Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Köşe Yazıları (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=124)
-   -   Dikkat Çeken, Ezber Bozan, Okunmaya Değer "Alıntılar" (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=30322)

Gönülden 10-09-2009 18:41

Modern hayat ve siyaset tarzı, ahlaki yaklaşımların ve çözümlemelerin geçmişe özgü yaklaşımlar olduğuna inanıyor. Bugüne özgü yaklaşımların temelinde ahlakilik değil, kârlılık ve verimlilik var. Modern teknik gelişme ve ekonomik büyüme, insani varoluşu tehdit ederek sürüyor. Bilimin yerküre için tehdit haline geldiği bir dünya ile karşı karşıyayız. Modern zamanlara kadar, ortak insanlık fıtratının utanç verici olarak takbih ettiği pek çok şey, özellikle de cinsel serbestlik, modernizmin himayesi altında meşrulaştırılabiliyor. Burada, hayvanların fiziksel özelliklerini, cinsel ilişkilerini sergilemekten utanç duymadıklarını kaydetmek gerekir. Modern batı düşüncesi, bugün pek çok konuda, pek çok kavramla ilgili olarak çok bulanık fikirler taşıyor. Modernitenin bugün çaresiz kaldığı pek çok insani sorun var. Modernitenin, varoluşun/hayatın anlamı, değerleri konusundan başlayarak pek çok konuda dinin yardımına ihtiyacı var. Günümüzde, modernite tarafından cesaretlendirilen bireyci akılcılığın neden olduğu sorunlar, entelektüel dünyada tartışılıyor. Dini değerleri esas alan, aile değerlerini esas alan bir toplumsallaşma fikri batı toplumlarının yeniden gündemine giriyor. Modernite, bedenle ruhu, akılla sezgiyi, kamusal alanla özel alanı birbirinden ayırmanın neden olduğu gerilimleri yaşıyor ve bütün bu unsurları yeniden bir araya getirmenin ihtiyacını duyuyor. Modern bilim ve seküler dünya görüşü ruhla-beden arasındaki tamamlayıcı ilişkileri gerçekleştiremedi. Maddecilik de, maneviyatçılık da kendi başlarına var olamazlar, var olamamışlardır. İslam, maddi olanla, manevi olanı kapsıyor, bir bütünlüğe kavuşturuyor. Ekonomik/politik ideolojik tanımlarla düşünen günümüz toplumları, hiç bir alanda, entelektüel /felsefi/düşünsel/kültürel/hikemi özgün eserler üretemiyor. Kapitalist hayat tarzı sebebiyle toplumsal hayatın her safhasında, her tür ilişki biçiminde, büyük parçalanmalar, büyük yırtılmalar yaşanıyor. Siyaset, büyük kalabalıklara hitap ettiği için, büyük kalabalıkların ilgisine ihtiyaç duyduğu için kültürel konular, kültürel sorunlar ile ilgilenmiyor. Bugün, ahlak, adalet, sorumluluk temelinde şekillenen bir dil/düşünce/ fikir sistemi kurmak hayati önemi olan bir konu haline gelmiştir. Ahlaki kurallardan bağımsız bir toplum, varlığını teknik anlamda sürdürebilir; ancak insani anlamda sürdüremez. Günümüzde meşru olmayan cinsellik biçimlerini Papa sorgularken, İslami kurumlar susuyor. Kötülükleri teşhir edemiyor, sorgulayamıyoruz. İslami bütünlüklere yabancılaşıyoruz. İslam düşüncesini, felsefesini, tarihini tevhidi anlamda ve ümmeti kuşatacak şekilde yorumlayabilecek entelektüel üretim yapamıyoruz. İslami çevrelerde, aklı ikinci plana atan, sezgiyi birinci plana alan romantik görüşler etkili hale geliyor.

Anlık, günlük, sansasyonel, magazinel olaylarla sınırlı bir medya dünyası, korkunç bayağılıklar sergiliyor. Kontrol edilemeyen, sorgulanamayan dizginsiz hazcılık, modernliğin desteğini alarak, gelişmesini tahripkar bir biçimde sürdürüyor. Kitle kültürü, haz kültürü televizyon ve internet aracılığıyla her eve giriyor. Popüler kültür, toplumları aynılaştırıyor, içi boş klişelerden ve biçimlerden ibaret bir kültür halini alıyor. Bu kültürle bütünleşen toplumlar, kitleler, eleştirel ve bağımsız düşünme yetisini yitiriyor. Günümüz insanı rasyonelleştikçe ruhsuzlaşıyor ve bir kimlik kargaşası yaşıyor. Anlık zevklere, tutkulara hitap eden günümüz sanat anlayışı, kapitalist dünya görüşünün ve hayat tarzının hizmetinde. Günümüzde, sanat piyasa koşullarına, piyasa mantığına hitap ediyor, bu koşullara boyun eğiyor. Ruhsal yoksullaşmalara neden olan, ruhsuz ve sıradan bir kültür hayatı, moda’lar tarafından yönlendirilebiliyor, propoganda aygıtları tarafından kontrol edilebiliyor.

İnsani ilişkileri, eşyalar arası ilişkilere dönüştüren süreçler yaşıyoruz.

Her şeyi aklın tahakkümü altına alma saplantıları sürüyor, tek boyutlu bir varoluşun düşünülemeyeceği unutuluyor.

Günümüzde yaşanan katliamlar, soykırımlar, faşizmler, emperyalist işgal ve istilalar, toplama kampları, tehcirler, insani/ahlaki büyük erdemleri bilgelikleri içeren büyük kültürlerin öldüğünü gösteriyor.

Atasoy Müftüoğlu








Gönülden 10-19-2009 15:07

Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek, demokrasi "çoğulcu", "liberal", "Hıristiyan", "katılımcı"... gibi sıfatlarla anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler, nazizmin "gerçek demokrasi" olduğunu iddia ettiği ve Mussolini, faşizmi "merkezî ve otoriter demokrasi" şeklinde nazara verdiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını savunmaktadırlar.

