![]() |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
GEMIYI YÜRÜTEN KAPTAN...
Enver Paşa, Birinci Dünya harbinin felaketi, üzerine Sultan Abdülhamid Han'a gelerek harb durumunu anlatır ve fikrini sorar. Şu cevabı alır; "Bir gemiyi kaptan yürütür. Fırtına ve tehlikenin ne tarafan geleceğini yine kaptan keşfeder. Gemisini de ona göre idare eder. Dışardakiler bunu nasıl anlayabilir? Bu vaziyette benim ne yürütecek bir fikrim, ne de teklif edilecek bir tedbirim olabilir. Ben tecerrüt etmiş bir adam olduğum için şimdiki hal karşısında bir şey söyleyemezsem de, denizlere hakim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya -Macaristan'ın ne yapabileceğini düşünmek kafidir." (316) Enver Paşa gittikten sonra da: "Günün birinde umumi bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizlikti. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı. Bu hale geldikten sonra çaresiz sonuna kadar gidilecektir. Allah, devleti bu hale getirenleri kahretsin!" diyerek üzüntüsünü belirtmiştir. |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
TESHIS KABILIYETI
II. Abdülhamid Han, kendisini öldürmek isteyen düşmanlarına dahi memleketin selameti için fikrini söylemekten çekinmiyordu. Tecrübelerini, yapılması gerekenleri fırsat buldukça anlatıyordu. Bünyedeki hastalığı mükemmel teşhisi ve çare sunuşu düşmanlarını çileden çıkarıyordu. 11.Abdülhamid Han'ın Selanik'teki Alatini köşkünde muhafızlığını yapan İttihat Terakki fırkasına mensup Fethi Okyar, Talat Bey'e sorulan suallerin cevaplarını anlatınca Dr. Nazım ; "Vallahi şu adamı boğacağım geliyor!...Şu hale bakın: Hepimiz biraraya gelsek beceremeyeceğimiz mükemmeliyette olan-bite ni anlatıyor, dertlerin şifası için reçete veriyor da, otuz şu kadar se-neneden halletmedin diye soramıyoruz..." Bunun üzerine Cavit Bey: " O bunları hemen tatbk edin demiyor.. Ş artlar temin edilirse tedbirler bunlardır diyor.Her birinde hakikat hissesi, hatadan çok fazla..." diyordu. |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
GÜVEN"Emniyetsizlik, insan için her an ölümdür."
II. Abdülhamid Han'ın yazdığı ve askerin, meclisin ve milletin bilmesini talep ettiği açık mektubunda özetle şöyle demektedir: "...İyi ve kötü, fakat temizniyetle otuzüç sene, vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasıyla ettiğim yemine muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhine nüfuzumu kullanmadım. İstanbul'daki asker (31 Mart Vakası) hadisesinden vallahi malumatım yoktur. İşte bunları, yeminle temin ederim...Hayatta emniyetsizlik, insan için her an ölümdür. Hayat ise mukaddestir.Hayattan emin olmamak gibi felaket olamaz...Cenab-ı hakka kasem ederim ki, bu fani dünyada yegane maksadım yalnız devlet ve millete duacı olarak son nefesimi vermektir. Kat'iyyen başka fikrim yoktur..." (319) Ölüm Millete hizmet için mücadele içinde geçen bir ömrün artık sonu yaklaşıyordu. O güçlü, çevik vücut artık yorulmuş, iştahsızlık başlamış, ağrılar kendisini hissetirmişti. Ölümünden üç gün önce yorgunluktan bahsettiği halde adeti üzere giyinmiş, istirahat etmeyerek dolaşmış, 9 Şubat 1918 günü akşamı yine adeti üzerine ha-nımlarıyla birlikte sofraya oturmuştu. İştahsızlıktan bahsederek çok az yemek yiyebilmiş ve yemekten kalkınca göğsünün sol tarafından sağa doğru bir sancıyı hissettiğini belirtmiştir. Bu hasta haliyle sabah kalkarak banyo yapmayı istemiş. Hastalığı dolayısıyla bundan vazgeçirmeye çalışmışlarsa da "Beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helal etmem" diyerek banyosunu yapmış ve banyodan sonra hastalığı ağırlaşmış. II. Abdülhamid han, oturduğu yerde, kolu-190 nün altına yastık koydurarak iki rekat sabah namazını kılmış. Son-• ra sütünü istemiş ve adeti üzere yarım bardak madensuyuna karıştırılmış sütünü içerek, "Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim" diyerek yine istirahat odasına çekilmiş. Bu sırada doktorların geldiği kendisine haber verilince ; Hayır, ben doktor istemem, iyiyim" ısrarı üzerine hanımı "Aman efendiciğim! Biraderiniz gücenir, müsaade edin de bir kere gelsinler" deyince "Doğru! Belki biraderimin gücüne gider, gelsinler" demiş. Doktorlar muayene etmişler. Rahatlamak için kan aldırmalarım söylemiş, kan aldırmışlar. Bunun üzerine "Evet, kendimi iyi hissediyorum" demiş. Doktorlar giderken Rasim Bey, yanına giderek elini öpmüş ve gözleri dolarak "Hakanım! Hakkını helal et" sözlerine padişah hayretle yüzüne bakarak bir şey söylememiş. Rasim Bey gittikten sonra "Rasim Bey bizden ümidini kesmiş olacak ki elimi öptü, bana hakkını helal et dedi." Ve Bir ah çekerek "Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok" diyerek gözleri dolmuş. Sulu bir kahve istemiş. Bu sırada odada bulunanlarla adeta ve-dalaşarak hepsinden helallik dilemiş. Kahvesinden bir yudum içmiş, fakat ikinci yudumu içemeden "Allah" diyerek ruhunu teslim etmiş. |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
BEDDUA
II. Abdülhamid Han'dan sonra memleketi alevler aldı. İttihatçıların içteki baskı ve şiddetleri,sokaklarda yapılan idamlar ve Birinci Dünya harbine girmekle devletin yağma edildiği, Arabistan'ın tamamiyle elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve ırak'tan, Fransızların Makedonya tarafından ana vatan sınırlarına huzuca geçtikleri, Moskoflann bütün Şark Anadolusunu derinlerine kadar işgal edip 1917 Rus ihtilali yüzünden çekilme zorunda kaldığı,halkınekmek yerine saman tozu ve mısır koçanı yediği,yakmaya tezak ve kefen yapma ya bez bulamadıı mevsimde, bir gün Enver Paşa, Talat Paşayla beraber,Beylerbeyinde Abdülhamid Han'ı ziyarete gidiyor. Kendileri ne karşılayan muhafız subay, Abdülhamid Han'a haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar...Kapı yarı ara lıktır ve Abdülhamid Han, sırtı kapı'ya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor,gelenler de ona kendilerini göstermiyor.Enver Paşa, önde,yarı açık kapıyı biraz daha aralamış,olduğu yerdentabloyu seyretmektedir. Abdülhamid,elleri hacet dergahına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua esesi çıkarmakta: • "Allahım; bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın.senin hesap gününde davacıyım!" Enver Paşa bu duayı işitince, çarpılıpkalıyor, Hünkarın huzu-rana çıkamıyor,geriye dönüyor, Talat Paşayı kolundan çekereksü-rüklüyor,rıhtımda bekleyen istimbota götürüyor ve orada,ağlaya ağlaya, Talat Paşaya diyor ki: "Başımıza ne geldisye bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecek o yüzden gelecek!.." (3210) İttihat ve Terakki'nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülha-mid'in ne büyük, hatta emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor,fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyorlardı...Vatan başkalarının kontrolüne geçmişti... |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
"ASRININ EN BÜYÜK SIYASETÇISI"
II. Abdülhamid han'ı gerçek manada anlatan eserlerin sayısı çok azdır. Ve hatta yerli yazarların kaleme alınmayacak şekilde Sultan Abdülhamid Han'a düşmanlığı insaf ehli batılı yazarların birçoğunda görünmez. Osmanlı Donanması'nm ıslahı ile görevli İngiliz Amiral Henry Fe. Woods hatıralarında : "Sultan Abdülhamid'i layık olduğu şekilde anlatan herhangi bir yazılı belgeye şimdiye kadar rastlamadım. Özellikle düşünceleri ve karakteri hakkında doğruya yakın herhangi bir fikir ileri sürülmemiştir. Bana kalırsa, Abdülhamid, şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir." (322) Tahsin Paşa da hatıratında "Sultan Hamid'in devr-i saltanatına ait neşriyat, ekseriyatı itibariyle, o devrin hayatını bilmeyen ve bütün malumatı kıymetsiz dedikodulara istinat eden kimseler tarafından yazılmış eserlerdir." |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
EN AKILIL VE ZEKI PADISAH
"Sultan Abdülhamid, Osmanlı yönetiminde gelmiş geçmiş diplomatların en akıllı ve zeki olanlarından birisidir." "Abdülhamid olmasaydı, bu satırların yazıldığı şu anda (1920-1921) ne bu kadar geniş ve bağımsız bir Osmanlı Devleti ne de ileride tarihçiler ve diğer devletler tarafından tanınacağına şüphe etmediğim, bugünkü henüz yerine oturmamış Ankara Hükümeti bulunacaktı. (324) İngiliz Büyükelçisi O'Connor "Avrupa'da sulhu muhafaza eden adam" derken ingiliz Akdeniz Filisu komutanı amiral Fisher "Abdülhamid bütün Avrupa'nın en mahir ve seri intikal diplomatlarındandır" demiştir. ( 325) "Abdülhamid Han kadar Avrupa'da dış politikaya aşina diplomat yoktu" Fransız Büyükelçisi Bobpart; "Sultan Abdülhamid, kendisiyle oynanılır bir padişah değildir. Çünkü muhakkaktır ki, onun zamanında bütün Avrupa'da onun kadar siyaset-i hariciyeye aşina bir diplomat yoktu. Büyük bir feraset sahibi bir diplomat olduğundan po- litika işlerini tehlikeli yerlerden geçmeyerek idare ederdi." (326) "Abdülhamid 11. Mahir bir adamdı. Yaşamak ve herkesi hoşnut etmek sırrını bulmuştu. Vakıa, Avrupa'nın da kendi hakkında pek ziyade iyi niyet belirtmiş olduğu açık ve bellidir. " (327) İngiliz Başbakanı Disraeli : "Abdülhamid, ne sefih ne müstebit ne müteassıp ne de müfsit bir adam değil, adil, memleketini ve milletini seven bir adamdır." "Mükemmel bir diplomat olan Abdülhamid, genişleme arzusu içinde Büyük devletlerinin birbirleri arasındaki rekabetten ve kıskançlıktan azami ölçüde nasıl faydalanacağını çok iyi biliyordu. Amacı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Büyük devletler'le dostluğunu muhafaza etmek suretiyle harp tehlikesini bertaraf etmekti. |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
SIYASI DEHA
California Üniversitesi'nde Türkçe ve Yakındoğu tarihi sahasında profesörlük yapan, Osmanlı arşivleri konusunda yaptığı geniş araştırmalarla tanınan Prof. Dr. Stanfort Shaw İstanbul'da verdiği "Sultan II. Abdülhamid Han" konulu konferanstaki konuşmasından kısa bir özet sunmak istiyorum. "II. Abdülhamid Han, en önemli Osmanlı Padişahlarından biridir. Ülkenin en çalkantılı ve zor döneminde başta bulunmuştur. Birçoklarının haksız Osmanlı İmparatorluğuna 'Avrupa'nın Hasta Adam' lakabını kullandığı devirde, İmparatorluğun tamamen çözülüp dağılmasına engel olmuştur. Abdülhamid Han, bir ıslahatçı, reformcu olarak görmekteyim. Saltanatı sürecinde bir çok yenilikler getirmiştir. Padişahlığı sırasında uyguladığı mali ıslahat projeleriyle imparatorlğu nisbeten bir refah havasına sokmuştur. Onun zamanında yeni karayolları, demiryolları inşa edildi. Kapitülasyonlardan faydalanarak gelişmiş yabancı postanelerle rekabet edebilecek bir posta teşkilatı kurdu. Tanzimatla ortaya çıkan yetki ve denetim alanları kesişen idari kuruluşlar düzenli bir hale geldi. Çeşitli alanlarda eğitim ve öğretim kuruluşları yapıldı. İmparatorluğun her tarafında hastane, yetimhane gibi kurulmar açıldı. "Sultan II. Abdülhamid Han'ın muhafazakar veya gerici olduğu düşüncesi veya yorumunun, onun mutlak idaresi yanısıra İslamcı tutumuna dayanmaktadır. Muhakkak ki ülkede İslam dinini ve kuruluşları güçlendirme hareketlerini teşvik etti. Yeni yeni camiler inşa edildi. Eskiler tamir gördü. Dini öğretim yapan mektepler teşvik edildi. Abdülhamid devrinden günümüze kadar İslam inancının güçlenmesi, kuvvetlenmesi, İslam dininin teşvik edilmesi, Batı tarafından yanlış olarak çoğu zaman basit bir görüşle 'gericilik" olarak nitelendirildi. Halbuki günümüzde İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletlerinde ve başka ülkelerde dine ilginin yoğunlaşması, dini kuruluşların değişik alanlarda faaliyetleri gericilik ve yobazlık olarak görülmüyor. Sovyetler Birliğinde ve Doğu Avrupa'da dine ve kiliseye özgürlük tanınması memnunlukla karşılanıyor. Olgun ve hoşgörülü İslam dinini tehlikeli bir tutuculuk akımı diye yorumlayanlar, Hıristiyan dininin yenilenmesini demokratik bir çağdaşlaşma olarak görebiliyorlar. Kısaca özetlersem, II. Abdülhamid Han'ı kendi anlayışı ve zamanı çevresi dahilinde bir ıslahatçı olarak görüyorum. İmparatorluğu maddi yönden modernleştirerek birinci Dünya Savaşı sonuna ka-194 dar dayanmasını mümkün kıldı. Bunu müstebit bir idare kurarak • gerçekleştirdi; Ama Tanzimatla gelişmekte olan demokratik düşünce, hareket ve kuruluşları bunları baltaladı. Son söz olarak söylemek isterim ki, Sultan 11. Abdülhamid Han, zamanının en büyük padişahıydı. 19. Asırda ondan daha iyi bir siyasi adam göstermek mümkün değil" "Abdülhamid Han, başta olsaydı devlet felaketlere duçar olmazdı" Sultan'ın Jön Türk muhaliflerinden Ahmet Reşit Bey hatıralarında şunları yazar: "Düşünülebilir ki, acaba Sultan Hamid'in siyasi hariciyesi devam etseydi bu neticelerden ihtilas (l. Dünya Harbi'nin kötü sonuçlarından kurtulma) mümkün olabilir miydi? Bu suale müsbet cevap vereceğim. Zira, 1. Dünya Harbi Avusturya ile Rusya'nın , daha doğrusu Islavlık'la Cermenlik'in müsademesiydi. İngiltere ile Fransa'nın bu harbe iştiraki de Almanya'nın mülken ve ikti-saden gösterdiği büyüme ve genişlemesinin neticesiydi. Kaldı ki, Balkanlılara Türkiye ile muharebe cesaretini veren ve binaenaleyh harbe sebep olan ahvalden biri Arnavutluk seferi, İkinci İtalyan Harbi (1911 Türk-İtalyan Harbi) idi. Devletin ipleri Sultan Hamid'in elinde bulunsaydı, ne o sefer vukua gelir ne de o harp. Çünkü Arna-vutlar'a şikayet sebebi verilmez, Trablusgarp'ın müdafaası terk olunmak şöyle dursun ihmal bile edilmeyerek İtalyanlar'a taarruz kapısı açık bırakılmazdı." |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
NEZAKET
Selanik'teki muhafızlarından İttihat.ve Terakki Fırkası mensuplarından Fethi Okyar ; "Hayatımda Sultan Hamid kadar nazik,terbiyeli, buna rağmen karşısındaki ile mesafesini muhafaza eden şahsiyet görmediğimi söyleyebilirim. Benim, şahsımdan çok temsil ettiğim ordunun manevi varlığı için olduğu kadar, kendisine hürmette kusur etmemek çabamın samimiyetinin de mükafatı olarak diyeceğim, beni "Beyefendi oğlum..." iltifatkar hitabına layık görüyordu. (330) Yine Fethi Bey'den : "Çok haysiyetli, vakur, azametli idi. Bu vasıfları, asla yapmacık değildi: Mağrurdu diyemeyeceğim,hatta aşırı terbiyesi içinde samimi, şefkatli olduğu kanaatindeyim. Hiç şüphesiz şahsen merhametliydi..." |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
GERÇEK AILE REISI
II. Abdülhamid Han'ın şahsiyeti hakkında, İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında şöyle demektedir: "Bana göre Sultan Abdülhamid, gelmiş geçmiş osmanlı padişahları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir...Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri gelen ve başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir halde yaşardı. Bir meseleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Şehzade iken de akıllı, nazikti ve o zaman da İstanbul'a gelen seçkin Avrupalılar kendisini ziyaret etmek isterlerdi....Eğer Sultan Abdülhamid Han olmasaydı, devleti akıllı idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Türkiye'yi para ve personel bakımından kemiren, yoksul bırakan, gelişmesini durduran Doksa-nüç Rus harbininin yaralarını sarabilmesi hayrete şayandır. Dış borçlan ödedi, orduyu kuvvetlendirdi ve Osmanlı devletini gene dostluğu ve ittifakı aranır bir hale getirdi... Sultan Abdülhamid düşürülmeseydi, Birinci cihan savaşı patlamayacaktı. Aksine farz etsek bile Sultan, Türkiye'yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti...Yoksul halk tabakalarının bütün dertleriyle üzülerek ilgilendi ve doğrusu hıristiyan tebaasını da ayırmadı. Çok büyük olan servetini bu yolda kullandı...Devlet yönetimini Bab-ı Ali'den Yıldız'a alarak sistemi bozdu. Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler halinde kütüplanesinden çıkmıştır. Mükemmel dış politikasının esas prensipleri; soğukkanlılık, hareketsizlik, harp tehlikesini atlatmak, devletlerin aralarındaki en uyuşmaz noktaları, düşmanlıkları, kıskançlıkları derhal teşhis edip, Osmanlı lehine kullanmaktı...Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halifelik sıfatına, diğer padişahlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlarla meşgul oldu. Onları İslanbul'a sevgi ve saygıyla bağladı. İstanbul'da devamlı olarak binlerce yabancı Müslüman bulunur, Orta Afrika'dan Çin'e kadar olan ülkelerdeki Müslümanlar gelip gider, telkin ve emir alırlardı...Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiçbir kuvvet onu tahtından in-diremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zaten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı. Her seviyedeki adamın bir değeri olduğunu bilirdi... Hareket ordusu, üç beş bin kişiden ibaretti. Arnavud, Yahudi, Rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk'tü, son Cuma selamlığında birkaç gün önce kendisine refakat eden 8.000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal'inden birkaç gün önceki son selamlığında "patişahı'ım çok yaşa" avazeleriyle yeri göğü inleten halk, samimi idi..." |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
YUNANLI YAZARIN TESPITLERI
Yunanlı meşhur yazar Michel de Grece ile Sultan Abdülhamid Han'ı anlatan " Le Dernier Sultan" (Son sultan) isimli eseri hakkında "Poin de Vue" dergisinin yaptığı röportajda ilginç tespitlerde bulunuyor;"Osmanlı sanatı ve medeniyetine büyük bir hayranlık dumaktayım. Ama sanırım Türkiye'de başka zenginlikler de var. Şovenizmi sevmem. Bugün olması gereken bir şey bu. Hınç, öfke yaşatılmamalı. "Osmanlı Devletinin yıkılmasına üzülüyorum." Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından esef duyuyorum. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, dünyanın bu kesimini dengede tutan bir güç olmuştu. Ve sevilsin ya da sevilmesin, Osmanlı'nın çöküşünden beri, Ortadoğu'daki çalkantılar durmak bilmiyor. Bu, biraz da Avusturya-Macaristan Impatratorluğu'nun yok olmasının Avrupa'da yol açtığı meseleye benziyor. Yıkılış, Avrupa'da İmparatorluğu dahil bölgeler ve kıtanın geri kalan kısmı için bir sıkıntı kaynağı oldu. Abdülhamid'in kaderinde yüreğimi sızlatan bir şey var. Onun hayatı, bir umutsuzluk hikayesidir. Genç adam tahta çıktığı zaman, oyunun kaybedildiğini ve imparatorluğun yıkılacağım anlar. Fakat müthiş bir mücadele örneği verir. O kadar ki, Avrupalı güçler, o tahtta kaldığı sürece imparatorluğu yok edemeyeceklerini düşünürler. Bu sebepledir ki onu devirmeye çabalamışlardır. İmparatorluğun yıkılmasından hemen sonra İngiltere petrol kuyularına el atmıştır. Bu yüzyılın başında petrol, emperyalizm için en önemli konulardan biriydi. 'Le Dernier Sultan'da sürükleyici olan, Sultan Abdülhamid'in şu veya bu yolla başardığı meseleler. Onun tahttan indiril-mesiyle, "Pandora'nın kutusu' açılmışçasına felaketler yağıyor. Sultan Abdülhamid'in katliam olaylarından (Ermeni) sorumlu olmadığına kesinlikle inanıyorum. Kendisi mutlak hakim olmakla birlikte, Merkez dışındaki bölgelerde düzeni sağlamakla görevlendirdiği kişiler onu dinlemediler. Osmanlı İmparatorluğu'nda, çeşitli ırk ve dinlere mensup insanlar huzur içinde birarada yaşıyorlardı. Yahudi düşmanlığı yoktu. Yunanlılar'in, yani benim soydaşlarımın evleri vardı. Ermeniler rahattı ve çoğu da en güzel yerlerde ve sarayda yaşıyorlardı. Ermeni olaylarından yabancı güçler de sorumludur. Bağımsızlık vaad ederek Ermenileri kışkırttılar. Bu, planlanmış bir umuttu. Önce kışkırtmak, sonra yalnız bırakıp, katliama terketmek...Bu hoş-görülemez. Ayırca Sultan Abdülhamid döneminde Ermenistan'da olanlar, onun döneminden sonraki olaylarla kıyaslandığında hiç mesabesinde kalır. Ailemin Sultanla olan ilişkileri sıkıydı. Sultan, büyükbabam Kral I. George ve Kraliçe Olga'nın düğünü vesilesiyle hediyeler göndermişti. Her yıl Rusya'ya giderken istanbul'da duraklar ve Sul-tan'la görüşürlerdi. Bir gün Sultan, o sırada 20 yaşlarında olan büyükbabam Girit Valisi Prens George de Grece'den İstanbul'a geldiğini bildiren telgraf alır. Saray muhafızları eşliğinde bir saltanat arabası, büyükbabamı karşılamaya gider. Gemiden inenler arasında üç yaşında bir çocuk da vardır. Bu çocuk valinin en genç erkek kardeşi bababm Christophe'dur. Babam Yıldız Sarayı'na götürülmüş ve orada Sultan Abdülhamid ile çay içmiş. Abdülhamid'in gerçek hayatı, hayali yendi. Herşeyden önce Abdülhamid bize çok yakın bir şahsiyet. Çok sayıda delilimiz var. 198 Hiçbir roman yazarı bir tek kişinin etrafında dönen bunca cinayet, • inkılab, devlet darbesi ve drama uyduramaz. Abdülhamid'in hayatı gerçekten de romaneks unsurlarla dolu. Kendimi bildim bileli gezerim. Bu gezilerimde çok ilginç bulduğum şahsiyetlerle karşılaşınca, onlar hakkında düşünme, yazma isteği uyanır içimde. Bana Sultan Abdülhamid'den bahseden ilk kişi bir Türk dostumdu. Daha sonra Yıldız Sarayı'nı gezdim. Burası öyle biryerdi ki, Sultan hakkında söylenen her şeyin yanlış olduğuna beni inandırdı. Bu sarayda yaşamış büyük bir insan bu şekilde tanınmamalıydı. Saray dediğim her büyük bir park ve içinde irili ufaklı villalar mevcut. Abdülhamid han, adeta evlerle alay ediyordu. Gerçek tutkuları çiçekler ve kuşlardı. İki yıldır eser üzerinde çalışıyorum. İşe zemin açısından çok zengin olan ABD'de başladım. Burada Osmanlı İmparatorluğu'nun fertleriyle tanıştım. Ardından Türkiye'de araştırmalar yaptım. Bütün bu şeyler, Abdülhamid'in bozulmuş, yapay ve propaganda amaçlı imajında gerçeği görmeme yardım ettiler. Çok uzun süre Türk tarihçiler ekolü, Sultan Abdülhamid'i aşa-ğılamaya çabaladı...Gözden düşürdüğü insanlar, intikam alanlar, inkılab yanlıları vesaire...Ama hiç olmazsa, ona itibarını iade edecek yeni bir eğilim ortaya çıkıyor. " |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
