![]() |
Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler
Müridin işin başlangıcında nefsini evlenmekle meşgul etmemesi gerekir. Çünkü evlenmek, insanı meşgul eden ve müridi seyr u sülûkten alıkoyan, kadınlara yakınlaşmaya götüren bir durumdur. Oysa ALLAH´tan başkası ile yakınlaşan bir kimse ALLAH´tan uzaktır! Sakın Hz. Peygamber´in çok evlenmesi müridi aldatmasın. Çünkü Hz. Peygamber´in kalbini dünyada olanların hiçbiri ALLAH´tan uzaklaştırmazdı. Bu bakımdan melekler hiçbir zaman demircilerle kıyas edilemez ve bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Evlenen bir kimse dünyaya meyletmiştir´. Yine şöyle demiştir: Hiçbir mürid görmedim ki evlenip de eski halinde dursun!´ Bir ara kendisine şöyle denildi: ´Senin kendisiyle yakınlık kuracak bir kadına ihtiyacın var´. Cevap olarak ´Hayır! ALLAH nasip etmesin, evlenip kadına yakınlaşmak ALLAH´tan uzaklaşmak demektir´ demiştir. Yine şöyle demiştir: ´Çocuk, mal veya kadın, seni ALLAH´tan meşgul ediyorsa, o senin için uğursuzdur´. Bu bakımdan Hz. Peygamber´den başkası, Hz. Peygamber´e nasıl kıyas edilebilir? Oysa Hz. Peygamber´in ALLAH sevgisine dalması öyle bir raddeye gelmişti ki bazen sevgi içerisinde cayır cayır yandığını hissederdi. Öyle bir dereceye gelmişti ki bazı durumlarda bu sevginin bedenini paramparça etmesinden korkulurdu. İşte bu sırra binaen Hz, Peygamber, elini zevcesi Âişe´nin oyluk kemiği üstüne vurarak şöyle demiştir: Ey Âişe! Benimle konuş!53 Hz. Peygamber bu sözü, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ağırlığından Âişe´nin konuşmasıyla bir zaman için -az da olsa-kurtulmak maksadıyla söylemişti. Çünkü bedeninin buna tahammül edemeyeceğini düşünüyordu. Hz. Peygamber´in tabiatı, ALLAH ile yakınlaşmaktı. Halk ile yakınlaşmak ise geçicidir. Sadece bedenine acıdığı içindir. Sonra Hz. Peygamber, halk ile uzun zaman beraber oturmaya katlanamazdı. Canı sıkıldığı zaman şöyle derdi: Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!54 Bunu, gözünün nûru olan namaz için ezan okuması anlamında söylerdi. Bu bakımdan, zayıf bir kimse kendini bu şekilde ele alırsa aldanır. Çünkü anlayışlar, Hz. Peygamber´in fiillerinin sırlarına vâkıf olmaktan âcizdir. Bu bakımdan müridliğin şartı, marifette kuvvet buluncaya kadar, başlangıçta bekar olmaktır. Tabiî bu da şehvet kendisine galebe çalmadığı zaman sözkonusudur. Eğer şehvet kendisine galip gelirse, şehveti uzun bir açlık ve devamlı oruçla kırmalıdır. Eğer şehvet buna rağmen eksilmezse ve gözünü (haramdan) koruyacak derecede değilse -tenasül uzvunu koruyacak güçte olsa bile- evlenmek böyle bir kimse için daha evlâdır ki şehveti sükûnet bulsun! Aksi takdirde gözünü korumadığı müddetçe fikrini de koruyamaz. Böylece himmeti dağılır ve çoğu zaman güç yetiremediği bir belâya düçar olur. Zaten göz zinası da küçük günahların büyüklerindendir. Göz zinası, kısa bir zamanda fahiş olan büyük günaha (zinaya) götürür. Gözünü haramdan korumaya gücü yetmeyen bir kimse, tenasül uzvunu korumaya da güç yetiremez demektir. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Haram bakıştan sakının! Çünkü haram bakış kalbe şehvet tohumunu eker. Fitne olarak bu durum yeter de artar bile!´ Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "Hz. Davud için fitne, ancak haram bakıştan gelmişti ve bu sırra binaen Hz. Davud (a.s) şöyle dedi: ´Ey oğul! Arslan ve yılanların arkasından git de bir kadının arkasında yürüme!´ Hz. Yahya´ya (a.s) şöyle soruldu: ´Zinanın başlangıcı nedir?´ Cevap olarak ´Bakmak ve temenni etmektir!´ dedi". Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "İblis der ki: ´O benim eski okumdur. O benim öyle bir okumdur ki onunla attığımda hedefi şaşırmam!´ İblis bununla ´haram bakış´ı kastediyor". Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Haram bakış, İblis´in oklarından zehirli bir oktur. Kim ALLAH´tan korkarak onu terkederse, ALLAH Teâlâ ona öyle bir iman verir ki o imanın tadını kalbinde hisseder...55 Ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.56 Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının! Çünkü İsrail oğullarının fitnesinin başlangıcı kadınlar tarafındandı.57 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Mü´min erkeklere söyle: ´Gözlerini haram bakıştan kapatsınlar!´(Nûr/30) Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: Her insanın zinadan nasibi vardır. Gözler zina ederler. Onların zinası bakıştır. Eller zina ederler. Onların zinası tutmaktır. Ayaklar zina ederler. Onların zinası (harama doğru) yürümektir. Ağız zina eder. Onun zinası öpmektir. Kalp himmet eder veya temennide bulunur. Tenasül organı ise ya kalbi tasdikler veya yalanlar.58 Ümmü Seleme şöyle anlatır: İki gözü kör olan İbn Ümmi Mektum (Abdullah b. Kays), Hz. Peygamber´in huzuruna gelmek için izin istedi. Beri ve Hz. Peygamber´in Meymune adlı zevcesi Hz. Peygamber´in yanında bulunuyorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber ikimize ´Perdenin arkasına çekiliniz!´ dedi. Hz. Peygamber´e ´İbn Ümmi Mektum´un gözleri kör değil mi?´ dedik. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Siz ikiniz onu görmüyor musunuz?59 Bu hadîs-i şerîf, kadınların, âmâ olan erkeklerle matem ve düğünlerde âdet olduğu gibi beraber oturmalarının câiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âmâ olan bir kimseye kadınlarla tenha bir yerde bulunmak haramdır. Kadına da âmâ ile oturmak, ihtiyaç olmaksızın ona bakmak haramdır. Kadınların erkeklerle konuşması ve erkeklere bakması sadece umumî ihtiyaç için câiz kılınmıştır. Bu bakımdan kişi gözünü kadından tutmaya muktedir ise de tüysüz çocuklardan tutmaya muktedir olmadığından dolayı evlenmek kendisi için daha iyidir. Çünkü tüysüz çocuklar için fitne daha yaygındır. Zira kişinin kalbi bir kadına meylederse, onunla evlenmek sûretiyle mübah bir şekilde ona ulaşabilir. Şehvet ile tüysüz çocuğun yüzüne bakmak ise haramdır. Hatta kalbi tüysüz çocuğun suretinin güzelliğiyle etkilenip; tüysüz çocuk ile sakallı arasında fark olduğunu idrak eden kimsenin tüysüz çocuğa bakması helâl değildir. İtiraz: Her his sahibi, şüphesiz güzel ile çirkin arasındaki farkı idrak eder ve asr-ı saâdetten bu yana da tüysüz çocukların yüzleri açık bırakılmıştır. Cevap: Ben ayırmaktan, sadece gözün ayırmasını kasdetmiyorum. Kişinin aradaki farkı idrak etmesi, yemyeşil ağaçla kupkuru ağaç, saf su ile bulanık su arasındaki farkı idrak etmesi gibi olmasını kastediyorum. Üzerinde çiçek ve yapraklar bulunan ağaç ile çiçekleri dökülen ağaç arasındaki farkı idrak etmeyi kastediyorum. Çünkü kişi bunların birisine, hem gözü, hem de tabiatiyle meyleder. Fakat bu meylediş, şehvetten uzak bir meyildir ve bunun için de kişi çiçeklere, güllere dokunup öpmek istemez. Saf suyu öpmeyi düşünmez. Güzel bir genç de böyledir. Bazen göz ona meyleder. Onunla çirkin bir yüz arasındaki farkı idrak eder. Fakat bu öyle bir farkediştir ki onda şehvet yoktur. Bu, nefsin yaklaşması, dokunması ve meyletmesiyle bilinir. Ne zaman bu meyil kişinin kalbinde bulunursa ve kişi güzel yüz, güzel bitkiler, nakışlı elbiseler ve süslü tavanlar arasındaki farkı idrak ederse, kişinin o yüze bakması şehvet bakışıdır ve haramdır. İşte bu husus, halkın gevşeklik gösterdiği bir husustur. Bu gevşeklik, halkı bilmedikleri tehlikelere sürükler. Âriflerden biri şöyle demiştir: ´Ben ibâdet eden bir genç için yırtıcı bir canavarın, o gencin yanında oturan tüysüz bir çocuktan daha tehlikeli olduğunu sanmıyorum´. Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi, ayaklarının parmaklarından ikisiyle şehveti irade ederek bir tüysüz çocukla oynarsa bu yaptığı livata sayılır!´ Selefin birinden rivayet ediliyor ki şöyle demiştir: ´Bu ümmette üç çeşit lûtî olacaktır: Birincisi bakar. İkincisi el sıkar. Üçüncüsü de bu işi fiilen yapar!´ Durum bu iken, o halde yeni yetişen tüysüzlere bakmanın âfeti büyüktür. Bu bakımdan mürid, gözünü kapatmaktan, fikrini kontrol altına almaktan âciz olduğu zaman, kendisi için güzel olan, evlenmek sûretiyle şehveti kırmaktır. Zira bazı nefisler vardır ki onun şehveti aç bırakmakla kırılmaz. Biri şöyle anlatıyor: "Benim şehvetim, güç yetiremiyeceğim derecede bana galebe çaldı. Bu esnada ben çokça ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs göründü, bana ´Sen neden böyle sızlanıyorsun?´dedi. Ona durumumu anlattım. ´Bana doğru gel!´ dedi. Ona doğru gittim. Elini göğsümün üzerine koydu. O elin serinliğini ciğerimin ortasında ve bütün bedenimde hissettim. Sabahladığım zaman bendeki şehvet kayboldu. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra şehvet tekrar geldi. Yine ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs bana geldi ve dedi ki: ´Sendeki şehvetin gitmesini, buna karşılık senin boynunu vurmamı ister misin?´ Ben ´Evet! İsterim!´ dedim. Bunun üzerine bana ´O halde boynunu uzat!´ dedi. Ben de boynumu uzattım. O şahıs, nûrdan yapılmış bir kılıcı kınından çekti ve onunla boynumu vurdu. Sabahladığımda o şehvet benden gitmişti. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra o şehvet veya ondan daha şiddetlisi tekrar geldi. Bu sefer rüyamda bir şahıs kaburgamla göğsümün arasında durup bana hitap ederek şöyle diyordu: ´ALLAH senden razı olsun! ALLAH´ın kaldırılmasını sevmediği bir şeyi kaldırmak için ALLAH´a daha ne kadar yalvaracaksın´. Bunun üzerine evlendim, şehvet de kesildi ve çocuğum da oldu!" Mürid, evlenmeye muhtaç olduğu zaman, evlenirken ve evliliğin devamında müridliğin şartını terketmemelidir. Nikâhın başlangıcında güzel niyetle, devamında ise güzel ahlâk, yaşantının düzelmesi ve kadının haklarını yerine getirmekle müridliğin şartını terketmiş olmaz. Nitekim biz bunları Nikâh Adabı bölümünde tafsilatlı bir şekilde zikretmiştik. Onu tekrar etmekle kitabı uzatmayacağız. İradenin doğruluğunun alâmeti, fakir ve dindar bir kadınla evlenmek, zengin kadın aramamaktır. Adamın biri şöyle demiştir: "Zengin kadınla evlenen bir kimse beş zorluk ile karşılaşır: 1.Mehrinin çok olması 2.Zifafın geciktirilmesi 3.Kadının kocasına hizmet etmekten kaçınması 4.Nafakanın çokluğu 5.Kişi zengin kadını boşamak istediği zaman, kadının malının elinden gitmesinden korkarak bunu yapamaz. Fakir kadının durumu ise, bunun tam aksinedir". Yine adamın biri şöyle demiştir: "Kadının dört yönden erkekten daha düşük olması uygundur, aksi takdirde kadın erkeği hakir görür. Bu dört şey şunlardır: 1.Yaşça erkekten küçük, olmalı 2.Boyca erkekten kısa olmalı 3.Malca erkekten fakir olmalı 4.Nesebce erkekten düşük olmalıdır. Dört hasletle de erkekten üstün olması uygundur: 1.Güzellikte erkekten daha üstün olmalı 2.Terbiye açısından erkekten daha ilerde olmalı 3.Takvâda erkekten daha ilerde olmalı 4.Ahlâkça da erkekten daha üstün olmalıdır´"1. Evliliğin devamında niyetin doğruluğunun alâmeti ahlâktır. Müridlerden biri bir kadınla evlendi. Kadına o kadar hizmet etti ki kadın utanıp kocasını babasına şikayet ederek şöyle dedi: ´Ben bu kişi hakkında hayrete düşüyorum. Senelerden beri evindeyim. Tuvalete gittiğimde mutlaka benden önce suyu tuvalete götürüp bırakıyor´. Bir kimse güzel bir kadınla evlendi. Zifaf yaklaştığı zaman kadın çiçek hastalığına tutuldu. Kadının ailesi bundan dolayı pek mahzun oldular. Kocasının kendisini çirkin göreceğinden korktular. Bunun üzerine adam onlara gözünün ağrıdığını, sonra da gözünün kör olduğunu bildirdi. Böylece zifafa girdi ve onların üzüntüsü de gitti. O kadın, bu kocasının yanında yirmi sene kaldı, sonra vefat etti. Adam yirmi sene kapadığı gözünü açtı. Kendisine ´Neden yirmi seneden beri bu zahmete katlandın?