![]() |
Zaman- Yorum-Etyen Mahçupyan
Laikliğin Cehaleti "Bilimsellik kisvesi altında toplumun karşısına çıkarılan laiklik sayesinde, toplumun kendisi bir anda siyasetin dışına itildi. Çünkü toplum cahildi... Doğruları bilmiyordu... Doğruları bilmeyen bir toplumun siyasetinden bir hayır çıkmayacağı aşikârdı. Siyaset laik kesimin uhdesinde kalacak ve toplum da laikleştikçe siyasete dahil olacaktı. Bunun son derece teşvik edici bir politika olduğu su götürmez. Nitekim yoğun bir laikleşme arzusu yarattı. Laik olmanın yarattığı imtiyazları paylaşma, dar yönetim kadrosunun parçası olma herhalde bir çekiciliğe sahipti. Ama Türkiye'deki laikliği açıklamak için bunlar yetmez... Burada laiklik gerçekten de bir üstünlük, bir 'adam olma' önkoşulu olarak görüldü. Ne var ki benimsenen otoriter zihniyet içinde şekillenmiş bir laiklikti. Yani doğruları söyleyen, düşünmeyi değil, 'yanlışı' reddetmeyi ima eden bir laiklik. Mesele düşünme olmadan yanlışın nasıl tespit edileceğiydi, ama o noktada da devlet imdada yetişiyordu. Devlet 'şeriat' ve 'irtica' kavramlarını sıcak tutarak ve içlerini doldurarak, hem laik kesimin uzak durması gereken bir toplum zeminine işaret ediyor, hem de bu sayede laik kesimi yeniden üretiyordu. Çünkü laik olmak, modern olmak kadar cahil olmamayı da ifade etmekte; birincisi kendi cemaatini tanımlarken, ikincisi 'ötekine' mesafe almayı salık vermekteydi. Sonuçta laik kesim gözünün önünde duran gerçekliği görmektense, kendisine uygun gelen hurafelerin peşinden gitmeyi tercih edebiliyor. Cehaleti yenmek üzere yola çıkmış olanların geldikleri cahilane nokta ibret verici... Cehaletin bilgisizlik olmayıp, bilmediğin halde kendini biliyor sanmak olduğunu laik kesim de öğrenecek. Ve belki de o zaman kendisini cahil 'bıraktıranın' ne olduğunu, cahil 'bırakanların' da kim olduğunu sorgulayacak. " "Laiklik" vaveylasını koparanları, "şeriat" korkusu imajıyla gözleri boyayanları tekrar tekrar düşünerek bu yazı okunmalı.. Türkiye'de laiklik.. Türkiye'nin "laik" kalması bir de bu açıdan değerlendirilmeli.. |
Nuh GÖNÜLTAŞ - 26/09/2009
Alıntı:
|
Tarık TAÇBAŞ - 26/09/2009 - "GECE 01.30'A RANDEVU VERDİ, ŞAŞIRDILAR"
Alıntı:
|
27.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Fehmi Koru'nun ''İktidarları şangur şungur'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Ülkesi için taş üzerine taş koymamış, buna karşılık ülkenin sunduğu fırsatlardan en fazla nemalanan, kendi burnundan kıl aldırmazken başkalarında hep küçümsenecek bir şeyler arayıp bulanlar... Kendilerinin tavrını 'siyaseten doğru' gösterip siyaset ve siyasetçi harcayanlar... Yumurtadan çıkmış, çıktığı yumurtayı beğenmeyen tipler... Başlarda, “Ak Parti iktidarı bir dönemlik” diye etraflarını avuttular; ardından “Aman daha fazla uzamasın” diye sağa-sola davet çıkardılar ve siyaset-dışı iktidarlarını bugüne kadar sürdürdüler... Duyulan şangırtılar, duvara toslayan onlardan çıkan seslerdir. |
Nuh Gönültaş
2120... KIYAMETİN TARİHİ Evet... Adnan Oktar Allah'tan başka hiç kimsenin, peygamberinin dahi bilmediği bir bilgiyi Çırağan Sarayı'nda birlikte iftar eden gazetecilerle paylaştı. "Kıyamet 2120 tarihinde kopacak." Wowww... Desenize dünyamızın 110 yılı kaldı. Demek ki biz göremeyeceğiz ama bizim çocuklarımızın torunları kıyameti yaşayacaklar! Onlar için ne müthiş bir son! Kıyametin tarihi önceden bilinebilir mi? Sanmıyorum! Kur'an açık biçimde bu bilginin Allah'a ait olduğunu, kimsenin önceden bu bilgiye sahip olmadığını bildiriyor. "İnsanlar, sana kıyametin saatini sorarlar, De ki: 'O'nun bilgisi yalnızca Allah'ın katındadır.' Ne bilirsin, belki kıyamet saati pek yakında olabilir. (Ahzap, 63) Şimdi... Böyle olduğu halde nasıl olur da bir insan, insanlardan bir insan bu konuda bir tarih verebilir? İslam alimleri bu konuda söz söylerken her defasında cümleden önce "Doğrusunu ancak Allah bilir" demişler ve ondan sonra kutsal kaynaklardan bu konuda verilen ipuçlarını değerlendirmişler ve bir tahminde bulunmuşlar. Ama doğrusunu isterseniz bugüne kadar resmen bir tarih verenine rastlamamıştım. Neyse... |
Zihni ÇAKIR