Ancak bir de "mana boyutlu demokrasi" vardır. Yani, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasi.. insanların ebedle alakalı isteklerini yerine getirme mevzuunda onlara yardımcı olan demokrasi.. insanı maddî-manevî bütün ihtiyaçlarıyla nazar-ı itibara alan ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı tekeffül eden olgun demokrasi... İşte, demokrasiyi bu denli geliştirip insanîleştirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü insan hayatı, dünya ile başlamadığı gibi dünya ile de bitmiyor; dünya onun için sadece bir uğrak, o ebediyen kalacağı bir diyara, ahiret yurduna gidiyor. Şayet, onu idare eden sistem, bu gerçeği görmezlikten gelirse ve kulak ardı ederse, beşer için çok önemli bir meseleyi görmezlikten gelmiş ve kulak ardı etmiş olur. Dolayısıyla, ideal demokrasi, insanın bugününü ve bugüne ait meselelerini tekeffül ettiği gibi, aynı zamanda onun ebedî hayatıyla alakalı bir kısım ihtiyaçlarını da tekeffül etmesi lazım. Ancak böyle bir demokrasi, oldukça gelişmiş ve ideal hâli almış bir demokrasi olabilir. Fakat maalesef, insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. Ne Batı'da, ne Doğu'da, ne Amerika'da, ne de Uzakdoğu'da henüz böyle bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru tırmanmakta olan bir sistemdir. Bir manada, demokrasi yokuşu henüz aşılamamıştır.




LeyaL 10-20-2009 15:12

Vefa hissi, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların etrafında efil efil eser.
Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise onu bir an olsun iflah etmez, yok eder.

( Ailem Degisi)

LeyaL 10-20-2009 15:21

Sadi-i Şirazi’ye şeytanlaşmış bir insanla, Şeytan’ın mukayesesini sormuşlar.

Şu cevabı vermiş:

Ey bana insan ve Şeytan’dan hangisinin daha hayırsız olduğunu soran!
Bilmez misin ki, Şeytan, Kur’an okumaktan kaçar, insanoğlu ise, Mushaf’ı çalar götürür!”
“Yaratılmışların en üstünü olan insan”, kötü bir seçimle,
aşağıların aşağısına yuvarlanabilir… En şerefli olmak vasfını, öyle bir şerefsizlikle değiştirir ki,
canavarlar bile ondan iğrenirler…

Böylesine yaratılış istikametinden çıkmış olan bir insan, Şeytan’ı çok sevindirir.
Şeytan bu insanlar sebebiyle çok rahat eder, çok dinlenir ve etki alanını durduk yere genişletir.
Zira bu şeytanlaşmış insanlar, Şeytan’a yapacak bir iş bırakmazlar…

Hatta bazen şerlerinden Şeytan bile çekinir. Halk arasından, bu tip insanlara, “Şeytan’a pabucunu ters giydirir.” derler…

İnsanı böylesine alçaltan nedir?
Hiç şüphesiz ki, nefsidir.

Nefsine uyması, iman zayıflığına düşmesi, insanı
alçaltır, onu gönül özürlü yapar.

Vehbi Vakkasoğlu

depare 10-20-2009 16:25

Filistinden İsraile...

Tenimizi ezebilirsiniz ama, ruhumuzu asla...
Onu ne işkence zapteder,ne kelepçe,ne pranga...
Gülümser durur inancımız,hürriyet buudunda sonsuzca...
Bizi edebilirsizin,evimizden,tenimizden... Ama dinimizden ?
Çok şükür,pişmanlık uğramadı semtimizden... Ya siz ?
Ezeli pis hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz ?
Dünyanız kara,ahiretiniz zift...Sizi bekliyor Cehenneminiz!...

Abdullah Demir..

Terennüm 10-21-2009 19:29

Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit'tir. En sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
m.fethullah gülen

Terennüm 10-22-2009 19:56

“Ebedî cennet burada ezilmeye bağlıysa ona eziyet denmez. Kendileri için üstte olmayı kaybedilmez önemli bir avantaj sananlar Tebbet’in de İhlâs’ın üstünde olduğunu unutmamalıdırlar.”

Terennüm 10-22-2009 20:00

***
“Hangi hâle Allah’ın teveccühü var bilemiyoruz. Konuştuğun söz kalbinden değilse onu da sorarlar sana.”
***

LeyaL 10-24-2009 12:26

...

Kökünden sökülerek, filizlendiği topraklardan çok uzaklara taşınan, parklara bahçelere dikilen fidanlar gibi her yeni mekanda
toprağıni suyun ve güneşin yeniden acemisi oluyoruz. Kuşlar ürkerek geçiyor üzerimizden. Bu yüzden sararuyor bir yanımız.

...

Semerkand/45

depare 10-25-2009 18:31

Fatih Sultan Mehmed Hanın yanına açıkgöz bir dilenci gelip;
"Allah için yardım edin kardeşinize! der. Fatih şöyle bir bakar dilenciye soramadan edemez:
"Nereden kardeşin oluyormuşum söylermisin? Dilencinin cevabı çoktan hazır:
"Hepimiz Adem Aleyhisselam'ın evladı değil miyiz? Babamız anamız aynı değil midir?" Fatih başını sallar:
"Doğru söyledin, aksini iddia etmek mümkün değildir.
Hemen elini kaftanının cebine sokar,çıkardığı bir altını dilenciye uzatır.Dilenci verileni az bularak söylenir:
"Ben senin kardeşin olayım da bunca servetin sahibi olan sen,kardeşini bir altınla savasın, olur mu? Fatih bu defa anlayacağı dilden cevap verir:
"Sen verilene şükrederek uzaklaş burdan yoksa Adem'den olan diğer kardeşlerin de gelecek olursa eminim sana bu kadarı da düşmez" :)

depare 10-27-2009 14:26

Ben bende degil, sende de hem sen, hem ben,

Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,

Bir öyle garip hale bugün geldim ki

Sen benmisin, bilmiyorum, ben mi senim.

Hz. Mevlana

Terennüm 10-27-2009 14:38

Evet, insan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.

Fasl-ı Gül 11-01-2009 15:54

"
Perdenin üzerindeki gölgelerle yetinemeyiz, hakikati görmek konusunda ısrar etmek zorundayız.


