçlar unutulur. Paralar kişinin yanında sanki kendilerinde bulunan bir marifetten dolayı sevgili olur. Bu ise dalâletin son noktasıdır. Hatta para ile taş arasında fark gören bir kimse cahildir. Ancak para ile ihtiyaç yerine getirilir. İşte farkı bu kadardır. Bu bakımdan ihtiyaçtan fazla olanı taş mesabesindedir. İşte mal sevgisinin sebepleri bunlardır. Her hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan şehvet sevgisini, aza kanâat etmekle ve sabırla tedavi etmelisin. Çünkü uzun emeli, ölümü çok hatırlamakla, akran ve emsâlinin ölümüne bakmakla tedavi edersin. Mal toplamak sevgisini, mal toplayanların yorgunluklarına ve onlardan sonra malın zâyi olmasına bakmakla tedavi edebilirsin. Kalbin çocuğa karşı duyduğu aşırı ilgiyi şu şekilde tedavi edebilirsin: Çocuğun yaradanı, onunla beraber rızkını da yaratmıştır. Nice çocuklar vardır ki babasından kendilerine miras kalmamıştır. Oysa babasından miras alanların halinden, onun hali daha iyidir. Malı çocuğu için topladığını ve çocuğunu hayırlı bir durumda bırakıp kendisinin şerre gideceğini bilmekle tedavi edebilir. Evladı eğer muttakî, salih bir kimse ise, ALLAH ona kâfidir. Eğer fâsık ise bıraktığı o mal ile günahları daha da artar. İşlediği günahların felâketi de kendisine döner düşüncesiyle tedavi olur. Kalbini, cimrilik hakkında ve cömertliğin övülmesi hususunda vârid olan hadîsleri ve cimrilikten dolayı ALLAH´ın büyük azabını düşünmek suretiyle tedavi etmelisin. Fayda verici tedavi formüllerinden biri de cimrilerin durumlarını çokça düşünmek, tabiatın onlardan nefret ettiğini ve çirkin gördüğünü çokça düşünmektir; zira hiçbir cimri yoktur ki başkasında olan cimriliği çirkin görmesin ve cimri olan arkadaşlarının cimriliğinden rahatsız olmasın. Bu bakımdan kendisinin de halkın kalbinde çirkin sayıldığını bilmelidir. Nitekim diğer cimrileri de kendisi böyle telâkki eder. Yine kalbini malın maksadlarını, niçin yaratıldığını, malın sadece ihtiyaç miktarının korunması gerektiğini, fazlasını infak etmekle âhiret için azık hazırladığını düşünmekle tedavi eder. İşte mârifet ve ilim yönünden gelen tedavi formülleri bunlardır. Bu bakımdan kişi, basiret nûruyla malı vermenin, gerek dünyada ve gerek ahirette, vermemekten daha hayırlı olduğunu bildiği zaman, eğer aklı varsa vermeye rağbet eder. Eğer şehveti hayır hususunda harekete geçerse, derhal ilk hatıra gelene icabet etmelidir. Çünkü şeytan, kendisini durmadan fakirlikle korkutur ve cömertlikten menetmeye çalışır. Hikâye olunuyor ki, Ebu Hasan el-Buşencî133 birgün helâda bulunuyordu. Bu esnada talebesini çağırdı ve dedi ki: -İç gömleğimi çıkar, filân adama ver!´ -Helâdan çıkıncaya kadar sabredemedin mi? -Nefsimin caymasından emin değilim. Helâda iken kalbime geldi. Helâdan çıkıncaya kadar nefsimin fikir değiştireceğinden emin olmadığımdan dolayı böyle yaptım. Cimrilik sıfatı zorla vermeye kendisini alıştırmakla ortadan kalkar. Tıpkı aşkın, ancak mâşukun memleketinden ayrılmakla ortadan kalktığı gibi... Hatta kişi sefere çıkar, mâşukundan ayrılırsa ve bir müddet de onsuz tahammül etmeye kendisini zorlarsa, kalbi artık onsuz durmaya alışır. Cimrilik hastalığını tedavi etmek isteyen bir kimsenin de vermek suretiyle maldan zorla ayrılması uygundur. Hatta malı suya atması bile malı severek elinde bulundurmaktan daha hayırlıdır. Bu hususta çıkar yolun inceliklerinden biri de nefsini güzel isim yapmak, cömertlikle şöhret bulmakla aldatmasıdır. Nefsi, cömertliğin haşmetine tamah edinceye kadar riya kasdıyla vermelidir. Böylece nefsinden cimriliğin çirkefini uzaklaştırır, onunla riya çirkefini elde etmiş olur. Fakat bunu yaptıktan sonra riyaya yönelir, riyayı ilacıyla ortadan kaldırmaya çalışır. Bu bakımdan isim yapmak hevesi, nefsi maldan kesme anında nefis için teselli gibi olur. Nitekim çocuğun, annesinin sütünden kesildiği anda kuş ve benzeri şeylerle oynamakla teselli olduğu gibi... Çocuğun bunlarla oynaması, çocuğu oyunla başbaşa bırakmak için değildir. Annesinin memesinden ayrılsın diye bu imkân kendisine verilir. Sonra bu imkândan da bir kısmını diğerine musallat kılmak uygundur. Nitekim şehveti öfkeye musallat kılınır. Şehvetin hamakatı onunla kırılır. Ancak bu usûl, kendisinde mertebe ve riya sevgisi, cimrilik sevgisinden daha az olan kimse için faydalıdır. Böylece en kuvvetlisi en zayıf ile değiştirilir. Eğer rütbe onun nezdinde mal kadar sevimli ise o vakit cimriliği bırakıp ona yapışmakta hiçbir fayda yoktur. Çünkü bir hastalıktan yakayı sıyırır ve diğer hastalığa onun bir mislini daha eklemiş olur. Bunun alâmeti, riya için vermenin kendisine ağır gelmemesidir. Böylece bilinir ki riya kendisinde daha galiptir. Eğer vermek, riya ile beraber nefse ağır geliyorsa, bu takdirde vermek uygundur. Bu ağır gelme delâlet eder ki cimrilik hastalığı kalpte riyadan daha ağır basar. Bu sıfatların birinin diğerini ortadan kaldırmasının misâli, tıpkı şu denilen söze benziyor: ´Ölünün bütün bedeni kurtlanır. Sonra da o kurtlar sayıları azalıncaya kadar birbirini yerler. (Yani iki büyük kurda dönüşünceye kadar birbirlerini yerler). Sonra o iki kurt birbirini yeyinceye kadar dövüşür. Galip mağlubu yer, semizleşir. Sonra tek başına kalır ve ölüme mahkûm olur!´ İşte bu çirkin sıfatlar da böyledir. Bazılarını bazılarına musallat etmek, onun kökünü kazımak, kuvvet bakımından zayıf olanı, kuvvetliye yem yapmak mümkündür. Ta ki bir tanesi kalıncaya kadar... Onu da mücahede ile eritip ortadan kaldırmalıdır. Onunla mücahede etmek, ondan gıdasını menetmek demektir. Sıfatlardan gıdayı menetmek demek, onların isteklerine göre amel etmemek demektir. Diğer sıfatlar, şüphesiz birtakım ameller isterler. Ne zaman onlara aykırı hareket edilirse, onlar sönerler ve ölürler. Meselâ cimrilik, malı sarfetmemeyi ister. Onun isteğine karşı çıkıp zaman zaman mal verildiği takdirde cimrilik sıfatı ölür. Cömertlik, insana tabiat olur, vermek için çekilen zorluklar ortadan kalkar; zira cimriliğin tedavisi ilim ve amelledir. Burada ilim, cimrilik âfetinin bilinmesine, cömertliğin faydasına dönüşür. Fakat cimrilik bazen gözü kör, kulağı sağır edercesine kuvvetli olur. Dolayısıyla bu husustaki mârifetin tahakkukuna mâni olur. Mârifet tahakkuk etmediği takdirde rağbet ve istek harekete geçmez. Dolayısıyla çalışmak da kolay olmaz, illet müzmin olarak kalır. Tıpkı ilacın bilinmesine ve kullanma imkânına mâni olan hastalık gibi... Zira böyle bir hastalıkta ölünceye kadar sabretmekten başka çare kalmaz. Tasavvuf şeyhlerinin bazılarının âdeti, müridlerdeki cimriliği tedavi etmek hususunda, şuydu: Onlara mahsus olan zaviyelerden onları menederdi. Bir müridin zaviyesiyle ve zaviyenin içerisinde bulunan şeylerle sevindiğini hissettiği zaman, onu başka bir zaviyeye, başka bir zaviyeyi de oraya nakleder ve onun elinden bütün mülk edindiklerim alırdı. Yeni bir elbiseye iltifat ettiğini gördüğü veya bir seccade ile sevindiğini hissettiği zaman derhal onu başkasına vermesini emrederdi. Ona eski bir elbise giydirirdi. Öyle bir elbise ki müridin kalbi o elbiseye meyletmezdi.İşte kalp bu yolla dünya mallarından uzaklaşırdı. Bu bakımdan bu yolda gitmeyen bir kimse dünya ile yakınlık kurup dünyayı sever. Eğer kişinin bin türlü malı varsa bin tane sevgilisi var demektir. Bunun için de onlardan biri çalındığı zaman, onu sevdiği kadar, üzüntüye mâruz kalır. Öldüğü zaman bir defada onun üzerine bin musibet iner. Çünkü hepsini severdi ve hepsi kendisinden alınmıştır! Hayattayken de onları kaybetmek ve onların elinden çıkması tehlikesiyle karşı karşıya idi. Padişahlardan birine Firuzeç denilen maddeden yapılmış, cevherlerle süslenmiş bir tabak hediye edildi ki onun benzeri görülmemişti. Padişah buna pek sevindi. Yanındaki hükemadan birine şöyle sordu: -Bunu nasıl görüyorsunuz? -Onu bir musibet ve fakirlik olarak görüyorum! -Nasıl olur? -Eğer kırılırsa reddedilemeyecek bir musibet olur. Eğer çalınırsa ona muhtaç olur ve benzerini de bulamazsın. Oysa bu sana gelmeden önce sen hem musibetten, hem de buna muhtaç olmaktan emindin. Sonra günün birinde tabak kırıldı veya çalındı. Padişaha bu musibet pek ağır geldi ve dedi ki: ´Hakîm doğru söyledi! Keşke o tabak başta bize hediye edilmeseydi!´ Dünya sebeplerinin hepsinin durumu budur. Çünkü dünya ALLAH düşmanlarının düşmanıdır. Onları cehenneme sevkeder. ALLAH dostlarına da düşmandır. Kendisine karşı sabretmekle onları üzer. ALLAH´ın da düşmanıdır. Çünkü ALLAH´a giden yolu kullarının yüzüne kapatır. Kendi kendisinin de düşmanıdır. Çünkü nefsini kıtır kıtır yer; zira mallar ancak hazinelerde nöbetçilerle korunur. Hazine vc nöbetçiler ise, ancak mal ile; dirhem ve dinarı vermek suretiyle edinilir. Bu bakımdan mal, nefsini yer, zatına ters düşer. Sonunda yok olup gider. Malın âfetini ve tehlikesini bilen bir kimse onunla ünsiyet edip sevinmez! Aksine zarurî ihtiyacı kadar ondan alır. İhtiyaç kadarıyla kanaat eden bir kimse cimri olmaz. Çünkü ihtiyacı olanı vermemesi cimrilik değildir. Muhtaç olmadığı miktarı korumakla nefsini yormaz. Bu bakımdan onu sarfeder. Hatta o, nehrin suyu gibidir; zira nehrin suyu hakkında hiç kimse cimrilik etmez. Çünkü halk, ihtiyaçları kadarıyla kanaat eder! ________________ 132) İbn Mâce 133) Adı Ebu Hasan Ali b. Ahmed b. Sehl´dir. H. 318´de vefat etmiştir. |
Hırs ve Tamahkârlığın Kötülenmesi, Kanaat Etmenin ve İnsanlardan Müstağni Olmanın Övülmesi
Fakirlik bölümünde söylediğimiz gibi fakirlik övülmüştür. Fakat fakirin kanaatkâr olması, halktan tamahını kesmesi, halkın elindeki mala iltifat etmemesi, nereden gelirse gelsin zihniyetiyle malı elde etmeye haris olmaması gerekir. Bu ise fakir için ancak zaruret miktarı yemek, giymek, meskenle kanaat edip, kıymet bakımından en düşüğüyle, çeşit bakımından en azıyla yetinirse mümkündür. Emelini yaşadığı güne veya yaşadığı aya döndürür ve kalbini bir aydan sonrası ile meşgul etmezse mümkündür. Eğer çoğa iştiyaki olup uzun emel beslerse, kanaatin azizliği elinden kaçar, tamahkârlık ve harisliğin zilletiyle kirlenir. Tamahkârlık ve harislik kendisini çirkin huylara, mürüvvetleri yıkıcı münkerleri yapmaya sürükler. Zaten Âdemoğlu hırs, tamahkârlık ve az kanaat üzerine yaratılmıştır. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer Âdemoğlunun iki vâdi dolusu altını olsaydı muhakkak üçüncü bir vâdi daha isterdi! Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Tevbe edenin tevbesini ALLAH kabul eder.22 Ebu Vakıd el-Leysî23 şöyle anlatır: Hz. Peygamber´e vahiy geldiği zaman biz ona geliyorduk. O bize gelen vahyi öğretiyordu. Ben birgün Hz. Peygamber´e geldim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ buyurmaktadır ki biz malı, namazın kılınması, zekâtın verilmesi için ihsan ettik. Eğer Ademoğlu´nun bir vâdi dolusu altını olsa muhakkak ikincisinin olmasını ister. Eğer ikincisi olsa muhakkak üçüncüsünü ister. Öyleyse âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Tevbe edenin tevbesini ALLAH kabul eder.24 Ebu Musa el-Eş´arî şöyle demiştir: ´Berâe sûresine benzer bir süre nâzil oldu. Sonra ALLAH tarafından kaldırıldı. Ancak o sûreden şu ayet aklımda kaldı: Muhakkak ALLAH Teâlâ bu dini, nasipleri olmayan kavimlerle takviye eder. Eğer Âdemoğlu´nun iki vâdi dolusu malı olsa, muhakkak üçüncü vâdiyi temenni eder. Âdemoğlu´nun gözünü ancak toprak doyurur. Ancak ALLAH tevbe edenin tevbesini kabul eder. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Doymayan iki aç vardır. Birincisi ilme, ikincisi mala aç olandır.25 Ademoğlu ihtiyarlar, fakat onunla beraber iki şey gençleşir: 1. Emel, 2. Mal sevgisi!26 Bunlar Âdemoğlunun saptırıcı ve helâk edici niteliğidir. ALLAH Teâlâ ve Hz. Peygamber kanaati övmüşlerdir. Cennet o kimseye olsun ki geçimi yetecek kadar olduğu ve kanaat ettiği halde İslâm dinine hidayet olunmuştur.27 İster fakir olsun, ister zengin, hiç kimse yoktur ki kıyamet gününde dünyada nafaka verilmiş olmasını temenni etmesin.28 Zenginlik, servetin çokluğu değildir. Zenginlik, ancak gönül zenginliğidir.29 Hz. Peygamber, hırsı ve mübalağalı bir şekilde dünyayı aramayı yasaklayarak şöyle buyurmuştur: Ey insan! Helâlinden kazanmaya bak! Çünkü hiçbir kul yoktur ki kendisine yazılan rızıktan başka birşey elde etsin! Kendisine yazılan rızık eline geçmeden önce hiçbir kul dünyadan göç etmez,30 Rivayet ediliyor ki, Hz. Musa (a.s) rabbine şöyle sordu: -Senin kullarının hangisi daha zengindir? -Verdiğime en fazla kanaat edeni. -Hangisi daha âdildir? -Nefsinden, başkasının hakkını alan. İbn Mes´ud Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Muhakkak ki Ruh´ul-Kudüs (Cebrail) benim kalbime ´Rızkını tamamen yemedikçe hiçbir insan ölmeyecektir´ diye ilham etti. Bu bakımdan siz ALLAH´tan korkun! Kazançta meşrû olandan ayrılmayın!31 Ebu Hüreyre, Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Ey Ebu Hüreyre! Ne zaman fazlasıyla acıkırsan, sana bir ekmek ile bir testi su (kâfidir). (Bundan sonra) dünya (isterse) helâk olsun!32 Müttaki ol, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en şükredicisi olursun! Kendi nefsin için sevdiğini insanlar için de sev, mü´min olursun. Ebu Eyyûb el-Ensarî´nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber tamahkârlığı yasaklamaktadır: Bir bedevi Hz. Peygamber´e gelerek ´Bana nasihat et! Fakat kısa olsun!´ dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu: Namaz kıldığın zaman veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Yarın kendisinden dolayı özür dileyeceğin bir konuşmayı sakın yapma! Halkın elindeki servetten ümitsiz ol!33 Avf b. Mâlik el-Eşcâî şöyle anlatıyor: Biz Hz. Peygamber´in yanında yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Siz ALLAH´ın Rasûlü´ne bîat etmez misiniz?´ Biz ´Sana daha önce biat etmedik mi?´ dedik. Bu sözümüzden sonra yine ´Siz ALLAH´ın Rasûlü´ne bîat etmez misiniz?´ dedi. Bunun üzerine biz ellerimizi uzattık ve bîat ettik. Bu esnada bizden biri ´Biz sana bîat ettik ama neyin üzerine biat ediyoruz?´ diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: ALLAH´a ibâdet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, beş vakit namazı kılacağınıza, başınızdakinin sözünü dinleyip itaat edeceğinize dair biat ettiniz. Gizlice birşey konuştuktan sonra İnsanlardan hiçbir şey istemeyeceğinize dair biat ettiniz?´ dedi. Râvî der ki: ´Bu kişilerden bazıları elinden kamçısı düştüğü zaman kamçısının kendisine verilmesini dahi kimseden istemez, bineğinden iner, kamçısını kendisi alırdı´. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Tamahkârlık fakirliktir. Halkın elindeki maldan ümit kesmek ise zenginliktir´. Halkın elindeki maldan ümidini kesen bir kimsenin halka ihtiyacı olmadığı gibi onlardan minnetsiz olacağı da muhakkaktır. Hukemâdan birisine şöyle denildi: ´Zenginlik nedir?´ Cevap olarak ´Azı temenni edip yetecek kadarla kanaat etmendir´ dedi. Hayat, geçen birkaç saattir. Tekrarlanan birkaç günün zahmetleridir. Razı olduğun bir hayata kanaat et! Hevâ-i nefsini bırak, hür olarak yaşarsın! Çok felâket vardır ki, onu insanoğluna altın, yakut ve inci getirir!.. Muhammed b. Vâsı, kuru ekmeğini su ile ıslatır, yer ve derdi ki: ´Buna kanaat eden bir kimse, hiç kimseye muhtaç olmaz!´ Süfyan es-Sevrî ´Dünyanızın en hayırlısı kendisinden dolayı müptelâ olmadığınız şeylerdir. Müptelâ olduğunuz şeyin en hayırlısı, sizin elinizden çıkandır´ dedi. İbn Mes´ud şöyle demiştir: Hergün bir melek şöyle seslenir: ´Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelen az, seni azdıran çoktan daha hayırlıdır´. Sumeyt b. Aclan şöyle demiştir: ´Ey Ademoğlu! Karnın ancak bir karış çapındadır. O halde seni neden ateşe sokuyor?´ Bir hakîme şöyle soruldu: ´Senin malın nedir?´ Cevap olarak ´Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket ve halkın elindeki servetten ümit kesmektir´ dedi. ALLAH Teâlâ´nın şöyle dediği rivayet edilir: ´Ey Âdemoğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa bile ondan ancak yediğin senin olur. Ondan sana gıdayı, verdiğimizin hesabını da başkasına yük-lediğimiz zaman muhakkak ben sana iyilik yapmış olurum´. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Biriniz birşey istediği zaman, basitçe istesin, kişiye sen sen (deyip onu övmek suretiyle) belini kırmasın. Çünkü kendisi için ayrılan rızık eline gelir´. Emevîlerden biri Ebu Hâzım b. Ebî Seleme´ye bir mektup yaza-rak ihtiyacını kendisine bildirmesinde ısrar etti. Ebu Hâzım ona şu cevabı verdi: İhtiyacımı mevlâma arzettim. Bana verileni kabul ettim. Bana verilmeyene de kanaat edip razı oldum.´ Hukemâdan birine şöyle soruldu: -Hangi şey akıl için daha sevindiricidir? Üzüntünün giderilmesinde hangi şey daha fazla yardım eder? -Akıl nezdinde en sevindirici şey, kişinin ölümünden önce yapıp gönderdiği sâlih ameldir. Üzüntünün giderilmesinde en fazla yardımcı olan şey ise kaza ve kaderin hükmüne razı olmaktır. Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´En uzun üzüntüye sahip olarak hasetçi kimseyi gördüm. Yaşantı bakımından en refahlısını da kanaat eden kimse olarak buldum. Eziyetçe en fazla olan da tamahkârlık yapıp haris olan bir kimsedir. Maişet yönünden insanların en düşüğü, dünyayı en fazla tepenidir. Pişmanlık yönünden en büyükleri ise ifrata kaçan âlimdir´. Rızıkları taksim eden ALLAH´ın, kendisine rızık vereceğine güvenerek akşamlayan bir kimsenin kalbi ne zengindir! Böyle bir kimsenin şerefi korunmuştur. Onu kirletmez! Yüzü yepyenidir, onu yıpratmaz! Yine şöyle denilmiştir: Ne zamana kadar konaklamak, sefere çıkmak, uzun çalışmak, gitmek ve gelmek durumunda kalacağım? Evden uzak, dostlardan garip, hâlimin ne olduğunu bilmez bir vaziyette kalacağım? Bazen doğuda, bazen batıda harisliğimden dolayı ölüm bile kalbime gelmez. Eğer kanaat etseydim durduğum yerde rızık bana gelecekti! Muhakkak zenginlik kanaattir, malın çokluğu değil! Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Size ALLAH´ın malından kendime neyi helâl kıldığımı haber vereyim mi? Biri kış, diğeri yaz için olan elbi-sem, hac ve umremi yapmak için bir devedir. Bunlardan sonra benim nevâlem (gıdam), Kureyş´ten herhangi bir kişinin nevalesi gibidir... Nafaka bakımından onların en yükseği olmadığım gibi, en düşük yaşayanı da değilim. ALLAH´a yemin olsun bunun da helâl olup olmadığını bilmiyorum´. Sanki Hz. Ömer, bu kadarla kanaat etmenin bile farz olan mik-tardan fazla olup olmaması hususunda şüphe etmektedir! Bir bedevi, kardeşini harislikten dolayı kınayarak şöyle dedi: ´Kardeşim! Sen arıyor ve aranıyorsun! Elinden kurtulamayacağın biri (ALLAH Teâlâ) seni arıyor. Sen ise, başkası (ALLAH Teâlâ) tarafından sana verileni aramaktasın! Sanki senden gâib olan sana keşfolunmuştur! Sanki içinde bulunduğundan da göç ederek uzaklaşmışsın! Ey kardeşim! Sanki mahrum kalan haris bir kimseyi ve zengin olan zâhid bir kimseyi hiç görmemişsin!´ Bu hususta şöyle denildi: "Görüyorum ki zenginlik gittikçe seni dünya için haris kılıyor! Sanki ölmeyecekmişsin gibi! Acaba senin tayin ettiğin bir sonuç var mıdır ki birgün oraya vardığın takdirde ´artık bana yeter, razı oldum´ diyesin!" Şa´bî şöyle dedi: ´Hikâye olunuyor ki bir kişi çekuk veya turkay kuşunu avladı. Kuş kendisine şöyle sordu: -Beni avlayıp ne yapacaksın? -Seni kesip yiyeceğim? -Yemin olsun, ben bir derdine derman olmadığım gibi açlığını da gideremem. Fakat sana üç haslet öğreteceğim ki beni yemekten sana daha hayırlıdır. Onların birini daha elinde iken sana öğreteceğim, ikincisine gelince, uçup ağacın dalına konduğum zaman öğreteceğim. Üçüncüsünü ise, dağın tepesinde olduğum zaman... -O halde birinci hasleti söyle! -Sakın elinden kaçan birşey için üzülme!Bunun üzerine avcı kuşu bıraktı. Kuş, ağacın üzerine konduktan sonra avcı dedi ki: -Haydi! İkinci hasleti söyle! -Sakın olmayacak şeye inanma! Bunu dedikten sonra uçup dağın tepesine kondu ve şöyle dedi: -Ey şakî! Eğer beni kesmiş olsaydın, benim kursağımdan iki inci çıkaracaktın ki her incinin ağırlığı yirmi miskaldır. Avcı bunun üzerine dudağını ısırarak üzüldü, ah çekti ve şöyle dedi: -Üçüncü hasleti söyle! -Sen iki tanesini unuttun bile! Fakat ben üçüncüsünü sana yine haber vereyim. Sana ´elinden çıkmış birşey için üzülme ve olmayacak şeye inanma´ demedim mi? Oysa benim etim, kanım ve tüyüm, üst üste konsa yirmi miskal ağırlığında değildir! O halde nasıl olur da benim kursağımda ağırlığı yirmişer miskal olan iki inci bulunabilir? Bunu dedikten sonra uçup gitti. İşte bu, Âdemoğlunun şiddetli tamahkâr-lığına bir misaldir. Çünkü tamahkârlık, insanı hakîkati idrak etmekten kör eder. Öyle ki olmayacak şeyi, olur zanneder. İbn Semmak34 şöyle demiştir: ´Ümit, kalbinde bir iptir, ayağında da bir kelepçe... Bu bakımdan ümidi kalbinden çıkar! Zira böyle yaptığın takdirde, kelepçe ayağından çıkmış olur!´ Ebu Muhammed Yezidî35 şöyle demiştir: Hârun Reşid´in hu-zuruna girdim. Baktım ki altın suyuyla yazılı bir sahifeye bakıyor. Beni gördüğü zaman tebessüm etti. Bunun üzerine ben ´ALLAH Teâlâ mü´minlerin emirinin işini rast getirsin! Bir fayda mı var orada?´ diye sordum. Cevap olarak dedi ki: ´Evet! Ben bu iki beyti Beni Ümeyye hazinelerinin birisinde gördüm. Hoşuma gitti ve bunlara üçüncü bir şiiri ekledim" dedi ve bana şu şiiri okudu: Bir ihtiyacın önünde bir kapı yüzüne kapandığı zaman onu başkası için bırak! O başka ihtiyacın kapısı sana açılacaktır. Çünkü karın dağarcığının doldurulması sana kâfidir. Emirlerin kötülükleri ise onlardan korunmak bakımından sana kâfi delildirler. Sakın namusunu verme! Günahları işlemekten sakın ki onların cezası senden uzaklaşsın! Abdullah b. Selham, Kâ´b´ul-Ahbar´a dedi ki: ´Dinleyip an-ladıktan sonra ilimleri âlimlerin kalplerinden silip götüren nedir?´ Cevap olarak ´Tamahkârlık, nefsin oburluğu ve ihtiyaçların peşine amansızca düşmektir´ dedi. Birisi Fudayl´a dedi ki: ´Ka´b´ın bu sözünü bana açıkla!´ Fudayl şöyle cevap verdi: ´Kişi istediği bir şeyde ısrarla tamahkârlık yaptığından dolayı dini gider! Oburluğa gelince, o şu veya bu şeyler hakkında nefis oburluğudur. Öyle ki isteklerinin tümü verilsin istersin. Dolayısıyla şuna ve öbürüne ihtiyacın olur. O senin muhtaç olduğunu gördüğü zaman, burnuna esaret halkasını geçirir ve seni istediği istikamete sürükler, sana galip gelir. Sen de kendisine boyun eğmek mecburiyetinde kalırsın. Bu bakımdan dünyayı sevdiğinden dolayı onun yanından geçerken selâm verirsin. Hasta olduğunda ziyaret edersin. ALLAH rızası için ona selâm vermez, ziyaret etmezsin!´ Sonra Fudayl ´Bu sözler senin için falan ve filandan rivayet edilen yüz hadîsten daha hayırlıdır´ dedi. Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´İnsanın acaip olan işindendir ki ´ona dünya durdukça, sende kalacaksın´ denseydi bile, dünyanın geçici ve kendisinin de kalıcı olmadığını bildiği halde gösterdiği harislikten daha fazla bir halislik yaratılışında olmazdı´. Abdülvahid b. Yezid şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçerken ´Nereden yiyorsun?´ diye sordum. Cevap olarak ´Hâbir ve Lâtîf olan ALLAH´ın armağanından... Öyle habîr ki değirmeni yaratmış ve ona öğütmek için un olacak buğday getirmiş´ dedi. Bunu söylerken eliyle azı dişlerinin değirmenine işaret etti. Habîr ve kâdir olan ALLAH ortaktan münezzehtir! _______________________ 22)Müslim, Buhârî 23)Medineli olan bu zat 85 yaşında, H. 68 senesinde vefat etmiştir. 24)İmam Ahmed, Beyhâkî 25)Taberânî 26)Müslim, Buhârî 27)Tirmizî, Nesâî 28)İbn Mâce 29)Müslim, Buhârî 30)Hâkim 31)İbn Ebî Dünya 32)İbn Mâce 33)Ebu Davud, İbn Mâce 34) Bu zat, Muhammed b. Sebih Bağdâdî´ dir. Meşhur bir vaizdi 35) Adı Yahya b. Mübârek b. Mugire Advî´dir. Lûgat ve Nahiv ilmini pek iyi bilirdi. H. 252 de vefat etmiştir. |
Hırsın, Tamahkârlığın İlâcı, Kanaat Etmenin Devası
Bu ilâç, üç esastan mürekkeptir: Sabır, ilim ve amel. Bunun toplamı da beş şeydir: Birincisi Birincisi ameldir. Amel demek, maişette tutumlu hareket etmek ve infakta normal olmak demektir. Bu bakımdan kim, kanaatin azizliğini istiyorsa, mümkün olduğu kadar nefsine çıkış kapılarını kapatması ve nefsini sadece zarurî kısma çevirmesi gerekir. O halde, fazla çıkış noktaları olan, infakı genişleyen bir kimseye kanaat etme imkânı kalmaz. Hatta böyle bir kimse tek başına olursa, yamalı bir elbise ile kanaat etmesi uygundur. Tek bir yemeğe kanaat etmelidir. Katıklarını mümkün olduğu kadar azaltmalı ve bu hususta nefsini alıştırmalıdır. Eğer çoluk çocuk sahibi ise, onların her birini de bu miktara alıştırmalıdır. Çünkü bu miktar az bir çalışma ile elde edilir. Bu miktarı helâlden kazanmak mümkün, normal yaşantı kolaydır. Kanaatte esas budur. Biz infak etmekte, yumuşaklık göstermekten bunu kastediyoruz. Bu husustaki cehalet ve hamâkatı terketmelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, bütün işlerde rıfk ve yumuşaklığı sever.36 Tutumlu hareket eden bir kimse fakir olmaz!37 Üç şey vardır ki kurtarıcıdırlar: 1. Tenhada ve açıkta ALLAH´tan korkmak, 2. Fakirlik ve zenginlikte normal hareket etmek, 3. Öfke ve rızada adalet!38 Rivayet ediliyor ki, bir kişi Ebu Derdâ´nın yerden çekirdek topladığını ve şöyle söylediğini gördü: ´Maişetinde yumuşaklığın muhakkak ki kendi fıkhını bilinendendir´. İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: İktisad (normal hareket), güzel huy ve sâlih bir gidiş, peygamberlikten olan cüzün yirmi küsurundan bir parçadır.39 Tedbir maişetin yarısıdır.40 İktisad eden bir kimseyi ALLAH zengin, israf edeni de fakir eder. Kim ALLAH´ı anarsa ALLAH onu sever!41 Bir iş yapmak istediğin zaman ALLAH sana genişlik ve çıkış nasip edinceye kadar yumuşaklık ve normal hareketten ayrılma!42 İnfakta normal hareket etmek işlerin en mühimlerindendir. İkincisi Elinde kişiye yetecek kadar servet bulunduğu zaman geleceği için şiddetli sallantılara girmesi uygun değildir. Bu hususta başlıca yardımcısı, emeli kısaltmaktır. Kendisine, takdir edilen rızkın muhakkak eline geçeceğine inanmaktır. Her ne kadar ona karşı fazla bir harislik göstermese bile... Çünkü harisliğin fazlası rızıkların sahiplerine gelmesi için yegâne sebep değildir. Aksine ALLAH´ın sözüne güvenmesi uygundur. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı ALLAH´a ait olmasın. (ALLAH) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta yazılıdır.(Hûd/6) Bunun hikmeti şudur: Şeytan insanı fakirlikle korkutur, kötülüğü emreder ve der ki: ´Eğer malın toplanmasına ve korun-masına harislik göstermezsen hastalanabilir, çalışmaktan aciz kalabilir ve dilencilik zilletine mecbur olabilirsin!´ İşte bu şekilde vesvese yapan şeytan, insanı ömür boyunca mal toplamak için durmadan çalıştırır! ALLAH´tan gâfil olduğu halde, çalışıp yorulmasından dolayı şeytan ona güler. Bütün bunları ikinci halde de yorulacağı vehmi ile yapar! Oysa bu da çoğu zaman olmaz. Bunun benzeri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kim fakirlik korkusundan do-layı mal toplamak için saatlerini harcarsa, onun işlediği fakirliktir´. Hâlid´in iki oğlu43 Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Hz. Peygamber kendilerine dedi ki: Başınız sallandığı sürece rızıktan ümitsiz olmayın! Çünkü insanoğlunu annesi, kıpkırmızı bir et parçası olarak doğurup dünyaya getirir. Onun üzerinde herhangi bir kabuk yoktur. Sonra ALLAH Teâlâ onun rızkını verir. Bir ara, üzüntülü olan İbn Mes´ud´un yanından Hz. Peygam-ber geçti ve şöyle buyurdu: Üzüntünü çoğaltma! Takdir edilen olur! Sana rızık olarak ayrılan sana gelecektir.44 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Çalışma da güzel davranın! Çünkü hiçbir kul için kendisine takdir edilenden başka birşey yoktur ve kul kendisine yazılan rızık eline geçmeden, dünyadan göç edip gidemez.45 İnsanoğlu harislikten, ALLAH Teâlâ´nın kullarının rızıklarını takdir etmesi hususundaki tedbirine güvenmek suretiyle ve meşrû olarak çalışmakla rızkın geleceğine inanmakla kurtulur. Hatta uygun olan kulun haberi olmadığı halde ALLAH´ın onun için takdir ettiği rızkın daha fazla olduğunu düşünmesidir. Kim ALLAH´tan korkarsa ALLAH ona bir çıkış yolu ihsan eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim ALLAH´a tevekkül ederse O, ona yeter.(Talâk/2-3) Kendisinden rızık beklediği bir kapı kapandığı zaman, onun için kalbinin muzdarip olması uygun değildir. ALLAH Teâlâ mü´min kuluna ummadığı bir yerden rızık ve-rir.46 Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan ittika et! Zira hiçbir muttakînin muhtaç olduğunu görmedim!´ Yani muttaki kul, zarurî ihtiyacını elde etmek için çaba sarfetmeye bırakılmaz. ALLAH Teâlâ, müslümanların kalplerine onun rızkını vermeyi ilka eder. Fadl edDubdî47 der ki: ´Bir bedeviye şöyle sordum: - Senin maişetin nereden geliyor? - Hacıların adak ve nezirlerinden... - Eğer hacılar hacca gelmekten menedilirlerse ne olacak? - Eğer biz sadece bildiğimiz kaynaktan gıda almayı beklersek yaşamamamız gerekir! Tâbiînden Ebu Hâzım Seleme b. Dinar şöyle demiştir: ´Dünyayı iki şey olarak buldum. O iki şeyden biri benim! Onun vakti gelmeden önce edinemem, gökler ve yerin kuvvetiyle onu istesem yine de durum değişmez. Onlardan diğeri ise başkasınındır. Ona da geçmiş zamanda yetişemedim ve gelecekte de yetişebileceğimi ümit etmiyorum. Başkası için olan benden menedilir. Tıpkı benim için olan da başkasından menedildiği gibi... İşte ben bunların hangisinde hayatımı tüketirsem, mârifet cihetinden benim için devadır. Şeytanın fakirlikle korkutmasının defedilmesi için mutlaka bu ilâca ihtiyaç vardır!´ Üçüncüsü Kanaatte olan zenginliğin izzetini, harislik ve tamahkârlıkta olan zilleti bilmesidir. Kişinin nezdinde bu sabit oldu mu kanaate rağbet eder. Çünkü harislikte yorgunluktan, tamahkârlıkta da zilletten kurtulamaz. Kanaatte şehvet ve fuzulî şeylere sabretmenin zorluğu ve elemi vardır. Bu eleme ancak ALLAH muttali olur. Bu elemi çekmekte âhiret sevabı vardır. Harislikteki yorgunluk ve zillet ise halkın gördüğü şeylerdendir. Bunlarda vebal vardır, vebalden başka bu durum, nefsin izzetini ve hakikate tâbi olma kudretini de elden çıkarır. Çünkü tamahkârlığı ve hırsı çoğalan bir kim-senin halka ihtiyacı pek fazla olur. Bu bakımdan halkı hakka davet etmek imkânından mahrum olup, yağcılık yapmak mecburiye-tinde kalır. Bu ise dinini yokedecek bir harekettir. Nefsinin azizliğini, midesinin şehvetine tercih etmeyen bir kimse bunak ve imanı ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Mü´min bir kimsenin azizliği, halktan müstağni olması demektir.43 Bu bakımdan kanaatte hürriyet ve izzet vardır. Bunun için de şöyle denilmiştir: İstediğin bir kimseden müstağni ol, onunla eşit olursun! İstediğin bir kimseye muhtaç ol, onun esiri olursun. İstediğin bir kimseye iyilik yap, onun emiri olursun!´ Dördüncüsü Yahudilerin, hristiyanların, ahlâkça düşük insanların, ahmakların, bedevi serserilerinin, dinsiz ve akılsız kimselerin nimetler içinde yüzdüklerini çokça düşünmeli... Sonra peygamberlerin ve velî kulların durumlarını düşünmeli! Hulefa-i Râşidînin, diğer sahabe ve tabiin´in yaşayışlarını düşünmeli, hayatlarına kulak vermeli, durumlarını mütalaa etmelidir. Aklını düşük insanlara benzemek veya ALLAH nezdinde yaratıkların en şerefli sınıfına uy-mak arasında serbest bırakmalıdır ki böyle yapmaktan dolayı darlık ve az ile kanaat etmek hususunda sabretmek kendisine kolay gelsin. Çünkü kişi, eğer midesinin doldurulmasından lezzetle-niyorsa (muhakkak bilmeli ki) eşşek yemek bakımından kendisinden pek ileridedir! Eğer cinsî münasebetten zevk alıyorsa domuz bu hususta daha ileridedir. Eğer elbise ve binek hususunda süslenmekten zevk alıyorsa, yahudiler içerisinde bu hususta ondan daha ileride olanlar vardır. Eğer aza kanaat eder, razı olursa onun bu rütbesinde peygamberler ve velî kullar ortaklık yapmaktadırlar. Beşincisi Malın Âfetleri kısmında zikrettiğimiz gibi, mal toplamadaki tehlikeyi anlamasıdır. Mal için sözkonusu olan hırsızlık, yağma edilmek ve zayi olmak korkusunu düşünmesidir. Eli dünyadan boşaldığı takdirdeki emniyetini de anlamalıdır. Malın âfetleri ve insanı cennetten beş yüz sene geri bırakması hakkında söylediklerimizi dikkatle izlemelidir.49 Çünkü kişi, yetecek kadarıyla kanaat etmezse zenginler zümresine ilhak olunur. Fakirlerin defterinden silinir. Fakirler defterinde kalmak ise, daima dünyada malca kendisinden aşağı olana bakmak, kendisinden yukarı olana bakmamak suretiyle temin edilir. Çünkü şeytan daima dünya hususunda kişiden üstün olana kişinin dikkatini çekmek ister ve kendisine ´Mal edinmekten gevşeme! Çünkü mal sahipleri yemek ve elbise içinde yüzmektedirler´ vesvesesini verir! Din hususunda ise nazarını kendisinden aşağı olana çevirerek der ki: ´Neden nefsine bu kadar eziyet veriyorsun. ALLAHtan bu kadar korkuyorsun? Halbuki filan adam senden daha bilgindir. Buna rağmen (senin kadar) ALLAH´tan korkmuyor! Bütün halk zevk ve sefasıyla meşguldür. Sen neden onlardan ayrılmak istiyorsun?!´ Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Benim dostum (Hz. Muhammed) bana dünya hususunda benden üstün olana değil de benden aşağıda olana bakmamı tavsiye etmiştir´.50 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sizden bir kimse, ALLAH tarafından mal ve yaratılış bakımından üstün kılınan bir kimseye baktığı zaman, hemen bu hususlarda kendisinden daha aşağı olan ve faziletçe üstün olan bir insana baksın!51 Bu emirlerle, kanaat ahlâkını, işin direği olan sabır, emelin kısaltılması ve dünyanın birkaç günlük hayatına sabretmenin neticesinin uzun bir zaman lezzetlenmek olduğunu anlar. Bu bakımdan şifayı beklemek hususunda şiddetli istek sahibi olduğundan dolayı ilâçların acılığına tahammül eden bir hasta gibi olur. ____________________________ 36)Müslim, Buhârî 37)İmam Ahmed, Taberânî 38)Bezzar, Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî 39)Ebu Dâvud 40)Ebu Mansur Deylemî 41)Bezzar 42)İbn Mübârek 43)Bu zat Benî Âmir b. Sa´sa´dandır. 44)İbn Mâce 45)Ebu Nuaym 46)İbn Hibban, Zuafâ; İbn Cevzî, Mevzuat 47)Kûfelidir ve güvenilir bir zattır. 48)Taberânî, Hâkim 49)İmam Ahmed, Tirmizî İbn Hâce, (Ebu Hüreyre´den); ´Müslümanların fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce cennete girecektir´ (İthaf´us-Saade, VIII/180) 50)İmam Ahmed, İbn Hibban 51)Müslim, Buhârî |