AK PARTİ İÇİN EN BÜYÜK TEHLİKE: BELEDİYE BAŞKANLARI Son 3 yıldır AK Parti’ye yönelen eleştiri ve yolsuzluk iddialarına baktığınızda, yerel yönetimler üzerinde yoğunlaşıldığını göreceksiniz. Bu yönde emniyet ve polisin savcılık talimatlarıyla operasyonlar düzenlediği, operasyonlar sonrası yaşanan gözaltı ve mahkeme sorgusuyla tutuklamaların yaşadığı kayıtlarda mevcut. Hal böyle olunca, yerel yöneticilerin(Belediye Başkanlarının) belde, ilçe ve bazı il teşkilatları üzerinde kurduğu tahakküm, onların bulaştığı şaibeler konusunda parti teşkilatlarını da zan altında bırakıyor. Somut bir ilişki kurulmasına neden oluyor. Bu sadece AK Parti için değil; diğer tüm partler için de geçerli bir olgu. AK Parti’ye yakın medya organlarının muhalefete ait belediyelerdeki hukuksuzluklarla ilgili yargı sürecini ön plana çıkarma nedeni de bu zaten. Yerel yöneticiler üzerinden partiyi zan altında bırakmak. Öyleyse bu yönde en dikkat etmesi gereken iktidar partisi ve onun mensupları değil mi? Bundan şüphem bile yok. |
27.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Mümtaz'er Türköne'nin ''Açılımın yelpazesi ve milliyetçilikler'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Ulus devletlerin abartarak tedavüle soktuğu devlet milliyetçiliği ile "ulusal kurtuluş" iddiasındaki seperatist milliyetçilikler birbirlerinin ikiz kardeşleri. Her ikisi de totaliter ideolojilerle ve otoriteryen kişiliklerle besleniyor. Birincisi demokrasiyi bir sapma hali olarak görüyor, devletin güvenliğinin topluma emanet edilemeyeceğine inanıyor. İkincisi peşinen her türlü çözümü "önderliğe" havale ederek demokrasiyi Kürt ulusalcılığının ziynet eşyasına dönüştürüyor. |
Arzu ERDOĞAL-VAKİT
Sarıgül, Başbakan olabilir mi? Bir bakıma Sarıgül, halkın hem muhalefetten hem de iktidardan yana sıkıntılarını çok iyi tespit ederek halkın hoşuna gidebilecek iyi bir siyaset geliştirmiş gözüküyor. Evet, az öncede belirttiğim gibi bu görüşüm 3. iddianameye kadar geçerliydi. Çünkü iddianameye Sarıgül ile Ergenekon zanlısı Mehmet Haberal arasında geçen ilginç bir telefon konuşması yansıdı ve bu konuşma kafaları karıştırdı. Konuşmada, Sarıgül başbakanlık hedefini Haberal'a açıyor ve 'Ben Türkiye'nin başbakanı olacağım belki ama benim başbakanım sizler olacaksınız. Yol haritamı aktaracağım izin verirseniz, başka bir şey olacak' ifadelerini kullanıyor. Haberal ise ondan CHP ile uğraşmamasını istiyor. Sarıgül’de talimatı aldığını ve konuşmasını tamamen değiştirdiğini söylüyor. İşte bu gelişme Sarıgül’e olan bakış açısını değiştirecektir. Sarıgül sevilen bir isim… Medya ve iş dünyasından da destek görüyor. Ancak bu tek başına yeterli olmuyor. Kuracağın ekip önemli, iç siyasetin yanı sıra dış siyasette de farklı açılımlar gerekli, en önemlisi de halk desteği… 3. iddianame ile gündeme yansıyan Sarıgül profili eskisini bir anda yıkabilir. Şayet Sarıgül her şeye rağmen bu konuşmanın üstünü örtecek tarzda bir siyaset geliştirirse önümüzdeki genel seçimlerde rakiplerini zorlayabilir… Belki şu aşamada Başbakan olması zor gözükse de “Baykal’dansa Sarıgül” mantığı ile meclise muhalefet partisi lideri olarak adım atabilir. |
Selçuk Özdağ-VakitBursaspor - Diyarbakırspor maçı ve Federasyon
Bu ülkeyi hiçbir dış güç bölemez, bölerse içindeki ahmaklar, cahiller, hastalar, psikopatlar böler. Bursaspor, Diyarbakırspor maçında yapılan tezahüratları gazetelerden okumuşsunuzdur. "PKK dışarı" diye bağıran bazı Bursaspor taraftarlarının bu terbiyesizce tavrını nereye koymak lazım acaba? Diyarbakır bu ülkenin bir parçası.Her şehirde olduğu gibi Diyarbakır’da da farklı düşünen, toplumun genel çizgilerinin dışına çıkanlar olabilir. Ancak bu kimseye bu ülke insanlarını aşağılama, ötekileştirme, bütünden koparma, dışlama hakkını vermez. Aynı tezahüratın size yapıldığını düşünün, ne hissedersiniz. Altı üstü bir futbol karşılaşması. Spor birazda dostlukları pekiştirmek, ilişkileri geliştirmek, ortak duygular oluşturmak için yapılır. Bir şov,gösteri sporudur yani. Hal böyleyken bir avuç edepsizin, ülkenin yüreğini hançerlemek anlamına gelen bu tavırlarına ne demeli? Milliyetçilik ona buna yafta yapıştırıp, oraya buraya savurmak değildir. Gerçek milliyetçilik ülkeye zarar verecek söz ve davranışlardan kaçınmak, bütünleştiren, barıştıran, kucaklaştıran bir yol izlemektir. Bu tür tezahüratları yapanlar kendilerini milliyetçi sanıyorlarsa aldanıyorlar, PKK'nın ekmeğine yağ sürenler olsa, olsa bölücü olurlar. |
Doğrudan siyasi içerikli değil bu paragraflar ama "eğitim"de siyasilerin gözden geçirmesi gereken temel konulardan biri ise burada olmalı bu satırlar:
Yenişafak-Yusuf KAPLAN- Çocuklarımızı "öldürüyorlar" bayım "Biz bize gelelim… Ve başımıza nasıl bir taş düştüğünü görelim… Davud-u Kayserî, Kadı Burhaneddin, Molla Gurani, Molla Fenarî, Gazâlî, Yunus, Mevlânâ, Merâğî, Itrî, Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Galip, Levnî, Karahisârî, Taşköprülüzâde, Kâtip Çelebi kimdir acaba? Ne söyler bize bu kurucu figürler bugün? Ne anlam ifade eder yarınımız için? Çocuklarımızı geçtik; elitlerimiz, aydınlarımız, yazarlarımız için hangi rüyalara, ideallere, ufuklara, yaratıcı atılımlara kaynaklık eder, etmiştir, edebilmiştir acaba? Kurucu figürlerini tanımayan, onlarla aynı rüyaları paylaşamayan, onların hayallerini, heyecanlarını, coşkularını, ideallerini, çilelerini yaşayamayan, hissedemeyen, soluyamayan, yeni hayallere, rüyalara, coşkulara, ideallere dönüştüremeyen kuşaklar, kendilerini tanıyabilirler mi, dünyayı, dünyanın başka kültürlerini tanıyabilirler mi? Eğitim sistemimiz, sömürgecilerin yapamayacağı kadar tahribat yapıyor… Kültür hayatımız,medya dünyamız kendi kültürümüze, sanatımıza, düşünce dünyamıza o kadar yabancı, o kadar ilgisiz, o kadar kör ve duyarsız ki, insanın çıldırırcasına haykırası geliyor, "durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak" diye… Bizim etik, estetik ve adalet ilkeleri üzerinden insanlığa sunduğumuz görkemli ama bir o kadar da mütevazı; gittiği her yere ruh götüren, hayat bahşeden; yüzyıllarca hem zamanı, hem mekânı fetheden kurucu figürlerimizin inşa ettikleri kendi gök kubbemizi tanımadan, yaşamadan ve yaşatmadan geleceğe ne söyleyebiliriz ki biz? Geleceğimizi nasıl teminat altına alabiliriz ki? Çocuklarımızın ideallerinin, ruhlarının, rüyalarının ve hayallerinin öldürülmesini nasıl önleyebiliriz ki? Kendi hayallerini kuramayanlar, başkalarının hayallerini yaşamaktan, dolayısıyla yok olmaktan kurtulamazlar… " En önemli konu bu işte.. KEndi köklerinden beslenebilmek ve değerlerimizi bilmek.. Ve gerektiğinde değerler üretebilmek.. Bunun yolu ise değerlerimizin düşünce yapılarını, zihin örgülerini çözebilmekten geçiyor. Kendimizi bulabilmemiz, kendimize gelebilmemizin elzem yolu bu. Çocuklarımızın kendi ayakları üstünde durabilmelerinin yoluda buradan geçiyor. Geçmişlerini öğrenebilmeleri ve kendilerini köklü geçmişin bir dalına ait hissetmeleri. Eğitim sistemiz bu hakikatleri öğrencilerin zihnine nakışlayabilecek nitelikte mi peki? Hangi ulvi değerleri tanıyor çocuklarımız, ya da bizler? Eğer sistemde eksiklik varsa bu eksiği yamalayacak güçte miyiz bizler? Okumalı ve düşünmeliyiz.. Biz geçmişimizden koptukça rüzgarın hakimiyeti kaçınılmaz olacaktır.. |
28.09.2009 tarihli Star Gazetesinden Mustafa Akyol ''Türk ırkçılarının inandığı yalanlar'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
“Binaenaleyh bir Kürt mensubu olmak sıfatiyle sizi temin ederim ki Kürtler hiç bir şey istemiyorlar. Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki El-cezire Cephesi’nde çarpıştık. Nasıl ki, Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz .” (Türk Parlamento Tarihi, II. Cilt, TBMM Yayınları, s. 343) Uzun lafı kısası, Cumhuriyet kurulurken Kürtlerin ezici çoğunluğunun Türkiye’ye sadık olduğudur. Bu tabloyu bozan ise, başka her şeyden çok, Türkler ve Kürtler arasındaki “kardeşlik” ilişkisini “asimilasyon”a çevirmeye kalkan Cumhuriyet, daha doğrusu Tek Parti ve varisleridir. Şimdi, aradan geçen seksen yıldan sonra, bu yanlış hesaptan dönmeye çalışıyoruz. Mesele, bu. |
28.09.2009 tarihli Star Gazetesinden Nasuhi Güngör'ün ''Erdoğan dünyayı doğru okuyor mu?'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Hükümetin IMF’ye karşı getirdiği eleştirileri ve küresel krizde bizzat rolü olan finans ve değerlendirme kuruluşlarının rolünün gözden geçirilmesi talebini şöyle tercüme edebiliriz: Bugüne kadar olduğu gibi uluslararası kuruluşlar eliyle yapılan her değerlendirmeye ya da alınan her karara kayıtsız şartsız uymayacağız. Bizim de sözümüz var. Dolayısıyla bu tür uluslararası kuruluşlar yeniden yapılandırılırken, Türkiye de bu mekanizmaların içinde etkin biçimde yer almalı. *** Bunların üzerine söylenecek çok söz var elbette. Ama şöyle tamamlayalım. Türkiye’nin içeriden dışarıya doğru etkinliğini ifade eden bu adımlar, aynı hızda kendi içinde siyaseti ve siyasi aktörleri de etkileyecek, değiştirecek ya da dönüştürecektir. Mutlaka mevcut aktörler tasfiye olup yenisi gelir diye bakmak yanıltıcı olabilir. Çünkü gidişatı doğru okuyan siyasi aktör, ömrünü uzatmayı başarabilir. |
Şamil TAYYAR - 28/09/2009 - "İNCELDİĞİ YERDEN KOPSUN"
Alıntı:
|
NUH GÖNÜLTAŞ