Postacı değiliz ki iki kez çalalım kapıyı, hânenin sahibiyiz. Ses alamıyorsak, kapıyı yere yıkmaktan kaçınamayız!


Hiç çekinmemeli, gerekirse yıkmalı, ve yıkılmayı göze almalı!


İçindekinin içindekini görmeli. Fîhi-mâ-fih'le tanışmalı"

Gönülden 11-09-2009 19:14

-Milli Savunma Bakanlığı ile TSK arasındaki ilişkiler, çok sevilen bir askeri tabirle asimetriktir. Garip fakat, MSB, yaşamakta olduğumuz krizde adı en az geçen kurumdur; orduyla hükümet ve meclis arasındaki ilişkiyi sağlayan yarı sivil, yarı askeri bir müsteşarlık görüntüsündedir. MSB, orduyu denetleyemez, sorgulayamaz; görülmüş şey değildir.

-Askeri yargı: İlk bakışta orduya avantaj sağlıyor gibi görünmesine rağmen, fiilen Genelkurmay hiyerarşisi altında çalışması, onu bir denetleyici ve sorgulayıcı yapı olmaktan çıkarıyor. Pratikte, suç işleyen asker kişileri, genel yargının eline bırakmama misyonunu ifâya yarıyor.

-Yüksek rütbelilerin tayin ve terfilerinde yürütme uzvu kağıt üstünde belirleyici görünmesine rağmen hükümetlerin kezâ, "orduya da hükmetmesi", işitilmiş örneklerden değildir. Yürütme, bizdeki uygulamada askerlerin âmiri sayılmıyor; bilakis askerlerle iyi geçinmek zorunda olan bir heyet gibi görünüyor.

- Meclis: Ordunun yasama gücü tarafından denetlenebileceği en kritik yer, bütçedir. Bizde bütçe görüşmeleri kısaca, "askere selam, bütçeye devam" sloganı ile geçiştirilir. Böylece bütçe, meclisin ordu üzerinde bir denetim kurma aracı olarak anlamsızlaşmıştır; örnekler hep öyle çünkü.

- Basın ve yargı: Ordu, kendi mensuplarının ifadesine göre iki güçten ciddi olarak çekinmektedir: İlki yargı (Muğlalı sendromu), ikincisi basındır. Türkiye'de askeri cuntalar hükümetle, halkla ters düşmeyi göze alır da, bu iki güçle didişmeyi aklından bile geçirmez. Hâlen devam eden krizde yargı ve basının bazı unsurları, ordu içindeki darbe heveslilerini cesaretlendiriyorlar. Dışardan bakınca destek gibi görünen bu yaklaşım, ordu için talihsiz sonuçlar doğuruyor, çünkü zihni dolaşık darbeci takımı, işledikleri suçlara yargı ve basın aracılığı ile meşrûluk kazandırabileceklerini hesap ediyorlar. "Geçmişte oldu; şimdi de tekrarlanır" düşüncesindeler.

Ahmet Turan Alkan





LeyaL 11-10-2009 10:29

Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda,
Çocukluğumuzla çözdüğümüz...

Özdemir Asaf

Ukbâ 11-15-2009 11:10

Diyarbakır Cezaevi'nde ise 30'dan fazla insan işkence sonucu öldü. Dizide yer alan yaşanmış-gerçek bir sahne vardı: Tutuklular kendi aralarında konuşuyor ve biri "biz galiba öldük, farkında değiliz" diyor. Cehennemin böyle bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Sadece biri: Ramazan günü oruçlu iken yediği postal darbeleri ile iç organları parçalanarak ölen Bedii Tan. Ne diyeceksiniz? İnsan olan, insana böyle bir şey yapar mı?
"Mamak'ta bize yapılanları bir işgal ordusu bile yapmazdı." diyen kişi, MHP'nin o zamanlar önde gelen isimlerinden "Doğu'nun Başbuğu" diye bilinen Yılma Durak. Demek ki bir yerde, bir yerlerde bir hata var ve bu hatanın tekrarlanmayacak şekilde düzelmesi lâzım. Kürt sorunu dediğimiz, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar demek. Geri, ilkel bir kafa Türkiye'yi Diyarbakır Cezaevi'ne dönüştürerek yönetmeye kalktı. Etrafınız duvarlarla, tel örgülerle çevrilince birileri de eline balyozu alıp işe girişiyor. Sonra balyoz başkalarına dönüyor.

Gönülden 11-17-2009 13:42

Dolayısıyla kimi yargı mensuplarına yönelik olarak verilen dinleme izinlerinde hukuka aykırılığın bulunduğu gerekçesiyle Adalet Bakanlığı aracılığıyla iktidar partisini sorumlu tutmak hukuken isabetli değildir. Çünkü Adalet Bakanı'nın talebi olsa bile telefonların dinlenilmesi konusundaki nihai kararı her zaman hakim vermektedir. Bu biçimdeki yargı kararlarında karşılaşılabilecek hukuka aykırılıkların düzeltilmesi ve mağduriyetlerin telafisi elbette ki zorunludur. Ancak bunlardan iktidarda bulunan partiyi sorumlu tutmak kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ile izah edilemez. Telefon dinlemelerinde ortaya çıkan aykırılıkları iktidar partisine mal etmek için çok açık delillere ihtiyaç duyulmaktadır. Belki de Başsavcılık bu tür delilleri araştırmak amacıyla inceleme başlatmış olabilir. Bu tür ciddi delillerin olmadığı durumlarda iktidar partisinin yargı kararlarına bağlı olarak gerçekleştirilen telefon dinlemeleri veya girişimlerinden sorumlu tutulması söz konusu edilemez. Telefon dinleme sürecindeki muhtemel hukuka aykırılıkların yine yargı tarafından ayıklanması gerekmektedir. Zaten hukuk devletinde yargısal denetimin varlığı da bunun içindir. Hiçbir somut dayanağı olmaksızın bunlardan iktidardaki partiyi sorumlu tutmak, aslında partinin sorumluluk alanını olması gerekenden çok daha geniş bir alana çekmek anlamına gelir.