Malı Hususunda Kula Düşen Vazifeler
Mal, daha önce dediğimiz gibi, bir yönden hayır, diğer bir yönden de şerdir. Malın misâli, yılanın misâline benzer. Usta bir kimse yılanı tutar. Ondan tiryak denilen panzehiri çıkarır. Gafil bir kimse yılanı tutar, yılan onu öldürür. Hiç kimse malın zehirinden kurtulamaz. Ancak beş şeye dikkat eden bundan müstesnadır! Birincisi Maldan maksadın ne olduğunu ve malın niçin yaratıldığını ve niçin mala muhtaç olduğunu bilmektir ve yine bilmelidir ki mal ancak ihtiyaç miktarı korunur. Himmeti müstehak olduğunun üstünde olan bir kimse onu vermez. İkincisi Malın gelir kaynağını gözetmektir. Dolayısıyla katıksız haramdan veya sultan malı gibi çoğu haram olandan sakınmaktır. Mekruh olan ve içinde rüşvet kokusu bulunan hediyeler gibi, içinde mürüvvetsizlik, zillet ve benzeri durumlar bulunan dilencilik gibi mürüvveti yıkan kaynaklardan kaçınmalıdır. Üçüncüsü Kazandığı miktarı gözetmektir. Bu bakımdan ne fazla, ne az, sadece gereken miktarı elde eder. Bunun ölçüsü ihtiyaçtır. İhtiyaç elbise, mesken ve yemektir. Bunların her birinin de üç derecesi vardır. Ednâ (en alt derece), evsat (orta derece) ve âlâ (en üst derece)dir. Azlık tarafına meyil olduğu ve zaruret hududuna yakın bulunduğu müddetçe hak olur. Bu sınırı geçtiği takdirde derinliğinin sonu olmayan bir uçuruma yuvarlanır. Biz bu dereceleri ayrıntılı bir şekilde ´Zühd´ bahsinde belirtmiştik. Dördüncüsü Masraflarını gözetmektir. İnfakta normal hareket etmelidir. Ne israf ne de sıkılık... Daha önce söylediğimiz gibi yapmamalıdır. Helâlinden kazandığını uygun yere sarfetmelidir. Uygun olmayan yere sarfetmemelidir. Çünkü haksız yerden almak ile haksız yere sarfetmekteki günah eşittir. Beşincisi Almakta, bırakmakta, sarfetmekte ve tutmakta niyetini düzeltmektir. Öyleyse aldığını ibâdette kendisine yardımcı olsun diye almalı, almadığını mala karşı zayıflığından dolayı almamalıdır. Onu hakir saydığından dolayı bırakmalıdır. Bunu yaptığı takdirde malın varlığı ona zarar vermez ve bunun için Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi yeryüzündeki servetin tamamını edinmişse ve bununla ALLAH´ın cemâlini istiyorsa, o kişi zâhiddir. Eğer bir kişi dünyayı terketmişse ve bununla ALLAH´ın rızasını kasdetmiyorsa, o kişi zâhid değildir´. Bu bakımdan senin bütün hareketlerin ALLAH için olsun. İbâdet gayesiyle veya ibâdete yardım eden bir hedefe yönelmiş bulunsun. Çünkü ibâdetten en fazla uzak olan hareket, yemek ve def-i hâcettir. Oysa bunların ikisi de ibâdete yardımcıdırlar. Eğer onlardan bu kastolunursa, onların ikisi de senin için ibâdet hükmüne geçerler. Böylece seni koruyan gömleğin, yatağın, kabın, kaşığın için niyetin bu olmalıdır. Çünkü dinen insanoğlu bütün bunlara muhtaçtır. İhtiyaçtan fazla olan için ise şunu kasdetmek uygundur: ALLAH´ın kullarından biri bundan faydalanacaktır. ALLAH´ın kullarından biri buna muhtaç olduğu zaman da bundan istifade etmekten menedilmemelidir. Bu bakımdan böyle yapan bir kimse, mal yılanından panzehirini almış, zehirinden korunmuştur. Böyle bir kimseye malın çokluğu zarar vermez. Fakat bu derece ancak dinde sabit kadem olan ve din hususunda ilmen gelişen bir kimse için mümkün olabilir. Halk tabakasından olan bir kimse, çok mal edinmek hususunda, kendini âlime benzetip ´Ben ashab-ı kiramın zenginlerine benziyorum´ iddiasında bulunursa, tıpkı zeki, mümeyyiz bir çocuğun yılanı tuttuğunu, evirip çevirdiğini, yılandan panzehir aldığını görüp o insanın yılanın şeklini güzel gördüğünden, yumuşak derisiyle oyalandığından dolayı yılanı tuttuğunu zanneden bir çocuğa benzer. Bu çocuk da o mümeyyiz kişi gibi yılanı tutar, fakat yılan derhal onu öldürür. Fakat şu fark vardır ki yılanın öldürdüğü insan, öldürüldüğünü bilir. Malın öldürdüğü insan ise, bazen öldürüldüğünü bilmez. Dünya yılana benzetilmiştir ve şöyle denilmiştir: O dünya bir yılan gibidir. Zehir akıtır. Her ne kadar onun derisi yumuşak görünürse de... Nasıl ki âma bir kimsenin dağları aşmak, deniz kıyılarında gezmek, dikenli yollarda yürümek hususunda gözü gören bir kimseye benzemesi muhal ise, halk tabakasından olan bir kimsenin de mal edinmek hususunda kâmil bir âlime benzemesi muhaldir. |
Malın Âfetleri ve Faydaları
Malın Faydaları Mal, yılan gibidir. Ağzında zehir, etinde tiryak (panzehir) vardır. Bu bakımdan malın faydaları, panzehiri gibidir. Tehlikeleri ise zehirleridir. O halde malın tehlike ve faydalarını bilen bir kimse malın şerrinden sakınma ve hayrını elde etme imkânına sahiptir. Faydaları da dünyevî ve dinî olmak üzere iki kısma ayrılır. Dünyevî faydalarını zikretmeye ihtiyaç yoktur. Onların bilinmesi halk arasında ortak bir keyfiyettir. Eğer bu böyle olmasaydı halk mal aramak (servet edinmek) için dünyayı dolaşmazdı!.. Dinî faydalarına gelince, onların tümü üç kısımda toplanır: Birinci Kısım Malı kendi nefsine infak etmesidir. Ya ibâdet hususunda veya ibâdete yardım hususunda infak eder. İbâdet hususunda infak etmeye gelince, bu husus, malın yardımıyla hacca ve cihada gitmek gibidir; zira kişi ancak mal vasıtasıyla hacca ve cihada gidebilir. Hac ve cihad ALLAH´a yaklaştırıcı ibâdetlerin temellerindendir. Fakir bir kimse bu iki ibâdetin faziletinden mahrumdur. İbâdeti takviye etmek hususunda sarfedilmesine gelince, onlar yemek, elbise, mesken, evlenme ve hayatın diğer zarurî ihtiyaçlarıdır. Çünkü bu ihtiyaçlar yerine getirilmediği zaman, kalp on-ları düşünür ve dini için çalışmaya vakti kalmaz. O halde kendisiyle ibadet edebildiği şey de ibâdetin ta kendisidir. Bu bakımdan yetecek kadar -dine yardım olsun diye- dünyalık edinmek, dinî faydalardandır. Dünyadan zevk almak ve yeterli olandan fazla edin-mek bu kısma dahil olmaz. Çünkü bu sadece dünya vasıflarındandır. İkinci Kısım Halka sarfettiğidir. Bu da dört kısma ayrılır: 1.Sadaka olarak verdiği 2.Mürüvveti gereği verdiği 3.Namusunu korumak için verdiği 4.Çalıştırma ücreti olarak verdiği Sadaka´nın sevabı herkesin malûmudur. Sadaka ALLAH´ın gazabını söndürür. Biz daha önce onun faziletini belirtmiştik. Mürüvvet´ten gayemiz; ziyafet, hediye ve bunlara benzer yerlerde malı zenginlere ve eşrafa sarfetmektir. Böyle bir sarfiyata sadaka denilmez; zira sadaka, muhtaca verilen mal demektir. Ancak bu sarfiyat dinî faydalardandır; zira böyle bir sarfiyatla kul, arkadaş ve dost edinir, cömertlik sıfatını kazanır, cömertlerden olur. Cömertlik sıfatıyla, ancak iyilik yapan, mürüvvet yolunda yürüyen bir kimse sıfatlanır. Bu da sadaka gibi sevabı pek büyük olan bir harekettir; zira hediye ve ziyafetler hususunda -yiyenlerin fakir olması şart koşulmaksızın- birçok hadîsler vârid olmuştur. Namusu korumak için verilme hususuna gelince, biz bundan şairlerin hicvini önlemek, sefihlerin hakaretini önlemek ve şerlerini uzaklaştırmak için verilen malı kastediyoruz. Bu mal da faydası dünyada görülmekle beraber dinî nasiplerdendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kişinin namusunu koruyan mal, kişi için bir sadaka sayılır!21 Nasıl sadaka yazılmasın? Bu verilen malda gıybet yapanı, gıybetin günahından alıkoymak olduğu gibi, düşmanlığı gerektiren konuşmasından sakınmak da vardır. Öyle bir düşmanlık ki karşılık vermek ve intikam almak hususunda insanı şerî hududları geçmeye zorlar! İstihdam ve çalıştırmaya gelince, o şu demektir: İşin yapılması için insanın birçok sebepler hazırlaması gereken işlerdir. Eğer kendi onları yaparsa vakitleri zayi olup, sâliklerin makamlarının en yücesi olan fikir ve zikir ile ahiret yolunun yolculuğu kendisine zor gelecektir. Malı olmayan bir kimse ise, kendi hizmetini kendisi yapmak mecburiyetinde kalır. Yemeğini satın almak, un ve bulgurunu öğütmek, evini süpürmek, hatta muhtaç olduğu kitabı bile yazmak gibi işleri yapmak mecburiyetinde kalır. Öyle ise, başkası tarafından yapılması mümkün olan ve senin meşgul olduğun takdirde yorulacağın işler seni hedefin olan ilim, amel, zikir ve fikirle uğraşmaktan alıkoyar. Oysa zikir ve fikrin senin yerine, başkası tarafından yapılması düşünülemez. Bu bakımdan burada yani zikir ve fikrin dışında vakti zayi etmek zarardır. Üçüncü Kısım Belli bir insana sarfetmediği maldır. Fakat o mal ile umumî bir hayır meydana gelir. Camiler, köprüler, tekkeler, darülacezeler inşa etmek, yollara gözcüler dikmek ve hayırlar için yapılan diğer vakıflar gibi... Bunlar ebedî hayırlardır. Ölümden sonra da fayda verirler. Sâlih kimselerin dualarını celbedici hayırlardır. Hayır bakımından bunlar sana yeter. Bu söylediklerimiz, din hususunda malın birtakım faydalarıdır. Bunların dışında dünyada olan daha nice nice faydalar vardır. Dilencilik ve fakirlikten kurtulmak, halk arasında izzet ve cömertlik sahibi olmak, arkadaşları, yardımcıları ve dostları çoğaltmak, kalplerde kendisine karşı ikram ve vekarın belirmesi gibi faydalar... Bütün bunlar malın temin ettiği dünyevî faydalardır. Malın Âfetleri Bunlar da dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır: Dinî âfetler üç gruptur: Birincisi Günahlara sevketmesidir. Çünkü şehvetler çok değişiktir. Âcizlik ve imkânsızlık bazen kişi ile günah arasına perde olarak gerilir. Nitekim ´bulmamak, masum kalmaktandır´ denilmiştir. İnsanoğlu günahın bir çeşidinden ümitsiz olduğu zaman, artık ona karşı şehveti kabarmaz. Günaha muktedir olduğunu hissettiği zaman nefis kendisini dürter. Mal da kudretin bir çeşididir ve günaha davet edici karakteri insanı dürter. Eğer kişi onun isteğini yaparsa helâk olur. Eğer sabrederse, sıkıntıya girer; zira yapma gücü olduğu halde sabretmek daha zordur. Zenginlik fitnesi fakirlik fitnesinden daha büyüktür. İkincisi Mübahlara dalmaya (ve israfa kaçmaya) sürükler. Bu ise malın âfetlerinin başlangıcıdır. Bu bakımdan mal sahibinin arpa ekmeği yemeye, yamalı elbise giymeye, yemeklerin lezzetlilerini bırakmaya, Hz. Süleyman´ın (a.s) zenginliği terkettiği gibi terketmeye gücü ne zaman yetebilir? Öyle ise mal sahibinin en güzel durumu (kendisine göre) dünya ile lezzetlenmek, nefsini buna alıştırmaktır. Öyle ki dünya ile lezzetlenmek, onun yanında normal bir âdet haline gelir. Dünya zevklerinden uzak duramayacak bir duruma gelir! Dünyanın bir kısmı kendisini, diğer bir kısmına çeker. İnsan bu zevklere alıştığı zaman, bazen helâl kazanç ile bunlara ulaşma imkânından yoksun olur. Dolayısıyla şüphelilere dalar! Maddî durumunu düzeltip, dünya lezzetlerine nail olmak için riyakârlık, yağcılık, yalan, nifak ve diğer rezil şeylere yeltenir; zira malı çok olan bir kimsenin halka ihtiyacı çok olur. Halka ihti-yacı olan bir kimse ise, elbette onlara münafıklık yapmak, onların rızasını kazanmak için ALLAH´a isyan etmek mecburiyetinde kalır. Eğer insan bilfiil lezzetlere başlamaktan ibaret olan birinci âfetten kurtulursa, bu ikinci âfetten kurtulamaz. Düşmanlık ve dostluk da halka olan ihtiyaçtan doğar. Bu ihtiyaçtan hased, kin, riya, gurur, yalan, kovuculuk, gıybet, kalp ve dile mahsus olan diğer günahlar neşet eder! Bu günahların diğer azalara sirayet etmesinden de insan kurtulamaz. Bütün bunlar malın uğursuzluğundan, onu ko-rumak ve çoğaltmak ihtiyacından doğar. Üçüncüsü Öyle bir beladır ki hiç kimse bu beladan kurtulamaz, Şöyle ki, malı koruyup çoğaltmak insanoğlunu ALLAH´ın zikrinden alıkoyar. İnsanı ALLAH´ın zikrinden alıkoyan herşey zarardır ve bunun için de Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: -Malda üç âfet vardır; biri helâlinden kazanmamaktır. -Helâlinden kazanırsa diğer âfet nedir? -Hakkı olmayan yere sarfetmektir! -Hakkı olan yere sarfedilirse diğer âfet nedir? -Bu takdirde de malı korumak ve geliştirmek kendisini ALLAH´ın zikrinden alıkoyar! İşte müzmin hastalık budur. Çünkü ibâdetlerin temeli, beyni ve sırrı ALLAH´ın zikrini ve azametini düşünmektir. Bu ise, herşeyden boş olan bir kalp ister. Gayri menkulün sahibi ise sabah akşam çiftçi ile mücadele edeceğini, hesaba tutulacağını, ortaklarla münakaşa edeceğini, su ve sınır meselelerinde münazaa edeceğini, vergi hususunda devlet memurlarıyla uğraşacağını, tamirde ücretlilerin kusur gösterdiği şeyler hususunda münakaşaya tutuşacağını, çiftçilerin hainlik yapıp çaldıkları için, onlarla mücadele edeceğini düşünür. Ticaret sahibi, ortağının hiyanetini kârı kendisine alacağını, çalışmaktaki kusurluluğunu ve malı zayi edeceğini düşünür. Koyun sahibi de bunun gibi şeyler düşünür. Diğer mal sahipleri de bu tür şeyler düşünür. Oysa insanoğlunun düşüncesi, parayı nereye sarfedeceği nasıl koruyacağı, birisi ona muttali olursa ne olacağı ve halkın oradan tamahlarını nasıl keseceği hususunda durmadan düşünür. Dünya için düşünmenin sonu gelmez. Günlük nafakasını bulan bir kimse, bütün bunlardan emin ve salimdir. İşte dünyevî âfetlerin özeti bunlardır. Hele mal sahiplerinin dünyada çektikleri korku, üzüntü, gam; hased edicileri defetmek hususundaki yorgunluk, malın kazanılması korunması hususundaki zorluklar da cabası! Onlarda durum bu iken, malın panzehiri; nafakasını ondan almak, kalanını hayrat yollarına sarfetmektir. Bundan başkası zehir ve âfettir. ALLAH Teâlâ´nın selâmetini, lütuf ve keremiyle güzel yardımını talep ediyoruz. ALLAH herşeye kâdirdir. 21) Ebu Yâ´lâ |
Malın Övülmesi ve Övgü İle Kötülemenin Te´lifi
ALLAH Teâlâ, Kur´an´ın birçok ayetinde mala hayr ismini vere-rek şöyle buyurmuştur: Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa babasına, annesine ve akrabasına uygun bir biçimde vasiyet etmek, ALLAH´tan korkanlar üzerine bir borçtur.(Bakara/180) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sâlih mal, sâlih kişinin elinde ne güzeldir!15 Hac ve sadakanın sevabı hakkında vârid olan âyet, hadîs ve eserler, aynı zamanda malı da övmektedirler; zira hac ve sadakayı insanoğlu ancak mal ile yapabilir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Duvar ise şehirde iki yetim çocuğundu. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin diledi ki onlar güçlü çağlarına ersinler ve rabbinden bir merhamet olarak definelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. (Kehf/82) Ve size çok mallarla, oğullarla yardım etsin, size bahçeler versin, ırmaklar versin.(Nûh/12) Fakirlik küfre (sebep olmaya) yaklaştı.16 Bu hadîs, malı övmektedir. Sen malın hikmetini, maksadını, âfet ve tehlikelerini bildikten sonra ancak malın övülmesiyle kötülenmesi hakkında gelen hadîslerin tezat teşkil etmediğine vâkıf olabilirsin. O zaman sana malın bir yönden hayır olduğu, diğer bir yönden de şer olduğu, hayır olması hasebiyle güzel birşey olduğu, şer olmak hasebiyle de kötü birşey olduğu görülecektir. Çünkü mal, sırf hayır veya sırf şer değildir. Aksine mal, hem hayrın, hem de şerrin sebebidir. Vasfı ve niteliği bu olan birşey şüphesiz ki hem övülür, hem de kötülenir. Fakat basiret sahibi ve hayrı şerden ayırdeden bir kimse idrak eder ki malın övülen kısmı, kötülenen kısmından başkadır. Bunun açıklanması, Şükür bahsinde zikrettiğimiz hayrat ve hasenat bakımından, nimetlerin derecelerinin tafsilâtı ve bu husustaki miktarın yeterli derecesi dikkate alınarak şöyle yapılır: Akıllıların maksadı ve basiret sahiplerinin hedefi; daimî nimet ve sarsılmaz mülk olan ahiret saadetidir. Bunu istemek şerefli ve akıllı kimselerin âdetidir; zira Hz. Peygamber´e ´İnsanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?´ diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur: Ölümü en fazla anan ve hummalı bir şekilde ölüme hazırlanan kimse!17 Bu saadet üç vesile ile elde edilir, O vesileler de nefiste olan faziletlerden ibarettir: İlim, güzel ahlâk, selâmet, sıhhat gibi bedenî ve mal gibi bedenin haricinde olan faziletlerdir. Önce bedenî faziletler, sonra bedenin haricinde olanlardır. O halde bedenin haricinde olanlar bunların en düşüğüdür. Mal ise haricî vesilelerdendir. Malın en düşüğü dirhem ve dinarlardır. Çünkü dirhem ve dinarlar hizmet ederler. Onların hizmetçisi yoktur. Dirhem ve dinar, bizzat kendileri için istenmez. Başka şeyler için istenir. Zira nefis, saadeti matlub olan cevherdir. Nefis, ilim, marifet ve ahlâka, onu zatında nitelik ve sıfat yapsın diye hizmet eder. Beden de duyu ve azalar vasıtasıyla nefse hizmet eder. Yiyecekler, giyecekler de bedene hizmet ederler. Daha önce de geçtiği gibi yemeklerden gaye, bedenin sağlam kalmasıdır. Evlenmeden gaye, neslin idamesidir. Bedenin sağlam kalmasından gaye; nefsin temizlenmesi, ilim ve ahlâkla süslenmesidir. Kim bu tertibi biliyorsa o, malın kıymetini, şerefin yolunu öğrenmiştir ve malın şerefinin yiyecek ve giyeceklerin zarurî olmasından ileri geldiğini de anlamıştır. Öyle bir zaruret ki bedenin yaşaması için gereklidir. Öyle beden ki nefsin kemâli için zarurîdir. Öyle kemâl ki hayrın ta kendisidir. O halde bir şeyin faydasını, gayesini, hedefini bilen ve şeyi o gaye için kullanan, o gayeyi gözeten, onu unutmayan bir kimse güzel davranmış ve faydalanmış demektir. Gayeye vasıtasıyla ulaşılan şey de güzeldir. Bu bakımdan mal, doğru bir maksada ve hedefe vesile olduğu gibi, kötü maksadlara da alet ve vesile edinilebilir. O kötü maksadlar, insanı ahiret saadetinden alıkoyan maksadlardır. İlim ve amel kapısını kapatan maksadlar!.. Bu bakımdan durum bu iken mal hem iyi, hem de kötü´dür. Güzel maksada nisbeten iyi´dir. Kötü maksada izafeten kötü ve çirkin´dir. Bu bakımdan dünyadan kendine yetenden daha fazlasını alan ve edinen bir kimse, hadîs-i şerîf de vârid olduğu gibi farkına varmadan kendi mahvını hazırlamış olur! Tabiatlar ALLAH yoluna mâni olan şehvetlerin arkasında sürüklenmeye meyyal olduklarından, mal da bunu kolaylaştırdığından ve alet olduğundan ötürü, yeterli miktarından fazla olan mal hakkındaki tehlike oldukça büyüktür. Bunun için peygamberler onun şerrinden ALLAH´a sığınmışlardır. Ey ALLAHım! Muhammed´in âlinin nafakasını yetecek kadar kıl!" İşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber, dünyadan sadece katıksız hayır olanı istemiştir. Yarab! Beni miskin olarak dirilt! Miskin olarak öldür. Miskinler zümresinde haşreyle!19 Hz. İbrahim de istiaze ederek şöyle demiştir: Bir zaman İbrahim şöyle demişti: ´RABBİM! Bu şehri korku-lardan emin kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut´.(İbrahim/35) Hz. İbrahim´in putlardan gayesi; altın ve gümüştür; zira nübüvvet mertebesi, taşlarda ulûhiyyeti düşünme korkusundan pek yücedir; zira İbrahim (a.s) peygamber olmadan önce küçüklüğüne rağmen putlara ibâdet etmekten kaçınmıştır. Altın ve gümüşe ibâdet etmenin mânâsı; onları .sevmek, onlarla aldanmak ve kalben onlara meyletmektir. Altının kölesi olan helâk olmuştur. Gümüşün kölesi olan helâk olmuştur ve bir daha kurtulamaz. Ayağına diken battığı zaman o diken çıkmaz (yani çıkmasın!)20 Görüldüğü gibi altın ve gümüşü sevmenin, onlara ibâdet etmek olduğunu beyan etmiştir. Kim bir taşa ibâdet ederse o, puta tapmış demektir. Hatta ALLAH´tan başkasına kul olan kimse putperesttir. Kendisini ALLAH´tan alıkoyan bir kimse, bu sebepten ALLAH´ın hakkını ödemediği takdirde puta tapan bir kimse gibi olur. Bu ise şirktir. Şirk iki kısımdır: 1.Gizli şirk ki ebediyyen cehennemde kalmayı gerektirmez.Böyle bir şirkten mü´minlerin pek azı kurtulur. Çünkü bu şirk,karıncanın iz bırakmasından daha gizlidir. 2.Açık şirk ki ebediyyen cehennemde kalmayı gerektirir. Biz bütün bunların şerrinden ALLAH´a sığınırız! _________________ 14)Dımeşkli ve zâhid bir zattır. Özel isminde ihtilâf vardır. 15)İmam Ahmed, Taberânî 16)Ebu Müslim el-Leysî, Beyhâki 17)İbn Mâce 18)Daha önce geçmişti. 19)Müslim, Buhârî 20)Buhârî |
Malın ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi
Ayetler Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi ALLAH´ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münafikûn/9) Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir imtihandır. Büyük mükâfat ise ALLAH´ın katındadır.(Teğâbün/15) Bu bakımdan kim, malını ve evladını ALLAH katındaki sevaba tercih ederse, o zarar etmiştir ve açıkça büyük bir ziyana uğramıştır. Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz.(Hûd/15) Doğrusu insan azgınlık eder. Kendini müstağni gördüğü için.(Alâk/6-7) Bu bakımdan günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak yüce ve azîm olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir. (Mal ve evlât) çoğaltma yarışı, sizi oyaladı. (Tekâsür/1) Hadîsler Mal ve şeref sevgisi, kalpte nifakı bitirir; tıpkı suyun sebzeleri bitirdiği gibi. Bir koyun ağılına salıverilen iki yırtıcı kurt, şeref, mal ve mertebenin müslüman kişinin dininde yaptığı tahribattan daha fazla tahribat yapamaz.1 Mal biriktirenler helâk oldular. Ancak ALLAH´ın kullarından şöyle ve şöyle (eliyle işaret etti) malı sarfedenler hariç! Onlar da pek azdır.2 Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin ümmetinin hangileri daha şerirdir?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Zenginler´3 Sizden sonra bir kavim gelecek, en güzel şeyleri yiyeceklerdir. Atın bakımlısına ve her çeşidine bineceklerdir. Kadınların en güzellerini alacaklar. Elbiselerin en güzellerini giyecekler... Az ile doymayan karınları, çokla kanaat etmeyen nefisleri vardır. Dünyaya dalmışlar, sabah akşam dünyaya başvururlar. Dünyayı, ilahlarından başka ilah, rablerinden başka rab edinmişlerdir. Dünyanın emrine girerler, hevâ-i nefislerine tâbi olurlar. Bu bakımdan o zamana yetişen sizin zürriyetlerinizin zürriyetlerine, haleflerinizin haleflerine Abdullah´ın oğlu Muhammed´den bir tavsiyedir ki onlara selâm vermesin, onların hastalarını ziyaret etmesin, cenazelerinin kaldırılmasına katılmasın, büyüklerine hürmet etmesin. Bunları yapan bir kimse İslâm´ın yıkımına yardım etmiş olur.4 Dünyayı dünya ehline bırakın! Kim dünyadan kendisine yetecek olandan fazlasını edinirse, o bilmeden felâketini hazırlamış olur.5 Ademoğlu ´malım, malım´ der. Acaba yiyip bitirdiğinden, giyip eskittiğinden, sadaka verip tükettiğinden başka malı var mıdır?6 Bir kişi şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben neden ölümü sevmiyorum?´ -Senin malın var mı? -Evet! -O halde önce malını ver! Çünkü mü´min bir kimsenin kalbi malıyla beraberdir. Eğer malını kendisinden önce ahirete gönderirse, arkasından gidip malına yetişmeyi sever. Eğer malı geride ise malıyla beraber geride kalmayı sever.7 Ademoğlunun dostları üçtür: Birisi, ruhun alınmasına kadar kendisiyle arkadaşlık yapar. İkincisi kabrine kadar, üçüncüsü mahşer yerine kadar... Ruhunun alınmasına kadar arkadaşlık yapan, kişinin malıdır. Kabrine kadar arkadaşlık yapan ise kişinin aile efradıdır. Haşrine kadar kişiden ayrılmayan ise ameldir.8 Havarîler Hz. İsa´ya şöyle sordular: ´Sen neden su üzerinde yürüyebiliyorsun da bizim buna gücümüz yetmiyor?´ Hz. İsa dedi ki: ´Dinar ve dirhemin sizin nezdinizdeki kıymeti nedir?´ Havârîler ´Güzellik ve sevgidir´ dediler. İsa (a.s) Fakat onların ikisi benim nezdimde toprakla eşittir!´ dedi. Selman-ı Fârisî, Ebu Derdâ´ya şöyle yazdı: ´Kardeşim! Sakın dünyadan şükrünü eda etmeyeceğini toplama! Çünkü ben Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu işittim: Dünyada ALLAH´a itaat eden arkadaşı getirilir. Malı da önünde... Ne zaman köprü onu sarsarsa malı kendisine ´Git! Sen bende bulunan ALLAH´ın hakkını edâ ettin!´ der. Sonra malı da omuzunda olduğu halde, dünyada ALLAH´a itaat etmeyen arkadaşı getirilir. Köprü kendisini sarstıkça malı kendisine ´Azap sana olsun! Neden bende bulunan ALLAH´ın hakkını eda etmedin?" der. Bu durum, kişi kendisine azap ve helâk isteyinceye kadar devam eder.9 Zâhidlik ve Fakirlik bölümünde, zenginliğin kötülenmesi ve fa-kirliğin medhi hakkında belirttiklerimizin tümü aynı zamanda malın kötülenmesi demektir. Bu bakımdan biz onları tekrar et-mekle sözü uzatmayacağız. Böylece dünyanın zemmi hakkında zikrettiğimiz herşey umumî mânâsı itibariyle malın kötülenmesini de kapsamaktadır. Çünkü mal, dünya rükünlerinin en büyüğüdür. Biz, şimdilik özel olarak mal hakkında vârid olanları zikredelim. Kul öldüğü zaman, melekler ´kendisinden önce ne gön-derdi?´ derler. Halk da ´arkasından ne bıraktı?´ diye sorarlar.10 Sakın gayr-ı menkul edinmeyin, yoksa dünyayı sevmiş olursunuz! Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Bir kişi, Ebu Derdâ´ya (r.a) hakaret ederek kötü davrandı. Ebu Derdâ (r.a) şöyle dua etti: ´Yarab! Bana kötülük edenin bedenini sıhhatli kıl! Ömrünü uzat, malını çoğalt!´ Dikkat et! Ebu Derdâ, bedenin sıhhati ve ömrün uzamasıyla beraber malın çoğalmasını, belanın katmerlisi olarak görmüştür! Çünkü böyle olmak saldırgan olmasına sebep olur. Hz. Ali eline bir dirhem para aldı ve sonra şöyle dedi: ´Sen benden çıkmadıkça bana fayda vermezsin!´ Hz. Ömer, Zeyneb binti Cahş´ın payını (Bahreyn malından) gönderdi. Zeyneb ´Bu ne malıdır?´ diye sordu. Dediler ki: ´Ömer sana gönderdi!´ Zeyneb şöyle dedi: ´ALLAH onu affetsin!´ Sonra yanındaki bir bezi parçaladı. O parçalardan keseler yaptı. O gelen malı yakınlarının ve himayesinde bulunan yetimlerin arasında taksim etti. Daha sonra da iki elini kaldırarak şöyle dua etti: ´Yarab! Benim bu senemden sonra Ömer´in vereceği mal bana yetişmesin?´11 Böylece duası kabul oldu ve ilk ölüp de Hz. Peygamber´e iltihak eden zevcât-ı tâhirelerinden oldu. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun! Parayı azîz eden bir kimseyi muhakkak ALLAH zelîl eder!´ Denildi ki: ´Dinar ve dirhem (altın ve gümüş paralar) ilk sikkelendikleri zaman İblis onları kaldırdı. Sonra alnına koydu, sonra öptü ve şöyle dedi: ´İkinizi seven benim kulum ve kölemdir!´ Semît b. Aclan12 şöyle demiştir: ´Dirhem ve dinarlar, münâfıkların gemleridir. O gemlerle münâfıklar ateşe doğru çekilirler!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Dirhem akreptir. Eğer onu güzelce afsunlayamayacaksan ona sahip olma. Çünkü o seni ısırırsa zehiri seni öldürür´. Kendisine şöyle soruldu: ´Onu afsun etmek ne demektir?´ şöyle cevap verdi: ´Helâlinden kazanmak ve hakkı olan yere harcamak demektir´. Ulâ b. Ziyad şöyle demiştir: ´Dünya bana göründü, sırtında her türlü süs vardı. Ben (ey dünya) ´Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum´ deyince o şöyle dedi: ´Eğer ALLAH´ın seni benden korumasını istiyorsan dirhem ve dinardan nefret et´. Bunun hikmeti şudur: Dirhem ve dinar dünyanın tamamıdır; zira onlarla dünyanın her çeşidine ulaşılır. Bu bakımdan onların ikisinden uzak duran bir kimse, dünyadan uzak durmuş olur ve bu mânâda şöyle denilmiştir: ´Ben gördüm! Bu bakımdan siz de ondan başkasını sanmayınız!´ (Gördüğüm) takvâ, şu dirhemin yanındadır. Ona sahip olduğun halde onu bırakırsan, bil ki senin takvân müslümanın takvâsıdır. Yine bu hususta şöyle denmiştir: ´Sakın kişinin yamalı gömleği veya baldırının üstündeki kısa izarı veya secde eseri bulunan alnı seni aldatmasın! Ona parayı göster. Onun sevgisini veya takvâsını o zaman gör´. Müslim b. Abdülmelik´den13 şöyle rivayet edilir: Ömer b. Abdülaziz ölüm döşeğinde iken huzuruna girdim ve dedim ki: ´Ey müminlerin emiri! Öyle birşey yaptın ki senden öncekilerin hiçbiri öyle birşey yapmamıştır: Çocuklarını ve yakınlarını parasız pulsuz bırakıp gidiyorsun!´ Zira Ömer b. Abdülaziz´in onüç çocuğu vardı. Ömer yanındakilere ´Beni oturtunuz!´ dedi. Oturduktan sonra Müslim´e şöyle dedi: "Senin ´onlara para bırakmadın´ sözüne gelince, ben on-ların hakkı olan birşeyi onlardan menetmiş değilim ve başkasının hakkını da onlara vermedim. Ancak benim evladım da şu iki kişiden biridir: ´Ya ALLAH´a itaat eder, ALLAH ona kâfidir -sâlih kimselerin velisi ALLAH´tır- veya ALLAH´a isyan eder, bu takdirde nereye düştüğü beni ilgilendirmez". Muhammed b. Ka´b el-Kurazî büyük bir serveti ALLAH yolunda infak etti. Kendisine denildi ki: ´Bu serveti senden sonra çocuklarına bıraksaydın! (olmaz mıydı?)´ O cevap olarak ´Hayır! Servetimi RABBİMin katında nefsim için azık yapıyorum. RABBİMi de çoluk çocuğuma azık yapıyorum; onları RABBİMe teslim ediyorum´ dedi. Bir kişi Ebu Abdirabbihi´ye14 şöyle dedi: ´Ey kardeşim! Sakın şer ile ALLAH´ın huzuruna gidip çocuklarını hayr ile bırakma!´ Bunun üzerine Ebu Ahdirabbihi, malından yüzbin dirhemi ALLAH yolunda infak etti. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: -İki musibet vardır ki öncekiler ve sonrakiler onların benzerini işitmemişlerdir. Onlar, ölüm çağında kula isabet ederler. -O iki musibet nedir? -Bütün malı kendisinden alınır ve bütün malından ötürü de hesaba çekilir! ___________________________ 1)Tirmizî, Nesâî 2)Taberânî, İmam Ahmed 3)Bu garib hadîs´tir. Irâkî bu ibare ile görmediğini kaydettikten sonra, Taberânî ve Beyhâkî´nin başka bir lâfızla rivayet ettiğini söylemektedir. 4)Taberânî 5)Bezzar 6)Müslim 7)Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemektedir. 8)İmam Ahmed, Taberânî 9)Beyhâkî 10)Beyhâkî 11)Burada Hz. Peygamber´in bir mucizesi tahakkuk etmiştir. Çünkü birgün, bütün hanımlarıyla otururken ´Sizin en cömertiniz hanginiz ise o hepinizden önce bana iltihak edecektir!´ demiştir, (Müslim) Hz. Peygamber´in zevceleri arasında Zeyneb´den daha cömerti yoktu... 12)Seybanlı ve Basralıdır. 13) Bu zat, Abdülmelik b. Mervan´ın oğludur. |
Zenginliğin Kötülenmesi ve Fakirliğin Övülmesi