BUGÜN Adın Muhammed ise GATA'ya giremezsin! TSK'nın adam seçerken yasal ve yasadışı olmak üzere nasıl bir eleği var, nasıl kriterleri var bunları herkes biliyor. Bakın... TSK'ya girmek isteyip de adları İslam Tarihi'nden alınan, İslam Peygamberi'nin adını taşıyanlar bile özellikle soruşturuluyor! Şaşırmayın lütfen. Bunlar oluyor. Liseyi bitiren ve adı Muhammet, Erkam, Muaz ve benzeri olan gençler üniversite giriş sınavında başarılı oluyor... GATA'yı tercih ediyor ve kazanıyor. Buraya kadar her şey normal. Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. GATA'da görevli komutanlar adı Muhammed, Erkam, Muaz ve benzeri olan isimlerin evlerine gidip, evlerini, analarını babalarını görüyorlar. Evi görecekler, anaya babaya da not verecekler. Evin kütüphanesinde hangi kitaplar var, duvarda hangi portreler asılı bunları kaydedecekler. Duvarlarda asılı duran "Bismillah, Lailaheillallah" gibi çerçeveleri not edecekler. Doğrusunu isterseniz çocuğunu bu okullara göndermek isteyen aileler bu uygulamadan çok rahatsız! Çocuklarına bu ismi koyarken günün birinde bu isim sebebiyle başlarına böyle bir şey geleceğini asla düşünmemişlerdi. |
Sabahattin Önkibar-Yeni Çağ
TEBRİKLER... TV dizileri ve Kavaf’a alkış! AKP’nin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ı kutluyor ve alkışlıyorum çünkü TV dizilerinde yayınlanan müstehcen sahnelere karartma getireceklerini söyledi. Bazı çevreler ama bu sansürdür diyebilir, öyle değil. Bunun adı aile kurumunu korumadır ve dahası bu adım yeterli de değildir.. Diyelim ki sevişme sahnelerine karartma uyguladınız, peki ya zihinlerin iğfal edilmesi olayı ne olacak? Daha önce de yazdım, Aşk-ı Memnu dizisinin teması amca karısı ve yeğenin yasak ilişkisi!. Ne yani çok izleniyor diye bu tür sapıklıkları onaylayacak mıyız? İzlenme eğer tek ölçü ise seks filmleri yayınlayın nasıl rekorlar kırılır göreceksiniz! Bu konuda Bakan Kavaf’ın çabası yetmez, RTÜK de devreye girmelidir.. Sahi bu RTÜK niçin var?... Aile, bizim en temel kurumumuz, ona yapılan taarruzlarla mücadele olmazsa olmazdır. |
TARAF- Ahmet ALTAN-Tebligatlar
“Devleti hukuktan daha önemli bulduğunu” söyleyen yargıçların sayısının azımsanmayacak sayılara ulaştığı bir ülkede, “devleti” savunan yargıçlara karşı “hukuku” kim savunacak? Hele de devletin çeşitli suçlara bulaştığı bizzat “hukuk seven” yargıçlar tarafından söyleniyorsa." Yargının içinde ciddi bir çekişme var. Yargının bir kısmı “devleti korumak için hukuka boş vermek” gerektiğine inanıyor, bir kısmı da “devleti ancak hukukla koruyabileceğimizi” biliyor. Türkiye için böylesine hayati bir konuda kenarda kalmak, sesini kesmek çok mümkün değil. Sokaklarda vurulan insanlar, işkenceler, çeteler, darbe girişimleri, toprağa gömülen cephanelikler hep bu “hukuksuzluğun” ve “devleti hukuktan daha önemli bulmanın” sonuçları. Devlet, hukuktan önemli olamaz. Hangisi daha önemli diye bir kıyas bile olmaz. Hukuk olmadığında devlet diye bir şey kalmaz çünkü. Hukuk olmadığında, devlet çeteleşir. Biz bunu Susurluk’ta da gördük, Ergenekon’da da. Ama artık bunu fark eden hukukçular var ve onlar kendi meslektaşlarıyla da karşı karşıya kalıyorlar." Hukukun "adalet"e denklendiği zamanların arayışındayız.. Devletin "hukuk ve adalet" için var olduğu günlerin müjdesi niteliğinde bugün çekilen sıkıntılar.. Gerçeğin peşinde koşan, adaleti ülkenin mihenk taşı haline getirmeye çalışan hukukçularımızın sayısı arttıkça "devlet" adaletin, huzurun teminatı olacaktır.. |
29.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Mümtaz'er Türköne'nin ''Demos'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
..."Demokratikleşme açılımı"na gelince:... Sorunu halk çözecek. Umutla umutsuzluk arasında gidip gelenlerin de geleceği görebilmek için gözlerini halka dikmesi lâzım. Kararı halk verecek ve çözüm halkın eseri olacak. AK Parti iktidarı da, muhalefet partileri de bu karara teslim olacak. Devlet katında üretilen ve şiddet sarmalı ile içinden çıkılmaz hale gelen bir sorunu çözeceğiz. Dünyanın her yerinde etnik sorunlar halkların düşmanlığı şeklinde ortaya çıktı. Bizde ise halk bu ayırıma prim vermedi. Sorunu çözmek ve hüküm vermek sırası "demos"a(millete) geldiğine göre gönlümüz ve aklımız ferah olmalı. |
29.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Ali Bayramoğlu ''Başbuğ ve aydın dilekçesi'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
Siyasetçi, siyaseti her ne olursa olsun, siyaset yapmaktan alıkonulmamalı ve siyasi alanı keyfe göre daraltılmamalı; askerler devlet alanını kendi tekellerinde tutmamalıdırlar. Kimse toplumsal sorunları, o sorunlar ne tür sorun olursa olsun (tesettür, üniversite, Kürt meselesi), devletleştirme ve siyasi tartışma gücüne sahip olamamalıdır. |
Hasan KARAKAYA - 30/09/2009 - Başörtüsü fetvası vermek, Genelkurmay’ın işi mi?
Alıntı:
Yazının DEVAMI için ;) |
Ali KARAHASANOĞLU - 30/09/2009 - İşte savundukları askerî yargının hali!