SON SÖZ
II. Abdülhamid Han (rahmetullahi aleyh) 633 yıllık Osmanlı devletinin en müstesna Sultanlarından biri...Devletine, milletine ve hatta dünya insanlığına yaptığı hizmetleri arşivlerde, eserlerde...Tarafsız, insaf ehli yabancıların dahi siyasetine, güzel ahlakına, merhametine, sabrına, tevekkülüne, kuvvetli imanına hayran kaldığı bir Padişah...Onun hayatı sırlarla dolu...Dile getirdiğimiz sadece bir kaçı...Bu güzel sırlan gelecek nesillerce daha da deşilecek...Seven seviliyor,unutmayan unutulmuyor...II.Abdülhamid Han'da milletini sevdi milleti de kendisini...Yıllarca aleyhinde sürüp giden kampanyalara rağmen gönüllerden düşmedi. O hep kalplerde "Veliyi kamil" olarak kaldı ve öyle de kalacak...Kadrosu olmayan ve hep çevresinin nankörlerle çevrili bir devirde yalnız başına bir kahraman... Düşmanlarını afetti...Kendisine hıyanet edenler, bedduasını alanlar iflah olmadı... Ve çevik vücudu, geniş kalbiyle kucakladığı devleti ancak 33 yıl götürebildi...Ondan sonrası kendi ifadesiyle ancak 10 yıl götürüldü... O'nü müstebidle itham edenler İstanbul sokaklarını dara-ğaçlarıyla donattılar... Kendi yandaşlarım dahi astılar...O'na saldıranlar arkasından ağıt yaktılar. Kendisinden özür dilediler... İşte Süleyman Nazif, "filozof lakaplı Şair Rıza Tevfik ve Abdülhak Ha-mit... "Tarih adını andığı zaman, Sana hak verecek ey Koca Sultan, Bizdik utanmadan iftira eden, Asrın en siyasi padişahına! Padişah hem zalim, hem deli dedik, İhtilale kıyam etmeli dedik, Şeytan ne dediyse, biz belli dedik, Çalıştık fitnenin intibahına! Divane sen değil, meğer bizmişiz, Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz, Sade adi değil edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegahma!" (Rıza Tevfik) "Kaç zamandır gelmişken yade biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler basarsak feryada biz, Padişah'ın hasret olduk eski istibdade biz" (Süleyman Nazif) Ya Rabbi-i zü'lcelal-ü eya Halike'i beşer, Senden gelür bu aleme madam hay ü beşer, Sultan Hamid-i adile takdir-i hayr kıl, Sultan Hamid'e malik ü memlûk olan bu halk, Hiçbir zamanda behyemez reh-ber-i diğer. ( Abdülhak Hamid) |
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
KAYNAKÇA
- Şapsıh: Çerkez kabilesinden. Kafkasya'da doğmuş ve İstanbul'a gelerek 1839'da Abdülmecid Han'ın hanımları arasına girmiştir. Kabri İstanbul Yeni Camii türbesindedir. 1-Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)". Selçuk Yayınları, istanbul 1984, s,22 2-Haslıp. Woan "II. Abdülhamid" tercüme; zeki Doğan, Fener Yayınlan, 1998, s.51 3-Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" M. Ahmet halit Kitaphanesi, İstanbul, 1933. s. 7-8 4-Vehbi, Ali "Sultan Abdülhamid (Siyasi Hatıratım)3, Hareket Yay. İstanbul, 1974, s. 193 5-Koloğlu, Orhan "Abdülhamid Gerçeği", Gür Yay. İstanbul 1987, s.43 6-Öztuna, Yılmaz "Sultan Abdülhamid", Türkiye Gazetesi, 23 Nisan 1991. 7-Okyar, Fethi "Üç devirde Bir Adam", Tercüman Yay. İstanbul, 1980 8-Osmanlı Tarihi ansiklopedisi, C:l, s.49 9-Kısakürek, Necip Fazıl "ulu Hakan Abdülhamid Han", Toker Yayınları, İstanbul, 1970, s. 161-163Osmanoğlu, Ayşe 3babam Sultan Abdülhamid 5Hatıralarım)" s. 182Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 34112-a.g.e, s. 36 Öztiina, Yılmaz "Sultan Abdülhamid" Türkiye, 23 Nisan 1991Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi C:l, s.49Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 317Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.34.a.g.e, s.32 18-a.g.e, s.27tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 47Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam", s.65Kısakürek, Necip Fazıl "Ulul Hakan Abdülhamid Han", s. 327Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s. 17Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.329a.g.e. s.332 Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan abdülhamid (Hatıralarım)" s.33Tahsin paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s. 356Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.181Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s. 141Ali sait Paşa, "Saray Hatıraları", Münir Mat. İstanbul, 1338, s.23Kısakürek, NEcip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 189Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid (Şahsiyeti ve Politikası)", Vatan Yayınları, ' İstanbul, 1995, s. 142Vehbi, Ali "Sultan Abdülhamid (Siyası Hatıratım)" s. 104-10533- Osmanoğlu, Ayşe "Babam sultan Abdülhamid (Hatıralarım)", s. 116 34-a.g.e. s. 15-16 35- Öke. Prof. Dr. Mim Kemal "Saraydaki Casus" 4. Baskı, Hikmek Neşriyat, istanbul 1991. s.54Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.28Kısakürek, Necvip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 317Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım) s.30Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.20Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam", s. 57Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 11a.g.e. s. 12 Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.31a.g.e. s.31a.g.e. s.42a.g.e. s.180-181-182 Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 462 48-a.g.e. s.36149- Vehbi, ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s. 164 50-a.g.e. s. 162Osmanoğlu, Şadiye "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri", Bedir Yayınevi, İstanbul 1966, s.23Allı Said Paşa, "Saray Hatıraları", s.33Vehbi, Ali "II. Abdülyhamid, Say isi hatıratım" s. 16254- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 187 - a-g-e- s-301 —r~ 56- a.g.e. s.303a.g.e. s. 307a.g.e. s.359 Tarih ve Medeniyet, Şubat 1995, s.25Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 361Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, s.48Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.239Nutku, Emrullah "Yakın Tarihimiz", 22 Mart 1962 Sayı: 4, s. 120Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s. 338-339-340Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c.l. s.41 Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)" s.60Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c: 1. s.41 68-a.g.e. c: l s.50Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.291Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s.70Hashp, Joan "II. Abdülhamid". s.226Öke, Mim Kemal "Saraydaki Casus", Hikmet Neşriyat, s.64Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.223a.g.e. s.225a.g.e. s.227a.g.e. s. 228Kocabaş, Süleyman "Sultan H. Abdülhamid", s. 261a.g.e. s.262 Kodaman, Bayram "Sultan II. Abdülhamıd'in Doğu Anadolu Politikası".Orkun yy. İstanbul 1983, s. 30a.g.e. s.35-38Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.264a.g.e s.266Hocaoalu,.Mehmet "Abdülhamid'in Muhtıraları". Türkiye Mat. İstanbul, 1989,8.127Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s. 287Vehbi, Alı "Abdülhamid, Sayisf Hatıratım3. s. 182Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.288-289Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım", s. 121,23.24,25Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.292Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s.100Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.55.56,57,58-59a.g.e. s.563Ali Vehbi "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım", s. 100Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyet ve Politikası" s.296Hashp, Woan "II. Abdülhamid" s.96Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.313Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 196Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid şahsiyet ve politikası" s.296Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.63-6499- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyet ve politikası" s.298 100-a.g.e s.300Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s. 115-116Vehbi. Alı "11. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 176J03- Kocabaş, Süleyman "II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.313 104- Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım" s.64 105-a.g.e. s. 102Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid HAn" s.549Kocabaş, Süleyman "II Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.313a.g.e. s.314 109-a.g.e. s.317Hocaoğlu, Mehmet, "Sultan Abdülhamid Han vöe Muhtıraları" s. 839-840Vehbi, Ali, "II. Abdülhamid siyasi hatıratım" s.175Kodaman. Bayram, "Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi" Ötüken Yay. İst. 1980 s.251-252Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.81-82-83114- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.319-320 115-a.g.e. s.320Öke, Mim Kemal, "II. Abdülhamid ve Dönemi "Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1983, s.69Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.321118- Öke, Mim Kemal, "II. Abdülhamid ve Dönemi" s.41 1-19-a.g.e s.85 120-a.g.e. s. 84 121- Tahsin Pasa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıratı3 s.85Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid şahsiyeti ve Politikası" s.204Öke, Mim Kemal "II. Abdülhamid ve Dönemi" s.43Osmanoğlu, Şadiye "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri" s.29-Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası" s.205 126-a.g.e. s.205127-a.g.e. s.206Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.244Haslıp, Joan "II. Abdülhamid" s.218-219Kısarkürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s249 131-a.g.e. s.250132-a.g.e249 133-a.g.e. s.253 134-a.g.e. s.256Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s.55-56Okyar. Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.94-95a.g.e. s.94-95-96-97-98-99Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.548Osmanlı Tarihi Ans. s.38-39-40Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.18Dr. Philip H. Stoddard, "Teşkilat-ı Mahsusa," Çev: T. Demirel Arba Yay. İstanbul 1993, s.14204 142- Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid, Şahsiyeti ve Politikası" s.251 -7- 143- a.g.e. s.242-243De Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" Çev: D. Bayladı, Milliyet Yay. fstanbul 1995, s. 180Yeni Rehber Ansiklopedisi, C:4, s.308-309Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.257a.g.e. s.232148- Vehbi, Ali "II Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 166 149-a.g.e. 164-165Özcan, Azmi, "Panislamizm Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere,1877-1914",TDV. İslam araştırmaları Merkezi, İstanbul 1992, s!23-126Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid", s.237Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s43Komatsu, Kaori, "Ertuğrul Faciası" Turhan Kitabevi, Ankara, 1992, s. 15-43Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu HAkan Abdülhamid Han", s.264Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam3, slOl-102-103Kocabaş, Süleyman "Iı. Abdülhamid Han" s.240Sırma, İ.Süreyya "Birkaç Sahife Tarih". Selam Yay. Konya, 1988, s. 16a.g.e. s.67159- Kocabaş, Süleyman "II. Abdülhamid Han" s.241 160-a.g.e. s241Özcan. Azmi "Panislamizm, Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere I877-1914-" s.151Martin. B.G. "Sömürgeciliğe Karşı Afrika'da Sut'i Direniş". Çev. F. Tathoğlu, İnsan Yay. İstanbul. 1988. s. 18Tarih ve Medeniyet. Ekim 1999. s.44a.g.e. s.44a.g.e. s.44De Grece, Michel "Iı. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s. 188Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s.44Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid". s.237 a.e.e. s.237Tarih ve Medeniyet, Ekim 1996, s.44 171-a.g.e. s.46Eraslan, Cezrni "Iı. Abdülhamid Han ve İslama Birliği" Ötüken Yay.b İstanbul 1992 s.217-218Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.233 a.g.e s.236Hocaoğlu, Mehmet "Abdülhamid'in Muhtıraları" s259a.g.e. s^261Şakir, Ziya "Yarım Asır Evvel Bizi İdare Edenler" C: l, Anadolu Türk Kitabevi, İstanbul, 1943, s.98Kocabaş, Süleyman, "Sultan Iı. Abdülhamid", s.260180- Kısakürek, Necip Fazıl, "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.240 181-a.g.e. s.241 182- Ortaylı, İlber "Osmanlı İmparatorluğu'da Alman Nüfuzu" Kaynak Yay. İstanbul, 1983,s.93 183- Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid" s.306 184-a.g.e. s.306Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.243Tahsin Paşa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.28Kocabaş, Süleyman "Sultan Iı. Abdülhamid" s.309 188-a.g.e. s.309189- Rüştü Pasa, Akabe Meselesi. Matbaa-i Amire İstanbul, 1326. s. 137 19ü- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han", s.242-243 191-Türkiye Pazar, 10 Mayıs, yıl: l,s:13 192- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.284 193-a.g.e. s.284 194- a.sj.e. s.284 195-a.g.e. s.286 196-a.g.e. s.288de Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s.23Şakir, Zayi, "Abdülhamid'in Son Günleri" (Abdülhamid'in Selanik'teki Muhafızı Rasim bey'in hatıraları) Anadolu Türk kitabevi. İstanbul, 1943- s:228 Yem Rehber ansiklopedisi. C:ll, s.113Vehbi, Ali, "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s.21 -22Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.44Şeref Abdurrahman. "Tarih Musahabeleri" Matbaa-ı Amire. İstanbul. I339.S.42Nuri. Osman "Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı". Batbaa-i Hayriye. İstanbul 1327, C:l. s: 165De Grece. Mıchel "II. Abdülhamid Yıldı/. Sürgünü3, s. 109-110Mahmut Celalcttin Pasa. Mir'al-u Hakikat. C:l-l l. Haz. İsmet Miroğlu. Bereket Yay. ' İstanbul, 1983, s.20Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, siyasi hatıratım", s. 16Türkgeldi, Ali Fuat Türkgeldi, "Mesail-i Mühimme-i Siyasiye" C: l T.T.K. Yay. Ankara "l987, s. 17Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.54Mahmut Celalettm Paşa, "Mır'al-ı Hakikat, C: 1-11. s.97Ali Haydar Mithat, "Hatıralarım" Güler Basımve, İstanbul, 1946, s.16 Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s. 41-42Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.57Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi Hhatırlarım". s.23-24Mahmut Celalettm Pasa, "Mir'at-ı Hakikat. C MI", s.286Hocaoğlu, Mehmet, "Abdülhamid'in Muhtıraları" s.42Karal, Ord. Prof. Dr. Enver Ziya, "Osmanlı Tarihi" C VIII, s. 366Osmanoğlu, Şadiye " Hayatımın acı ve Tatlı Günleri" s. 107Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.70Hocaoğlu. Mehmet. " Abdülhamid'in Muhtıraları" s. 113 a.g.e. s" 57Vehbi, Ali "Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s. 107222- Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.80 206 223-a.g.e. s.80 -^- 224-Yeni Rehber Ansiklopedisi, c 8, s. 110-111Zia, Dr. Nasim, "Kıbnb'ın İngiltere'ye geçişi ve Ada'da Kurulan İngiliz İdaresi" Türk Kültürünü Arşt. Ens. Yay. Ankara 1975, s. 14-15Hocaoğlu, Mehmet, "abdülhamid'in Muhtıraları", s.116227- Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.335 228-a.g.e. s.35 lTahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 48-49 a.g.e. s.66Öke, Mim Kemal " II. Abdülhamid ve Dönemi", s.61Koloğlu, Orhan "Abdülhamid Gerçeği" Gür. Yay. İstanbul, 1987, s.356Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s.50-51Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.357Tahsin Paşa, "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 50-51 a.g.e. s.55Kocabaş, Süleyman, "Sultan II. Abdülhamid" s.237Tahsin Paşa. "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s. 11-12Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.318Vehbi, Ali "Abdülhamid, siyasi hatıralarım" s.81 a.g.e. s.61Celal Nuri. "tarih- İstikbal" C:Iı. Yeni osmanlı Mat. İstanbul 1331, s.96Tahsin paşa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları" s.59Kocabaş. Süleyman "Sultanlı. Abdülhamid". s. 118Vehbi. Ali "Abdülhamid. siyasi hatıratını" s. 199Tahsin Pasa "Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları", s.32Rey. A. Reşit "Gördüklerim, yaptıklarım 1890-1922" Türkiye Yayınevi, İstanbul. ' " 1945, s9Kısakürek Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.219 a.g.e. S.22Öa.g.e. s.22225 i - Okyar Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.78-79Tarih ve Medeniyet, Kasım 1996, Sayı: 32, s.23 a.ü.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24a.g.d.s. 24Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi c:l, s.42a.g.e. 42Tarih ve Medeniyet, Kasım 1996. Sayı: 32, s.27 261-Herzi Vol. III. S.1080Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam", s.20Tarih Medeniyet, Haziran 1999, Sayı: 63. s 21 264-a.g.d.s. 21a.g.d.s. 21 Mim Kemala Öke, Siyonizm ve Filistin Davası sh. 104. 105Turan, Mustafa "31 Mart Faciası" s.27-29Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı 63 s 18a.g.d. s.24 Avranm Galamı de, "Türkler ve Yahudiler" s.93-94a.g.e. s.94a.g.e. s.41Tarih ve Medeniyet, say:63, s.24a.g.e. s.24 Vehbi, Ali "II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım" s.81-82Kazım Karaberikir, "Cihan Harbi'ne neden girdir, nasıl girdir, nasıl idare ettik-" Tecelli Mat. İstanbul 1937, s.95de Grece, Michel "II. Abdülhamid Yıldız Sürgünü" s.49Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid" s.148Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı: 63 s 2?a.g.d. s.22 Şehsuvaroğlu, N. Bedii "Türk Yükselme Cemiyeti İdeal Kolu" İstanbul 1964, s.6-8 Tarih ve Medeniyet, Haziran 1999, Sayı 63 s 22a.g.d. s.23 Geniş Bilgi İçin Angelo Lacovella'nın "II trıanaolo E La Mezzaluna" Tarih ve Medeniyet. Kasım 1996. Sayı: 63 s 24a.g.e. s.24 Kocabaş, Süleyman "Sultan H. Abdülhamid". s. 148 Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s 28a.c.e. s.28290- Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid", s. 143 291-a.g.e. s. 145a.g.e. s. 147Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han" s.5 19-520Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam" s.46Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 155 296-a.g.e. s. 155Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.58Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han. s.551Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. C: l s.45Osmanoğlu, Ayşe, "Babam Sultan Abdülhamid", s. 174Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.60Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 175 303-a.g.e. s. 176304-a.g.e. s.180Okyar, Fethi "Üç Devirde Bir Adam" s.61a.g.e. s.63a.g.e. s.68a.g.e. s.64KTsakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han, s.543-544a.g.e. s.552208 311- Osmanoğlu. Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s. 186 -^- 312- a.g.e. s.216-317 313-a.g.e. s.216 314-a.g.e. s.231 315-a.g.e. s.231 316-a.g.e. s.232a.g.e. s.232Okyar, Fethi, "Üç Devirde Bir Adam" s. 121 319-a.g.e. s.74-75Osmanoğlu, Ayşe "Babam Sultan Abdülhamid". s.237Kısakürek, Necip Fazıl "Ulu Hakan Abdülhamid Han. s.590Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid". s.225Tahsin Paşa. "Abdülhamid ve Yıldız Hatıratı" s.75F. Woods, Henry, "Türkiye Anılan" Çev: F. Çöker. Milliyet Yay. İstanbul, 1976, s. 123Kocabaş, Süleyman "Sultan II. Abdülhamid", s.225İnal, Mahmut Kemal, "Son Sadrazamlar" C. li Dergah Yay. İstanbul, 1982, s. 1285Driault Edovard "Şark Meselise" Çev: Nafiz Muhtar Halil Kıtaphanesı. İstanbul, 1328, s.500F. Woods. Henry, "Türkiye Anılan'' s. 123 Rey, A.Reşit "Gördüklerim, yaptıklarım 1890-1922". s.35-37Okyar. Fethi. "Üç Devirde Bir Adam" s.59Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. C: l, s.50Tarih ve Medeniyet. Şubat 1995. Şayi 12. s.28 |
Filistin Dramı
|
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
'..33 yıl boyunca Osmanlı Devletini başarıyla yöneten Abdülhamid Han Hazretlerinin günlük yaşayışını inceleyelim dedik ve bu minvalden olmak üzere şöyle bir manzarayla karşılaştık...'