Gönülden 11-17-2009 15:46

Türkiye bu dâvanın sonucuna göre ya “olacak”, ya da “ölecek”!
Türkiye’de hamasetle sistemleştirilmiş itibar hiyerarşisinin, zümre istibdadının bugünleri göreceği düşünülemezdi bile. İttihatçı geleneğin darbeciliği, şiddeti kutsayan, hatta zaman zaman olağan, halkın da tasvib edeceği işleri darbe yöntemleriyle gerçekleştiren yapısı, Cumhuriyet’ten sonra da gücünü korudu. Enver-Talat-Cemal paşalar üçlüsünün zihniyeti Cumhuriyet’ten sonra tek adam ve kadrosu ile bir süre devam etti. Dünyanın zorlamasıyla demokratik hayata geçilince, “Atatürk kültü” dayanak yapılarak sistem devam ettirildi. Halk seçiyor, oligarşik zümreler bildiğini okuyordu. Bu ikili yapı, Türkiye’nin 20. Yüzyılı zor şartlarda geçirmesine yol açtı.
Demokratik sistemin oligarşik yapıyla birlikte sürdürülebilmesinin güçlüklerine rağmen, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra bir dengeye varıldı. 1994 seçimlerinde Türkiye halkı ideolojiye karşı demokrasiyi seçtiğini kesin olarak ortaya koydu. Bu sonuç oligarşik darbeci kesimler tarafından da görüldü ve karşılığı 28 Şubat ile verildi.
28 Şubat, yolunu bulmuş olan treni rayından çıkarmaya teşebbüstü. Bir yol kazası oldu. Türkiye felakete sürüklendi. Neyse ki halk, bir seçim sonra bu zihniyeti sandığa gömdü.
Şimdi yargılanmakta olan Ergenekon, darbeye dönüşememiş olan 28 Şubatın uzantısıdır. Halk seçimle sözünü söylüyor, devletin ittihatçı geleneği sürdüren güçleri bu sözü tesirsiz bırakmaya çalışıyor. Bu tesirsizleştirme yöntemleri içinde neler yok ki?
Konu “gayri nizami harb” olarak algılanırsa, neler olmaz!
Gizli cephanelikler, bombalar, patlayıcılar, her türlü silah, “soba borusuna benzeyen” lav silahları...
Elbette bunlar olunca, bunları kullanarak dehşet uyandıracak, sistemi sarsacak eylemler ve bu eylemleri yapacak elemanlar da olacak.
Ergenekonun silahlı bürokrasi olmaksızın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Silahlı bürokrasinin nâzım rolü oynaması da şaşırtıcı değil. Nâzım rolü oynayan bir merkez olunca, rol dağıtımı da olur elbette. Yargı bürokrasisinin bir kesiminin, silahlı bürokrasinin hemen yanında hiza tuttuğu tahmin edilebilir.






NûN 11-18-2009 00:18

...

Motordan, elleri kelepçeli, çıkarılıyor; ve doğru maruf başsavcının bulunduğu, idare binalarından birindeki odaya götürülür. Burada, 45 dakika kadar, elleri daima kelepçeli, bir koltukta (resmi neşredildi) bekleyiş veya bekletiliş...

Şahitlerimiz, daima vazife icabı, orada, koridor kısmında ve dikkatlerini içeriye sızdırabilmiş vaziyette...

Bu 45 dakika içinde, malûm Başsavcı, onu konuşturmak için elinden ne gelirse yapıyor. Fakat tek cevap alamıyor. Mahut resimde görüldüğü gibi, parmak uçları birbirine dayalı iki elinin boşluğunu kalb şeklinde belirten, manevî çopta dalgın ve ezgin Menderes, öyle bir ruh hâleti içindedir ki, halini hiçbir kimseye emanet edemiyor, susuyor.

Orada kendisine beyaz gömleği giydiriyorlar, ellerini arkasından kelepçeletiyorlar ve yürütüyorlar.

Yine tek kelime yok...
Sağında ve solunda birer gardiyan...
Şahitlerimiz ise ona en yakın vaziyette...
O sırada biri, kendisini sürükler gibi bir hareket yapıyor....

Kelimesi kelimesine duyulan sözü:
- Dokunmayın!! Ben kendim giderim!

Her zamanki zarif giyinişi ve yürüyüşü içinde, sehpaya doğru gayet metanetli yürüyor.
İki taraf, iki saf asker... kara, hava, deniz, jandarma karışık...

O sırada bir an duruyor.
Ufuklara doğru son bakış...
Gözlerini çepçevre, daire şeklindeki son dünya mesafeleri etrafında gezdiriyor. Ve hafifçe göğüs geçiriyor. Yine tek kelime yok...

Sehpa... Üsküdarlı Kemal adlı cellâd, hazır, tarihî avını kollamakta... Masaya ve oradan masanın üstündeki iskemleye çıkış...

Yine bazı sual ve sepetler... Yine tek cevap yok...

Ismarlama hocaların, göstermelik şiveleriyle din telkinleri...

Aynen duyulan sözü:
- Dur!
Cellât devam ediyor...
Tekrarlanan söz:
- Sana dur diyorum! Bir dakika!

Ve Menderes'in dudakları, yalnız kendi gönül kulağına ve Allaha hitap ederek kıpırdamaya başlıyor.

Bir, belki iki veya üç dakika okuyor. Ne okuduğu belli değildir; okuduğunun tek kelimesi duyulmamıştır. Fakat Allahına yöneldiği besbelli...

Biraz evvel din ölçülerinin dış cephesine göre kahramanca öldüğünü belirttiğimiz Zorlu'ya nisbetle Menderes, aynı din ölçülerinin iç plânında taçlanmış, tam bir ulviyet ve teslimiyet içindedir.

Tamam...
Havada sallanmakta...
Fena takılmış ipin tesiriyle biraz uzunca süren can çekişme...

Hava erlerinden birkaçı bayılıyor.

<<- Hava açıktı ve ortalıkta tek bir kuş yoktu. Tam da Adnan Beyin can verdiği anda, darağacının üstünde, küçücük, binlerce, sayısız kuş peydahlandı.

Manzarayı görür görmez, dehşetimden yere düşecek gibi oldum>>

Siz artık bu müşahedeye, ister tabii ve dış sebeplere bağlı, isterse manevi ve iç hikmetlere ilişkin bir hâdise gözü ile bakınız!