İnsanlar, şükreden zenginin, sabreden fakirden üstünlüğü hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Biz bunu fakirdik ve zahidlik bahsinde zikretmiş, bu husustaki hakikati belirtmiştik. Fakat bu kitapta fakirliğin genel olarak zenginlikten daha faziletli ve üstün olduğuna dair, durumların tefsirine bakmaksızın delil getirmeye çalışacağız. Burada Haris b. Esed el-Muhâsibî´nin bazı kitaplarında, zengin âlimlerin bazılarına ashab-ı kiramın zenginliğiyle ve Abdurrahman b. Avf´ın malının çokluğuyla delil getirdiğinden dolayı itiraz ettiği hususunda belirttiği bir faslın hikâyesiyle yetineceğiz. Hâris el-Muhâsibî134 ümmetin muamele ilminde en büyük âlimidir. İbâdetlerin derinliklerini, amellerin âfetlerini, nefsin ayıplarını araştıran âlimlerin hepsinden daha ilerdedir. Bu bakımdan onun konuşmasını, olduğu gibi hikâye etmek uygundur. Hâris el-Muhâsibî kötü âlimlere itiraz hususunda uzun uzun konuştuktan sonra şöyle demiştir: "Rivayet olunduğuna göre, Meryem´in oğlu İsa (a.s) şöyle dedi: ´Ey kötü âlimler! Oruç tutuyorsunuz, namaz kılıyorsunuz, zekât veriyorsunuz. Fakat söylediklerinizi yapmıyor, bilmediklerinizi okutuyorsunuz. Ey kavim! Sizin hükmünüzün kötülüğüne şaşmamak elde değildir. Söz ve temennilerle dönüş yapıyorsunuz. Hevâ-i nefisle amel ediyorsunuz. Derilerinizi temizlemeniz -kalbiniz kirli olduğu halde- sizi ALLAH´ın azabından kurtarmaz. Size diyorum ki siz kalbur gibi olmayınız ki ondan ince un düşer de kepekler içerisinde kalır. Böylece sizler de hikmetleri ağızlarınızdan çıkarıyorsunuz, hileler göğsünüzde kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Şehvetin dünyadan isteği daha tamamen sona ermemiştir. Kalpleriniz sizin amellerinizden ağlamaktadır. Dünyayı dilinizin altına, amelleri de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz... Akibetinizi ifsad ettiniz. Bu bakımdan dünyanın tamiri, sizce ahiretin tamirinden daha sevimlidir. Acaba sizden daha zararlı kim olabilir? Karanlık evin dışına çıra konması ona ne fayda verir. Onun içi vahşi bir karanlıkla doludur. Böylece ilim nûrunun sizin ağzınızda olması, içiniz vahşetle dolu olduğundan dolayı size hiçbir fayda vermez. Ey dünyanın köleleri! Ne muttakî kullar gibi, ne de şerefli kullar gibisiniz! Dünyanın sizi kökünüzden kazıyıp atması yakındır. Hem de sizi yüzüstü atar! Sonra sizi, burunlarınızın üzerine sürter. Sonra günahlarınız gelip alınlarınıza yapışır. Dünya da sizi deyyan olan ALLAH´a teslim edinceye kadar arkadan dürter. Çırılçıplak, tek başına olduğunuz halde ALLAH´ın pençe-i kahrına teslim olunursunuz. ALLAH Teâlâ günahlarınızın üzerine sizi durdurur, sonra amellerinizin kötüleriyle sizi cezalandırır´. Kardeşlerim! Bu kötü âlimler insanların şeytanlarıdır. İnsanlar için fitnedirler. Dünyanın çirkefine ve zâhirî yüceliğine rağbet ettiler, daldılar. Onu âhirete tercih ettiler. Dillerini dünya için zelil ettiler. Onlar dünyada ar ve çirkinliktirler. Âhirette de zarar edenlerdir veya kerîm olan ALLAH fazl u keremiyle affeder. Muhakkak ben, dünyayı âhirete tercih edip helâk olan kimseyi görüyorum ki onun sevinmesi, üzüntü ile karışıktır. Ondan üzüntülerin çeşitleri ve günahların da her türlüsü akmaktadır. Onun gidişi felâkete doğrudur. Helâk olan bir kimse, ümidiyle aldanır. Ne dünyası kendisine kalır, ne de dini... Hem dünyada, hem ahirette zarar eder. Apaçık zarar işte budur! Ey kavim! Bu ne büyük bir musibet, ne büyük bir felâket... Kardeşlerim! ALLAH´ı gözetiniz! Şeytan ve şeytanın ALLAH nezdinde beş para etmeyen delilleriyle mağrur olan dostları sizi aldatmasınlar. Çünkü onlar dünyaya üşüşürler. Sonra nefisleri için çeşitli özür ve deliller getirmeye çalışırlar ve Hz. Peygamber´in ashabının da malları olduğunu ileri sürerler. Ashab-ı kirâmın ismini anmak suretiyle aldananlar böbürleniyorlar ki halk onları mal edinmek hususunda mâzur görsün. Oysa bilmedikleri halde şeytan onları aldatmıştır. Azap olasıca! Fitnelenmiş kimse! Senin Abdurrahman b. Avf´n malıyla delil getirmen şeytandan gelen bir aldatmacadır. Şeytan onu senin dilinle ileri sürüyor ve sen helâk oluyorsun! Zira sen, ne zaman ´ashabın ileri gelenleri zenginlik, şeref ve süs için mal edindiler´ desen, sen ümmetin büyüklerinin gıybetini etmiş olursun. Onları büyük bir tehlikeye nisbet etmiş olursun! Ne zaman ´Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha üstündür´ iddiasında bulunursan, hem Hz. Muhammed´le, hem de diğer rasûllerle istihza etmiş olur, onları senin ve arkadaşlarının rağbet ettiğiniz bu hayırdan yüz çevirmeye nisbet etmiş olursun! Senin topladığın gibi, onlar mal toplamadıklarından dolayı -hâşâ-onları cehalete nisbet etmiş olursun! Ne zaman ´Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha yücedir´ dersen, şunu iddia etmiş olursun ki Hz. Peygamber bu hususta ümmetine gereken nasihati yapmamış, malın toplanması ümmet için daha hayırlı olduğu halde onları mal toplamaktan nehyetmiştir ve senin iddi-ana göre bu şekilde onlara hainlik yapmıştır. Göğün rabbine yemin ederim, sen Hz. Peygamber´e iftira ediyorsun. Hz. Peygamber ümmet için nasihatçi, onlar için şefkatli ve onlar hakkında merhametli idi. Ne zaman ´malın toplanması daha faziletlidir´ iddiasında bulunursan şunu iddia etmiş olursun: ALLAH Teâlâ kullarını mal toplamaktan nehyettiği zaman, malın toplanmasının onlar için daha hayırlı olduğunu bildiği halde onların faydasını dikkate almamıştır! Veya şunu demiş olursun: -Hâşâ- ´ALLAH, malın toplanmasının daha doğru olduğunu bilmediği için kullarını mal toplamaktan nehyetmiştir´. Oysa sen maldaki hayır ve fazileti bilmektesin ve bunun için de çokça mal edinmeyi istiyorsun. Sanki sen rabbinden hayır ve fazilet yerini daha iyi biliyorsun. Ey nefsim! ALLAH Teâlâ senin cehaletinden pek yücedir. Aklınla şeytanın senin başına -sana sahabenin malıyla delil getirmeyi süslü gösterdiği zaman- ne getirdiğini düşün! Azap olasıca! Abdurrahman b. Avf´ın malıyla delil getirmek sana hiç de fayda vermez. Çünkü o, kıyamette dünyada günlük rızkından başka birşey edinmemiş olmayı temenni edecektir. Kulağıma geldiğine göre, Abdurrahman b. Avf (r.a) vefat ettiği zaman ashabdan bir grup Abdurrahman´ın arkasında bıraktığı servetten dolayı onun durumundan korkuyordu. Buna cevap olarak Ka´b el-Ahbar şöyle demiştir: ´Hayret! Siz Abdurrahman´ın durumundan ne diye korkuyorsunuz? O, helâlinden kazandı, helâlinden infak etti ve helâlini bırakıp gitti´. Bu söz, Ebu Zer el-Gıfârî´nin kulağına gitti. Ebu Zer, son derece hiddetli bir şekilde -yolda ölmüş bir devenin çene kemiğini eline aldı- Ka´b´ı aramaya başladı. Ka´b´a denildi ki: ´Ebu Zer-i Gıfârî seni arıyor!´ Bunun üzerine Ka´b, koşa koşa Hz, Osman´ın yanına girdi. Ona sığınarak hâdiseyi anlattı. Ebu Zer Gıfârî de Ka´b´ı sora sora Hz. Osman´ın evine geldi. Ebu Zer içeri girdiği zaman Ka´b kalkıp Hz. Osman´ın arkasına oturdu. Bunu, Ebu Zer´den korktuğu için yapıyordu. Ebu Zer ona dedi ki: ´Ey yahudi kadının oğlu! Abdurrahman b. Avf´ın terketmiş olduğu servette herhangi bir sakınca olmadığını söyleyen sensin ha? Oysa Hz. Peygamber (s.a), birgün Uhud´a doğru çıktı. Ben de beraberindeydim bana ´Ey Ebu Zer!´ dedi. Ben ´Buyurun! Ey ALLAH´ın Rasûlü!´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Çok mal edinenler cennete zor girerler. Sonra sağına ve soluna, önüne ve arkasına işaret ederek ´şöyle yapanlar hariç´ dedi; ´onlar da pek azdırlar´. Sonra dedi ki: ´Ey Ebu Zer!´ Ben ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Annem babam sana fedâ olsun! Dinliyorum seni!´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ben Uhud dağı kadar servetim olmasını, onu ALLAH yolunda harcamayı ve öldüğüm günde ondan iki kıratı (danik denilen para biriminin yarısı) arkamda bırakmış olmayı istemem! Ben ´Yoksa yanlışlık mı var ya Rasûlullah! Yoksa iki kantar mı demek istiyorsun?´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Sen (kantar demek suretiyle) çoğu kastediyorsun!´ Ey yahudi kadının oğlu! Sen ´´Abdurrahman b. Avf´ın geride bıraktığı servet için zarar yoktur´ diyorsun ha? Sen de yalan söylüyorsun, bunu söyleyen de yalan söylüyor!135 Ebu Zer (r.a) meclisten çıkıp gidinceye kadar, Ka´b (r.a) korkusundan sesini hiç çıkarmadı. Rivayet olunduğuna göre, Abdurrahman b. Avfa Yemen´den bir kervan geldi. Öyle bir kervan ki Medinelileri bir ağızdan bağırttı. Hz. Âişe ´Bu ne gürültüdür?´ diye sorunca cevap olarak ´Abdurrahman´ın kervanı geldi de onun için bağırıyorlar´ denildi. Hz. Âişe ALLAH ve ALLAH´ın Rasûlü doğru söyledi!´ dedi. Bu haber Abdurrahman´ın kulağına gitti. Abdurrahman Hz. Aişe´den ´Bunun mânâsı ne demektir?´ diye sordu. Bunun üzerine Âişe validemiz Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu söyledi: Ben cenneti gördüm! Gördüm ki muhacirlerin fakirleri ve müslümanlar koşa koşa cennete giriyorlardı. Zenginlerden hiç kimsenin onlarla beraber cennete girdiğini görmedim. Ancak Abdurrahman b. Avf onlarla beraber sürünerek cennete giriyordu.136 Bu hadîsi dinleyen Abdurrahman şöyle demiştir: ´Deve kervanı da, onların sırtındaki mallar da ALLAH yolunda sadaka olsun. Kervanı getiren köleler âzâd edilmiştir. Bütün bunları onlarla beraber cennete koşarak girmemi temin eder ümidiyle yapı-yorum´.137 Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Abdurrahman b. Avf´a şöyle dedi: Dikkat et! Muhakkak sen, ümmetimin zenginlerinin ilk cennete girecek olanısın. Fakat cennete ancak sürünerek girebileceksin !138 Azap olasıca ey fitnelenmiş! Artık mal yığmanın iyiliğine delil getirmen nerede kaldı! İşte Abdurrahman! Faziletiyle, takvasıyla meşhur olan, iyilikleriyle, malları ALLAH yolunda vermesiyle, Hz. Peygamber´in arkadaşlığıyla ve cennet ile müjdelenmesine rağmen, helâlinden kazanıp iyilik yaptığı halde kazandığı maldan dolayı kıyamet gününde durdurulur. ALLAH yolunda isteyerek verdiği maldan dolayı durdurulur. Muhacirlerin fakirleriyle beraber cennete yürüyerek girmekten menedilir. Onların ardında sürünerek gider. Acaba bizim gibi dünya fitnesine dalanlar hakkında ne olacağını sanıyorsun? Bundan sonra ey fitneye düşmüş kişi! Sana hayret etmemek ne mümkün! Şüpheler ve haramın karışmaları içerisinde kıvranıyor, insanların kirlerine dalıyor, şehvetler, süs ve gösterişler içerisinde, dünya fitnelerinde yüzüyorsun! Sonra kalkıyorsun da Abdurrahman b. Avf´ın durumuyla delil getirip diyorsun ki: ´Eğer ben mal yığmışsam ashab-ı kiram da mal yığdı´. Sanki sen kendini ve fiillerini selef ve selefin fiillerine benzetiyorsun. Sana senin hallerini ve selefin hallerini vasıflandırayım da bu sayede sen de kendi rezaletlerini ve ashab-ı kirâmın faziletlerini tanımış olasın! Hayatımla yemin ederim, bazı ashabın mal-ları vardı. Onu dilenmemek için, ALLAH yolunda harcamak için, helâl olarak edinmişler, helâl olarak yemişler, normal olarak infak etmişler, fazilet olarak takdim etmişler ve o mala düşen hiçbir hakkı esirgememişlerdir. Onunla cimrilik yapmamışlardır. Fakat onlar, o malın çoğuyla ALLAH için cömertlik yapmışlar, bazıları bütün malını bu yolda harcamış, sıkıntılı anlarda ALLAH Teâlâ´yı nefislerinden çok üstün tutarak tercih etmişlerdir. ALLAH için söyle! Sen de böyle misin? Yemin olsun sen bu kavme benzemekten pek uzaksın! Ashab-ı kirâmın ileri gelenleri fakirliği severler, fakirlik korkusundan emindirler. Rızıkları hususunda ALLAH´a tam güvenirlerdi. ALLAH´ın takdiriyle sevinirlerdi. Belâya razı, sıkıntılı zamanlarda şükredici ve zararda sabredici idiler, Genişlik zamanında hamdederlerdi. ALLAH için mütevazi idiler. Yücelik ve mal sevgisinden kaçınırlardı. Onlar dünyadan ancak kendilerine mübah olanı elde ettiler. Dünyanın zarurî miktarına razı oldular. Dünyayı ellerinin tersiyle uzaklaştırdılar. Meşakkatlerinde zenginlik gösterdiler. ALLAH için söyle! Sen de böyle misin? Rivayet olunduğuna göre, onlar dünya kendilerine yönelip geldiğinde üzülür ve derlerdi ki: ´Bir günah işledik ki ALLAH Teâlâ´dan onun cezası hemen bize gelmiştir´. Fakirliğin yöneldiğini gördükleri zaman derlerdi ki: ´Sâlih kimselerin alâmeti farikasına merhaba!´ Rivayet olunduğuna göre, onların bazıları sabahladığı zaman çocuklarının yanında birşey oldu mu üzüntülü sabahlıyordu. Onların yanında birşey olmadığı takdirde sevinçli sabahlıyorlardı. Kendisine denildi ki: ´Halk tam bunun tersine... Onların yanında birşey varsa sevinir, yoksa üzülürler. Oysa sen böyle değilsin (bu neden böyledir?)´ Dedi ki: ´Ben sabahladığım zaman, çoluk çocuğumun yanında birşey yoksa sevinirim. Çünkü bu hususta benim önderim Hz. Peygamber´dir. Birşey olduğu zaman üzülürüm. Çünkü Hz. Peygamber´in aile efradına benzerliğim ortadan kalkmaktadır´. İşittiğimize göre onlar, bir genişlik yoluna düştükleri zaman üzülerek ve korkarak şöyle derlerdi: ´Bizim dünya ile ne alıp vereceğimiz vardır ve dünyadan ne istenilir ki?´ Sanki onlar korku kanadı üzerinde idiler. Ne zaman meşakkat ve belâ yolu onların önünde açılırsa sevinir ve derlerdi ki: ´İşte şimdi bizim RABBİMiz, bize sonsuz mükâfatlarının sözünü vermiş oluyor. Onunla anlaşmış bulunuyoruz!´ İşte selefin durumları bu idi. Onlarda bizim söyleyeceğimizden pek fazla fazilet vardı. ALLAH için söyle sen de böyle misin? Muhakkak ki o kavme benzemekten uzaksın. Ey fitnelenmiş! Senin durumlarının, onların durumlarına tam ters düştüğünü anlatayım da dinle! Şöyle ki: Zengin olduğunda tuğyan edersin. Genişlikte haddi aşarsın. Sevindiğinde alabildiğine alçalırsın. Nimetlerin sahibinin şükründen gafil olursun. Musibet çağında ümitsizsin, belânın geldiğinde kaza ve kadere razı olmamaktasın. Evet! Fakirlikten nefret eder, yoksulluktan burun kıvırırsın. Oysa fakirlik, rasüllerin iftihar ettiği bir vasıftır. Sen ise onların iftihar ettiği bir vasfı küçümsersin. Fakirlik korkusundan durmadan-mal istif edersin. Bu ise ALLAH´a karşı su-i zan ve onun teminatına az inanmak demektir. Günah olarak bu yeter! Umulur ki sen malı, dünyanın nimeti, zevk ve safâsı, şehvet ve lezzetleri için topluyorsun. Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki (bol ve aşırı) nimetlerle gıdalanmakta (şehvetlerinin istediği şekilde hareket etmekte)dirler. Bu bakımdan onların bedenleri bu haddi aşan nimetle gelişmektedir.139 İlim ehlinden biri demiştir ki: ´Kıyamet gününde bir kavim gelecek, dünyada işlemiş oldukları sevablarını isteyeceklerdir. Onlara denilir ki: Siz dünya hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla safâ sürdünüz, artık bu hakaret azabı ile cezalandırılacaksınız. Çünkü yeryüzünde haksız yere kibirleniyordunuz. (Ahkaf/20) Oysa sen hâlâ gaflettesin! Dünyanın zevk ve safâsından dolayı âhiret nimetinden mahrum edilmişsin! Ey (kavim), bu ne büyük bir hasret, ne dehşetli bir musibettir! Evet! Sen malı, zenginlik, yüce mertebelere varmak, emsal ve akranına karşı böbürlenmek, dünyada süslenmek için topluyorsun. Oysa rivayet olunduğuna göre, zenginlik veya böbürlenmek için dünyayı talep eden bir kimse, ALLAH Teâlâ kendisine öfkelendiği halde ALLAH Teâlâ´nın huzuruna varır. Oysa sen, ALLAH´ın sana isabet edecek olan ilâhî gazabını zenginlik ve yücelik talep ettiğin zaman hiç de hesaba katmamakta ve pervâ etmemektesin. Evet! Umulur ki sen şöyle diyorsun: ´Dünyada durmak ALLAH´ın komşuluğuna gitmekten daha sevimli görünüyor!´ Sen ALLAH Teâlâ´yla mülâki olmayı hazmedemiyorsun. ALLAH´a yemin olsun, seninle mülâki olmak, ALLAH Teâlâ´ya daha kerih gelir. Oysa sen gaflet içerisindcsin. Umulur ki sen, elinden kaçan dünya fırsatlarından dolayı üzülmektesin. Oysa rivayet olunduğuna göre Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Elinden kaçırdığı dünya için üzülen bir kimse, bir aylık mesafe kadar cehenneme yaklaşır. Bazı rivayetlerde ´bir ay´ tabiri yerine ´bir sene´ tabiri vardır, Sen ALLAH´ın azabına gittikçe yaklaştığın halde perva etmeksizin elden kaçırdığın dünya için durmadan üzüntü çekmektesin. Umulur ki sen bazen dünyanın çokluğu için dininden çıkıyorsun. Dünyanın sana yönelmesine seviniyorsun. Dünya ile sevindiğinden dolayı ona gönülden bağlanıyorsun! Halbuki rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim dünyayı sever ve dünya ile meşgul olursa âhiretin korkusu onun kalbinden silinir.140 Rivayet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: ´Sen elinden kaçan dünya için çektiğin üzüntüden dolayı hesaba çekilirsin. Dünyalığı elde ettiğin zaman onunla sevinmenden dolayı hesap vereceksin. Oysa dünyanla seviniyorsun ama öte taraftan ALLAH´ın korkusu senin kalbinden çıkmış bulunuyor. Hatta senin dünyanın işlerine gösterdiğin ihtimam, âhiretin işlerine gösterdiğin ihtimamın birkaç mislidir. Sen, günahlardan gelecek musibeti malın eksikliğinden gelen musibetten daha önemsiz görüyorsun´. Evet! Malının gitmesinden duyduğun korku, günahlarından gelen korkundan daha fazladır. Umulur ki sen, dünyada yükselmek için topladığın bütün kirleri çekinmeden insanlara verebilirsin. Umulur ki ALLAH´ı kızdırdığın halde insanları razı etmeye -sana ikram ve izazda bulunsunlar diye- çalışırsın! Azap olasıca! Sanki Hz. Peygamber´in seni kıyamette tahkir etmesi, insanların seni tahkir etmesinden daha kolay geliyor sana! Sanıyorum ki sen kötü taraflarını halktan gizliyorsun. ALLAH Teâlâ´nın o taraflarını görmesinden perva etmiyorsun. Sanki ALLAH nezdinde rezil olmak, senin için halkın yanında rezil olmaktan daha kolay görünüyor! Sanki kullar senin katında, ALLAH´tan daha kıymetlidirler. ALLAH Teâlâ senin cehaletinden yücedir. Bu kötülükler sende varken acaba akıllıların yanında nasıl konuşabilirsin? Yazıklar olsun sana! Çeşitli pisliklerle kirlenmiş olduğun halde ebrar ve seçkin kulların servet edinmesiyle nasıl delil getirirsin? Heyhat, heyhat! Hayırlı seleften sen ne kadar uzaksın! ALLAH´a yemin olsun, rivayet edilmiştir ki selef, ALLAH Teâlâ´nın kendilerine helâl kıldığı dünya hususunda, sizin haram hususunda zâhidlik ve çekingenliğinizden daha zâhid ve çekingen idiler. Muhakkak sizce zararsız görünen şey, selefin yanında insanı helâke sürükleyen şeylerden sayılırdı. Sizin günahların en büyüklerini korkunç gördüğünüzden daha fazla küçük zelleleri korkunç görürlerdi. Keşke senin malının güzel ve helâli, onların şüpheli malları gibi olsaydı! Keşke onların hayırlarının kabul olmadığından korktukları kadar, sen günahlarından korkmuş olsaydın. Keşke senin orucun onların iftarı gibi olsaydı, keşke senin ibâdetteki var kuvvetinle çalışman onların ibâdetteki gevşemeleri ve uykuları gibi olsaydı! Keşke senin bütün hasenelerin onların bir tek hasenesi gibi olsaydı. Ashab-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: ´Sıddîkların ganimeti, onların eline geçmeyen dünyalıklarıdır. Onların oburluğu, dünyanın onlardan durulmuş kısmıdır´. Bu bakımdan böyle olmayan bir kimse, dünya ve ahirette onlarla beraber olmaz. SübhânALLAH! İki grubun arasındaki fark ne kadar büyüktür! ALLAH katında yüce olan sahabe-i kirâmın seçkinleri ile sizin gibi sefalette olanların arasındaki fark ne büyüktür. Meğer ki ALLAH faziletiyle affetmiş olsun! Bu hakikatlerden sonra sen, eğer mal toplamak hususunda namusunu korumak, ALLAH yolunda vermek için ashab-ı kirâma uyduğunu iddia ediyorsan, durumunu güzelce tedkik et! Azap olasıca! Onların kendi zamanlarında helâli gördükleri gibi, acaba sen de zamanında helâli görebilir misin veya onların ihtiyatlı davrandıkları gibi, helâli aramakta ihtiyat gösterebileceğini sanıyor musun? Rivayet edildiğine göre, ashab-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: ´Biz haramın bir kapısına gireriz korkusundan helâlin yetmiş kapısını terkediyorduk´. Acaba sen böyle bir ihtiyatı nefsinde ümit eder misin? Hayır! Kâbe´nin rabbine yemin ederim! Senin böyle yapacağını sanmıyorum! Kör olasıca! Kesinlikle bil ki, sevaplı işler için mal toplamak bahanesi, şeytanın bir hilesidir. Şeytan, sevap bahanesiyle seni şüpheli kaynaklardan kazanmaya sokmak ister. O şüpheli kaynaklar ki haramla katışıktırlar. Oysa rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim şüphelilere cüret ederse, harama girmeye yaklaşır.141 Ey mağrur! Bilmez misin, şüphelilere girmekten korkman, ALLAH katında senin kıymetin için, şüphelilerden kazanmak, kazandığını ALLAH yolunda harcamaktan daha iyi ve daha üstündür, Ehl-i ilimden olan birinden rivayet olunduğuna göre şöyle söylemiştir: ´Helâl olmamasından korkarak bir tek dirhemi bırakmak, şüpheli kaynaktan kazandığı bir dirhemi sadaka vermekten daha üstündür. Çünkü o kaynak öyle bir şüpheli kaynaktır ki senin için helâl olup olmadığını bilmemektesin´. Eğer ´Şüpheler hususunda ben daha takva sahibi ve daha şuurluyum ve malı da helâlinden topluyorum, toplamamın hikmeti de ALLAH yolunda sarfetmektir´ dersen, bil ki ey kör olasıca! Eğer dediğin gibi takvada büyük bir merhale katetmiş olsan bile hesaba mâruz kalmayacak mısın? Oysa ashab-ı kirâmın hayırlıları hesaba çekilmekten korkmuşlardır. Rivayet olunduğuna göre ashab-ı kiramdan biri şöyle demiştir: ´Hergün helâlinden bin dinar kazanıp ALLAH yolunda infak etmem ve çalışmamın da beni cum´a namazından alıkoyması hoşuma gitmez ve beni sevindirmez´. Kendisine ´ALLAH senden razı olsun! Neden böyle olsun?´ diye sorulunca cevap olarak şöyle demiştir: ´Çünkü ben kıyamet gününde durdurulmaktan kurtulmuş olurum´. ALLAH Teâlâ buyurur ki: ´Kulum nerden kazandın ve nereye infak ettin?´ İşte bu ehl-i takva, İslâm´ın başında bulunuyorlardı. Helâl onların zamanında vardı. Buna rağmen hesaptan korkarak mal edinmeyi terkettiler. ´Malın hayırlısı, şerlisine denk olmaz´ korkusundan ötürü istifçilikten kaçtılar. Oysa sen, gayet emniyet içerisinde zamanında helâl olmadığı halde kirli şeylere üşüşmekten çekinmiyorsun. Sonra malı helâlinden topladığım iddia ediyorsun. Azap olasıca! Helâl nerede var ki sen de onu toplamış olasın? Eğer helâl bu zamanda olsa bile, acaba zenginlik çağında kalbinin bozulmasından korkmaz mısın? Oysa rivayet olunduğuna göre, ashab-ı kirâmdan biri helâlinden bir mirasa kondu, fakat kalbinin fesada uğramasından korkarak o mirası almadı. Acaba sen kalbinin, sahabîlerin kalplerinden daha müttaki olmasını mı ümit ediyorsun? Kalbinin haktan ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Eğer bunu sanıyorsan, kötülüğü emreden nefsine hüsn-i zan göstermiş olursun! Rahmet olasıca! Ben sana nasihat ediyorum. Senin için yetecek miktarla iktifa etmeyi uygun görüyorum. Sevap işlemek için sakın malı yığma ve hesaba kendini mâruz bırakma! Çünkü Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Kim hesaba çekilirse azap çeker!142 Kıyamet gününde haramdan mal toplamış, haramdan sarfetmiş bir kişi getirilir. Onun için ´Bunu ateşe götürün!´ denir. Helâlinden mal toplayıp harama sarfeden başka bir kişi getirilir. Onun için de ´Bunu ateşe götürün!´ denir. Başka bir kişi getirilir. Haramdan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için bunu da ´Ateşe götürün!´ denir. Bir kişi getirilir. Helâldan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için de denilir ki: - Sen dur! Umulur ki bu malı toplarken sana farz olan namazda kusur yapmış, onu vaktinde kılmamış, onun rükûunda, secdesinde ve abdestinde kusur yapmışsındır. -Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlinden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi bir ibâdetten hiçbir şey zayi etmedi m! - Belki sen, bu mala bineğinde, elbisende, kendisiyle böbürlendiğin birşeyi katmış olabilirsin! -Hayır ya rabbî! Katmadım ve hiçbir şeyle böbürlenmedim! - Belki sen, sana vermeyi emrettiğim yakın akrabanın, yetimlerin, miskinlerin ve yolcuların haklarından birinin hakkını vermedin! -Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi birşeyi zâyi etmedim, kibir ve gurura kapılmadım. Bana hakkını vermeyi emrettiğin hiçbir kimsenin. hakkını zayi etmedim. Râvî der ki: ´Onlar getirilir. Onunla davalaşır ve derler ki: ´Ya rabbî! Sen ona verdin, onu zengin kıldın. Onu aramızda yarattın. Bize vermesini emrettin!´ Eğer o, onlara vermişse, bununla beraber farzlardan herhangi birşeyi zâyî etmemişse, herhangi birşeyde katışıklık yapmamışsa ona denilir ki: İşte şimdi dur! Sana vermiş olduğum yiyecek, içecek veya lezzetli olan her nimetin şükrünü ver!´ Kısacası, o kişi durmadan sorgu suale çekilir!143 Rahmet olasıca! Acaba helâlin içerisinde yüzen, hakların tamamını yerine getiren, farzları hakkıyla yerine getiren ve hesaba çekilip de kurtulan kim vardır? Acaba bizim gibilerin halinin ne olacağını düşünmüyor musun? Dünya fitnesine dalan, dünyanın fitnelerinde, şehvet ve ziynetleri içinde yüzen bizlerin! Rahmet olasıca! İşte muttakîler bu sorgu sualler için dünyaya dalmaktan korkmuşlar, kendilerine yetecek kadarıyla razı olmuşlar, kazandıkları mal ile hayır ve hasenatın bütün çeşitlerini yapmışlardır. Rahmet olasıca! Senin için bu hayırlı insanlar ne güzel örnektirler. Eğer sen onlara uymaktan kaçınır, takvada daha üstün olduğunu, malı da iffetli kalmak, ALLAH yolunda infak etmek için helâlinden kazandığını ve infak ettiğini iddia edersen ve helâl şeylerin gizlisinde ve açığında ALLAH´ı kızdırmadığını söylersen rahmet olasıca, evet böyle olursan, oysa böyle de değilsin- o zaman malın yetecek kadarıyla razı olmak senin için daha uygundur! Servet sahiplerinin sorgu sual için durduruldukları zaman onlardan ayrılmak, birinci safla beraber Muhammed Mustafa´nın grubuyla geçip gitmek senin için daha uygundur. Öyle ki ne sorgu, ne de hesap için durdurulmazsın! Ya selâmet veya felâkettir. Çünkü Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir: Muhacirlerin fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene önce cennete gireceklerdir.144 Mü´minlerin fakirleri, zenginlerinden önce cennete girecekler, yiyecekler, zevklenecekler. Zenginler ise dizleri üzerine çökmüş beklemektedirler. Rabbiniz der ki: ´Ey benim aradıklarım! Siz insanların hâkimleri ve mâlikleri idiniz. Bana gösterin, size verdiklerimde ne gibi hareket ettiniz?´145 Rivayet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: ´Birinci safta Hz. Muhammed (s.a) ve cemaati ile beraber olmayıp buna karşılık da yeryüzünün kırmızı develerinin hepsi bana verilse bu durum beni sevindirmez´. Ey kavmim! O halde, peygamberlerin zümresinde yükleri hafif olanlarla beraber yarışın! Hz. Peygamber´den ve muttakîlerden geri kalmaktan korkun! Duyduğuma göre, Ebubekir Sıddîk (r.a) susamış, su istemiş... Kendisine bal şerbeti getirilmiş. Onu tattığı zaman gözleri dolmuş, sonra ağlamış ve ağlatmıştır. Sonra göz yaşlarını yüzünden silerek konuşmak istemişse de ağlamaktan konuşamamıştır. Fazla ağladığı zaman kendinden geçerdi. Kendisine ´Bütün bu ağlamalar bu bal şerbeti için mi´ diye sorulunca şöyle dedi: ´Evet! Ben birgün Hz. Peygamber´le beraber evde bulunuyordum. Yanımızda başka kimse yoktu. Kendisinden birşeyi uzaklaştırmaya çalışıyor ve ´Benden uzaklaş!´ diyordu. Bunun üzerine dedim ki: ´Anam ve babam sana kurban olsun! Senin önünde kimseyi görmüyorum. Kimle konuşuyorsun?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Şu dünyadır. Bana boynunu ve kafasını uzatmakta ve ´Ey Muhammed! Beni tut´ demektedir. Ben de ona ´Benden uzaklaş!´ dedim. Bana dedi ki: ´Ey Muhammed! Eğer sen benim elimden kurtulsan bile, muhakkak ki ardından gelenler elimden kurtulamayacak!´146 Hz. Ebubekir devamla: ´Ben korkuyorum ki, Hz. Peygamber´in uzaklaştırdığı dünya benim yakama yapışmış olup, Hz. Peygamber´ den beni uzaklaştırmış olsun!´ buyurmuştur. Ey kavmim! İşte bunlar ümmetin en hayırlı insanları!Hz. Peygamber´den kendilerini bir yudum suyun uzaklaştırmasından korkarak ağladılar. Ey rahmet olasıca! Sen ise nimetlerin ve şehvetlerin, hem de haram ve şüphelilerden kazanılan şehvetlerin içinde yüzmektesin. Buna rağmen Hz. Peygamber´den ayrılacağından korkmuyorsun! Sana yazıklar olsun. Cehâletin ne kadar da büyüktür. Eğer kıyamette Hz. Peygamber´den geri kalırsan, "öyle dehşetler göreceksin ki o dehşetlerden melekler ve peygamberler bile korkmakta! Eğer bu sahadaki yarışmada kusur edersen, geriden gidip yeltişmen sana çok zor gelecektir! Eğer çokluğu istersen muhakkak çetin bir hesaba tutulursun. Eğer az ile kanaat etmezsen muhakkak uzun durmaya, ağlama ve vaveylâ koparmaya doğru sürüklenip gidersin. Eğer geri kalanların durumlarına rıza gösterirsen, muhakkak ashab-ı yemîn´den ve Hz. Peygamber´den ayrılırsın, nimetlere dalanların nimetlerinden mahrum olursun. Eğer hallerine aykırı davranırsan, ceza gününün şiddetleri içerisinde hesap görenlerden olursun. Rahmet olasıca! Dinlediklerini düşün! Bundan sonra eğer sele-fin hayırlıları gibi olduğunu iddia ediyorsan az malla kanaat et, helâlde zâhidlik göster. Malını ALLAH yolunda çokça sarfet! Müslümanları nefsine tercih et! Fakirlikten korkma! Yarına birşey bırakma! Çokluk ve zenginlikten nefret et. Fakirliğe razı ol! Aza ve fakirliğe sevin. Zillet ve gönül alçaklığıyla mesrur ol! Yükseklik ve gururdan tiksin! İşinde kuvvetli ol! Kalbin hidayetten ayrılmasın. ALLAH yolunda nefsini hesaba çek! Bütün işlerini ALLAH rızasına göre ayarla! Hiçbir zaman muttala bir kimse hesaba çekilmemiş ve sorgu sual için durdurulmamıştır. Sen helâl malı ancak ALLAH yolunda sarfetmek için topla! Rahmet olasıca! Ey mağrur! Bu işi iyice düşün ve derinlemesine incele! Şen bilmez birisin, mal ile meşgul olmayı terketmek kalbi zikir, hatırlama, fikir ve ibret almak için boşaltmak, din için daha selâmetli bir yol ve hesap için daha kolaydır. Sorgu sual için daha hafiftir. Kıyametin tehlikelerinden daha emin, ALLAH nezdinde derecenin üstün olmasına daha elverişlidir. Bir sahabîden şöyle rivayet edilmiştir: ´Eğer birinin kucağı dinarlarla dolu olup o dinarları sadaka veriyorsa, başka biri de ALLAH´ı zikrediyorsa, ALLAH´ı zikreden daha faziletlidir´. İlim ehlinin birinden malı ALLAH yolunda sarfetmek için toplayan bir kimsenin durumu soruldu. Cevap olarak ´Malı terketmek, toplayıp sarfetmesinden daha sevaplıdır´ dedi. Rivayet olunduğuna göre, tâbiînin seçkinlerinden olan bir zata iki kişinin durumu soruldu. ´Bu iki kişinin biri helâlinden dünyayı istemiş, elde etmiş, onunla sılayı rahim yapmış, nefsi için de bir şeyler hazırlamıştır. Diğeri ise dünyadan kaçmış, dünyayı iste-memiş ve elde etmemiştir. Acaba hangisi daha hayırlıdır?´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Yemin olsun, bu iki kişinin arasında mesafe vardır. Dünyadan kaçınan o kimse, şark ile garb arasındaki mesafe kadar öbüründen üstündür´. Rahmet olasıca! Bu fazilet senin için dünyayı terketmeyi üstün tutmakla elde edilir. Eğer mal ile meşgul olmayı terkedersen, geçici dünyada, sana şu mükâfat verilir: Bu hareketin bedenin için daha rahattır. Seni az yoran, maişetin için daha verimli, kalbin için daha rahatlatıcı, üzüntülerini daha azaltıcıdır. Acaba sen malı terketmenden dolayı ALLAH yolunda sarfetmek için arayan kimseden daha üstün olduğunu bildiğin halde mal toplama hususundaki mâzeretin bundan sonra ne olabilir? Evet! ALLAH´ın zik-riyle meşgul olman, ALLAH yolunda mal vermenden daha üstündür. Bu bakımdan dünyayı terk etmekte senin için dünya rahatı ile ahiretin selâmet ve fazileti bir arada toplanmış olur. Eğer malın toplanmasında büyük fazilet olsaydı, muhakkak iyi ahlâk husu-sunda peygamberine uyman farz olurdu! Çünkü ALLAH sana onun vasıtasıyla hidayet etmiştir. Sen, onun nefsi için seçmiş olduğu dünyadan sakınmaya razı olmalısın! Rahmet olasıca! Dinlediğini düşün! Kesinlikle bil ki saâdet ve zafer dünyadan sakınmakladır. O halde, Muhammed Mustafa´nın sancağıyla beraber cennet´ul-me´vâ´ya koş! Çünkü rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mü´minlerin efendileri o kimselerdir ki sabah yemeği yediği zaman akşam yemeğini bulamaz. Aradığı zaman borç etmekten mahrumdur. Avretini örten elbisesinden başka elbisesi yoktur ve kendisini zengin edecek malı kazanmaya da muktedir değildir. Buna rağmen rabbinden razı olarak sabahlar ve akşamlar. Bu bakımdan ALLAH ve rasûlüne itâat edenler işte bunlardır. ALLAH´ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîk, şehîd ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel arkadaştır. (Nisâ/69) Ey kardeş! Bu beyandan sonra, mal topladığın zaman sen ´bu malı hayr için topluyorum´ iddiasında isen bâtıl fikirlisin. Hayır! Hayır için toplamıyorsun. Aksine fakirlikten korktuğun için topluyorsun. Nimetlenmek, süslenmek, fazla mal edinmek, böbürlenmek, yücelmek, riya, gösteriş, büyüklük taslamak ve ikram görmek için bu malı topluyorsun. Sonra ALLAH yolunda sarfetmek için topladığını iddia ediyorsun! Rahmet olasıca! ALLAH´ı gözet! Ey mağrur! Bu dâvandan utan,bu dâvandan kork! Rahmet olasıca! Eğer sen mal ve dünya sevgisiyle meftun olmuşsan, ikrar et ki fazilet ve hayır, yetecek kadara razı olmakta ve fuzulî servetten kaçınmaktadır. Evet! Mal top-ladığın anda nefsini hor gör. Kötülük yaptığını itiraf et! Hesaptan kork! Böyle olmak senin için daha kurtarıcıdır, malın toplanması için delil getirmek hususunda tepinmekten daha fazla fazilete yakındır! Kardeşlerim! Biliniz ki ashab-ı kirâmın zamanı, helâlin mevcut olduğu bir zamandı. Buna rağmen ashab-ı kirâm kendilerine helâl olan dünya hususunda insanların en muttakîsi ve en zâhidi idiler. Biz ise öyle bir zamanda yaşıyoruz ki helâl pek yoktur. ´Acaba gıdamıza ve setr-i avretimize yetecek kadar helâl bize nasıl müyesser olur?´ diye düşünmek gerek! Bizim zamanımızda mal toplamaya gelince, ALLAH bizi de, sizi de ondan korusun. Bundan sonra biz nerede, ashab-ı kirâmın takvası nerede? Zâhidlikleri ve ihtiyatlı hareketleri nerede? Onların kalpleri ve güzel niyetleri gibisi bize nereden verilmiştir? Göğün rabbine yemin ederim, biz ne-fislerin hastalıklarına, isteklerine müptelâ olduk. Yakın bir zamanda ölüm şerbeti içilecektir. Bu bakımdan ey (kavim), haşr gü-nünde yükü hafif olanların sevincini (görünüz!). Zenginlerin, helâl-haram demeden karıştıranların üzüntülerini müşahede ediniz. Eğer kabul ederseniz, size nasihat etmiş oldum. Oysa bu nasi-hati kabul edenler az. ALLAH bizi de, sizi de hayırlara muvaffak kılsın! Âmin!" Hâris el-Muhâsibî´nin konuşması burada sona ermektedir. Fakirliğin zenginlikten daha faziletli olduğunu belirtmek hususunda burada yeteri derecede delil var, bundan fazlasına ise ihtiyaç yok!.. Bütün bunların doğruluğuna Dünyanın Zemmi, Fakr ve Zühd bölümlerinde, zikrettiğimiz hadîsler şahidlik etmektedir. Ayrıca Ebu Umâme´den rivayet edilen şu hadîs de şahidlik etmektedir: Sa´lebe b Hatib147 dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´a yalvar ki bana rızık olarak biraz mal versin!´ Hz. Peygamber, cevap olarak şöyle buyurmuştur: Ey Salebe! Şükrünü edâ edebildiğin az mal, şükrüne gücünün yetmediği çok maldan daha hayırlıdır! Salebe ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´tan bana rızık olarak mal vermesini dile!´ der. Hz. Peygamber de şöyle buyurur: Ey Salebe! Senin için ben güzel bir örnek değil miyim? Sen ALLAH´ın peygamberi gibi olmayı istemez misin? Dikkat et! Nefsimi kudret elinde tutarı ALLAH´a yemin olsun, eğer dağların altın ve gümüş olmasını isteseydim olurdu. Salebe şöyle dedi: ´Seni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim. Eğer sen ALLAH´tan biraz mal vermesini dilersen, (ALLAH da verirse) muhakkak her hak sahibinin hakkını vereceğim! Muhakkak yapacağım! Muhakkak yapacağım!´ Hz. Peygamber (s.a) ´Ey ALLAHım! Salebe´ye rızık olarak bir mal ver!´ diye dua etti. Bunun üzerine Salebe koyun edindi, böceklerin ve haşeratın çoğaldığı gibi koyunları çoğalmaya başladı. Öyle ki Medine koyunlara dar geldi. Salebe Medine´den uzaklaştı. Bir vâdide konakladı. Öğle ve ikindi namazını gelip cemaatle kılıyordu, diğer namazları tek başına kılıyordu. Koyunları üredi, çoğaldı. Salebe uzaklaştı. Öyle ki cuma hariç, diğer cemaat namazlarını terketti. Koyunlar boyuna -haşeratm üremesi gibi-ürüyordu. Sonunda Salebe cumayı terketmeye mecbur kaldı. Cuma günleri Medine´den gelen kervanların önüne gidiyor, Hz. Peygamber´in Medine´deki haberlerini onlardan soruyordu. Hz. Peygamber (s.a) ´Hatib´in oğlu Salebe ne oldu?" diye sordu. ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Koyun edindi. Medine kendisine dar geldi!´ dediler. Salebe´nin bütün hikayesi Hz. Peygamber´e anlatıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Vay Salebe´nin haline, vay Salebe´nin haline, vay Salebe´nin haline!´ O zaman ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi: Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur.(Tevbe/103) ALLAH Teâlâ, zekâtı farz kılınca, Hz. Peygamber, Cüheyne kabi-lesinden bir, Benî Selim kabilesinden de bir kişiyi zekât toplamaya memur kıldı. Onlara zekât toplamak hususunda bir emirname yazdı ve onlara yola çıkıp müslümanların zekatlarını toplamak için emir verdi ve şöyle dedi: ´Hatib´in oğlu Sa´lebe´ye ve -Benî Selim´den olan bir kişiyi kastederek- falana uğrayın! Onların zekâtlarını alın!´ Bunun üzerine çıktılar, Sa´lebe´ye vardılar. Sa´lebe´den zekât istediler. Kendisine Hz. Peygamber´in isteğini söylediler. Salebe ´Bu ancak haraçtır. Bu ancak haraçtır! Bu ancak haracın kardeşidir. Gidiniz! İşinizi gördükten sonra bana dönünüz!´ dedi. İki zekât memuru, Benî Selim kabilesinden olan kişiye doğru gittiler. Onların geleceğini işiten o zat, develerinin en iyisini zekât için ayırdı ve sonra o develerle onları karşıladı. Onlar bunu görünce dediler ki: ´En güzel develeri zekât vermek sana farz değildir. Biz bunları almak istemiyoruz´. O ´Hayır! Bunları ala-caksınız! Zira zekât olarak nefsim bunları vermeyi istiyor!