http://image.haber5.com/haber/3936.jpg Padişahların, sultanların, devlet adamlarının günlük yaşamları hep merak edilir. Hele bu çok sevilen, sayılan, rahmetle anılan Sultan II. Abdülhamid Han ise merak daha da katmerleşir. Biz de bu cihetten olmak üzere çöküş sürecinde 33 yıl boyunca Osmanlı Devletini başarıyla yöneten Abdülhamid Han Hazretlerinin günlük yaşayışını inceleyelim dedik ve bu minvalden olmak üzere şöyle bir manzarayla karşılaştık: Sultan Abdülhamid erken yatar ve erken kalkardı. Güneşi asla üstüne doğdurmazdı. Her zaman âdeti olduğu üzere sabah banyosunu yapardı. Hasta olduğu zaman dahi banyo yapmak âdetinden vazgeçmezdi. Vefatından bir süre önce Beylerbeyi Sarayı’nda ağır soğuk algınlığına, doktorların yasaklamasına rağmen banyo yapmaktan imtina etmedi. Doktorların tavsiyesi üzerine başladığı denize girip yüzmek, zamanla en büyük tutkuları arasına girdi. Deniz tutkusu ömrünün sonuna kadar devam etti. Ayrıca avcılık, binicilik ve atıcılık gibi başka tutkuları da vardı. Sabah banyodan sonra giyinirdi. Giyim konusunda çok titiz davranırdı. Giyimde sadeliği tercih ederdi. Temiz, düzgün giyinmeye özen gösterirdi. Şatafattan kaçınırdı. Sıhhate uygun giysileri tercih ederdi. Giyim kuşam konusunda çevresindekileri de uyarmaktan imtina etmezdi. Sonra sabah namazını kılar, dua eder ve akabinde bir süre Kur’an okurdu. Ardından kahvaltısını yapardı. Kahvaltıda mümkün olduğu kadar hafif yerdi. Kahvaltısı yarım bardak sütü maden suyuna katarak içmesiyle sona ererdi. Bunu kahve içme faslı takip ederdi. Kahveyi sigarayla içerdi. Günde 8–10 defa kahve içerdi. Özellikle yemeklerden sonra ya da çalışma arasında kahve tercihiydi. Bu fasıldan sonra bazen kendisine gelen “jurnalleri” inceler, bazen de masasına geçip hemen çalışmaya başlardı. Bu çalışma saat 11’e kadar sürerdi. Günlük yaşayışı alabildiğince muntazamdı. Çalışma yemek ve istirahat saatlerine harfiyen uyardı. Çalışmasına yemek için ara verirdi. Öğle yemeğini 11’de, akşam yemeğini saat 17’de yerdi. Yemek vakti geldiğinde masaya geçer, eşiyle ve çocuklarıyla birlikte yemek yemeye özen gösterirdi. Ailesiyle ve çocuklarıyla yakından ilgilenirdi. Yemekten sonra 25- 30 dakika uzanarak dinlenirdi. Sonra yine devlet işleriyle hemhal olmayı sürdürürdü. Yaptığı ve yapması gereken şeyleri mutlaka not ettirirdi. Öğle namazını eda eder, akabinde başkâtibiyle görüşür ve bu görüşmeyi randevu verilen devlet adamlarıyla görüşme takip ederdi. Bunu ikindi namazı izlerdi. Namaz sonrası sofraya geçer akşam yemeğini yedikten sonra Sarayın bahçesinde yürüyüş yapardı. Bu yürüyüş esnasında beyleriyle ve paşalarıyla gezer, onlarla fikir teatisinde bulunurdu. Konuşması etkileyiciydi. Sohbeti çevresindekileri sıkmazdı. Tane tane konuşur, konuları bütünüyle analiz eder, konuşma üslûbundaki nezaketi her daim korurdu. Akşam namazını eda eder, çocuklarıyla ilgilenirdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra dinlenmeye çekilir, yatmadan önce mutlaka kitap okur ya da okuturdu. Mütercimlerin kendisi için hazırladığı eserleri çok dikkatle dinlerdi. Hatta çoğu zaman kitap okurken uyumayı tercih ederdi. Lâkin uykuya düşkün değildi. Bazen sabahlara kadar çalışırdı. Özellikle de devlet meseleleriyle ilgili geceleyin uykusundan uyandırılmayı hoş görür ve uyandırılması konusunda kesin emir verirdi. Kitap hususunda alabildiğine titizdi. Gençlik, bir başka ifadeyle şehzadelik yıllarında başlayan kitap okuma tutkusu yaşamının sonuna kadar devam etti. Bazen günün belli saatlerini de kütüphanede geçirirdi. Dünyanın çeşitli yörelerinden getirttiği kitaplarla zengin bir kütüphane oluşturmuştu. Bir de meşhur marangozhanesinde vakit geçirmek en önemli tutkularından biriydi. Çok usta bir marangoz olarak; çok incelikli eserler yapar, marangozhanede çalışırken yorulmak yerine dinlendiğini çevresindekilere söyler, onlara da bu tür çalışmalar yapmaları için zaman ayırmalarını tavsiye ederdi. Planlı çalışma ve intizam onun en hassas olduğu konuların başında idi. Bir işin yapılmasını emir vermekle yetinmez, onun neticesini çok yakından takip ederdi. Bir işe başladı mı onu mutlaka sonuçlandırırdı. İnanç bağlamında kavi bir imana sahipti. Ona “Cennetmekân”, “Ulu Hakan”, ya da “Abdülhamid Han Hazretleri” denmesinin arka planında, zühd ve takva içerikli bir yaşamı yeğlemesi vardı. Onun meşhur sözü olan “Bu milletin hiçbir evrakını abdestsiz imzalamadım” ifadesi bunun bir göstergesidir. Nitekim başkâtibi Esad Bey’in şu ifadeleri bunu çok güzel anlatmaktadır: “Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultan Abdülhamid’in kapısını çaldım. Fakat kapı açılmadı. İkinci, üçüncü defa yine kapıyı çaldım ve merak içinde bekledim. Uzun bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Tebessüm ederek, “evlad kusura kalma. İlk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Lakin mühim bir iş için geldiğinizi anladım ve hemen abdest aldım. Onun için kusura bakma, sizi beklettim. Ben bu kadar yıldır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım diyerek evrağı alıp inceledi ve besmele çekerek imzaladı…”* Evet, bu çok anlamlı ve düşündürücü ifadelerden sonra mekânı cennet olsun, diyerek yazımızı noktalayalım… * Geniş bilgi için bkz. Hüseyin Tekinoğlu, Abdülhamid Han’ın Yönetim ve Liderlik Sırları, İstanbul 2007; Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul 1984; Necip Fazıl, Ulu Hakan Abdülhamid Han, İstanbul 1994. Fahri Güven'in yazısı Milli Gazete |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
“Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultan Abdülhamid’in kapısını çaldım. Fakat kapı açılmadı. İkinci, üçüncü defa yine kapıyı çaldım ve merak içinde bekledim. Uzun bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Tebessüm ederek, “evlad kusura kalma. İlk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Lakin mühim bir iş için geldiğinizi anladım ve hemen abdest aldım. Onun için kusura bakma, sizi beklettim. Ben bu kadar yıldır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım diyerek evrağı alıp inceledi ve besmele çekerek imzaladı…”*
Mekanı cennet olsun inşaAllah .Ecdadımızda öyle örnek alınacak hadiseler var ki ; bunların hepsini yapabilsek keşke .En azından yapmaya bir yerlerden başlasak.Teşekkürler paylaşımların ve verdiğin emek için ++++++.... :) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Alıntı:
|
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Filistin Dramı/ Kadir Mısıroglu
Theodor Hertzel 19. asir nihâyete ererken Viyana'da "Neue Presse" (yeni basim) adiyla bir gazete yayinlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleginden istifâde ederek, batidaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti. Siyonistlerin lideri Teodar Hertzel, II. Abdulhamid'e Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek karşılığında Filistin'de kendilerine toprak verilmesini teklif etti. Sultan Abdulhamid Han siyonistlerin teklifini şiddetle geri çevirdiiği gibi, Filistin'de geniş mülkler satın aldı. Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikri 19. yüzyılda müşahhas hale geldi. 19. asra gelindiğinde Yahudiler batıda müthiş bir güç olmuşlardı. İktisâdi ve siyâsi hayata hâkimdiler. Eskiden memur olamayan Yahudiler, artık politikacı ve subay bile olabiliyorlardı. Fransa'daki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir misâlidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana'da "Nueie Presse" (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleğinden istifâde ederek, batıdaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti. http://home.arcor.de/abdulhamidhan/i...stin02_160.jpg |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Abdulhamid'i kandıramadılar
Muvaffakiyetin üç şartı Bunun neticesinde, Yahudilerin Filistin'e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfi olduğuna inandı. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. "Der Juden Statt" yâni "Yahudi Devleti" ismiyle, Almanca bir kitap yayınladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini bilebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir: 1. Fikir, 2. Kadro, 3. Para. Teodor Hertzel, fikirlerini duyurmak için 1882 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde bir Yahudi Kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin'e dönme hareketini ifâde eden siyonizmin ilk kongresidir. Hertzel de bu hareketin babası ve İsrâil devletinin kurucusu kabûl edilmektedir. Yahudi işadamlarına kanca Basel kongresine bâzı Yahudi münevverlerinin katılmasına mukâbil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden Teodor Hertzel, bunu temin için bir plân düşündü. Herhangi bir Yahudi zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü. Bunun için o gün dünyânın da Yahudilerin de en zengin olan Rochild âilesini seçti. Kendi tespitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bâzı kânunsuz işlerin bir kısmını Münih'te bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete kupürlerini alarak Rochild'in merkezi olan Frankfurt'a geldi. Bunları Rochild'e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları öğrendikleri taktirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin'e nakledebileceğini söyledi. Çünkü onun Arjantin'de çiftlikleri vardı. Filistin'e karşılık Osmanlı borçları Teodor Hertzel, Rochild'e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere Arjantin'e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün şartlarında Arjantin'den Filistin'e dönmek, Avrupa'dan dönmekten daha güçtü. Teodor Hertzel, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda kendisini Almanya'ya iâde edeceğini ama dünyada bir Yahudi devleti olsa orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama bu nasıl olacaktı? Hertzel, plânını şöyle anlattı: "-Osmanlı Devleti'nin pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyânın en zengini olan bir yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul'a gidersem, pâdişah bir yatırım yapacağım düşüncesiyle beni kabûl eder, ben de ondan dış borçlarını ödemek mukâbilinde isteyen Yahudi'nin gidip Filistin'e yerleşme müsâadesini koparabilirim" dedi. Bu esas üzerinde anlaştılar. Teodor Hertzel, bu maksatla iki defa İstanbul'a geldi ve Sultan Abdülhamid Han ile görüştü. Binnet'ce emeline muvaffak olamadı. Zirâ o büyük hükümdar: "-Ecdâdımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı bekliyorsunuz?!" diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu. Araplara toprak karşılığı bol para Bu hâdise üzerine Sultan Abdülhamid Hân'ı bertaraf etmedikçe emellerine muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan "Kızıl Sultan" lâkâbı, Ermeniler'e mâl edilirse de aslında bir Yahudi icâdıdır. Esâsen, Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçmiş olan Ermeniler, bu târihten itibâren propaganda ve silâh temini husûsunda Yahudilerden büyük ölçüde destek görmüşlerdir. Viyana'da imâl edilmiş olan bir saltanat arabasına saatli bir bomba yerleştirerek onun aylar sonra Yıldız Câmi-i Şerifi ile Yıldız Sarayı arasındaki kısacık mesâfede patlayabilmesinin dakik hesâbını yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece Ermeni kıpırdanışına destek vermekle iktifâ etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak iki çâreye başvurdular: 1) Filistin'de birtakım Arapları menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vâsıtası ile arsa ofisleri kurdular. İsteyen herkesin yerini bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dâir, ilânlar dağıttılar. Alıcılar Arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar, arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Arâzisini satan, gidip Beyrut'a, Mısır'a, Şam'a yerleşiyordu. Hattâ: "-Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz" kaygısıyla birbirleriyle mücâdele ediyorlardı. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Sırları ifşa edildi
Bu durumu zamanında haber alan Sultan Abdülhamid Hân, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu halka izâh etti ve bu arazilerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arâzilerini satmak isteyenler varsa bunları Sultanın şahsi servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş bulunduklarını beyân ederek Yahudi hareketine engel olmaya çalıştılar. Sultan Abdülhamid Han'ın "Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi" adıyla bilinen araziler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan indirince, emlâkini millileştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar kaybedildiği taktirde bile şahsi mülkiyet hakkı, beyne'l-milel hukuk kâidelerine göre bâki kalacaktı. İttihad ve Terakki'ye destek 2) Dışarıda Sultan Abdülhamid Han'ı karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dahilde de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu cemiyetin tamamen Yahudi usûl ve esasları dâhilinde ve onların tâlimatlarıyla hareket ettikleri şüphesiz olmakla berâber, bunu Rumeli'de dağa çıkarak Meşrûtiyet'in ilânını bir emr-i vâki hâline getirmiş bulunan hürriyet kahramanı (!) Resneli Niyâzi de hâtırâtında açıkça itirâf etmektedir. Fakat, ne hâcet! O devrin vukuâtını ferâsetle tedkik ve ittihatçılardan hâtırat yazanların söyledikleri bu gerçeği bin delil ile ispata kâfidir. II. ABDULHAMİD, KARASU'YA ÇOK KIZDI Sultan Abdülhamid Hân'ı hal'eden yâni tahttan indiren kararın tebliği için huzûruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebûsu Emanuel Karasu Yahudisi değil midir? Mübârek pâdişah bunu görünce vukuatın gerçek müessirini ifşâ edercesine o heyete dönerek: "-Ben Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek Müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır!?" suâlini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Emanuel Karasu ve Metir Salem gibi su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan ve 1914-18 Harb-i Umûmî'ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu yazı dizisinin hacmi kadar kânûnî imkanlar da müsâid değildir. Şu kadarını söyleyelim ki Filistin'in harb-i umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddiâ edildiği gibi "Arap İhâneti"nin eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Ordular Cephesi'nin –askerî bir mantıkla îzâhı kâbil olmayan– hezîmeti sebebiyledir. Burada sırası gelmişken müstakillen yazılması îcâb edecek derecede ehemmiyetli olan şu Arap İhânetî (!) palavrası hakkında da kısa bir îzâhta bulunmak istiyoruz. Zira yukarıda temas ettiğimiz vechile, Türk basınında bazı güdümlü kalemlerin bugünkü Filistin dramı dolayısıyla dillerine doladıkları en ehemmiyetli mes'ele budur. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Arap ihaneti palavra
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan "Vehhâbî Hareketi" gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne sâdık bir şekilde bağlı kaldılar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları iddiası yıllardır gündeme getirilmektedir. Bu Arap ihâneti palavrasına muhatab oluşumuz yeni değildir. 1964 yılında "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" adlı eserimizin ilk cildi yayınlandığı zaman, o zamanki Ulus gazetesinde Cihad Akçakayalıoğlu imzasıyla bu eser hakkında uzun bir tenkid ve ta'riz mâhiyetinde bir seri yazı yayınlanmıştı. (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 25 Şubat-3 Mart 1966) Bu yazıda bize tevcih edilen çeşitli ta'rizler meyânında, şu satırlara da yer vermişti: "Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşında imparatorluk çökerken (ilikleri, kemikleri Türk'ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arab Ålemi) Halifenin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur." (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 1 Mart 1966) Biz bu tarihî gerçeklere aykırı iddiayı, daha o zaman şu şekilde cevaplandırmıştık: Haçlı ordularına karşı iman seddi "Türkler, Arab memleketlerini takriben dört asır kudretle siyânet ve mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu bir sıyânetti: Çünkü maksadı İslâm'ı yok etmek olan "Haçlı Orduları"na karşı aşılmaz bir iman seddi teşkil ettikleri tarihin şehâdetiyle sâbittir. Gerçekten Selçuklular ve daha önceki devirlerde Anadolu ve bazen da Sûriye'ye kadar ilerleyebilen Haçlılar, İslâm Dünyası'nın şerefli temsilciliği Osmanlılar'ın kudretli ellerine geçtikten sonra, Tuna Nehri'ni aşamamışlardır. Haçlı Seferleri'nin her biri üssü'l-harekelerine bitişik olan Orta Avrupa Ovaları'nda karşılanıp mağlup edilmiş ve bu sayede Arab memleketleri ve hâssaten 'Mukaddes Beldeler' yüzyıllar süren sâkin bir hayat geçirmek imkânını bulabilmişlerdir. Osmanlılar, bu ülkeleri aynı zamanda gayet mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu yüzden aslen Arabî değil, Arnavutî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan 'Vehhâbî Hareketi' gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğumuzun yıkılışına kadar gayet sâdıkâne bir sûrette bize ve bütün Müslümanlar'ın devleti olan 'Devlet-i Aliye'ye bağlı kalmıştır. Araplara kardeş muamelesi Esâsen Osmanlılar, hiçbir Arab memleketini yerli Arab idârecilerin elinden almamış, her birini zâlim ve yabancı bir müstevlînin pençesinden kurtarmışlardır. Irak ve Sûriye'yi Acemlerin, Mısır'ı Çerkes asıllı Kölemenlerin, Şimâlî Afrika ve Yemen gibi uzak Arab ülkelerini ise İspanyol, Portekiz gibi müstevlî garblıların elinden almış ve bu memleketlere bir 'kurtarıcı' olarak girmişlerdir. Üstelik Kur'ân'ın ölümsüz umdelerine son derece riâyetkâr oldukları için de bütün Müslümanları 'kardeş' ve İslâm Alemini tek bir 'devlet' kabul ettiklerinden sahip oldukları ülkeler arasında hiçbir fark gözetmemişlerdir. Sırf ümmetin birlik ve bir merkeze bağlılığını te'minden ibâret olup hiçbir Müslümana ağır gelmeyen hareketleri ile İslâm'ın emir ve îcâbını yerine getirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Teb'a arasında vazife ve mevkîler için sadece ehliyet ve liyâkati bir kıstas olarak tanıyan Osmanlılar'ın tarihi, bu bâpta alâka çekici misallerle doludur. Mesela Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ın fethini müteâkiben dönerken yolda, Mısır Beylerbeyliği'nin elinden alınmasına münfail olarak kendisine at üstünde: "-Bu kadar zahmet çektik Mısır'ı gene bir Çerkes'e verdik. Çekilen emekler boşa gitti" diyen Vezir-i âzamı Yunus Paşa'yı derhal idam ettirmiştir. (Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, 1963. s.31) Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu siyaset, Arab âleminde diğer beldelerden daha da iyi neticeler vermiş ve bir çok yerlerde -mesela Rumeli ve bilhassa Anadolu'da- görülen 'eşkiyâ' ve 'Celâlî İsyanları'na benzer hâdiseler buralarda ortaya çıkmamıştır. Birinci Cihan Harbi esnasında Araplar'ın Halife'nin 'Cihad Fetvası'nı dinlemedikleri iddiası ise; menfî bir propaganda maksadına bağlı olarak büyütülmüş bir mes'eleden ibarettir. Arap isyanları münferit Bu fetva, Hilâfeti İslâm Dünyası üzerinde cidden nâfiz bir kudret hâline getiren II. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri gibi mübarek bir hükümdara karşı her tarafta derin akisler uyandıran bir ihtilal yaparak işbaşına gelen 'İttihatçı güruhu'nun elinde irâdesiz bir oyuncak mevkiine düşen Sultan Reşad tarafından ilan edilmiştir. Üstelik "Halife İradesi"nden ziyade "Alman menfaati"ni temsil etmekte olduğu âşikârdı. Ayrıca da dörtyüz senelik aşırı bir müsâmahakârlığın arkasından, bir tek kelime Türkçe bilmeyen Arab halkına, Türkçe konuşmak mecburiyeti tahmil etmek gibi saçmalıklarla dolu ittihatçı idaresinin incelenmesi de Arab aksülâmelinin sebeplerini keşf ve tesbit için zarûrîdir. (Bak: Şerif Abdullah, Müzekkirati, Kudüs 1945) Böyle olduğu halde bu fetvanın hiçbir te'sir icra etmediği de söylenemez. İngilizlerin bu yüzden Mısır ve hatta Hindistan'ın idaresinde karşılaştıkları müşkilât ve bu memleketlerde ortaya çıkan karışıklıkların izahı uzun bir mes'eledir. Mutaarrız İtalyanlar'a karşı vatanını müdafaa etmekte iken bu fetvaya ve verilen husûsî emre itaat ederek İstanbul'a gelen Şerif Ahmed es-Sünûsî Arab değil miydi? Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Arab Alemi'ndeki bu "itaatsizlik" sadece bir âileye, yani Şerif Hüseyin ve avanesine münhasır olduğu halde onu bütün Arab Alemi'ne şâmil göstermek isteyenler kasıtlıdırlar. "İslâm kardeşliği"nin, hatta daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse "İslâmın düşmanıdırlar. Onlar böyle bir iddia ile İslâm'ı (hâşâ!..) modası geçmiş gibi göstermek istemekte ve sırf bu maksadla bu hâdiseyi sık sık tekrarlamaktadırlar." (Bak: Lozan zafer mi hezimet mi, Kadir Mısıroğlu, s.44-47) HİNTLİLER İNGİLİZLER'E İSYAN ETTİ Bizim, "Arap İhaneti (!)" palavrasına 40 seneye yakın bir zaman evvel vermiş bulunduğumuz cevap İslâm düşmanlarını susturmaya yetmemiş ve bu iddia, temcid pilavı gibi tekrarlanıp durmuştur. "Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet" isimli eserimizde Sultan Abdülhamid'in, hilâfeti, müstevlî Batılılara karşı nasıl silâh olarak kullandığı anlatıldıktan sonra İttihatçılar ve onların elinde bir kukladan farksız durumdaki Sultan Reşad'ın "fâil-i muhtar" bir padişah olmadığı izah edilmiş ve müteâkiben: "Böyle olmasına rağmen onun tarafından 23 Kasım 1914 tarihinde îlan edilen Cihâd-ı Mukaddes fetvası yine de umulandan fazla alâka görmüştür. Gerçi bu güne kadar bu fetvanın hiçbir işe yaramadığı hatta buna rağmen binlerce müslümanın İngiliz, Fransız ve Rus ordularında yer alarak bize karşı fiilen silâh kullandığı iddia edilegelmiştir. Hilafet müessesesinin hiçbir tesir ve faydasının görülmediği görüşünü te'yid ve isbat zımnında ortaya atılan bu iddiada hakikat payı yok değildir. Ancak unutmamak gerektir ki, bu Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hıristiyan devletin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak sûretiyle maruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbûlarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan'da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği müslümanın adeti 30.000'in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar ânî bir sûrette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