´ denildiğinde şu cevabı verdi: ´Hanımımın ailesi üzülmesin diye bunu yaptım´. Kendisine ´Bu ahlâkınla sen, arkadaşlarını geçtin!´ dediler. Sûfîlerden biri kötü huylu bir kadınla evlendi. Kadının her türlü eziyetine sabrediyordu. Kendisine ´Neden bu kadını bozamıyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Onun eziyetlerine dayanamayacak birinin onu alarak zahmet çekmesinden korktuğum için onu boşamıyorum´ dedi. Eğer mürîd evlenirse, işte böyle olması uygundur. Eğer evlenmeyi terketmeye gücü yeterse, evlenmemek daha evlâdır. Fakat nikâhın faziletiyle, ahiret yolunun seyr u sülûkünü bir arada tutmaya imkânı olmadığını ve evlenmenin, kendisini bu durumdan alıkoyacağını anlarsa bekâr kalması daha iyidir. Rivayet ediliyor ki Muhammed b. Süleyman el-Hâşimî´nin günlük geliri seksen bin dirhemdi. Bu zat Basra halkına ve âlimlerine evlenmek hususunda bir mektup yazdı. Bütün Basralılar, Rabiat´ul-Adevîye´nin uygun olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine Muhammed, Rabia Hâtun´a şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! ALLAH Teâlâ beni dünya kazancından günde seksen bin dirhem gelire sahip kılmıştır. Pek fazla bir zaman geçmeden ben onu yüzbine çıkarırım. Ben bu servetin bir mislini sana vereceğim. Bu bakımdan bana evlenmek hususunda müsbet cevap ver! Râbia Hâtun cevap olarak kendisine şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım. Dünya hususundaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır. Dünyaya rağbet göstermek, üzüntü ve gam getirir. Sana bu mektubum geldiği zaman, sen azığını hazırla, âhiret için gönder. Kendi kendinin vasîsi ol. Başkalarını mirasını taksim etmek için vasî yapma! Devamlı oruç tut! İftarın ölüm olsun! Bana gelince, eğer ALLAH Teâlâ bana, sana verdiğinin birkaç mislini ve birkaç katını verse bile, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa ALLAH´tan başka birşey ile meşgul olmak bana zor gelir. Râbia Hâtunun bu sözü insanı ALLAH´tan başka şeyle meşgul eden her şeyin noksanlık olduğuna işarettir. Bu bakımdan mürid, haline ve kalbine bakmalıdır. Eğer halinin ve kalbinin bekarlıkta daha güzel olacağını anlarsa, bekarlık kendisi için daha yaklaştırıcıdır. Eğer bundan âciz olursa evlenmek daha iyidir. Bu illet ve hastalığın ilâcı üç şeydir. 1.Açlık 2.Gözü haramdan korumak 3.Kalbi meşgul eden bir vazife ile uğraştırmak Eğer bu üç tedavi şekli fayda vermezse, o zaman bu hastalığın kökünü kesen yegana ilâç evlenmektir ve bu sırra binaen selef erken evlenir ve kızlarını da erken evlendirirlerdi . Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: "İblis herhangi bir kimseden ümitsiz olduğu zaman, muhakkak kadın1ar kanalı1a ona yaklaşmak ister´. Yine Said, seksen dört yaşında iken ve bir gözü kör olduğu, diğer gözü de geceleyin görmediği halde şöyle demiştir: ´Bence şehvet yönünden kadınlardan daha korkunç birşey yoktur!´ Abdullah b. Ebu Veda´dan şöyle rivayet edilir: "Ben Said b. Müseyyeb´in sohbetine katılırdım. Bir müddet yanına gelmedim. Kendisine geldiğim zaman ´Sen neredeydin?´ diye sordu. ´Ailem vefat etti. Onunla meşguldüm!´ dedim. Said ´Neden bize haber vermedin ki biz onun cenazesine iştirak ederdik´ dedi. Sonra kalkmak istedim. Bana ´Sen herhangi bir kadından söz aldın mı?´ dedi. Ben ona ´ALLAH senden razı olsun! Kim bana kız verir. Ben iki veya üç dirhem paraya sahibim!´ dedim. Said ´Ben veriyorum!´ dedi. Ben ´Sen mi kızını bana veriyorsun?´ dedim. Said ´Evet´ dedi. Hemen ALLAH´a hamdetti. Hz. Peygamber´e salât ve selâm okudu ve kızını iki veya üç dirhem mehir karşılığı bana nikahladı. Ben sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette ayağa kalktım. Evime gittim. Parayı kimden alayım ve kime borç edeyim diye düşündüm. Sonra akşam namazını kılarak evime döndüm, çırayı yaktım. Orucumu açmak için akşam yemeğini getirdim. Yemeğim de ekmekle zeytindi. Birden kapı vuruldu. Ben ´Kimdir kapıyı çalan?´ dedim. Çalan ´Said´dir´ dedi. Ben Müseyyeb´in oğlu Said hariç, ismi Said olan herkesi kalbimden geçirdim. Çünkü Müseyyeb´in oğlu Said, kırk seneden beri evi ile mescidin arasından başka bir yeri görmüş değildi. Kapıya çıkınca Said b. Müseyyeb´i gördüm. Kızı hakkında aklına birşey geldi de onu bana söylemek için geldiğini zannettim. ´Ya Ebu Muhammed! Keşke sen bana haber verseydin de ben sana gelseydim´ dedim. Said ´Hayır! Ben sana gelmeye daha müstehakım!´ dedi. Ben ´O halde emrin nedir?1 diye sorunca, Said ´Sen yeni evlenmiş bir kimsesin. Ben senin bu gece tek başına sabahlamanı çirkin gördüm. İşte senin hanımın!´ dedi. Baktım ki kızı arkasında ayakta duruyor. Sonra kızın elini tuttu. Kızı kapıdan içeri itti ve kapıyı kapattı. Kız hayâ ve utangaçlıktan yere düştü. Ben de kapıya tutundum. Sonra içinde ekmekle zeytin bulunan çömleğe gittim. Kız onu görmesin diye çıranın gölgesinde gizledim. Sonra evin damına çıktım. Komşulara taş atarak haber verdim. Bana gelerek ´ne oldu?´ diye sordular. Onlara ´ALLAH sizden razı olsun! Said b. Müseyyeb kızını bugün benimle evlendirdi ve benim haberim olmaksızın bu gece getirdi!´ dedim. Onlar Said mi sana kızını verdi?´ dediler. Ben´Evet!´ dedim. Onlar ´Kız evde mi?´ dediler. Ben ´Evet!´ dedim. Komşular kızın yanına iniverdi. Haber anneme gitti. Annem gelip ´Ben kızı hazırlayıncaya dek kıza dokunursan yüzüm senin yüzüne haram olsun´ dedi. Üç gün sonra zifafa girdik. Baktım ki kız, bir kadın güzelidir. ALLAH´ın Kitabı´nı herkesten daha güzel hıfzetmiş, Hz. Peygamber´in sünnetini herkesten daha iyi bilir, kocanın hakkını herkesten daha iyi anlar bir kadındı. Bir ay ne ben Said´e gittim ne de o bana geldi. Bir aydan sonra ona gittim. Ders halkasındaydı. Ona selâm verdim. Selâmımın karşılığını verdi. Halk dağılıp gidinceye kadar benimle konuşmadı. Sonra bana ´O kimsenin (kızını kastediyor) hâli nedir?´ diye sordu. Ben cevap olarak ´Ey Ebu Muhammed! Hayırlıdır; dostu sevindirecek ve düşmanı kızdıracak bir durum üzeredir´ dedim. Said bana ´Eğer onun herhangi bir şeyi seni şüphelendirme, bastona yapış!´ dedi. Ben evime döndüm. Said bana yirmi dirhem gönderdi". Abdullah b. Süleyman şöyle anlatıyor: ´Said b. Müseyyeb´in bu kızını Abdülmelik b. Mervan, oğlu Velid´i veliahd yaptığı zaman istedi. Fakat Said, kızını Velid´e vermedi. Abdülmelik o günden sonra Said´in aleyhinde bir fırsat kolluyordu. Hatta soğuk bir günde Said´e yüz sopa vurdurup başına bir testi su döktü ve kendisine ceza olarak yünden yapılmış bir cübbe giydirdi´. İşte ey okuyucu! Said´in o gece zifaf hususunda acele etmesi, şehvet felaketinin ne olduğunu sana bildirmekte ve dinde şehvet ateşini evlenmekle söndürmenin vâcib oluşunu sana haber vermektedir. ALLAH ondan razı olsun ve onu rahmetine kavuştursun! 52) Nikâh bölümünde geçmişti 53)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 54)Namaz bölümünde geçmişti. 55)Nikâh bölümünde geçmişti. 56)Buhârî, Müslim 57)Müslim 58)Buhârî, Müslim 59)Ebu Dâvud, Nesâî,Tirmizi |
Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti
İnsan için bu şehvet, şehvetlerin en zorlusudur. Heyecan anında akla en fazla karşı çıkan bu şehvettir. Ancak neticesi çok çirkindir ve insan onun açığa çıkmasından utanır ve onu yapmaktan korkar. İnsanların çoğunun o şehvetin isteğinden kaçınması ya acizliğinden, ya korktuğundan, ya utandığından veya bedenini koruduğundandır. Bu sebeplerin hiçbirisinde sevap yoktur. Çünkü böyle yapmak, nefsin isteklerinden birini diğerine tercih etmek demektir. Evet! Güç yetirememek de ismet ve korunmaktandır. Bu bakımdan bu engellerde bir fayda vardır. O da günahın defi ve ber taraf edilmesidir. Çünkü zinayı terkeden bir kimseden -hangi sebeple terkederse etsin- zinanın günahı düşer. Ancak fazilet ve büyük sevap, zinaya gücü yettiği, engeller ortadan kalktığı ve sebepler kolaylaştığı halde terketmektedir. Şehvetin -bütün imkânlar bulunduğu halde- sırf ALLAH rızası için terkedilmesi daha da üstün olur, Bu derece sıddîkların derecesidir ve bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim (nikâhı kendisine helâl olana) aşık olursa, iffetine bürünüp aşkını gizler ve dolayısıyla ölürse, o şehiddir.60 Hz. Peygamber ´Yedi. sınıf vardır: Kıyamet gününde ALLAH´ın arşının gölgesinden başka gölge olmadığı günde ALLAH Teâlâ onları arşının gölgesinden gölgelendirir´61 buyurarak bu yedi sınıftan biri olarak da, güzel ve soylu bir kadın tarafından zinaya davet edilen ve bu davete karşılık ´Ben âlemlerin rabbi olan ALLAH´tan korkarım´ diyen kişiyi saymıştır. Hz. Yusuf (a.s) kıssası, kudreti olmasına ve Zeliha´nın davetine rağmen zinadan kaçınması çok meşhurdur. ALLAH Teâlâ, bu durumundan dolayı Kur´an´da Hz. Yusuf´u övmektedir. Hz. Yusuf (a.s) bu büyük şehvet hususunda şeytanla mücahede etmekte muvaffak olan herkesin önderi ve imamıdır. Rivayet ediliyor ki Süleyman b. Yesar62 yüz bakımından insan güzeliydi. Bir kadın onun yanına gelerek kendisini cinsî münasebete davet etti. O da bu davete icabet etmekten kaçındı. Evinden çıkıp kaçtı ve kadını içerde bıraktı. Süleyman diyor ki: "O gece rüyamda Hz. Yusuf´u (a.s) gördüm. Sanki ben ona ´Sen Yusuf musun?´ diye soruyordum. O da ´Evet! Ben o Yusuf´um ki Zeliha´ya niyetlendim. Sen de o Süleyman´sın ki seni davet eden kadına meyletmedin´ dedi".63 Hz. Yusuf, bu sözüyle şu ayete işaret etmiştir. Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer rabbinin burhânını görmemiş olsaydı, o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24) Yine Süleyman, Medine´den hacca gitmek üzere yola çıktı. Beraberinde bir arkadaşı vardı. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ veya Iva denilen yerde konakladılar. Süleyman´ın arkadaşı kalkıp yemek sofrasını aldı, bir şeyler satın almak için pazara gitti. Süleyman ise çadırda oturdu. Süleyman, erkek güzeli ve çok muttakî bir kimseydi. Dağın başından bedevî bir kadın Süleyman´ı gördü. Dağdan inip çadırının yanına geldi. Çadırın önünde durdu. Yüzü peçeli, elleri eldivenli idi. Yüzünden peçeyi kaldırdı. Sanki ay parçasıydı. Süleyman´a ´Beni rahata kavuştur!´ dedi. Süleyman, kadının yemek istediğini zannetti. Sofralarından arta kalan yemeklere doğru gidip kadına vermek istedi. Kadın ´Hayır! Ben bunu istemiyorum. Ben erkeğin karısıyla yaptığı şeyi istiyorum!´ dedi. Süleyman, kadına ´Seni İblis süsleyip bana göndermiştir´ dedi. Sonra başını dizlerinin arasına eğerek hüngür hüngür ağladı. O, bu şekilde ağlayınca kadın peçesini kapattı ve dönüp gitti. Süleyman´ın arkadaşı pazardan geldi. Süleyman´ın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve sesinin kısıldığını gördü ve ´Seni ağlatan nedir?´ diye sordu. Süleyman ´Hiçbir şey... Küçük kızımı hatırladım da..´ dedi. Arkadaşı ´Hayır! Yemin ederim ki öyle değildir. Senin başından bir hâdise geçmiş. Çünkü sen kızından üç gün önce ayrıldın´ dedi. Böylece, Süleyman´dan hâdiseyi öğreninceye kadar ısrar etti. Bu sefer arkadaşı sofrayı yere bırakıp şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Süleyman, arkadaşına ´Peki! Sen niçin ağlıyorsun?