´ dedi. Onlar zekâtı topladıktan sonra Sa´lebe´ye uğradılar. Ondan zekât istediler. Sa´lebe onlara ´Emirnâmenizi bana gösteriniz!´ dedi. Emirnâme´ye baktığı zaman şöyle dedi: ´Bu, haracın kardeşidir! Gidiniz ki ben kararımı vereyim!´ Onlar Sa´lebe´den ayrıldılar. Hz. Peygamber´e geldiler. Hz. Peygamber onları görünce, kendileriyle konuşmadan önce ´Vay Sa´lebe´nin haline!´ dedi ve Benî Selim´den olan kişiye bereketle dua etti. Bundan sonra onlar Sa´lebe´nin de, öbürünün de yaptıklarını Hz. Peygamber´e naklettiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Sa´lebe hakkında şu ayet-leri indirdi: Onlardan kimi de ´Eğer ALLAH bize lûtuf ve kereminden ihsan ederse muhakkak sadaka vereceğiz ve salihlerden olacağız!´ diye ALLAH´a kesin söz verdiler. Ne zaman ALLAH, kereminden, istediklerini verdi, cimrilik edip, yüzçevirip döndüler. ALLAH´a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için ALLAH da kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerine ikiyüzlülük soktu. Hz. Peygamber´in yanında o anda Salebe´nin yakınlarından biri bulunuyordu. O kişi Salebe hakkında inen ayeti dinledi. Çıkıp Salebe´ye geldi ve ona dedi ki: ´Annen seni kaybetsin! ALLAH Teâlâ senin hakkında şöyle ayet nâzil etti!´ Bunun üzerine Salebe çıkıp Hz. Peygamber´e geldi. Zekâtının kabul edilmesini istedi. Hz. Peygamber dedi ki: ALLAH Teâlâ, zekâtını kabul etmeyi bana yasakladı! Salebe yerden toprak alarak başına dökmeye başladı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İşte bu senin işendir. Sana emrettim, bana itaat etmedin´. Hz. Peygamber (s.a) vefat edince, Salebe, zekâtını Ebubekir Sıddîk´a getirdi. Ebubekir Sıddîk da onun zekâtını kabul etmedi. Hz. Ebubekir Sıddîk´tan sonra Hz. Ömer´e getirdi. Hz. Ömer de onun zekâtını kabul etmekten kaçındı. Hz. Osman´ın hilâfeti döneminde Salebe vefat etti.148 İşte malın tuğyanı ve uğursuzluğu! Sen de bu hadîs-i şerîften bu uğursuzluğu anlamış oldun. Fakirliğin bereketi ve zenginliğin uğursuzluğundan ötürü Hz. Peygamber gerek nefsine, gerekse aile efradına fakirliği tercih etmiştir. Hatta İmran b. Hüseyin şöyle anlatır: ´Benim Hz. Peygamber´in nezdinde kıymetim vardı ve Hz. Peygamber bana şöyle demişti: Ey İmran! Senin katımızda kıymetin vardır! Kızım Fâtıma hastadır. Onun ziyaretine gelir misin? Ben ´Evet! Annem ve babam sana fedâ olsun, ey ALLAH´ın Rasûlü gelirim´ dedim ve Hz. Peygamber ile beraber Fâtıma´nın kapısına kadar gittik. Hz. Peygamber kapıyı çaldı ve şöyle dedi: -Selâm üzerine olsun! Gireyim mi? -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Gir! -Yanımdakiyle beraber girebilir miyim? -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kim var yanında? -Hüseyin´in oğlu İmran! -Seni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim,benim sırtımda bir abadan başka birşey yok!Hz. Peygamber eliyle işaret ederek şöyle dedi: Abayı şöyle yap! -Peki! Bedenimi aba ile örttüm. Başımı ne yapacağım! Bunun üzerine Hz. Peygamber yanındaki küçük bir başörtüsünü Fâtıma´ya uzattı ve şöyle dedi: "Bununla da başını ört!´ Sonra Fâtıma izin verdi ve Hz. Peygamber içeri girip şöyle dedi: -Ey kızım! Selâm sana! Nasıl sabahladın? -Yemin olsun, ızdırablı olduğum halde sabahladım! Yemek yemediğim için ızdırabım daha da artırıyor. Açlık mecâlimi kesmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber ağlayarak şöyle dedi: Ey kızım! Üzülme! Yemin olsun, üç günden beri ben de hiç-bir şey yemiş değilim. Oysa ben ALLAH nezdinde senden daha azizim. Eğer RABBİMden isteseydim bana yedirirdi. Fakat ben âhireti dünyaya tercih ettim.149 Sonra elini Fâtıma´nın omuzuna vurarak şöyle dedi: -Sana müjde olsun! ALLAH´a yemin ederim, gerçekten sen cennet kadınlarının başı ve hâtunusun! -Firavun´un karısı Asiye, İmran´ın kızı Meryem neredeler? -Asiye, kendi zamanındaki kadınların hâtunu; Meryem, kendi zamanındaki kadınların hâtunu; (Annen) Hatice kendi zamanındaki kadınların hâtunudur. Sen de kendi zamanındaki kadınların hâtunusun. Gerçekte sizler kamıştan yapılmış evler içerisinde bulunacaksınız! O evlerde ne eziyyet var, ne de gürültü! Amcamın oğluna kanaat et! Yemin olsun seni hem dünyada efendi, hem de ahirette efendi olan bir kimse ile evlendirdim! Şimdi Fâtıma´nın haline bak! O, Hz. Peygamber´in bir parçasıdır! Gör ki o, fakirliği nasıl tercih etmiş ve malı nasıl terketmiştir? Kim peygamberlerin ve velî kulların hallerini gözetir, sözlerini can kulağıyla dinlerse, onların haber ve eserlerinde vârid olanı tedkik ederse, malın yokluğunun, varlığından daha üstün olduğundan zerre kadar şüphe etmez. Hatta bu mal hayır yolunda sarfedilse bile durum böyledir. Zira hayır ve hasenata sarfetmek, şüphelilerden korunmak ve haklarını edâ etse bile, o malın en az zararı, onun korunmasına gayret sarfettirir ve ALLAH´ın zikrinden insanı alıkoyar! Zira ALLAH´ı anmak ancak kalbin ferahıyla mümkündür. Mal ile uğraşırken kalbin boşalması sözkonusu değildir. Cerir´den, o da Leys´ten şöyle rivayet etti: ´Biri Meryem´in oğlu İsa (a.s) ile arkadaşlık yapmak istedi ve ´Seninle beraber olup ar-kadaşlık yapmak istiyorum!´- dedi. Bunun üzerine seyahata çıktılar. Bir nehrin kıyısına varınca oturdular. Kahvaltı yaptılar. Beraberlerinde üç ekmek vardı. Ekmeğin ikisini yediler. Üçüncü ekmek kaldı. Hz. İsa (a.s) nehire gitti. Su içti, dönünce kalan ekmeği bulamadı ve o kişiye ´Ekmeği kim götürdü´ dedi. Kişi ´Bilmiyorum!´ dedi. Hz. İsa (a.s) arkadaşı ile beraber yola devam etti. Beraberinde iki yavrusu bulunan bir geyik gördü. İsa (a.s) geyik yavrularından birini çağırdı. Yavru, Hz. İsa´ya geldi. Hz. İsa onu kesti, hem kendisi, hem de arkadaşı yediler. Sonra geyik yavrusuna ´ALLAH´ın izniyle kalk´ dedi. Geyik yavrusu kalktı ve yürüdü. İsa (a.s) arkadaşına dönüp şöyle dedi: ´Sana bu mu´cizeyi gösteren ALLAH adına yemin veriyorum: ´O ekmeği kim aldı?´ Kişi ´Bilmiyorum?´ dedi. Sonra bir dereye geldliler. İsa (a.s) onun elinden tutup su üze-rinde yürüdüler. Öbür tarafa geçince ´Şu mucizeyi sana gösteren ALLAH´ın hakkı için, o ekmeği kim aldı?´ dedi. Kişi ´Bilmiyorum!´ dedi. Böylece bir çöle varıp oturdular. İsa (a.s) toprak ve kum top-ladı. Sonra ´ALLAH´ın izniyle altın ol!´ dedi. Toprak altın oluverdi. O altınları üçe böldü. Sonra dedi ki: ´Üçte biri benim, üçte biri senin ve üçte biri de ekmeği alanındır!´ Bunun üzerine kişi ´Ekmeği ben aldım!´ dedi. Hz. İsa da ´O halde hepsi senin olsun!´ dedi ve ondan ayrıldı. İsa (a.s) ayrıldıktan sonra onun yanına iki kişi geldi. Bu çölde onun yanında malı görünce malı ondan alıp onu öldürmek istediler. O yalvararak ´Bunu üçe taksim edelim´ dedi. Biri ´Birimiz köye gidelim ki bize bir yemek satın alsın, yiyelim!´ dedi. Birisini köye gönderdiler! Köye giden kişi kendi kendine dedi ki: ´Ben bu kadar malı neden bunlarla bölüşeyim. Bu getireceğim yemeğe zehir koyacağım. Onların ikisini de öldüreceğim ve tek başıma mala sahip olacağım!´ Dediklerini yaptı. Malın yanında kalan iki kişi ise dedi ki: ´Biz bu üçüncü kişiye neden mal verelim. O köyden dönünce onu öldürelim, malı aramızda taksim edelim!´ O kişi onlara dönünce onu öldürdüler. Zehirli yemeği yeyince öldüler. Mal çölde sahipsiz kaldı ve üç kişi de onun yanında öldü. Hz. İsa onlar bu halde iken yanlarından geçti ve arkadaşlarına şöyle dedi: ´İşte dünya budur! Dünyadan sakının!´ Hikâye ediliyor ki, Zülkarneyn bir millete rastladı. Onların elinde halkın lezzetlendiği hiçbir şey yoktu. Onlar çukur eşerler, sabahladıkları zaman o çukurlara bakarlar, süpürürler. O çukurların yanında ibâdet ederler ve dört ayaklı hayvanların yedikleri gibi bitkileri yerlerdi ve onlar için yer bitkilerinden bir geçimlik çıkıvermişti. Zülkarneyn onların kralına haber göndererek yanına dâvet etti! O dedi ki: ´Benim Zülkarneyn ile görülecek bir ihtiyacım olsaydı muhakkak sana gelirdim´. Zülkarneyn kendisine şöyle sordu: - Neden sizi hiç kimsenin bulunmadığı bir durumda görüyo-rum. -Nedir o şey? -Ne dünyanız, ne de herhangi birşeyiniz var! Neden altın ve gümüş edinip onlardan faydalanmadınız? -Biz şu illetten dolayı altın ve gümüşten nefret ettik: Çünkü bir kimseye onlardan birşey verildiği zaman o kimsenin nefsi iştahlı olur ve onu daha fazla üzer! -Siz neden bu çukurları kazdınız? Sabahlayınca neden bu çukurlara gidip onları süpürüyor ve yanlarında ibâdet ediyorsunuz? -Bizim gayemiz, bu mezarlara baktığımızda, dünyayı ümit ettiğimiz zaman bu mezarlar bizi bu ümitten alıkoysunlar! -Görüyorum ki yemeğiniz yer bitkileridir. Neden hayvan edinmediniz? Oysa onları sağar, onlara biner ve lezzet alırdınız! -Karınlarımızı hayvanlar için mezar yapmayı çirkin gördük.Yer bitkilerinin bunların yerini tuttuğunu gördük. Ademoğluna uygun olan en az şeyle yetinmektir. Ne olursa olsun, boğazı geçen yemeğin tadını alamayız! Sonra o memleketin kralı elini Zülkarneyn´in arkasına uzatarak bir kafatasını eline aldı ve şöyle dedi: -Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun? - Hayır! O kimdir? -Bu yeryüzünün padişahlarından biridir. ALLAH Teâlâ ona saltanat sürmeyi nasip etti. O ise hileye, zulme ve kibre kaçtı. ALLAH Teâlâ onun bu hareketlerini görünce onu helâk etti. O yere atılan taş gibi oldu. ALLAH Teâlâ onun yaptıklarını, teker teker, ahirette ona ceza vermek için defterine yazdı.Bunu söyledikten sonra başka bir çürümüş kafatasını eline aldı ve şöyle dedi: -Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun? -Hayır, bilmiyorum! -O bir padişah idi. O zâlim padişahtan sonra ALLAH buna saltanat verdi. Kendisinden önce geçen padişahın hile, zulüm ve gururunu görmüştü. Bu bakımdan tevazu gösterdi, ALLAH´tan korktu.Memleketinde adalet icra etti. İşte o da gördüğün gibi oldu. ALLAH onun da amelini tesbit etti ki âhirette ona da mükâfat versin! Bunları gösterdikten sonra Zülkarneyn´in kafatasına işaret etti ve şöyle dedi: -Bu da bunların ikisi gibi bir kafatasıdır. Ey Zülkarneyn!Dikkat et! Ne yaptığını bil! -Sen bana arkadaşlık yapmıyorsun ki seni vezir ve kardeş edineyim, ALLAH´ın bana vermiş olduğu bu servetlere ortak yapayım! -Ben ve sen bir yerde durmaya da, beraber olmaya da elverişli değiliz! -Niçin? -Çünkü insanlar senin düşmanın, benim ise dostlarımdır. -Niçin? -Sana elindeki mülk, servet ve dünyadan dolayı düşmanlık yapıyorlar. Ben ise bunları terkettiğimden ötürü hiç kimsenin bana düşmanlık güttüğünü görmüyorum! Bir de benim yanımda az ihtiyaç ve az şeyin olmasından dolayı kimse bana düşmanlık yapmıyor! Zülkarneyn hayretler içerisinde kalıp, nasihat almış olarak onun yanından ayrıldı. İşte bu hikâyeler, daha önce zikrettiğimiz delillerle beraber, zenginliğin âfetlerine seni muttali kılmaktadırlar. Tevfik ALLAH´tandır. Kitabu Zemm´il-Buhl ve Zemmi Hubb´il-Mal (Mal Sevgisinin ve Cimriliğin Kötülenmesi) bölümü, ALLAH´ın yardımıyla burada sona ermiş bulunuyor. ALLAH´ın izniyle, bu bö-lümün ardından Kitabu Zemm´il-Câh ve´r-Riya bölümü gelecektir __________________ 134)Bu zat, zâhir ile bâtının arasını cemeden kimselerdendir. H. 343´de vefat etmiştir. 135)Müslim, Buhârî 136)İmam Ahmed 137)İmam Ahmed 138)Bezzar, (Enes´ten zayıf bir senedle) 139)Daha önce geçmişti. 140)Irâkî hadîs olarak görmediğini kaydetmektedir. 141)Müslim, Buhârî 142)Müslim, Buhârî 143)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 144)İbn Mâce, Tirmizî 145)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 146)Bezzar, Hâkim 147)Adı Salebe b. Hâtib b. Amr b. Ubeyd b. Ümeyye b. Zeyd b. Mâlik b. Avf b. Arar b. Avf b. Mâlik b. Evs el-Ensârî´dir. Musa b. Ukbe onu Bedir´e iştirâk edenler arasında zikretmiştir. Aynı ismi taşıyan başka bir sahabî daha vardır. O da Ensar´dandır. İbn İshak Mescid-i Dırar´ı yapanlar arasında bu ikinciyi zikretmektedir. 148)Taberânî, (zayıf bir senedle) 149)Irâkî İmran´ın hadisine rastlamadığını, İmam Ahmed ve Taberânî´nin, Ma´kal b. Yesar´dan sahih bir senedle rivayet ettiklerini söylemektedir. |
Cah ve Riya´nın Kötülü Konusuna Giriş
Gaybı bilen, kalplerin gizliliklerine muttali olan, büyük günahlardan vazgeçen, kalpler tarafından işlenen gizli ayıplara âgâh olan, niyetlerin gizliliklerini gören ve insanoğlunun içindeki gizli şeyleri müşahede eden ALLAH´a hamd olsun! O ALLAH ki, kâmil ve tam mânâsıyla yapılan amelleri, riya ve şirkten uzak olanı kabul eder. Çünkü O, tek başına melekûtun hâkimidir. Bu bakımdan O, her türlü ortaktan münezzehtir. Salât ve selâm, Hz. Muhammed´in, hiyânet ve iftiradan berî olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yarab! Onlara bolca selâm et! Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Gerçekten ümmetim için en fazla korktuğum, riya ve gizli şirktir. O şirk öyle bir şeydir ki siyah karıncanın karanlık gecede siyah taşın üzerindeki izinden daha gizlidir.1 Bu sırra binaendir ki âbid ve muttakîler şöyle dursun, âlimlerin dâhileri bile, bu şirkin tehlikelerine vâkıf olup onu sezmekten aciz kalmışlardır. Bu tehlike, nefsin son tehlikelerinden ve hilelerin gizli kısımlarındandır. Bu riya felaketine, âlimler, âbidler ve âhiret yolu için kollarını sıvayanlar mübtelâ olurlar. Çünkü bunlar, ne zaman nefislerini kahredip, onunla mücâhede ederlerse, onu şehvetlerden kesip, şüphelerden korunurlarsa ve cebren onu ibâdet çeşitlerine zorlarlarsa, nefisleri âzaların yaptığı zâhirî günahlara tamahkârlık etmek hususunda âciz olur. Bundan dolayı da hayır ve hasenatı belirtmek, ilim ve ameli izhar etmek suretiyle istirahata çekilmeyi ister. Böylece mücâhedenin zorluğundan halkın hoşuna giden, tâzim ve hürmet etmelerini sağlayan bir yol bulur. Derhal ibâdet ve taatlerini anlatarak halkı ibâdetine muttali kılar. Hâlık´ın bilmesiyle kanaat etmez. Yalnız ALLAH´ın hamdine kanaat etmeyip insanların övmesiyle sevinir. İnsanlar, şehvetleri terkettiğini, şüphelerden korunduğunu, ibâdetlerin zorluklarına katlandığını bildikleri takdirde kendisini överler. Mübalağalı bir şekilde takrizde bulunurlar. Ona tâzim ve ihtiram gösterirler. Onu görüp, konuşup duasını almak isterler. Görüşüne tâbi olmak hususunda harîs olurlar. Hizmet etmek ve selâm vermekle ona yaklaşmak isterler. Mahfellerde son derece ikramda bulunurlar. Alışveriş ve muamelelerde müsamaha ederler. Meclislerde öne geçirirler, yemek ve elbiselerde kendi nefislerine tercih ederler. Tevazu göstererek kendisine hürmet ederler. Hedeflerine hürmet ettikleri halde kendisine itaat ederler. Bu bakımdan nefis, bu hususta her lezzetten daha büyük bir lezzete sahip olur. Böylelikle şehvetlerin hepsinden daha büyük bir şehvet elde eder. Dolayısıyla bunun yolunda günahları ve hataları terketmeyi pek kolay birşey sanır. Bâtında lezzetlerin lezzetini ve şehvetlerin şehvetini idrâk ettiğinden dolayı, ibâdetlere devamlılıktan meydana gelen sertlik onun için yumuşar. Bu bakımdan insanoğlu zanneder ki hayatı ALLAH iledir ve ALLAH´ın ibâdetiyle nefsi razı olmuştur. Oysa hayatı ancak bu gizli şehvetle kaimdir. Öyle bir şehvet ki onun idrâkinden nâfiz ve kuvvetli akıllar bile körleşir. İnsanoğlu kendisini ALLAH´ın ibâdetinde muhlis ve haramlarından korunmuş olarak görür. Oysa nefis, kullara süslü görünmek, halk için yapmacık hareketlerde bulunmak, halkın yanında elde ettiği makam ve îtibara sevinmek hususunda bu şehveti içinde gizlemiştir. Bunun vasıtasıyla ibadetlerin sevabını yakmış, amellerin en iyisini bile kül haline getirmiştir. Kişinin ismini münafıkların listesine yazdırmıştır. Buna rağmen kişi ALLAH´ın nezdinde makbul kullardan olduğunu zanneder. İşte bu, nefsin bir hilesidir. Bu hileden ancak sıddîk olanlar kurtulurlar. Bir düşüş yeridir ki ondan ALLAH´ın dergâhına yakın olanlar ancak çıkarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: ´Sıddîkların zihninden en son çıkacak şey riyaset (reislik, baş olmak) sevgisidir´. Madem ki riya, gizli ve şeytanların en büyük ağı olan bir hastalıktır. Öyle ise riyanın sebebini, hakikatini, derecelerini, kısımlarını, tedavi yollarını ve kendisinden sakınma yolunu izah etmek farz olmaktadır. Bu bölümü iki kısım üzere tertip etmekteki gaye, böylelikle vuzuha kavuşmuş olmaktadır. |
Şöhret ve Nâm Salmanın Kötülenmesi
ALLAH Teâlâ seni ıslah eylesin. Bil ki rütbenin esası nâm ve şöhretin yayılmasıdır. Bu ise kötüdür. Aksine övülen nâm ve nişansızlıktır. Ancak dininin neşri için ALLAH Teâlâ tarafından şöhrete ulaştırılan ve şöhrete ulaşmak için hiçbir zorluk ve çaba harcamayan bir kimse bu hükmün dışındadır. Enes, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: insanlar tarafından dini ve dünyası hakkında parmakla gösterilmek, şer yönünden kişiye yeter de artar! Bundan ancak ALLAH Teâlâ´nın koruduğu bir insan müstesnadır.2 Câbir Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH´ın koruduğu hariç, şer yönünden kişiye dini veya dünyası hususunda parmakla gösterilmek yeter de artar bile! ALLAH sizin şöhretlerinize bakmaz. Ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.3 Hasan Basrî (r.a), bu hadîs için bir te´vil belirtmiştir ki zararsız bir te´vildir; zira o bu hadîsi rivayet ederken kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Said! Gerçekten insanlar seni gördükleri zaman parmakla sana işaret ediyorlar!´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Hadîs bunu kasdetmiyor. Hz. Peygamber (s.a) bu hadîsle, ancak dini hususunda bid´atçı, dünyası hususunda fâsık olan bir kimseyi kasdetmiştir´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Haşmeti bırak, fakat şöhret peşinde koşma! Anılmak için şahsını yüceltme. İşini gizle, sükût et ki selâmette kalasın. Böylece iyi insanları memnun edip fâsık ve fâcirleri kızdırmış olursun!´ İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: ´Şöhreti seven bir kimse ALLAH´ı tasdîk etmemiştir´. Basralı Eyyûb es-Sahtiyanî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun! Mevkiinin bilinmemesi kendisini sevindirmeyen bir kul, ALLAH Teâlâ´yı tasdîk etmiş sayılmaz´. Hâlid b. Ma´dan4 halkası çoğaldığı zaman şöhret korkusundan meclisi terkederdi. Ebu Aliye5 yanında üç kişiden fazla oturan olduğu zaman kalkardı! Hz. Talha (r.a), beraberinde on kadar kimsenin yürüdüğünü gördüğünde ´Tamahkârlık sinekleri ve ateşe atılan çekirgelerdir bunlar!´ demiştir. Selim b. Hanzele şöyle anlatıyor: Bir ara Ubeyy b. Ka´b´ın arkasından yürüyorduk. Hz.Ömer gördü ve derhal onu kamçıladı. O itiraz ederek ´Ey mü´minlerin emîri! Ne yaptığına dikkat et! (Beni niçin dövüyorsun?)´ dedi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: ´Bu durum, tâbi olan için zillet, tâbi olunan için de fitnedir´. Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: İbn Mes´ud birgün evinden çıktı. Halk arkasındaydı. Dönüp halka baktı ve şöyle dedi: ´Neden bana tâbi oluyorsunuz? ALLAH´a yemin ederim, eğer benim üzerine kapımı kilitlediğim günahlarımı bilmiş olsaydınız, sizden iki kişi dahi bana tâbi olmazdı´. Muhakkak etrafındaki ayakkabı seslerinden ahmakların kalpleri az zaman sâbit kalır! Hasan Basrî birgün dışarı çıktı. Bir grup arkasına takıldı. Onlara ´Sizin bir ihtiyacınız mı var? Eğer ihtiyacınız yoksa gelmeyin. Çünkü böyle bir durum, mü´minin kalbini alt-üst eder´ dedi. Rivayet ediliyor ki, bir kişi seferde İbn Muhayriz6 ile arkadaşlık yaptı. İbn Muhayriz´den ayrılırken ´Bana nasihat et!´ dedi. Bunun üzerine İbn Muhayriz ´Eğer tanınıp, tanınmamaya, başkasına gidip, başkasının da sana gelmemesine, isteyip, senden istenmemesine gücün yetiyorsa bunu yap!´ dedi. Eyyûb es-Sahtiyanî sefere çıktı. Birçok kimse onu uğurladı. Dedi ki: ´Eğer kalbimin sizin bu uğurlamanızdan tiksindiğini bil-meseydim, mutlaka bu yaptığınızdan dolayı ALLAH´ın kahrından korkardım!´ Muammer b. Râşid şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyanî´yi entarisinin uzunluğundan dolayı kınadım. Cevap olarak dedi ki: ´Geçmiş zamanda bunun uzunluğunda şöhret vardı. Bugün ise şöhret bunun kısalığındadır´. Biri şöyle anlatıyor: Ebu Kulâbe ile beraber bulunuyordum. Onun huzuruna, sırtında kısa denilen elbise bulunan biri içeri girdi. Bunu görünce ´Şu çok konuşan eşekten sakının!´ dedi. Bununla şöhretin talep edilmesine işaret ediyordu. Süfyan es-Sevrî dedi ki: ´Selef-i Sâlihîn yeni ve eskimiş elbiselerden gelen şöhreti kerih görürlerdi; zira gözler, bu iki çeşit elbiseye dikilir´. Bir kişi, Bişr b. Hâris´e ´Bana tavsiyede bulun!´ diye ricada bulundu. Bişr ona ´Nâmını gizle! Yemeğini helâlinden ye!´ dedi. Havşeb ağlar ve şöyle derdi: ´Benim ismim cuma kılınan mes-cide kadar vardı´. Bişr şöyle demiştir: ´Bir kişi tanınmayı sevsin de dini gidip rezil olmasın!´ Yine şöyle demiştir: ´Halk tarafından bilinmesini isteyen bir kimse âhiretin halâvetini tatmamıştır.´ ALLAH´ın rahmeti onların üzerine olsun! ______________________ 2) Beyhakî {zayıf bir senedle) 3)Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuab´ul-İman, (zayıf bir senedle) 4)Humusludur. Güvenilir bir âbiddir. H. 103´de vefat etmiştir. 5)Adı Rafi b. Mehran´dır. Güvenilir bir zattır. 6)Adı Abdullah b. Muhayriz b. Cumade b. Vehb Cemehî´dir ve Mekkelidir. Kudüs´te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99´da vefat etmiştir. |
Övgüden Hoşlanmanın, Yerilmekten İse Hoşlanmamanın Tedavisi
İnsanların çoğu, halkın tenkidinden korktukları, övülmeyi sevdiklerinden dolayı helâk olmuşlardır. Bu bakımdan onların bütün hareketleri, halkın rızasına uygun olana bağlanmıştır ve bunu da halkın tenkidinden korkarak, övülmeyi umarak yaparlar Bu, helâk edici hareketlerdendir. Bunu tedavi etmenin yolu, hangi sebeplerden dolayı halkın övgüsünü istediğini, tenkidinden hoşlanmadığını iyi düşünmektir. Birinci Sebep Medhedenin sözünün sebebiyle kemâli hissetmektir. Burada senin çıkar yolun aklına müracaat edip nefsine şöyle demendir: ´Adamın övdüğü sıfat sende var mı yok mu? Eğer sende varsa, ya ilim ve takva gibi bir sıfattır ki onda övgüye müstehak olursun veya servet, rütbe ve dünyevî arazlar gibi, sebebiyle övülmeye müstehak olmadığın bir sıfattır. Eğer bu sıfat dünyanın ârazlarından ise bundan dolayı sevinmek, yakında çerçöp olup esen rüzgârlarla berhava edilecek yer bitkileriyle sevinmek gibidir! Böyle sevgi aklın azlığından ileri gelir´. Akıl sahibi, şair Mütenebbi´nin dediği gibi demelidir: Benim nezdimde üzüntünün en şiddetlisi o sevinçtedir. Onun sahibi kesinlikle değişmesini bilir! Bu bakımdan insan için dünyanın ârazlarıyla sevinmek uygun değildir. Eğer sevinirse, o ârazlardan dolayı kendisini övenin sözüyle sevinmesi uygun değildir. Varlığıyla sevinmelidir. Övmek ise onun varlığının sebebi değildir. Eğer o sıfat, ilim ve takva gibi kendisiyle sevinmeyi gerektiren sıfat ise, onunla da sevinmemesi uygundur. Çünkü sonuç malûm değildir. Bu sıfat insanı ALLAH´a yaklaştırdığı için sevmesi gerekir. Oysa neticenin tehlikesi sözkonusudur. Bu bakımdan kötü neticeden korkmakta, dünyanın bütün nimetlerinden ötürü sevinmekten insanı alıkoyacak bir özellik vardır. Dünya, sevinmek ve ferahlamak evi değildir. Aksine gam ve üzüntüler evidir. Sonra, eğer güzel neticenin ümidiyle bu sıfatla seviniyorsa, bu takdirde övenin övmesiyle değil, ALLAH Teâlâ´nın ilim ve takva ile sana ihsan etmiş olduğu fazl u keremiyle sevinmen uygundur. Çünkü kemâli sezmekte lezzet vardır. Kemâl de övgüden değil, ALLAH Teâlâ´nın fazlından kaynaklanır, övgü de buna tâbidir. Bu bakımdan övgüyü sevmek, övgü seni fazilet bakımından yüceltmediği için, uygun düşmez. Eğer kendisiyle övündüğün sıfat sende yoksa, bu övgü ile sevinmen deliliğin katmerlisidir. Senin misâlin (bu takdirde) o kimsenin misâline benziyor ki sıradan bir kimse onunla istihza edip der ki: ´SübhanALLAH! Bu adamın içindeki güzel koku ne çoktur! Bu adam def-i hacet ettiği zaman kendisinden gelen kokular ne güzeldir!´ Oysa pisliğini ve kötü kokularını bildiğin halde adamın sözlerine seviniyorsun! İşte böylece seni salihlik ve takva ile övdükleri zaman, sen de bununla -ALLAH Teâlâ, senin içindeki pisliklere, kal-bindeki vesvese ve tehlikelere, kirli sıfatlarına muttali olduğu halde- sevinirsen, senin bu sevgin cehaletin ta kendisidir; zira öven kimse, eğer doğru söylüyorsa, bu takdirde bu övgü ALLAH´ın bir fazileti olarak sana verilen sıfattan dolayıdır. Eğer yalan söylüyorsa, bu yalanın seni üzmesi ve bununla sevinmemen gerekir. İkinci Sebep İkinci sebep, övmenin öven kişinin kalbinin müsahhar olmasına ve bu kalbin, başka bir kimsenin kalbinin de müsahhar olmasına sebep olacağına delâlet eder. Bu durum, kalplerde yer edinmek, rütbe ve şöhret sevgisine dönüşür. Daha önce onun tedâvi usulünden söz edilmişti. Bu tedavi halktan ümidi kesmek, ALLAH katında kıymet sahibi olmayı talep etmektir. Bir de halkın kalplerinde mevla aramanın, onunla sevinmenin ALLAH katında dereceni düşürdüğünü bilmelisin. O halde nasıl bununla sevinebilirsin? Üçüncü Sebep Öven kişiyi övmeye mecbur eden haşmet ve azametten ibaret olan üçüncü sebep de geçici olan, sevinmeye müstehak olmayan,ârızî bir kuvvet ve kudrete dönüşür. Seleften nakledildiği gibi bu-rada, övenin övmesi seni üzmeli, bu medhten ikrah etmeli ve bun-dan dolayı kızmalısın. Çünkü övmenin övülen üzerindeki âfeti büyüktür. Nitekim biz bunu Dilin Âfetleri bölümünde zikretmiştik. Seleften bir zat şöyle demiştir; ´Kim övüldüğü için sevinirse, şeytana içine girme imkânı vermiş olur!´ Yine seleften bir zat şöyle demiştir: "Sana ´ne güzel insansın sen!´ denildiğinde bu söz ´ne çirkin insansın´ demekten daha sevimli geldiği zaman, ALLAH´a yemin olsun, sen çirkin insan olursun". Eğer sahih ise bellerimizi kıran bir haberde şöyle vârid olmuştur: ´Bir kişi. Hz. Peygamber´in yanında, başka bir kişiyi, övdü. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Eğer arkadaşın hazır olsaydı ve dediğine rıza gösterseydi ve bunun üzerine ölseydi ateşe girecekti. Rahmet olasıca! O adamın belini kırdın. Eğer senin dedikle-rini dinlemiş olsaydı kıyamet gününe kadar felâh bulamazdı.22 Birbirinizi övmeyin. Övenleri gördüğünüz zaman onların yüzüne toprak serpin!23 İşte bu sırra binaen ashab, övgüden fazlasıyla korkar ve onun fitnesinden sakınırlardı. Medhten dolayı kalbe giren sevgiyi tehlikeli görürlerdi. Hatta hulefâ-i râşidinden biri bir kişiye birşey sordu. O kişi de ona şöyle cevap verdi: - Sen ey mü´minlerin emîri! Benden daha hayırlı ve daha bilginsin! - Beni tezkiye etmeni sana emretmedim ki! Ashab-ı kirâmdan birine şöyle denildi: ´ALLAH seni yeryüzünde bıraktıkça halk hayırlı olacaktır´. Bunun üzerine o zat kızarak şöyle demiştir: ´Ben senin Iraklı olduğunu sanıyorum´ Seleften biri de medhedildiği zaman şöyle dedi: ´Yarab! Senin kulun seni kızdırmak suretiyle bana yaklaştı. Bu bakımdan ben seni ona olan kızgınlığıma şahid tutuyorum´. Ashab-ı kirâm, övmeyi, halkın övmesiyle Hâlık´ın nezdinde sevilmedikleri halde sevinmelerinden korkarak kerih gördüler. Dolayısıyla kalplerinin ALLAH katındaki halleriyle meşgul olması, onlara halkın övgüsünü çirkin gösterirdi. Çünkü ALLAH´a yakın olan ancak övülmüş kimsedir. Hakikatte kötü olan bir kimse ise, ALLAH´tan uzak, şerirlerle berabenden ise ALLAH´ın faziletinden başka birşeyle sevinmesi uygun değildir. Zira onun durumu halkın elinde değildir. Ne zaman rızık ve ecellerin ALLAH´ın elinde olduğunu bilirse, halkın övmesine veya kötülemesine iltifat etmez. Onun kalbinden övmenin sevgisi düşer. Kendisini ilgilendiren dininin emriyle meşgul olur. Rahmetiyle insanı doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır. ____________ 21)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 22)Daha önce geçmişti. 23)Daha önce geçmişti. |
Yerilmekten Hoşlanmamanın Çaresi
Daha önce geçtiği gibi zemmi kerih görmekteki illet, medhi sevmekteki illetin zıddıdır. Bu bakımdan bunun tedavisi de ondan anlaşılır. Burada sözün özü şudur: Seni zemmeden bir kişi üç durumdan hali değildir: Ya dediğinde doğrudur ve söylediğiyle nasihat etmiştir veya dediğinde doğrudur, fakat gayesi sana eziyet vermek ve sana karşı taannüd etmektir veya yalancıdır. Eğer doğru söylüyor ve gayesi de nasihat ise, onu zemmetmen, ona kızman ve seni tenkid etti diye ondan nefret etmen uygun değildir. Aksine onun minnetini kabul etmen gerekir; zira sana ayıplarını hediye eden bir kimse tehlikeden sakınasın diye seni uyarmıştır. Bu bakımdan onunla sevinmen gerekir. Eğer kudretin varsa, o kötü sıfatı nefsinden söküp atmakla meşgul olmalısın. Onun sebebiyle üzülmen, o kişiyi hor görmen ve onu zemmetmen ise katmerli cehalettir. Eğer gayesi taannüd ise, sen onun sözüyle fayda görürsün; zira o seni ayıbından -eğer bilmiyorsan- haberdar etmiş olur veya ayıbından gâfil isen ayıbını hatırlatmış olur veya sana o ayıbını çirkin göstermiş olur ki ayıbı -eğer güzel görüyorsan- söküp atmaya gayretin kabarsın. Bütün bunlar senin saadetinin sebepleridir. Böylece kendisinden istifade etmiş olursun. Öyleyse saadetinin talebiyle meşgul ol. Duyduğun tenkidden dolayı saadetinin sebepleri de sana göründü. O halde bir padişahın huzuruna, elbisen insan pisliğiyle pislenmiş olduğu ve sen de bilmediğin halde girmek istediğin zaman -eğer bu şekilde girersen meclisini pislikle kirlettiğinden dolayı kellenin gitmesi sözkonusu olur- biri sana ´Ey insan pisliğiyle mülevves olan! Üzerini temizle´ dese, bunun sözüyle sevinmen gerekir. Çünkü onun sözüyle uyanman bir ganimettir. Kötü ahlâkların tümü ahirette helâk edicidir, insan da onları ancak düşmanın sözünden tanıyabilir. Bu bakımdan düşmanın sözünü ganimet sayman gerekir. Düşmanın taannüd göstermesine gelince, bu onun kendi dinine karşı yapmış olduğu bir cinayettir. Senin için ondan gelen bir nimettir. Bu bakımdan senin yararlandığın, onun da zarar gördüğü bir söze neden kızıyorsun? Üçüncü durum, ALLAH katında beri olduğun birşey ile sana iftira etmesidir. Bu bakımdan bunu da hor görmen ve onu bundan dolayı zemmetmen uygun değildir. Burada üç şeyi düşünmen gerekir. Birincisi Eğer o ayıp sende yoksa, onun benzerleri sende vardır. ALLAH Teâlâ´nın (lûtfuyla) gizlediği ayıpların (açıkta olan ayıplarından) daha fazladır. O halde, o adamı senin ayıplarına muttali kılmadığından ve sende olmayan bir ayıbı sana isnad etmek suretiyle defettiğinden ötürü ALLAH´a şükret! İkincisi Böyle yapmak, senin diğer günahlarının ve kötülüklerinin kefareti olur. Sanki o adam sende olmayan bir ayıbı sana isnad ederek kirlenmiş olduğun günahlardan seni temizlemiştir. Kim senin gıybetinde bulunursa, o kimse iyiliklerini sana hediye etmiştir. Seni öven ise, senin belini kırmıştır. Bu bakımdan neden senin belini kıranın yaptığıyla sevinip, seni ALLAH´a yaklaştıran, hayır ve hasenâtını sana hediye edenin yaptığıyla üzülüyorsun? Oysa ALLAH´a yaklaşmak istediğini iddia ediyorsun. Üçüncüsü O miskin adam, ALLAH´ın gözünden düşecek derecede dinine karşı suç işledi. İftira etmek suretiyle nefsini helâk etti. ALLAH´ın elem verici azabına müstehak oldu. Bu bakımdan ALLAH ona kızarken senin de kızıp onu şeytana maskara yapman iyi bir hareket olamaz. Sen ´Ey ALLAHım! Onu helâk et! diyorsun. Halbuki ´Ey ALLAHım! Onu ıslah et´, ´Ey ALLAHım! Onun tevbesini kabul et´, ´Ey ALLAHım! Ona rahmet et!´ demen gerekirdi. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey ALLAHım! Kavmimi affet! Ey ALLAHım! Kavmime hidayet et! Çünkü onlar bilmiyorlar.24 Hz. Peygamber, ön dişlerini kırdıkları, yüzünü kan içerisinde bıraktıkları ve amcası Hz. Hamza´yı Uhud gününde öldürdükleri zaman bu duayı yapmıştı. İbrahim b. Edhem başını kıran adama af talebinde bulundu. Kendisine ´Bu nasıl olur?´ diye sorulunca dedi ki: ´Ondan dolayı mükâfata layık olduğumu anladım. Ondan ancak bana hayır isabet etti. Bu bakımdan onun benden dolayı cezalandırılmasına gönlüm razı olmaz!´ Kötülenmeye aldırmamanı kolaylaştıran yollardan biri de ta-mahkârlığı kesmektir; zira kendisinden müstağni bulunduğun bir kimse seni zemmettiği zaman, o zemmin eseri kalbinde pek büyümez. Dinin esası kanaattir. Kanaat sayesinde mal ve mertebeden insanın tamahı kesilir. Tamahkârlık oldukça, mertebenin ve medhetmenin sevgisi teveccühünü ümit ettiğin kimsenin kalbinde durur. Onun kalbinde mertebe edinmek için ihtimam gösterirsin. Bu ise, ancak dinin yıkımıyla elde edilir! Bu bakımdan kötülenmekten nefret eden, medhi sevip, mal ve mertebeyi talep eden bir kimsenin dininin sağlam kalması kolay değildir. Çünkü tamah oldukça dinin selâmette kalması gerçekten uzak bir ihtimaldir. 24) Daha önce geçmişti. |
Övmek ve Yermek Karşısında İnsanların Farklı Tavırları