350 adamı zor buldu
İngilizler, Medine'nin Şerif Hüseyin'e teslim edilmemesi durumunda Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulundular. Direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa hile ile yakalanarak Şerif Hüseyin'e teslim edildi. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idarecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir. Halifenin davetine gönüllü olarak icabet eden birçok Arap da görülmüştür ki, bunlardan teşekkül eden iki tabura bizzat M. Kemal Paşa kumanda etmiştir. İştirakin fazla olmayışı İttihatçılar'ın Arap ülkelerindeki yakışıksız tutumlarından ve Araplar'ın asırlardan beri gayr-i muharip bulundurulmalarından doğmuştur. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan Müslümanlar'dan dahî umulmadık istifadeler sağlanmıştır. İstanbul'da silâh depolarında bekçilik yapan Hindliler'in Anadolu'ya silâh kaçırılması işinde gösterdikleri kolaylıklar Kemalist kalemlerde bile ma'kes bulmuştur. Rus ordusundaki Müslümanlar ise Rus-Ermeni mezâlimini önleyici istikamette ehemmiyetli bir rol oynamışlardı. İlaveten söyleyelim ki, cihad fetvasına rağmen Türkler'e silah çektiği söylenen Şerif Hüseyin Medine'yi teslim almaya geldiğinde emrinde 350 kişi vardı. Bunlar da o derecede derme çatma insanlardı ki, kendisi Türk kumandanlarından silah depolarının kapısında bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica etmiş, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade etmiştir (Bak: Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473-474). Bu demektir ki, Ceziretü'l-Arab'a oluk gibi akan İngiliz altınları, Türkler'e karşı silah kullanabilecek ancak 350 adam bulunmasını temin edebilmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbekat fazlaydı. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak... Şerif Hüseyin'in sokaktan topladığı adamlar nev'inden değil!... Celali isyanları daha uzun sürdü Osmanlı târihini tedkîk edenler hayretle müşâhede ederler ki, Anadolu'da 'Celâlî İsyanları' adıyla, müteaddid isyan hareketine şâhid oldukları hâlde, 450 sene hükmettiğimiz Arap Yarımadası'nda benzer bir hâdiseyle karşılaşılmaz. Üstelik oralarda Anadolu'daki gibi ciddî bir askerî kuvvet bulundurulmuş değildir. Yemen isyanları, bu ülke halkının ekseriyetle Şia'nın bir kolu olan Zeydiye mezhebine mensup bulunmaları dolayısıyla 'hilâfet'e değil, imâmete inanmış olmalarındandı. Yâni onlar, mezhepleri îcâbı olarak, Osmanlı hükümdarını halîfe sıfatıyla tanımak istemiyorlardı. Buradaki bâdirenin temel sâiki budur. Arap Yarımadası, kâhir ekseriyetiyle Sünnî olduğu cihetle burada asırlar boyunca sulh ve sükûnet devâm etmiş, karışıklık ancak İttihâtçılar'ın devlete hâkim olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bundan daha önce görülmüş olan birkaç Vehhâbî hareketi de Yemen'deki gibi ve fakat ondan farklı bir ictihâdın netîcesidir. Üstelik çok mevzî kalmıştır. Anadolu'daki Celâlî isyanları gibi taaddüdü mevzu-i bahs değildir. Celâlî isyanları, ilk isyan eden grubun başında Celâl isminde bir Alevî bulunduğu için bu ismi almış ve zaman zaman tekerrür etmiş ise de bugün hiç kimse Anadolu Alevîleri'ni, bizi arkamızdan vurmuş olmakla ithâm etmemektedir. Hattâ biz Yunan'la harb ederken Konya'da isyân zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bunun benzerleri Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılar'a, Düzceliler'e, Yozgatlılar'a.. ilh.: "-Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!.." diyerek bir târizde bulunmamaktadır. İbnürreşit Osmanlı'ya bağlıydı Medine müdâfîlerinin yanında aşîreti, itibarı ve çıkarabileceği silahşör sayısı Şerif Hüseyin ile kıyaslanmayacak durumda olan Şammarî aşireti reisi İbnü'r-Reşid gibi bir şahsiyet vardı. İngilizler, burası ona bırakıldığı takdirde de kendi adamları olan Şerif Hüseyin nâmına mücadele edeceklerdi. Hakîkaten Mısır'dan kaldırdıkları uçaklarla Medine halkı üzerine propaganda broşürleri atmış ve bölge Şerif Hüseyin'e teslim edilmediği takdirde Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulunmuşlardı. Bundan endişe eden birtakım subaylar, direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa'nın huzuruna avuçlarında mangal külü dolu olduğu hâlde girerek selâm verir gibi bir hareketle külü onun gözlerine serpmişler, elini kolunu bağlamışlar, kendisini Şerif Hüseyin'e teslîm etmişlerdir. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır. Irak havâlisinde İbnür-Reşid emsâli mahallî aşiret reisleri çoktur. Bunlardan biri de Uceymî Sâdun Paşa'dır İngilizler'e kök söktürdü Arap ihaneti palavrasına en susturucu cevap Uceymî Sâdûn Paşa'dır. Bunu, Cemal Kutay'ın yayınladığı 'Tarih Konuşuyor' adlı dergiden ve bir görgü şahidinin ağzından arzediyoruz. Görgü şahidi Demokrat Parti devrinde Sakarya milletvekilliği yapmış Hamza Osman Erkan'dır. (Bak: Cemal Kutay, Son Havadis gazetesi, 15 Temmuz 1978) Hamza Osman Erkan, meşhur Şeyh Şamil'in Medine muhafızlığı yapmış olan damadı Osman Paşa'nın torunudur. Görgü şahidinin ifadesiyle bir sâdık Arap liderinin yaptıklarını dinleyiniz: "Birinci Dünya Harbi'nin ilk haftalarında, 'Teşkilât-ı Mahsusa' hücum taburları Reisi Süleyman Askerî Bey'in maiyetinde Kafkas cephesine gitmek üzere iken vak'alar ve hâdiseler bizi Irak'a sevketmişti. Müntefik mutasarrıflığının merkezi olan Nâsırıyye'den Nuhayle çöl karagâhına Ferhan isminde yerli bir kılavuz ve birkaç Kerküklü jandarma ile gidiyorduk. Nuhayle mevkiinde setir kuvvetlerimiz kumandanı Yarbay Seyfullah Bey'e ve aşâiri teşkilatlandırmak vazîfesiyle yanında bulunan 'Teşkilât-ı Mahsûsa' subaylarından Fâtihli Lutfi Bey'e merkezin gizli bir emrini ve bir miktar para götürüp avdet edecektik. Yolculuğumun üçüncü günü idi, şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Mukâbil taraftan kum rüzgarının içinden bir süvari müfrezesinin bize doğru geldiğini gördük. "-Aşiret atlıları", "-Hayır, süvari, asker" diye tahminlerde bulunurken, atlılar müthiş bir kum rüzgarı şeklinde birkaç saniye içinde yanımıza yaklaştılar. Bunlar, 30 yaşlarında, kibar yüzlü, buğday çehreli, parlak siyah gözlü, çok zeki bakışlı, zayıf, nahif bir aşiret reisi ile muhafızları idi. Mütekâbilen durduk, selamlaştık, bir an sükut içinde bakıştık. Genç aşiret reisi, çok tatlı bir sesle bir arzumuz olup olmadığını sordu, büyük bir tevâzu ve nezaketle: -Bana bir emriniz var mı? Yanınıza adamlarından birkaçını tefrik edeceğim, dedi ve sonra eliyle selam işareti vererek hızla ayrıldı. Kim olduğunu iyice bilmediğim bu kibar çöl şövalyesi kayboluncaya kadar arkasından manyetize olmuş halde bakakaldım, yanımdaki kılavuza sordum: '-Kim bu adam?' -'Necidî hudutlarına kadar ahkâm ve emirleri kayıdsız ve şartsız cârî olan Şeyhlerin Şeyhi Emir Uceymî Sâdûnî işte budur. Emir Sâdun Paşa'nın oğludur. Asalet, servet, mertlik ve şecaatiyle Irak'ta meşhurdur. Bağdat'tan beri menkıbe ve hikâyelerini işitmekte olduğumuz, düşman kuvvetleri ileri karakollarının rüyalarına giren ve uykularını kaçırarak dehşet uyandıran Müntefik aşiretleri reisini o gün ilk defa görmüş oluyordum. ..Basra'nın tahliyesinden sonra anavatanla irtibat ve münasebetleri tamamen kesilmiş olan ve çok fâik kuvvetler karşısında kahramanca müdafaalardan sonra merkezden verilen emir üzerine çekilmek mecburiyetinde kalan fedakar cenub müfrezemizi ıssız bir çölden geçirerek muhakkak bir esaretten kurtaran Uceymî Paşa'dır. İngilizler Basra'yı işgal ettikten sonra Uceymî Paşa'ya mektub göndererek Türkler'den ayrılıp Irak'a kurtarıcı olarak gelen ordularıyla teşrik-i mesai ettiği takdirde istiklalini aldığı zaman Irak tahtının uhdesine tevdî olunacağı va'd olunuyordu. Büyük Britanya hükümet-i fâhimesi namına yapılan bu teklif Uceymî Paşa'nın 24 saat sonra İngilizler'e yaptığı müthiş bir baskınla cevaplandırılıyordu. İşte bu asil çöl çocuğu tâ Basra kapılarından Urfa'ya kadar ordumuzun kahraman bir muavini olarak harb ede ede çekilerek geldi. Daha sonra Millî Mücadele'nin ilk ve felaketli günlerinde Diyarbakır'a ve orada'ya gelerek vatanın hizmetine koşmuş, cenub hududlarımızda mühim ve unutulması küfrân olacak hizmetler etmişti. Büyük zaferden sonra Urfa'da Atatürk'ün emriyle hükümetimizin kendisine verdiği bir çiftlikte ziraatle iştigal ettiğini işitmiştim." (Bak: Tarih Konuşuyor Dergisi, Temmuz 1964, Sayı:6) ATATÜRK'TEN UCEYMÎ PAŞA'YA Mustafa Kemal Atatürk'ün Uceymî Sâdun Paşa'ya yazdığı telgraf: "Irak Şeyhu"l-meşâyihi Uceymî Sâdun Paşa Hazretlerine, Diyarbekir'e teşriflerinizi istibşâr (müjdelemek) ile harb-i zâilde (bitmiş olan harpte) ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu komutanlığı ile Halep'te bulunduğum sıralarda nesl-i necîbinize (temiz soyunuza) has olan evsâf-ı merdânelerini (yiğitlik vasıflarını) duymuş ve mine'l-giyâb (gıyâben) şahsiyet-i muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hâsıl eylemiştim. Bütün cihân-ı İslâm'ın iki gözbebeği olan -Türk ve Arab milletlerinin- iftirak (ayrılık) yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşın elele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklâliyeti uğrunda mücâhede eylemek bizler için farz-ı ayndir. Unsurların sufûf (saflar) ve an'anâtını siyânet (ananelerini korumak) ile istilâcıların esaretinden tahlis-i girîbân eylemeye (kurtulmaya) mücâhedâtınızda zât-ı necîbânelerinizle beraber olduğumu arz ederim. Bu bâbdaki mütâlalarımın onüçüncü kolordu vâsıtasıyla işârı sûretiyle müdâbele-i efkâretmeyi (görüş alış verişinde bulunmayı) rey-i necîbânelerine terk ile takdim-i ihlâs eylerim efendim." 15 Haziran 1335 (1919) Üçüncü Ordu Müfettişi MUSTAFA KEMAL |
Sultan II. Abdülhamid Hakkında Herşey
Suriye ile federasyon
Fransız mandasına girmek istemeyen Suriyeliler Ankara'ya temsilci yolladılar. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa federasyon için yeşil ışık yaktı, ancak gerçekleşmedi. Önceki yazımızda Irak havalisinde Uceymi Sadun Paşa'nın Osmanlı Devleti'nin yanında İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmıştık. Gelelim Filistin ve Sûriye havâlîsine.. Bu havâlide Ordu Kumandanı sıfatıyla bulunan İttihat Terakkî reislerinden Cemâl Paşa, "Deriye Dîvân-ı Åli-yi Örfîsi" kararlarıyla pek çok Sûriye ileri gelenini Fransızlarla teşrîk-i mesâi etmek töhmetiyle astırmıştı. Fakat bundan dolayı, Sûriye halkı hiçbir zaman: "-Türkler bize şöyle zulmetti, böyle zulmetti dememiş, haklı veya haksız sâdece Cemâl Paşa'yı ithâm etmekle iktifâ etmiştir. Bugün de aynıdır. Bize ne oluyor ki, bir Şerif Hüseyin'i dilimize dolayarak bütün Arapları ihânetle ithâm etmeye devâm ediyoruz. İngilizler dağılan imparatorluklarını, yeni Dünya şartlarında 'Commenwelt' adıyla bir birlik hâlinde ayakta tutmaya çalışmışlardır. Faysal Ankara'ya kurye yolladı Suriye halkı Fransız idâresi altına girmek istemiyor, nisbî bir muhtâriyetle veya kayıtsız şartsız bizimle birlikte bulunmak düşüncesine sâhip bulunuyordu. Bu keyfiyeti Mustafa Kemâl Paşa Birinci Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1920 (1336) târih ve Cumartesi günkü gizli celsesinde uzun uzun anlatmakta ve şöyle demektedir: "...Sûriye'de İngilizler ve Fransızların tarz-ı idâresine, muhakkirâne idâresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki (kısımlardaki) ehl-i İslâm, pek büyük bir hatâya dûçâr olduklarını takdîr ettiler ve onu müteâkip bir kısmı kendi dâhillerinde müstakil olmak ve yine bir sûretle, bir şekilde câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabî, makâm-ı muallâ-yı hilâfete karşı olan merbûtiyetleri (bağlılıkları) cümlemiz gibi bütün ehl-i îmân için bir vazîfe-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha da ileri gittiler. Bize hiçbir şekil ve sûrette istiklâlin lüzûmu yoktur. Biz halîfemiz ve pâdişâhımıza merbût (bağlı) olarak câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunacağız, dediler..." "...Binnetîce Emir Faysal (Şerif Hüseyin'in oğlu) dahî husûsî murahhaslarını bizimle temâsa geçirdi. Dedik ki: "-Hudûd-ı millîmiz dâhilinde bulunan menâbi-i insâniyyeyi (insan kaynaklarını) ve menâfi-i umûmiyeyi (umûmî menfaatleri) hudûdumuzun hâricinde isrâf etmek istemeyiz. Fakat ittihad, kuvvet teşkil edeceğinden bütün âlem-i İslâm'ın mânen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehid olmasını şüphe yok ki büyük bir memnûniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hudûdumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Sûriyeliler de hudûdu dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esâsına müstenid olmak üzere serbest olabilirler. Bizimle îtilaf (uzlaşma) veya ittifâkın fevkinde bir şekil ki federatif veya konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peydâ edebiliriz. Halk da uzlaşma istedi Ahâlî bunu arzuları fevkinde lehlerine telakkî etmiş olacaklar ki, Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vâkıf oldu ve mürâcaatları bunun üzerine oldu. Sûriye dâhilinde bâzı ef'âl ve herekât bittabî mesmûunuz olmuştur. İşte bu fiiliyât başladıktan sonra Emir Faysal sühûletle (kolaylıkla) tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet hâlinde orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki; ağleb-i ihtimâl (gâlip ihtimâl) müştereken ahâlîye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve hâricin tazyîkâtına mukâvemet edecek vesâitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samîmî telakkî etmedik. Onun için vukû bulan siyâsî mürâcaatta biz de siyâsî cevap vermiş bulunduk. Ancak hakîkî irtibat hükümet şeklinde değil, fakat Sûriyelilerle olmuş oldu. Ve oradaki bu hareket, hakîkaten bize mânevî kuvvetle berâber maddî kuvvet zammetmiştir. Hudûd-ı millîmizin cenûb cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyâtın semerât-ı maddiyyesini görebiliriz..." |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
ATATÜRK, ŞEYH SÜNÛSİ'YE NE DEDİ?
Ahmet es-Sünusi, Anadoluyu vilâyet vilâyet dolaşmış, câmilerde vaazlar vererek millî mücadeleyi desteklemiş ve bir çok gencin cepheye gitmesine âmil olmuştur. Bunu, Türkiye'den ayrılacağı sırada Ankara'da şerefine tertib edilmiş bulunan toplantıda, M. Kemal Paşa uzun bir konuşma ile anlatmıştır ki, bu konuşmanın tamamını iktibâsa imkân olmadığı cihetle, şu birkaç cümleyle dikkatlerinize sunalım: "...Kendileri şimdi Afrika'da bulunmuş olsalardı her halde orada düşmanlarımıza vurulacak daha müessir olacaktı. Fakat aramızda bulunmak sûretiyle bize kattıkları mânevî değer orada bulunmaktan daha pek fazladır. Sünûsî tarikatının büyük müessislerinden sonra aramızda mevcûdiyetleriyle bize şeref ve kıymet kazandırmış bulunan büyük din adamı Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri, pederleri ve kendileri İslâm dünyasında büyük bir değer taşıyan teşkilatın en mühim sîmâları olarak tarihe geçmişlerdir. Bütün âlem-i İslâm'ın hürmet ve muhabbetini hakkıyla kazanmış olan bu tarikatı ve onun mümtaz mümessilini riyasetinde bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına hürmetle selamlar ve kendilerine gösterdikleri necîb alâka ve bizi bu yolda mücadeleye devam husûsunda vâkî teşviklerinden dolayı minnetle anarız. Afrika'nın en tabîi reisini, en selâhiyattâr hükümdarını, ve bize mazideki emsalsiz mücadeleleri ile rehber olmuş Sünûsîleri, kalbimizden gelen en büyük takdir ve takdîs hisleriyle alkışlarız. Şeyh hazretlerinin âlem-i İslâm'da îfâ buyuracakları hidâmâtı (hizmetleri) şimdiye kadar sebkat etmiş hizmetlerinden üstün olacak ve bu sayede İslâm'ın yegane ümidi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti bütün dünya nazarında büyük bir mevkî ihraz edecektir. Kendilerini ve necîp milletlerini gerek şahsım ve gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına şükranla selamlar ve teşekkürlerimi arz ederim." Libya'dan Anadolu'ya gelen mücahit Bize sâdık diğer bir Arap lideri de şudur: Irken Arap olan, hatta seyyid olan, yani Peygamber soyundan bulunan, buna ilâveten de şimâl-i Afrika'nın en büyük tarîkati Sünûsîlerin şeyhi ve hatta Libya'nın devlet reisi bulunan Şerif Ahmed es-Sünûsî bu 'Arap ihaneti (!) palavrasına' karşı tek başına kâfî gelecek bir misaldir. Kendisi o sırada İtalyan işgaline mâruz kalmış bulunan vatanını müdafaa için silâhlı bir mukâvemet hareketinin başındaydı. Buna rağmen halîfenin davetine icâbetle İstanbul'a gelmiş, lakin harbin nihayete ermek üzere bulunması sebebiyle düşünülen hizmeti îfâ etmesine imkan olmamışsa da, az sonra zuhûr eden Türk-Yunan harbi dolayısıyla M. Kemal Paşa'nın büyük ölçüde takdirlerini celb eden hizmetleri sebkat etmiştir. SÜNÛSİ, ATATÜRK'E NE CEVAP VERDİ? Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığı konuşmaya Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî, Türk milletini göklere çıkaran iltifatlarla mukâbele etmiş ve bu uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmiştir: "-Sizinle beraber mücadele eden ve muvaffakiyetinize duâ eden bir insanım. Gayemiz İslâm'ın îtilâsıdır (yükselişidir). Bu sebeple her sûrette ben ve memleketim hizmetinize âmâdedir. Allah muîniniz, Hazret-i Peygamber şefaatçiniz olsun. Amin." Bu ailenin diğer bir ferdi olan Şeyh İbrahim bin İdris es-Sünûsî, biz muhâtaralı bir şekilde Sakarya'da Yunan'la harp ederken te'lîf eylediği "Parıldayan Nûr" isimli eserinde bizim hakkımızda şu takdirkâr sözleri söylemekteydi: ".... Yeri gelmişken şunu tam bir gerçek olarak arz ve itiraf etmemiz lazımdır ki, bu gün İslâm milletleri arasında en kuvvetlisi ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idare yönünden en ümid vericisi, Türk milletidir. Binâenaleyh bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk milletini bu yakın alaka ve müzâherete ve bu çok mühim vazifeye ehil kılan bir çok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilafeti temsil etmiş olması bütün âlem-i İslâm'ın kalbgâhı olan Haremeyn civarının hâdim ve hâmisi olmak şerefine sahip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapmış olması ve onu Rabbânî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıştan koruması, nihayet hâl-i hazırdaki tutumunun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler bu büyük milleti bu günde İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için çırpındığımız topyekun kurtuluşun kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir. Türkiye'nin ve İslâm âleminin kurtuluşu, Allah'ın izniyle, ancak Müslüman Türk milleti sayesinde olabilir ve böyle de olacaktır." |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Şehzadeye Filistin teklifi