Alıntı:
Yazının DEVAMI İÇİN |
D. Mehmet DOĞAN - 30/09/2009 - “Osmanlı sizin bildiğiniz gibi değildi!”
Alıntı:
|
Yavuz BAHADIROĞLU - 30/09/2009 - Ektiğimizi biçiyoruz
Alıntı:
|
Nusret Çiçek-Vakit 2009-09-30
“Cumhuriyet elden gidiyor” nakaratları boşuna değil. Hadi Baykal’ın Ergenekon avukatlığına popülist politika damarı çizgisiyle soyunduğunu anladık, Yargıtay’ın en üst kademesinde bulunanların soruşturması yürütülmekte olan olaylar için tavır koymaları hangi yasanın gereğidir? Sancı mı tuttu, yoksa korkunun ecele faydası mı? Hem “Yargıyı yargıya bırakın” diyeceksin, hem de yargının yakasını bırakmayacaksın. Gerçekten YARSAV kaç kişidir? Kaydolanları demiyorum, onlar her nasılsa kaydolmuş olabilirler, asıl şimdiden sonrasında bir yoklama yapılsa kaç kişi kaldıklarını görebilsek. Tamam mı, devam mı?.. Pişman olanlar, “yanlış yaptım” diyenler... Hakimin mesleki kuruluşu olur ama, derneği olmaz... Dernekçilik siyasetçilik demektir. Siyaset hakime yakışmaz... Tarafsızlık öyle bir tavırdır ki hakimin fanatik olarak tuttuğu takım bile olmayacak. Yargı günlüklerindeki dernek davalarına baktığınızda, vatandaşı en fazla kavga ettiren yasanın Dernekler Yasası olduğunu göreceksiniz. Hakimler derneklere girerse durmadan kavga ederler. Nitekim YARSAV derneği hem mesleği ile hem de iktidar taraftarları ile durmadan kavga ediyor... O bakımdan YARSAV tarafsız bir kuruluş değildir, dernektir... Hakim adayları imtihanlarında gördük ki, kendileri de dahil geçtikleri köprülerin yıkılması için davalar açtılar. Hem davacı hem yargılayıcı... Bir ipte iki cambaz oynayamazken yargılayıcı nasıl oynasın? Ne imiş? AK Parti kadrolaşmasın... Ama sen geçmişte bozuk düzen sayesinde kadrolaştın ya... Senin kadroların kafadan cumhuriyetçi, AK Parti’nin kadroları cumhuriyet karşıtı, vatan haini(!), öyle mi?.. Tarafsız, bağlantısız mesleki kuruluş derken sorunlar demek istiyorum. Taraflılığın ideolojisinde rol alan yargıçlar sorundur. |
30.09.2009 Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemalin yazısından bir bölüm
Genelkurmay Başkanı muhtıra yazacak. Soruşturmayacaksın! Genelkurmay Başkanı parti lideri gibi siyaset yapacak. Soruşturmayacaksın! Genelkurmay, andıçlarla gazeteci milletinin, aydınların hayatını karartacak. Soruşturmayacaksın! Ama darbelere, muhtıralara, devletin içindeki çetelere karşı çıkıp hukukun üstünlüğünü savunan yazarları, aydınları ya da barış çağrısı yapan sanatçıları veya dokunulmazlığa sahip milletvekillerini soruşturacaksın! Elinde silah olana dokunmayacaksın. Kalem olana dokunacaksın! Söyler misin, adalet bunun neresinde?.. |
30.09.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Sami Uslu '' Zenginliğin sınırı olmalı mı?'' başlıklı yazısından bir bölüm :
Kapitalizmi benimsemiş ülkelerin toplum vicdanında haklılık bulmayan aşırı zenginlikleri kabul edilir düzeye indirmek için kafa yormak yerine, zekat ve sadaka yöntemini layıkıyla uygulamaları uygun olmaz mı? |
30.09.2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden Resul Tosun'un ''Hükümet ve partinin gücü''başlıklı yazısından bir bölüm ;
Diplomatik lisanı bir tarafa bırakıp aynen halkın lisanıyla gerçekleri dile getirmek tahmin ederim başbakanın kimi muhaliflerini bile içten içe memnun etmektedir. Herkesin sustuğu ve unuttuğu bir zaman diliminde bütün dünya liderlerinin hazır olduğu BM gibi bir platformda lafı eğip bükmeden Gazze'yi konuşan başbakan kendisine güvenenleri mahcup etmedi. |
Abdurrahman Dilipak
GÜNAYDIN... SAĞOL! Esas duruş, rahat! Gülme, konuşma.. Bayan öğretmen, cırtlak bir sesle sabahın 07.30’unda bağırıyor: Ben “günaydın” dediğimde, hep birlikte gür bir sesle “sağol” diyeceksiniz! Anadolu’da insanlar, esnaf, sabah sabah birbirini “Selamünaleyküm”, “Hayırlı sabahlar” diye selamlar, ama devlet “Günaydın” dememizi istiyor.. “Günaydın” dememizi istiyor da, “Günaydın” diyene, “Günaydın” denir.. “Sağol” denmez ki! Tabiî okul dediğin “kışla”ya benzemeli değil mi? Kışla düzeni! “Tevhid-i Tedrisat”ın, “Milli Eğitim”in gayesi bu değil mi: Tek tipleştirmek! Birazdan “Türküm, doğruyum” denecek.. Burası askerî bir kamp değil.. Bu gelenek, eski Rusya, Hitler ya da Musolini rejiminden kalma.. Partizanlar, kara gömlekliler filan.. |
Zaman- M.Kamış- Mızrak Çuvala sığmıyor