Övgü ve yergiye nisbeten halkın dört hali vardır: Birinci Hâl: Övgüyle sevinmek, medhedene teşekkür etmek, yergiden nefret etmek, zemmedenden nefret etmek, ona karşılık vermek veya karşılık vermeyi sevmektir. Halkın çoğunun durumu budur. Bu durumda günah derecelerinin en sonuncusu budur. İkinci Hâl: Kötüleyen kişiye içinden kırılmaktır. Fakat ona karşılık vermekten âzalarını ve dilini tutar, içi medhedene karşı sevinçle dolar. Fakat onu izhar etmekten, dilini ve âzalarını korur. Böyle yapmak da her ne kadar bir önceki duruma göre kemâl ise de esasında eksikliktir. Üçüncü Hâl: Bu hâl, kemâl derecelerinin ilk basamağıdır. Bu hâl, kişinin yanında öven ile yerenin eşit olmasıdır. Bu bakımdan ne yermek onu üzer, ne de övgü onu sevindirir. Âbidlerden bazıları nefsinin böyle olduğunu sanır, fakat bunun alâmetleriyle nefsini denemediği takdirde aldanır. Böyle olmanın alâmetleri, kendisini kötüleyen bir kimse ile uzun bir zaman oturduğunda nefsinde onu övenden daha çekilmez bulmamalı, medhedenin ihtiyacını yerine getirmek zemmedeninkini yerine getirmekten daha kolay olmamalı, kendisini mübalâğa ile medhedenin ölümü, kendisini zemmedenin ölümünden daha fazla kalbinde menfî bir tesir bırakmamalıdır. Medhedenin düşmanları tarafından kendisine dokunan felâket, zemmedenin musibetinden gelen üzüntüden daha fazla olmamalıdır. Medhedenin hatası, onun kalbinde ve gözünde, zemmedenin hatasından daha hafif olmamalıdır. Bu bakımdan ne zaman zemmeden kimse onun kalbinde medheden kimse gibi olursa, her yönden ikisi eşit olurlarsa, kişi bu mertebeye nâil olmuştur. Fakat bu durum, kalplerde pek uzak ve tatbiki pek zor bir durumdur. Kulların çoğunda halkın medhetmesiyle kalplerinde hissetmedikleri gizli bir sevinç bulunur. Onlar bu alâmetlerle nefislerini imtihan etmediklerinden farkına varmazlar. Bazen de abid kişi, kalbinin kendisini medhedene meylettiğini, zemmedene meyletmediğini hisseder. Fakat şeytan, bu durumu kendisine güzel gös-tererek der ki: ´Zemmeden seni zemmetmek suretiyle ALLAH´a isyan etmiştir. Medheden de medhinden dolayı ALLAH´a itaat etmiştir. Bu bakımdan ikisini nasıl eşit tutabilirsin? Zemmedeni hakir görmen katıksız dindarlıktan gelir!´ Oysa şeytanın bu sözleri katıksız bir kandırmadır; zira âbid kişi düşündüğü takdirde anlar ki insanlar içerisinde kendisini zem-metmekten dolayı günah irtikâb edenin günahından pek fazla günah irtikâb eden vardır. Oysa onlar ne kendisine ağır gelirler, ne de onlardan nefret eder! Şunu da anlamış olur ki kendisini medheden kişi, başkasını zemmetmekten uzak değildir. Oysa nefsini zemmettiğinden dolayı hissettiği nefreti başkasını zemmettiğinden dolayı hissetmemektedir. Zemmetmek, günah olmak hasebiyle, ister zemmedilen kendisi olsun, ister başkası değişmemektedir. Durum bu iken, aldanan âbid, nefsi için öfkelenir, hevası için kızar. Sonra şeytan kendisine bu kızmasının dinden geldiğini hayâl ettirir ki heva-i nefsiyle ALLAH katında kendisini haklı çıkarmaya kalkışsın ve böylece ALLAH´tan daha fazla uzaklaşsın! Şeytanın hilelerine ve nefislerin âfetlerine muttali olmayan bir kimsenin ibâdetlerinin çoğu boşa giden bir yorgunluktur. Dünya elinden gider, âhirette de zarar eder! Böyle kimseler hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: De ki: ´Size (yaptıkları) iş bakımından en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir. Oysa güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar´.(Kehf/103-104) Dördüncü Hâl: İbâdette doğruluktur. Övgüyü kerih görmek, övülmekten nefret etmektir; zira bilir ki övgü, kendisi için bir fitnedir, belini kırıcı ve dinine zarar vericidir, zemmedeni sevmektir; zira bilir ki zemmeden, kendisine ayıplarını gösterdiği, kendisini mühim vazifesine irşad ettiği gibi, hayır ve hasenâtını kendisine hediye ediyor. Bu bakımdan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Tevâzuun başı, hayır ve takva ile anılmayı kerih görmendir.25 Bazı haberlerde -eğer sahih ise- bizim gibilerin belini kırıcı şeyler rivayet edilmektedir: ´Oruç tutanın, namaz kılanın ve yün elbise giyenin vay haline! Ancak o kimse ki...´ Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasulü! Ancak o kimse dediğin kimdir?´ Cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Ancak nefsi dünyadan temizlenen, övgüden nefret eden, kötülenmeyi seven kimsedir´.26 İşte bu, gerçekten şiddetli bir durumdur. Bizim gibilerin ümitlerinin en sonuncusu ikinci haldir. İkinci hâl de zem ve övgüde bulunan için sevgi ve nefreti gizlemek, söz ve fiil ile bunu belirtmektir. Üçüncü durum, övgü ve yergiyi eşit tutmaktır. Biz böyle bir durumu ümit etmemekteyiz. Sonra, eğer nefislerimizde ikinci durumun alâmetini istesek, nefislerimiz onu hakkıyle yerine getiremez. Bu takdirde, övenin ikramına koşmak, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, kötüleyenin ikramında yavaş davranmak, onu övmeyi ağırdan almak ve ihtiyaçlarını yerine getirmekte ağır davranmak gerekir. Biz, kalbin gizliliklerine muktedir olmadığımız gibi, zâhir fiilde de bu iki durumu eşit tutmaya muktedir değiliz. Fiilin zâhirinde medhedenle zemmedenin arasını eşit tutmaya muktedir olan bir kimse, bu zamanda -eğer varsa- örnek kabul edilmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse ´kibrit-i ahmer´ (pek nadir bulunan bir madde) gibidir. Halk ondan bahseder, fakat görünmez. Durum bu iken bundan sonraki iki mertebe nasıl tasavvur edilebilir? Bu mertebelerin her birinde de dereceler vardır. Övgüdeki derecelere gelince, onlar şunlardır: Halktan bir kısım vardır ki övülmesini ve şöhretinin yayılmasını temenni eder. Dolayısıyla mümkün olan yoldan buna ulaşmaya tevessül eder. Hatta ibâdetleriyle riyâkârlık yapar. Halkın kalbini elde etmek için mahzurluları yapmaktan çekinmez. Halkın dilini, kendisi hakkında övgüyle konuşturmak için böyle yapmakta tereddüt etmez. Böyle bir kimse helâk olanlardandır. Diğer bir kimse vardır ki bunu ibâdetlerle değil mübahlarla elde etmeye çalışır. Bunu elde etmek için mahzurlu şeyler yapmaz. Bu kimse de yıkılmaya mahkûm bir derenin kıyısındadır; zira kalpleri elde eden söz ve amellerin hududlarının kontrol altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan başkasının övgüsünü kazanmak için helâl olmayan bölgelere girmesi yakın bir ihtimaldir. Öyle ise bu da helâk olanlara pek yakındır. Başka bir grup vardır ki övülmeyi istemez. Onu elde etmek için çaba harcamaz. Fakat övüldüğü zaman kalbi sevinç duyar. Eğer bu kimse bu övgüye mücahede ile karşılık verip bundan tiksinmek için bir gayret göstermezse, sevinmenin ifratı böyle kimseyi bun-dan önceki duruma düşürebilir. Eğer bu hususta nefsiyle mücâhede edip, kalbine bundan tiksinmeyi telkin ederse, medhin âfetlerini düşünmek suretiyle sevinmenin kötülüğünü kalbinde yerleştirirse bu kimse, mücâhedenin tehlikesinde bulunur. Durum bazen lehinde olur, bazen de aleyhinde olur. Diğer bir grup vardır, övülmesini işittiği zaman, onunla ne sevinir, ne de üzülür, ne de kendisine herhangi bir tesir yapar. Bu kimse ´hayır´ üzerindedir. Her ne kadar bunda ihlâstan bir kısım kalmış ise de... Başka bir kimse vardır ki duyduğu zaman övgüden nefret eder. Fakat bu nefret kendisini, övenden nefret edecek veya yaptığını inkâr edecek dereceye vardırmaz. Oysa bunun en yüksek derecesi, medhedenden nefret etmek, kızmak ve bu hususta doğru olduğu halde, kızgınlığını göstermek değildir. Çünkü böyle yapmak münafıklığın ta kendisidir. Çünkü böyle yapan, müflis olduğu halde ister ki nefsinden ihlâs ve doğruluğu izhar etmiş olsun! Bunun zıddı da böyledir. (Zemmedildiğinde içinden buğzettiği halde sevgisini izhar etmek de böyledir). Bundan ötürü, zemmedeninn hakkında haller değişik olur. Onun derecelerinin ilki, öfkeyi izhar etmektir. En sonuncusu sevgiyi izhar etmektir. Sevgi ve onun belirtilmesi, nefsi temerrüd ettiğinden, ayıpları ve yalan va´dleri çok olduğundan ve çirkin karıştırmaları pek fazla olduğundan dolayı ancak kalbinde nefsine karşı kin tutan bir kimseden sâdır olabilir. Bu kimse, düşmandan nefret ettiği gibi, nefsinden nefret eder. İnsanoğlu düşmanını zemmeden bir kimseyi sever. Bu ise düşmanı, nefsi olan bir şahıstır. Bu bakımdan nefsinin zemmedildiğini duyduğu zaman sevinir. Bundan dolayı zemmedene teşekkür eder. Zemmedenin zeki olduğuna inanır. Çünkü zemmeden, nefsinin ayıplarına muttali olmuştur. O halde bu zemmediş, nefisten intikam almak hususunda onun için bir ganimet gibi olur; zira nefis zemmedilmekle halkın gözünde en düşük bir duruma gelir. Böylece halkın fitnesiyle müptelâ olmaz, ona haseneler sevk olunduğu zaman ona sahip çıkmaz! Bu bakımdan bu durumun, gidermekten aciz olduğu ayıpları için daha hayırlı olması umulur. Eğer mürid, hayatı boyunca nefsiyle, zemmeden ile medh edenin yanında eşit olması hususunda mücâhede ederse, bu tip mücâhede müride başkasıyla ilgi kurmayacak derecede bir meşguliyet olur. Mürid ile saadet arasında birçok gedikler ve engeller vardır. Onlardan biri budur. Onların hiçbirini, uzun hayatında, amansız mücâdeleler vermeden geçemez. 25)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 26)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir |
Şöhret Sahibi Olmamanın Fazileti
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Nice saç ve sakalı karışık, toz toprak içerisinde bulunan, yırtık pırtık elbiseye bürünmüş olan ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer ALLAH´tan istese ve ´şöyle yap´ dileğinde bulunsa muhakkak ALLAH Teâlâ, onu isteğinde mahrum etmez ve dâvetine icâbet eder. Onlardan biri de Berrâ b. Mâlik´tir.7 İbn Mes´ud, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer ALLAH´tan istese, muhakkak ALLAH onun isteğini verir. Eğer ´Ey ALLAHım! Ben senden cenneti istiyo-rum!´ dese, ALLAH ona cenneti verir. Oysa ALLAH Teâlâ dünyadan ona hiçbir şey vermemiştir.8 -Sizi cennet ehline muttali kılayım mı? -Evet. -Her zayıf ve halk tarafından zayıf telâkki edilen kimsedir.Eğer o, ALLAH Teâlâ´dan isterse, muhakkak ALLAH Teâlâ ona istediğini verir. Cehennem ehli de her mütekebbir ve kibre özenen, yürüyüşünde azamet taslayan kimsedir.9 Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder: Muhakkak ki cennet ehli, saçı sakalı karışık, tozlu topraklı, yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kimselerdir. O kimseler ki, emirlerin huzuruna girmek için izin istedikleri zaman kendilerine izin verilmez. Evlenmek istediklerinde onlara kız verilmez. Söyledikleri zaman sözlerini dinlemek için kulak verilmez. Onların herhangi birinin ihtiyaçları, umursanmaz. Eğer kıyamet gününde onun nûru insanlara taksim olunsa onlara yeter.10 Benim ümmetimden öyle kimseler vardır ki, eğer herhangi birine gelip bir dinar istese kendisine vermez. Eğer bir dirhem istese yine vermez. Eğer bir fils (kuruş) istese onu da vermez. Eğer ALLAH´tan cenneti istese, kesinlikle ALLAH ona cenneti verir. Eğer ALLAH´tan dünyayı istese ALLAH Teâlâ ona dünyayı vermez. ALLAH Teâlâ dünyayı ondan, ancak dün-yanın ALLAH katında kıymetsiz olduğundan dolayı menetmiştir. Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen iyi kimse vardır ki, eğer ALLAH Teâlâ´dan istese, muhakkak ALLAH onun isteğini vermek suretiyle ona icabet eder.11 Rivayet ediliyor ki, Hz. Ömer (r.a) mescide girdi. Baktı ki Muaz b. Cebel (r.a), Hz. Peygamberin kabrinin yanında ağlamaktadır. Ömer ´Seni ağlatan nedir?´ diye sordu. Muaz Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini nakletti: Gerçekten riyanın azı şirktir. Muhakkak ALLAH ancak gizli olan muttaki kullarını sever. O muttakîler ki gizlenseler aranmazlar. Hâzır olurlarsa bilinmezler ve tanınmazlar. Kalpleri hidayet çıralarıdır. Onlar karanlık ve bulanık olan herşeyden kurtulurlar.12 Muhammed b. Süveyd13 şöyle anlatıyor: Medineliler bir sene kıtlığa yakalandılar. Medine´de kendisine iltifat edilmeyen ve Hz. Peygamber´in mescidinden ayrılmayan salih bir kişi vardı. Onlar yağmur duasını yaparken onların yanına sırtında iki yırtık elbise bulunan bir kişi geldi. İki rek´at namaz kıldı. Onlarda (rek´atlarda) kısa sûreler okudu. Sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti: ´Yarab! Ancak şu saatte yağmur yağdırmanı senden diliyorum!´ O daha elini indirip, duasını bitirmeden önce gök bulutlarla kaplandı. Medineliler boğulmak korkusundan çığlık ve figanlar koparacak derecede yağmur yağdı. Bunun üzerine şöyle dedi: ´Yarab! Eğer onlara kifayet edecek kadar yağdırdığını biliyorsan artık onlardan yağmuru kes!´ Böylece yağmur dindi. Kişi, bu duayı yapan arkadaşını takip etti. Evini öğreninceye kadar arkasından gitti. Sonra ertesi gün sabahleyin onun kapısını çaldı. O dışarı çıktı. Kapıyı çalan dedi ki: -Bir ihtiyaç için sana geldim! -Nedir o ihtiyacın? -Bana hususî bir dua et! -SübhânALLAH! Sen sensin! Oysa gelmiş sana hususi bir dua etmemi talep ediyorsun! -Gördüğüm mertebeye seni ulaştıran nedir? -Bana emir ve yasak ettiği hususlarda ALLAH´a itaat ettim. ALLAH´tan diledim, bana verdi. İbn Mes´ud şöyle demiştir: İlmin pınarları, hidayetin çıraları, evlerin süsü, gecenin lâmbaları, kalplerin yenileyicileri, elbiselerin yırtıkları olunuz! Bu takdirde gök ehli arasında tanınacak, yer ehli arasında gizleneceksiniz! Ebu Umâme, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Benim velîlerimin hayırlı ve kârlısı, yükü hafif, namazdan nasibi olan, rabbinin ibâdetini güzelce yapan, parmakla gösterilmeyen, sonra buna karşı sabreden bir kuldur.14 Hz. Peygamber eliyle yeri eşerek şöyle buyurmuştur: ´Onun ölümü hemen geldi. Bırakmış olduğu miras az, arkasından ağlayanları azdır". Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´ALLAH katında, kullarının en sevimlisi gariplerdir´. Denildi ki: ´Bu garipler kimlerdir?´ Cevaben şöyle dedi: ´Dinlerini fitneden kaçıranlardır. Kıyamet gününde bunlar Hz. İsa´nın yanında toplanırlar!´ Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Rivayet olunduğuna göre, ALLAH Teâlâ kuluna verdiği bazı nimetler hakkında şöyle buyurmuştur: ´Ben sana nimet vermedim mi? Ben senin kabahatlerini örtmedim mi? Ben senin zikrini gizlemedim mi?´ Halil b. Ahmed şöyle dua ederdi: ´Yarab! Beni katında mahlu-kâtının en yücesi, nefsimin katında en mütevazisi kıl, halkın yanında ise normal kıl!´ Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Kalbimi gördüm ki Mekke ve Medine´de (zarurî) gıda ve meşakkat sahibi bulunan gariblerle beraber olduğunda daha düzgün oluyor´. İbrahim b. Edhem şöyle der: ´Dünyada hiçbir gün, bir defası hariç gözüm kuru kalmamıştır. Bir gece Şam köylerinin bir mescidinde geceledim. Karnımda gaz olduğu için müezzin ayağımdan tutarak camiden çıkarmcaya kadar beni sürükledi´. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Eğer sen bilinmemeye muktedir isen, yap! Senin tanınmaman sana hiçbir zarar vermez. Halk tarafından övülmesen ne zararın olur? ALLAH katında övülmüş bir insan olduktan sonra halk nezdinde kötü olsan bundan ne zararın var?´ İşte bu rivayetler, şöhretin nasıl kötü olduğunu ve tanınmamanın faziletini sana bildirmektedirler. Şöhret, nâm ve nişanın yayılmasından gaye, insanların kalbinde mertebe kazanmak, taht kurmaktır. Rütbe sevgisi her fesadın kaynağıdır. Soru: Acaba peygamberlerin, hulefâ-i râşidînin, imamların şöhretinden daha fazla bir şöhret var mıdır? Acaba şöhretsizliğin fazileti nasıl bunlara isabet etmemiştir? Cevap: Kötü olan, şöhreti talep etmektir. Kulun dahli olmadan ALLAH tarafından şöhret verilmesi ise kötü değildir. Evet! Böyle bir şöhretten kuvvetliler değil, zayıflar için fitne ve korku vardır. Onlar boğulmak üzere olan zayıf bir kimse gibidir. Zayıf bir kişinin yanında boğulmak üzere olan bir grup varsa, bu kişi için en iyisi kendisini o boğulmak üzere olanlardan uzak tutmaktır; zira onlar ona yapışırlar. Onları sudan çıkaramadığı gibi kendisi de onlarla beraber helâk olur. Kuvvetli bir kimseye gelince, onun için en iyisi, boğulmak üzere olanları kurtarıp sevaba nail olmaktır. _______________ 7)Müslim 8)İbn Ebî Dünya 9)Müslim, Buhârî 10)Taberânî 11)Taberânî 12)Taberânî, Hâkim 13)Adı Muhammed b. Süveyd b. Gülsüm el-Fahrî´dir. H. 100´den sonra vefat etmiştir. 14)Tirmizî, İbn Mâce, {zayıf senedlerle) |
Rütbe Sevgisinin Kötülenmesi
İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır (Kasas/83) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, bozgunculuk yapma ile gururlanmayı bir arada zikretmiş ve bu iki kötü sıfattan arınan kimselere cennetin verileceğini beyan buyurmuştur. Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiç- bir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştu.(Hud/15-16) Bu ayet-i celîle de umumiyeti bakımından rütbe sevgisini kapsamaktadır. Çünkü o, dünya hayatının en büyük lezzeti ve en muhteşemidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifakı bitirirler.15 Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun tahribatı, fesad bakımından rütbe ve mal sevgisinin müslüman kişinin dininde yapmış olduğu tahribattan daha süratli değildirler.16 Başka bir hadîste, Hz. Aliye hitaben şöyle buyurmuştur: İnsanların helâk olması ancak heva-i nefse tâbi olma-larından ve övülmeyi sevmelerinden ileri gelir.17 ________________ 15)Daha önce geçmişti. 16)Daha önce geçmişti. 17)İlim bölümünde geçmişti; (başka bir lâfızla |
Rütbe Düşkünlüğünün Hakikati
Hikaye Mal ve rütbe, dünyanın iki rüknüdürler. Mal, kendilerinden faydalanılan şeyler demektir. Rütbe, kalpleri elde etmek, yani onların tâzim ve itaat etmesini sağlamak demektir. Nasıl ki zengin bir insan, dirhem ve dinarları elde edendir (maksatlarına para vasıtasıyla varmak için mal edinir) şehvetlerini ve nefsin diğer isteklerini yerine getirmek de böyledir. Böylece rütbe sahibi de insanların kalplerini elde eden kimsedir. Yani o kalplerde tasarruf etmeye muktedir olur. Öyle ki rütbe vasıtasıyla insanları gaye ve hedeflerinde çalıştırabilir. Nasıl ki malları çeşitli sanatlarla elde ediyorsa, halkın kalplerini de çeşitli muamelelerle elde eder. Kalpler ancak mârifet ve inançla müsahhar olurlar. Bu bakımdan kalp kimin kemâl sıfatlarından birine sahip olduğuna inanıyorsa, ona itaat eder, o inancın kalpteki kuvveti nisbetinde ve kalp sâhibinin nezdindeki o kemâl derecesinin oranında ona tâbi olur. O sıfatın Haddi zatında kemâl derecesine varması şart değildir. Aksine kişinin yanında kemâl derecesinde olması kâfidir. Bazen kişi kemâl olmayan bir sıfatı kemâl olarak telâkki eder. O sıfatla sıfatlanmış kimseye inancının gereği zarurî olarak itaat eder. Çünkü kalbin itaati bir haldir. Kalplerin halleri ise kalplerin iançlarına, ilim ve hayallerine tâbidir. Nasıl ki mal aşığı olan bir kimse, köleler edinmek isterse, rütbe aşığı bir kimse de hür kimseleri köleleştirmek ister. Kalplerini elde etmek suretiyle onların omuzlarına biner. Hatta rütbe sahibinin köle edinmek istediği kimseler, malla alınan kölelerden daha büyük bir kölelik içindedirler; zira mülk sahibi köleyi, bizzat kölenin kendisi için istemediği halde elde eder. Çünkü köle tabiatça kölelikten kaçar. Eğer onu rahat bırakırsa efendisine itaat etmekten kaçınır. Fakat rütbe sahibi, isteyerek kendisine itaat edilmesini ister. Hür insanların, kendisine isteyerek köle olmalarına sevinir. Bu bakımdan rütbe sahibinin isteği, esas köleyi isteyenin isteğinden pek fazladır. O halde, rütbenin mânâsı, insanların kalplerinde taht kurmaktır. Yani kalpleri, kemâl sıfatlarından birinin kendisinde olduğuna inandırmaktır. Bu bakımdan kendisine uyanların, varlığına inandıkları kemâl nisbetinde kalpleri ona itaat eder. Kalplerin itaati nisbetinde kalplere musallat olur! Kalplere musallat olması nisbetinde rütbe sevgisi kabarır. İşte câh´ın (mertebenin) mânâ ve hakikati budur. Mübalâğalı bir şekilde övmek gibi meyilleri vardır. Çünkü kişinin kemâline inanan bir kimse, inandığını söylemeden edemez. Bu bakımdan ister istemez kâmil bulduğu bir insanı över. Bu telâkkinin, bir de yardım etmek ve hizmete koşmak gibi meyveleri vardır; zira kişinin kâmil olduğuna inanan bir kimse, inancı nisbetinde onun itaatine nefsini âmâde etmekten çekinmez. Bu bakımdan kul, efendisinin hedeflerinde kullanıldığı gibi, o da isteyerek kâmil bildiğinin hedeflerine koşar. Bir de rütbenin îsar, mücadeleyi terketmek, büyümek, önce selâm vermek suretiyle tâzîm etmek, meclislerde baş köşeyi kendisine vermek ve bütün maksatlarda kendisini öne almak gibi meyveleri vardır. Bu bakımdan bu eserler, kişinin kalbinde, rütbenin yerleşmesinden meydana gelir. Kalpte rütbenin yerleşmesinin mânâsı, kalbin, şahısta bulunan kemâl sıfatlarına inanması demektir. Bu kemâl sıfatları ya ilimle olur veya ibâdet veya güzel ahlâk veya soy sop veya sosyal mevki veya zâhirî güzellik veya bedendeki bir kuvvet veya halk tarafından kâmil sıfat olarak inanılan sıfatlardan biri ile olur. Bu sıfatların kalplerdeki yerleri pek büyüktür. Bu bakımdan bunlar karşıdaki insanın kalbinde rütbenin yerleşmesine vesiledirler, ALLAH en doğrusunu bilir! |
Rütbe Düşkünlüğünün Tabiaten İnsana Sevimli Gelmesi ve Kalpten Ancak Zorla Sökülebilmesinin Sebebi
Rütbenin güzel olmasını gerektiren sebep, altın, gümüş ve diğer mal çeşitlerinin güzel olmasını gerektiren sebebin aynısıdır. Miktarda eşit oldukları zaman altının gümüşten daha sevimli ol-ması gibi aynı sebepten, rütbenin de maldan daha sevimli olması gerekir. Şöyle ki: Dinar ve dirhemlerin bizzat kendilerinde hiçbir maslahat ve faydanın olmadığını bilirsin. Çünkü ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. Bu bakımdan taş ile aynı derecededirler. Fakat onlar bütün sevilen şeylerin vesilesi ve şehvetlerin yerine getirilmesine vasıta olduklarından dolayı sevilirler. Rütbe de böyledir. Çünkü rütbenin mânâsı, kalpleri elde etmek demektir. Nasıl altın ve gümüş insanoğlunu diğer hedeflerine vardıracak bir kuvvet ifade ediyorlarsa, hür kimselerin kalplerini elde etmek, onları hizmetçi yapmak da insanoğlunu bütün hedeflerine vardıracak bir kuvvete mâlik kılar. Bu bakımdan sebepte ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Rütbeyi mala tercih etmek ise, rütbenin maldan daha sevimli olmasını gerektirir. Rütbe mülkünün, mal mülküne tercih edilmesi üç şeyden ileri gelir: Birincisi Rütbe ile mal elde etmek, mal ile rütbe elde etmekten daha kolaydır. O halde âlim veya rütbe sahibi eğer mal edinmek isterse daha kolay olur; zira kalp sahiplerinin malları kalpler için müsahhardır. Hakkında kemâl sıfatına inandığı kimseye verilir. Hasis kişi, kemâl sıfatıyla sıfatlanamaz, bir hazine bulduğu zaman -malını koruyacak bir rütbesi yoksa ve bu mal ile rütbe elde etmeye teşebbüs ederse- muvaffak olamaz. Bu bakımdan rütbe, mal edinmek için âlet ve vesiledir. O halde, rütbeyi elde eden malı da elde etmiştir. Malı elde eden ise, her zaman rütbeyi elde edemez. Bunun için rütbe, maldan daha sevimlidir. İkincisi Mal, felâketlere ve telef olmaya mâruzdur. Meselâ çalınır, gasbedilir, padişah ve diktatörlerin pây u mâl etmesine mâruz kalır. Malda bekçilere, koruyucuya ve depolara ihtiyaç vardır. Buna rağmen birçok tehlikelere mâruz kalabilir. Kalplere gelince, elde edildikleri zaman, bu âfetler onlar için sözkonusu değildir. Kalpler sağlam depolardır. Hırsızlar oralara giremez, yağmacı ve gaspçıların elleri oralara uzanamaz, Malları ve gayr-i menkulleri insana temin ederse de bunların gasbedilmesinden ve zulmen alınmasından insan emin olamaz! Çünkü korumaktan müstağni değildir. Kalplerin hazinelerine gelince, onlar kendiliklerinden korunmuştur. Rütbe ve mevkî kalplerde, gasbedilmekten, çalınmaktan emindir. Kalpler ancak değiştirmek, halin çirkinleşmesi ve tasdik ettiği kemâl sıfatları hakkında inancının bozulmasıyla gasbolunurlar. Bunun da defedilmesi pek kolaydır ve bu teşebbüse girişen rahatlıkla da muvaffak olamaz. Üçüncüsü Zahmet ve yorgunluk çekilmeksizin kalplerin mülk edinmesi başka kalbe sirayet eder, gelişir ve artar. Çünkü kalpler bir şahsa itâat ettikleri, onun ilim, amel veya başka bir sıfattan dolayı kemâline inandıkları zaman, şüphesiz diller kalplerdeki düşüncenin tercümanı olurlar. Onları açıkça belirtirler. Bu bakımdan başkasına da inandığını vasıflandırır ve başkasının kalbini de avlar. Bu mânâdan dolayı tabiat, şöhretinin ve isminin yayılmasını ister. Çünkü bu durumu, memleketlere dağıldığı zaman milletin kalbini avlar. O kalpleri şöhret sahibine itaat ve tâzim etmeye dâvet eder. Böylece biri diğerine bakarak tâzimde bulunur ve durmadan fazlalaşır. Oysa üzerinde durulacak belli bir fert de yoktur. Mala gelince, maldan herhangi birşeyi edinen onun sahibidir. Onu yorgunluk, zorluk çekmekle artırıp temin edebilir. Rütbe ve mevkî ise daima kendiliğinden artar. Onu durduracak bir engel de yoktur! Mal ise durgundur. Bunun için rütbe ve mevkî büyüdükçe, şöhret yayıldıkça halk övgüsünü yaptıkça buna karşılık malları hakir görür. İşte bunlar rütbenin, mala tercih edilmesinin sebeplerinin hulâsasıdır. Bunlar tafsil edildikçe tercih yönleri artar. Soru: Müşkilât hem malda, hem de rütbede vardır. Bu bakımdan insanoğlunun mal ve rütbeyi sevmesi uygun değildir! Evet! Zararın define, faydanın gelmesine yarayan miktar malûmdur. Tıpkı yemek, mesken ve elbiseye muhtaç olan veya herhangi bir felâkete yahut da hastalığa müptelâ olup, onu ancak mal ile kaldırabilen bir kimse gibi... Bu kimse, o felâketi nefsinden, ancak mal ve rütbe ile defedebilir. Bu bakımdan onun mal ve rütbeyi sevmesi malûmdur; zira insanın kendisiyle hedefine ulaştığı şey de güzeldir. Tabiatlarda bunun ötesinde garip bir durum vardır. O da mal toplama sevgisi, hazineler yığması, zehirleri toplaması, bütün ihtiyaçlardan sonra fazlasıyla hazinelerin edinilmesidir. Öyle ki eğer kulun altın dolu iki vâdisi varsa, muhakkak üçüncüsünü ister. Böylece insanoğlu rütbesinin yükselmesini, şöhretinin hayatında hiç ayak basamayacağını ve insanlarını göremeyeceğini bildiği memleketlerin en ücra köşelerine kadar yayılmasını sever ve ister ki oranın insanları onu tâzîm etsinler veya mallarını hayır ve hasenat niyetiyle ona versinler veya herhangi bir gayesinde ona yardımcı olsunlar. Böyle yapmalarından ümitsiz olmasına rağmen yine de şöhretinin buralara yayılmasından son derece zevk almaktadır. Bunun sevgisi, tabiatta vardır. Bu istek, cehalet sayılmaya yaklaşır. Çünkü bu, öyle birşeyi sevmektir ki ne dünyada, ne de ahirette faydası vardır. Cevap: Evet! Bu sevgiden kalpler ayrılamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi açıktır. Herkes onu idrâk edebilir. İkincisi gizli ve iki sebebin de en büyüğüdür. Fakat en incesi, en gizlisi ahmakların değil, zeki kimselerin bile zihinlerinden en uzağıdır. Çünkü nefiste bulunan gizli bir damardan, tabiatta örtülü bulunan bir huydan yardım alır. Öyle ki dalanlar bile o gizli damara vâkıf olmamak-tadırlar. Birinci Sebep Birinci sebep, korku elemini defetmektir. Çünkü korkak bir kimse, su-i zan hastalığına müptelâdır. İnsanoğlunun her ne kadar hal-i hazırda serveti kendisine kifayet ediyorsa da onun uzun emeli vardır. Kalbine, kendisine kifayet eden mal çoğu zaman telef olur düşüncesi gelir. Dolayısıyla başkasına muhtaç olur. Bu vesvese insanın kalbine geldi mi, kalpte korku belirir. Korkunun elemini başka bir malın varlığıyla meydana gelen emniyet siler. Eğer hâl-i hazırdaki malına bir belâ isabet ederse, öbür mala sığınır. Bu bakımdan bu kimse daima nefsi için korktuğundan ve hayatı sevdiğinden uzun hayatı ve ihtiyaçların hücumunu takdir eder, afetlerin mallara isabet etme imkânını hesaba katar ve bundan korku hisseder. Korkusunu kaldıracak birşey arar. O da malın çokluğudur ki malının bir kısmı belli bir miktarda durmaz. Dolayısıyla böyle bir korkunun dünyada olan her şeyi mülk edininceye kadar durması sözkonusu değildir ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki tür aç kimse vardır ki doymazlar: İlmin açlığını çeken, malın açlığını çeken! Bu illetin benzeri, vatanından ve memleketinden uzak olanların kalplerinde rütbe ve mevkî sevgisinde de geçerlidir. Çünkü kişi kendisini vatanından uzaklaştıracak veya öbür insanları vatanlarından uzaklaştırıp kendi vatanına getirecek herhangi bir sebebi hesaba katmaktan bir türlü kendisini kurtaramaz! Dolayısıyla okuların yardımına muhtaç olacağını hisseder. Bu duygu mümkün oldukça, kişinin onlara muhtaç olması açıkça muhal sayılmadıkça, nefis için onların kalplerinde mevkî edinmekten zevk almak sözkonusu olur. Çünkü böyle bir mevkî sayesinde yukarıda bahsedilen korkudan emin olmak vardır. İkinci Sebep Bu, en kuvvetli sebeptir ve oda şudur: Ruh, rabbânî bir emirdir. ALLAH Teâlâ, onu rabbanî bir emir olmakla vasıflandırmıştır. Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh, RABBİMin emrindendir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir´.(İsra/85) Ruh´un rabbanî oluşunun mânâsı şudur: Ruh, mükâşefe ilimlerinin sırlarındandır. Onu izhar edip belirtmekte ruhsat yoktur; zira Hz. Peygamber (s.a) onu belirtmemiştir. Fakat sen bunu bilmeden önce, biliyorsun ki kalbin yemek ve cinsî ilişki gibi behimî sıfatlara; eziyet etmek, vurmak ve öldürmek gibi yırtıcı sıfatlara, fesadlık, kandırma ve hile gibi şeytanî sıfatlara, yücelik talep et-mek, cebretmek, azîz olmak ve kibir gibi rububiyet sıfatlarına meyli vardır. Bunun hikmeti de şudur: Kalp, izah ve tefsir edilmesi uzun uzadıya süren çeşitli asıl ve unsurlardan müteşekkildir. Bu bakımdan kalp, içinde bulunan rabbânî emirden dolayı tabiî olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyet´in mânâsı, kemâlde bir olmak, istiklâl yoluyla varlıkta farklı olmaktır. O halde kemâl, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır ve bu bakımdan tabii olarak insanoğluna güzel gelir. Kemâl´e ermek ise varlıkta müstakil olmakla olur. Çünkü varlıkta ortaklık, şüphesiz eksikliktir. Bu bakımdan güneşin kemâli, tek başına olmasındadır. Eğer onunla beraber ikinci bir güneş olsaydı, bu durum güneş hakkında bir eksiklik olurdu. Çünkü güneşlik mânâsındaki kemâl de tek başına olmazdı. Varlıkta müstakil olan ALLAH Teâlâ´dır; zira onunla beraber ve ondan başka bir varlık yoktur. Çünkü O´ndan başkası O´nun kudretinin eserlerinden bir eserdir. O eserin, zatı itibariyle kıvamı (varlığı) yoktur. Aksine o, ALLAH ile kaimdir. Bu bakımdan O´nunla mevcut değildir. Çünkü beraberlik, rütbede eşitliği gerektirir. Rütbede eşitlik ise, kemâlde eksikliktir. Hatta kâmil, rütbede benzeri olmayandır. Nasıl ki güneş ışınlarının ufkun etrafında parlaması, güneşte bir eksiklik olmayıp, aksine onun kemâlinin cümlesinden ise ve güneşin noksanı; rütbede kendisine eşit olan ve varlığına ihtiyaç olmayan başka bir güneşin varlığına bağlı ise, tıpkı bunun gibi âlemde bulunan herşeyin varlığı kudret nûrlarının parlamasına dönüşür. Bu bakımdan o varlık, metbû değil de tâbidir. Oysa rubûbiyetin mânâsı, varlıkta istiklâl demektir. Bu da kemâldir. Her insan tabiatıyla kemâlde münferid olmayı sever ve bunun için de sûfi şeyhlerinden biri şöyle demiştir: ´Hiçbir insan yoktur ki onun bâtınında Firavun´un açıkça söylediği ´Ben sizin en yüce rabbinizim!´ (Nâziat/32) sözü bulunmasın! Fakat insanoğlu, bunun revaç bulacağı bir fırsatı bulamamaktadır!´18 Bu söz, denildiği gibi doğrudur. Çünkü kulluk, nefsi kahret-mektir. Rubûbiyet, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Rubûbiyet´in tabiî olarak sevilmesi ´De ki: Ruh, RABBİMin ermindendir´ (İsra/89) ayetinin işaret ettiği rabbanî nisbetten doğar. Fakat nefis, kemâlin zir-vesini idrâk etmekten aciz olduğu zaman, kemâl için olan şehveti düşmez. Bu bakımdan o, kemâli sever ve kemâli arzular. Kemâlin ötesinde bulunan başka bir mânâdan değil de zatından dolayı ondan zevk alır. Her mevcut zatını ve zatının kemâlini sever. Zatının yokluğu veya zatında kemâl sıfatlarının yokluğundan nefret eder. Varlıkta farklılık, teslim edildikten sonra, ancak kemâl, bütün mevcudatı istilâ etmektedir. Çünkü kemâlin en mükemmeli, sen-den başka bulunanın varlığının senden olmasıdır. Eğer o varlık senden değilse, eğer onları istilâ etmişsen, bu takdirde hepsini istilâ etmek tabiî olarak sevilir. Çünkü bu bir nevi kemâldir. Zatını bilen her mevcut zatını sever, zatının kemâlini sever ve ondan zevk alır. Birşeyi istilâ etmek, ancak onda tesir etmeye kâdir olmakla, istediği şekilde onu evirip çevirmekle mümkündür. Bu bakımdan insanoğlu ister ki beraberinde mevcut olan bütün eşyayı istilâ etsin. Ancak mevcud olanlar, ALLAH´ın zatı ve sıfatları gibi, haddi zatında tağyiri kabul etmeyen denizler, dağlar; denizlerin ve dağların altındaki şeyler, şeytanlar, cinler ve meleklerin nefisleri, göklerin melekûtu, yıldızlar ve felekler gibi bozulmayı kabul eden, fakat halkın kuvvet ve kudretinin istilâsına mâruz kalmayacak olan yer, yerin parçaları, yerin üzerindeki madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kulun kudretiyle bozulmayı kabul eden kısımlara bölünmektedir. İnsanoğlunun kalbi, değişiklik ve bozulmayı kabul eden kısımdandır. Çünkü kalpler, insanların ve hayvanların bedenleri gibi, tesir altında kalıp bozulmayı kabul etmeye elverişlidir. Bu bakımdan varlıklar arızî olanlar gibi insanoğlunun kendisinde tasarruf etmesi mümkün olan kısım ile ALLAH´ın zatı, melekler ve gökler gibi insanoğlunun kudretinin dahilinde olmayan kısımlara ayrıldığından insan ister ki ilim ve göklerin sırlarına vâkıf olmakla gökleri istilâ etsin! Çünkü bu da istilânın bir nevidir; zira ilimle bilinen birşey, ilmin altına giren şey gibidir. Dolayısıyla âlim de onu istilâ etmiş olur ve bu sırra binaen kişi, ALLAH Teâlâ´yı bilmeyi, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün acaipliklerini, denizlerin, dağların ve benzerlerinin bütün acaipliklerini bilmeyi ister. Çünkü bunları bilmek bir nevi istilâdır. İstilâ ise kemâlin bir nevidir. Bu ise, tıpkı acaip bir sanatı yapmaktan aciz kalanın, o sanattaki inceliğin bilgisine iştiyak duymasına benzer. Meselâ kişi, satrancı yapmaktan acizdir. Buna rağmen kişi satranç oynamayı bilmek ister.19 Onun nasıl olduğunu bilmek ister. Hendese veya hokkabazlıkta acaip bir sanatı görüp veya ağır birşeyi çekmek veyahut başka bir hususu görüp nefsinde onu yapmak hususunda aciz ve kusurlu olduğunu hisseden bir kimse, buna rağmen bunun keyfiyetini bilmeyi merak eder. Her ne kadar âciz ise de ilmin kemâliyle lezzetlenip duygulanır. İkinci kısma gelince, Ademoğlunun istilâ etmesine kudretli bulunduğu yerdeki şeylerdir. İnsan bunları istilâ edip tasarrufu altına almak ister ki kendisine müsahhar olsunlar, işaret ve ira-desine bağlı bulunsunlar. Çünkü böyle olmalarında istilânın kemâli ve Rubûbiyet sıfatlarına benzerlik vardır. Kalpler ancak sevgi ile müsahhar olurlar. Sevmek de ancak kemâl inancından doğar. Çünkü her kemâl sevimlidir; zira kemâl, ilâhî sıfatlardandır. İlâhî sıfatların hepsinin de güzel olması tabiîdir. Çünkü rabbânî mânâ, insan mânâlarının içinde vardır. Öyle bir mânâ ki ölüm onu çürütüp yok etmez! Toprak ona musallat olup onu yemez; zira o, iman ve mârifetin merkezidir. ALLAH ile mülâkata varan ve o mülâkata doğru çaba sarfeden odur. Durum bu iken rütbenin mânâsı; kalpleri müsahhar kılmaktır. Kalplerin kendisine müsahhar olduğu kimsenin kudreti ve kalpleri istilâ etme gücü vardır. Kudret ve istilâ ise kemâldir. Kemâl de rubûbiyet sıfatlarındandır. Bu bakımdan tabiî olarak kalbin isteği, ilim ve kudret ile meydana gelen kemâldir. Mal ve rütbe ise, kudretin sebeplerindendir. Ne malûmatın sonu, ne de kudretin dahilinde olanların sonu vardır. Bir mal veya makdur devam ettikçe şevk durmaz. Eksiklik ortadan kalkmaz. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki aç vardır ki doymazlar: Mala karşı aç olan ile ilme karşı aç olan´. O halde, kalplerin isteği kemâldir. Kemâl de ilim ve kudretle meydana gelir.Buradaki değişik dereceler sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan her insanın sevinci ve zevki, idrâk ettiği kemâl nisbetindedir. İşte ilim, mal ve rütbenin sevimli olmasındaki sır budur. Bu sır, ilim, mal ve rütbenin, zevklerin elde edilmesine vesile olduk-larından dolayı sevilmesinin ötesinde bir sırdır. Çünkü bu sır, zevklere ulaşamasa bile yine de kalmaktadır. Hatta insanoğlu, kendisini gayelerine ulaştırmayan ilimleri de sever. Bazen in-anoğlunun elinden birtakım gaye ve zevkleri çıkar. Fakat insan tabiatı bütün acaiplikler ve müşkilâtlarda ilmi talep etmeyi gerektirir. Çünkü ilimde malûmu (bilineni) istilâ etme mânası vardır. Bu ise rubûbiyet sıfatından olan kemâlin bir nevidir. Bu bakımdan tabiî olarak sevilir. Ancak ilim ve kudret kemâlinin sevgisinde birtakım yanlışlıklayüz fen) mânâsına gelen bir kelimeden Arap diline nakledilmiştir. Vâzı Hindli bir hakimdir. Hindli bir padişah için yapmıştır. Şâfiî´ye göre ibadetleri geçirmemek şartıyla satranç oynamak mübahtır.r vardır. ALLAH´ın izniyle onları belirtmek gerekir. ___________ 18) Bu sözle, İbn Lâl´in Mekârim ´u1-Ahlâk ´ta Câbir´den rivayet ettiği mânâ uzlaşır. ´Ceberrût kalptedir´ ve ´Zulüm nefiste saklıdır. Acizlik onu gizler. Kudret de onu açığa çıkarır!´ meşhur sözleri bu söz ile telif olunur. (İthaf us-Saade, VIII/243) 19) Satranç Farsça´daki ´Sedrenk´ ( |
Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât
Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, ALLAH´ındır. Bu da üç şekilde olur: Birincisi Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira ALLAH Teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça ALLAH´a (mertebece) daha fazla yakın olur. İkincisi Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar ALLAH Teâlâ´ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun ALLAH´a (mânen) en yakın olduğu zamandır. Üçüncüsü İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü ALLAH´ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla ALLAH´a yakın olur. Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar! Birinci Kısım Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd´in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd´in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir. Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez. İkinci Kısım İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar ALLAH´ın marifetine dahildirler. ALLAH´a vacib, ALLAH´ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan ALLAH, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse ALLAH´a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: ´Ey RABBİMiz! Bizim nûrumuzu tamamla!´ Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi... Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde ALLAH mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak ALLAH´ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- ALLAH mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur´an tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur´an´daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi ALLAH marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder. (ALLAH´tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9) Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yol-larımıza iletiriz.(Ankebût/69) Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, ALLAH´ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak ALLAH´ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi ALLAH Teâlâ´nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, ALLAH´ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi ALLAH´ın mârifetini tamamlayıcı olur. İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik. Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak ALLAH´ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, ALLAH´ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini ALLAH´a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu ALLAH´ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. ALLAH´a ve ALLAH´ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, ALLAH Teâlâ´nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir. (Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir. ALLAH Teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, ALLAH´a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi ALLAH katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve ALLAH´a yaklaşmasına vesile olurlar. Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar". Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, ALLAH´ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46) Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise ça-buk yok olacak kemâldir. Bu, ALLAH Teâlâ´nın, misâl getirdiği gibidir. Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettik-leri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24) Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45) Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebu Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir: Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa, Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir. Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır. Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle! |
Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları
Rütbe´nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür. Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir. Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevk-înin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen insanoğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte insanoğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir. Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birinci-sine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifele-rine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir. Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür. Soru: ´Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?´ Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur. Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hz. Ali´nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur. Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hz. Yusufun, rabbi ta-rafından haber verilen sözünde olduğu gibi: Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55) Görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz´in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yusuf dediğinde de doğru idi. İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin ´ben muttakîyim´ demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama ALLAH´tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır. Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür! |
İnsan Nefsinin Övülmekten Hoşlanmasının, Yerilmekten Hoşlanmamasının Sebepleri
Övülmenin sevilmesi ve kalbin ondan zevk alması için dört sebep vardır: Birinci Sebep Sebeplerin en kuvvetlisi olan birinci sebep, nefsin kemâlini sezmesidir. Biz, kemâlin sevimli ve her sevimlinin idrâk edilmesinin de lezzetli olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan nefis, ne zaman kemâlini sezerse, rahata kavuşur, gelişir ve lezzetlenir. Medh ise, medhi yapılanın nefsine, kâmil olduğunu sezdirir; zira medhedenin söylediği vasıf, ya açıkça görünen veya şüpheli olan bir vasıftır. Eğer o vasıf görünen ve açık bir vasıf ise, bununla lezzetlenmek daha azdır. Fakat lezzetten de uzak değildir. Onu uzun boylulukla veya beyaz tenlilikle övmesi gibi... Her ne kadar bu bir nevi kemâl ise de nefis bundan gafil olup lezzetinden boş olur. Sen ona sezdirdiğin zaman, sezişin oluşması, lezzetin oluşmasını sağlar. Eğer o vasıf, şüphe götürür bir vasıf ise, bu takdirde lezzet daha bü-yük olur. İlim veya takva kemâliyle veya mutlak güzellikle övülmesi gibi... İnsanoğlu, güzelliğinin kemâlinden çoğu zaman kuşku duyar. İlminin ve takvasının kemâlinden tereddüt eder. Bu şüphenin giderilmesine müştak olur. Bu işlerde emsalsiz olduğunu anlamış olur. Böylece kalbi de bu hususta mutmain olur. Ne zaman başkası onu anarsa, bu ona itminan ve o kemâli sezişinden dolayı bir güven verir. Lezzeti büyüdükçe büyür. Lezzetin bundan dolayı büyümesi, bu sıfatları bilen ve gören bir kimseden sâdır olduğu takdirde ancak sözkonusu olur, Bu kimse sözünden ancak tahkikten dolayı inhiraf edip cayar. Bu, tıpkı talebenin zekî, çok faziletli ve kavrayışlı sayılarak üstadının övgüsüne mazhar olmasından sevinmesi gibidir; zira bu, lezzetin son zirvesine varmaktır. Eğer bu övgü sözüne itibar edilmeyen veya o vasfı bilmeyen bir kimseden gelirse, lezzeti azalır. Bu illetten dolayı kötülemeden nefret edilir. Çünkü kötüleme, nefsinin eksik olduğunu kendisine sezdirir. Eksiklik ise, sevilen kemâlin zıddıdır. Bu bakımdan bundan nefret edilir. Bunu sezmek de elem vericidir ve bu sırra binaen kötüleme, güvenilir basîret sahibi bir kimsenin ağzından çıktığı zaman, elemi daha da büyür. Nitekim biz bu hususu Medh bölümünde zikretmiştik. İkinci Sebep Medh delâlet eder ki, medhedenin kalbi, mehdedilenin mülküdür. Onu irade eder. Onda iyiliğin bulunduğuna inanır. İsteğine müsahhar ve râm olur. Kalplerin elde edilmesi sevilir ve istenir. Böyle olduğunu sezmek lezzettir. Bu illetten dolayı -idareciler ve büyükler gibi- kudreti geniş, kalbini elde etmekten fayda gelecek bir kimseden övgü sâdır olduğu zaman lezzet oldukça büyür. Medhedici itibarsız olduğu veya birşeye gücü yetmeyen kimselerden ise, lezzet azalır; zira böyle bir kimsenin kalbini elde edip güç yetirmek, kıymetsiz birşeye güç yetirmektir. Bu bakımdan onun medhi ancak az bir gücün varlığına delâlet eder. Zemmin çirkin görülmesi, ferdin ondan elem duyması da bu sebeptendir. Kötüleyen, büyüklerden ise felâketi daha da büyük olur. Çünkü bununla elden kaçan fırsat daha büyüktür. Üçüncü Sebep Senâcının senâsı, medhedenin medhi, her dinleyenin kalbini avlamaya sebeptir. Hele medheden, sözü geçerli ve övmesine güve-nilir bir kimse ise... Bu durum, cemaat arasında vâki olan medhle ilgilidir. Bu bakımdan cemaat ne kadar fazla ise ve senâ edenin sözüne ne kadar fazla iltifat edilirse, övgü de o kadar lezzetli olur. Bu tür kötüleme de nefse o denli ağır gelir. Dördüncü Sebep Medh, medhi yapılanın haşmetine, medhedenin diliyle isteyerek veya istemeyerek onu övmeye mecbur olduğuna delâlet eder. Haşmet de içindeki kahır ve kudretten lezzetlidir. Bu lezzet, medheden için de söylediklerine inanmasa bile lezzetlidir. Fakat bunu belirtmeye mecbur olması, kendisi için bir nevi kahr ve istilâ demektir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin zevki, medhedenin medhten kaçmabilmesi ve güçlü olması nisbetindedir. O halde, tevazudan ötürü övmekten kaçınan kuvvetli bir kimsenin medhinin lezzeti daha fazladır. Bu dört sebebin tümü bazen bir medhedicinin medhinde toplanır. Dolayısıyla onunla lezzetlenme oldukça büyür. Bazen de ayrılma olur. Sadece bazıları bulunur, bu takdirde zevk azalır. Kemâli sezdirmek olan birinci illete gelince, bu illet medhi yapılanın medhedenin sözünde doğru olmadığını bilmesiyle orta-dan kalkar. Nitekim soylu veya cömert veya herhangi bir ilmi bilir veya şer´î yasaklardan sakınır diye övüldüğü ve nefsinin bunların tam zıddıyla muttasıf olduğunu bildiği gibi... Böylece sebebi kemâlin sezdirmesi olan lezzet ortadan kalkar. Dilini ve kalbini istilâ lezzeti ile lezzetlerin diğer kısımları kalır. Eğer medhedenin söylediğine inanmadığını ve bu sıfatın kendisinde olmadığını an-lamışsa, kalbin üzerine istilâsı demek olan ikinci lezzet de ortadan kalkar. Övgüsüyle konuşmaya insanı mecbur ettiği büyüklük ve istilâ lezzeti ortada kalır! Eğer bu övmek korkudan değil, eğlence ve alay yoluyla geliyorsa, bütün zevkler iptal olunurlar ve burada hiç-bir zevk kalmaz. Çünkü üç sebep de ortadan kalkmıştır. İşte övgüden zevk alan, kötülemeden eziyet duyan, nefsin illet perdesini aralayan bu beyan ettiklerimizdir. Biz bunu, mevkî ve övgü sevgisinin ve yergi korkusunun tedavi yolu bilinsin diye zikretmiştik; zira sebebi bilinmeyen birşeyin tedavisi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hastalık sebeplerini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Lûtuf ve keremiyle muvaffak kılan ALLAH´tır. ALLAH Teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın! |
Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi
Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur: Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir. Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir. İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz ´Eğer böyle bir durum insanoğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve insanoğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir´ demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi,hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan Basrî´nin, Ömer b. Abdülâziz´e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: ´Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!´ Dikkat et! Hasan Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir? Hâli yine Ömer b. Abdülâziz´in hali gibi olmalıdır ki cevabında ´Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır´ diye yazmıştır. İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz! Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17) Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyâme/20-21) Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i´râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır. Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı! O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve imanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur.Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık´ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür. Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivayete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren ALLAH´a hamdolsun!´ Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve ´Bu adam hırsızdır!´ desinler de kendisini terketsinler. Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek sure-tiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sar-feder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür. Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz. İnsanoğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: ´Mü´min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz´. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. ALLAH Teâlâ onların hepsinden razı olsun! __________________ 20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf´us-Saade, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete(!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur. Bu konuda daha fazla bilgi almak için bizim tercümemiz olan Basîret´us-Sâlikîn adlı esere bakılabilir. |
Riya´nın Zemmi
Riya haramdır. Riyakâr, ALLAH katında sevilmeyen kişidir. Bu hususa âyetler, hadîsler ve eserler şehadet etmektedir. Ayetler Şu ibadet edenlerin vay haline ki onlar salâtlarndan gaflet ederler.(Maun/4-6) Tuzak kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzağı bozulacaktır. (Fatır/10) Mücahid ´Bunlar riyakârlardır´ demiştir. ´Biz size sırf ALLAH rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz´ derler.(İnsan/9) ALLAH Teâlâ, ALLAH´ın vechinden (zatından) başka her iradeyi kendilerinden nefyetmek suretiyle muhlisleri överek şöyle buyurmuştur: Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, salih bir amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.(Kehf/110) Hadîsler Bir kişi ´Ey ALLAH´ın Resûlü! Kurtuluş nerededir?´ diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kulun, ALLAH´a ibâdet edip onunla halkın (iltifatını) istememesindedir. İhlas bölümünde bahsettiğimiz gibi, Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği ve ALLAH yolunda öldürülen, malını sadaka veren ve ALLAH´ın Kitabı´nı okuyan üç kimsenin hakkında vârid olan hadîste Hz. Peygamber şöyle demiştir: ALLAH onların her birine ´Yalan söyledin. Sen beni değil, aksine filân adam cömerttir denilsin diye bunu yaptın! Yalan söyledin! Falan kahramandır denilsin istedin. Yalan söyledin. Maksadın filân Kur´an okur dedirtmekti. Böylece Hz. Peygamber (s.a) onların sevap kazanmadıklarını ve riyakârlıklarının amellerini yakan yegâne sebep olduğunu haber vermiştir.27 İbn Ömer, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kim (amelini) gösterir, riyakârlık yaparsa ALLAH da onun rezaletini kıyamette gösterir. Amelini ikram edilsin diye duyuranın, ALLAH da kabâhatini ifşâ eder.28 ALLAH Teâlâ meleklerine ´Bu adam ameliyle beni kasdetmedi. Bu bakımdan onu Siccîn´e koyun!´ buyurur.29 Sizin için en fazla korktuğum şey gizli şirktir. Ashab ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Gizli şirk nedir?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: Riyadır. Çünkü ALLAH (c.c) kıyamet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara ´Dünyada kendile-rine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın acaba onların yanında bir mükâfat görebilir misiniz?´ diyecek!30 Hz. Peygamber şöyle buyurur: -Hüzün kuyusunun şerrinden ALLAH´a sığınınız! -Ya Rasûlullah! Bu ´hüzün kuyusu´ nedir? -Cehennemde riyakâr hafızlar için hazırlanmış bir deredir.31 Bir kudsî hadîste şöyle denir: Kim ibadetinde başkasını bana ortak yaparsa, o ibâdetin tamamı onundur. Ben o amelden uzağım. Ben şirk husu-sunda müstağnilerin en müstağnisiyim.32 Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Biriniz oruç tuttuğunda başını ve sakalını yağlayıp dudaklarını temizlesin ki halk onun oruçlu olduğunu bilmesin! Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlesin. Namaz kıldığında kapısının perdesini örtsün. Çünkü ALLAH rızkı taksim buyurduğu gibi güzel nâm ve nişanı da taksim buyurmuştur´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İçinde zerre kadar riya bulunan bir ameli ALLAH Teâlâ kabul etmez.33 Hz. Ömer (r.a) Muaz b. Cebel´in ağladığını görünce ´Seni ağlatan nedir?? diye sordu. Muaz ´Bu kabrin sahibinden (Hz. Peygamber´den) dinlediğim şu hadîs beni ağlattı: Muhakkak ki riyanın en azı dahi şirktir´.34 Sizin için en fazla korktuğum şey riya ile gizli şirktir.35 Gizli şehvet de riyanın yanlışlıkları ile inceliklerine dönüşür. Arşın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, ancak sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen bir kişi durur.36 Gizli yapılan amel, açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstündür.37 Riyakâra, kıyamette ´Ey fâcir! Ey hileci! Ey riyakâr! Senin amelin boşa gitti. Ecrin yanıp kül oldu. Git, kime amel ediyor idiysen ondan ecrini ve mükâfatını al´ denir.38 Şeddad b. Evs39 şöyle anlatıyor: Hz. Peygamberi ağlarken gördüm. ´Seni ağlatan nedir, ya RasûlALLAH?´ dedim, Şöyle buyurdu: ´Ümmetim için şirkten korktum. Onlar ne puta, ne güneşe, ne aya, ne taşa tapmazlar. Fakat amelleriyle riya (gösteriş) yaparlar!´40 ALLAH (c.c.) yeri yarattığında yer, üstündeki mahlûklarla beraber sallandı. Bunun için dağları yarattı. Onları yer için kazık yaptı. Melekler ´RABBİMiz dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yaratmadı´ deyince bu sefer demiri yarattı. Demire dağları parçalattı. Sonra ateşi yarattı. Ateş demiri eritti. Sonra ALLAH Teâlâ ateşi söndürme emrini suya verdi. Rüzgâra emretti. Suyu bulandırdı. Bunun üzerine melekler ihtilâfa düşerek ´Ey RABBİMiz! Mahlûkatın hangisini daha kuvvetli yarattın?´ diye sordular. ALLAH Teâlâ ´Ademoğlu bir sadaka verip sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizlediği zaman, onun kalbinden daha şiddetli bir mahlûk yaratmadım. Evet! Bu yarattığımın en kuvvetlisidir´ dedi.41 Abdullah b. Mübarek senedli olarak şöyle rivayet ediyor. Bir kişi, Muaz b. Cebel´e ´Hz. Peygamber´den dinlediğin bir hadîs-i şerîfî bize nakleder misin?´ dedi. Bunun üzerine Muaz (r.a) hüngür hüngür ağladı. Hatta susmayacağını sandım. Sonra sustu, de-vam ederek dedi: Hz. Peygamber bana ´Ey Muaz!´ dedi. ´Buyur! Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah!´ dedim. O zaman şöyle buyurdu: Söyleyeceğimi ezberlersen sana fayda verir. Eğer unutursan kıyamette ALLAH katında delilin olmaz. Ey Muaz! ALLAH Teâlâ, yer ve gökleri yaratmadan önce yedi melek yarattı. Sonra gökleri yarattı. Yedi göğün herbiri için bir melek vazifelendirdi. O meleği orada kapıcı yaptı. O gökleri, büyüklük yönünden oldukça yüceltti. Hafaza melekleri, sabahtan akşama kadar ibâdet ve taatta bulunan kulun amellerini göklere yükseltirler. Dünyamıza en yakın göğe varıncaya kadar, o amelin, güneşin ışığı gibi bir ışığı olur. Oraya varıncaya kadar hafaza melekleri temizler ve çoğaltır. Gök kapıcısı melek, hafaza meleğine ´Bu ameli götürüp sahibi-nin yüzüne vurun! Ben gıybetleri tesbit eden meleğim. Halkın gıybetini yapanın amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına asla müsamaha etmem! RABBİM bana böyle emir buyurmuştur´ der. Sonra hafaza meleği, kulun salih olan bir amelini getirir. (O meleğin yanından geçirir). O ameli ikinci göğe ulaştırıncaya kadar temizler ve çoğaltır. İkinci göğün bekçisi ´Durun! Bu ameli, sahibinin yüzüne vurun! O bu amelle dünya malını kasdetti. RABBİM bana onun amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına müsaade etmememi emretti. Çünkü o, meclislerde insanlara karşı böbürlenirdi´ der. Hafaza melekleri, kulun nûrunu saçan, oruç ve sadakadan mürekkeb olan amellerini yükseltip götürürler. Hem de kendilerini hayrette bıraktığı halde üçüncü göğe kadar götürürler. Burada üçüncü göğün bekçisi olan melek ´Durun ve bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Ben kibir ve gurura bakan meleğim! "RABBİM bana şu emri vermiştir: Onun amelinin senden geçip başkasına varmasına fırsat verme! Çünkü o, meclislerde, halka karşı kibir ve azamet taslardı" buyurmuştur´. Hafaza melekleri, kulun, parlak yıldız gibi parlayan ve ses veren tesbih, namaz, hac ve umreden oluşan amelini dördüncü göğe kadar götürürler. Orada bekçi bulunan melek ´Durun! Bu ameli, sahibinin sırtına ve karnına vurun! Ben ucub´u kaydeden meleğim. RABBİM, bu kişinin amelinin benden geçip başkasına varmasına engel olmamı emretti! Zira o, ibâdet yaptığında, ameline ucub ve kibir sokardı!´ der. Hafaza melekleri, kulun amelini dâmada takdim edilen ge-lin gibi süsleyerek beşinci göğe götürürler. O semanın meleği ´Durun! Bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Onun omuzuna yükleyin. Ben hasedi kaydeden meleğim. Bu kimse insanları kıskanırdı. Kim onun yaptığını yaparsa, kim fazla ibâdete sarılırsa, onları kıskanır, aleyhlerinde bulunurdu. Bu bakımdan RABBİM bana, onun amelinin beni geçip başkasına gitmesine engel olmamı emretti!´ der. Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, hac, umre ve oruç(tan ibaret olan) amelini altıncı göğe götürürler. Oranın bekçisi olan melek ´Onu durdurun, bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Çünkü o, ALLAH´ın kullarından hiçbir kimseye merhamet etmezdi. Belâya uğrayan, zarar gören kimselerin haline acımazdı. Hatta belaya uğramalarına sevinirdi! Ben ise rahmet meleğiyim. Amelinin yanımdan geçmemesini RABBİM bana emretti!´ der. Hafaza melekleri, kulun namaz, oruç, sadaka, zekât, faydalı çalışma ve takvasını gök gürültüsü gibi bir gürültü ve güneşin ışığı gibi bir ışığı olduğu halde, beraberinde üç bin melekle yedinci semaya götürürler. Oranın bekçisi olan melek, onlara ´Durdurun ve bu ameli sahibinin yüzüne çarpın. Onun âzalarına vurun. Onlarla kalbini kitleyin. Çünkü o, o ameliyle fâkihlerin yanında büyüklük, âlimlerin yanında şöhret ve ülkelere nâm salmak isterdi. Bu bakımdan RABBİM onun amelinin benden geçmemesini emretti´der. "ALLAH için olmayan amel riyadır. ALLAH (c.c), riyakârların amelini kabul etmez" der´. Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, oruç, hac, umre, güzel ahlâk, sükût ve ALLAH´ın zikrinden oluşan amelini gök melekleriyle beraber bütün perdeleri geçip ALLAH´ın huzurunda durdururlar. Hâlisen ALLAH için yapılan salih ameli hususunda şahidlik ederler. ALLAH Teâlâ onlara ´Siz kulumun amelinin koruyucususunuz. Ben ise, onun nefsini murakabe edenim. O, bu ibâdetleriyle beni değil başkasını kasdetti. Bu bakımdan ona lânet olsun´ der. Buna karşılık bütün melekler, bir ağızdan, ´Bizim de lânetimiz onun üzerine olsun!´ derler. Yedi kat gök ile yedi kat yer ve içindekiler, hep beraber ona lânet ederler. Muaz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen ALLAH´ın Rasûlü, ben ise Muaz´ım!´ dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki: ´Senin amelinde, her ne kadar eksiklik varsa da bana uy! Ey Muaz! Hamele-i Kur´an´dan olan arkadaşlarının aleyhinde bulunma! Günahlarını onlara değil, kendine yüklet! Onları zemmedip, yermekle nefsini temize çıkarma! Nefsini onlardan yüce görme! Dünya amelini ahiret ameline karıştırma! Meclisinde, halk senin kötü ahlâkından hazer etsin diye gururlanma! Yanında bir kimse varsa, başkasıyla gizlice fiskos yapma. Halka karşı büyüklük taslama ki senden dünya hayrı kesilmesin. Halkın hayâ perdesini yırtma ki kıyamet gününde ateş köpekleri seni yırtmasınlar! ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Hemen çekip alanlara...( Nâziât/2) "Ey Muaz! Bunların kim olduğunu bilir misin?" Ben ´Onlar kimlerdir, annem babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah?´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey Muaz! ALLAH kime kolaylaştırırsa onun için kolaydır. Râvî der ki: ´Bu hadîstekilerin korkusundan Muaz´dan daha fazla Kur´an okuyan görmedim´. Ashab´ın ve Alimlerin Sözleri Hz. Ömer, boynunu büken bir kişiyi gördü ve şöyle dedi: ´Ey kişi! Boynunu düzelt! Korku, boyunda değil, kalplerdedir!´ Ebu Umame el-Bahilî, camide, secde halinde ağlayan bir zat gördü ve şöyle dedi: ´Eğer bu durum evinde olsaydı sen sen olurdun!´ Hz. Ali şöyle demiştir: ´Riyakârın üç alâmeti vardır. 1. Yalnız olduğunda tembelleşir, 2. Halk arasında olduğunda pek faal olur, 3. Övüldüğünde fazla ibâdet eder. Kötülendiği zaman ibâdeti azaltır!´ Bir zat, Ubâde b. Sâmit´e ´Ben ALLAH yolunda, hem ALLAH´ın rızasını irade ederek, hem de halkın övgüsünü kasdederek, kılıcımla muharebe ederim´ dedi. Ubade ´Senin için hiçbir sevap yoktur!´ dedi. Kişi bunu üç defa tekrarladı. Her defasında, Ubade ´Sana bir sevap yoktur´ dedi. Sonra üçüncüde "ALLAH ´Ben şirk hu-susunda müstağnilerin en müstağnisiyim´ buyurmuştur" dedi. Biri Said b. Müseyyeb´e ´Bazılarımız iyilik yapar, övülmeyi ister!´ dedi. Said ´Senden nefret edilmesini ister misin?´ dedi. Kişi ´hayır!´ dedi. Said ´O halde ALLAH için bir ibâdet yaptığın zaman onu riyadan arındırmaya çalış!´ dedi. Dahhak şöyle demiştir: "Sakın hiç biriniz, ´Bu ALLAH´ın, bu da senin içindir´ ´Bu ALLAH için bu da sılayı rahim içindir´ demesin! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın şeriki yoktur". Hz. Ömer, kamçı ile bir kişiyi dövdü. Sonra ona ´Benden kısas al!´ dedi. Adam ´Hayır! Senden kısas almam! Onu ALLAH ve senin için bırakıyorum ve kısas almaktan vazgeçiyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer kendisine ´Sen bana birşey yapmadın. Ya beni bağışla, ben de senin iyiliğini bilip takdir edeyim veya sadece ALLAH için bırak´ dedi. Kişi ´O halde, sadece ALLAH için bırakıp terkettim´ dedi. Hz. Ömer "O zaman ne güzel!´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Bir kavimle (ashabı kastediyor) arkadaşlık yaptım. Onlardan birine hikmet arzolunurdu. Eğer o hikmetle konuşsaydı muhakkak hem kendisine, hem de ar-kadaşlarına fayda verirdi. Fakat şöhret korkusu onu konuşmaktan menederdi. Onlardan biri geçerken yolda eziyet verici birşey gördüğünde şöhret korkusundan onu yoldan süpürmezdi´. Riyakâr, kıyamet´te dört isimle çağrılır: 1. Ey riyakâr! 2. Ey hilebaz! 3. Ey zarar eden! 4. Ey facir (yalancı)! Git! Kime çalıştınsa ecrini ondan al! Bizim katımızda sana ecir yoktur´ denir.42 Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Öncekiler, yaptıkları ile, şimdikiler ise yapmadıklarıyla riyakârlıkta bulunuyorlar´. İkrime şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, kuluna, amelinden ötürü vermediğini niyetinden ötürü verir. Çünkü niyette riyâ yoktur´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Riyakâr, ALLAH´ın kaderini mağlup etmek ister. Kötü bir kimse olduğu halde, halkın, kendisi için ´iyi bir kimsedir´ demesini ister. Acaba halk nasıl böyle diyecektir? Oysa rabbinin katında düşüklerin içine girmiş bulunuyor. Bu bakımdan mü´minlerin onu tanımaları gerekir´. Katade şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında ALLAH Teâlâ, meleklerine ´Bakın! Kulum benimle istihza ediyor!´ der". Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Kurralar (Kur´an okuyucu-ları/hafızlar) üç sınıftır: Fudayl b. Iyaz ´Bir riyakâra bakmak isteyen varsa, bana baksın!´ demiştir. Muhammed b. Mübarek es-Sûrî43 şöyle dedi: İbâdet kisveni gece takın! Çünkü o, senin gündüz takındığın kisvenden daha şereflidir; zira gündüzün kisvesi mahlûklar için, gecenin kisvesi ise ALLAH Teâlâ içindir´. Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Ameli korumak, amel yapmaktan daha zordur´. İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Kişi Horasan´da olduğu halde Kâbe´yi ziyaret eder!´ Denildi ki: ´Bu nasıl olur?´ Cevap olarak dedi ki: ´Mekke-i Mükerreme´de mücavir olduğunun bilinmesini ister´. ___________________ 27)Müslim 28)Buhârî, Müslim 29)İbn Mübârek 30)İmam Ahmed, Beyhakî 31)Tirmizî 32)İmam Mâlik 33)Irâkî bu şekilde vârid olmadığını söylemektedir. 34)Taberânî 35)Daha önce geçmişti. 36)Müslim, Buhârî 37)Beyhâkî 38)İbn Ebî Dünya İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: ´Şöhret meraklısı hiçbir zaman ALLAH´ı doğrulamaz!´ 39) Adı Şeddad b. Evs b. Sabit b. Münzir el-Hazrecî´dir. Hz. Peygamber´in şâiri Hassan b.. Sabit´in yeğenidir. Künyesi Ebu Yâ´lâ olan bu zat, ashab-dandır. Şam´da vefat etmiştir. 40)İbn Mâce 41)Tirmizî 42)İbn Ebî Dünya, (zayıf bir senedle) |
Karınca´nın Ayak Sesinden Daha Gizli Olan Riya