1948'de İngilizler Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak çekilme düşüncesine ağırlık verdiler. Kurulacak devlette Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edilecekti. Filistin cephesinde üç ordumuz vardı: Dördüncü, yedinci ve sekizinci ordularımız. Bunlardan 4. Ordu'nun geriye çekilmesi üzerine İngilizler yedinci ve sekizinci orduları -aşağı yukarı kâmilen- imhâ ettiler. Asker perişan kitleler hâlinde Şam'a çekildi. Fakat burada da tutunmak imkânı kalmayarak kuzeye doğru dağınık kâfileler hâlinde ilerledi. İngilizler, kuvvetlerini ikiye ayırarak bir kısmını Musul istikâmetinde, bir kısmını ise Filistin'e doğru harekete geçirdiler. 1918'in Eylül ayı sonlarıydı. Bu askerî mağlûbiyetin netîcesindedir ki, devletimiz 30 Ekim 1918 târihli Mondros Mütârekenâmesi'ni imzâlamıştır. General Allenbi kumandasındaki İngilizler Kudüs'e girdiklerinden az bir zaman sonra, İngiliz Hâriciye Nâzırı Lord Balfour bir beyannâme yayınlayarak Filistin'e Yahudi göçüne kapıları açmıştır. Bol para verip toprak aldılar O târihe kadar Kudüs civârında âzamî 50-60 bin Yahudi varken bu sayı sür'atle çoğalmaya başladı. Yeni köyler, çiftlikler tesis ediliyor ve bu da birçok ihtilaflara sebep oluyordu. İngilizler'in Araplarla münâsebeti ve binnetîce menfaati vardı. Bu sebeple iki yüzlü bir siyâset tâkip ederek kâh Araplar'ın, kâh Yahudiler'in gönlünü almak yolunu tutuyordu. Filistinli Araplar, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî'nin etrâfında toplandılar, onun teşvikiyle tedhişçi bir milis kuvveti hâline geldiler. Karışıklıklar, İngiliz idâresini müşkil durumda bırakıyordu. Yahudiler de mukâbil bir askerî düzenlemeyi gerçekleştirmekte geç kalmadılar: Hagânah Teşkilâtı... Bu yarı milis, yarı asker mukâbil teşkilatla Emin el-Huseynî ve adamlarına büyük zâyiât verdirmeye başladılar. Emir Faysal'la Yahudiler arasında imzalanan anlaşma ortalığı yatıştırmadı. Filistin'e bir kral namzedi İngilizler'de Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak oradan çekilme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edileceklerdi. Devlet reisinin Arap olmasını Yahudiler, azınlık olan Yahudiler'den bir devlet reisi seçilmesini ise Araplar kabûl etmezdi. Çâreyi İngilizler'le Yahudiler müştereken şöyle buldular: Federal Arap-Yahudi Filistin devletinin, devlet reisi bir Osmanlı şehzâdesi olmalıdır. Bunu Yahudiler uygun gördüler. Araplar'ın da uygun bulacağı düşünüldü. Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi üzerinde karar kılındı. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi. Hânedân, vatan-ı azîzinden tard edildikten sonra Mısır'a yerleşmişti. İyi yetişmiş, siyâsî ahvâli kavramakta ve tahlil etmekte mâhir ve faal bir insandı. Bu vasfı sebebiyledir ki, daha sonra Nâsır ondan endişe edecek ve kendisini Mısır'dan tard edecekti. Şevket Efendi, Mısır'dan çıkarıldıktan sonra Fransa'nın bir kasabasında oturuyordu. Burada Cezâyir istiklâlinden sonra Fransa'ya göç eden Araplar'a bir rehabilitasyon merkezi kurulmuş bulunuyordu ki; oniki dil bilen kızı Nermin Sultan'a tercümanlık vazifesi verilmişti. Şevket Efendi'yi, 1965'de Fransa'da ziyâret ettim. Ona Filistin krallığı meselesini de sormuştum. İNGİLİZLER HÜKÜMET KURACAKLARDI 1965'de Osmanlı şehzadesi Mahmut Şevket Efendi ile yaptığımız röportaj: -Size Filistin'de hükümdarlık teklif edilmiş, değil mi efendim? -1948 senesindeydi. İngilizler, Filistin'den çekiliyorlardı. Çekilmeden önce, orada yerli bir hükümeti kurmak istemişlerdi: Bir Filistin hükümeti. Fakat bu, ne bir Arap ve ne de bir Yahudi hükümeti olacaktı. Şüphesiz, orada büyük çoğunluk o zamanlar Araplar'da idi. Gayet az miktarda da Yahudi vardı. İngilizler, bu iki ceamatten müteşekkil bir hükümet teşkilini düşünmüşlerdi. Araplar bunu kabul etmediler. O zaman Araplar'ın, eski Kudüs Müftüsü Emîn el- Hüseynî'nin riyâseti altında 'Lecnetü'l-ulyâ el-Arabiye-t-ül Filistiniyye' adında bir cemiyetleri vardı. Teklif edilen devlette her hususta Araplar üçte iki, Yahudiler ise üçtü bir nisbetinde temsil edileceklerdi. Bu cemiyetin vâkî teklifi reddetmiş olmasına mukabil, Yahudiler kabul ediyor ve büyük bir tehalük gösteriyorlardı. Zira, Yahudiler azınlıktaydılar. Fakat kuvvetli bir azınlık!... Araplar ise, onlardan pekçok fazla idiler, amma bu sadece bir sayı üstünlüğü idi. Başkaca bir mânâ ifâde etmiyordu. Bu iş için Araplar'la Kâhire'de temasa geçen İngilizler, hiçbir müsbet netice elde edemediler. Emin el-Hüseynî'nin riyaseti altındaki Arap liderlerinden müteşekkil bu onüç kişilik cemiyet, teklifi kabule yanaşmamışsa da müzâkereyi devam ettiriyordu. Bu cemiyet mensuplarından müteşekkil bir hey'et bu maksatla Londra'ya gönderilmişti. Bu mes'elenin Araplar'la İngilizler arasındaki müzakereleri Londra'da devam ederken ben o zaman Mısır Başvekili olan Mehmed Mahmud Paşa'nın evinin karşısındaki bir apartmanda oturuyordum. Londra'ya giden Araplar, yine hiçbir netice elde edemeden Kahire'ye dönmüşlerdi. Tam o arada bir gün vaktiyle İngilizler'le münasebette olduğunu sonradan işittiğim bir Türk bana telefon etti. Ve dedi ki: '-Sizi muhakkak görmek istiyorum. Lütfen beni kabul eder misiniz?' O ana kadar Mısır'da yaşadığı ve bir Türk olduğu halde kendisini tanımazdım. Fakat nasıl: '-Sizi tanımıyorum, gelmeyin!...' diyebilirdim. Üstelik telefon eden bir vatandaşımdı. Bu sebeple: '-Buyurun!..' dedim. Adamcağız az sonra çıkıp geldi. Kelli felli bir adamdı. Otomobilli, şoförlü filândı. Karın, göbek de o biçim. Parmağında güzel, iri taşlı pırlantalı mırlantalı eski sistem yüzükler vardı. Bir erkeğin parmağında da böyle kadın gibi mübalâğalı yüzükler bulunsun, doğrusu akıl alacak bir şey değil. Nihayet dedi ki: '- Efendim, burada Yahudi 'Hagana' Cemiyeti'nin bir mümessili var.' Sözünü keserek: '-Peki bundan bana ne?,..' diye karşılık verdim. '-Yoo...' dedi. 'Sizinle görüşmek istiyor.' '- Allah, Allah!.. Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessilinin benimle ne alâkası var, niçin görüşmek ister?..' '-Zararı yok' dedi. 'Herhalde bir söyleyeceği olmalı. Ne söyleyeceğini ben bilmiyorum ama, bir kere görüşürseniz iyi olur zannederim.' Ben ona sorabilirdim. 'Madem ne söyleyeceğini bilmiyorsunuz niçin bu görüşmeye tavassut ediyorsunuz? Sizin bu Yahudi cemiyeti ve onun mümesssili ile münâsebetiniz nedir?' Nezaketsizlik olmasın diye sormak istemedim. Ayrıca da, ben bu işe ehemmiyet atfetmiyor ve adamı baştan savmak istiyordum. Kendisini sırf bir nezaket eseri kabilinden kabul etmiş, konuşuyordum. Onunla da görüşmeyi teklif ettiği, Yahudi cemiyeti ile de hiçbir münâsebetim yoktu ve olamazdı. '-Vallahi' dedim, 'evet veya hayır diyebilmek için, rica ederim bana bir iki gün müsaade ediniz! Şöyle bir düşüneyim, ondan sonra reyimi size söylerim...' Kendisinin telefonu vardı. '-Size telefon ederim beyefendi' diye ilâve ettim. '-Peki' dedi. Gayet nâzik ve terbiyeli bir adamdı. Zannedersem evvelce Türkiye'de emniyet şube müdürlerindenmiş. Son derecede zeki ve kurnaz bir kimseye benziyordu. |
Tarihten Alacağımız Dersler
Tarihî fırsatı kaçırdılar
İngilizler 1948'de Filistin'den çekildikleri takdirde üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşündüler. Hükümetin herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde Yahudi olacaktı. Şehzade Mahmut Şevket Efendi ile 1965'te Fransa'da yaptığımız görüşmede Arap-Yahudi devleti fikrinin nasıl akim kaldığını da konuştuk. Dün Mahmut Şevket Efendi'nin Yahudi Hagana Örgütü temsilcisi ile yaptığı ilk görüşmeyi vermiştik. Bu tarihi hadisenin devamını Şehzade Mahmut şöyle anlatıyor: "Yahudi Hagana Cemiyeti'nden gelen mümessille, İngilizler'e haber vermeden görüşmeyi doğru bulmadım. İngiliz Sefârethânesi'ndeki Philip Taylor'a durumu açtım: 'Ben sizin arkanızdan bu teklifi kabul ederek Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşmek istemedim. Araplar'la Yahudiler'den müteşekkil bir hükümet kurmak istediğinizden de haberim var. Bu hal şeklini, Araplar'ın kabul etmediğini, Londra'daki müzarekelerden netice alınamadığını da biliyorum. Acaba sefâret bu hususta ne düşünür?' '-Bak' dedi, 'ben size bir dostunuz sıfatıyla söyleyeyim ki, bu zâtla görüşün, fakat bu benim söylediğim, hükümet ağzından değil, sefâret ağzındandır. Şimdi lâzım gelen yerlerle görüşür, konuşur, onların bu mesele hakkında ne düşündüklerini size bildiririm.' Şark İngiliz Orduları Başkumandanlığı büroları ve Sefâret'in alâkalı kimseleriyle görüşerek bana telefon etti ve: '- Size' dedi, 'Kolonel Benster gelecek. O sizi daha fazla aydınlatabilir. Kendisiyle görüşüp konuştuktan sonra bir karara varırsınız!...' Kolonel Benster çıkıp geldi; 'Ben Wilson (İngiliz Başkumandanı) ile görüştüm, bu hususta tam bir salâhiyetim vardır. Siz, Lord Clarn'e (Kahire'deki İngiliz Sefiri) değil bana bakın, benim söylediğimi yapın!. Siz lütfen, bu Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşün! Kendisini dinleyin, istediği neyse bundan bizi haberdar edin!' İngilizler çekilecekler O gitti. Teklifi getiren Türk'e telefon ettim.. Biraz sonra ikisi birlikte geldiler. Mümessilin ismi de Mister Shivery idi. Bu Yahudi, İngiliz ordusunda nüfuzlu bir binbaşı imiş. Adam derhal söze başladı. '-Bak' dedi, 'İngilizler 1948 senesinde Filistin'den çekilecekler. İstiyorlar ki; orasının geleceği için şimdiden ciddî bir adım atsınlar. Orada üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşünüyorlar. Hükümetin bakanları, polisi, jandarması, memuru, hâsılı herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde de Yahudi olacak! Araplar, bu teklifi kabul etmiyorlar. Biz kabul ediyoruz. Böyle bir devletin reisinin, Arap olmasını istemiyoruz. Hele Yahudi hiç olmasın! Çünkü Araplar kabul etmezler. Mısır kral ailesinden bu iş için birisini seçmek istiyoruz. Bu zâtı da bulduk, Prens Abbas Halim!. Prens Abbas Halim kabul etmiyor. Mısır hükümeti bu işe mâni oluyor. Kurulacak bu Filistin devletinde, devlet reisi olmayı kabul eder misiniz?' Ben tabiatiyle çok şaşırdım. Çünkü Filistin kat'iyyen aklımdan bile geçmezdi. Ahâlisinin bir kısmı Arap, diğer kısmı ise Yahudi'dir. Ben ise bir Türküm. Allah, Allah!.. Bu nasıl olur? Dedim ki: '- Bana müsaade edin, bir iki gün sonra ben size haber veririm.' Aziz Mısri Paşa destekliyor Ertesi günü kendisine telefon ettim. Onu çağırmadan önce İngilizlerle temas etmiş ve durumu bildirmiştim. Misler Shivery'ye dedim ki: '-Benim Filistin'le hiç bir alâkam ve ona dair hiçbir düşüncem yoktur. Hiç!... Ben bir yabancıyım. Siz Yahudi'siniz. Devlet reisi olmamı siz istiyebilirsiniz, acaba Araplar ne diyecekler? Bu zorla olacak bir iş değildir. Araplar'la Yahudiler'in ittifakıyla olabilir. Bu nasıl gerçekleşebilir, onu da, bilmiyorum, bu sebeple bu işe niyetli değilim. Böyle ihtilaflı bir meseleye, karışmak istemem.' '- Peki' dedi. 'Madem ki Araplar'ın kabul edip etmemesi noktasında tereddüde düştüğünüz için karışmak istemiyorsunuz, o halde önce onlarla temasa geçiniz!' '- Pekâlâ, öyle olsun! Tekrar haberleşiriz' dedim. Mes'eleyi Araplar'a açmak için bir vasıta düşünmeye koyuldum. Hatırıma meşhur Aziz Mısrî Paşa geldi. Araplar üzerinde son derecede nüfuzlu bir kimseydi. Paşa, bu habere çok sevindi. '-Ben' dedi, 'Araplar'ı buraya çağırırım. Mes'eleyi kendiniz anlatırsanız iyi olur.' İki gün sonrası idi. Vâki davete hepsi gelmişti. Bunlar İngilizler'le anlaşmak için Londra'ya kadar gitmiş olan Arap liderleriydi. Paşa, mes'eleyi onlara izah etti. Dedi ki: '-Bakınız, yarın Araplar'la, Yahudiler arasında patlayacak olan uzun mücâdelenin en kestirme yolu budur. Yoksa ileride daha fena olacaktır. Bunu kabul etmelisiniz.' O toplantıda muhataplarının çoğu Paşa'ya 'evet' demişti. Az bir kısmı ise 'hayır' dememişler, fakat müstenkif davranmışlardı. Paşa, onların tereddüdünü görünce, 'Bunu kabul etmelisiniz' diye ısrar etti. Bunlar da cevap olarak: '-Müftü ile konuşalım. Hey'etimizin reisi odur. Biz sâhib-i selâhiyyet değiliz!' dediler. Paşa: '-Peki' dedi, 'Konuşun görüşün, fakat vakit kaybetmeyin!' İnat Yahudiler'e yaradı Ben bunu başlangıçta istememiş, arzu etmemiştim. Sonra düşündüm ki, Araplar'la asırlarca beraber yaşamıştık. Dinimiz, örf ve âdetlerimiz bir, çok şeyimiz beraberdi. Gerçekleştirilmek istenen teklif de onların muhakkak ki lehinde idi. Yarın orası Türkiye'ye karşı birinci derecede bir üs olabilirdi. Bu sebeple sonradan taraftar oldum. Kısmet değilmiş, iş bu şekle girince İngiliz süngüsüne istinad ederek ahâlinin kendi dinimden olan ekseriyetine karşı ve onlara rağmen bir hareketi gerçekleştirmeyi doğru bulmadım. Benden başkası olsa, bu son teklif istikametinde hareket ederdi. Böyle bir şeye girişmeyi vicdanıma sığdıramadım. İngilizler de iş bu şekli alınca, öteden beri mâni oldukları Arap muhaceretine bigâne kalmaya başladılar. Onlar da fırsatı ganimet bilip oradan bir an önce çıkmaya koyuldular. Yahudi göçüne teşvik Diğer taraftan Yahudi göçüne karşı müsamahakâr davranmaya hattâ onları bu iş için teşvik bile etmeye başladılar. Bu sûretle dünyanın her tarafından İkindi Cihan Harbi'ni görmüş, tecrübeli, mütefennin, iyi yetişmiş Yahudiler'in akın etmesiyle Filistin'deki nüfus dengesi değişmeye yüz tuttu! Bunlar Araplar'ın veya bizim bildiğimiz o eski Yahudiler değildiler. Cesur, komitacı, azimli ve çalışkan insanlardı. Biliyorsunuz kısa zamanda oraya hâkim oldular ve altı gün içinde de Araplar'ı ummadıkları bir mağlûbiyete uğratarak perişan ettiler. Allah korusun belki bilmem daha beter neler de olacak! Bugünkü harbler artık bambaşka olmuştur." İngilizler, ânî bir kararla, "-Ne haliniz varsa görün!" kabîlinden bir hissiyât ve düşünceyle ânî bir sûretle Filistin'den çekildiler. Bunu müteâkiben zaten hazır olan Yahudiler, 14 Mayıs 1948 tarihinde bütün dünyaya Filistin'de bir "Yahudi devleti" kurulduğunu ilan ettiler. Arap devletleri hariç hemen hemen bütün dünya, kurulan bu devleti tanımakta gecikmedi. II. Cihan Harbi'nden sonra İngiliz imparatorluğunun -âdeta- tasfiyeye uğradığını gören siyonistler, Amerika'nın yıldızının yükseldiğini farketmiş ve bu ülkeye intikal etmeye başlamışlardı. Bundan böyle daha önce İngilizler'in desteğiyle yürüttükleri siyasetlerine, daha yeni ve müessir bir destek elde etmiş bulunuyorlardı. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
İNGİLİZLER ŞEHZADEYİ SIKIŞTIRIYOR
Şurada burada Araplar resmen İngilizler'e karşı isyan halinde bulunuyorlardı, İngilizler bu pürüzlü ve ihtilaflı mes'eleyi bir an önce sağlam bir esasa bağlamak hususunda acele ediyorlardı. Orada oturan Yahudiler ise İngilizler'in, ekseriyetle Araplar'ın teşkil edeceği bir devlete taraftar olmalarından dolayı onlara diş biliyor ve bâzı huzursuzluklar çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu sırada doğrusu İngilizler'in Araplar'a büyük bir yardımı da olmuştu. Filistinli Araplar'ın hicretlerine mâni oluyorlardı. Diğer taraftan da Yahudiler'in gelip oraya yerleşerek, ekseriyet teşkil etmelerini önlüyorlardı. Gerçek budur. Bu yüzden Yahudiler İngilizler'e karşı suikastlara, sabotajlara teşebbüs ediyorlardı. Bundan huzursuz olan Araplar, İngilizler'in mâni olmasına rağmen çeşitli yollarla oradan kaçıyorlardı. Malını satan, bir yolunu bulup, sıvışıyordu. Bunlar ekseriyetle Filistin'in mal mülk sahibi zenginleriydiler. İşler böyle uzayınca Yahudiler fenâ halde sinirlendiler, kendilerinin kabulünü muvafık görmedikleri bir teklifi dahi Araplar'ın kabul etmeyerek daha fazlasına talib görünmeleri onların, giriştikleri sabotaj, mal mülk satın alma, sûiskast gibi çeşitli faaliyetlerini artırmalarına sebep oldu. Araplar'dan iş çıkmadığını gören Weismann gitti. Arkasından Shivery de gitti. Ortada İngilizler'le ben kaldım. Meğerse müftü, bana mektubu göndermekle beraber, adamlarına başka türlü söylemiş. Bu işin kabul edilmemesini bildirmiş. Demek ki müftü iki yüzlülük ediyordu. Shivery ve Weismann gidince, İngilizler, bana yeni bir teklif yaptılar. Bu da şu idi: Henüz Filistin'den çekilmemiş olan İngiliz Ordusu'nu arkama alarak, oraya gidip 'Filistin Hükûmeti'ni ilân etmem arzu ediliyordu. Kabul etmedim. Araplar ekseriyette, Yahudiler ise ekalliyette idi. Yahudiler istiyor, Araplar'sa taraftar değildi. Ekalliyetin istediğini gerçekleştirmek için ekseriyetle çatışmak mecburiyeti hasıl olacaktı. Üstelik bir müddet sonra İngiliz Ordusu çekilecekti. O zaman ben, kurulacak olan hükümeti devam ettirebilmek için Yahudiler'le beraber mi hareket edecektim?! Sizler benim yerimde olsaydınız, bunu kabul edip Yahudiler'le bir olup kendi dindaşlarınız olan Araplar'a karşı çıkar mıydınız? İşte ben de bu düşüncelerle bu teklifi sûret-i kat'iyyede reddettim, işte işin hülâsası budur. Kudüs müftüsünden şehzadeye mektup Aziz Mısrî'nin Araplar üzerindeki nüfuzunu bilen İngilizler rahat bir nefes almışlardı. Filistin dâvasına halledilmiş bir mes'ele nazarıyla bakıyorlardı. Târih huzurunda bir hakikat söyleyeyim: Araplar'ın yaptıkları yaygaralar mübalâğalıdır, İngilizler Filistin'i Yahudiler'e terkederek çıkmak istemediler. Araplar'ın bu husustaki iddiaları asılsızdır, İngilizler hâkim unsuru Araplar'dan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra anarşik hareketlerin sona ermesiydi. Yahudiler'i iyi idare edip etmemek mes'elesi Araplar'ın kabiliyetlerine terkedilmiş olacaktı. Araplar şimdi böyle söylemiyorlar, İngilizler bizi aldattılar, Filistin'i Yahudiler'e terkedip çıktılar, diyorlar. Bu doğru değildir. Müftüden gelecek cevabı beklemek lâzımdı. Araplar'ın bir 'bukra'ları vardır bilir misiniz? Yarın demektir. Ah ne sonsuz bir şeydir o!... Bukra, bukra diye bizi oyalamaya başladılar. Bir türlü cevap vermiyorlardı. İşte Filistin bu bukralara kurban gitmiştir. Doğrusu bir taraftan da mazurdular. Hallerini görüyordum. Doğrusu kolay karar verilebilecek bir iş değildi. Acaba istikbal ne gösterecekti? Shivery merak içerisindeydi. Bana haber gönderdi, durumu izah ettim. Derken Dr. Weismann geldi. Adamların acelesi vardı. Çünkü İngilizler Filistin'den çıkmak üzereydiler. Binaenaleyh bu oluyor mu, olmuyor mu anlaşılması lâzımdı. Shivery sabırsızlanıyor Araplar hâlâ 'Bugün, yarın..' diyorlardı. Shivery sabırsızlanıyordu. Bir gün bana: '- Müftüden haber geleceği yok. Dr. Weismann otelde oturmaya gelmedi', dedi. Müftü Emin el-Hüseynî o sırada Lübnan'da oturuyordu. Bu işle meşgul Türk'lerden birisi kalkıp onun yanına gitti. Müftü demiş ki: '- Bu meseleden haberim var. Ben de Aziz Mısrî Paşa gibi düşünüyorum, ileride başımıza gelecek belâyı önlemek için en kestirme yol budur. Herhalde çok muvafıktır.' Bu cevap üzerine bizim Türk de diyor ki: '- Peki, bu husustaki düşüncenizi bana söylediğiniz gibi bir mektuba yazıp, Şehzade Mahmud Şevket'e bildirseniz iyi olmaz mı?" Müftü bu husustaki fikirlerini bir mektuba yazarak o zata verdi. O da alıp Mısır'a getirdi. Aziz Mısrî Paşa'yı haberdar ettim. Mektubu kendisine gösterdim. '-Bak, işte müftünün mektubu budur; fikirleri de budur!' dedim. Paşa memnun.. Lecne'ye mensup Araplar'ın bir kısmı da çok memnun.. Diğer bir kısmı ise hâlâ karışık ve mütereddit görünüyorlardı. Mütfüden haber gelince, işler hızlandı. Dr. Weissmann dönmek istiyordu. Fakat bukra meselesi bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu iş bitmiyordu. Müftünün mektubu kâfi değildi. Hey'etin oturup ekseriyetle karar alması gerekirdi. Bugün yarın, bugün diye diye iş uzayıp gidiyordu. İngilizler de Filistin'den çıkmak için hazırlanıyorlardı. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Tarihten Alacağımız Dersler