"Şamil Tayyar'a verilen ceza, şüphesiz sadece ona verilen bir ceza değil. Türkiye'deki karanlık çetelerin üzerine gidenlerin hepsine verilen simgesel bir gözdağı. Böylesine ikili çalışan bir yargı olamaz. Yargı, bir ülkenin hak ve adalet dağıtım yeridir. Yoksa hukuk dışılığın zırha büründüğü bir yer değildir. Türkiye'de faili meçhul işler bir şekilde kamufle ediliyordu, ancak bugün bunu yargının bile örtbas etmesi mümkün değil" diyor sayın Kamış.. Geçen gün Ahmet ALtan, daha önce de Şamil Tayyar yazdıkları yüzünden uğradıkları akibeti kaleme almışlardı. Haklarında açılan davaları, uğradıkları hakaretleri.. Okuyanlar bilir.. Fakat görüldüğü gibi güneş balçıkla sıvanmıyor. Belli kesimler korkutma politikası uygulama çalışıyor ama nafilr.. Başarılı olma ihtimalleri çok düşük.. Çünkü halk gerçeğin ne olduğunun farkında. Halk hakkın yanında. Yargı reformu da şunun için önemli ki, hakkın yanında olanlar "zulme" uğramasın artık. Devlet, hukuk güvencesi versin halkına."Adalet" mülkün temeli olsun.. O günler yakın.. Ümitvarız.. |
30.09.2009 Ahmet Altan Küçük Kız adlı yazısından bir bölüm
Ölen bir köylü kızı. İşi “büyütmeye” ne gerek var? Oradaki insanların ölmesi kimin umurunda? Bizim gazete yazmasa Ceylan’la kim ilgilenir? Bizim gazete yazsa Ceylan’la kim ilgilenir, onu da bilmiyorum ya. Küçük bir köylü kızını askerî birlikten atılan bir mermiyle vurup ortadan kayboluyor devlet. Bunun hesabını kim soracak? Bizim muhalefet partileri, “Kürt açılımı gerçekleşirse, demokrasi ve eşitlik gelirse Türkiye bölünür” diyorlar. Kürt açılımı olmadığında Kürt çocuklarını, kuş avlar gibi rahatça vurup öldürürsün ve “Türkiye yekpare kalır” öyle mi? Böyle mi sanıyorsunuz? Ceylan vurulalı 48 saat oldu, kimseden ses çıkmadı. Bu ülke çoktan bölünmüş. Siyasetçileri, gazetecileri, televizyoncuları çoktan bölmüşler ülkeyi. Ceylan, zengin bir şehrin, zengin bir semtinde yaşayan zengin bir Türk ailesinin kızı olsaydı ve “havan topu ya da roketle vurulsaydı” bu ülke bu kadar sessiz mi kalırdı? Vicdan dediğiniz o tuhaf şey böyle durumlarda ortaya çıkıyor işte. Vicdanın varsa, öldürülenin kim olduğuna, ne olduğuna bakmıyorsun. O vicdan, o ölüm karşısında sızlıyor ve sen ayağa kalkıyorsun. Siz, siyasi kararlar ülkeyi bölecek diye korkmayın, ülke “vicdanından” bölünüyor önce. |
Hasan KARAKAYA -VAKİT
Şener Eruygur... “1 Numara” dedik, “100 Numara” çıktı! Çeşitli ortamlarda zaman zaman sohbet ettiğimiz dostlar, “Ne olacak bu Ergenekon işi?” diye soruyorlar... “Operasyonların ucunun nereye uzanacağını, sonunun nereye varacağını” merak ediyorlar... Onlara; “Sonuç ne olur, nerelere uzanır bilemem ama...” deyip, ekliyorum: “Bu kadar pisliğin ortaya dökülmesi bile bir kazançtır... Ergenekon Terör Örgütü iddianamelerinde görüyoruz işte; vatanseverlik adı altında resmen ve alenen millet düşmanlığı yapılmış!.. Bunların ortaya çıkarılmış olması bile, başlıbaşına bir başarı!.. Ya bu operasyonlar olmasaydı?.. Ya bu dokümanlar ele geçirilmeseydi?.. Ya bu bağlantılar ortaya konulmasaydı?.. Türkiye’yi gerçekten Allah korumuş... Bunlar planladıkları darbeleri yapıp, yönetimi ele geçirselerdi var ya; Türkiye uçuruma sürüklenir, onyıllar boyu belini doğrultamazdı!” ERGENEKON HER YERDE! İnsanımız, “Hatice”lerden ziyade “netice”ye baktığından, istiyor ki; “ne olacaksa bir an önce olsun!” Ama, işler öyle yürümüyor!.. Çünkü, Ergenekon Terör Örgütü mensupları her yerde... Her tarafa “kök” salmışlar... Bir “ahtapot” gibi, her tarafta “kol”ları var, “dal”ları var!.. “Devletin hücreleri”ne o kadar sızmışlar, o kadar nüfuz etmişler ki; şahsen ben, “Akyuvar”lar temiz ise, “Alyuvarlar”ın Ergenekoncu olabileceğini düşünüyorum!.. O kadar kadrolaşmışlar yani!.. O kadar içimizdeler!.. Dolayısıyla, bunlara karşı verilen mücadele, bir günün veya birkaç ayın işi değil!.. Bu, uzun soluklu bir mücadele!.. |
Abdurrahman Dilipak - Vakit
İnternet cemaati ve Ergenekon Ergenekoncular yine kaybettiler.. Ekim geldi, hâlâ tık yok.. Toplumu mobilize edemiyorlar.. Üniversiteler açılıyor, birkaç cılız protestodan başka bir şey yok. Mediadaki uzantıları zaten büyük ölçüde deşifre olmuş durumda. Bürokrasi ve siyasetteki uzantıları sessiz kalmayı tercih ediyor. Askerler de öyle. Yargıdaki uzantıları biraz hareketli. STK’lardaki ve sermayedeki uzantıları da sessiz. Dinlenme ve izlenme korkusuna tetikçilerle buluşamıyor ve konuşamıyorlar.. Para ve silah desteği sağlanamıyor.. En etkili olduğu alan internet. Orada, din, ırk, milliyetçilik, kehanet ne istersen hepsi var.. Anlaşılan internete fazla umut bağlamışlar. Gerçekten güçlü ve önemli bir ağ, ama şunu hesaplamamışlar: İnternete yönlendirdikleri kitleler, kendi informasyonları kadar, karşı informasyona da muhatap oluyorlar.. İnternet cemaati agnostiktir. Aklı karışık bir topluluk. En fazla tepki verdiği zamanda bile tepkisi sanaldır.. Bu yalanlara bazı saflar bugün için inanıyor gibi olsa da, yarın ne yapacağı belli olmaz. Yeni bir bilgi, yeni bir iddia evdeki hesabı altüst edebilir.. En azından kararsız kalabilir.. Bu çocukların çoğu tartışma yorgunu.. Fanatik bir Ergenekoncu, 10 kişiye bir mesaj gönderiyor, “Allah, kitap, vatan, millet için bunu en az 10 kişiye gönder, yoksa hakkımı helal etmem” diye mesaj gönderiyor.. Mesaj gönderdiği kaynaktan 100 tepki alıyor.. Birtakım çevreleri provoke edelim derken, karşıt grupları kendi üzerine çekiyor. Bir bakıma paratoner görevi üstleniyor.. Bana göre kaybedecekleri muhakkak olan bir yarışa giriyorlar.. Bir de söylemleri öylesine yapmacık, öfke dolu, birbirine benziyor ki, bu işlerin profesyonel çevrelerce üretilen komplolar olduğu hemen anlaşılıyor.. |