´ dedi. Arkadaşı ´Ben ağlamaya daha müstehakım. Çünkü ben senin yerinde olsaydım, o kadına karşı belki de sabretmezdim´ dedi. Bu sefer ikisi beraber ağlamaya devam ettiler. Süleyman Mekke´ye uğradığı zaman Safa ile Merve arasında say etti. Kâbe´ye ziyarette bulundu. Sonra Hicr-i İsmail´e gelerek elbisesi ile örtündü. Bu arada uykusu gelerek uyudu. Rüyasında parlak yüzlü, güzel işaretli ve güzel bir zat gördü. Süleyman ona şöyle sordu: -Sen kimsin? Yoksa sen Sıddîk olan Yusuf musun? -Evet! Ben Yusuf um! -Seninle Aziz´in hanımı arasında geçen olay çok müthiş! -Senin Ehvâ´daki kadınla olan durumun daha müthiş!Abdullah b. Ömer Hz. Peygamber´den şöyle rivayet ediyor: Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktı.: Akşam olunca bir mağaraya girdiler. O arada dağdan bir taş koparak mağaranın kapısına gelip kapattı. Onlar aralarında şöyle konuştular: ´Bizi bu taştan, ALLAH´ı sâlih amellerimizle çağırmamız kurtarabilir!´ Bunun üzerine içlerinden birisi "Ey ALLAHım! Sen biliyorsun ki benim ihtiyar bir annem ile ihtiyar bir babam vardı. Ben onlardan önce ne zevceme, ne de kölelerime yedirip içirmezdim. Birgün odun peşinde koşarak geciktim. Akşam dönünce onları uyur buldum. Onlar için akşam sütlerini sağıp getirdim. Uykuya daldıklarını görünce, onlardan önce aile efradıma ve kölelerime yedirip-içirmek istemedim. Süt kabı elimde olduğu halde fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Çocuklarım, açlıktan ağlaşmakta idiler. Onların ikisi uyandılar ve sütlerini içtiler. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin hatırın için yapmışsam bu taştan dolayı içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu duadan sonra taş mağranın kapısından biraz uzaklaştı. Fakat o yarıktan çıkamazlardı. Bir diğeri "Ey ALLAHım! sen biliyorsun ki benim amcamın bir kızı vardı. Benim nezdimde insanların en sevimlisiydi. Onunla gayr-i meşrû yaşamak istedim. O bundan kaçındı. Bir müddet sonra, kıtlık senelerinden biri gelip çattı. O bana gelerek yardım istedi. Ben de yüz yirmi dinar karşılığında nefsini bana teslim etmek şartıyla vermek istedim. O da bu şarta razı oldu. Onunla cinsî ilişki kuracağım zaman bana dedi ki: ´ALLAH´tan kork! Mührü ancak hakkıyla boz (nikâh etmek sûretiyle yaklaş)´. Bu söz üzerine onunla cinsî münasebette bulunmaktan sakındım ve kendisinden uzaklaştım. Oysa, o benim nezdimde insanların en sevimlisiydi ve vermiş olduğum altınları da ondan geri almadım. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vech-i kerîmin için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu dua üzerine taş biraz daha öteye kaydı. Ancak onlar açılan delikten yine çıkamıyorlardı. Bu sefer üçüncüsü şöyle dua etti: "Ey ALLAHım! Ben ücretle amele çalıştırır ve onların ücretlerini verirdim. Ancak bir kişi payına düşen ücreti bırakıp gitti. Ben onun parasını çalıştırdım. Sonunda o ücretten mallar çoğaldı. O bir zaman sonra bana geldi ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Benim ücretimi ver!´ Ben ona ´Senin gördüğün herşey, deve, sığır, koyun, köle senin ücretinden meydana geldi, hepsini al, götür´ dedim. O bana ´Ey ALLAH´ın kulu! Sen benimle alay mı ediyorsun?´ dedi. Ben "Hayır! Seninle alay etmiyorum. Al! Gördüğün mallar senindir´ dedim, Bu söz üzerine malları sürdü ve hepsini alıp hiçbir şey bırakmaksızın götürdü. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vechin (rızân) için yaptımsa içerisinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider!7´ Bu dua akabinde taş tamamen uzaklaştı ve onlar çıkıp gittiler.64 İşte bu, şehvetlerinin isteğini yerine getirme gücünde olduğu halde iffete bürünüp şehvete dalmayan kimselerin faziletidir. Göz şehvetinin isteğini yerine getirmeye imkânı olduğu halde, gözünü haramdan koruyan bir kimse de buna yakındır. Çünkü harama bakma, zinanın başlangıcıdır. Gözün muhafazası mühimdir. Hafif sayıldığından ve korkusu pek büyük kabul edilmediğinden dolayı korunması pek çetindir. Oysa âfetlerin tamamı gözden kaynaklanır. Birinci bakış kasten yapılmazsa, kişi ondan sorumlu tutulmaz. Tekrar tekrar bakmaya gelince, kişi ondan ötürü hesaba çekilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Birinci bakış senin lehinde, ikinci bakış ise aleyhindedir.65 Ebu Nasr Ulâ b. Zeyyad 63 şöyle demiştir: ´Gözünü kadının el-bisesine dikip arkasından bakma! Çünkü nazar, kalbe şehvet tohumunu eker´. Bakışında, gözü kadın ve tüysüz çocuklara ilişmeyen çok az insan vardır. İnsan gördüğünün güzelliğini düşündükçe tekrar tekrar bakmayı ister. İşte böyle bir anda insan nefsine şöyle demelidir: ´Tekrar tekrar bakman, cehâletin tâ kendisidir´. Çünkü tekrar tekrar bakıp güzel olduğunu anlarsan şehvetin kabarır. Fakat birşey de yapamazsın, hasretini çekip üzülmekten başka elinde birşey kalmaz. Eğer hoşuna gitmez, çirkin gelirse zevk almaz, güzel görmek için bakarken çirkin gördüğün için canın sıkılır. Bu bakımdan iki durumda da günah, elem ve hasret çekmekten kurtulamazsın. Ne zaman ki gözünü haram bakıştan korursan, kalbinden âfetlerin çoğu silinir. Harama baktığı halde kişinin kendisini koruması, büyük bir güçle mümkün olabilir. Ebubekir b. Abdullah Müzenî´den şöyle rivayet ediliyor: "Bir kasap komşularından birinin kızına tutuldu. Kızın ailesi, ihtiyaç dolayısıyla kızı başka bir köye gönderdi. Kasap arkasından giderek yolda kızla cinsî ilişkide bulunmak istedi. Kız, kasaba ´Bunu yapma! Çünkü ben, senin bana aşık olmandan daha çok sana aşığım. Fakat buna rağmen ALLAH´tan korkuyorum´ dedi. Kasap ´Sen ALLAH´tan korkuyorsun da ben mi korkmuyorum?´ diyerek geri döndü. Yolda gelirken ölüm derecesinde susadı. O arada İsrail peygamberlerinden birisinin elçisine rastladı. Elçi kendisine ´Neden böyle oldun?´ diye sordu. Kasap ´Susuzluk beni bu hale koydu´ dedi. Elçi ´Gel ALLAH´a dua edelim de köye varıncaya kadar bize bir bulutla gölgelik yapsın!´ dedi. Kasap ´Benim sâlih bir amelim yok ki ALLAH´a dua edeyim! Bu bakımdan sen dua et!´ dedi. Elçi ´Ben dua edeyim, sen de âmin de´ dedi. Bunun üzerine elçi dua etti, kasap da âmin dedi ve böylece köye varıncaya kadar bir bulut kendilerini gölgelendirdi. Köye vardıkları zaman, kasap yerine giderken bulut onunla beraber kaydı. Elçi ´Hani sen benim sâlih bir amelim yok diyordun? Dua eden ben, âmin diyen sendin. Dolayısıyla bulut bizi gölgelendirdi. Şimdi seninle gelmektedir. Mutlaka bana durumunu haber vereceksin´ dedi. Bunun üzerine kasap başından geçeni elçiye anlattı. Elçi "Tevbe eden bir kimse, ALLAH nezdinde öyle bir mertebededir ki hiç kimse oraya varamaz´ dedi". Ahmed b. Said el-Âbid babasından şöyle rivayet ediyor: "Kûfe´de bizim yanımızda ibâdet eden bir genç bulunuyordu. Bu genç cum´a namazı kılınan mescidden çıkmıyordu. Neredeyse mescidi terketmez hale gelmişti. Güzel yüzlü, boyu bosu yerinde, güzel ahlâklıydı. Güzel ve akıllı bir kadın ona aşık oldu. Bu aşk uzun bir zaman devam etti. Birgün kadın bu gencin yolu üzerinde durdu. Genç camiye gitmek istiyordu. Kadın ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istiyorum. Sonra istediğini yap!´ dedi. Buna rağmen genç, kadını dinlemeden ve onunla konuşmadan yoluna devam etti. Sonra kadın yine evine gitmek isteyen gencin önüne çıktı ve ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istediğim birkaç kelimeyi benden dinle!´ dedi. Genç, başını eğerek bir müddet düşündü ve ´Bu durum itham edilme durumudur. Ben ise töhmete fırsat vermek istemiyorum´ dedi. Kadın, gence şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, ben senin durumunu bilmiyor değilim. Âbid kimselerin böyle bir durumu benden görmelerinden ALLAH´a sığınıyorum. Siz âbidlerin billûr gibi olup leke kabul etmeyeceğini bilirim. Sana söyleyeceklerimin hulâsası şudur; Bütün azalarım seninle meşguldür. Benim ve senin işinde ALLAH´tan kork!´ Genç, evine gitti. Namaz kılmak istedi. Fakat nasıl namaz kılacağını bilemedi. Bunun üzerine eline bir kâğıt aldı ve yazdı. Sonra evinden çıktı. Baktı ki kadın hâlâ yerinde durmaktadır. Mektubu kadının yanına attı ve evine döndü. Mektupta şunlar yazılıydı: Rahman ve Rahîm olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! Ey kadın! ALLAH Teâlâ, kulu kendisine ilk isyan ettiği zaman halîm olur. Kulu ikinci defa günaha döndüğü zaman, kulunun kusurunu örter. Kul, günahın elbisesini tamamen giydiği zaman, ALLAH Teâlâ nefsi için öyle bir şekilde gazaba gelir ki O´nuı gazabından gökler, yer, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar korkarlar. ALLAH´ın gazabına kim güç yetirebilir? Eğer benim söylediklerim bâtıl ise, ben sana öyle bir günü hatırlatıyorum ki gök o günde eritilmiş kurşun gibi, dağlar o günde atılmış pamuk gibi olur. Azim ve Cebbâr olan ALLAH´ın savleti önünde ümmetler diz çökerler. Yemin ederim ki nefsimi ıslah etmekten zayıf düştüm. Nerede kaldı başkasını ıslah edeyim. Eğer benim söylediklerim hak ise (ki haktır) ben sana bir hidayet doktoru göstereyim ki o doktor, hasta eden yaraları ve göz kamaştıran acıları tedavi eder..O doktor, âlemlerin rabbi olan ALLAH´tır. Doğru istemek sûretiyle ALLAH´a yönel! Benden sana fayda yok. Çünkü ben ALLAH Teâlâ´nın şu âyetiyle meşgulüm. Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler (korkudan âdeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur. (ALLAH) gözlerin hâin bakışını da, kalplerin gizlediğini de bilir. (Mü´min/18-19) Acaba bu ayet-i celîlenin ifade ettiği hakikatlerden nereye kaçılır? Birkaç gün sonra kadın tekrar geldi, yolun üzerinde durdu. Genç, kadını uzaktan görünce onu görmemek için evine dönmek istedi. Kadın ona ´Ey genç Geri dönme! Artık bugünden sonra dünyada karşılaşmayacağız. Karşılaşmamız yarın ALLAH´ın huzurunda olacaktır´ dedikten sonra şiddetli bir şekilde ağladı ve devamla ´Senin kalbinin anahtarı elinde bulunan ALLAH´tan, çetin olan işimi kolaylaştırmasını talep ediyorum´ dedi. Sonra kadın, gencin arkasından gelerek ´Bana her an gözönünde bulunduracağım ve amel edeceğim bir öğüt ver´ dedi. Genç, kadına şöyle dedi: Sana, nefsinin şerrinden nefsini korumayı tavsiye eder ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesini hatırlatırım: O´dur ki sizleri geceleri uyutarak ölü gibi yapıyor. Gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Sonra takdir edilen ömür tamamlansın diye sizi gündüz uyandırıyor. Nihayet dönüşünüz O´nadır. Sonra O, dünyada yapmış olduğunuz işleri size haber verecektir.(En´âm/60) Kadın başını eğerek ilk ağlayışından daha şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra başını kaldırıp evine çekilerek, ibâdete başladı. Aşk ateşi içinde ölünceye kadar ibâdetten ayrılmadı. Bu genç, kadının ölümünden sonra kadını anar ve ağlardı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun? Oysa sen kadını kendi nefsinden ümitsiz ettin!´ denildiği zaman ´Ben onun isteğini işin başında kestim. Ondan ayrılmayı, ALLAH nezdinde kendime azık edindim ve ALLAH´tan, O´nun nezdine azık olarak gönderdiğim birşeyi geri almaya utandım!´ dedi". ALLAH´ın hamdi ve keremiyle bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından -inşaALLAH- Kitabu Âfât´il-Lisan (Dilin Âfetleri) adlı bölüm gelecektir. Evvelde ve âhirde, zahirde ve bâtında hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH´ın salât ve selâmı, efendimiz ve insanların en hayırlısı Hz. Muhammed´in ve yerde ve göklerde bulunan seçkin kulların üzerine olsun! Yâ rabbî! Onlara çokça salât ve selâm eyle! |
Afatil Lisan Konusuna Giriş