Çağdaşlaşma Yolunda Tarihten Alacağımız Dersler Vardır. Çağdaşlaşma Yolunda 1930'lu yılların Türkiyesi'nin Urla gibi bir Ege şehrinde dahi açlıktan insanların öldüğünü... Ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bu dönemde, çağdaşlaşma yolunda(!) 75 000 lira gibi büyük paranlar ödeyerek heykel yaptırdığımızı (1) Kendinizi Türklere Emanet Edin 16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolay Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hıristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın ölüm döşeğin de, evlatlarına gayet ibretli bir şekilde: "Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Türklere emanet edin. Adil ve merhametlidirler" diyerek nasihat ettiğini …(2) Talan Edilen Mirasımız Şanlı Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazinin mübarek anası Hayme Hatunun Domaniç’teki türbesini ulu hakan Abdülhamid Han'ın, ecdadına hürmetinin ifadesi olarak büyük bir itina ile tamir ettirip pencerelerini atlas perdelerle kaplattırdığını ve zeminini de Hereke dokuması muhteşem bir halı ile, döşettiğini . . . Daha sonraları iş başına gelen Halk Partisi döneminde ise o muhteşem halının türbeden gasp edilerek, partinin İnegöl ilçe yöneticilerinin kapılarına paspas yapıldığını ve atlas perdelerinin de kaymakamlık binasında kullanıldığını... (3) Ecdadımızın Silinmez İzleri 1976 yılında Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde, deniz suyunu tatlı suya çeviren bir tesisin açılışından sonra meslektaşları ile sohbete girişen dönemin Türkiye Büyükelçisi Necdet Özmen'in bir ara söze: "Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisidir" diye başlaması üzerine Fransız Büyükelçisinin hayretler içinde kalarak:"No... Sör... Bu Suudi Arabistan'ın ilk tuzdan arıtma tesisi değildir. İlki Osmanlılar'ın 1800.lü yılların sonunda yaptığıdır" diyerek ecdadımızın eşsiz mirasından habersiz yaşayan elçimizi mahcup ettiğini ,,(4) Bitmeyen Osmanlı Sevgisi Balkanlar'dan Orta Doğu'ya kadar büyük bir coğrafyanın 1. Cihan Savaşından sonra elimizden çıkmasına rağmen, o topraklarda yaşayan halkın hala büyük bir hasretle "Osmanlı, Osmanlı " diye sayıkladığını .. Budapeşte'den gelen bir yazarımıza bir Boşnak,ın'. "Madem ki İstanbul'a gidiyorsun Allah aşkına o şehrin toprağını benim için öp Allah benim canımı İstanbul'u görmeden . alması!" dediğini Trablusgarp'daki ihtiyar Cezayirlilerin , boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıklarını…(5) Biliyor muydunuz. Avrupa'da Akıncı Korkusu 1534 yılında Viyana'daki St. Stephen Katedrali'nde. Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak haber vermekle vazifeli bir memuriyetin ihdas edildiğini ve bu memuriyetin ancak 1956 yılında, Viyana Belediye Meclisince. Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından, bu vazifenin lüzumu yoktur" diye bir karar alınarak iptal edildiğini...(6) Cennette Yer Osmanlı Devleti'nin zirvelerde şahlandığı, akıncılarının Avrupa içlerinde at oynattığı bir dönemde. kilisede bir papazın vaaz verirken"Dünya hakimiyetinin Türklere fakat Cennet'in de kendilerine ait olduğunu... " söylemesi üzerine. bu taksime aklı yatmayan cemaatten bazılarının büyük bir ümitsizlik içinde: "Dünyada bizi yurtlarımızdan çıkaran Türkler hiç Cennet'te yer bırakırlar mı?" dediklerini...(7) Batışın Remzi Yükseliş dönemimizin ruhunu yansıtan mütevazı Topkapı Sarayına karşılık, yıkılışımızı remzeden Varsay taklidi Dolmabahçe Sarayının Avrupa'dan borç alınan para ile, 9 ton altın ve 41 ton gümüş kullanılarak inşa edildiğini... (8) Şefzade'nin Dolmabahçe Sefası İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde, oğlu Ömer İnönü nün gerek talebelik gerekse daha sonraki yıllarda koskoca Dolmabahçe Sarayını ikametgah olarak kullanıp, yattığı bir oda için bütün sarayın kaloriferlerini yaktırdığın ve ayrıca bu şefzadenin sarayda kadınlı kızlı gece alemleri düzenlediğini... Bütün bu olanların dönemin Millet Meclisinde ciddi tartışmalara yol açtığını ve o gün mecliste bulunan baba İnönü nün kulaklığı takılı olduğu halde müzakereleri işitmemezlikten geldiğini (9) Ağaca Asılan Zekat Parası Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın. günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadığını Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de: "Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını.. Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını (10) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Nebiler Sultanı nın Güzellikleri
Aşk bahçesinin yanık bülbülü Hazreti Mevlana'nın, Peygamberimiz'in (sav) üstün vasıflarıyla alakalı olarak: Nebiler Sultanı'nın (sav) vasıflarının şerhini. eğer ben devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez. " dediğini... Sahabi efendilerimizden Amr bin As'ın (ra): "Benim gözümde Resulullah'dan (sav)daha sevgili, benim gözümde Ondan daha büyük bir kimse yoktur. Ne var ki, Ona olan tazimimden gözüm doya doya Ona bakamıyordu " dediğini. . . İmam Kurtubi'nin de "Nebiler Nebisi'nin (sav) güzellikleri bize tamamıyla gösterilmemiştir. Gösterilmiş olsaydı, gözlerimiz Ona bakmaya takat getiremezdi " diyerek İki Cihan Saadet Güneş’inin güzelliklerini bir nebzecik olsun anlatmaya çalıştıklarını..(11)Biliyor muydunuz? Osmanlı Arması Merhum Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatıldığını ve kendisinin de suçlanarak mahkemeye sevkedildiğini Necip Fazıl'ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde: İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye haykırdığını (12) Biliyor muydunuz? Pasaport Farkı Şanlı Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra, son derece üzgün ihtiyar bir Ürdünlünün, elindeki yeni Ürdün pasaportuyla İsviçre sefaretine giderek: "Herkes bu pasaportla alay ediyor Eskiden Osmanlı pasaportum varken selam dururlardı. Ben Osmanlı teb'asıyım ne olur bunu değiştirin" diye sefaret yetkililerine yalvardığını… (13) Türk Köşesi Devlet i Aliye yi Osmaniye'nin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü ihtişamlı dönemlerinde, Avrupa'da Türk hayat tarzı ve modasının çok tesirli hale geldiğini Evlerinde Türk köşesi bulundurmayan sosyete mensuplarının ayıplandığını (14) Reformun Böylesi 0 zamana kadar sadece batılıların kendi aralarında düzenledikleri balolara, yanlış batılılaşma hareketinin bir parçası olarak Türk devlet adamları da katılınca 11829), baloda bulunan bir Fransız kadının oldukça doğru bir teşhiste bulunarak Türkler reforma, bitirmeleri gereken yerden başladılar dediğini ...(15) Birinci Dünya Savaşının Vahşet Yılları Birinci Dünya savaşı sıralarında Musul'da halkın açlıktan perişan durumlara düşüp hergün sokaklarda kadın-erkek çocuk-ihtiyar birçok insanın inleye inleye ölüme gittiklerini ve buna bir çare bulunamadığını… Açlıktan ölen bu zavallı çocukların etlerini kasap dükkanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yedirme vahşetini gösteren on-oniki kişinin idam edildiğini . (16) Amerikan Yardımı (!) Truman doktrini çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri'nden aldığımız 69 milyon dolar askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD'ye her yıl 400 milyon dolarlık bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar karlı bir anlaşma (!) yaptığımızı (17) Hayal Müessesesi Teb'asını "Emanetullah" olarak gören Osmanlı Devleti'nde, akıl hastalarına bimarhanelerde son derece şefkatle muamele edilip ceviz karyolalarda, ipekli çamaşır ve çarşaflarda yatırılıp musiki ile tedavi edildiğini. Aynı dönemde Avrupa'da ise, akıl hastalarının ruhuna şeytan girmiş denilerek diri diri yakıldığını. . (18/a) İstanbul'daki bimarhaneleri giren Mongeri Pere'nin: "Burası Avrupa'nın asırlar sonra tahayyül edeceği bir hayal müessesidir dediğini ve Osmanlı'nın uyguladığı bu musiki ile tedavi metodunun ABD'de ancak 1956 yılında uygulamaya geçebildiğini (18/b Üçüncü Dünyanın Kobayları Batıda ilaç üretmekle ilgili yönetmeliklerin son derece ağır olup, bir ilacın piyasaya çıkarılmadan önce kobaylar üzerinde yeterince deneme yapılması gerektiğini ve bunun ise uzun ve pahalı bir süreç olduğunu . Buna çare bulan batılı hümanistlerin(!), yeni geliştirdikleri denenmemiş ilaçları üçüncü dünya ülkelerine pazarlayarak hem para kazanıp, hem de milyonlarca gönüllü kobay üzerin de ilaçlarını denediklerini İlaç iyi çıktığı takdirde mallarını batıda pazarladıklarını, kötü çıktığında ise foyası çıkana kadar üçüncü dünya ülkelerine satmaya devam ettiklerini . . (19) İçi Yivli Toplar ve Ecdadımızın Sızlayan Kemikleri Yavuz Sultan Selim Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, ileri görüşlü babası Sultan II Bayezid' ın icadı olan "içi yivli topları kullanarak büyük başarılar elde ettiğini.. Bugün ise bizlerin hala II Bayezid'in bu büyük icadını tarih kitaplarımızda: "Yivli top 1868 de Almanlar tarafından icad edildi" diye okutma gafletini göstererek ecdadımızın kemiklerini sızlattığımızı.. (20) Tanzimat Dönemi Ordusu II Mahmut döneminde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için danışmanlıkta bulunan Alman komutanı Helmuth von Moltke'nin Tanzimat dönemi ordusunun halini "Bu ordu: kaputları Rus, talimatnameleri Fransız, tüfekleri Belçika, sarıkları Türk, eğerleri Macar, kılıçları İngiliz ve öğretmenleri her milletten, Avrupa sisteminde bir ordudur" diyerek tarif ettiğini .(21) Bediüzzaman,ın Rızık Hususundaki Hassasiyeti Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin 1924 yılı yazında Van'daki Erek dağına çıkarak bütün vaktini tesbihat ve münacat ile geçirdiği günlerde, yanında bulunan talebelerinin dağlardaki yaban elmalarını koparıp yemek istemeleri üzerine Üstad'ın onlara izin vermeyip "Bizim hissemiz bağlar ve bahçedekilerdir Bizim rızkımızı Cenab-ı Hakk oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız gerekir" dediğini… (22) Milletlere Göre Fiyat Farkı Osmanlı'nın son döneminde (1850) İstanbul'da uzun yıllar kalmış bir batılı tarihçi olan M A Ubicini'nin şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra, hatıralarında: "Bir kaide olarak, Ermeni ye istediği paranın yarısını, Ruma üçte birini, Yahudi ye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alışveriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz"diye yazdığını… (23) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Batıda ve Osmanlı'da Yalan
1717 - 1718 yılları arasında İstanbul' da İngiliz elçiliği yapan G.Montagu nun hanımı Lady Montagu nun Osmanlı toplumundaki ticaret ahlakı ile alakalı hatıraların da, oldukça enteresan bir şekilde: "İngiltere'de yalancılar yaptıklarıyla öğünürler. Burada ise (Osmanlı'da) yalan söylediğinden emin olunduğu zaman yalancının alnına kızgın demir basılıyor. Bu kanun eğer bizde uygulanırsa ne kadar güzel yüzün bozulduğu, ne kadar kibar sınıfına mensup kişilerin kaşlarına kadar inen peruklarla dolaşmaya mecbur kaldıkları görülür. diye yazdığını… (24)Biliyor muydunuz? Marks'ın Hayranlığı Şeyh Şamil liderliğindeki Kafkas halkının, istilacı Ruslara karşı olan istiklal savaşlarında göstermiş oldukları büyük direniş karşısında Karl Marks' ın: "Hürriyetin nasıl elde edilmesi lazım geldiğini Kafkasya dağlılarından ibretle öğreniniz. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görünüz. Milletler, onlardan ders alınız. .. " diyerek hayranlığını itiraf etmek zorunda kaldığını... (25) Osmanlı Devleti'nde ağaçlara çok kıymet verilip koruma altına alındığını . . . Sultan ll. Abdülhamid devrinde, Belgrad ormanlarına zarar verip ormanı tahrip ettikleri için bir köyün kitle halinde sürgün edildiğini. . .(26) Kin İkinci Dünya Harbi sonlarında yapılan lise mezunlarının olgunluk imtihanlarında sorulan "Ormanlar ve Ormanların faydaları" isimli kompozisyon sualine talebelerim bazılarının enteresan bir şekilde:"Türkiyemiz ormanlık bir ülkeydi, fakat o zalim padişahlar, yurdumuzu ormansız bıraktılar , gibi cevaplar verdiklerini . . . Sebep olarak da; bu zavallı öğrencilerin öylesine bir kin terbiyesi içinde yetiştirilerek Osmanlı'yı kötülemeye öylesine alıştırıldıklarını ve böylece eğer bir fırsatını bulup da padişahlara hakaret ederlerse iyi not alacaklarına inandıklarından dolayı böyle cevaplar verdiklerini... (27) Ecdad Nesline Hürmet Merhum Adnan Menderes'in, İstanbul'un imarı faaliyetlerinin başlatıldığı l950'li yılların birinde, gece yarısı cennetmekan Sultan Abdülhamid Han'ın muhterem kerimeleri Ayşe Osmanoğlu ile annesi Müşfika Kadınefendi'nin kaldığı evin kapısını çalarak gizlice içeri girip her ikisinin de ellerini öptükten sonra : "Siz bize veli nimetlerimizin emanetlerisiniz. Fakat maalesef sizlerle bugüne kadar alakadar olamadım. Çok özür dilerim Çevremiz böyle tavırları hazmedemeyecek insanlarla dolu!... " dediğini... Daha sonra da, Osmanlı'nın bu aziz analarına, kimseye muhtaç olmamaları için, içinde 10.000 lira bulunan bir zarf bırakıp ayrıca tahsisat-ı mestureden (örtülü ödenek) maaş bağladığını ve 2 7 Mayıs'da bu paranın kesildiğini... (28) Peygamber Evine Benzeyen Ev Gönüller sultanı Mevlana Hazretleri'nin hizmetçisine: Bu gün evimizde yiyip içecek birşey var mı?" diye sorup, hizmetçisinin de "Hayır hiç birşey yok" diye cevap vermesi üzerine sevince garkolup ellerini Yüce Dergah'a açarak: "Allahım, sana şükürler olsun ki, evimiz bugün Peygamber evine benziyor" diye Muhammed Mustafa'nın(sav) yolunun tozu olduğunu gösterdiğini,,. (29) Eşsiz Misafirperverlik Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de Marsigli'nin, Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak : "Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde oturanlardan hali vakti yerinde olanlar öyleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar." dediğini (30) Vahşetin Böylesi 1096 yılında Haçlıların Kudüs'e girerek 40. 000 Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra Gödofroi dö Buygom' un Papa II Urban' a yazdığı mektupta: `Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malumunuz olsun ki, Süleyman Mabedi'nde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yürüyoruz. " diyerek barbarlıklarını belgelediklerini...(31) İnsanlığın En Muhteşem Harikası Osmanlı içtimai yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta : "Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı'ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?" diye sorulduğunda, Profesör Hutterroht'un: "Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin'in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır" diye cevap verdiğini. . .(32) Enderun Okulu Üç kıtada altı asırlık bir hükümranlık şanlı ecdadımızın devlet ve medeniyet mirasının sırlarının bulunduğu ve dünyanın en büyük arşivi olan Osmanlı Arşivi'ni, bizler doğru dürüst incelememişken, bine yakın Amerikalı ile yüze yakın İsrailli tarihçinin yıllarca didik didik ettiğini. .. Bugün ABD'de sadece "Enderun okulu" hakkında hazırlanan uzman eserlerin ve doktora tezlerinin sayısının 350 tane olduğunu. . .(33) Ziya Gökalp'in Ölümü Türkçülük fikrinin ünlü simalarından biri olan Ziya Gökalp'in hayatının son anlarında Fransız hastanesinde yatarken ebedi aleme intikal etmeden bir gece önce, mukaddesata galiz küfürler ederek başını duvarlara vura vura öldüğünü Cesedinin de hastane morgunda Hıristiyan geleneklerine göre muamele yapılarak kaldırıldığını... (34) Sözünün Eri Olmak Mehmet Akif Ersoy'un sözünün eri bir insan olduğunu ve söz verdiği şeyi yerine getirmek için ölümden başka hiçbir şeyin onu engellemediğini... İstanbul Vaniköy'de oturan bir ahbabı ile öyleden bir saat önce buluşmak için sözleştiklerinde, o gün yağmurlu, fırtınalı bir gün olup her tarafı sel bastığı halde Mehmet Akif' in binbir zorlukla sırılsıklam vaziyette söz verdiği yere vaktinde geldiğini, fakat arkadaşının gelmemesi üzerine çekip gittiğini... Ertesi gün. özür dilemek için gelen arkadaşını dinlemeyip: "Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir" diyerek tam altı ay o arkadaşıyla konuşmadığını... (35) Biliyor muydunuz.? |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Kızılca Buğdayı
ABD'nin 1890 yılına kadar bizim Tuna boylarımızda yetişen "kızılca" ismi verilen buğdayımızı ithal ederek tohumluk olarak kullandığını ve bununla halkını beslediğini. .. (36) Bir Yanlışın izahı Padişahların, Osmanlı topraklarındaki muhtelif yerleri devletin ileri gelenlerine: "Sana orayı , bahşettim " demesinin. "Verilen yeri imar et!' manasına geldiğini ve bu varlıklı Osmanlı paşalarının, o toprakların mamure haline gelmesi uğrunda servetlerini tükettiklerini . . . (37) Hakiki Nişan Kırım Savaşı'ndaki büyük hizmetlerinden dolayı Fransız hükümetince kendisine nişan verilen Deli Hasan Ağa'nın bu nişanı takmadığını farkeden Fuat Paşa'nın ona takmama sebebini sorması üzerine: "Paşam, benim vücudumda harpte kazandığım yedi nişan(yara izi) var. Onlar varken elin Frenk'inin nişanını ben ne yapayım!" diye cevap verdiğini Yabancı Gözüyle Lozan ve Neticesi 1922-1923 yılları arasında Sovyetler Birliği'nin Türkiye büyükelçisi olarak Ankara'da bulunan S. İ. Aralov'un, Lozan Konferansı' nın sonuçları ile alakalı olarak yazmış olduğu hatıratında : "... İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, eskiden Türkiye'nin olan Musul'u ve daha başka yerleri Türkiye'den koparmayı, Yunanlıların yakıp yıktığı şehir, kasaba ve köyler için Yunanlılara tamirat parası verdirmemeyi ve Boğazlar meselesinde İngiliz planını gerçekleştirmeyi başardı. Türkiye'nin Musul'u bırakması ve tamirat parasından vazgeçmesi karşılığı olarak kendisine küçücük Karaağaç bölgesinin verilmesiyle yetindi Bundan başka batılı devletler , Türkiye'yi, Osmanlı Devleti'nin batılı kapitalistlere olan borçlarının, Osmanlı Devleti'nden ayrılan ülkeler arasında bölünüşünden sonra, payına düşen bölümünü 20 yıl içinde ödemeye ikna ettiler" diye yazdığını...(39) Acı İtiraf Lozan Konferansına İsmet İnönü ile birlikte katılarak Türkiye aleyhine birçok entrikalar çeviren Hahambaşı Hayim Naum’un,daha sonraları hükümet erkanı ile araları çok iyi olmasına rağmen: Bu memlekete bu millete çok kötülük ettim, artık aralarında yaşayamam diyerek pişmanlık içinde Mısıra gittiğini...(40) Mehterin Büyüleyici Tesiri Batı musiki şaheserlerini yazmış olan Mozart,Bizet gibi büyük bestekarların mehter musikisinin büyüleyici tesiri altında kalarak,Türk tarzında Alla Turca denilen kısımlarını yazdıklarını....(41) Türkiyede Türk Müziği Yasağı Tek parti iktidarı döneminde,devletin açmış olduğu müzik okullarının bir tanesinde,öğrencilerden bazılarının ders arasında kendi öz müziği olan Türk müziği çalmaya teşebbüs ettikleri için yabancı uzman Herr Zuckmayer tarafından okuldan atıldıklarını....(42) Senfoni Zulmü 1930lu yılların birinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının,Anadoluyu tenviretmek için çıktığı turnenin Sivas durağında,bir konser verdikten sonra gazetecinin birinin konseri izleyen bir vatandaşa: Konseri nasıl buldunuz? diye sorması üzerine zavallı adamcağızın, sağına soluna ürkekçe bir göz attıktan sonra gazetecinin kulağına: Valla beyefendi,Sivas,Sivas olalı,Timurdan beri böyle zulüm görmedi! diye cevap verdiğini....