Riya´nın gizli ve açık olmak üzere, iki kısım olduğunu bil! Açık riya, insanı ibâdete,-sevab ve ecir kastı olmaksızın- teşvik eden riyadır. Bu kısım, riyanın en açığıdır. Bundan az daha gizli olan riya, tek başına insanı ibâdete sevk etmez. Ancak kendisiyle ALLAH´ın rızasının irade edildiği ibadet, bu tür riya yüzünden kolaylaşır. Her gece teheccüd namazını kılmayı âdet edinen ve bu namazın kendisine ağır geldiği kimse gibi... Bu kimseye misafir geldiğinde teheccüd namazına can atarcasına kalkar ve kalkması kendine hafif gelir. Bilir ki eğer sevabı ümit etmesi olmasaydı, sadece misafirlerin görmesi için kalkıp namaz kılmazdı. Amele tesir etmeyen, hatta kolaylaştırmak hususunda da bir tesiri olmayan riya çeşidi, bundan daha gizlidir. Fakat bu tür riya, bütün bunlarla beraber kalpte gizli bulunur. İbâdete teşvik etmediği ancak alâmetlerle bilinir. Riyanın en açık alâmeti, halkın ibâdetine muttali olmasına sevinmesidir. Bu bakımdan çok kul vardır ki halis ibâdet yapar, riyaya inanmaz, ondan nefret eder. Böylece de amelini tamamlar. Fakat halk, amellerine muttali olduğu zaman memnun olur, rahat eder. Bu durum, onun kalbinden ibâdetin yorgunluğunu giderir. Bu sevgi, gizli riyanın varlığını bildirir. Sevgi ondan sızar. Eğer kalbin halka iltifatı olmasaydı, onların ibâdetine muttali olmaları onu sevindirmezdi. Ateşin taşta saklı olması gibi, riya da kalpte saklıdır. Bundandır ki halkın muttali olması, onda ferah ve sevinmeyi meydana çıkarır. Sonra halkın iltifatı ile sevinme zevkini hissettiğinde, bu durumdan hoşlanmadığını göstermezse bu sevgi riyanın gizli damarının gıdası olur! Öyle ki o damarı, kendi nefsinin aleyhinde gizlice harekete geçer ve târiz yoluyla ibâdetine muttali kılıcı bir sebebin ortaya çıkıp kendisini zorlamasını ister, her ne kadar açıkça konuşmaya kendisini dâvet etmese de arzetmek yönünden konuşmak ister. Bazen de ne târiz, ne de açık konuşmaya çağırmayacak kadar gizli olup ancak takvaya delâlet eden vasıtalarla bilinir: Zayıflığın, sararmanın belirtilmesi, sesin alçalması, dudakların paslanması, tükrüğün kuruması, gözyaşlarının eserleri ve uzunca gece namazı kıldığında uyuklamanın galebe çalması gibi... Bu tür riyadan daha gizli bir çeşidi daha vardır. Bu o kadar gizlidir ki kişi kimsenin ameline muttali olmasını istemez. İbâdetinin bilinmesiyle sevinmez. Fakat bununla beraber halkı gördüğünde kendisine selâm vermelerini umar. Onu güler yüzle karşılayıp hürmet ve tâzimde bulunsunlar, kendisini övsünler, ihtiyaçlarına koşsunlar, alışverişte müsamaha göstersinler, mecliste yer versinler ister. Eğer bu hususlarda kusur eden biri çıkarsa, kalbine ağır gelir. O adamın kalbinden uzaklaştığını hisseder! Sanki sakladığı ve kimseyi muttali kılmadığı ibâdetiyle beraber halkın hürmet etmesini ister. Çünkü eğer daha önce bu ibâdeti yapmamış olsaydı, halkın kendisine hürmet etmelerini istemez, hakkında kusur edenleri uzak saymazdı. Umumî Bir Kaide Halk ile ilgili hususlarda ibâdetin varlığı, yokluğu gibi olmadıkça, âbid, ALLAH´ın ilmi ve bilgisiyle iktifa etmemiştir. Karıncanın izinden daha gizli olan riya kokusundan uzak değildir. Bütün bu riya çeşitleri ecri yakıp kül etmeye yaklaşır. Bundan ancak sıddîklar kurtulur. Hz. Ali´den gelen rivayette şöyle denilmiştir: ´Kıyamette ALLAH Teâlâ, âlimlere ´Sizin için mallar ucuza verilmez miydi? Size selâm verilmez miydi? Sizin ihtiyaçlarınız halk tarafından görülmez miydi?´ der. Sizin (bugün) ecriniz yoktur. Çünkü siz ecirlerinizi tastamam aldınız!47 Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet eder: Seyyahlardan bir kişi, arkadaşlarına ´Biz ancak tuğyandan (günahtan) korktuğumuz için mal ve evlatlardan ayrıldık. Oysa bu işimizde mal ve çoluk çocuk sahiplerinin başına gelen tehlikeden daha fazlasının bizim başımıza gelmesinden korkarız. Şöyle ki, birimiz başkasıyla karşılaştığında dindarlığından dolayı hürmet görmek ister. Bir ihtiyacını arzettiğinde dindarlığından ötürü görülmesini ister. Birşey satın aldığında dindarlığından ötürü ucuz vermelerini ister´ dedi. Bu haberleri, padişahın kulağına gittiğinde halktan bir cemaatle onları karşılamaya geldi. Öyleki dağ-ova insanlarla doldu. Seyyah ´Bu nedir?´ dedi. Denildi ki: ´Bu padişahtır. Seni karşılamaya geldi´. Bunun üzerine seyyah, hizmetçisine ´Bana bir yemek getir´ dedi. Hizmetçi kendisine tere otu, zeytinyağı ile ´kelûbuşşecer´ denilen ağaç özünden yapılan bir yemek getirdi. Başladı ağzının iki tarafını doldura doldura ve aceleyle hırslı hırslı yemeye... Padişah ´Sizin arkadaşınız nerede?´ diye sorunca ´İşte budur!´ dediler. Padişah ´Nasılsın?´ dedi. Seyyah ´Halk gibiyim!´ (Başka bir rivayette: ´Hayır ve âfiyetteyim!´) dedi. Padişah ´Senin yanında hayır yoktur!´ deyip onun yanından ayrıldı. Padişahın ayrıldığını görünce, seyyah şunları söyledi: ´Seni benden, aleyhimde olduğun halde uzaklaştıran ALLAH´a hamd u senâlar olsun´. Muhlisler daima gizli riyadan korkmuşlardır. Bunun için de sâlih amellerinden insanlara bahsetmemişler, fâhiş hareketlerini gizlemekten daha fazla iyiliğini gizlemeye gayret etmişlerdir. Bütün bunları, halktan salih amellerini gizleyip, riyadan kurtulmak, kıyamet gününde halkın gözü önünde ALLAH tarafından mükâfatlandırılmak için yapmışlardır. Zira ALLAH´ın kıyamette ancak riyadan hâlis olanı kabul ettiğini bilirler. Bilirler ki kıyamette şiddetli ihtiyaçları ve fakirlikleri vardır. Kıyametin mal ve evladın fayda vermediği bir gün olması da malûmlarıdır. O gün hiçbir baba evladının yerine ceza görmez. Sıddîklar ancak kendi nefisleriyle meşguldürler. Her biri ´Nefsim, nefsim´ diye feryad eder. Başkasına nasıl sahip çıkabilirler? Riyadan kaçanlar, Kâbe´nin ziyaretine gitmek isteyen hacılar gibidir. Bu hacılar, Kâbe´ye gitmek istedikleri zaman, beraberlerinde Mağrib veya Mısır´ın hâlis altınlarını alırlar. Çünkü çölde yaşayan göçebeler katında, hâlis altından başka şeyin geçerli olmadığını bilirler. Çölde şiddetli ihtiyaç vardır. Sığınılacak vatan, el tutacak akraba da yoktur. Bu bakımdan kişiyi ancak hâlis altın kurtarır. Kıyamet gününde kalp erbabı da böyle görülürler. Beraberlerinde götürdükleri takva azığı da böyle müşahede´ edilir. Çünkü gizli riyanın kokuları sayılmayacak kadar çoktur. Ne zaman ibâdetine, bir hayvanla bir insanın muttali olması arasında fark görürse, o ibâdette riyadan bir şaibe vardır. Çünkü kişi tamahını ve ümidini hayvanlardan kestiği için ibâdetinde hayvanın veya süt emen çocukların orada bulunup bulunmaması onun için önemli değildir. Hareketine muttali olup-olmadıkları umurunda değildir. Eğer muhlis olup ALLAH´ın ilim ve kelimesiyle kanaat ederse, çocukları ve delileri bu hususta hakir gördüğü gibi akıllıları da (sadece bu hususta) hakir görmesi gerekir. Hayvanlar, mecnunlar ve çocukların kendisine rızık vermeye, fazla sevap veya fazla ceza tatbik etmeye muktedir olmadıkları gibi, akıllı olanların da bunlara kudretlerinin yetmediğini bilmelidir. Bunu hissetmiyorsa muhakkak kendisinde gizli bir riya kokusu vardır ve her riya kokusu amelleri yakıcı değildir. Ameli ifsad edici olamaz. Bu hususta tafsilât gelecek fasıldadır. Soru: Hiç kimseyi görmüyoruz ki onun ibâdet ve taatine muttali olunduğunda sevinmesin. O halde bu sevginin tamamı mı kötüdür veya bir kısmı mı, yoksa bir kısmı da güzel midir? Cevap: Bilinmelidir ki her sürur (sevinç) kötü değildir. Sevgi ve sürur, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır. Bir Güzel olan sevince gelince, birinci kısım, gayesi taat ve ibâdetini gizlemek ve ALLAH için yapmaktır. Fakat halk ibâdetine muttali olduğunda, ALLAH Teâlâ´nın onları muttali ettiğini düşünür. Onun güzel ahlâkını belirttiğini, bununla ALLAH´ın kendisine reva gördüğü iyiliğine ve iltifatına istidlâl eder. Çünkü kendisi hem ibâdetini, hem de günahını gizledikten sonra, ALLAH günahını örtmüş veya ibadetini göstermiştir. Güzeli belirtmek ve çirkini örtmekten daha büyük bir lûtuf olur mu? Bu bakımdan sevgisi, halkın övgüsü ve kalplerindeki mertebesinden değil, aksine ALLAH´ın güzel lûtfundandır. De ki: ´ALLAH´ın ihsanı ve rahmetiyle, (evet) ancak bununla ferahlansınlar, bu onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır´.(Yunus/58) Sanki ALLAH katında makbul olduğunu görmüş de bundan ötürü sevinmektedir. İki İkinci kısım, ALLAH´ın dünyada günahını örtmesi ve iyiliğini açıklamasıyla, ahirette de böyle bir muameleye mazhar olacağına yorumlamasıdır. ALLAH dünyada kulun bir günahını örterse, ahirette de o günahı örter. Bu bakımdan birinci kısımdaki sevgi geleceğe bakmadan, hâli hâzırdaki makbul olmasının mülâhazasından gelmektedir. Bu de-recedeki sevinç ise, geleceğe bakmaktan ileri gelmektedir. Üç Üçüncü kısım, ibâdetine muttali olanların bu hususta kendisine uymaya rağbet ve isteklerinin arttığını zannetmesi ve dolayısıyla ecrinin arttığına sevinmesidir. Bu bakımdan kendisine, sonunda açıkladığının ecri ile önceden kasdettiğinin gizlilik ecri vardır. Bir ibâdette önder olan kimseye, kendisine o hususta uyanların sevabları kadar sevab vardır. Hem de onların sevabından birşey eksilmeden... Böyle büyük bir ecri ümit edenin sevinmesi yerindedir. Çünkü şüphesiz karın karinelerinin belirmesi, zevklenmeyi ve sevinmeyi gerektirir. Dört Dördüncü kısım, ibâdetine muttali olanların, kendisine ibâdetinden dolayı teşekkür etmeleridir. Bu teşekkürde ALLAH´a itâat edip, ALLAH´a itâat edene kalben meylettiklerinden ötürü sevinme vardır. Çünkü ehl-i imandan bir grup vardır ki taat ehlini gördüklerinde buğz ve hased eder ve aleyhinde bulunup kendisiyle istihzâ eder veya riya ile itham eder. Onu ibâdeti sebebiyle övmez. Öyleyse bu sevinmesi ALLAH´ın kullarının güzel imanından ötürü gelen bir sevgidir. Beş Kötü olan beşinci kısma gelince, bu halkın kalbinde büyüklüğünün yerleşmesinden ötürü sevinmesidir. Öyle yerleşmiştir ki kendisini medhederler, büyütürler, ihtiyaçlarını görürler. Geldiğinde ve gittiğinde ona ikram ve i´zazda bulunurlar. Bu kısım mekruh ve kötüdür! ALLAH en doğrusunu bilir! 47) Beyhâkî, (Ebu Hüreyre´den) |
Açık ve Gizli Riya´nın Ameli Zayi Eden ve Etmeyen Kısımları
Biz bu hususta deriz ki kul, ibâdetini ihlâs temeli üzerine bina ettiği zaman, sonra gelen bir arıza ile riya yaparsa bu durum ya amelin bitiminden sonra veya önce olur. Eğer bitiminden sonra izhar etmeksizin sadece bir sevgi zuhura gelirse, bu sevgi ameli ifsad etmez. Çünkü amel, daha önce riyadan temiz olarak tamam olmuştur. Ondan sonra olanın onda menfî bir tesir etmemesi umulur. Hele kul bunu zoraki bir şekilde belirtmediği, bununla konuşmadığı, halk arasında belirmesini ve kendisiyle konuşmalarını temenni etmediği takdirde hiçbir şey olmaz. Aksine ALLAH Teâlâ´nın belirtmesiyle tevâfukan bilinmiştir. Kulun müdahalesi, kalbine giren sevgiden başka birşey değildir. Evet! Ameli riyasız tamam olursa, fakat ondan sonra ameli belirtmek iştiyâkı kendisinde belirirse ve amelini söyleyip izhar ederse, bu durumdan korkulur! Eser ve haberlerde böyle yapmanın ameli yakıcı olduğu vârid olmuştur. Çünkü İbn Mes´ud ´Ben dün Bakara sûresini okudum´ diyen bir kimseyi dinledikten sonra ´Onun böyle demesi, sevabını yok etti ve yaktı´ demiştir. Hz. Peygamber ´Ben bütün sene oruç tuttum´ diyen bir kişiye ´Sen ne oruç tutmuş, ne de iftar etmişsin´48 buyurmuştur. Seleften bazıları, Hz. Peygamber´in böyle söylemesini, kişinin ibâdetini izhar edip göstermesinden ileri geldiğine hamletmişlerdir. Öte taraftan ´Bu hadîs, bütün senenin oruçla geçmesinin kerih olduğuna işarettir´ denilmiştir. Hangi mânâya hamledilirse edilsin, Hz. Peygamber´in de İbn Mes´ud´un da böyle demesi delâlet eder ki kişinin kalbi ibâdet anında riyanın kasdedilmesinden boş değildir. Çünkü o ibâdet hakkında konuşması da buna delâlet eder; zira ibâdetten sonra, eğer ibâdet anında riya kasdı yoksa, meydana gelenin, amelin sevabını iptal etme ihtimali uzaktır. En mâkulü şöyle demektir: Bu kişi, geçmiş ibâdetinden dolayı sevap sahibidir. İbadetten sonra ibadetle yaptığı gösterişten ötürü muâhaze edilir. Daha namaz bitmeden riyaya kayan niyeti tam bunun hilâfınadır; zira bu değişme bazen namazı bozar, ameli yakar. Namazı ihlâs ile kıldığı halde ortasında ansızın gelen riyaya gelince, bu riya amele tesir etmeyen mücerred bir sürurdur veya amele teşvik eden bir riyadır. Eğer ibâdete teşvik eden riya ise ve ibâdet de onunla sona ermişse ecri yanmıştır. Mesela nafile ibâdetin içinde iken kendisine bahçe görünür veya padişahlardan biri (maiyetiyle beraber) hazır olursa, namazda olanın da onlara bakmaya canı çeker veya malından unuttuğu birşeyi hatırlar da onu elde etmeyi isterse ve eğer halk olmasaydı namazını yarıda keserek o işleri görecek bir durumdaysa, kıldığı namaz da farz namaz ise iade etmek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Amel kab gibidir. Öncesi (altı) güzelse sonu (üstü) de güzel olur.49 Yani sonuca bakılır. Bir saat ameliyle gösteriş yapanın daha önce olan ameli (ecri) yanar.50 Bu hüküm, bu şekilde kılınan namaz üzerine hamledilir. Sadaka vermek ve Kur´an okumak üzerine hamledilmez. Çünkü bunların her cüz´ü tek başınadır. Bu bakımdan gelen riya, kalanı ifsad eder, geçeni değil. Hac ile oruc da namaz gibidir. Riyanın gelmesinin, ibâdeti sevab için tamamlama kasdına mâni olmadığı cihete gelince, bu da tam namazın içinde iken bir cemaatin gelip orada hazır bulunması, onun orada bulunmalarından sevinip riyakârlık yapması, onlar görsünler diye namazını güzelleştirmeyi kasdetmesi gibidir. Eğer onlar gelmeseydiler yine de tamamlardı. Bu riya, amelde menfi tesir eden bir riyadır. Hareketlerin meydana gelmesini teşvik etmiştir. Eğer ibâdet kasdı ve sevabı isteme hissini yok edip ortadan kaldıracak derecede galebe çalarsa, ibâdetin kasdı riyada kaybolurcasına silinirse, bunun da ibâdeti ifsad etmesi gerekir. Eğer bu minval üzere ibâdetin rükünlerinden biri geçerse... Çünkü tekbir safhasında olan niyetle -eğer onu mağlup eden bir sebep olmamışsa- iktifa ediyoruz. Şöyle demek de muhtemeldir. Akd haline ve sevab aslının kasdedilmesinin var olduğuna nazaran her ne kadar bu akid daha galip bir kasdın hücumuyla zayıf düşmüşse de ibâdeti ifsad olmaz. Haris el-Muhasibî, bundan daha hafif olan bir işte amelin yok olduğunu savunarak er-Riaye adlı kitabında şöyle der: Sadece insanların muttali olmalarını irade ettiğinde; yani makam ve mansıb sevgisi gibi bir sevgi kasteden insan hakkında halk ihtilâf etmiştir: Bir gruba göre, bu durum ameli yakar. Çünkü bu kimse ilk samimiyeti nakzetmiş daha amelini ihlâsla tamamlamadan, insanların övgüsüne yönelmiştir! Oysa amel ancak neticesiyle tamama erer. Ben şahsen bu takdirde amelinin yanmasına kesinlikle hükmetmem. Her ne kadar amelin fazlalaşmayacağına kani ve her ne kadar bu amelden emin değilsem de. Halk bu hususta ihtilâf ettiğinde ben şahsen duraklarım. Fakat benim kalbime galip gelen şudur: Eğer amelini riya ile sonuçlandırırsa ameli yanar! Eğer "Hasan Basrî onların iki hâl olduğunu, birincisi ALLAH için olursa, ikincisinin ona zarar vermediğini söylemiştir" denirse, şöyle deriz: Rivayet ediliyor ki, bir kişi Hz. Peygamber´e ´Ben amelimi gizlerim, kimsenin muttali ol-masını istemem, fakat bilinirse bu beni sevindirir!´ dediğinde, cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) ona şöyle demiştir: Sana iki ecir vardır: (Biri) gizlemenin ecri (diğeri) açığa çıkmanın ecri!51 Hasan Basrî´ye gelince, o ´zarar vermez´ sözüyle ´madem o, ALLAH´ı murad ediyor, o halde amelini terketmez ve tehlike kendisine zarar vermez´ demek istiyor; zira Hasan Basrî ´İhlâstan sonra riya yaptığında ona zarar yoktur´ dememiştir. Hadîse gelince, el-Muhâsibî onun hakkında uzun bir konuşma yapmıştır. O konuşmanın özeti üç vecihte anlatılabilir. Birinci Vecih: İhtimaldir ki kişi, bittikten sonra amelinin görünmesini kasdetmiştir. Çünkü hadîste, daha ameli bitmeden önce bu durumun olduğuna delâlet eden bir emare yoktur. İkinci Vecih: Kişi, bu hususta başkasının kendisine uymasından veya başkasının -daha önce zikrettiğimiz gibi- güzel sevincinden dolayı sevinmeyi kasdeder. Övüleceğinden ve halk gözünde büyüyeceğinden ötürü sevinmeyi kasdediyor değildir. Bunu kasdetmediğinin delili Hz. Peygamber´in sevgisinden ötürü kişiye iki ecrinin olduğunu haber vermesidir. Oysa ümmetin hiçbir âlimi yoktur ki halkın övgüsünden dolayı sevinenin ecir sahibi olduğunu savunsun! Böyle bir kimseye en fazla verilen nimet, affa ve müsamahaya mazhar olmasıdır. Acaba nasıl olur muhlis bir kimsenin bir ecri, riyakârın da iki ecri olur? Üçüncü Vecih: Adı geçen hadîsi rivayet edenlerin çoğu, onun (senedini) Ebu Hüreyre´ye ulaştırmadan rivayet ederler. Hatta çoğu Ebu Salih´de durdurur. Bazıları da (Ebu Hüreyre´ye kadar senedini ulaştırarak) refeder. O halde riya hakkında umumî olarak vârid olan hadîslerle hükmetmek daha evlâdır. Muhasibî´nin sözleri burada bitmektedir. Muhasibi, bu hususta kesin konuşmamış, fakat bu sevinmenin ameli yok ettiği görüşüne meylettiğini izhar etmiştir. Bize göre, kıyasta en uygunu şudur: Bu kadar sevinme -eğer eseri amelde görünmezse- amel dinî bir telkinden ileri geliyorsa, başkasının onu görme sevinci (tesir etmeksizin) ona eklenmişse ameli ifsad etmez. Çünkü bu sevinçle niyetinin esası yok olmamıştır. Aksine o niyet hâlâ ibâdet etmeye onu teşvik etmekte ve tamamlamaya onu zorlamaktadır. Riya hakkında vârid olan haberler ise, sadece ameli halkın görüp takdir etmesini istemek hususuna hamledilir. Şirk (riyanın şirk olması keyfiyeti) hakkında vârid olan hadîsler ve hükümler ise, riyanın kasdı, sevabın kasdına eşit veya daha fazla olduğu zamana hamledilir. Eğer riyanın kasdı sevabın kasdedilmesinden daha zayıfsa, bu takdirde sadakanın ve diğer amellerin sevabı tamamen yanmaz. Namazı ifsad ettiğini sanmak uy-gun değildir. Çünkü bütün bunlarda riya kasdı zayıftır. Şöyle demek de uzak bir ihtimal değildir: Kişiye gereken namaz, sadece ALLAH´ın rızası için kılınan namazdır. Bu namaz ise içine hiçbir şey karışmayan namazdır. Bu bakımdan bu durumda kişi, namaz kılmış sayılmaz. Oysa bu hususta ilim ALLAH´ın katındadır. Biz İhlâs bölümünde buradaki konuşmadan daha mufassal bir konuşma îrad etmiştik. İşte bu hüküm, ibâdet akdinden sonra olan riyanın hükmüdür. Bu riya ya kişi ibâdetten başlamadan önce veya başladıktan sonra meydana gelir. Üçüncü Kısım İbâdetle beraber olan üçüncü kısım şudur: Namaza riya maksadıyla başlar. Selâm verinceye kadar -eğer buna devam ederse-günahkâr olur. Bu namazı kılmıştır ama namazına itibar yoktur. Eğer namaz esnasında pişman olur, günahının affını talep eder, daha ibâdet tamam olmadan önce dönüş yaparsa, kendisine lâzım gelen hakkında üç vecih vardır: 1.Bir grup ´Riya kasdı ile beraber namazı akdolunmaz, o halde yeniden kılmalıdır´ der. 2.Başka bir grup ´Kendisine rükû ve secde gibi fiillerin iadesi gerekir. Fiilleri ifsad olur, fakat namaz için getirdiği tahrim tekbiri bozulmaz. Çünkü tahrim tekbiri almak bir akiddir. Riyâ ise,kalpte bir vesvesedir. Tahrim tekbirini, akid olmaktan çıkarmaz´ der. 3.Başka bir grup da şöyle demiştir: ´Hiçbir şeyin iadesi lâzım gelmez. Aksine kalbiyle affedilmesi talebinde bulunmalıdır.İbâdetini ihlâs üzere tam yapmalıdır. İtibar ibâdetin sonucunadır.Nitekim ihlâsla başlayıp riya ile sonuçlandırdığında amelini ifsad ettiği gibi! Bunu bir beyaz elbiseye benzetmişlerdir. O elbise, ârızî bir pislikle pislendiğinde, o sonradan gelen pislik giderildiği zaman aslına dönüşür. Demişlerdir ki namaz, rükû ve secde ALLAH içindir. Eğer ALLAH´tan başkasına secde ederse muhakkak kâfir olur. Fakat (burada) gelip-geçen riya onunla iktiran etmiştir. Sonra o da pişman olması ve tevbe ile giderilmiştir. Öyle bir duruma gelir ki halkın ne övmesine, ne de zemmetmesine perva eder. Bu bakımdan namazı sıhhatli olur. İkinci ve üçüncü grupların mezhebi, gerçekten fıkhın kıyasından uzaktır. Hele ´Sadece rükû ve secdeyi tekrarlamak lâzımdır. Fakat tahrim tekbirini tekrarlamak gerekmez´ diyenin sözü kıyasa hiç uymaz. Çünkü rükû ve secde doğru olmadığından namaz içinde fazladan yapılmış fiiller olurlar. Bu bakımdan namaz fâsid olur. ´Eğer ihlâsla namazını sonuçlandırırsa, namazı sahih olur; zira hüküm sonuca göredir´ diyenin sözü de zayıftır. Çünkü riya niyette menfî tesir yapar. Niyetin hükümlerini gözetmek için en iyi vakit, iftitah (namaza giriş) tekbirini alma vaktidir. Kıyasa göre doğru olan şöyle demektir: Eğer namaza teşvik edici sebebi, başlangıçta sadece riya ise, sevabın talebi ve ilâhî emrin imtisâli değilse, iftitah tekbiri olmamış olur. Bu bakımdan ondan sonraki de olmaz. Bu öyle bir kimse hakkında düşünülür ki tek başına kaldığında namaz kılmaz. Halkı gördüğünde namaza tekbir getirip başlar. Öyle ki elbisesi pis olsa bile halk için namaz kılar. İşte bu namazda ´niyet´ yoktur. Çünkü niyet, dinden gelen bir teşvike icabet etmekten ibarettir. Burada ise ne teşvik, ne de icabet vardır. Eğer halkı görmediği takdirde namaz kılıyorsa halkı görünce onların övmesini de istiyorsa, dolayısıyla iki teşvik bir araya gelirse, bu durum ya sadaka ve Kur´an okumak gibi, içinde tahlil ve tahrim olmayan (ibâdet)lerde olur veya namaz ve haccın akdinde olur. Sevabın teşvikçisi kendisini sadaka vermeye ittiğinde itaat etmiş olur: Zira kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görür.(Zilzâl/7-8) İyi niyetine göre sevap, kötü niyetine göre de ceza vardır, Hiçbiri diğerini yakmaz. Eğer niyete giren bir fesadlıktan dolayı bozulacak bir namazda ise, o namaz ya farz veya nafile namazdır. Eğer nafile namazsa, onun hükmü sadakanın hükmü gibidir. Kalbinde iki teşvik edici bir araya geldiğinden dolayı bir yönden âsi olur, başka bir yönden de itâatkâr! ´Namazı fâsiddir, kendisine uymak bâtıldır´ demek mümkün değildir. Hatta teravih namazını kılıp, halinin karinelerinden güzel okuduğunu göstermek suretiyle riyakârlık yaptığı tebeyyün ederse, eğer cemaat içinde olmasaydı, tek başına evde namaz kılmayacağı sözkonusu ise, arkasında namaz kılmak doğru değildir. Çünkü bu raddeye gelmek, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Aksine müslümanın sevap kasdıyle nafile namaz kıldığına inanmak gerekir. Bu bakımdan bu niyet itibariyle ibâdeti sahih olduğu gibi, kendisine uymak da doğru olur. Günahkârlığına sebebiyet veren başka bir kasıd da onunla beraber bulunsa bile yine de böyledir. Kişi farz ibâdetin içinde bulunduğunda, bu iki teşvik edici bir araya gelirse, hiçbiri tek başına iş gördürmez nitelikte, fakat tesir ancak birleşmelerinden ileri geliyorsa, bu durumda edâ edilen ibâdet, kişinin üzerine farz olan ibâdeti kaldıramaz, Çünkü farz olması, tek başına tesir etmemiştir. Eğer her biri tek başına iş gördürecek nitelikte ise, -eğer riya olmasa dahi farzları muhakkak eda edecekse, farzın teşvik etmesi de olmasa, sadece riya için bir nafile ibâdeti yeni baştan yapması muhakkak ise- işte burası düşünülecek yerdir. Burada çeşitli ihtimaller sözkonusudur. Şöyle denilebilir: ´Farz olan, sadece ALLAH´ın rızası için kılınan namazdır. Oysa burada hâlis namaz edâ edilmemiştir´. Yine şöyle denilebilir: ´Farz olan; tek başına tesir icra eden ve müstakil olan bir teşvikçi ile emri imtisal edip yerine getirmektir. Oysa böyle bir tesir edici de meydana gelmiştir. Bu bakımdan başka teşvikçinin bununla beraber bulunması, kişinin üzerinden farzın kalkmasına mâni değildir. Nitekim gasbedilen bir evde namaz kılınması gibi... Bu kişi namazını gasbedilen bir evde kıldığı için, her ne kadar âsî ise de namazın aslını edâ ettiği için farzı yerine getirmiştir´. Oysa namazın esasına tesir eden geçici sebepler hususunda çeşitli ihtimaller vardır. Riya´nın namazın aslında değil, sadece aceleyle edâ edilmesinde olduğu zamana gelince, cemaat hazır bulunduğunda acele edip namazı vaktin öncesinde kılan kişi, eğer tek başına kalsaydı vaktin sonunda kılacaktı. Eğer farz olmasaydı, sadece gösteriş için bir namaz ihdas etmezdi; İşte bu kimsenin namazının kesinlikle sıhhatli olduğuna ve kılınan namazla farzın yerine getirildiğine hükmedilir. Çünkü namazın namaz olması hasebiyle teşvik edici esasıyla hiçbir şey burada muâraza etmemektedir. Aksine sadece vaktin tâyini cihetiyle muâraza vardır. Bu durum, niyete zarar vermekten pek uzaktır. Bu hüküm, amele teşvik edici riya hakkında vârid olmuşlar. Halk tarafından görülmesinin kendisini sevindirip amelde herhangi bir tesir yapmadığı şekle gelince, bu riyanın namazı ifsad etmesi uzak bir ihtimaldir. İşte fıkıha uygun olarak bunu müşahede ediyoruz. Mesele gayet girift ve zor olduğu içindir ki fâkihler fıkıhta ona değinmemişlerdir. Meseleye girişenler ve tasarruf edenler, fıkıh kanunlarını mülahaza etmemişlerdir. Fâkihlerin namazın sıhhati ve ifsad olması hakkındaki fetvâlarının muktezasını dikkate almamışlardır. Aksine kalplerin tasfiyesine ve ihlasın talebine olan hırsları, kendilerini namazın en az bir ârızla bozulduğuna hükmetmeye zorlamıştır. Oysa bizim söylediğimiz kıyasa daha yakındır. Bu hususta ilim ALLAH katındadır. Gayb ve şehâdet âlimi O´dur. Esirgeyici ve bağışlayıcı da O! 48)Müslim 49)Daha önce geçmişti. 50) Irâkî bu ibâre ile görmediğini söylemektedir. 51) Beyhâkî, Tirmizî, İbn Hibban |
Riya´nın Çaresi ve Kalbi Riyadan Temizlemek
Geçen bahislerden anlaşıldı ki riya, amelleri yakıcı, ALLAH´ın nefretine sebep olan ve helâk edicilerin büyüklerinden bir tehlikedir. Bu vasıfta olan bir şeyi ciddî bir çalışma ile kaldırmaya gayret göstermelidir. Bu çalışma nefisle mücâhede nefse yüklenen zorluklara katlanmakla olsa dahi yapılmalıdır. Bu bakımdan şifa tiksindirici ve acı olan ilaçların içilmesiyle mümkündür. Bu ise, bütün insanların yapmaya mecbur olduğu bir mücâhededir; zira çocuk, zayıf akıllı, gözü halka dönük olanlar onlarda pek fazla tamah olduğu halde yaratılır. Görür ki halkın bazısı bazısına riyakârlık yapmaktadır. Zarurî olarak riyakârlığı sever ve böylece riya kalbinde yerleşir. Aklı kemâle erdikten sonra ancak riyanın helâk ediciliğini anlar. Oysa riya kalbinde yerleşmiş ve kök salmıştır! Onu sökmeye ancak şiddetli bir mücâhede ve şehvetlere karşı açılan ciddi bir savaştan sonra gücü yetebilir. O halde, bu mücâhedeyi yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yoktur. Fakat bu mücâhede başta insana zor gelir. Sonunda hafîfleşir. Bu mücâhedenin tedavisinde iki makam vardır: Birinci makam: Onun damarlarını ve kol salan dallarını kesmektir. İkinci makam: Ondan hâl-i hâzırda gelen vesveseleri silip bertaraf etmektir. Birinci Makam Bu makamın temeli, mertebe ve makam sevgisidir. Bu makam fasıllara ayrıldığı zaman üç fasla dönüşür. O fasıllar, övmenin lezzeti, kötülemenin eleminden kaçmak ve halkın elindekinden tamahını kesmektir. Bu sebeplerden neşet eden riyanın varlığına ve riyakâr tahrik ettiğine Ebu Musa´dan rivayet edilen şu hadîs şahidlik eder: Bir bedevi Hz. Peygamber´e der ki: -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kişi (vardır ki) hamiyetten dolayı çarpışır. Bir kişi de vardır ki kahramanlığı bilinsin diye çarpışır. Başka bir kişi vardır ki zikir için çarpışır. Bu kişiler hakkında ne buyurulur? -Kim sadece ALLAH´ın kelimesi (kanunu ve nizamı) en yüce olsun diye çarpışırsa, o kimse ALLAH´ın yolundadır.52 İbn Mes´ud şöyle demiştir: İki saf (müslüman ve kâfir safları) karşılaştıklarında melekler inip halkı, mertebelerine göre yazarlar: ´Falan adam anılmak için çarpışır. Filan adam da mülk edinmek için çarpışır´. Mülk için çarpışma, dünya tamahkârlığına işarettir. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Derler ki ´filan şehiddir´. Oysa o, devesinin yükünün iki yanını gümüş (para) ile doldurmuştur". Kim sadece bir deve yuları için savaşa katılırsa, ona ancak niyet ettiği vardır.53 Bazen de ne övülmeyi arzular, ne de bu hususta bir tamahı vardır. Ancak cömertler arasında bulunan cimri gibi, zemmin eleminden kurtulmak ister. Zenginler bunca malı sadaka verirler. O da cimri saymasınlar diye biraz sadaka verir. O övgüye tamah etmez. Oysa başkası ondan daha önce ona varmıştır. Kahramanların arasında kalan korkak gibi, onların zemminden korkarak düşman ile karşı karşıya (geldiğinde) kaçmaz. Övülmesini de istemez. Oysa başkaları düşman safına hücum etmiştir. Kendisi övülmekten ümit kestiğinde zemmedilmesini de hoş görmez. Bütün geceyi ihya eden bir kavmin arasında bulunan kişi gibi... Bu kişi övülmeyi arzulamamakta, ancak ´tembel´ denilmesin diye birkaç rek´at namaz kılar. İnsan bazen övülme zevkinden mahrum olmaya sabreder, fakat zemmedilmek elemine tâkati yoktur. Bunun için bazen öğrenmesi gereken bir şeyi, cahillikle itham edileceği korkusundan sormaz. İlimsiz fetva verir. Cahil olduğu halde hadîs ilmini bildiğini iddia eder. Bütün bunları tenkid edilmemek için yapar. İşte bu üç şey, riyakârı riyaya teşvik eder! Bunun ilacı kısa olarak, kitabın birinci kısmında zikrettiklerimizdir. Fakat şimdi sadece riyaya mahsus olanı zikredelim: Bellidir ki insan bir şeyi ancak kendisi için şimdi veya gelecekte daha hayırlı, daha faydalı zannıyla ister ve rağbet gösterir. Şimdiki halde lezzetli, gelecekte zararlı olduğunu bildiğinde derhal rağbeti kesilir. Balın lezzetli olduğunu bilen bir kimse, balda zehir bulunduğunu öğrenince derhal terkeder. Bu isteğin yolu da böylece içindeki zarar bilindiğinde kesindir. Kul, riyanın zararını, riya sebebiyle elinden çıkan kalp salâhını, hâl-i hâzırda mahrum olduğu tevfîk ile ahirette ve ALLAH katında mahrum kalacağını, mâruz kaldığı büyük azap, şiddetli kınama ve zâhirî mahrumiyetini bildiğinde, bu bilgisi riyanın zararı hakkında kendisi için kâfi bir delil olur. Halkın gözü önünde kendisine ´Ey yalancı! Ey hileci, ey riyakâr! Utanmadan, ALLAH´ın ibâdetiyle dünya malı satın aldın! Kulların kalbini gözettin de ALLAH´ın ibâdetiyle istihzâ ettin. ALLAH´ı gazaba getirmekle halkı sevindirdin! ALLAH katındaki çirkinlikle onlara süslü göründün! ALLAH´tan uzaklaşmakla onlara yaklaştın! ALLAH´ın katında nefret edilmekle onların övgüsüne mazhar oldun! ALLAH´ın gazabına mâruz kalmakla onların riyakârlığını talep ettin! Acaba ALLAH´tan daha kıymetsiz (hâşâ) bir kimse senin yanında yok mu?´ diye hitab edildiğinde ve kişi bu rezalet hakkında düşündüğü, kullardan dünyada elde ettiğini ahirette kaybedeceği ile karşılaştırdığı takdirde riyanın zararını anlamış olur. Çoğu zaman da amellerinin sevabını yakar. Oysa tek bir amel, eğer hâlis ise, çoğu zaman zannının ağır basmasına sebebiyet verdiğinde kurtuluşuna vesile teşkil eder. Bu amel riya ile bozulduğunda, günah kefesinin ağırlaşmasına vesile olur. Dolayısıyla ateşe girmesine sebep olur. Eğer riyada bir tek amelin yanmasından başka bir zarar yoksa bu kadarı bile riyanın zararı için kâfidir. Eğer riyadan dolayı yanan bu tek amelin beraberinde diğer ameller varsa (yine de zarardır). Çünkü kişinin bu yanan amelle sıddîklar ve peygamberler zümresinde ALLAH katında yüce dereceyi elde etmesi muhtemeldir. Oysa riyadan dolayı onların safından en aşağı dereceye düşer. Bütün bu tehlikelerle beraber dünyada halkın kalplerini gözetme sebebiyle mâruz kaldığı perişanlık da vardır. Çünkü halkın razı edilmesi idrâk olunmayan bir hedeftir. Bir grubun razı olduğuna başka bir grup kızar, bir kısmının razı olması, başkalarının kızdırılmasına bağlıdır. ALLAH´ı küstürmekle onların rızasını isteyen bir kimse hem ALLAH´ı kızdırır, hem de onları ona kışkırtır. Sonra kulun onları övmek ve onlar tarafından övülmek için ALLAH´ı zemmetmesini seçmekte ne gibi bir hedefi ve çıkarı vardır acaba? Oysa onları övmesi ne rızkını artırır, ne de ecelini geri bırakır. Fakirlik ve ihtiyaç günü olan kıyamet´te de kendisine hiçbir fayda sağlamaz. İnsanların elindeki mala ve imkâna tamahkârlık etmesine gelince, kalpleri müsahhar kılanın ALLAH olduğunu, halkın bu hususta mecbur olduğunu ve ALLAH´tan başka rezzak (rızık veren) olmadığını bilmendir. Halka bel bağlayan, zillet ve mahrumiyetten kurtulamaz. Eğer maksadını elde ederse bile, minnet ve zilletten kurtulamaz. Acaba yalancı bir ümit -ki bazen tahakkuk eder, bazen etmez- ile ALLAH katındaki nimet nasıl terkedilir? Eğer o ümit tahakkuk ederse, hiç bir zaman onunla beraber gelen minnet ve zilletle onun lezzeti eşit ve denk olmaz. İnsanların zemmine gelince, ondan sakınmaya değmez. ALLAH´ın yazmadığını, onların zemmetmeleri tahakkuk ettirip ecelini çabuklaştırmaz, rızkını geciktirmez. Cennet ehli ise cehen-nemlik, ALLAH katında iyi ise kötü yapamaz. ALLAH katında nefret ediliyorsa nefretini artıramaz. Kulların tümü acizdirler. Kendileri için ne fayda ve ne de zarar veremezler. Ne ölümleri, ne hayatları ve ne de dirilip haşra gönderilmeleri ellerinde değildir. Kalbinde bu sebeplerin âfeti ve zararları yerleştiği zaman, rağbeti gevşer, kalben ALLAH´a yönelir. Zararı çok, faydası az olan bir işe akıllı bir kimse rağbet göstermez. Eğer insanların onun içindeki riyayı bilselerdi (fiilinin çirkinliği cihetiyle) kendisinden nefret edeceklerini bilmesi kendisine yeter de artar bile! ALLAH, yakında onu halka çirkin göstermek için sırrını açığa çıkaracaktır. Onun riyakâr olduğunu ve ALLAH indinde nefret edildiğini onlara bildirecektir! Eğer hâlis niyetle ALLAH´a ibâdet etseydi, ALLAH onun ihlâsını onlara gösterip sevdirirdi. Onları kendisine müsahhar kılardı. Onlara övgüsünü yaptırırdı. Bütün bunlara rağmen, ne onların övgüsünde bir artış, ne de zemmlerinde bir eksiklik vardır. Nitekim Benî Temimli bir şair (el-Akra´ b. Habis) şöyle demiştir: Benim övgüm zînettir. Benim zemmedişim çirkinliktir. Hz. Peygamber bu şaire şöyle demiştir: Yalan söylüyorsun! Medh ve zemmi böyle olan ancak ALLAH´tır ki O´ndan başka ilâh yoktur. Zira zînet ancak O´nun medhinde, çirkinlik de ancak O´nun zemminde vardır. Madem durum budur, acaba halkın medhetmesinde ne hayır vardır, eğer sen ALLAH katında kötü ve ateş ehli isen? ALLAH nezdinde iyi ve mukarrebler (yaklaştırılanlar) zümresinden isen halkın zemmedişinden ne zarar gelir? Kalbinde âhireti, ebedî olan nimetlerini, ALLAH katındaki o yüksek mertebeleri hâzır bulunduran kimse, hayatına mahsus olan ve halkla ilgili bulunan herşeyi içindeki bulanıklıklarla beraber hakir görmelidir. Böylece himmeti derlenip toplanır, kalbi ALLAH´a yönelip riyanın zilletinden ve halkın kalplerini gözetme külfetinden kurtulur. İhlâsından kalbine nûrlar akar, onlarla göğsü inşirah bulur. O nûrlar sayesinde manevî keşiflerin letâiflerinden (inceliklerinden) ALLAHa karşı olan ünsiyetini, halka karşı olan nefretini, dünyayı tahkir ve âhireti tâzim etmeyi gerektiren durumlar keşfolunur. Halkın büyüklüğü kalbinden silinir. Riyanın çağırıcısı uzaklaşır. İhlâs yolunda rahatlıkla yürüyebilir. Bu ve daha önce verdiğimiz ilâçlar, ilmî ilâçlardır. Riya ağacının kökünü kazır. Amelî ilâca gelince, nefsini ibâdetlerin gizlenmesine ve üzerine kapıları kapatmaya alıştırmalıdır. Fuhşiyat için kapılarını kapattığı gibi kapatmalıdır ki kalbi, ALLAH´ın ibadetine muttali olmasına kanaat etsin. Bu takdirde nefis, kendisini ALLAHtan başkasının bilinmesine zorlamaz. Ebu Hafs el-Heddad´ın54 arkadaşlarından biri, dünya ve dünya ehlini zemmetti. Bunun üzerine Ebu Hafs kendisine ´Yolunun icabı olarak gizlenmesi gerekeni açığa vurdun. Öyleyse bundan böyle bizimle oturma´ dedi. O, bu kadarının izharına bile ruhsat vermedi. Çünkü dünyayı zemmetmenin altında dünyada zâhid oldum iddiası vardır! Bu bakımdan riya için gizlilikten daha faydalı bir ilâç düşünülemez. Bu ise mücâhedenin başlangıcında pek kolay değildir. Bir müddet zorluğa katlandığın takdirde ağırlık kalkar. ALLAH´ın ardı kesilmez lütfû, güzel tevfîk ve te´yidiyle onu yapmak kendisine kolay gelir. Bir kavim, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez. (Ra´d/11) Kuldan mücâhede, ALLAH´tan hidayet, kuldan kapıyı çalmak, ALLAH´tan açmaktır: ALLAH ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez. (Hûd/116) Zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir. (Nisâ/40) İkinci Makam Bunu da öğrenmek lazımdır. Çünkü nefsiyle mücâhede eden ve riyanın kökünü, kanaat etmek, tamakârlığa son vermek, nefsini halkın gözünden düşürmek, halkın övgüsünü küçük görüp, kınamalarına önem vermemek suretiyle kalbinden söken bir kimsenin yakasını şeytan, ibâdetleri esnasında bırakmaz, vesveseleri bir türlü kesilmez. Nefsin heva ve hevesi tamamen ortadan kalkmaz. O halde, riyanın bu gelen vesveselerine elbette hazırlanmalıdır. Riyanın hatarat (tehlike)leri üçtür. Bazen bu üç tek bir hatarat gibi birden meydana gelir. Bazen de tedricî bir şekilde meydana gelir: Birincisi: Halkın muttali olduğunu bilmek ve ummaktır. İkincisi: Nefsin heyacanla onların övgüsüne tâlip olup onların yanında büyük derece elde etmeye çalışmasıdır. Üçüncüsü: Nefsin o övgüyü kabul edip meyletmesi ve tahakkuku hususunda samimî olarak heyacanlı rağbeti gelir. Birincisi mârifettir, ikincisi, şehvet ve rağbet adı verilen bir durumdur. Üçüncüsü, adına azmetmek ve kesin akd denen bir fiildir. Kuvvetin kemâli ancak birinci hatarayı (tehlikeyi) daha ikincisi gelmeden önce defetmektir. Bu bakımdan halkın (hâl-i hâzırda) amellerine muttali olmalarının mârifeti veya gelecekte muttali olmalarının ümidi kalbine geldiği zaman, ona şöyle demekle defedilebilir: ´Senin halkla ne alıp vereceğin vardır? Bilmelerinde veya bilmemelerinde ne kârın, ne zararın vardır? ALLAH senin hâlini bilir! O halde, başkasının bilmesinde ne fayda vardır?