Cinnet Müstatilli / Necip Fazıl

Şu ân okuyorum... Ağlıyorum...

NûN 11-19-2009 00:58

Gene Necip Fazıl'dan


Gözyaşını kaybeden gözlerine biber doldursa yeri…
İsrail oğullarından biri Allaha hitap ediyor:
- Yarabbi, ben ne günah işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!

Allah onun peygamberine vahyediyor:
- Git ona de ki; ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil… Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!

Herkesin kahkahadan hoplayacağı, zıplayacağı sözde saadet şartları içinde, beni bulutlar dolusu gözyaşı nasibine kavuştur, Allahım!

Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lazım?... Asıl dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi?

Gene ağlıyorum... Çok şükür...

LeyaL 11-19-2009 12:42

31 Mart Vak'ası

MDLÂDÎ 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325 - 13 Nisan>

Salı sabahı, İstanbul, uzak ve yakın bütün
semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı.
Zaten tarihî şehir, tabiîlik dışı bir hayat sürdüğünün, yaprak kımıldamaz bir havada zelzele bekler
gibi bir hâl içinde olduğunun farkındadır.
Taksim'den Fındıklı ve Tünel istikametinde ikiye ayrılan, bir kısmı Beşiktaş'a sapan, sonra geriye
dönen ve bu iki hat üzerinde sokak sokak yelpaze gibi bölünüp Ayasofya Meydanında toplanmaya
doğru ilerleyen kollar, İstanbul’un mahmur semalarını kurşunlarıyla delik deşik etmektedir.
Bunlar, bir gece baskını şeklinde sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil,
hakikî asker... îttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeliden
getirtip Taksimde Taş-kışlaya yerleştirdikleri avcı taburları...
Zabitlerini iplerle bağlayıp kışlada hapsetmişler, silâh depolarını yağmalamışlar ve içlerindeki
bütün tüfek ve mermileri ele geçirmişlerdir.
Önlerine çıkabilene; ne yapmak istediklerini, hareketlerinin neye varacağını düşünüp
düşünmediklerini sorabilene aşk olsun!...
Yığın psikolojisine göre şahlanınca ateş ve çığdan daha lâf anlamaz hâle gelen bir güruh, bütün
inzibat bağlarını kırmış, eline vatan müdafaası için verilen silâhı «Şeriat» gibi mukaddes bir
kelimenin maskesi altında nefsaniyet âleti olarak kullanmaya kalkışmıştır.
«Sultan Hamîd» piyesinde gösterdiğim gibi onlara sorunuz ve her sualinize aynı klişe cevabı
alacağınızdan emin olunuz :
— Ne istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriatten ne anlıyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriatı kimler ve nasıl bozdu ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriati tam yerine getirecek ve bütün dünyada örnekleştirecek insanlar olarakkimleri
görüyorsunuz ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
— Şeriati getirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine
malik misiniz ki, şeriat istiyorsunuz?
— Şeriat istiyoruz!
Heyhat! Bu türlü şeriat isteği, onun bütün kâinatı kuşatıcı ve ferdî - içtimaî sonsuz saadeti tekeffül
edici hikmetlerine yabancı olmak bakımından hiç istememeye nispetle daha zararlıdır ve zaten
yahudi, dönme, mason tahriklerinden ibaret olan bu hareket, o mukaddes nizamı, gafil insanlar
çerçevesinde karartmak içindir.
Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat
bağlısı ve koruyucusu Abdülhamîd'i devirmek...


Necip Fazıl / Son Devrin Din Mazlumları..

Gönülden 12-08-2009 13:54

Son askeri şura kararları bunun en bariz göstergesidir. ETÖ davasından yargılanan, hakkında sayısız delil bulunan hiç kimseye dokunmayan şura, irticai faaliyet ve disiplinsizlik gibi mahiyeti belirsiz bir suçlamayla 2 askerin TSK'dan ihracına karar verdi. Bu karar Askerin hala aynı noktada durduğunu, mevcut durumu kabullenmek istemediğini gösteriyor.
Bu dirençler sistem bir hukuk devleti oluncaya kadar sürecektir.
Gerçek bir demokraside iktidarları tayin eden halkın oyudur. Siyaset kurumu her seçimde toplumun denetiminden geçer. Türk seçmeninin genel eğilimi %70 sağ, % 30 sol şeklinde ortaya çıkmıştır. Askeri bürokrasi ise bu genel eğilimin aksine kendini sola yakın hissetmekte, elindeki imkanları kullanarak seçimi kim kazanırsa kazansın iktidarın Sol-Kemalist bir azınlıkta kalmasını sağlamaktadır. Gerçek bir demokrasi silaha dayanan bu iktidarın sonu demektir. Onun için asker müttefikleri ile birlikte bu gidişatı durdurmaya çalışmakta, elindeki imkanları zaman, zaman yasaları çiğneme pahasına kullanmaktan çekinmemektedir.
3 kuvvet komutanının ifadeye çağrılması, on saati aşkın bir süre savcılara hesap vermesi bu gücün yavaş, yavaş kırılmaya başladığını, askeri bürokrasinin artık her şeye hakim olmadığını gösteriyor. Çok büyük ve sürpriz bir gelişme olmadığı takdirde bu genel eğilim devam edecek, TSK Batı’daki benzerleri gibi yasal sınırlar içine çekilecektir. Bu eğilimi daha çok askerlerin geçmişte yaptığı hatalar hızlandırmıştır. Dönem, dönem farklı toplum kesimlerinin çatıştırılarak, istismar edilmesi, hemen her kesimde siyasal bilincin yükselmesine vesile olmuştur. Alevileri sistemin kucağına itmek için kurgulandığı belli olan Sivas olayları bugün bizzat aleviler tarafından sorgulanmaktadır. 12 Eylülde birbirlerini vursunlar diye kışkırtılanlar cezaevlerinde önemli bir sorgulama süreci geçirerek gerçek tehlikenin nereden geldiğini görmüşlerdir. Solcular da, ülkücüler de aynı urganla, aynı güç tarafından asılmış, aynı güç tarafından işkenceye tabi tutulmuştur. Dolayısıyla mevcut demokratikleşme trendi aslında genel bir bilinçlenmenin, toplumsal olayları okumanın, arkasındaki aktörleri ortaya çıkarmanın sonucudur. Bu şuur yok edilmedikçe, askerin sistemin efendisi olma şansı yoktur.