(43) Bizim Dinazorlarımız Bizim ülkemizde çağdaşlık ve bilimsellik(!)adına başörtülü öğrencilerin üniversitelere sokulmayıp,İmam Hatip Okulu öğrencilerinin varlığından ve devletin diğer okullarından daha başarılı olmasında rahatsızlık duyulduğu halde,dünyanın süper gücü sayılan ABD nin en iyi üniversitelerinden biri olan Massachussets Institute of Technology(M.I.T.)nin öğrenci yönetmenliğinde: Dini inançların gereğini yerine getirmekten dolayı bir derse veya imtihana giremeyen öğrenciye telafi imkanı tanınır....diye hüküm bulunduğunu ve bu hususlarda alabildiğine müsamahalı davranıldığını....(44) İlahi İkaz Birinci Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu karargahında Mekke ve Medine yi kurtarmak için Hicaz Seferi Kuvveti hazırlanması meselesi görüşülürken,Harbiye Nazırı Enver Paşa nın bu iş için Mustafa Kemali atadığını ve bunun üzerine Mustafa Kemal in: Değil Hicaza asker sevketmek,hatta oradaki askerleri de geri almak ve kuvvetleri verimsiz yönlere dağıtmamak gerek diyerek görüşünü belirttiğini ve sonunda M. Kemal in bu görüşünün kabul edilerek Medinenin boşaltılmasına karar verildiğini... Tam bu sırada ışıkların aniden sönerek ortalığın zifiri bir karanlığa bürünmesi üzerine bunu İlahi bir İkaz kabul eden Cemal Paşa nın birden ürperip sarsıldığını ve daha sonra Hicazın boşaltılmasından vazgeçilerek Fahreddin Paşa nın Medine ye gönderildiğini....(45) Medine Muhafızı Osmanlı'nın edeple taçlaşmış iman anlayışının gereği olan Hazreti Peygamberi'nin(sav) şehrini bir valinin adının altına sokamayacağı saygı ve edebi ile, oraya göndereceği idareciyi `Vali " yerine "Medine Muhafızı " diye isimlendirme hassasiyetini gösterdiğini . . . (46) Dünyanın ilk Toplu Sözleşmesi Dünyada ilk toplu sözleşmenin Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirildiğini. Kütahya Vahid Paşa kütüphanesinde bulunan şeriye Mahkemesi sicilinin 57'ci sayfasında kayıtlı belgeye göre, yeryüzündeki bu ilk sözleşme Kadı Ahmed Efendinin tasdiki ile 24 işyeri ile işçileri arasında imzalandığını . Bu sözleşmeye göre, "Kalfaların, yardımcıların, ustaların ve vasıfsız işçilerin yevmiyeleri"nin tesbit edilip, her gün belli sayıdaki fincan imali karşılığı alacakları ücretlerin tesbit edildiğini...(47)Biliyor muydunuz? Osmanl Topçuluğu Kanuni Sultan Süleyman devrinde yıllarca İstanbul'da kalan ve yazmış olduğu eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı II Filib'e takdim eden İspanyol yazar Cristobol de Villalon'un, dönemin Osmanlı topçuluğu hakkında: "Dünyada hiçbir devletin,Türk topçusu ile mukayese edilebilecek topçusu yoktur. İstanbul'da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye surlara konan topları inceledim Bunlar bile İspanya ordusundaki toplardan çok daha kaliteli idi. Tophane sırtlarında çaptan düşmüş diye yığılan 40 kadar topu hayretle seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir Avrupa devleti bilmiyorum dediğini . . . (48) En Mütekamil ikmal Teşkilatı Kore Savaşı sırasında bir Amerikan bataryasının isabet alıp parçalanmasından sonra, dört dakika gibi kısa bir süre içinde Amerikalıların bataryayı tekrar kurup ateşe başladıklarını ve bu çok süratli ikmal karşısında Türk binbaşısının hayretler içinde kaldığını gören Amerikalı generalin: "Biz bu sistemi kurmadan önce bütün dünya ikmal teşkilatlarını etüd ettik. En mütekamil olanının Osmanlıların ki olduğunu görerek onu kabul ettik. Bu, sizden gelme bir usulün günümüze tatbikinden başka birşey değildir." dediğini, . .(49) Gözyaşı Medeniyeti İslam'ın ilk dönem zahidlerinin en belirgin niteliklerini Allah korkusunun tesiri ile çok ağlamaları, çok mahzun olmaları ve dünyaya hiç değer vermemeleri olduğunu. Bunlardan Veysel Karani'nin Allah'tan korktuğu ve utandığı için başını hiç semaya kaldırmayıp, daima çenesi göğsün de bitişik gezdiğini... "Ümmetin Rahibi" diye tanınan Amir bin Abdullah ın çok ağlayıp geceleri ayakları şişecek kadar ibadet ettiğini.. "Dünyayı üç talakla boşadım, ricat yok" diyen ve ruhbanlar gibi ibadet ettiği için "Gulam" adını alan Utbe bin Eban'ın çok ağlayan bir zahid olduğunu... Zühdüne sevgi ve aşk hakim olan Rabiatü'l Adeviyye nin secde de başını koyduğu yeri çamur edecek kadar gözyaşlarını ceyhun ettiğini... (50) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Hilal, Lale ve Allah
Tarihten Alacağımız Dersler Vardır. Zulüm Zulüm Üstüne İstiklal Mahkemesi'nin salkım salkım astığı insanlarla ilgili davaları yakından takip eden bir gazetecinin, başına giymiş olduğu şapkasından dolayı, mahkeme reisi Kel Ali (Ali Çetinkaya) tarafından: Anandan şapkalı mı doğdun?Gavur musun be herif!" denilerek tekme tokat merdivenlerden yuvarlandığını... Aynı şahsın Atatürk'ün ilk defa Kastamonu'da şapkayı giymesi üzerine hemen bir şapka bularak protokoldaki yerini aldığını. . .(301/a) Yine aynı şahsın, İskilipli Atıf Hoca'yı, hükümetten izin alarak yazmış olduğu Frenk Mukallitliği kitabından dolayı,savcının üç sene ceza istemiş olmasına rağmen idama mahkum ettiğini ve asılırken de Sehpanın yanına gelip mazlum Hoca'nın kafasına şapkayı geçirerek Giy domuz!" diye insanlık dışı muamelede bulunduğunu. .. (301/b) Hilal, Lale ve Allah Lale, hilal ve Allah(cc) lafızlarının ebced değerinin aynı olduğunu ve bundan dolayı kültürümüzde laleye apayrı bir değer verilip sevgi beslenildiğini... (302/a) Özellikle Osmanlı kültüründe, lalenin oldukça yoğun bir alaka görüp bir lale soğanının bin altına kadar müşteri bulabildiğini ve zamanın padişahı III. Ahmed'in bir ferman yayınlayarak bu fiyatlara bir sınırlama getirmek zorunda kaldığını. . . Bir devre adını veren bu tefekkür simgesi çiçeğin o dönemde 1108 çeşit renkte üretildiğini...(302/b) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Bağ-ı İrem' de Gül-ü Muhammed Açtı"
Kosova fatihi dervişmeşreb Gazi Murat Han'a 30 Mart 1432 sabahı Edirne Sarayı'nda bir erkek çocuğunun olduğuna dair müjdeli haberi getirdiklerinde Murat Hanın önündeki Kur'an-ı , Kerim den Sure-i Muhammed "i okumakta olduğunu... Şair ruhlu Sultan'ın, bu müjdeli haber üzerine okumakta olduğu Kur'an-ı Kerim'den başını kaldırıp: Bağ-ı İrem'de gül-ü Muhammed açtı." diyerek, geleceğin bir çağı kapayıp yeni bir çağ açacak olan Fatih'in adını "Muhammed", yani Mehmed" koyduğunu...(303) Bir Yabancının Hac Düşünceleri 18. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelerek intibalarını yazan Hristiyan tarihçi M. A Ubucini'nin Müslümanların Hac ibadetini araştırdıktan sonra kendi dini ile kıyaslayarak: "Hac aslında sadece büyük Müslüman ailesinin dağınık fertlerini birbirine bağlamak hedefini gütmüyordu; Hac bilhassa, bu ibadeti yapmakta olan Müslümanlara, aynı imanı taşıyan kimseler arasında hüküm sürmesi gereken eşitlik kavramını hatırlatmak için tesis edilmişti. Biz Hristiyanlar böyle bir eşitlik örneğini, bu yüce ahlaki eşitliği gösterebiliyor muyuz? Değil kilisenin içinde, mezarlarımızda bile bu ulu eşitlik kavramından tek eser yok. Buyurun bir camiye girelim .. Orada Allah'ın şanına yakışmayan, lüzumsuz ve boş süslemeler,resimler,heykeller yok yalnızca şunlar var. Duvarların üzerine işlenmiş bazı Kur'an ayetleri,bir mihrap,bir kürsü ve müminler için tertemiz sergiler. Hiçbir şeref kürsüsü hiçbir özel yer ve hiçbir derece farkı göremezsiniz. Müslüman mabetlerinde .. Sadece ibadet eden insanlar vardır ve ibadetten alıkoyacak veya ibadet edenleri rahatsız edecek hiçbirşeye rastlayamazsınız diye yazıp İslam'ın eşitlik anlayışına olan hayranlığını ifade ettiğini.(3O4) Namusum Üzerine 10 Nisan l928'de İsmet İnönü ve 120 arkadaşının teklifi üzerine Anayasa'dan bütün dini terimlerin kaldırılması hakkında bir kanun çıkarıldığını... " Buna göre: Devleti dini ,dini İslamdır kaydı kaldırıldığını ve milletvekillerinin yemin şeklinin değiştirilerek vallahi" demek yerine namusum üzerine" tabirinin kullanılmasının kabul edildiğini...(305) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Boğazdan Geçmeyen İlaç
Bediüzzaman Hazretleri'nin hasta olduğu zamanlar kulandığı Optalidon ilacı bitince yanındakilerden birine yüz kuruş verip eczahaneye gönderdiğini... İlacın fiyatı yüz on kuruşa çıktığı için o kardeşin cebinden on kuruş ilave edip ilacı alarak Üstad'a getirdiğini... Bediüzzaman Hazretleri'nin ilacı içmek için ağzına aldığı halde bir türlü yutamadığını ve bu işe birkaç defa daha teşebbüs edip bir türlü ilacı yutmaya muvaffak olamayınca ilacı alan kardeşi çağırarak ilacı kaça aldığını sorup da on kuruşu onun ödediğini öğrenince, üstad'ın on kuruş daha verdikten sonra ilacı rahatça yutabildiğini ve ardında da oldukça ibretli bir şekilde: Kardeşim, işte görüyorsun.. başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan geçmiyor" dediğini..(306) Çekiç Lenin ile birlikte kominist ihtilalini gerçekleştirip binlerce insanı katleden ve yine binlerce insanın sürgüne gitmesine sebep olan Troçki'nin(1879-1940), her ihtilalin daha sonra kendi çocuklarını yediği gibi, kendisinin de sürgüne gönderilip Sığınacak ülke bulamadığını... Hayatı orak-çekiç" davası ile geçmiş bu Sovyet liderinin daha sonra Meksika'da bir çekiçle beyni parçalanarak öldürüldüğünü. . .(307) Nazım Hikmet'in Pişmanlık ve Arayışları Tanınmış komünist Türk şairi Nazım Hikmet Ran'ın (1902/1963), hayatı boyunca komünist ideoloji peşinde koşturarak zikzaklar içinde geçen bir ömür sürdüğünü... ömrünün son yıllarına doğru, arkadaşı Mustafa Mehmed'e, arayış içinde ve pişmanlık dolu olduğunu ifade ettiğini...Mustafa Mehmedin onunla Romanyadaki beraberlikleri ile alakalı olarak: 1960'lardan önceydi. Nazım Hikmet Romanya'nın davetlisi olarak Bükreş e gelmişti. İsteği üzerine Bilimler Akademisinden beni buldular. Nazım Hikmet'in kaldığı otele gittim. Açık olan radyosundan Türkiye'yi dinliyordu. Sohbet sırasında saatine bakarak bana Bu gece Kadir Gecesi' dedi ve benden kendisini Türklerin bir araya geldikleri camiye götürmemi istedi. Ben o gecenin Kadir Gecesi olduğunun bile farkında değildim. Bir an tereddüt ettim ama Nazım'ın ricası Romanya'da bir emirdi. Rus eşi Vera, ben ve Nazım taksiyle caminin bulunduğu semte yöneldik. Arabayı rica ve minnetle caminin bulunduğu parka sokabildik. Biz camiye girdiğimizde Türkler mevlid okuyorlardı. Nazım mevlidi dinlerken coştu ve cemaate hitaben bir konuşma yaptı. Konuşmasında: Ben komünistim ama sizin burada bir araya gelmeniz beni çok duygulandırdı' dedi. O sıralarda kalp yetmezliğinden muzdarip olduğundan ben heyecanlanmasından dolayı bayağı endişelendim. Gerçekten de endişelerim yerindeydi. Konuşmasından sonra kendisini kriz yokladı. Eşi Vera ile ben Nazım'ı dışarıdaki banklardan birinin üzerine yatırdık. Vera yanında bulundurduğu ilaçlardan verdi ve daha sonra koluna girerek güç bela taksiye bindirdik Ben Nazımın Romanya'da camiye gittiğini şimdiye kadar saklı tuttum. İşte ilk kez anlatıyorum..." diyerek Nazım'ın pişmanlık dolu hikayesini gözler önüne serdiğini. . .(308) İlme Hürmetin Böylesi Fatih Sultan Mehmed Han döneminde ilme ve alime muazzam bir kıymet verildiğini... Fatih'in hocalarından Molla Hüsrev'in Ayasofya'da derse başlamadan önce talebeleri tarafından Hoca' nın evine gidilip atına bindirilerek, arkasında da talebelerinin eşliğinde camiye getirildiğini. . . Zamanın Ebu Hanife'si addolunan Molla Hüsrev, camiye girdiğinde, hürmet ifadesi olarak takrimen ayağa kalkıldığını ve hoca dersini bitirdiğinde talebeleri tekrar onu atına bindirerek evine kadar bıraktıklarını... (309) Hasaneyn'in Ruhu İçin Gençliğinde güçlü ve kuvvetli iken, savaş meydanlarında düşmana karşı kılıç sallayarak hizmet eden yeniçerilerin , artık sakalına ak düşüp de kılıç sallayacak dermanı kalmadığı zaman da, sırtlarına meşin bir su kırbası geçirip elde bir kalaylı tas alarak sokak sokak gezinip Kerbela'da bir yudum suya hasret giden "Hasaneyn'in(Hz. Hasan ve Hüseyin) ruhu için" su dağıtıp sevap kazanmaya çalıştıklarını. .. (31O) Aziz Mahmud Hüdai' den İstenen Keramet Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin İstanbul' un Üsküdar semtine gelip zaviyesini kurmasından sonra , Sultan I. Ahmed'in bu gizli nur hazinesini keşfederek eteğine yapıştığını... Bu Gönül Sultanı'nın birgün sarayda abdest alırken, Padişah 1.Ahmed'in abdest suyunu döküp annesi Valide Sultan'ın da havlu tuttuğunu... Bir ara Valide Sultan'ln boşta bulunup kendini tutamayarak: Efendim, ne olur bize bir keramet gösteriniz" demesi üzerine tebessüm eden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin gayet latif bir şekilde devrin padişahı abdest suyumu döküyor validesi ise havlumu tutuyor. Bundan büyük ne keramet istersiniz.? cevabını veridiğini..(311) Siyaset Şekerlemesi Üstad Bediüzzaman Hazretleri'ne, Sünuhat, Rumuz ve Tuluat gibi "Eski Said"lik dönemi eserlerindeki mevzularla alakalı olarak "Neden ulvi hakaik-i diniye ile beraber, bazı mesail-i siyasiyeyi kitaplarında dercediyorsun?" diye sormaları üzerine Bediüzzaman,ın : "Çocuğa ilacı içirmek için bir şekerleme gösterilir. Ta ki ağzını açsın, ilaç öylece , içirilsin. Efkar -ı amme dahi siyaset için ağzını açmış bekliyor. Ben de tiryakı(ilacı) içirmek için bazen siyaseti de zikrediyorum. diye cevap verdiğini... (312) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Osmanlı' da Musiki
Musikiyi mehter ile savaş meydanlarından, tasavvufi tekke musikisi ile birçok hastalığın tedavisine kadar pek çok yerde kullanan Osmanlı Cihan Devleti temsilcilerinin, ayrıca bu sanatı çeşitli sosyal müesseselere kadar soktuklarını... Ayasofya imaretine bağlı kalenderhanede(tekke) ve Edirne'deki ll. Murat imaretinde olduğu gibi bizzat sema ve musiki cemiyetleri için vakfiyelere maddeler konulduğunu. .. (313) İlk Boğaz Köprüsü Projesi Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlama düşüncesinin ilk olarak bundan yaklaşık bir asır önce (1900), dahi padişah II. Abdülhamid tarafından ortaya atılıp projelendirildiğini . . . Avrupa'nın güney, güneybatı ve merkezindeki demiryollarını bu Boğaz Köprüsü ile Bağdat demiryoluna bağlamayı düşünen cennetmekan Abdülhamid Han'ın F. Arnodin isimli bir Fransız'a hazırlattığı bu dev köprüye ait projede, minareler, kubbeler kuleler ve askeri , savunmayı temin edecek topların yer aldığını... Yine Abdülhamid Han'ın, bu köprüyle bağlantılı olarak oldukça ileri görüşlü bir bakış açısıyla çevre yolları projesi çizdirdiğini . . . (3 14) Biliyor muydunuz? Fasulya Aşı Yemeye Razı Olmak Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un hayatında hiç boyun eğmeyip, kimseye eyvallah etmediğini... Umumi seferberlik zamanında (1914) bir arkadaşı ile oturup fasulya aşı yerken nezaret erkanından birinin çıkagelip ona, yazılarında fazla ileri gitmemesini nazikçe söylemesi üzerine Akif'in pürhiddet yerinden fırlayıp: Nazırına söyle, kendilerini düzeltsinler. Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulya aşı yemeğe razı olduktan sonra kimseden korkmam!" diyerek pervasızca cevap verdiğini. . .(315) Tasavvufta Şeriata Bağlılık Said Harraz Hazretleri'nin: Zahiri hükümlere aykırı düşen her batın batıldır"diye vecizeleştirdiği tasavvufta Allahın emir ve yasaklarına uymanın gerekliliğini, yine bir başka sufi olan Bayezid-i Bistami Hazretleri 'nin de: Havada uçan insanlara mı hayret ediyorsunuz? Leş yiyen kargalar da havada uçmakta. Su üzerinde yürüyen insanlara mı şaşırıyorsunuz?Balıklar da suda yüzmekte. Önemli olan Allah'ın emirlerine uymak kaçınmaktır,, sözleriyle vurguladığını...(316) Amerikan Hayat Felsefesinin Özeti Meşhur Amerikalı yazar Mark Twain'e: "İnsan hayatının gayesi nedir? . Nasıl zengin olabiliriz?" diye sormaları üzerine onun . "Eğer becerebilirsek şerefsizce, mecbur olursak namuslu yoldan. Tek ve gerçek tanrı kimdir? Tanrı paradır. Altın, dolar ve hisse senedi, Baba, oğul ve ruhları" cevabını vererek Amerikan hayat felsefesini formüle ettiğini...(317) Nasreddin Hoca' nın Merkebine Ters Binmesinin Hikmeti Türk halkının nüktedan hazır cevap ve zeki bir fıkra kahramanı olarak tanıdığı Nasreddin Hoca'nın(1208-1284 ), aslında medresede ders veren büyük bir müderris ve ayrıcada kadı olduğunu. . . Talebeleri arasında oldukça sevilen Nasreddin Hocanın, ders verdiği medreseden merkebine binip evine giderken dahi talebeleri tarafından yalnız bırakılmayıp yolda kendisine sualler sorulduğu,.. Hem yol alıp hem de talebelerin sorularına cevap veren Nasreddin Hoca'nın, sual soran talebelerine arkası dönük olarak cevap vermenin İslami edebe aykırı olacağından dolayı,merkebine ters binip, talebeleri ile yüz yüze gelerek ders verdiğini. . .(318) - Moskova Önlerinde Fetih Tuğları Rusya'nın başkenti Moskovanın yaklaşık 150 yıl Türk hakimiyetinde kaldığı . . . Moskova'nın merkezindeki altın kubbeli kilisenin Türk hakimiyetinden kurtuluşun şerefine inşa edildiğini... (319) Ecdadın Ticaret Ahlakı Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafının "Onu sana veremem, kusurludur" cevabını verdiğini. Yabancı tacirin "Ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafının o kumaş topunu vermemekte direterek: Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim biliyorsunuz. Fakat Siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları bize söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem... diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah ettiğini... (320) Biliyor muydunuz? İmamı Azam ve Yarım Milyon Meselenin Hükmü Hanefi mezhebinin kurucusu çağının yetiştirdiği dev kamet İmam-ı Azam Hazretleri'nin kitap ve sünnetten beşyüzbin meselenin hükmünü çıkartıp dörtbin fetva verdiğini. .. (321) Okumanın Dayanılmaz Cazibesi Bir ülkenin kültürel yönden kalkınmışlığının, o ülkede bir yılda fert başına tüketilen kağıt miktarı ile ölçüldüğünü... ABD'de kişi başına bir yılda tüketilen kağıt miktarının 391 kilo olmasına karşılık, aynı rakamın Avrupa ülkelerinde ortalama 90 kilo olduğunu ve ülkemizde ise bu rakamın sadece ve sadece 18 kilo olduğunu... (322) Üstad Türkiye'de Okuma Çığırını Açtı Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri' nin talebelerinden Bayram Yüksel ağabeyin, Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gittiğinde Çantay' ın, Bayram ağabeye dönerek: "Kardeşim, sizleri tebrik ediyorum. Bizler Üstad'ın sayesinde müellif olduk. Korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk Ve nede kimseye birşey anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nuru telif etmeye başladı. Türkiye'de bu sayede okuma çığırını açtı..."diyerek bir hakikati ifade ettiğini...(323) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Dördüncü Murat'ın Sporculuğu
