Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Tasavvuf (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=329)
-   -   ~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası// (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=46667)

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:53

Riya ve Afetlere Kapılmak Korkusuyla İbâdetleri Terketmek

Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadır. Oysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktır. Âfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılır. Zevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,

Birinci Kısım

Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdir. Bu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:

Birincisi: Amelden önce olan riyadır. Bu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik eder. Oysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadır. Bu tür bir ameli terketmek gerekir. Çünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektir. Eğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için ´Sen ALLAH´tan utanmıyor musun? ALLAH için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!´ demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.

İkincisi: ALLAH için ibâdet yapmasıdır. Fakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.

Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterir. Bu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekir. Amel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir. Çünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder. Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: ´Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakârsın. Zahmetin boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?´

Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk eder. Riyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve ´Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla´ der. O ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: ´Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum´. Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.

Halkın ´Bu adam riyakârdır´ demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendir. Bu tip vesveseler şeytanın hilelerindendir. Çünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektir. Oysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramaz. Onların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların ´O riyakârdır´ veya ´İhlâslıdır´ demeleri arasında hiçbir fark olmazdı. Acaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile ´kusurludur, gâfildir´ denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidir. İşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadır. Kendisine der ki: "İşte şimdi halk sana ´ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir´ derler". Böylece seni halktan kaçmaya mecbur eder. Eğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirir. Öyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür. ´Riya ahirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur´ hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsın. Bununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmez. Bunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!
Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! ALLAH´tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin ALLAH´ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman ALLAH´tan utan; zira O, kalbine muttalidir. Eğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdi. Eğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!

Eğer şeytan sana ´Sen riyakârsın´ dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve ALLAH´tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim ALLAH için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.

Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivayet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî´nin huzuruna, Kur´an okuduğu bir anda, biri girdi. İbrahim Kur´an´ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: ´Bu adamcağız, bizim her saat Kur´an okuduğumuzu sanmasın!´ İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi´. Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdi. Nitekim bu hususta birçok rivayetler vârid olmuştur.

Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivayetler, bu rivayetlerle muâraza etmektedir. Hasan Basrî´nin bu konuşmayı va´z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.

Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdir. Buradaki konuşma en faziletli olan hakkındadır. En faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektir. Ameller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirler. Bu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.

İbrahim en-Nehâî´nin Kur´an´ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkün. İbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilir. Bu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedir. Nitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur´an okumayı terk edip bilâhare Kur´an okumaya dönmeyi düşünmüştür.

Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendir. Yoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştir. Bu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindir. Sadece riya korkusu için değildir.
İbrahim et-Teymî´nin ´Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!´ sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirir. Böylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılır. Çünkü ucub ve benimseme mahzurludur. Bu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.

Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştir. Buna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktür. O halde ikinci kısma dahil olur.
Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan Basrî´nin ´Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!´ sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektir. Hasan Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.

İkinci Kısım

İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdır. Bunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va´z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.
Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır.73

Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!
Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil imam onlardan biridir...74

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ´Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil imam, onlardan biridir.75

Kıyamet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.

Bu hadîsi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiştir. Bu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendir. Oysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalar. Bunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalar. Bu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdür. Bu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfeder. Böylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışır. Bâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret eder. İşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olur. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.

Bu büyük tehlike için Hz. Ömer (r.a) şöyle derdi: ´Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?´ Nasıl böyle olmasın! Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyamet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.

Bu hadîsi Ma´kal b. Yesar76 rivayet etmiştir. Hz. Ömer, Ma´kal b. Yesar´ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin etti. Ma´kal, Hz. Ömer´e hitaben ´Ey Mü´minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!´ dedi. Hz. Ömer cevap olarak ´Otur ve benden sakla!´ buyurdu.

Hasan Basrî rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bir kişiyi vali tayin etti. O kişi Hz. Peygamber´e ´Bana en hayırlısını seç´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak ´Otur!´ dedi.77

Abdurrahman b. Semure´nin rivayet ettiği hadîs de böyledir; zira Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:

Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursun. Eğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78

Ebubekir Sıddîk (r.a) Râfi b. Ömer´e dedi ki: ´İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!´ Sonra Hz. Ebubekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: ´Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed´in işini üzerine aldın!´ Hz. Ebubekir Sıddîk ´Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu va-zifede adalet etmezse ALLAH´ın lâneti onun üzerinedir´ dedi.

Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirler. Oysa böyle birşey yoktur. Burada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildir. Zayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlar. Buradaki ´kuvvetli´den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedir. ALLAH için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. Böyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardır. Dünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardır. Şeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmez. Bunları haktan başka hiçbir şey teskin etmez. Canları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdir. Kim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.

Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?

Bazıları demiştir ki: ´Kaçınması farz değildir. Çünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidir. Hâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir´.

Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekir. Çünkü nefis kandırıcıdır. Hakkı iddia eder, hayrı va´d eder. Eğer kesinlikle hayrı va´d ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulur. O halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydır. Azil elem vericidir. Nitekim ´azil, erkeğin talâkıdır´ darb-ı meseli meşhurdur.

Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermez. Nefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürür. Ölüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmez. Ancak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka... Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardır. Ne zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistir. Onun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız.79

Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebubekir Sıddîk´in Râfî´i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.

Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptir. Emirlik doğal olarak sevilir. Hakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktür. Haktan inhiraf edince de cezası büyüktür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir.80

Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir.01
Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidir. Zayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundur. Gözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidir. Kuvvetliler bu vazifeyi almalıdır. Onlar, ALLAH yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Ne zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilir. Fakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekir. Azledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamaz. Eğer azledilirse mesuliyet kendisinden gider. Bu bakımdan eğer ALLAH için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekir. Eğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektir. Bu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.

Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivayet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktür. Selefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdi. Selef uleması şöyle derdi: ´Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdır. Kim ´haddesenâ´ derse, muhakkak o kimse ´bana geniş yer açınız´ demek istiyor!

Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki:82 ´Hadîs rivayet etmeye olan hırsım beni hadîsten menetti. Eğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum´.
Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamaz. Bu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meyleder. Halk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçar. Tamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfeder. Herhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinir. Oysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydi. İster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.

Sonra vaiz der ki: ´ALLAH Teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar´.

İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardır. Bu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidir. Öyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidir. Ta ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar... Böyle olduğu takdirde va´z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.

Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkar. Cehalet bütün halkı kasıp kavurur!´ dersen, cevap olarak deriz ki: ´Hz. Peygamber (s.a) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur´.

Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsiniz. Oysa emirlik, kıyamet gününde hasret ve nedâmettir. Ancak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç...

Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83
Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olur. Halk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye döner. Maişetler muattal olur. O halde bütün bunlarla beraber neden Hz. Peygamber emirliği nehyetmiştir?

Hz. Ömer (r.a) Ubey b. Ka´b´ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey´i dövdü ve döverken de şöyle dedi: ´Ubey müslümanların efendisidir ha!´
Oysa Hz. Ömer, Ubey´in yanında Kur´an okuyordu, ondan ders alıyordu. Buna rağmen Hz. Ömer, halkın Ubey´e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: ´Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir´.

Oysa Ömer hutbe okuyor, va´zediyor ve bunu yapmaktan da çe-kinmiyordu.

Bir kişi Hz. Ömer´den halka sabah namazından sonra va´zetmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer onu menetti. Adam Hz. Ömer´e ´Halka va´zetmekten beni men mi ediyorsun?´ diye sordu. Hz. Ömer ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum´ dedi. Zira Hz.Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.

Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdir. Onların her birinde fitne ve lezzet vardır. Bu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.

İtirazcının ´Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!´ sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hz. Peygamber´in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştir. Aksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur eder. Riyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmez. Bilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlar. Kaldı ki ALLAH Teâlâ´nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hz. Peygamber bize va´detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etme. Kesinlikle ALLAH onları zâyi etmez. Sen kendi nefsin için düşün!

Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirir. Biliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlar. Eğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak ALLAH´ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir´ düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va´zdan menetmeyiz. Biz ona deriz ki: ´Bir taraftan va´zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!´ Eğer derse ki: ´Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: ´Meşgul ol, mücâhede et!´ Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktır. Eğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olur. O halde, bütün halkın dininin sel-âmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdir. Bu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ALLAH Teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder.85
Sonra vâiz o kimsedir ki insanları ahirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olur. Bu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci´li lâfızlar vardır ki on-ların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yoktur. Aksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardır. Böyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdır. Çünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridir. Biz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruz. Kitab´ul-İlim´de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.

Bunun için Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:

Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsiniz. Fakat emrettiklerinizi yapmazsınız. Yapmadıklarınızı söylersiniz. Hükmettikleriniz ne kötüdür. Söz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersiniz. Oysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermez. Gerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, ahireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta... Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. Hakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla ahiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuz. Bu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, ahiretin ıslahından daha sevimlidir. Acaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir). Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuz.Yavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!

Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisiniz. Dünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (ALLAH´a) teslim eder. Hem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.

Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: ´Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdır. Halk için fitnedirler. Dünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu ahirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdir. Onlar geçici dünyada ayıp ve lekedirler. Ahirette de zarar edenlerin ta kendileri!´ Eğer "Bu âfetler açıktır. Fakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!

Eğer ALLAH senin (nasihatin)le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.86

Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır.87

İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuştur. Bu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!´ demek uygundur. Nitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye ´İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!´ denildiği gibi...

İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktür. Tıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi... O halde biz, ALLAH´ın kullarından hiçbir kimseye ´ilmi terket!´ diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yoktur. Felâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivayet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.

Biz âlim kişiye ´Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!´ diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidir. Namazın nafile kısımları da böyledir. Bunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdır. Fakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidir. Çünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyür. İlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarır. Kısaca mertebeler üçtür:

Birincisi: İdareciliklerdir. İdareciliklerdeki âfetler büyüktür. Âfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.

İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdır. Bu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardır. Afetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivayet edilmemiştir. Çünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftır. Ameli ALLAH için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.

Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va´z, fetva, hadîs rivayeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktır. Buralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çoktur. Bu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildir. Ancak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışır. İdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundur. İlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadır. Kim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzer. Zayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidir. ALLAH herkesten daha iyisini bilir.
Burada dördüncü bir mertebe daha vardır. O da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidir. Muhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardır. Halkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardır. Buradaki âfetler de çoktur. Bunun için Hasan Basrî´den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: ´Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir´.

Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı ALLAH´a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmez. Dikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorum. Fakat kendilerini ALLAH´ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!´

Âlimler ihtilâf ettiler. Bir grup dedi ki: ´Kişi dünyayı helâlin-den istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir´.

Başka bir grup dedi ki: ALLAH´ın zikrine devam etmek daha efdaldir. Almak ve vermek insanı aldatır, meşgul eder. Oysa İsa Mesih (a.s) şöyle demiştir: ´Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır´.

Yine İsa Mesih şöyle demiştir: ´Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini ALLAH´ın zikrinden alıkoymasıdır. Oysa ALLAH´ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir´.

Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudur. Dünya âfetlerine mâruz kalan bir kim-seye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.

Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdır. En iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektir. Eğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidir. Kalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalı. İlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil...
Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olur. Çünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meyleder. Her ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budur. Bunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdir. O halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilir. Kişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidir. Kendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.

Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelir. Cahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmez. Bu ise cimriliğin ta kendisidir. Şüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündür. İhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadır. Acaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardır. Helâlden gelen malı her halükârda ALLAH yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.

Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?

Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.

Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.

O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmez. Aksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam eder. Halka aynı gözle bakar!
Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidir. Bu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardır. Nitekim Ebu Said b. Mervan şöyle anlatır: Hasan Basrî´nin yanında otururken mescidin kapısından Haccac-ı Zâlim içeri girdi. Onunla beraber muhafızlar vardı. Kendisi sarımtırak bir ata binmişti. Atı ile beraber caminin sahasına girdi. Caminin sağına soluna baktı. Arkasında Hasan Basrî´nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan Basrî´nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdü. Hasan Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttı. Ben de oturduğum yerin bir tarafını boşalttım. Öyle ki benimle Hasan Basrî´nin arasında Haccac için oturacak kadar bir yer açıldı. Haccac gelip, benimle Hasan Basrî´nin arasına oturdu. Hasan her günkü konuşmasından birini yapıyordu. Bu bakımdan .Hasan konuşmasını kesmedi. Kendi kendime dedim ki: ´Yemin olsun, bugün Hasan´ı deneyeceğim. Acaba Haccac´ın buraya gelip oturması, Hasan´ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccac´a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccac´ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?´. Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi... Böylece konuşmasının sonuna geldi. Hasan Haccac´a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccac elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: ´Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edin. Çünkü Hz. Peygamber´den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridir. Eğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdiniz. Çünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz´.

Sonra Haccac coşup konuştu. Hatta Hasan Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettiler. Konuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktı. Haccac kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan Basrî´nin meclisine geldi ve dedi ki: ´ALLAH´ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyim. Ben savaşa gönderiliyorum. Bana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdır. Benim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var...´
Böylece kişi halinden şikayet etti. Hasan da, Hasan´ın arkadaşları da rikkate geldiler. Hasan başını eğip dinliyordu. Adam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: ´Ne oluyor onlara (o idarecilere?) ALLAH onları kahretsin! ALLAH´ın kullarını köle gibi kullanırlar. ALLAH´ın malını ticaret edinirler. Halkı dinar ve dirhem için öldürürler. ALLAH´ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor.. Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor´.