İnsanın yaratılışını güzelleştirip organlarını en güzel şekilde yerleştiren, insana iman nurunu ilham eden, o iman ile insanı süsleyip onun eserini insanda gösteren, insana konuşma kabiliyetini verip konuşma yeteneğiyle insanı diğer yaratıklardan şerefli kılan, kalbine ilim hazinelerini akıtan, kemâle erdikten sonra üzerine rahmetinden perde geren, kalbinin ve aklının kapsadığı mânâya, o dili tercüman yapan ve onun vasıtasıyla gerdiği perdeyi kalpten kaldıran, insanın dilini hamd ile konuşturan, kendisine ihsan buyurduğu ilim ve kolaylaştırılmış olan konuşma nimetlerinin karşılığında o lisanı açıkça okutturan ALLAH´a hamdolsun! Ben ALLAH´tan başka ilah olmadığına, ALLAH´ın bir ve ortaksız olduğuna, Muhammed´in O´nun kulu ve rasûlü olduğuna şahidlik ederim! O rasûl ki, ALLAH onu şereflendirmiş ve büyük kılmıştır. O peygamber ki onu, indirmiş olduğu Kitab´ı tebliğ etmekle vazifelendirmiş ve faziletini yüceltmiştir. ALLAH Teâlâ, Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının ve ondan önce geçmiş peygamberlerin üzerine ALLAH´ı tâzim edip tehlîlde bulunan bir kul bulundukça rahmet deryalarını açsın! Dil, ALLAH´ın büyük nimetlerinden ve harikulâde sanatının inceliklerindendir. Dilin kendisi küçüktür, fakat ibadeti veya isyanı pek büyüktür; zira küfür ve iman ancak dilin şehâdetiyle açığa çıkar. Oysa küfür ve iman, taat ve isyanın hedef ve gayeleridir. Sonra mevcûd, mâdûm, yaratan, yaratılan, hayal olan, malûm olan, sanılan, vehmedilen, her ne varsa dil hepsini kapsamakta, varlık ve yokluklarını ilân etmektedir; zira ilim neyi kapsarsa dil onu açığa vurmaktadır. Hak veya bâtıl yönünden hiçbir şey yoktur ki ilim ona dokunmasın. Bu öyle bir özelliktir ki dilden başka diğer azalarda bulunmaz; zira göz, renk ve suretlerden başkasına, kulak, seslerden başkasına, el, cisimlerden başkasına yetişemez. Diğer organlar da böyledir. Dilin alanı ise, pek geniştir. Onu çevirecek bir engel yoktur. Onun sahasının ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayır da dilin geniş alanına girer, şer de... Bu bakımdan dilin ucunu bırakıp onun dinginini ihmâl eden bir kimseyi, şeytan sürükler götürür. Onu yıkılmak üzere olan bir yar´m kenarına sevkeder. Böylece onu ebedî bir felâkete girmeye mecbur eder; zira insanlar cehenneme ancak dilleriyle ekip biçtiklerinden dolayı atılırlar. Dilinin şerrinden ancak şeriatın gemiyle gemlenen bir kimse kurtulur. Dilini dün ya ve âhirette kendisine fayda verecek konularda çalıştıran, dünya ve âhirette sonucundan korktuğu şeylerden uzaklaştıran bir kimse dilin şerrinden kurtulur. Dilin nerede iyi ve nerede kötü olduğu, keyfiyetinin bilinmesi pek güç ve herkes tarafından bilinmeyen bir durumdur. Bilen bir kimsenin de ona göre amel etmesi, gayet ağır ve zordur. İnsanoğlunun en asil âzası dilidir; zira dilin hareketinde herhangi bir meşakkat yoktur. Halk da dilin âfet ve felâketlerinden sakınmak hususunda şeytanın elinde en büyük âlettir. Biz ALLAH´ın tevfîki ve güzel tedbîri sayesinde dilin âfetlerini derli toplu olarak açıklayıp; teker teker târifleriyle, sebep ve tehlikeleriyle zikredeceğiz, sakınma yolunu göstereceğiz. Dilin aleyhinde rivayet edilen hadîs ve eserleri beyan edeceğiz. Önce susmanın faziletini zikredecek, onun akabinde malayani (fuzulî) konuşmanın felâketini zikredeceğiz. Sonra fuzulî konuşmanın âfetini, sonra bâtıla dalmanın âfetini, sonra mücadelenin âfetini, sonra münazaanın âfetini, sonra avurtları dolduracak şekilde konuşmada lâfazanlığa gitmenin âfetini, seci´ ve fesâhat için zorlanmanın âfetini, konuşmada tasannu yapmanın ve hatiblik dâvasında bulunan, fasih konuşmak için kendilerini zorlayan kimselerin âdetlerinden olan diğer tehlikelerin âfetlerini, sonra fâhiş konuşmanın, küfretmenin, bozuk dilli olmanın âfetini, sonra bir hayvana, cansız bir maddeye veya bir insana lânet okumanın âfetini, sonra şiirle teganni etmenin âfetini zikredeceğiz. Zaten biz Sema kitabında teganninin haram olan kısmını da, helâl olan kısmını da zikretmiştik, ikinci bir defa bunu tekrar etmeyeceğiz. Sonra mizah yapmanın âfetini, sonra alaya almanın âfetini, sonra sırrı ifşâ etmenin âfetini, sonra yalan va´din âfetini, sonra sözde ve yeminde yalanın âfetini, sonra yalandaki tarizlerin beyanını, sonra gıybetin, nemime´nin âfetini, sonra övmenin âfetini, sonra konuşmanın sonucundan çıkan yanlışlığın inceliklerinden gafil olmanın âfetini -hele bu konuşma ALLAH´ın sıfatları ve dinin esaslarıyla ilgiliyse- sonra halk tabakasının ALLAH´ın sıfatları, ALLAH´ın kelâmı, o kelâmın harfleri hakkında ´Acaba bu harfler kadîm midir, hadîs midir?´ gibi soru sormalarının âfetini açıklayacağız. Bu âfet, âfetlerin sonudur ve bunlarla ilgili konulara da değineceğiz. Bu âfetlerin tümü yirmi tanedir. ALLAH Teâlâ´nm minnet ve keremine sığınarak, O´ndan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz! |
Dilin Büyük Tehlikesi ve Susmanın Fazileti
Dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden kurtuluş ancak susmakla mümkündür. Bunun için ALLAH´ın dini susmayı övmüş ve müntesiblerini susmaya teşvik etmiştir. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Susan kurtulmuştur!1 Susmak, hikmettir. Susan ise pek az!..2 Abdullah b. Süfyan, babasından şöyle rivayet eder: "Ben Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana İslâm´dan öyle birşey öğret ki bundan sonra artık hiç kimseden İslâm hakkında birşey sormaya muhtaç olmayayım!5 diye sorduğumda, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle dedi: ´ALLAH´a iman ettim de, sonra dosdoğru ol!´ Hz. Peygamber´e sormaya devam ettim: ´Hangi şeyden sakınayım ya RasûlALLAH?´ O da eliyle dilini işaret etti".3 Ukbe b. Âmir der ki: Ey ALLAHın Rasûlü! Kurtuluş nedir?´ dedim, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle dedi: ´Dilini koru! Evinden çıkma! Günahın için ağla!´ 4 Sehl b. Sa´d es-Sa´dî, Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder: ´Kim diline ve tenâsül organına kefîl olur, haramda kullanmayacağına dair ALLAH´a söz verirse, ben de onun için cennete kefîl olurum´.5 Yine şöyle buyurmuştur: ´Kim, Kabkabı´nın, Zabzabı´nın ve Laklakı´nın şerrinden korunmuşsa, o kimse bütün şerden korunmuş demektir5.0 Kabkab mide, Zabzab tenâsül uzvu, Laklak ise dil demektir. İşte bu üç şehvet ile insanların ekserisi helâk olmaktadır. Bu sırra binaen biz, mide ile tenâsül organının şehvetinin âfetini beyan eder etmez, hemen dilin âfetlerini beyan etmeye başladık. Hz. Peygamber´e İnsanı cennete götüren şeyin en büyüğü´ sorulduğu zaman şu cevabı verdi: ´ALLAH´tan sakınmak ve güzel ahlâk´7 ´Ateşe sokanın en büyüğü´nden sorulduğu zaman da şu cevabı verdi: İki içi boş olan nesne: Ağız ile tenâsül organı!´ İhtimal ki hadîste bahsi geçen ´ağız´dan murâd, dilin âfetleridir. Çünkü ağız dilin mahallidir ve yine ihtimaldir ki mideden murâd onun menfezidir. Yani tenâsül uzvudur. Çünkü Muaz b. Cebel Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi: Ey Cebel´in oğlu! Annen matemini tutsun! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?8 Abdullah es-Sakafi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana sığınacağım birşey söyle!´ deyince, cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´RABBİM ALLAH´tır de, sonra dosdoğru ol!´9 ´Ya Rasûlullah! Benim için en tehlikeli şey nedir?´ diye sordum. Dilini tutarak ´Budur´ dedi. Rivayet ediliyor ki Muaz (r.a) "Ey ALLAH´ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini çıkardı. Sonra üzerine parmağını koydu.10 Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Kalbi de dili doğru olmadıkça doğru olmaz. Komşusunun şerrinden emin olmadığı bir kimse cennete giremez.11 Kim selâmette kalmayı seviyorsa, sükûttan ayrılmasın.12 Ademoğlu sabahladığı zaman tüm azalan dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar ve derler ki: ´Bizim hakkımızda ALLAH´tan kork! Zira sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen inhiraf edersen, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız´.13 Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer (r.a) Ebubekir Sıddîk´ı, dilini eliyle çekerken gördü ve ´Ey Rasûlullah´m halifesi! Ne yapıyorsun?´ diye sordu. Ebubekir şöyle cevap verdi: Şudur beni tehlikeli yerlere sokan!.. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: Bedende hiçbir âzâ yok ki ALLAH katında dilden şikayetçi olmasın.14 İbn Mes´ud Safa tepesinde bulunuyordu: ´Lebbeyk ALLAHümme lebbeyke!´ duasını okuyor ve şöyle diyordu: ´Ey dilim! Hayrı söyle, kâr et! Kötü söyleme, tehlikelerden selâmet kalırsın. Bunları,pişman olmazdan önce yap!´ Kendisine ´Ya Ebû Abdurrahman! Bu senin kendiliğinden söylediğin bir dua mıdır, yoksa Hz. Peygamber´den dinlediğin bir dua mı?´ denildi. İbn Me´sud şöyle dedi: Hayır! Aksine ben Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim: Muhakkak ki ademoğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir.15 Dilini koruyan bir kimsenin avretini ALLAH Teâlâ örter. Öfkesine hâkim olan bir kimseyi ALLAH azabından korur. Çünkü ALLAH´a yalvarıp özrünü arzederse, ALLAH onun özrünü kabul eder.16 Rivayet ediliyor ki, Muaz b. Cebel ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana nasihatta bulun!´ dedi. Hz. Peygamber: ´ALLAH´ı görür gibi ona ibadet et! Nefsini ölülerden say! Eğer dilersen, senin için bunlardan daha faydalı birşeyi haber vereyim´ diyerek dilini işaret etti.17 Size ibadetin en kolayını ve beden için en rahatını haber vereyim mi? Susmak ve güzel ahlâktır.18 Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Her kim, ALLAH´a ve son güne inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sükût etsin. ALLAH o kuldan razı olsun ki, konuşup ganimet sahibi olur veya susup selâmette kalır.19 Hz. İsa´ya ´Bizi öyle bir amele muttali et ki onunla cennete girmiş olalım!´ denildiğinde şöyle demiştir: ´Hiç konuşmayınız´. Dediler ki: ´Buna gücümüz yetmez!´ O zaman şöyle dedi: ´O halde ancak hayır ile konuşunuz!´ Hz. Süleyman şöyle demiştir: ´Eğer söz gümüş ise sükut altındır´. Berra b. Âzib´den şöyle rivayet ediliyor: Bir göçebe Hz. Peygamberin huzurunâ geldi ve dedi ki: ´Beni öyle bir ibadete muttali et ki cennete girmeme vesile olsun!´ Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: Aç kimseye yedir, susuza içir! Emr-i bi´1-mâruf yap! Münkeri yasakla! Eğer gücün buna yetmiyorsa -hayır hariç-dilini tut!20 Hayır hariç, dilini tut! Böyle yapmakla şeytanı mağlûp edersin.21 ALLAH Teâlâ her konuşanın dilinin yanındadır. Bu bakımdan ne söylediğini bilen kişi ALLAH´tan korksun! Müslüman kimseyi susmuş ve vakur gördüğünüz zaman ona yaklaşınız! Çünkü o, hikmeti telkin eder.22 İnsanlar üç gruptur: 1.Ganim 2.Sâlim 3.Sâhib Ganim, ALLAH´ı zikreden, Sâlim sükût eden, Sâhib ise bâtıla dalan kimsedir.23 Mü´min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.24 İsa (a.s) şöyle demiştir: İbadet on parçadır. Bu on parçanın dokuzu susmak, bir parçası da insanlardan kaçmaktadır´. Çok konuşan bir kimsenin, düşüşü çok olur. Düşüşü çok olan bir kimsenin günahları çoğalır. Günaları çok olan bir kimsenin ise herşeyden daha fazla lâyıkı ateştir.25 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Ebubekir Sıddîk (r.a) ağzına küçük taşları koyar, onlarla nefsini konuşmaktan menederdi. Kendisi diline işaret ederek şöyle demiştir: ´Beni tehlikeli yerlere sokan budur! Abdullah b. Mes´ud (r.a) der ki: ´Kendisinden başka ilah olmayan ALLAH´a yemin ederim, uzun hapsetmeye dilden daha fazla müstehak olan hiçbir şey yoktur!´. Tavus şöyle demiştir: ´Benim dilim yırtıcı hayvandır. Onu bıraktığım zaman beni yer!´ Vehb b. Münebbih, Âl-i Davud´un hikmetinden şunu söyledi: ´Akıllı bir kimseye gereken, zamanını bilmek, dilini korumak ve kendi hâline yönelmektir´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir´. Evzâî şöyle demiştir: Ömer b. Abdulaziz (r.a) bizlere şöyle yazdı: ´Ölümü fazla hatırlayan bir kimse, dünyada az ile razı olur. Konuşmasını amelinden sayan bir kimse, kendisini ilgilendirmeyen konuda az konuşur!" Susmak, kişi için iki fazileti bir araya getirir: 1.Dininde selâmet kalmak 2.Arkadaşını iyi anlamak Muhammed b. Vâsık, Mâlik b. Dinar´a şöyle dedi: ´Ey Ebû Yahya! İnsanlar için dilini korumak, dinar ve dirhemi (parayı) korumaktan daha çetindir´. Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: ´Bir kimsenin dili bir durum üzerinde ise (mazbutsa) bu dil mazbutluğunun faydasını diğer amellerde de görür´. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Bir grup Muaviye´nin yanında konuştu. Ahnef b. Kays ise susmuştu. Muâviye ona dedi ki: ´Ey Ebû Bahr! Sen hiç konuşmuyorsun?´ Ahnef, Muaviye´ye ´Eğer yalan söylersem ALLAH´tan korkuyorum. Eğer doğru söylersem senden korkuyorum´ dedi". Ebubekir b. Ayyaş şöyle anlatıyor: "Dört padişah bir araya geldi. Biri Hind, biri Çin, biri Kisrâ ve biri de Kayser... Aynı mânâyı ayrı ibarelerle ifadeye çalıştılar. Onlardan biri dedi ki: ´Ben söylediğimden dolayı nedamet duyarım. Fakat söylemediğimden dolayı duymam´. Diğer biri de şöyle dedi: ´Ben herhangi bir kelimeyi konuştuğum zaman o kelime bana hâkim olur. Ben ona hâkim olamam. Onu konuşmadığım zaman ise, ben ona hâkimim. O bana hâkim değil´. Üçüncüsü dedi ki: ´Ben konuşanın hâline hayret ediyorum. Eğer konuştuğu kendisine dönerse, kendisine zarar verir. Eğer dönmezse kendisine fayda vermez´. Dördüncüsü de ´Ben söylemediğimi reddetmekte söylediğimi reddetmekten daha kudretliyimdir´ dedi". Mansûr b. Mu´taz kırk sene yatsı namazından sonra bir kelime dahi konuşmadı. Rabi b. Hay sem, yirmi sene dünya kelâmından bir kelime dahi konuşmadı. Sabahladığı zaman bir divit ile kâğıt alır, ne konuşursa kaydeder. Akşam üzeri konuştuklarından nefsini sorumlu tutar, hesaba çekerdi. Soru: Susmanın bu büyük faziletlerinin sebebi nedir? Cevap: Sebebi dil âfetinin çokluğudur. O âfetler; yanlışlık, yalan, gıybet, kovuculuk, riya, münafıklık, fâhiş konuşmak, cedel yapmak, nefsi temize çıkarmak, bâtıla dalmak, başkasıyla kavga etmek, fuzulî konuşmak, hakîkati tahrif etmek, hakîkate ilâvelerde bulunmak veya hakikatten eksiltmek, halka eziyet etmek veya halkın namusuna saldırmaktır. İşte bu âfetler çoktur. Bunlar dile ağır gelmezler. Kalpte bunların halâveti vardır. Nefis ve şeytan insanı bunlara itelemektedir. Bunlara dalan bir kimse diline az zaman hâkim olup da sevdiğinde dilinin dizginini bırakır, sevmediğinde dilini tutabilir. Çünkü böyle yapmak, ilmin -ileride de geleceği gibi- çetinliklerindendir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet... Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür. Susmakta -bu faziletle beraber- himmetin derli toplu bulunması, vakarın devam etmesi, fikir, zikir, ibadet için boşalmak, dünya hakkında konuşmanın mesuliyetinden selâmet kalmak ve âhirette hesabını vermekten kurtulmak gibi iyi hasletler vardır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: (İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kâf/18) Susmaya devam etmenin faziletine birşey delâlet eder. Şöyle ki: Konuşma dört kısımdır. Bir kısmı katıksız zararlı, başka bir kısmı katıksız faydalı, diğer bir kısmı hem zararlı, hem faydalı, dördüncü bir kısmı ise, ne zararlı, ne de faydalıdır. Katıksız zarar olan kısma gelince, bu kısımda mutlaka susmak gerekir. Çünkü onun faydası, zararını karşılayamaz. İçinde ne fayda, ne de zarar olan konuşmaya gelince, bu fuzûlî konuşmadır. Zamanın zayi edilmesi de zararın ta kendisidir. Bu bakımdan elimizde dördüncü bir kısım kalıyor. O halde konuşmanın dörtte üçü düştü, dörtte biri kaldı. Bu dörtte birin içinde de tehlike vardır; zira bu kısım içine riyanın inceliklerinden tasannu, nefsi temize çıkarmak ve fuzûlî konuşmak gibi günah olan şeyler karışır. Öyle bir şekilde karışır ki idrâk edilmesi pek güçtür. Bu nedenle insanoğlu böyle bir konuşma ile kendisini tehlikeye atmış olur Kim -ilerde zikredeceğimiz şekilde- dil âfetlerinin inceliklerini bilirse, kesinlikle anlar ki şu Hz. Peygamber´in bu hususta söylediği en keskin ve şaşmaz sözüdür: Kim susarsa kurtulur.26 Yemin olsun ki, Hz. Peygambere hikmetin cevherleri, kelimelerin toplayıcıları bahşedilmiştir.27 Onun kelimelerinin herbirinin altındaki mânâ denizlerini ancak âlimlerin havâss tabakası bilir. Eğer ALLAH Teâlâ dilerse bizim zikredeceğimiz âfetlerde ve o âfetlerden korunmanın zorluğunda sana bunun hakîkatini bildirecek ayrıntılar vardır. Biz şimdilik dil âfetlerini sayalım. Onun en gizlisinden başlayalım. En açığına doğru yavaş yavaş çıkalım. Gıybet, kovuculuk ve yalancılık hakkındaki konuşmayı erteleyelim. Çünkü bu husustaki konuşma oldukça uzundur. O âfetler yirmi tanedir. Bunları bil ve ALLAH´ın inayetiyle irşâd ol! 1)Tirmizî 2)Deylemî 3)Tirmizî, Nesâî 4)Tirmizî 5)Buhârî 6)Deylemî 7)Tirmizî http://ehlisunnet.gen.tr/forum/Smileys/default/cool.gifİbn Mâce, Hâkim 9)Nesâî 10)Taberânî, İbn Ebî Dünya 11)Harâitî, (Enes b. Malik´ten) 12)İbn Ebî Dünya, Beyhakî 13)Tirmizî, (Said b. Câbir´den) 14)İbn Ebî Dünya, Dârekutnî, Beyhakî 15)Taberânî, İbn Ebî Dünya, Beyhakî 16)İbn Ebî Dünya, Taberânî, (İbn Ömer´den) 17)İbn Ebî Dünya, (Mürsel olarak) 18)Müslim, Buhârî, (Saffan b. Selim´den) 19)İbn Ebî Dünya, Beyhakî, (Hasan Basrî´dou) 20)İbn Hibban, Taber&nS, Evsat 21)İbn Ebî Dünya 22)İbn Mâce 23)Taberânî, (İbn Mes´ud´dan) 24)Harâitî, (Hasan Basrî´den 25)Ebû Nuaym, Ebû Hatim 26)Daha önce geçmişti 27)Müslim, (Ebû Hüreyre´den |
Boş Konuşmalar Yapmak
Senin en güzel hâlin, daha önce zikrettiğimiz gıybet, kovuculuk, yalan, cedel, ağız kavgası ve benzeri âfetlerden korunman, ancak mübâh olup ne sana, ne de bir müslümana zararı olmayan şeyler hakkında konuşmandır. Gereksiz konuştuğun takdirde zamanını zayi ettiğin gibi, o konuşmada çalıştırdığın dilinden de sorumlu olursun. Az ve çabuk geçen bir şey e, senin için daha hayırlı olanı fedâ edip değiştirmiş olursun! Çünkü sen konuşmaya sarfedeceğin zamanını düşünceye sarfettiğin takdirde, düşünce ânında faydası pek büyük olan ilâhi rahmetin esintilerinden biri çoğu zaman senin için açılabilir. Eğer kelime-i tevhidi söylersen, ALLAH´ı anar ve tesbih edersen senin için daha hayırlıdır. Nice kelime vardır ki ondan dolayı cennette insanoğluna köşkler bina edilir. Oysa hazinelerden birini almaya muktedir olduğu halde, onun yerine fayda vermeyen bir ateş alan, apaçık zarar eden bir kimsedir. İşte bu, ALLAH´ın zikrini terkedip kendisini ilgilendirmeyen mâlâyanî (fuzulî) şeylerle meşgul olan bir kimsenin misâlidir; zira bu kimse, her ne kadar günahkâr olmasa da muhakkak zarar eder. Çünkü ALLAH´ın zikriyle elde edilecek büyük kârı elden kaçırmış olur;*zira müslüman bir kimsenin susması düşünce, bakışı ibret, konuşması da zikirdir. Çünkü Hz. Peygamber böyle buyurmuştur.28 Kulun sermayesi vakitleridir. Vaktini fuzûlî şeylere sarfettiği zaman, o vakitlerde âhirette azık olacak bir sevabı edinmediği takdirde sermayesini zayi etmiş olur ve bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Boş konuşmalar yapmayı terketmek, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.29 Bundan daha şiddetli hadîsler de vârid olmuştur. Enes der ki: ´Bizden bir genç Uhud gününde şehid oldu. Baktık ki onun karnının üzerine, açlıktan dolayı bir taş bağlıdır. Annesi, yüzünden toprağı silerek şöyle dedi: ´Cennet sana âfiyet olsun, ey oğlum!´ Bu sözü dinleyen Hz. Peygamber şu karşılığı verdi: Sen cennetin ona âfiyet olacağını nereden biliyorsun? Oysa o mâlâyanî konuşmalar yapardı. Kendisine zarar vermeyeni menederdi!30 Hz. Peygamber (s.a) Ka´b´ı (Acre´nin oğlu) bir ara kaybetti. Ka´b´ım ne olduğunu sorunca hasta olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ka´b´m evine geldi, içeri girince şöyle dedi: ´Ey Ka´b! Müjde sana!´ Ka´b´ın annesi, Hz. Peygamber´in bu sözü üzerine ´Ey Ka´b! Senin için cennet vardır´ dedi.31 Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ´ALLAH namına cennet satan kimdir?´ dedi. Ka´b ´Annemdir ya Rasûlullah?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Ka´b´ın annesi! Sen ne biliyorsun Ka´b fuzulî konuşmuş veya lüzumsuz şeylerden menetmiş olabilir!´32 Hadîsten çıkan mânâ şudur: Cennet ancak hesaba çekilmeyen bir kimse için hazırlanmış olur. Fuzulî konuşan bir kimse ise, her ne kadar konuşması mubah bir konu hakkında ise de bu konuşmasından dolayı hesaba çekilir. Bu bakımdan hesapları tartışmalı geçeceğinden ve tartışmalı hesaplarında bir tür azap olması nedeniyle bu gibilere cennet hazırlanmaz. Muhammed b. Ka´b´dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Bu kapıdan ilk içeriye giren cennet ehlinden bir kişidir. Bunun üzerine Selman´m oğlu Abdullah, kapıdan girdi. Ashab-ı kiramdan bir grup Abdullah´ın yanma gittiler. Ona hâdiseyi anlattılar ve dediler ki: ´En fazla güvendiğin ve bu sevaba nail olmana vesile olabileceğini umduğun amelini bize haber ver!´ Bunu üzerine Abdullah dedi ki: ´Ben muhakkak zayıf bir kimseyim. ALLAH´tan umduğum en kuvvetli amelim, göğsümün selâmeti ve fuzulî konuşmayı terketmemdir´. Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: Hz. Peygamber bana şöyle dedi: -Sana, bedenine hafif, mizanda ağır bir ameli öğreteyim mi? -Evet, ya Resûlullah! Öğret! -O amel susmak, güzel ahlâk ve seni ilgilendirmeyeni terke tmektir.33 Mücâhid, İbn Abbas´m şöyle dediğini naklediyor: Beş haslet vardır. Onlar muhakkak ki ALLAH yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli gelirler: 1.Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim. 2.Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma!Çünkü kendisini ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer. 3.Ne halîm bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer. 4,Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna gitsin.Kardeşine öyle bir muamele yap ki aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin. 5.İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağım, kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun! Lokman Hakîm´e şöyle denildi: "Senin hikmetin nedir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Başkası tarafından yapıldığında yapmaktan kurtulduğum şeyi sormamam ve beni ilgilendirmeyen birşey için zorluklara girmemem". Muvarrak el-Acelî34 der ki: ´Bir iş vardır ki, ben yirmi seneden beri onun peşindeyim. Hâlâ onu beceremedim ve onun peşini bırakmak da istemiyorum?´ Kendisine ´O nedir?´ diye sordular. Cevap olarak şöyle dedi: ´Beni ilgilendirmeyen şeylerde susmaktır´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Seni ilgilendirmeyen şeyleri kurcalama! Düşmanından uzaklaş! Emin olan hariç, kavminden olan dostundan bile uzak dur! Emin de ancak ALLAH´tan korkan bir kimse dernektir. Fâcir bir kimse ile arkadaşlık yapma ki ondan fısk ve fücûr öğrenmeyesin! Onu sırrına muttali etme, işlerinde ALLAH´tan korkanlarla istişare et!´ Seni ilgilendirmeyen şey hakkında konuşmanın sınırı şudur: Öyle bir konuşma olmalı ki eğer onu yapmadığında günahkar olmadığın gibi, hiçbir durumda da ondan zarar görmeyesin. Bunun misali şudur: Bir kavimle oturup onlara yolculuklarını, yolculukta gördüğün dağlar, nehirler, cereyan eden hâdiseler, hoşuna giden yemek ve elbiseler, o memleketlerde hoşuna giden âlim ve yaşlı insanların hallerini, başlarından geçenleri nakletmendir. İşte bunlar birtakım şeylerdir ki eğer bunlarda susarsan günahkar olmadığın gibi herhangi bir zarar da sana dokunmaz. Anlattığın hikayeye, fazlalık, eksiklik, gördüklerinle böbürlenip nefsini büyük görme, bir şahsın gıybeti, ALLAH´ın yarattıklarından bir şeyi kötüleme karışmasın diye dikkat ettiğin zaman bile zamanını zayi etmiş olursun! O halde saydığımız âfetlerden nasıl korunabilirsin? Başkasına seni ilgilendirmeyen bir şeyi sorman da fuzulî konuşma sayılır. Sen sormakla hem kendi vaktini, arkadaşını da cevap vermeye mecbur ettiğinden ötürü hem de onun vaktini zayi etmiş olursun. Bu durum, ancak sorduğun eyin sorulmasından dolayı bir âfet sözkonusu olmadığı takdirde oöyledir. Oysa suallerin çoğunda âfetler vardır. Sen başkasından ibadetini sorarsın, mesela şöyle dersin: ´Sen oruçlu musun?