01.10.2009 tarihli Sabah Gazetesinden Mehmet Barlas'ın ''Erdoğan icraatı bırakıp devlet adamı olmayı denemelidir'' başlıklı yazısından bir bölüm ,
Başbakan Erdoğan "İlle 3'üncü köprüyü yapacağım" diye neden tutturuyor acaba? Ne yol yapsaydı, ne köprü, ne baraj yapsaydı... O zaman "Büyük devlet adamı" oluverirdi. Hatırlayın 1980 tablosunu. Türkiye'deki gidişli gelişli tek otoyol benzeri güzergâh, 40 kilometre uzunluğundaydı ve İstanbul- Gebze arasındaydı. Turgut Özal döneminde şimdi kullandığımız otoyollar ve 2'nci Boğaz Köprüsü yapıldı. 1983 seçimlerine dayanan günlerdeki bir açık oturumda Özal "Birinci Köprü'yü satıp ikincisini onun parasıyla yapacağım" dediği zaman, Halkçı Parti lideri Calp masaya vurup "Köprüyü sattırmam" dememiş miydi? Ege ve Akdeniz kıyılarını turizme açtığında "Kamu arazisini ona buna peşkeş çekiyor" diye suçlanmamış mıydı? "İhracat hamlesi"ni başlattığında da ünlü bir iktisat profesörü "Özal her şeyi dışarıya satınca içeride millet aç kalacak" diye yazmıştı bir gazetede. Bu böyle gelmiş böyle gider. |
Zaman-Bülent Korucu- 'Hesap vermeyen yargı felakettir'
"Zaten örgütlü, güçlü ve hatta silahlı olan devlet cihazına karşı ferdin yanında yer alması ve kişi haklarının güvencesi olması gereken yargı tam tersi konumlama içinde. Tek önceliği her an ihanet edebileceğini düşündüğü bireye karşı devleti korumak. Kurucu ideolojinin ona biçtiği rol bu. Asıl üzücü olan, camianın rolünü fazlasıyla benimsemiş ve hatta daha ilerisine gitmiş olması. Adliye, hukukun ve dünyanın geldiği noktada inisiyatifini kişi hak ve özgürlükleri tarafında kullanmıyor. Tam tersine devlet cihazını yasama ve yürütme organlarından bile soyutlamaya çalışan ve bürokrasiyle özdeşleştiren bir yapıya bürünüyor. Demokrasilerde yeri olmayan 'devlet ayrı, hükümet ayrı' formülünü dayatan bir bürokratik oligarşi ile yüz yüzeyiz. Sadece bireyi değil, onun oylarıyla oluşturduğu yapıları, hükümet ve parlamentoyu potansiyel devlet düşmanı olarak tanımlıyor. İktidarı hükümete teslim etmemek üzere direnişe geçiyor. Emekli Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun "Yüzde 47 değil, 97 de alsalar fark etmez" türünden sözleri bu zihniyetin en çıplak hali. Netice, anayasa ihlali yaparak yasama organı gibi davranan Anayasa Mahkemesi, kendini yürütme organının yerine mevzilendiren idari yargı. Ve tabii kendine güvenmeyen, adliyeye güvenmeyen bir halk." |
01.10.2009 tarihli Zaman Gazetesinden Mümtaz'er Türköne'nin ''Taş atan çocuk'' başlıklı yazısından bir bölüm ;
O zaman hepimize "taş atan çocuk"lar olduğumuz çocukluk yıllarımızı hatırlamak düşüyor. Bu çocukları kulağından çekip hapse atmak yerine, taşı alıp ellerine yerleştireceğimiz o kadar çok alternatif var ki. Bu çocukları hapse atmak yerine ailelerine teslim etmek devlete düşüyor. Bize ise o taşın yerine konulacak şeyleri bulmak. Aslında yaş önemli değil, taş atarak kendini ifade eden büyük çocuklara da şefkat lâzım. En başta çözüm için atılan adımları çocukça bir siyasî rekabetin malzemesi olmaktan kurtarmalıyız. Günah keçileri bulup taşlamaktan vazgeçmeliyiz. |
Zaman- Mümtaz'er Türköne- Taş atan çocuk
"Türkiye "demokratikleşme açılımı" ile yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyor. Bugüne kadar hep te'dip eden ve ceza kesen "Devlet Baba"yı tanımış olanların, demokratikleşen devletin şefkatini de hissetmesi lâzım. Bir çocuğu terbiye etmek için ceza vermek mi, yoksa şefkat göstermek mi daha çok motive edicidir. Birçok alışkanlığımızın ve beklentimizin değişmesi, doğru bilip de bugüne kadar benimseyip uyguladıklarımızın gözden geçirilmesi gerekiyor. En başta da devlete biçtiğimiz rol kalıplarını gözden geçirmeliyiz. "Demokratikleşme açılımı"nın bir "devlet projesi" olarak geliştirilmesi bir anda devleti toplumun çok ilerisine taşıdı. Devlet kangren hale gelmiş etnik sorunu çözmek için demokratikleşmeye, kendisini kayıt altına alan temel hak ve özgürlük standartlarını yükseltmeye karar verdi. Doğrudan temsil gücü olan siyasî partiler arasında süren tartışmalar, toplumun devletin gerisine düştüğünü gösteriyor. Toplum kapanmak, devlet ise açılmak istiyor. Belki bu evrede tepkisel nitelikli kapanma eğilimleri öne çıkıyor." |