İrfan Sönmez




LeyaL 12-08-2009 14:07

Ekonomisini IMF’ye, kültürünü UNİCEF’e, iç güvenliğini BM’ye, dış güvenliğini NATO’ya dış politikasını
AB ve ABD’ye havale eden bir ülkeye tam bağımsız bir ülke denebilir mi? ..

İlgimi çeken satırlardı.. ( İsmail Okutan 'ın yazısından)

LeyaL 12-08-2009 17:37

Alıntı:

Yalçın KARACA Nickli Üyeden Alıntı (Mesaj 691954)
Yeni bağımsızlık kavramımı gelişti hissedemedik.:) Küresel dünyada ülkeler ile olan münasebetlerimizi bizlerin bağımsızlığına halel gelmiş gibi algılamayalım. Aziz milletimiz ve Türkiye Cumhuriyeti asla bağımsızlığından ödün vermez bu noktada şevkinizi kırabilecek duygulardan uzak durun sevgili 'leyal':)

Efendim dediğim gibi sadece dikkatimi çekdi :)
Elbette ; ' Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin İstiklâl ' : )

Hakan Özkan 12-09-2009 11:31

Bizim ömrümüzde Gönülden hanım ve yalçın başkanı takip etmekle geçecek herhalde.Sonsuz teşekkürler sizlere.Yorum yapmak bile sizlerin yanında askıda kalır...

Ukbâ 12-09-2009 15:29

Şiddet başladığında "siyasetin ve sözün gücü" azalır…
Şiddet karanlığı harekete geçirir…
Ancak bu işin karşı ucu var.
Karşı uç siyasettir, siyaset sadece karşı uç da değildir, şiddetin panzehiri, alternatifi, tek alternatifidir.
Şiddet karşısında siyaset…
Siyaset tartışabilmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset temsil demektir. Farklı talepleri hem siyasal hem toplumsal alana taşımak demektir. Bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar, yasalar, ilkeler çerçevesinde karşı karşıya gelmesi, örgütlenebilmesi ve birbirlerini etkileyerek kararlara zemin oluşturması demektir. Sorun çözmek, birlikte yaşamak için başka yol, başka tanım yoktur.

Ukbâ 12-09-2009 15:48

Bakın mesela CHP Genel Başkanı Deniz Baykal neler söylemiş:
"PKK'nın, bu ülkeyi bölmeye gücü yetmiyor. Halk ezici bir çoğunlukla buna direniyor. Ama AKP, Kürtlerin temsilcisi PKK'ymışcasına hareket ediyor.
Ülkenin açılım süreci ile ortaya çıkan tüm olumsuzlukların tek sorumlusu hükümettir. Yok edilmesi gereken de hükümetin kendisidir."
Yok artık daha neler!
Bakın mesela MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin neler söylemiş:
"Aradan geçen dört aydan sonra, hükümetin açılım ortaklarının saldırı hedefinin polis karakolları olması tam bir zihniyet iflasının ilanı olmuştur.
Ve çok şükür ki önceki gün Gazi Mahallesi'ndeki olaylara müdahale eden Çevik Kuvvet Polisi açılım sürecine gereken dersi vermiştir.
Kahraman polislerimiz, üzerilerindeki siyasi baskıları yırtıp atarak hep bir ağızdan 'Şehitler ölmez vatan bölünmez', 'Ne mutlu Türküm diyene', 'Akan kan bayrak için' sloganlarını atmışlardır.
Teşkilatlarının başındaki Bakan'a gereken uyarıyı yapmışlardır, hak ettiği karşılığı vermişlerdir. Hükümete rağmen canla başla çalışan, asayişi sağlamaya gayret eden ve AKP'nin hilafına, şehide ve bayrağa sahip çıkan Emniyet Teşkilatı'nı kutluyorum, hepsiyle iftihar ediyorum.

Kur'ânTalebesi 12-09-2009 21:38

Ashâb-ı Kirâm’dan Ebû Zerr hazretleri bir gün Peygamber Efendimize: “Bana tavsiyede bulun yâ Rasûlallah” diye ricâda bulununca Peygamber Efendimiz Ebû Zerr’e şu nasîhatlerde bulundu:
- Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her işin başıdır.
- Kur’ân’ı oku, Allah’ın zikrine sarıl. Çünkü zikrullah senin için yeryüzünde ışık, gökte de saklanan bir azıktır.
- Sakın çok gülme. Zira çok gülmek kalbi öldürür, yüzünün nûrunu söndürür.
- Çok konuşmamaya çalış çünkü bu, şeytanın senden uzaklaşması için bir vesîle, dînini koruman hususunda bir yardımcıdır.
- Fakirleri sev, onlarla beraber ol.
- (Zenginlik yönünden) Senden aşağıdakilere bak, senden üstünlerine bakma. Bu, Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsememen için en uygun yoldur.
- Acı da olsa gerçeği söyle.
- Kendi ayıpların başkalarının ayıplarını araştırmana mâni olsun. İnsanlara kusurları sebebiyle kızma. Başkalarının hakkında bildiklerin şeyler yüzünden ayıp ve kusurları sebebiyle onlara kızman, ayıp olarak sana kâfidir, buyurdu. Sonra da eli ile göğsüne vurarak:
- Ey Ebû Zerr! Akıl gibi tedbir, günahlardan sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi asâlet yoktur, buyurdu.