´ Eğer evet derse, ibadetini belirtmiş olur, bu ibadete riya karışmış olur. Eğer riya girmezse bile ibadet gizlilik defterinden silinir! Oysa gizli ibadetin, açıkça yapılan ibadetten birçok üstünlüğü vardır. Eğer hayır derse yalancı olur. Eğer ne evet, ne hayır demeyip de sükût ederse, sana cevap vermemek suretiyle seni aşağılamış sayılır. Dolayısıyla sen rahatsız olursun. Eğer cevabın müdafaası için hileli yollar ararsa zorluk çeker ve yorulur. Bu bakımdan sen ondan sormakla onu ya riya veya yalana veya istiğfara veya müdafaa hilesindeki yorgunluğa mâruz bırakmış olursun! Diğer ibadetler hakkında sorman da böyledir. Günahlardan gizlediği ve çekindiği herşeyden sorman da böyledir. Başkasının konuşmuş olduğu şeyden sual sorman, ´Ne dersin? Senin bu husustaki görüşün nedir?´ demen de böyledir. Çünkü çoğu zaman geldiği yeri sana söylemekten onu engelleyen bir mâni vardır. Eğer geldiği yeri söylerse utanır. Eğer doğru söylemezse, yalan söylemiş olur ve sebebi de sen olursun ve böylece seni ilgilendirmeyen bir mesele hakkında sormuş olursun. Sorulan adam çoğu zaman ´bilmiyorum´ demeye utanır ve bilmediği halde cevap verir! Seni ilgilendirmeyen hususta konuşmaktan, bu tür konuşmaları kasdetmiyorum. Çünkü bu tür konuşmalar, bazen günah ve zarar vericidir. Ancak seni ilgilendirmeyen konuşmanın misâli, Lokman Hakîm´den rivayet edilen şu husustur: Lokman, Hz. Davud´un huzuruna girdi. Hz. Dâvûd o anda bir zırh örüyordu. Lokman daha önce bu sanatı görmüş değildi. Ondan gördüğü bu sanat onu şaşırttı ve Davud´a yaptığını sormak istediyse de hikmet onu bu sualden menetti. Dolayısıyla nefsini zaptedip sormadı. Hz. Dâvûd (a.s) işini bitirince ayağa kalktı. Sonra zırhı giydi ve şöyle dedi: ´Evet, zırh savaş içindir!´ Bunun üzerine Lokman şöyle dedi: ´Susmak hikmetin ta kendisidir. Fakat susan pek azdır´. Deniliyor ki, Lokman bir sene sormadan zırhın ne olduğunu öğrenmek için Hz. Davud´a gidip geldi. İşte bu ve benzeri sorular, içlerinde zarar olmadığı, başka birisinin perdesini yırtmak bulunmadığı, riya ve yalana sokmadığı takdirde, seni ilgilendirmeyen konuşma türündendir. Onu terketmek İslâm´ın güzelliğinden gelir. İşte mâlâyanî konuşmanın tarifi budur. İnsanı mâlâyânîye teşvik eden sebebe gelince, o sebep, insanoğlunun muhtaç olmadığı birşeyin bilinmesine karşı gösterdiği harislik veya sevgi kabilinden uzun konuşmalar yapmaktır veyahut içinde fayda olmayan hikâyelerle vakit geçirmektir. Bunun tedavisi, kişinin ölümün önünde olduğunu ve her kelimesinden sorumlu bulunduğunu, nefeslerinin en önemli sermayesi olduğunu ve dilinin bir tuzak olduğunu, onun vasıtasıyla cennetin elâ gözlü hurilerini kazanabileceğini, onu boşa harcamanın da apaçık zarar olduğunu bilmesidir. İşte ilmî tedavisi budur. Pratik tedavisi ise, uzlete çekilmek veya konuşmamak için ağzına küçücük taşlar koymak veya kendisini ilgilendiren bir kısım şeylerde dahi nefsini susmaya zorlamaktır ki dili bu şekilde mâlâyânîyi terketmeyi âdet edinsin! Dili burada zaptetmek, insanlardan uzaklaşıp uzlete çekilen kişi hariç başkası için gayet güç ve çetindir. |
Fuzulî Konuşmak/Sözü Uzatmak
Hadis Fuzûlî konuşmak da kötüdür. Bu tür konuşma, mâlâyânîye dalmayı ve maksûd olan konuşmada ihtiyaçtan fazlaya kaçmayı kapsar! Çünkü bir kimsenin kendisini ilgilendiren birşeyi kısa bir konuşma ile ifade etmesi mümkün olduğu gibi, onu uzatıp dallandırması da mümkündür. Maksadını bir kelime ile ifade edebildiği zaman iki kelime konuşursa, ikinci kelime fuzûlîdir. Yani ihtiyaçtan fazladır. Bu da -daha önce geçen iletten dolayı- çirkindir. Her ne kadar buna günah ve zarar yoksa da... Atâ b. Ebî Rebah der ki: ´Sizden öncekiler, fuzûlî konuşmayı çirkin görürlerdi. ALLAH´ın kitabı, Hz. Peygamberin sünneti, emr-i bi´l-mâruf"ve nehy-i an´il-münker veya zaruri ihtiyaç hakkında konuşmak hariç, bunun dışında kalanları fuzûlî konuşmadan sayarlardı. Acaba sizin üzerinizde hafaza ve kirâmen kâtibîn meleklerinin olduğunu, sağ ve solunuzda gözcü meleklerin bulunduğunu ve kişinin ağzından çıkan her sözü kontrol eden ve yazan bir meleğin bulunduğunu inkâr mı ediyorsunuz? Acaba sizden biriniz günün başında doldurmuş olduğu sahife neşredildiği zaman o sahifedeki hükümlerin çoğunun dininin veya dünyasının işinden olmadığını görürse utanmayacak mıdır?´ Ashab´dan biri şöyle demiştir: ´Biri benimle konuşmak istediğinde, onunla konuşmak, soğuk suyun susamış bir kimsenin hoşuna gitmesinden daha çok hoşuma gider. Fakat fuzûlî konuşma olur düşüncesiyle konuşmayı terkediyorum´. Mutarrıf55 şöyle demiştir: "ALLAH´ın celâli kalbinizde büyük olsun! Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´mn ismi celîlini köpeğe veya merkebe ´Ey ALLAHım onu mahrum et!´ sözünüz gibi sözlerle beraber zikretmeyin!". Bil ki fuzûlî konuşma, inhisar altına alınmayacak kadar çoktur. Hatta mühim olanı ALLAH ´in Kitabında, mahsurdur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi, yahut insanların arasını düzeltmeyi emreden müstesna!(Nisâ/114) Sözün fazlasını zapt-u rapt altına alıp tutan, malının fazlasını ALLAH yolunda infak eden bir kimseye cennet vardır!36 İnsanlar bu husustaki işi nasıl da tersine çevirmişlerdir! Hz. Peygamber´in dediğinin tam aksine, mallarının fazlasını depo etmişler, sözlerini ise serbest bırakmışlardır. Mutarrıf b. Abdullah babasından şöyle rivayet ediyor. Babası şöyle anlatmış: Benî Amr kabilesinin bir grubu ile beraber Hz. Peygamber´in huzuruna geldim. O grup Hz. Peygambere şöyle hitap edip: ´Sen bizim babamızsm, efendimizsin. Sen fazilet bakımından bize bizden daha faziletlisin. Sen cömertlik bakımından bizim için bizden daha cömertsin. Sen bembeyaz bir kâsesin. Sen söylesin, sen böylesin´ gibi övgülerde bulundular. Hz. Peygamber (bunun üzerine) şöyle dedi: Sözünüzü söyleyiniz! Sakın şeytan sizi dalâlete düşürmesin.37 Bununla Hz. Peygamber suna işaret ediyor ki dil -doğru da olsa- övmek hususunda başıboş bırakıldığı zaman, şeytanın onu lüzumsuz fazlalıklara düşürmesinden korkulur. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Sizi fuzulî konuşmak hususunda uyarırım! Kişiye ihtiyacına yetecek kadar konuşma yeter!´ Mücâhid şöyle dedi: "Muhakkak ki konuşmalar yazılır. Hatta kişi oğlunu susturup ona ´sana şunu şunu satın alacağım´ dediğinde yalancı yazılır".38 Hasan Basrî şöyle der: Ey Ademoğlu! Bir sahife senin için açılmıştır. O sahifeyi senin amellerini yazan iki tane melek idare etmektedirler. İstediğini yap! İster az, istersen çok yap! (Muhakkak hepsi yazılmaktadır)´. Rivayet ediliyor ki Hz. Süleyman (a.s) ifritlerinden birini gönderdi ve arkasından bir ifrit daha gönderdi ki onu kontrol etsin, dediklerini dinlesin ve gelip kendisine haber versin. Arkadan gönderilen ifrit Hz. Süleyman´a gelerek o gönderilen ifritin çarşıdan geçerken başını göğe kaldırıp baktığını, sonra insanlara bakıp başını salladığını haber verdi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) ona bunun sebebini sordu. İfrit dedi ki: ´Ben, insanların başının ucunda durup onlardan çıkanları hemen yazan meleklere ve o meleklerden daha aşağıda bulunan kimselerin acelece yazmalarına hayret ettim´. İbrahim Teymî şöyle demiştir: ´Mü´min konuşmak istediği zaman düşünür; eğer lehinde ise konuşur, aksi takdirde susar; fâcirin konuşması ise zincirleme gider´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Konuşması çok olanın yalanı çoğalır. Malı çok olanın günahı çoğalır. Ahlâkı kötü olanın nefsi azap görür veya nefsine azap çektirir´, Amr b. Dinar şöyle demiştir: Bir kişi, Hz. Peygamberin yanında fazla konuştu. Hz. Peygamber kendisine şöyle sordu: - Senin dilinin önünde kaç perde vardır? - Dudaklarım ve dişlerim vardır! - Acaba o perdelerde konuşmanı azaltacak bir kuvvet yokmudur?39 Bir rivayette Hz. Peygamber s.a.v bunu kendisini öven bir kişi hakkında söylemiştir. Çünkü Hz. Peygamberi öven bu kişi, konuşmasında aşırı bir şekilde mübalağa ederek sözü uzatmıştı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli birşey verilmiş değildir!40 Ömer b. Abdülaziz şöyle der: ´Beni çok konuşmaktan, böbürlenme korkusu menetmektedir´. Hükemanm biri şöyle demiştir: ´Kişi, bir mecliste olduğu zaman konuşmak onun hoşuna gidiyorsa, sükût etsin! Eğer susmuş ise ve susmak hoşuna gidiyorsa, konuşsun!´ Yezid b. Ebi Habib şöyle demiştir: ´Konuşmasının dinlemesinden kendisine daha sevimli gelmesi âlimin fitnesindendir. Eğer âlim, kendisinin yerine konuşup kendisine ihtiyaç bırakmayan birini görürse, onu dinlemekte kendisine selâmet vardır. Konuşmakta süslemek, artırmak ve eksiltmek vardır! İbn Ömer şöyle demiştir: ´Kişinin temizlenmesine en fazla muhtaç olduğu şey dilidir´. Ebû Derdâ (r.a) çenesi düşük bir kadını gördüğünde şöyle dedi: ´Eğer bu kadın dilsiz olsaydı, onun için daha hayırlı olurdu. İbrahim Nehâî şöyle demiştir: ´Halkı iki haslet helâk ediyor: Birincisi fazla mal, ikincisi fazla konuşmak. İşte bunlar, çok konuşmanın kötülenmesi ve sebebidir. Fazla konuşmanın ilâcı ise mâlâyanî sözlere dair bölümde geçmişti. 35)Abdullah´ın oğludur. Âmir soyunun Haşr koluna mensuptur. Künyesi Ebû Abdullah´tır. Basralıdır ve şâyân-ı itimad bir âbiddir. H. 95 senesinde vefat etmiştir. 36)Beğâvî, İbn Hani, Beyhakî 37)Ebû Dâvûd, Nesaî 38)İbn Ebî Dünya 39)İbn Ebî Dünya 40)Deylemî, (İbn Abbas´tan |
Bâtıla Dalmak