Osmanoğulları'nın onyedinci padişahı olan Bağdat Fatihi IV. Murat'ın çok kuvvetli biri olduğunu... Bir gün sarayda Murat Han'ın, musahibi Musa Paşayı sağ eliyle kuşağından tutup kaldırarak ve öylece Has Odayı dolaştırdığını ve sonra da en küçük bir yorgunluk ve tıknefeslilik göstermeden, paşayı kaldırdığı gibi tek elle yavaşça zemine bıraktığını. . . Bir cirit mızrağı ile, arka arkaya konan dokuz kalkanı bir atışta deldiğini . . . 200 okkalık bir gürzü kolayca kaldırıp salladıktan sonra fırlatabildiğini . . . Savaş zamanlarında metrise girip topla nişan alıp düşmana isabet kaydettiğini... Ve İstanbul Okmeydanındaki kemankeşlik müsabakalarda 1070,5 gez (706. 5 cm) mesafeye okunu ulaştırıp rekor kırdığını ve okun düşdüğü yere rekorunu belgeleyen menzil taşı dikildiğini . . . (324/a) Musul'da bulunduğu bir sırada oraya gelen Hint elçisinin tüfek ve kılıç kar eylemez diye hediye ettiği fil kulağından yapılma üzeri gergedan postu kaplı çok sağlam siperi(kalkanın ) el mızrağı ile ortasından deldiğinı ve içini altın ile doldurup elçiye geri hediye ettiğini... (324/b) İslam'ın Boğazına Geçirilmeye Çalışılan İp İlk olarak Avrupa'yı ümit Burnu üzerinden doğuya bağla yan deniz yolunu keşfetmesiyle dünya sömürgecilik tarihinde yeni bir dönem açan "İsa tarikatı şövaIyesi" Portekizli denizci Vasco da Gama(1460-1524)'nın Güney Hind adalarına ulaştığında : "İşte şimdi İslam'ın boğazına ipi geçirdik. Bu ip çekilmeye devam edecek, neticede boğaz sıkılacak ve Müslümanlık ölecektir. " dediğini . . . (325) Eski Bir Hamam Kitabesi Eski İstanbul' un hamam kitabelerinden birinde karakter temizliğinin ehemmiyetini vurgulamak için: "Tıynetin na pak ise, Hayr umma sen germabeden Önce tathir-i kalb et, sonra tathir-i beden."Yani (Kötü huylu, kirli karakterli bir kimse isen, hamamdan bir şey bekleme. Temizlik istiyorsan evvela kalbini temizle, sonra da bedenini..) diye yazdığını...(326) Bir Ahlak Kahramanıydı Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yakın dostu olan Mithat Cemal Kuntay'ın, Akif'le olan arkadaşlık münasebetini anlatırken yıllarca onun kusurlarını ve falsolarını araştırdığını ve otuzbeş yıl sonra onun karakterini kağıda dökerken, hayranlık hisleri içinde : "İlk tanıdığım zaman ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuzbeş sene bugün gelmedi. Otuzbeş sene onun yanından her çıkışımda kendime hep bu sualleri sordum: Bu tevazu, kendi kendini inkar edercesine nasıl çıkıyordu? Mahrumiyetlerden yılmayan seciyesiyle kendisini nasıl kahraman sanmıyordu.? Onu yakından tanıyanlar için, her geçen gün, nasıl onun lehine geçen bir gün oluyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlarından muzdarip olurken , o, kendisinin sizden başka olduğunu nasıl görmüyordu? Onda bütünlük vardı; Kininde de, evlatlık, babalık, kardeşlik kuvvetini alan dostluğunda da, bütünlük... Dostunu, sevmek kelimesinin noksansız mefhumuyla seviyordu: Öldüğü zaman düştüğü zaman, dünya aleyhine döndüğü zaman, yanında olmadığı vakit ve sevmeyenlerin yanında bulunsa bile' diye yazdığını...(327) Çile İle Kemale Eren Büyük Ruhlar Milletlerin önüne düşüp onları aydınlığa çıkaran nice büyük şahsiyetlerin ömürlerinin bir bölümünün hapishanelerde çile ve işkence içinde geçtiğini ve böylece onların olgunlaşan ve aydınlanan gönülleriyle milletlerin diriliş yolunda birer ışık kaynağı haline geldiğini... Büyük İmam Ebu Hanife Hazretleri' nin zindanlara atılarak saygısızca hırpalanıp inim inim bir hayat yaşadığını... Ahmet Bin Hanbel Hazretleri' nin adi bir insan gibi tartaklanıp bayağı bir işkencelere maruz bırakıldığını... Serahsinin El-Mebsut isimli koca kamusunu hapsedeldiği kuyu dibinde telif edip meydana getirdiğini . . . Bediüzzaman Hazretleri'nin bir cani gibi muamele görerek memleket memleket sürgüne gönderildiğini... Campanella 'nın zindanda Cervantes in esarette, Dostoyevski,nin de kürek mahkumu iken kendilerini keşfederek milletlerinin gönüllerinde ölümsüzlüğe ulaştıklarını... 1328) Bediüzzaman,ın Emirdağı Devrin hükümeti tarafından Bediüzzaman Hazretleri' nin sürgün olarak ikamet ettiği Emirdağ' da iftira ve fesat çıkarmakla vazifelendirilen vicdanlı bir komiserin, şehre geldikten sonraki ilk intibalarını : "Çarşıya çıkıp kahvaltı için peynir ve zeytin aldım. Bir dükkandan da tereyağı aldık. dükkan sahibi tereyağını tartarken, yağı koyduğu kağıt kadar da, terazinin öbür kefesine kağıt koydu. Doğrusu bu hali ben başka bir yerde görmemiştim. Bediüzzaman işte Emirdağı'nı böyle yapmıştı diyerek hakperest bir şekilde anlattığını... (329) Çalıntı Deve Katarı Bir şairin , Vezir İbad'ın huzuruna gelip her beyiti bir divandan alınmış her nüktesi bir şairden çalınmış bir kaside getirip okuyunca, şiir literatürü çok geniş olan vezirin: "Bizim huzurumuza öyle bir deve katarı getirdin ki, eğer bir adam onların yularını çözecek olsa, her biri bir sürüye gider!.' diye veciz bir söz söyleyerek şaire hatasını hatırlattığını . . . (330) Yavuz'un Tevazuu Büyük Cihangir Yavuz Sultan Selim'in günde üç saat uyku uyuyup tahta kaşıkla tek çeşit yemek yediğini... Herhangi bir saray halkından ayırt edilemeyecek kadar sade giyindiğini ve bunun sebebini soranlara: "Vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padişahlarına saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim Padişahımız(Allah c.c.) vücudun dışına değil, içindeki cevhere(imana) bakar" diye veciz bir cevap verdiğini. . .(331) "Çocuğunuza Kur'an Telkin Ettiniz mi?" İşadamı Sakıp Sabancı' nın, kızını batı standartlarında tahsil yapması için İngiltere'deki Harward kolejine kaydettirdiğini. . . Okul idaresinin, kolejin çeşitli bölümlerini Sabancı'ya gezdirdikten sonra kiliseyi göstererek:" Burası da dini ibadet yeri " deyip "Senin kızın Müslüman olduğu için dini ibadet günlerinde Kur'anı Kerim getirsin, istediği günlerde okusun. Siz Kur'an okumasını kızınıza telkin ettinizmi?" diye sorduklarını . . . Sakıp Sahancı' nın daha sonra bu hadisenin değerlendirmesini yaparken : "Allah var, doğrusu ben kızımla beraber Kur'an-ı Kerim getirmemiştim. Kızıma da telkinde bulunmamıştım çok utandım. Sırtım terledi. O 'gavur' dediğimiz bana verdiği dersten çok mahçup oldum. Adeta yüzüme bir şamar patlamıştı. Ve Türkiye'ye geldiğimde kızıma hemen bir açıklamalı Kur'an-ı Kerim gönderdim." diyerek kızına dini bilgiler öğretmediğinden dolayı mahcubiyetini itiraf ettiğini. (332) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Kur'an'a Aşk Derecesinde Hayranlık
Fransa nın en tesirli gazetelerinden Figaro'nun Prof. And ile yaptığı bir röportajında ona: "Kur'an'a karşı duyduğunuz aşk derecesindeki hayranlığın sebebini açıklayabilir misiniz?" diye sorması üzerine, Andre Miquel , in : "Montpellier'de bir kitapçı dükkanında, en eskilerden olan Savary'nin bir Kur'an tercümesini gördüm. O sıralar 17 yaşındaydım. Metindeki mesajda Allah'ın birliğinin açıkça ve kıskançca savunulması ve Allah'ın tarifi üzerine İslam'ın yüksek düşüncesi beni bir başka dünyaya götürdü. Tercümeye bile yansıyan metindeki müstesna edebi değerler beni tarifi . imkansız bir hayranlığa boğdu. Bu heyecanı hiçbir zaman kaybetmedim" diye cevap verdiğini...(333) Rus Çarı'na Tokat Gibi Cevap İmkansızlıklar içinde Kafkasya dağlarında yıllarca sürdürdüğü özgürlük mücadelesinden sonra Ruslara esir düşen Kafkas kartalı Şeyh Şamil'in büyük bir törenle Petersburg'a getirilip, şerefine büyük balo düzenlendiğini ve Çar ll. Aleksandr'ın.Şamil' e bu baloyu nasıl bulduğunu sorması üzerine Büyük İmam'ın: "Çar hazretlerine meçhul değildir ki Cenab-ı Hak dünyayı Hristiyanlara ve ahireti Müslümanlara vaad buyurmuşlar. O İlahi 'Cennet'e gidemeyeceğinize göre, dünyayı Cennet'e çevirmekte çok isabet buyurmuşsunuz" diye müthiş bir cevap verdiğini . . . (334) Çağın Doruğuna UIaşmış Müslüman Mühendis" Batılı kaynakların "Çağın doruğuna ulaşmış Müslüman mühendis diye tarif ettikleri Ebul İz el- Cezeri'nin(l 136/1206), kendisinden tam 800 yıl sonra ortaya çıkacak olan sibernetik bilimini ve otomasyon teknolojisini bularak böylesine sistemler kurulabileceğini tesbit edip, inşa ettiği makinelerle de bunu ispatlamış bir İslam alimi olduğunu... (335) Biliyor muydunuz? Dualarla Arşa Uzanan Ordu Alim, adil ve dindar bir şahsiyet olmasının yanı sıra cesaret ve isabetli kararlarıyla sultanların başarılarında büyük hisse sahibi olan Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün, otorite ve dirayetle yirmisekiz yıl boyunca taçlandırdığı vezirlik makamını ve hayatını bir Batıni fedaisi tarafından hançerlenerek kaybettiğini... Büyük nüfuzu sebebiyle muhalifleri tarafından sık sık sultana şikayet edilen Nizamülmülk için bir defasında: "Nizamülmülk her yıl fakirlere, sufilere 300 bin dinar veriyor. Eğer bu para orduya tahsis edilse, İstanbul'u bile fethetmek mümkün olur" diye Sultan'ın kulağına fısıldanınca, Melikşah'ın durumu Nizamülmülk'e sorduğunu ve bu büyük vezirden: "Ey alemin sultanı ! . Allah sana ve bana, kullarından hiç kimseye nasib olmayan lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Buna karşılık sen, Allah'ın dinini yükseltmeye çalışan, O'nun Aziz Kitabı'nı hamil bulunan kimselere yılda 300 bin dinar sarfetsen çok mudur? Sen askere her yıl bunun iki katını harcıyorsun. Halbuki onların en kuvvetli ve en iyi nişancısının oku bir milden ileri gidemez. Ben ise sarfettiğim bu para ile öyle bir ordu techiz ediyorum ki, onların orduları ta arşa kadar gider ve Allaha vasıl olmalarına hiçbir engel yoktur cevabını aldığını...(336) Batılı Gözüyle Türkler Birçok batılı yazarın, Osmanlı'yı muhteşem yapan dinamikleri öğrenmek gayesi ile bizim topraklarımıza seyahatler tertip ettiğini. . . Bunlardan biri olan Edmondo De Amicis'in İstanbuI adlı eserinde Türklerin özellikleriyle alakalı olarak: Türkler, uzak ve belirsiz bir şeyleri düşünen insanların görünümüne sahipler. Hepsi de sabit fikre dalmış filozof veya bulundukları yeri ve çevrelerindeki şeyleri fark etmeksizin yürüyen uyur gezerler gibi görünmektedirler. Hepsi de büyük ufukları seyretmeye alışmış kimseler gibi ileriye ve uzaklara bakan ve gözlerinde ve ağızlarında belli bir üzüntü ifadesi vardır" diye yazdığını...(337) İslam' ı Parçalama Planları Napolyon Bonapart'ın sömürmek gayesi ile gittiği Mısır'ı işgali sırasında beraberinde getirdiği "Yakın Doğu Toplumu ve Kültürü " kitabının yazarı bir Fransız araştırmacısının: "Biz her İslam ülkesinde İslam öncesi kültürleri ortaya çıkarmak için toprağı kazdık. Tabiatıyla, İslam öncesi inançları Müslümanlara . giydirmek mümkün değildir. Fakat çocuklarını, İslamiyetle o eski medeniyetler arasında mütereddit kılmak bize yetiyordu" diyerek sinsi düşüncelerini ortaya koyduğunu . . . (338) Enteresan Bir Tüzük Osmanlıda esnaf ve sanatkarlar hakkındaki tüzüklerden "hamamcılar" ile ilgili kısmında: ... Kafir başını ve uyuş başını tıraş ettiği ustura ile Müslümanların başını tıraş etmeyeler, onun gibilerin usturaları ayrı ola. Ve natır (hizmetli), futayı (peştemal) pak ve temiz tuta ve adamına göre futa vere. Delikli ve kısa futa olmaya ve kafire ayrı futa vereler. Verdikleri futanın ayrı işareti ola. Ve kafir yüzünü sildiği rida ile Müslüman yüzünü silmeye. Velhasıl Müslümanların her nesnesi ayrı ola. Eğer inad ederlerse muhkem ta'zir edip haklarından geline " diye yazdığını...(339) Fakir Ama İzzetli Bir Hayat İstiklal marşımızın yaslı şairi Mehmet Akif Ersoy'un hayatının hep fakr u zaruretler içinde geçtiğini... Memleketinden ayrılıp Mısır' a gittiğinde evinde eşya namına sadece birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş bir kaç tahtadan ibaret karyola vazifesi görür birşey bir hasır seccade, bir nalın ve bir divit bulunduğunu . Ve bu büyük üstad' ın evden eve taşınırken konu komşu eşyalarını görmesin diye geceleri taşındığını . . . (340) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
Sin Şın a Girdiğinde
15 Aralık l516da Şama giren Yavuz Sultan Selim Han'ın,metruk halde bulunan Muhyiddin-i Arabi'nin türbesini ortaya çıkarttığını ve vefatından önce "Sin (Selim), Sin a (Şam) girdiğinde benim kabrim ortaya çıkacaktır diyen Muhyiddin Arabi'nin kerametinin gerçekleştiğini...(341) Tokat Bursa'yı Yunanlılar işgal ettiğinde Pir Emir türbesine bakan türbedarın, mezarı bastonla dürtüp. "Ya pir Bursa'yı Yunanlılar işgal etti, kalk kurtar dediğini ve türbedarın gece rüyasında Pir Emir Hazretlerini görüp, Emir in kendisine : "Behey ahmak, vatanı düşmandan kurtarmak ölülerin değil dirilerin hakkıdır!" diyerek hışımla bir tokat aşkettiğini , . ve türbedarın korku içinde uyandığında çenesinin yamulmuş olduğunu gördüğünü ölünceye kadar çenesinin düzelmediğini. . .(342) Büyük İbret 1971 öğrenci hadiseleri başladığında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde namaz kılan öğrencileri mescidde döven militanların daha sonra Nurhak dağlarında, hem de dövdüğü Müslüman öğrencinin babasının tarlasında askeri kuvvetler tarafından öldürüldüğünü . . . (343) . Çocuğunu Satılığa Çıkaran Kadın Çok zor şartlar altında devleti 33 yıl dahice idare eden Abdulhamid Hanın Osmanlı tahtından indirilmesinden sonra Osmanlı Devleti'nin başına Balkan gailesi açılıp, Sırp Yunan. Bulgar ve Karadağlı çapulcuların İstanbul önlerine kadar gelmeleri üzerine, binlerce kilometre ötedeki Müslüman Hintli kardeşlerimizin , İslam'ın son hür kalesi olan Hilafet merkezi Osmanlı'ya yardım elini uzatmak için çırpındıklarını... Genç kızların çeyizlerini, ihtiyarların cenaze masrafları için bir köşeye ayırdıkları paralara kadar neleri varsa ortaya dökdüklerini, , , Bu yardım toplama kampanyası sırasında Peşaver'de çok fakir bir kadının, verecek birşeyi olmaması üzerine kucağındaki mini mini yavrusunu halka gösterip onu satılığa çıkartıp, karşılığında alacağı parayı Osmanlı'ya yardım için vereceğini ilan ettiğini . . . (344) Kur'an'ın Tazeliği Bir batılı düşünür olan Bernard Shaw'a "Sizce yeryüzünde en ilgi çekici hadise nedir?" diye bir sual sorulduğunda, Shaw'ın : "Yeryüzünde bunca kavga ve düşünce karmaşasına rağmen Kur'an'ın tazeliğini korumasıdır" diye cevap verdiğini,.. (345) Cemiyetin Ahlaki Yapısının Çimentosu Dini inanç ve manevi değerlerin gençleri sapmalardan ve aşırılıklardan koruyarak cemiyetin ahlaki yapısının çimentosunu oluşturduğunu . . . Ruhi tatminsizliğin sapık cereyanlara dönüşerek akıl almaz derecede suç nisbetini artırdığı ABD'de, eski başkanlardan Ronald Regan'ın:"Sınıflarda dua etmek için verilen önergeyi destekleyeceğini ve okullarda, Allah'a imana ve disipline başvurularak anarşi ve uyuşturucu madde alışkanlığının sokağa atılacağını " ifade ettiğini... Yine Regan'ın, "Kutsal kitabın on emrine uygun olarak yaşamak için daha çok gayret sarfedersek "alkolizimle ve bulaşıcı hastalıklarla mücadelede hükümetlerin harcadığı milyonları tasarruf edeceğiz" dediğini... (346) İlk Dışkı Yedirme Hadisesi İnsanlara dışkı yedirme hadisesine ilk defa CHP iktidarı döneminde rastlanıldığını 1947 yılında Demokratik Parti'li bir kooperatif başkanının hükümet tarafından vazifeden alınmasına karşı çıkan İsparta'nın Senirkent bucağı halkıyla, Jandarma kuvvetleri arasında çıkan çatışmalarda jandarmaların köylüleri dayaktan geçirerek, dışkı yedirme idrar yaptırdıkları şapkayı başına geçirme ve yere yatırıp üstüne binerek dolaşma gibi işkenceler uyguladıklarını . . . (347) Ulu Çınarın Serencamı Şanlı Osmanlı Devleti'nin 1299 yılında kurulup 1922 yılında tarihe intikal ederek benzersiz bir şekilde 623 yıl gibi uzun bir süre varlığını sürdürdüğünü... Bu Kerim Devlet'in, kuruluşundan 230 yıl sonra Viyana kapılarına dayanarak, bir mille ve devletin; başka ırk, başka dil, başka din ve başka kültür dünyasına, bu kadar kısa zaman içinde böylesine hakim olup tesir edişine tarihte başka hiç rastlanılmadığını . . . Fakat aynı tarihin, bu bu koca Osmanlı Devleti'nin 46 yıl gibi çok kısa bir süre içinde mahvoluşundaki süratine de şahit olmadığını...(348) 27 Mayıs Darbesinde Amerikan Parmağı 27 Mayıs hareketinin gerçekleştirilerek Adnan Menderes ve Fatin Rüşdü Zorlu'nun işbaşından uzaklaştırılmasını herkesten fazla Amerikalıların istediklerini... NATO'ya girerek Türkiye'de Amerika Birleşik Devletlerine üs açan Menderes hükümetinin, bunun karşılığı olarak Amerika'nın teknik imkanlarından faydalanarak ülkemizi kalkındırmayı düşündüklerini, fakat Amerikalıların mükellefiyetlerini yerine getirmeyip savsaklayarak Türkiye'den azla idare etmesini istediklerini . . . Bunun ilk örneği olarak, Türkiye için zirai alanda büyük bir atılıma sebep olacak olan traktör alımı meselesini Amerikanın kabul ettiğini, fakat bunları verirken, yapılan anlaşmada, bu traktörlerin pamuk ekimine tahsis edilen tarlalarda kullanılamayacağı yolunda bir hüküm koymak istediğini... Oysa, o yıllarda Türkiye'nin ihracatında en büyük iki kaleminden birini pamuğun teşkil ettiğini... Dünya pamuk piyasasının bir numaralı üreticisi olan ABD'nin, pazardaki payının yüzde 1-2 nisbetinde bile düşmesine tahammül edemediğini Menderes ve Zorlu'nun, ABD'nin bu sinsi politikasının farkına vararak ilişkilerde daha dikkatli bir tavır aldıklarını ve dolayısı ile menfaati zedelenen Amerikalıların DP iktidarını gözden çıkardıklarını . . . (349) İlim Aşkının Yaptırdıkları İlim aşkıyla yanıp tutuşan büyük alim Cahız'ın (V.255/ 866), kitap almaya para . . yetiştiremediği için . kitapçı dükkanlarını geceleri kiralayıp sabaha kadar gözünü kırpmadan kitap okuduğunu . . . (350) |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
ilk denizalti
Türk denizaltıcılığı 1886 yılında başlamıştır . Bu yıl Türk Denizaltıcılığının 116. yılını kutluyoruz. Aslında dünya denizaltıcılığının yaşı da aşağı yukarı aynıdır. Hatta neredeyse diğer devletlere denizaltı silahının ne kadar önemli olduğunu kavramaları hususunda öncülük ettiğimiz bile doğrudur. Özellikle de yepyeni ve bilinmezliklerle dolu denizaltının esas silahının ne olacağını da o zaman binbir zahmetle satın alınan Abdulhamid ve Abdulmecid gemileri ispatlamıştır. http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/abdlh_480.jpg ABDULHAMID VE ABDULMECID DENIZALTI GEMILERI IMAL EDILDIGI YER : INGILTERE / NORDENFELD TOP FABRIKASI IMAL TARIHI : 1886 ABDULHAMID DENIZE INIS TARIHI: 7 ZILHICCE 1303 (6/09/1886) ABDULMECID DENIZE INIS TARIHI: 04/08/1887 UZUNLUGU : 110 KADEM GENISLIGI :12 KADEM GARANTI UMKU : 100 KADEM AGIRLIGI :160 TON SU USTU SURATI : 10 MIL SU ALTI SURATI :3 MIL SU USTU VE SU ALTI TAHRIK KUDRETI:STIM ALABILDIGI KOMUR : 8 TON MAKINA GUCU : 250 H.P. BOLME ADEDI : 7 MURETTABATI : 1 GUVERTE SUBAYI, 3 MAKINE SUBAYI, 1 ER |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
masonlar
TÜRKIYE'DE MASONLAR (YA DA TAPINAK ŞÖVALYELERİ) Masonluğun Türkiye'de ortaya çıkışı 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Türkiye'de masonluk tarihi konusunda yapılan ciddi çalışmalarda genellikle 5 dönemden söz edilmektedir. Bunların birincisi "1909 yılı öncesi" dönemdir. Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bir takım locaların kurulduğu, ancak özellikle Sultan Abdulhamid'in sistemli çalışmaları dolayısıyla bunların bir türlü toparlanamadıkları dönemi kapsamaktadır. Mason locaları bu dönemde dışa bağımlıdır ve yönetim mekanizmaları da yabancı localar tarafından belirlenmektedir. Türk masonluğunun ikinci dönemi "1909-1935 yılları arası"nı kapsar. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının ardından Abdulhamid'in tahttan indirilmesi ile başlayan bu dönemde masonlar siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Yurt dışından yönetilen mason locaları, halktan gelen tepkiyi hafifletmek amacıyla göstermelik olarak ilk kez milli bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu dönemin başlarında masonların kontrolündeki İttihat Terakki Cemiyeti ön plana çıkmıştır. Üçüncü dönem "1935-1948 yılları arası" dönem olarak bilinir. 1935 yılında Atatürk'ün, kökü dışarıda ve zararlı kuruluşlar olduğunu söyleyerek locaları kapatması üzerine masonluk Türkiye'de "uyku" dönemine girmiştir. Ancak bu 13 senelik uyku döneminde masonlar faaliyetlerini Halkevlerinde sürdürmüşlerdir. Türkiye'de masonların örgütlenmeleri "1948-1966 yılları arası"nda yeniden canlanır, ancak masonlar bu dönemde Fransız ve İskoç ritleri paralelinde ikiye bölünmüşlerdir. Son dönem olarak da kabul edilen ve "1966 yılı ve sonrası"nı kapsayan dönemde masonlar, bölünüp iki farklı çatı altına girdikten sonra, faaliyetlerini sürdürmeye devam ederler. Günümüzde de hala bu durum geçerlidir. http://home.arcor.de/abdulhamidhan/images/031_480.jpg Sultan Abdülhamid, Sultan Abdülhamid, yikilmanin esigine gelmis olan dev imparatorlugu 40 yil boyunca son derece akilci ve basarili bir politika ile ayakta tuttu. Dahasi gerçeklestirdigi reformlarla modern Türkiye'nin temellerini atti. Abdülhamid döneminin bazi önemli icraatlari: Bagdat demiryolunun açilisi, Dar-ül Fünun'un (bugünkü Istanbul Üniversitesi) açilisi ve Haydarpasa Gari'nin insasi. |
SULTAN II. Abdülhamid'in Bir Günü...
|
All times are GMT +3. The time now is 00:19. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025