(M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, Terc. c. 5, s. 1870)

Gönülden 12-10-2009 16:34

DP lideri Hüsamettin Cindoruk, hükümet üyelerine başörtülü eşleri nedeniyle ağır hakaretler etti. Aylık enerji dergisi Eko-Enerji'de yayınlanan röportajında Cindoruk, “Aile fotoğraflarına baktığımız zaman sadece bizim devlet adamlarının eşleri türbanlı, öteki aile fotoğraflarında hatta Ürdün, Mısır, Suriye gibi devlet adamlarının eşleri medeni ve başları açık gözüküyorlar. Bu fotoğrafların bir kısmı da açıkçası kriptolara giriyor. Onun için de Türkiye'ye mesafe koydular. Hissettiğim, en az iki seçimde Türkiye'de muhafazakar da olsa laik düşünce iktidara gelirse Türkiye ile AB arasındaki buzlar eriyecektir” iddiasında bulundu.

Bu adamın burda daha ne işivar...siyaset tarihi bunları bir tarafa not ediyor




Ukbâ 12-11-2009 11:11

Demokratik Açılım konusunda Başbakan haklıdır; medya uzlaştırıcı bir tavır sergilemektense, "tavşan kaç tazı tut" taktiğini uyguladı. Ama Başbakan'ın bunu ta en başından sezmesi gerekmiyor muydu?
Demokratik Açılım meselesinde yaşananlar, "türban açılımı" nın acı sonuna benzeyecek gibi görünüyor.
Ne demek istiyorum? AK Parti "türban açılımı" diye ortaya çıkmadan önce başörtülüler ile devlet arasında yaşanan bir gerilim vardı. İyi yönetilemeyen "açılım" döneminde gerilim bireylere sıçradı.
Bireylere sıçrayan gerilimde medyanın rolünü hatırlayınız. Raiting uğruna gece yarılarına, sabahlara kadar süren "türban tartışmaları"nı hatırlayınız. Medya bireyler arasında empati üzerinden bir geçişkenlik ve duygu tercümesi sağlamak yerine, şiddeti pompaladı. Bu süreç içinde selam alıp selam verdiğimiz komşularımızla aramıza bir duvar örüldü. Hiç yoktan. Bir sabah verdiğimiz selamın alınmayıp yere düştüğünü gördük. Daha önce yaşamadığımız durumları yaşıyoruz artık. Bir taraftan "yandaş" yaftasıyla yargılanıyoruz, bir taraftan "ateşinden ısınmadık dumanından gözümüz kör" ıstırabında yaşıyoruz. Aynı durumu şimdi dindar Kürtler mi yaşayacak

Ukbâ 12-11-2009 12:18

Neredeyse yüz yıllık bir memleket meselesinin çözümü için tarihî bir fırsat yakala, ama bu, üç kuruşluk iktidar hırsına kurban edilsin. Açılıma karşı CHP ve MHP'nin sergilediği muhalefet üçüncü sayfa cinayetlerinden farksız; acımasız, vicdansız, akılsız...
Demek ki Kürt sorununun çözümünü istemiyorlar; terörün bitmesi, şehit haberlerinin kesilmesi, faili meçhullerin bir daha dönmemek üzere tarihe gömülmesi, insanların etnik kimliklerini özgürce taşırken kardeşçe bir arada yaşaması rahatsız ediyor bunları. Yazık, önüne geleni ihanetle suçlayanlar ülkenin birliğine, dirliğine, demokrasisine kastetmekte bir beis görmüyorlar.
Tam da böyle kaotik bir ortamda, insanların, siyasi liderlerin 'vatanseverlik maskesi'nin düştüğü bugünlerde 'neden demokratik açılım?' sorusuna yeniden dönmekte fayda var. Bu ülkede demokrasinin yerleşmesi için Kürt sorununun çözülmesi gerekiyor. 1925 yılından beri demokrasiyi kâh ortadan kaldırmak kâh sadece göstermelik hale getirmek için Kürt sorununu bahane olarak kullandılar. Kürt kimliğini, dilini ve kültürünü bile 'ülkenin varlığını tehdit eden bir sorun' olarak görenler Türkiye'yi sürekli bir 'olağanüstü hâl' rejiminde yönettiler. Halkı korkutarak razı ettiler sistemdeki zulme, haksızlığa, eşitsizliğe... Demokrasi yoluyla sandıkta kazanan halk hiç iktidar olamadı böylece.

Gönülden 12-11-2009 13:40

Bir partinin yapmayacağı her şeyi yaptı. Parti sözcüleri bir siyasetçinin asla söyleyemeyeceği her şeyi söyledi.Elini tutmadıkları zaman kimse elimi tutmuyor diye şikayet etti, elini tuttukları zaman benim elimi değil, Apo’nun elini tutun diyerek bütün iyi niyetli çabaları berhava etti.

Mecliste veya dışında olduğu süre içerisinde bir defa olsun terörü kınamadı. Her demeçte barış istediğini söyleyene bir parti barışın asgari şartı olan terörle arasına sınır koymaya yanaşmadı. Yayınlarında, eylemlerinde, internet sitelerine sokak eylemlerini kutsayarak teşvik etti. Demokratik açılım tartışmaları başladığında Türkiye bağrına taş basarak kendini terör örgütü ile özdeşleştirmekten imtina etmeyen bu partiyi de muhatap aldı. İki de bir barış istiyoruz söylemlerinin arkasında duracağını zannetti. DTP bu iyi niyetli jesti de anlayamadı. Muhatap alınmamaktan şikayet eden bir parti muhatap alınmaya başlayınca iyice küstahlaştı. Açılımların metezori yapıldığını, bir nevi dokunulmazlık kazandığını sandı. Hiç bir ülkenin tahammül edemeyeceği, hiçbir milletin kabul edemeyeceği noktaya geldi. Sokak eylemcilerinin eline tutuşturulan molotofların İstanbul’da parti binasında yakalanması bile DTP'yi uslandırmadı. Kendisine gösterilen tahammülü, bize her şey mübah gibi anladı. Kürt meselesi dediği ve hiçbir zaman içini dolduramadığı meseleyi Abdullah Öcalan’ın hırsları derekesine indirdi. Ne Kürt’ün ne Türk’ün hayrına olacak hiçbir şey söylemedi, tahrikle, kışkırtmayla, şiddetle, tehditle yani terör örgütünün argümanlarıyla politika yapmaya çalıştı. Bir parti olarak kendi kendisini kapatarak bir şiddet örgütüne dönüştü.

AYM ne karar verirse versin aslında DTP'yi kapatan bizzat kendisidir.