Bâtıla dalmak, günahlar hakkında konuşmak demektir. Kadınların, içki meclislerinin, fâsıklarm makamlarının, zenginlerin refahının, padişahların diktatörlüğünün, çirkin merasimlerinin ve çirkin durumlarının hikayesi gibi... Çünkü bunların tümü, kendisine dalmanın helâl olmadığı konulardır ve bunları anlatmak haramdır. Seni ilgilendirmeyen konuda konuşmak veya seni ilgilendiren konuda ihtiyaçtan fazla konuşmak ise evlâyı terketmektir. Fakat buna rağmen bu tür konuşmada haramlık yoktur. Evet! Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda fazla konuşan bir kimsenin, sonunda bâtıla dalmayacağından emin olunamaz; zira insanların çoğu konuşması, halkın namusunu çiğnemek, bâtıla dalmak veya bâtılın diğer türlerini işlemek suretiyle meyvelenmenin ötesine gitmez. Bâtılın türlerini zapt u rapt altına alıp sınırlamak mümkün değildir. Çünkü çok ve çeşitlidir. İşte bundan ötürü bâtıldan korunmak, ancak din ve dünyanın önemli meselelerinden kişiyi ilgilendirdiği kadarı ile yetinmekle mümkün olur. Yine de birtakım kelimeler vâki olur. O kelimeleri konuşan, onları önemsemez ama o kelimeler onu helâk etmeye sebep olur! Bilâl b. Hars41 Hz. Peygamberin (s.a) şöyle dediğini nakleder: Kişi, ALLAH´ın rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış olduğu makama varacağını sanmaz. Dolayısıyla ALLAH Teâlâ o kelimeden ötürü rızasını kıyamete kadar o adam için yazar. Kişi ALLAH´ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, c kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece ALLAH Teâlâ onarı üzerine o kelimeden dolayı kıyamete kadar gazabını yazar.42 Alkame şöyle derdi: ´Konuşacağım nice şeyler vardır ki Bilâl b. Hars´in hadîsi beni o konuşmalardan menetti´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı Süreyya´dan daha uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır.43 Ebû Hüreyre şöyle demiştir: İnsan bir kelime söyler ve onu önemsemez. Oysa o kelimeden ötürü cehenneme yuvarlanır ve yine bir kelime söyler, bu kelimeyi yeterince takdir etmez. Oysa ALLAH Teâlâ o kelimeden ötürü onu cennetin yüce mertebelerine yükseltir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamette insanların en fazla hatalı olanları, dünyada en fazla bâtıla dalanlarıdır.44 ALLAH Teâlâ cehennemliklerin şöyle dediklerini aktarmaktadır: Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık! (Müddessir/45) Onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.(Nisa/140) Selmân-ı Fârisî der ki: ´Kıyamet gününde insanların en günahkâr olanları, dünyadaki konuşmalarında ALLAH´a en fazla isyan edenleridir´. İbn Şîrîn şöyle demiştir: "Ensâr-ı kiramdan bir kişi bu tür insanların yanından geçerken onlara ´(Kalkın) abdest alın! Muhakkak sizin söylediklerinizin bir kısmı abdestsizlikten daha şerlidir´ derdi". İşte bu, bâtıla dalmanın ta kendisidir. Bu ise, ileri de sözkonusu edilecek olan gıybet, kovuculuk, fahiş konuşmak ve benzerlerinin ötesindedir. Hatta bu, varlığı daha önce geçen mahzurları anmaya dalmaktır veya onları anmaya dinî bir ihtiyaç olmaksızın onlara varmayı düşünmektir. Buna, bid´atlerin hikâyelerine dalmak da, bozuk mezheblerin ve ashâb-ı kiramın arasında cereyan eden savaşları ashâbm bir kısmına tanetmeyi andıracak şekilde hikaye etmek de dahildir! Bütün bunlar bâtıldır. Bunlara dalmak bâtıla dalmaktır. Biz ALLAH Teâlâ´nm lütuf ve keremi sayesinde güzel yardımını talep ediyoruz. 41) Asım´m torunudur. Künyesi Ebû Abdurrahman olup, Müzen kabilesin-dendir. H. 60 senesinde seksen yaşında iken vefat etmiştir. 42)İbn Mâce, Tirmizî 43)İbn Ebî Dünya 44)İbn Ebî Dünya |
Mira (Başkasının Sözüne İtiraz) ve Cidal Etmek
Mira ve cidal etmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kardeşinle tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!45 (Aranızdaki) tartışmayı terkediniz; zira tartışmanın hikmeti anlaşılmaz, fitnesinden de emin olunmaz!46 Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, onun için cennetin en yüce yerinde bir ev bina edilir. Haksız olduğu halde tartışmayı terkeden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir ev bina edilir.47 Putperestlik ve içkiden sonra RABBİMin beni nehyettiği ilk şey münakaşa etmekten sakındırmak olmuştur.48 ALLAH (ce) hidayet verdikten sonra cedele dalan bir kavim, dalâlete sapmış demektir.49 Haklı da olsa kul, cedeli bırakmadıkça iman hakikatini kemâle erdiremez.50 Altı haslet vardır ki kimde bulunursa o, imanın hakikatine varmıştır: 1.Yaz mevsiminde oruç tutmak 2.ALLAH düşmanları ile savaşmak 3.Yağmurlu ve bulutlu günlerde namazı ilk vaktinde kılmak 4.Musibetlere sabretmek 5.Zorluklara rağmen abdesti yerli yerinde (tam manâsıyla)almak 6.Haklı olduğu halde münakaşayı bırakmak.51 Zübeyr b. Avvam,52 oğlu Abdullah´a şöyle dedi: ´Halkla, Kur´ân ile tartışma! Çünkü sen onlara güç yetiremezsin. Fakat sünnet-i seniyye ile onlara karşı çık!´ Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir: ´Kim dinini husûmet ve tartışmaya maruz bırakırsa, o fazlasıyla değiştirmeye muhtaç olur!´. Müslim b. Yesar şöyle demiştir: ´Cedelden kaçınınız! Zira o an, âlimin câhilleştiği andır. O saatte şeytan, âlimin sürçmesini bekler!´ Denildi ki: ´ALLAH´ın hidayet ettiği bir kavim dalâlete, ancak cedel ile saplanır!´ Mâlik b. Enes (r.a) şöyle demiştir: ´Dinde cedel yoktur´. Yine şöyle demiştir: ´Mücadele kalpleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur´. Lokman Hakîm, oğluna şöyle demiştir: ´Âlimlerle tartışma, sana buğzederler!´ Bilâl b. Sa´d şöyle demiştir: ´Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır´. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Eğer kardeşim bir nar hakkında ´o tatlıdır´ dese, ben de ´hayır, ekşidir´ desem mutlaka gidip beni sultana şikayet eder!´ Yine şöyle demiştir: ´Dilediğin bir insanla muhabbet et! Sonra onu bir defacık cedelle kızdır. O sana öyle bir iftira atar ki o felâket senin hayatını alt üst eder´. İbn Ebi Leylâ şöyle demiştir:54 ´Ben kesinlikle arkadaşımla cedel etmem! Çünkü onunla cedelleştiğim takdirde ya onu yalanlayacak veya kızdıracağım. (İkisi de mahzurludur)´. Ebû Derdâ şöyle demiştir: ´Devamlı cedel yapman günah bakımından sana yeter´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Her münakaşanın kefareti iki rek´at namazdır.55 Hz. Ömer şöyle demiştir: İlmi şu üç şey için öğrenme: 1. İlmi, halkla mücadele etmek için 2. Onunla böbürlenmek için 3. Riyakarlık yapmak için... Üç şey için de ilmi bırakma: 1. İlmi öğrenmekten utanmak için 2. İlmi kıymetsiz saymak için 3. İlim yerine cahilliğe razı olmak için... Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Kimin yalanı çoğalırsa, güzelliği silinir. Halkla münakaşa edenin ise mürüvveti düşer! Üzüntüsü çoğalanın bedeni hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da devamlı canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır´. Ömer bin Abdülâziz´in kâtibi Meymûn b. Mihran´a şöyle denildi: ´Sen neden arkadaşına küsüp onu terketmiyorsun?´ Cevap olarak dedi ki: ´Çünkü ben onunla ne husumet ederim, ne de cedel´. Mira ve cedelin aleyhinde vârid olan hadîsler ve rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Mira´nın tarifi şudur: Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu belirtilen eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur. Mirayı terke etmek, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terketmekle olur. Bu bakımdan dinlediğin konuşma hak ise tasdik et! Eğer bâtıl ve yalansa ve aynı zamanda dinî emirlerle ilgili değilse sus! Başkasının konuşmasına tanedip itiraz etmek, bazen o konuşmanın lâfzına yapılır. Yani gramer cihetinden lâfızdaki bir eksikliği belirtmekle olur veya lûgat cihetinden veya arapçası cihetinden veya tanzim ve tertip cihetinden olur. İtiraza sebep olan bu durum, bazen marifetteki kusurundan dolayı meydana çıkar. Bazen de dil yanılmasından ötürü sözüne itiraz edilir -durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur- veya mânâsı bakımından başkasının konuşmasına itiraz edilir, ´Senin dediğin gibi değildir. Çünkü sen filan filan yönden bu konuşmada yanıldın´ denir. Konuşmanın maksadından dolayı konuşmaya itiraz etmeye gelince, ´Şu söz haktır, fakat senin bu sözden kasdettiğin hak değildir. Senin maksadın bozuktur!´ demesi veya buna benzer sözler sarfetmesi gibi... İşte bu tür mücadele, eğer ilmî bir meselede cereyan ederse, bazen ona cedel ismi verilir ve o kötüdür. Bir müslüman a farz olan susmaktır, inat etmek ve tenkid etmek değildir. İstifade tarzında sormaktır veya itiraz etmek şeklinde değil de tariz etmede ince ve zarif davranmaktır. Cedel e gelince, o başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek, onu kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmekten ibarettir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Şöyle ki, muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşımdakinden üstün olduğunu ve muhatabının da değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Bu tür mücadeleden, sustuğu takdirde günahkar olmayacağı her tür tartışmadan kaçınmakla kurtulunabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey ise, ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir. Faziletini göstermeye gelince, bu kendisini büyük gösterme kabilindendir! Bu tezkiye, kulda bulunan büyüklük davasının gereğidir. Oysa bu nitelik rubûbiyet sıfatlarmdandır! Başkasını eksik ve düşük göstermeye gelince, bu da yırtıcılık tabiatının gereğidir. Çünkü bu tabiat yırtmayı, vurup kırmayı, eziyet etmeyi ister. İşte bu iki sıfat kötü ve helâk edicidir. Bu iki sıfatı mira ve cedel takviye etmektedir. Bu bakımdan Mira ve Cedele devam eden bir kimse, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Bu ise kerahiyeti ihlal etmektir. Hatta -eğer içinde başkasına eziyet vermek varsa-mâsiyetin ta kendisidir. Oysa cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir. Öfkeyi kabartmaktan, kendisine itiraz edilen kişinin konuşmasını -ister hak, ister bâtıl olsun- mümkün olduğu şekilde takviye etmeye teşvik etmekten uzak değildir! Kendisine itiraz edilen kişi aklına gelen herşey ile itiraz edeni tenkid eder. Böylece iki tartışmacının arasında şiddet gittikçe kızışır. Tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi... Onların herbiri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Ceza bakımından daha büyük ve arkadaşını susturmak hususunda daha kuvvetli çıkışlara yeltenir. Bunun tedavisi ise, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır. Nitekim bu, kibir, ucub ve öfkenin kötülüğünü anlattığımız bahislerde gelecektir. Çünkü her illet ve hastalığın tedavisi, onun sebebini silmekle olur. Mira ile cedelin sebebi ise bizim söylediklerimizdir. Sonra ona devam etmek de onu insanoğlunda âdet ve tabiat haline getirir! Öyle ki artık bu hastalık nefiste yerleşir. Bu hastalığa karşı sabretmek artık zorlaşır. Rivayet ediliyor ki Ebû Hanife (r.a) Dâvûd et-Tâî´ye şöyle sordu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin? -Cidali terketmek suretiyle nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim. -Meclise gel! Söylenilen sözü dinle! Konuşma! -Ben bunu yaptım! Bana bundan daha güç gelen bir mücâhede görmedim. Hakîkat de Davud´un dediği gibidir. Çünkü başkasının yanlışını gören bir kimse, o yanlışı düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, ALLAH Teâlâ ona cennetin en yücesinde bir ev bina eder. Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terketmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla mezhepler ve inançlarda insana galebe çalar. Çünkü mira ve cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da artar. O vakit tabiat ile ilâhî nizam bu hususta yardımlaşır. Oysa böyle sanması katıksız bir yanlışlıktır. Oysa insana ehl-i kıble hakkında dilini tutması daha uygun düşer. Ne zaman bir bid´atçıyı görürse ona tenha bir yerde cedel yoluyla değil, nasihat yoluyla ve uygun bir dille söylemelidir. Çünkü cedel, karşısındaki insanın hayaline ´adamın söylediği şey, beni şaşırtmak için bir hiledir´ fikrini getirebilir ve bid´atçı sanar ki bu bir sanattır. Benim mezhebimin ehlinden olan mücadeleciler de bu sanatın benzerlerini eğer isterlerse yapmaya muktedirdirler. Böylece bid´at, cedel yüzünden onun kalbinde devanı eder ve kuvvetlenir. Ne zaman bid´atçıya nasihat etmenin fayda vermeyeceğini bilirse, o vakit bid´atçıyı terkedip, kendi nefsiyle meşgul olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ehl-i kıble hakkında dilini tutan bir kimseden ALLAH razı olsun. Ancak bildiğini en güzel bir şekilde (söyleyebilir).56 Hişam b. Urve der ki: ´Hz. Peygamber bu hadîsi yedi defa tekrar etti. Kim bir müddet mücadeleyi âdet edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin aziz olduğunu ve halk tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl mücadele edilebilir? 45) Tirmizî 46)Taberânî, (Ebû Derdâ´darı) 47)İlim bölümünde geçmişti. 48)İbn Ebî Dünya, Taberânî, Beyhaki, (Ümmü Seleme´den) 49)Tirmizî, (Ebû Umâme´den) 50)İbn Ebî Dünya, (Ebû Hüreyre´den 51)Deylemî 52)Dedesi Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay b. Kilâb´dır. Künyesi Ebû Abdullah´tır. Kureyş´iıı, Esedî soyundan gelmektedir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretin 36. senesinde Cemel savaşından dönerken öldürülmüştür. 53)Bu zat Mısırlıdır. Künyesi Ebû Osman´dır 54)Adı Abdurrahman´dır, Cemâcim hâdisesinde H. 83 senesinde vefat etmiştir. 55)Taberânî, (Ebu Umâme´den 56) İbn Ebî Dünya |