İbrahim Karagül - 01/10/2009 - Size İhtiyacımız YOK
Alıntı:
|
ZAMAN- M. ÜNAL- "Derin devlet olmaz"
"....Bu çok önemli bir çıkış. Açıkça Cumhurbaşkanı sıfatıyla 'derin devlet' kavramını kabul etmediğini ilan etti. Şu cümle de çok önemli: 'Hiç kimse devleti ve rejimi korumak bahanesiyle hukuk dışına çıkamaz'. Bu mesajın adresi belli... Kime veya kimlere söylediği de malum... Özellikle rejimi koruma bahanesiyle çeteleşmenin en yoğun yaşandığı ülke burası. Darbe senaryolarının sık sık gündeme taşındığını da unutmamak lazım. Bu mesaj Ergenekon türü örgütlerin yanı sıra darbe oluşumlarına da yönelik... Rejimi koruma bahanesiyle hukuk dışına çıkan her kişi ve kurum bu sözlerin muhatabı." TARAF- Ahmet ALTAN- Göbeğini kaşıyan gazeteci "Biz, “kimse devlet ve rejimi korumak için hukuk dışına çıkamaz” diyen bir cumhurbaşkanına cevaben “konuşması yüreğimi kararttı” diyen bir ana muhalefet lideriyle, “konuşmasında hiç Türk kelimesi geçmedi” diyen bir başka muhalefet partisinin bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu düzeydeki bir muhalefet bir toplum için utanç vericidir bence. Bazıları, muhalefetin eleştirilmesine, “muhalefete muhalefet edilir mi” diyerek karşı çıkıyor Eğer, hükümetin “demokrasi ve hukuk” dediği bir yerde muhalefet “ne demokrasisi, ne hukuku” diyorsa, evet, muhalefete muhalefet edilir. " Cumhurbaşkanımızın dünkü konuşması böyle yankı buldu.. Ülkemizin görünür gündeminde "yargı reformu" ve "Ergenokon davası" gibi konular var.. Pek çok köşede gündeme geldi bu konular. "Hukuk için devlet" olmalıdır denildi.. Geminin nereden su aldığı bulundu yani.. Artık onarım zamanındayız.. İşlerin kolay olmayacağı belli. Çünkü bir yandan gemiyi onarmaya diğer yandan geminin aldığı suyu boşaltmaya ihtiyaç var.. Ve bir yandan da geminin batmasını isteyenler!!.. Demokrasi ve hukuk zihinlere ve davranışlara işlediği zaman rahatlayacağız.. "Adalet" anlamını bulacak.. Masum bir çocuk için de, zengin bir iş adamı içinde "hukuk" söz söyleyecek.. "Adalet" göz aydınlığı olacak.. Bekliyoruz o günleri.. |
Merve KAVAKÇI-VAKİT
Geç kalmışsınız! Din görevlileri haftasında da bir açılım gerçekleşecekmiş. Ne açılımı demeyin. Kadın açılımı bu. Hani ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan, ailenin varlığında olmazsa olmaz varlıklar. Diyanet’imiz de açılım modasına kaptırmış olmalı ki kendini kadınlar için açılım yapacak bu hafta. Ekim’in ilk haftasını Camiler ve Din Görevlileri Haftası olarak kutlayacak olan Diyanet, ilk defa kadın din görevlilerini de kapsamı içine almış olacak. Kadınlar arasında hafızlık ve güzel Kur’an-ı Kerim okuma yarışmaları düzenleniyormuş ilk defa. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısının yaptığı açıklamaya göre kadın din görevlileri birçok sosyal konuda o kadar güzel faaliyetler yapıyorlarmış ve göz yaşartıcı öyle olumlu gelişmelere imza atıyorlarmış ki bu seneki kutlamalara dahil edilmişler. Kanımca hak etmişler (!) Bizim de gözlerimiz yaşardı değerli Diyanet mensupları. Sevinçten değil ama. Üzüntüden. Ne garipliktir bu böyle... İnsan gülsün mü ağlasın mı... Diyanet’e mi kızasın, onu Diyanet yapan çok kıymetli rejimimize mi... Bir ülke ki kadınları karanlıklardan aydınlığa çıkarttığını avaz avaz bağıracak, bir ülke ki kadınları gerikalmışlığın acımasız pençesinden kurtardık, onlara eşitlik verdik deyip göğsünü gererek böbürlenecek, sonra da bir değil, on değil, elli değil, altmış değil, yetmiş değil, seksen değil, seksen altı sene sonra, nihayet, evet nihayet kadınlarımızın başardıklarından gözlerimiz yaşardı, e’ onları da içimize katalım diyecek. Ne diyelim: Lutfedersiniz beyefendiler! |
02.10.2009 tarihli Zaman Gazetesinden İhsan Dağı'nın ''Böyle olur ulus-devletin ulusu'' başlıklı yazısıdan bir bölüm ;
Şahin Alpay'ın dünkü tespiti doğru; 'Sorun, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde, imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde ve tek parti iktidarı altında benimsenen "hepimiz Türk'üz, hepimiz devletin uygun gördüğü Sünni İslam yorumuna inanırız" şeklinde özetlenebilecek kimlik politikalarından kaynaklanıyor'. Bu politikalarla, bırakın gayrimüslimleri, Müslüman Kürtlerle bile birlikte yaşamakta, onları 'kendi' bilmekte, anadillerine saygı duymakta zorlanan bir millet yaratıldı. |
Alıntı:
|
All times are GMT +3. The time now is 01:05. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025