´ Eğer isteği, övgünün zevkine doğru kayarsa, daha önce kalbine yerleşen riya afetini, kıyâmette ALLAH katında ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve amellerine en muhtaç olduğu bir vakitte mahzun olacağını hatırlamasıdır. Bu bakımdan nasıl halkın muttali olması, riyanın şehvet ve rağbetini kabartıp meydana getirirse, bu tiksinme de o rağbetle mücadele eder. Çünkü kişi, ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve elem verici azabına düçar olacağını düşünür. Şehvet kendisini halkın iltifatını kabullenmeye, tiksinme ise kendisini kabullenmemeye çağırır. Şüphesiz ki bunlardan hangisi daha kuvvetli ise nefis ona itaat eder. Durum bu iken riyada üç şey vardır: A)Mârifet B)Kerâhet C)İbâ (imtina) Kul, bazen ibâdete ihlâs azmiyle başlar. Sonra riya vesvesesi gelir. Bu sefer onu kabul eder. Oysa şimdilik kalpte saklı bulunan mârifetten de, kerehâtten de eser yoktur. Ancak onun sebebi zemmin korkusu, övgünün sevgisi veya buna karşı olan hırsla kalbin dopdolu olmasıdır. Öyle ki riya âfetlerinin eski etkileri ve kötü âkibeti kalpten uzaklaşır; zira kalpte övgünün külfetinden veya zem-min korkusundan boş bir yer kalmamıştır. Bu kimse, öyle bir kimseye benzer ki nefsine hâlimliği ve öfkenin zemmini söyler. Öfke sebebi cereyan ettiğinde hâlimlik göstermeye azimli olur. Sonra öfkeyi artıran bir sebep cereyan eder ki eski azmini kendisine unutturur. Öfkenin âfetini hatırlamaya mâni olan ve kalbi tamamen işgal eden öfke ile doldurur. Şehvetin lezzeti de böylece kalbi doldurur. Öfkenin acılığı gibi marifetin nûrunu da bertaraf eder. Câbir b. Abdullah buna işaret ederek şöyle der: ´Şecere (ağaç)55 altında Hz. Peygamber ile (düşmanla karşılaştığımızda) kaçmamaya dair biat ettik. Ölüm üzerine biat etmedik. Huneyn günü bu biatimizi unuttuk. Hatta çağrıldık: ´Ey şecere (ağaç) altında biat edenler!´ diye çağrıldık. Bu çağrı üzerine (kaçanlar) geri döndüler.56 Bunun hikmeti şu idi: Kalpler korku ile dolmuş, daha önce verilen sözü unutmuştu. Sonunda onu Hz. Abbas´ın çağrısıyla hatırladılar. Ani olarak kalbe hücum eden şeylerin çoğu böyledir; zira onun iman akdine verdiği zararı unutur. Mârifet unutulduğunda kınama ve tiksinme belirmez; zira tiksinme, mârifetin meyvesidir. İnsanoğlu bazen kendine gelip kalbine hücum eden vesvesenin kendisini ALLAH´ın kahrına müstehak kılan riyadan geldiğini bilir. Fakat buna rağmen şehvetin şiddetinden bu duruma devam eder. Hevâsı, aklına galebe çalar. Hâl-i hazırdaki lezzeti bir türlü terkedemez. Tevbeyi geciktirir veya şiddetli şehvetten onu düşünmez. Nice âlim vardır ki konuşma imkânına sahip olur. O imkânı kullanmaya ancak halka riyakârlık yapmasının kendisini zorladığını da bilir! Fakat buna rağmen yine de devam eder. Bu takdirde aleyhindeki delil daha kuvvetli olur. Çünkü riyanın felaketini, ALLAH katındaki kötülüğünü bile bile riyaya yönelir. Mârifeti, tiksinmeden hâli olduğunda hiçbir yarar sağlamaz. Bâzen de mârifet ile kerâhiyet (tiksinme) birden hazır olurlar. Fakat buna rağmen riyanın çağrısını kabullenir; zira şehvet kuvvetine nisbeten kerâhiyet gayet zayıftır. Böyle bir kimse de tiksinmesinden menfaat görmez; zira tiksinmeden gaye, insanı o fiilden alıkoymaktır. O halde fayda ancak üç şeyin bir arada bulunmasıyla olur. Bu üç şey de mârifet, kerahet ve ibâdır. Bu bakımdan ibâ kerahetin ışığı nisbetindedir. Mârifetin zafiyeti, gaflet, dünya sevgisi ve ahiretin unutulması nisbetindedir. ALLAH katındaki nimetler hakkında az düşünmek, dünya hayatının âfetlerini az düşünmek ve ahiretin büyük nimetini az hesaba katmak nisbetindedir. Bunların bir kısmı diğerini doğurur- Bütün bunların kökü dünya sevgisi, şehvetlerin galebe çalmasıdır. Öyle ise dünya sevgisi, her hatanın başı, her günahın kaynağıdır. Çünkü kalbi öfkelendiren, soğutan, kalp ile akibet hakkında düşünmekten alıkoyan, Kitab, Sünnet ve ilimlerin nûruyla nûrlanmaya engel olan dünya nimeti ve mertebe sevgisinin halâvetidir. Soru: Bir kimse riyayı sevmez, bu da kendisini riyakârlıktan uzak durmaya zorlar. Fakat o buna rağmen tabiatının riyaya meyletmesinden uzak değildir. Tabiatının bu husustaki münakaşalarından kurtulamamakta, fakat tabiatının sevgisini hor görmekte ve icabet etmemektedir. Acaba bu kimse riyakârların zümresine dahil olur mu? Cevap: ALLAH Teâlâ kullara ancak güçlerinin yeteceği kadar yükler. Şeytanı vesveselerinden menetmek, tabiatı şehvetlere meyletmeyecek derecede dumura uğratmak, insan gücünün haricindedir. İnsanın bu husustaki en son imkânı şehvetine, neticelerin, din ilminin, ALLAH´a ve son güne iman etmenin usullerinin bilinmesinden doğan bir kerâhet ve istememezlikle karşı koymasıdır. Bunu yaptığında mükellef olduğu vazifenin en son noktasını yapmıştır. Haberlerden şu rivayet buna delâlet eder: Hz. Peygamber´in sahabîleri, ona şikayet ederek şöyle dediler: Bizim kalbimize öyle şeyler geliyor ki, eğer biz gökten düşüp, kuşlar bizi kapsa ve uzak bir yere atmak üzere rüzgâr gibi götürse, kalbimize gelenleri söylememizden, bizim için daha sevimli olur! Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dedi ki: Siz bunu kalbinizde buldunuz mu? Ashab ´Evet, buluyoruz!´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) İşte o açık imandır´ dedi.57 Ashab vesveseden, kerahet getirip tiksinmekten başka birşey görmediler. ´Açık imandan vesveseyi kasdetti demek mümkün değildir. Bu bakımdan ancak riya ve vesveseye karşı olan kerâhete hamledip tefsir edilir. Bu, her ne kadar korkunçsa da ALLAH hakkındaki vesveseden daha hafiftir. Bu bakımdan en büyüğün zararı kerahet getirmekle defolunduğu takdirde en küçüğünün zararının kerahet getirmekle yok edilmesi daha evlâ ve uygundur. İbn Abbas´ın hadîsinde Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir: Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren ALLAH´a hamd ve senâlar olsun.58 Ebu Hâzım şöyle dedi: ´Nefsinde olanı, nefsin senin için kerih görürse, düşmanından gelen sana zarar vermez. Nefsinden olana, nefsin senin için razı olursa, onu ondan dolayı azarla!´ O halde, şeytanın vesvesesi ve nefsinle olan münâzaasına kaçınma ve tiksinme ile karşı koyduğun zaman sana zarar vermez. Riyayı tahrik eden sebepleri hayale getiren, hatırlatan ve ilimle olan hatarat (vesvese) şeytandandır (şeytanîdir). O hatarattan sonra ´rağbet´ ve ´meyl´ nefistendir. ´Kerâhet´ (bunları istememek) de imandan ve aklın eserindendir. Ancak şeytanın burada bir hilesi vardır. Şöyle ki: Şeytan onu riyaya sevketmekten aciz kaldığı zaman, kendisine şu hayali verir: ´Şeytana karşı mücadele ile meşgul olmakta kalbin salahı vardır!´ Böylece kendisinden ihlâsın sevabını ve kalbin huzurunu almak ister. Çünkü şeytanın mücadelesiyle meşgul olup nefsi müdafaa etmek, insanı ALLAH ile münâcaat etmenin sırrından çevirip, dolayısıyla ALLAH katındaki mertebesinin eksil-mesine sebep olur. Riyadan kurtulanların riyanın hataratını defetmek hususunda dört mertebesi vardır: Birinci Mertebe: Şeytanın yüzüne çarpıp şeytanı yalanla-masıdır. Bununla durmayıp mücadele etmesidir. Çünkü böyle yapmanın kalbine daha selâmetli olduğunu sanır. Oysa bu yaptığı eksikliktir. Çünkü ALLAH´ın münacaatını ye yapmakta olduğu hayrı bırakıp yol kesenlerle mücadele etmeye gitmiştir. Yol kesen-lerle mücadele etmek, sülûkte eksikliktir. İkinci Mertebe: Cidâl ve kıtâlin sülûkte eksiklik olduğunu bilmesidir. O halde sadece şeytanı yalanlar, kovar ve mücadele etmekle meşgul olmaz. Üçüncü Mertebe: Yalanlamakla da meşgul olmaz. Çünkü az da olsa bu meşguliyet bir durgunluktur. Hatta kalbinde riyayı hoş karşılamamayı ve şeytanı yalanlamayı kararlaştırmıştır. Onların üzerinde durup mücadele ve yalanlamakla meşgul olmadan o hoş karşılamamaya devam eder. Dördüncü Mertebe: Riyanın sebeplerinin cereyan ettiğinde şeytanın kendisinden nefret edeceğini anlamıştır. Bu bakımdan, şeytan ne zaman vesvese verirse içinde bulunduğu ihlası daha da artırmaya azmetmiştir. ALLAH´a ibâdet ile daha da fazla meşgul olmalı, sadaka ve ibâdetini daha fazla gizlemelidir. Bütün bunları, şeytanı öfkelendirmek için yapmalı; zira şeytanı öfkelendirir, yolunu tıkarsa tekrar gelip kendisine musallat olamayacağı ümidi kendisinde yerleşir. Fudayl b. Gazvan´a59 ´Filân adam senin gıybetini yapıyor´ denildi. Cevap olararak şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!´ Kendisine ´Ona emreden kimdir?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ona emreden şeytandır. Ya rabbî! Onu affet!´ Yani o hususta ALLAH´a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsın. Şeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenâtının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer. İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Şeytan, kulu günah kapısına dâvet eder. Fakat kul ona itâat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenâtının artmasından korkar)´. Yine şöyle demiştir: ´Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olur. Seni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!´ Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: ´Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzer. Bunlardan dalâlete sapan ve bid´atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased eder. Bu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışır. Dalâlet meclisine dâvet eder. Fakat o icabet etmez. Şeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul eder. Kendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsün. Oysa insan bunun kendisi için daha ıslâh edici olduğunu sanır. O dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır! İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak ister. O da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmaz. Bu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir. Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmaz. Eski durumuna devam eder. Dalâletçi tamamen bundan ümidini keser. Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip gider. Dalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır. Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yapar. Çünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar´. oru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır olmadan önce sakınmak ve gelişini beklemek, mi veya ALLAH´a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mı. veyahut ibâdetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır? Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdir. Basralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: ´Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan müstağnidirler. Buna ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar kendilerini ALLAH´a vermişlerdir. Onun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan şeytan da onların yakasını bırakmıştır. Onlardan ümidini kesip geri kaçmıştır. Nitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi... Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidir. O halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştır. Öyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur´. Şam halkından bir grubun kanaati şudur: ´Yakînî azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtır. Tedbir etmekte ALLAH´ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O´ndan başkasından korkmaz. Şeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve ALLAH´ın irade ettiğinin olacağını bilir. Öyle ise fayda ve zarar ve-rici ancak ALLAH´tır. Arif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdâniyete (ALLAH´ı birlemeye) olan yakîni ârifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!´ İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdır. Basra´lı âlimlerin ´Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidir. Kalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştır. Şeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir! sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hz. Peygamber (s.a) bile şeytanın vesveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildir. Aksine ALLAH´ın sıfatları ve isimlerinde, bid´at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur! Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamaz. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasın. Fakat ALLAH, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır.(Hac/52) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben günde yüz defa ALLAH´tan af talebinde bulunuyorum. Hz. Peygamber´in şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını emretmemesiyle beraber durum budur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla ALLAH´ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdur. Bu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmez. Bu sırra binaen emniyet ve sürur evi olan cennette bile Adem ve Havva (a.s) onun şerrinden emin olamamışlardır. Dedik ki: ´Ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin´.(Tâhâ/117-119) Hz. Adem (a.s) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadı. Madem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi Hz. Musa şöyle demiştir: ´Bu şeytanın amelindendir´ (Maide/93). Bunun içindir ki ALLAH Teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur: Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin. Çünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.(A´raf/27) Başından sonuna kadar Kur´an, insanı şeytandan sakındırmaktadır. O halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? ALLAH´ın emrettiği yerde korkulu davranmak ALLAH´ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildir. Çünkü emrini yerine getirmek de Onu sevmektendir. Nasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir: Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber na-maza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisa/102) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla ALLAH´ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de ALLAH´ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfal/60) Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem ALLAH´ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır, Abdullah b. Muheyriz60 şöyle demiştir: ´Senin gördüğün, onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydır. Seni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir´. O bununla şeytana işaret etmiştir. Durum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardır. Şeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır! ALLAH´ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, ALLAH ile meşgul olmaktan değildir. Böylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadır. Çünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hz. Peygamber´in tevekkülüne zarar getirmemiştir. O halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir. Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik. Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.(Enfal/60) Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin ALLAH olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmez. İşte böylece şeytandan kaçınmakta, ALLAH´ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermez. Tevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların ALLAH´a musahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez. Hâris el-Muhâsibî´nin seçtiği yol budur. İlmin nûruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, ALLAH´ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer, Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir). Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdir. Şeytandan sakınmanın keyfiyeti hakkında, bir grup ´Madem ALLAH bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O´nun zikrinden ve O´ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdır. O´nu tarassud etmek lâzımdır. Çünkü bir lâhzada ondan gafil olmamız bizi helâk olmaya yaklaştırır´ demişlerdir. Başka bir grup da şunları söyledi: ´Sizin dediğiniz şekil, kalbin ALLAH´ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olur. Bu ise, şeytanın istediğidir. Aksine biz ibâdette ALLAH´ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayız. Ondan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruz. Çünkü şeytanı unuttuğumuzda um-madığımız bir yerden çıkıp gelebilir. Tamamen onunla uğraşmaya koyulursak, ALLAH´ın zikrini ihmal etmiş oluruz! Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır´. Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söylediler. Birinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, ALLAH´ın zikrini ihmal etmektedir. Bu bakımdan yanıldığı gizli değildir. Oysa şeytanın bizi ALLAH´ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolunduk. Öyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz? Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak kalbin, ALLAH´ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açar. İçinde zikrullahın nûru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldir. Defetmeye de kuvveti olmaz. Öyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olmaz. İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde ALLAH ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktır. Kalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette ALLAH´ın zikrinden uzak olur. Oysa ALLAH Teâlâ, insanlara zikrini yapmayı,kendisinden başkasını unutmayı emretmiştir. İster İblis, ister başkası olsun.,, Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidir. Kalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. Bütün himmetiyle zikre yönelir. Şeytanın emri kalbine huzur vermez. Çünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanır. Uyandığında onu uzaklaştırır ve ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. ALLAH´ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildir. Aksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat eder. O vakitte uyanmak üzere uyur. Bundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanır. Oysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildir. Öyleyse ALLAH´ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur? Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidir. Sadece ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin hevasını öldürmüştür. Akıl ve ilim nûrunu içine sindirmiştir. Şehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan basiret erbabı (kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardır. Bu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, ALLAH´ı anmakla meşgul olmuşlardır. Zikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdir. Düşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nûruyla nûrlanmışlardır. Oysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenir. Şeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştır. Şeytan ile ALLAH´ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadır. Bu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmez. Basiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur. 52)Müslim, Buhârî 53)İmam Ahmed, Dârimî, Nesâî, İbn Hibban, Taberanî, Hakîm ve Beyhâkî 55)Bu ağaç Hudeybiye´de idi. Hudeybiye Mekke´ye bir konaktan daha yakın ve Cidde yolunda bulunan bir kuyunun ismidir. 56)Müslim 57)Müslim 58)Ebu Dâvud, Nesâî ve Tayalisî 59)Dedesi ed-Dubî kabilesinden Cerir´dir. Kûfeli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, H. 40 senesinde vefat etmiştir.60) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs´te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir. |
Günahları Gizlemenin Ruhsatı ve İnsanların Günahına Muttali Olmalarından ve Kendisini Yermelerinden Hoşlanmamak
İhlâsta esas, için ve dışın bir olmasıdır. Nitekim Hz. Ömer bir kişiye ´Ameli açıktan yapmaya çalış!´ demiştir. Kişi "Ey mü´minlerin emîri! ´Ameli açıktan yapmak´ ne demek?" diye sorunca, Hz. Ömer ´Öyle bir amel yap ki ona herhangi biri muttali olduğu zaman ondan utanmayasın!´ demiştir. Ebu Müslim el-Havlânî dedi ki: ´Büyük ve küçük abdesti bozmak ve ailemle cinsî münasebette bulunmam dışında, halkın hiçbir amelimi bilmesine aldırmam!´ Ancak bu söylenilen derece, herkesin varamadığı büyük bir derecedir. İnsanoğlu kalbi veya âzalarıyla yapıp gizlediği ve halkın bilmesini hoş karşılamadığı günahlardan uzak değildir. Hele şehvet ve istekler hususunda insanoğlunun hatırından geçenler... Oysa ALLAH Teâlâ bütün bunlara muttalidir. Bu bakımdan kulun bu günahları, başka kullardan gizleme çabası, çoğu zaman kul tarafından mahzurlu bir riya olarak görülür. Oysa hiç de öyle değildir. Aksine mahzurlu olan riya, halka muttaki ve ALLAH´tan korkan bir kimse olduğunu göstermek çabasıdır! Oysa esasında da böyle değildir. İşte riyakâr bir kimsenin örtmesi budur. Riyakârlık yapmayan doğru insana gelince o, günahlarını örtebilir. Onun bu husustaki isteği sıhhatli olabilir. Sekiz yönden halkın günahına muttali olmasından dolayı üzülmesi sıhhatli ve yerindedir: 1.Günahlarını örtmesinden ötürü ALLAH´ın memnun olduğunu bilir. Rezil olduğu zaman ALLAH Teâlâ´nın örtüsünü yırtmasından üzülür ve kıyamette de örtüsünü yırtacağından korkar; zira haberde vârid olmuştur ki: ´ALLAH Teâlâ dünyada bir kulunun günahını örterse ahirette de onun günahını örter´.66 O halde, bu üzüntü, imanın kuvvetinden doğan bir üzüntüdür. 2.Kişi bilir ki ALLAH günahların açığa vurulmasını hoş görmez, örtülmesini sever, Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ´Şu günahlardan herhangi birşey irtikâb eden bir kimse ALLAH´ın örtüsüne bürünsün´.67 Kişi her ne kadar günah ile ALLAH´a isyan etmişse de onun kalbi ALLAH´ın sevdiğini sevmekten boşalmamıştır. Bu da iman kuvvetinden kaynaklanır ve ALLAH´ın günahların açığa çıkmasını sevmediğinden kaynaklanır. Buradaki doğruluk eseri ve âlameti; başkasından da günahın zuhur etmesini kerih görmesi ve üzülmesidir. 3.Günahtan ötürü halkın kendisini zemmetmesinden tiksinmesidir. Öyle ki kalbinin ve aklının ALLAH´ın taatinden meşgul olacak derecede tiksinmesidir. Çünkü tabiat, zemmedilmekten eza duyar. Akılla münâzaa eder. Tâattan uzak olur. Bu illetten dolayı kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul edecek, kalbini kaplayacak ve zikirden kendisini uzaklaştıracak olan övülmekten de tiksinmelidir. Bu da imanın kuvvetinden ileri gelir; zira ibâdet için kalbin boşalmasını gönülden talep etmek imandandır. 4.Üzülme korkusu ile halkın zemmetmesinden tiksinmesi, dolayısıyla günahını örtmesi ve örtülmesidir. Çünkü zemmetmek,vurmanın bedene elem vermesi gibi kalbe elem verir. Kalbin zemmedildiği için elem duymasından korkması haram değildir. İnsan böyle bir korkudan dolayı âsi olmaz. Ancak nefsi halkın zemminden korktuğu, halkın zemminden dolayı caiz olmayanı yapmaya kendisini dâvet ettiği takdirde günahkâr olur. Halkın zemminden dolayı üzülmemek ve elem duymamak insana farz değildir. Evet doğruluğun kemâli, kendisinden halkın görmesini silmedir. Şöyle ki: Kendisini zemmeden ile medhedeni eşit görür. Çünkü bilir ki zarar ve faydayı ancak ALLAH Teâlâ verir. Kulların tümü acizdirler. Böyle olanlar cidden azdır. İnsanların çoğu, başkasının zemmetmesinden dolayı elem duyar. Çünkü zemmetmekte eksikliği hisseder. Zemden dolayı elem duymasının bazı kısımları dinen övülür. Zemmeden, din hususunda basiret ehlinden olan bir kimse ise, bu takdirde, zemminden elem duymak övülmeye vesile olur. Çünkü böyle kimseler, ALLAH´ın (yeryüzünde) şahidleridir. Onların zemmetmeleri ALLAH´ın zammetmesine ve dinde eksikliğe delâlet eder. O halde nasıl bundan üzülmesin! Evet! Kötü olan üzüntü, takvadan dolayı övülmenin elden gitmesine üzülmektir. Sanki kişi, takvadan dolayı, övülmesini sever ve ister. Oysa ALLAH´a yapmış olduğu ibâdetten dolayı övülmeyi istemesi caiz değildir. Nasıl caiz olabilir? Bu takdirde ALLAH´ın ibâdetiyle, ALLAH´tan değil, bir başkasından mükâfat beklemiş olur! Eğer nefsinde böyle birşey hissederse derhal buna nefret ve redle mukabele etmelidir. Tabiî olarak mâsiyetten dolayı, başkasının zemmetmesinden tiksinmek ise kötü değildir. Bu tenkidden sakınmak için günahını örtebilir. Kulun övülmeyi sevdiği, fakat zemmedilmeyi de kerih gördüğünü düşünmek mümkündür. Ancak kulun buradaki maksadı, halkın hem övmek, hem de zemmetmek bakımından kendisini bırakmasıdır. Nice kimseler vardır ki övülmenin zevkini kaybetmeye karşı sabreder de zemmetmenin elemine karşı sabredemez; zira övülmek zevk verir. Zevkin yokluğu ise insanı üzmez, zemmetmek ise üzücüdür. Bu bakımdan ibâdet için övülmeyi istemek, ibadetine karşılık peşin sevap talep etmek demektir. Günahtan dolayı zemmedilmeyi kerih görmekte ise, bir husustan başka bir mahzur yoktur. O da halkın günahına muttali olmasının üzüntüsünün kendisini ALLAH´ın muttali olmasından meşgul etmesidir. Bu ise dinde eksikliğin en son noktasıdır. Uygun olan, ALLAH´ın muttali olmasından ve zemmetmesinden daha fazla üzülmesidir. 5.Zemmetmeyi, zemmedenin ALLAH´a isyan etmesine vesile olur diye kerih görmektir. Bu düşünce de imandan gelir. Bunun doğru olmasının alâmeti, kişinin başkasını zemmetmeyi de kerih görmesidir. Fakat tabiat cihetinden gelen acı ise bunun tam tersinedir. 6.Günahını, günahı bilindiği zaman, herhangi bir şerre mâruz kalmamak için örtmesidir. Bu, zemmetmekten duyduğu elemin ötesinde bir mânâ taşır; zira zemmetmek, kalbin eksiklik ve hasisliğini hissetmesi bakımından elem vericidir. Her ne kadar zemmedenin, kendisine herhangi bir kötülük dokundurmasından emin ise de bazen sebeplerin herhangi biriyle günahına muttali olan bir kimsenin şerrinden korkar. Bu bakımdan bundan kaçınmak için günahını örtebilir. 7.Mücerred hayadır. Çünkü mücerred haya da zemmin elemi ve şer ile kasdetmenin ötesinde bulunan elemin bir türüdür. Bu iyi bir ahlâktır. Gençliğin başlangıcında akıl nûru doğduğu zaman meydana gelir. Dolayısıyla kişi, kendisinde görüldüğü zaman kabahatlerden utanır. Bu, övülen bir vasıftır; zira Hz. Peygamber (s.a)şöyle buyurmuştur: Muhakkak ALLAH, haya eden ve hâlim bir kimseyi sever.71 Bu bakımdan fâsıklık yapıp da halkın fâsıklığına muttali olmasından perva etmeyen bir kimse, fâsıklık suçunun yanına, denâet, kabahat ve hayasızlığı da eklemiş olur! O halde günahını örtüp utanan bir kimseden, düşüklük bakımından, bu daha ileride ve daha şiddetlidir. Ancak haya, riya ile karışıktır. Büyük bir riya ile karışmıştır. Bunu idrâk eden pek azdır. Her riyakâr utandığını iddia eder. İbâdetleri güzelce yapmasının sebebinin halktan haya etmesi olduğunu savunur. Bu ise yalandır. Aksine haya, bir ahlâktır. Kerim tabiattan kaynaklanır. Onun ardından riyanın çağırıcısı ile ihlâsın çağırıcısı gelir. Onunla beraber ihlâslı olmak da, onunla beraber riyakâr olmak da tasavvur edilir. Açıklaması şöyledir kişi, bir dostundan, karz (borç) olarak birşey ister. O dostun nefsi, o miktarı borç olarak vermeyi istemez. Ancak dostunu boş çevirmekten utanır ve eğer başkasının diliyle konuşursa utanmayacağını düşünür. Yani ne riya için, ne de sevap için borç vermek istemez. İşte bu durumda kişi için birçok haller vardır: Birincisi, perva etmeden, açıkça reddetmesidir. Böylece hayasının az olduğu söylenecektir. Bu, hayâsı olmayanın fiilidir; zira hayalı olan bir kimse ya geçerli bir sebep gösterir veya borç verir. Eğer verirse kendisi için üç durum tasavvur edilir: Birinci Durum: Riyayı hayaya karıştırmaktır. Şöyle ki: Hayası sebebiyle, isteyene vermemek, gözünde çirkin görünür. Dolayısıyla riya duygusu da kabarır ve der ki: ´Seni övsün, ismini cömertlikle ansın diye vermen uygundur´ veya ´Seni zemmedip cimriliğe nisbet etmesin diye vermen gerekir´ der. Kişi bu durumda verdiği takdirde riyadan ötürü vermiş olur. Riyayı harekete geçiren şey ise, hayanın kabarmasından başka birşey değildir. İkinci Durum: Hayâdan ötürü vermenin kendisi için mümkün olmamasıdır. Nefsinde cimrilik vardır. Dolayısıyla vermek de zorlaşır. Bu bakımdan ihlâsın duygusu kabarır ve kendisine şöyle der: ´Sadaka bir sevap kazandırır. Borç vermek ise onsekiz sevap kazandırır´. (Haberde böyle vârid olmuştur). O halde, borç vermede büyük bir ecir vardır. Bu bir dostun kalbini sevindirmek demektir. Bu ise, ALLAH´ın nezdinde, övülen bir haslettir. Buna binaen nefis, bunu vermek cömertliğinde bulunur. İşte bu muhlistir. İhlâsın haya harekete geçirmiştir. Üçüncü Durum: Sevaba bir rağbeti olmadığı gibi, tenkid edilmekten de herhangi bir korkusu yoktur. Övülmeyi de sevmemektedir. Çünkü eğer o dostu mektupla kendisinden istemiş olsaydı ona vermezdi. Bu bakımdan sadece hayâdan dolayı ona vermiş oldu. O hayâ, kalbinde hissettiği hayâ elemidir. Eğer hayâ olmasaydı mutlaka geri çevirirdi. Eğer kendisinden utanmayacağı veya yabancı biri gelmiş olsaydı, o adam ne kadar kendisini övmüş olsa ve ona vermekte ne kadar sevap olsa da yine ona vermez, onu boş çevirirdi. Bu bakımdan bu mücerred hayâdır. Bu, ancak günahları irtikâb etmemek ve cimrilik gibi çirkinliklerde tasavvur edilebilir. Riyakâr bir kimse mübahlardan da utanır. Hatta o, aceleyle yürürken görünse derhal riya için sakin yürümeye başlar. Gülerken göründüğü zaman derhal yüzünü buruşturur ve bunu da hayâ için yaptığını iddia eder. Bu ise riyanın ta kendisidir. Denilmiştir ki, hayânın bazısı zayıflıktır. Bu söz doğrudur. Bundan gaye, çirkin olmayan birşeyden hayâ etmektir. Halka vaaz etmek, namazda imamlık yapmaktan hayâ etmek, çocuk ve kadınlar için güzeldir. Aklı başında olanlar için güzel değildir. Bazen bir ihtiyar adamdan bir günah görünür. Onun ağarmış saçından, sakalından utanılarak o günahı tenkid edilmez. Çünkü müslüman bir ihtiyara hürmet etmek, ALLAH´a hürmet etmektendir. Bu tür hayâ güzeldir. Bundan daha güzeli ALLAH´tan utan-maktır. Bu bakımdan emr-i bi´l-mâruf yapmayı terketmemelidir. O halde, kuvvetli olan kimse, ALLAH´tan utanmayı halktan utanmaya tercih eder. Zayıf bir kimsenin ise, buna gücü yetmez. İşte bunlar öyle sebeplerdir ki onlar için çirkinlik ve günahların örtülmesi caizdir. 8. Başkasının günaha cüret etmesinden ve bu hususta kendisine uymasından korkarak günahı örtmektir. Bu tek illet, ibadetin belirtilmesinde geçerlidir. O da örnek olmaktır. Bu imamlara veya kendisine uyulan kimselere mahsustur. Bu illetten dolayı günahkâr, günahını aile efradından ve çocuklarından gizlemelidir. Çünkü onlar, ondan bunu öğrenebilirler. Bu bakımdan günahın örtülmesinde saymış olduğumuz sekiz özür vardır. İbâdetin izhar edilmesinde ise ancak bir tek özür mevcuttur. Kişi günahını örterek halka muttaki olduğu imajını vermek istiyorsa, riyakâr olur. Nitekim ibâdetin izharından da maksadı bu olduğunda riyakâr olduğu gibi... Soru: Kul için, salihliğinden dolayı, halkın övmesini istemesi caiz midir ve bundan dolayı halkın kendisini övmesine sevinmesine ruhsat var midir? Oysa adamın biri Hz. Peygamber´e şöyle demiştir: ´Beni öyle bir ibâdete muttali kıl ki ondan dolayı hem ALLAH, hem de insanlar beni sevmiş olsunlar!´ Hz. Peygamber de ona şöyle buyurmuştur: Dünya hakkında zâhidlik yap! ALLAH seni sever. Bu dünyayı insanların kucağına at, onlar da seni severler.72 Cevap: İnsanların seni sevmelerinden hoşlanman, bazen mübah, bazen güzel, bazen de kötü olur. Güzel olanı, ALLAH´ın seni sevdiğini onun vasıtasıyla bildiğinden dolayı onu sevinendir. Çünkü ALLAH Teâlâ, bir kulu sevdiği zaman, kullarına da onu sevdirir. Kötü olanı, haccından, cihadından, namazından, belli bir ibâdetinden dolayı onların seni sevmelerini istemendir. Çünkü böyle bir sevgi, ALLAH´ın vereceği sevaptan ziyade dünyada ibâdete karşı acil bir karşılık talep etmektir. Mübah olanı ise, belli ve övülen ibâdetlerden başka, övülen birtakım sıfatlardan dolayı seni sevmelerini istemendir. Böyle birşeyi sevmen, malı sevmen gibidir. Çünkü kalpleri elde etmek, malları elde etmek gibi meşrû hedeflerin vesilesidir. Bu ikisinin arasında fark yoktur. ____________________- 66)Müslim, (Ebu Hüreyre´den) 67)Hâkim, Müstedrek 68)Müslim 69)Müslim, Buhârî 70)Müslim, Buhârî 71)Taberânî |
All times are GMT +3. The time now is 00:55. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025