Husûmet
Husûmet de kötüdür. Husûmet, cedel ve mira dan daha ileridir. Mira başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle itiraz etmektir. Bu itirazda muhatabını tahkir etmekten, kendi aklının salâbeti ile fikrinin kuvvetini göstermekten başka cedelcinin hiçbir gayesi yoktur. Cidal, mezhebini belirtmek ve yerleştirmek için yapılan münakaşadır. Husûmet ise, bir mal veya hak iddiası ile alâkalı sözünde ısrar ve inat etmektir. Bu ısrar ve inat bazen başlangıçta olur, bazen de karşısındakinin tavır ve davranışından kaynaklanır. Mira ise, bir konuşmaya yapılan itirazdan ibarettir. Nitekim Hz. Âişe Hz. Peygamberin şöyle dediğini naklediyor: ALLAH nezdinde erkeklerin en sevimsizi, münakaşada ısrar edenidir.57 Ebû Hüreyre Hz. Peygamberden (s.a) şöyle rivayet ediyor: Kim ilimsiz olarak bir husûmette mücadele ederse, o mücadeleden vazgeçinceye kadar ALLAH´ın öfkesine maruz kalır.58 Seleften biri şöyle demiştir: ´Husûmetten sakın! Çünkü husûmet, dini mahveder´. Deniliyor ki: ´Müttaki bir kimse, din hususunda hiçbir zaman husûmet etmez´. İbn Kuteybe59 şöyle anlatıyor: "Bişr b. Abdullah yanımdan geçti ve bana şöyle dedi: -Neden burada oturuyorsun? -Benimle bir amcazadem arasında bir dâva var, onun için bekliyorum. -Senin babanın bana iyiliği vardır. Ben de buna karşılık sana iyilik etmek isterim. ALLAH´a yemin ederim ki ben husûmetten daha fazla kalbi meşgul eden, huzuru bozan ve dini kökünden söken başka birşey görmedim! İbn Kuteybe diyor ki: Bu söz üzerine gitmek için ayağa kalktım. Hasmım bana dedi ki: -Ne yapacaksın? -Seninle artık muhakeme olmayacağım. -Sen benim haklı olduğumu anladın da ondan mı vazgeçtin? -Hayır! Öyle olduğu için değil. Fakat ben nefsime ikram olarak vazgeçiyorum. Bunun üzerine hasmım ´Ben de senden birşey istemiyorum, senin olsun´ dedi. Soru: Bir kimse haksızlığa uğradığı zaman, hakkını aramak ve korumak için elbette dâva etmesi gerekir. Bu bakımdan bu kimsenin hükmü ne olur ve bu kimsenin husûmeti nasıl kötü olabilir? Cevap: Bu kötüleme, bâtıl yolda ve ilimsiz husûmet edenleri kapsamaktadır. Kadı´nın60 vekili gibi... Çünkü kadı vekili, meseleyi bilmeden ve hakkın hangi tarafta olduğunu öğrenmeden önce -hangi tarafın olursa olsun- bir tarafın vekili olur ve ilimsiz onu savunur. Aynı zamanda bu kötüleme, hakkını arayıp ihtiyaç kadarıyla yetinmeyen, husûmette ısrar ve inâd gösteren, bu ısrar ve inadı eziyet vermek için yapan kimseleri de kapsar. Bu hüküm, eziyet veren sözleri, delil olmadığı ve hakkın açığa çıkmasında bir yarar sağlamadığı halde söyleyen kimseleri de kapsar. Hasmını mağlup etmek ve kırmak için sadece inaddan dolayı husûmete yeltenen ve aynı zamanda mahkemelik olan malı çoğu zaman hakir görüp de iltifat etmeyen bir kimse de bu zemmin şümulüne dahildir. Halkın arasında bazı kimseler vardır. Açıkça şöyle söyler: ´Benim maksadım hasmımın inadı ve onun mürüvvetinin kırılmasıdır. Eğer ben ondan bu malı alıp kuyuya atsam bile önemi yoktur! İşte böyle diyen bir kimsenin maksadı inatçılıktır, husûmet ve ısrardır. Bu ise, gerçekten kötü bir şeydir. Israr, israf, gereğinden fazla inâd ve eziyet maksadı olmaksızın sadece şer´î yoldan delil getiren mazluma gelince, onun yaptığı haram değildir. Fakat en güzeli husûmeti -mümkün olduğu kadar- terketmektir. Çünkü husûmette dili zaptetmek ve normale döndürmek zordur. Husûmet, göğsü alevlendirir, öfkeyi kabartır. Öfke harekete geçtiği zaman husûmet konusu olan şey unutulur. İki hasmın arasında ancak kin ve nefret kalır. Hatta onların her birisi diğerinin kötülüğüne sevinir. Sevindiğine de üzülür ve biri diğerinin aleyhinde dilini alabildiğine serbest kullanır. Bu bakımdan kim husûmete başlarsa, bütün bu mahzurlara kendisini mâruz bırakmış olur. Husûmetin en azında, kalbin karışması sözkonusudur. Hatta namazın içinde bile hasmını mağlup etmenin yollarını araştırır! Bu bakımdan iş vâcib olan hududunda kalmaz. O halde husûmet her şerrin başlangıcıdır. Mira ve cidal de böyledir. Bu bakımdan zaruret olmaksızın husûmet kapısını açmamak daha uygundur. Zaruret ânında ise, dilini ve kalbini hasmının sürçmelerini takip etmekten tutması uygundur. Bu ise gerçekten zor bir şeydir. Bu bakımdan husûmetinde sadece farz olan miktarla yetinen bir kimse, günahtan uzak kalmıştır. Böyle bir kimsenin husûmeti kötülenmez. Ancak böyle bir kimse husûmet ettiği şey hakkında husûmet etmekten müstağnidir. Çünkü yanında kendisine yetecek şey vardır. Bu bakımdan bu şekilde husûmet yapan bir kimse daha iyiyi terketmiş olur! Fakat günahkâr olmaz. Evet! Husûmette insanın elinden giden faydanın en azı, güzel konuşmak ve güzel konuşma hakkında vârid olan sevaptır; zira güzel konuşmanın en az derecesi muvafakatini göstermektir. Konuşmayı tenkit etmek ve kısacası; muhatabı cahillikle itham etmek veya yalanlamak olan itiraz etmekten daha sert birşey yoktur. Çünkü mücadeleye girişen miraya tutulan veyahut da muhaseme eden bir kimse, karşısındaki insanı ya cahillikle itham eder veya yalanlar. Böylece güzel konuşma elden kaçar. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Güzel konuşma ve yemek yedirme, cennette sizi mekan sahibi kılar.61 Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: İnsanlara güzel söz söyleyiniz. (Bakara/83) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ALLAH´ın kullarından sana selâm veren bir kimse, mecûsî olsa dahi, onun selâmının karşılığını ver. Çünkü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Bir selâmla seiâmlandığımz zaman, siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâmı aynen iade edin!(Nisa/86) Yine İbn Abbas şöyle demiştir: ´Eğer Firavun bana hayrı söylemiş olsa, muhakkak ben de onun gibisini ona söylerdim´. Enes, Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakleder: Cennette bir kısım köşkler vardır. Onların dışı içinden, içi de dışından görünür. ALLAH o köşkleri yemek yedirenler ve yumuşak konuşanlar için hazırlamıştır.02 Rivayet ediliyor ki, Hz. İsa´nın yanından bir domuz geçti. Hz. İsa domuza ´selametle geç!´ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa´ya ´Sen domuza nasıl böyle diyorsun?´ dediler. Hz. İsa cevap olarak ´Dilimi kötü söze alıştırmak istemiyorum´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Güzel bir söz sadakadır.63. Bir hurmanın yarısı ile de olsa ateşten korununuz. Eğer hurmanın yarısını bulamazsanız güzel bir söz ile korununuz.64 Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hayır yapmak kolay bir şeydir. Çünkü güler yüzlülük ve yumuşak konuşmak da hayır yapmaktır´. Hükemadan birisi şöyle demiştir: ´Yumuşak konuşmak, kararlaşmış kinleri yıkar´. Hükemadan biri şöyle demiştir: ´Rabbini öfkelendirmeyen ve arkadaşını razı eden konuşmada cimrilik yapma! Çünkü rabbinin o konuşmadan dolayı sana iyilik yapanların sevabını ihsan etmesi umulur´. İşte bütün bunlar güzel konuşmanın fazileti hakkında vârid olmuştur. Husûmet, mira, cidal ve inatçılık bunun tam zıddıdır. Çünkü bunlar göğsü alevlendiren, öfkeyi kabartan, yaşayışı bulandıran, kalbe eziyet veren, ürkütücü ve iğrenç konuşmadır. ALLAH Teâlâ´dan, minnet ve keremine sığınarak güzel tevfîkini bize yoldaş etmesini dileriz. 57)Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî 58)İbn Ebî Dünya, İsfehanî 59)Meşhur İbn Kuteybe değildir. 60)Burada Kadı´darı maksad, hakkı almak isteyendir. Onun vekili olacak kimseden maksat ise avukatıdır. 61)Taberânî, Evsat, (Câbir´den) 62)İbn Ebî Dünya |
Konuşmada Tekellüfe Kaçmak
Konuşmada, ağzını eğip-bükmek, fasih ve secî´li konuşacağım diye yapmacık hareketlerde bulunmak, konuşmasına kadın ve sevgiden bahsederek giriş yapmak ve hatiplik iddiasında bulunup fesahat gösterisinde bulunanların âdetlerinde cereyan eden usûllerle gösteriş yapmaktır, Bütün bunlar kötülenmiş ve buğzedilmiş tekellüf (zorlama) türündendir. Öyle bir tekellüf ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: Ben ve ümmetimin muttakîleri tekellüften (gösteriş için zorlanmaktan) uzağız.65 Benim için en sevimsiz ve meclisimden en uzak olanınız, ağzını eğip-bükerek edebiyat yapmak için kendini zorlayanlardır.66 Fâtıma (r.a) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki bol nimetlerle gıdalanıp, yemeklerin her çeşidini yerler, elbiselerin her rengini giyerler ve ağızlarını eğip-bükerek konuşurlar.67 Dikkat edin, derin söze dalıp gereksiz yere sözü uzatanlar helâk olmuşlardır.68 Bu sözü üç defa tekrar etti. Hadîs-i şerifte geçen tanattû kelimesi ´derinleşme ve ardına kadar dalmak´ demektir. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Çene çatlatarak deve kükremesi gibi konuşmak şeytandandır´. Amr b. Sa´d, babası Sa´d´â gelerek bir ihtiyacını istedi. Bu münasebetle ihtiyacını istemezden önce bir konuşma yaptı. Sa´d kendisine dedi ki: Ben hiçbir zaman senin ihtiyacından bugün uzak olduğum kadar uzak olmadım. Ben Hz. Peygamberin şöyle dediğini duydum: Öyle bir zaman gelecek ki sığırların dilleriyle ot geveledikleri gibi insanlar da konuşmayı o şekilde geveleyeceklerdir.69 Sa´d, oğlu Amr tarafından zoraki bir şekilde süslendirilmiş ve takdim edilmiş konuşmayı hoş karşılamadı. Bu da dilin âfetlerindendir. Evet! Zorla yapılan her secî, dilin âfetine dahil olur. Adetin sınırını aşan fesahat de böyledir. Konuşmalarda zoraki bir şekilde yapılan secfler de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bir cenîn hakkında Gurre (diyet ve kan bedeline) hükmederken cinayet işleyenin kavminden biri ´İçmemiş, yememiş, bağırmamış ve kendisinden ses çıkmamış bir kimsenin diyetini biz nasıl veririz? Oysa böyle bir kimsenin kanı hederdir ve boşa gider´ dedi. Bu secîli sözü dinleyen Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Siz bedevilerin secî yapması gibi, secî ve kafiye mi yapıyorsunuz?70 Onların bu şekilde secî ve kafiye yapmalarını çirkin gördü. Çünkü onların bu konuşmalarında zorlamanın eseri apaçıktı. Herşeyde maksadını ifade etmekle yetinmek uygundur. Konuşmanın maksadı, gayeyi muhataba anlatmaktır. Onun ötesinde kalan, kötülenmiş zorlamadır. Hitabetin lâfızlarını güzelleştirmek, bu kötülenmiş kısma dahil olmaz. İfrata kaçmaksızın ve garip kelimeler kullanmaksızm hatırlatma (va´z u nasihat) da bu kısma dahil değildir. Çünkü hitabet ve hatırlatmadan gaye; kalpleri harekete geçirmek, teşvik etmek, gönülleri yumuşatmaktır. Lâfzın zarif oluşunun burada büyük bir tesiri vardır. Bu bakımdan güzel lafızlar, hitabet ve nasihata uygundur. İhtiyaçların belirtilmesi ve işlerin kolaylaştırılması için yapılan konuşmalara gelince, bu tür konuşmalarda şecî kullanmak, avurtları doldurarak sesli konuşmak uygun değildir ve böyle yapmakla uğraşmak, kötülenmiş bir zorlamadır. İnsanı buna sevkeden şey riya, arkadaşlarının arasında belâgat ve fesahatıyla mümtaz olduğunu ispat etmekten başka birşey değildir! Bütün bunlar kötüdür. ALLAH´ın dini bunları kerih görür ve insanı bunlardan sakındırır. 63)Müslim 64)Müslim (Ebû Hüreyre´den 65)Dârekutnî, İfrâd, (Hz. Zübeyr´den merfû olarak) 66)İmam Ahmed, (Ebû Salebc´den) 67)İbn Adîy, Beyhakî, İbn Asâkir 68)Müslim 69)İmam Ahmed 70)Ebû Dâvûd |
All times are GMT +3. The time now is 17:38. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025