LeyaL 12-12-2009 12:41

' Bilimsellikten uzak olan bu uygulamayı savunmak millete ve ülkeye düşmanlıktır.
Bir türlü anlayamadığımız şey; adaletten ve eşitlikten yana olması gereken hukukçuların
tam tersine adaletsizlikten ve eşitsizlikten yana tavır koymalarıdır.
Meslek Lisesi öğrencilerine üvey evlat muamelesi yapılan bu sistemde Anadolu çocuklarının başarılı olmaları ve
istedikleri yerlere gelebilmeleri bu durumda imkânsız gibi görünmektedir.
Bu uygulama eğitimde imkân ve fırsat eşitliği ilkesine aykırı düşmektedir.
Dolayısıyla anayasaya da aykırı bir uygulamadır.
Bu uygulama milli eğitim temel ilkeleri arasında ilk sırada yer alan genellik ve
eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir.
Eğitimde imkân ve fırsat eşitliği dolayısıyla anayasanın 9. maddesine de aykırı bir uygulamadır.
Yine anayasanın 42 maddesinde‘’Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz’’ cümlesiyle de bağdaşmamaktadır. '



ismail okutan

Ak_Urfalı 12-12-2009 12:54

Şiddetin yeni şiddeti beslediği bir ortamdan barışın egemen olacağı farklı bir ortama doğru yol alınırken terörden başka bir yöntem bilmeyenler için iki seçenek söz konusu olabiliyor: Ya halkının iyiliği ve esenliği için fedakârlığı göze almak ve bir kenara çekilmek, ya da yeni ölümler kusarak süreci baltalamak...

FEHMİ KORU
YENİ ŞAFAK

Kur'ânTalebesi 12-13-2009 16:58

İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. "İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir." (29/Ankebut, 2) "Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele" (2/Bakara, 155) "(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?!' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır." (2/Bakara, 214)

(Ahmed Kalkan)

Kur'ânTalebesi 12-15-2009 13:12

Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”
(İbn Mâce, hadis no: 4205)

Kur'ânTalebesi 12-16-2009 21:56

Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)

(Ahmed Kalkan - Filistin Cihadımızın Önündeki Engeller makalesinden)

NûN 12-18-2009 01:25

“Mecnun olup çöle düşmeyeceksen/ Ne Leylâ’yı çağır, ne çölü incit” dedi bu toprakların bir türküsü.

Çölü incitme! Onun uğruna cefa çekmeyi göze almıyorsan, varlık vadisinde berduşluk etme.

Ol ya da öl.

Olmak için sefer etmen gerek; kendinden sefer etmekle başla işe, kendi evinden ayrıl ve yola koyul. Belki bir çölü aşman gerekecek, belki yedi vadiden geçeceksin, belki bir dağı delmen istenecek senden. Aşkın bir çabayla sınanacak önce. Ayrılıkla imtihan edileceksin. Ona âyan olan sana, sana âyan olan ona âyan olacak. Aranızdaki sessizlik sır tutmayacak.

Eğer aşk ‘sadakatin kapısında köpeklerle birlikte beklemek’se, bundan erinmeyeceksin. Ruhun onu beklemekle dem tutacak. Kendinden ölerek onda olacaksın.

Sessizliğin sesiyle. Kuş sürülerini ürkütmeden.

Rüzgârla, yağmurla, ırmak ve dağlarla konuşarak yalnızca. “Ben rüzgârım sen ateş/ Seni alevlendiren benim” diye gözyaşında yıkanarak. “Sen uyuduğunda/ Kapanan benim gözlerimdi” diyecek kadar o olacaksın.

Aşkın olduracak hem seni, hem onu.

Kemal SAYAR

Gönülden 12-18-2009 14:41

Bir adam vardır ki, hiç bir düşüncesinde, hiç bir hareketinde «kendi kendisi» olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup oldugu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiç bir şey bulmamıştır. Başka birinin siteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İradesi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bilmez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedilmediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini kendinde değil, hep dışarıda aradığı için muayyen bir fikre, bir akideye başkasının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık, ölünceye kadar hiç bir realitenin mili, onun yabancı bir telkinle perdelenmiş gözünü açamayacaktır; hayatın her şeyi her gün değiştiği halde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç ayet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.

İçinde hep sürü insiyakları teptiği için, şahsiyetten mahrûm, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onun ipnotize eden sakallının adını öğrenmek yetişir.

Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.



Gönülden 12-18-2009 15:39

Başbuğ’un, daha önce yaptığı gibi, yine sivillere “doğru yer”i gösterme cüretinde bulunan konuşmasında, şirazesi çıkmış suçlamalarla gayrıhukuki buyrukların yanı sıra kunt ve tehlikeli bir sembolizm de vardı.

General, “şirazesi çıkmış suçlamalar” babında, TSK’nın asli işini yaparkenki ihmallerini ve hiç işi olmayan alanlara müdahalesini eleştirenleri karaladı, “önyargılı” ve “yalancı” ilan etti; bu eleştirileri yapanların “milletini sevmediğini” söyledi.

Başbuğ’un “gayrıhukuki buyruklar”ının hedefi ise gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler ve savcılardı.

PKK’nın Reşadiye saldırısı ile yeniden gündeme gelen “33 asker olayının” araştırılmasına, soruşturulmasına öfkelendiği anlaşılan General, “Terör olaylarını TSK ile ilişkilendirmeyi, PKK destekçileri yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri, bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz” buyurdu.

Yetmedi; “Adli makamların ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha dikkat etmeleri gerekir, bu gibi durumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bilgi teatisi ve işbirliğinde bulunulmalıdır, aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunur” sözüyle Ergenekon’u, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı, Kafes Planı’nı soruşturan savcılara salvo savurdu.

Savcılarla işbirliği yapmakla görevli olan sanki kendisi değildi; sanki “kâğıt parçası” ve “boru” ifadelerini bizzat ondan işitmemiştik; sanki bu toplum Şemdinli’de ne olduğunu bilmiyordu; sanki Ergenekon sanığı komutana yapılan manidar ziyareti unutmuştuk...







All times are GMT +3. The time now is 17:28.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025