Böylece Hasan Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmedi. Bunun üzerine Hasan´m yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktı. Gidip Hasan´ı, Haccac´a şikayet edip konuşmasını nakletti. Bunun üzerine Haccac´ın elçileri Hasan´ı çağırmaya gelip ´Valinin dâvetine icabet et!´ dediler. Bunun üzerine Hasan kalkıp gitti. Biz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyorduk. Bir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştük. O sadece tebessüm ederdi. Meclisine gelip oturdu. Emaneti tâzim etti ve dedi ki: ´Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olur. Hainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidir. Ben şu kişiye (Haccacı kastediyor) vardım. Bana "Dilini tut! ´ALLAH´ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olur. Kardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir´ gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsun. Dikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruz. Fakat dilini tut" dedi´. Hasan sonra ´ALLAH onun şerrini benden defetti!´ dedi.
Hasan Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindi. Yolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördü. Durup şöyle dedi: ´Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!´

Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olur. Öyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar ahireti verip dünya hayatını satın almışlardır. Onlar zarar edenlerdir. Ey ALLAHım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!

________________________

73)Taberânî, Beyhakî
74)Müslim
75)Daha önce geçmişti.
76)Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî´dir. Hudeybiye Barışı´nda bulunmuştu.
77)Taberânî, (mevsul olarak)
78)Müslim, Buhârî, İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî
79)Müslim, Buhârî
80)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
81)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
82)İlim bölümünde geçmişti.
83)Buhârî
84)Müslim, (Ebu Zer´den); ´Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma´. Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim; ´Ey Ebu Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma..´
86)Müslim, Buhârî
87)İbn Mâce

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:55

Riya´nın Hakikati ve Kendisiyle Riyakârlık Yapılan

Riya ´rüyet´ kökünden gelir. Süma ise sima (duymak) kökünden gelir. Riyanın temeli, halka hayırlı hasletleri göstermek suretiyle kalplerinde taht kurmak istemektir. Kalplerde taht kurmak, bazen ibâdet olmayan şeylerle, bazen de ibadetlerle istenilir. Riya tâbiri ise âdet hükmüne göre, ibâdetler ve onları belirtmekle kalplerde taht kurulmasına mahsustur. Bu bakımdan Riya ´ALLAH´a ibadet ederek kulları kandırmaktır´.

Riyakâr; âbid, kendilerine riya yapılmak istenenler ise halktır. Maksat, onların kalbinde taht kurmak için onlara riyakârlık yapmaktır. Kendisiyle riya yapılan şey, riyakârın göstermek istediği hasletlerdir. Riya ise, onları gösteriş için yapmasıdır.

Kendileriyle riyakârlık yapılan şeyler pek çoktur, fakat onları beş kısımda toplayabiliriz: Bu beş kısım da kulun halk gözünde kendisiyle süslendiği şeylerin toplamıdır. Onlar: Beden, kisve, söz, amel, etbâ ve haricî şeylerdir. Dünya ehli de bu beş şeyle riyakârlık yaparlar. Ancak ibadet olmayan amellerle mertebe istemek ve riyakârlık yapmak, ibâdetle talep edilen riyâdan (ceza bakımından) daha hafiftir.

Birinci Kısım

Beden yönünden dinde riya yapmak. Bu da beden zayıflığını belirtmek ve rengin sarardığını göstermektir ki bu durum, muhâtablarına, ahiretten çok korktuğunu ve din hususunda çok üzüldüğünü göstermek içindir. Beden zafiyetiyle, az yediğine ve sararmakla da geceleyin uykusuz kaldığına, fazla çalıştığına ve din için pek üzüldüğüne inandırmak ister. Böylece saçının tozlu, topraklı olmasıyla da riyakârlık yapar. Bununla da devamlı dinle meşgul olduğunu, saç ve sakalını taramaya bile vakit bulamadığı vehmini verir. Bu sebepler belirdiğinde, halk o adamda bu güzel hasletlerin olduğuna istidlâl eder. Nefis onların bilmesinden dolayı rahata kavuşur. Bu sırra binaen nefis, sahibini bunları göstermeye davet ederek rahata kavuşmak ister. Sesin alçalması, gözlerin çukurlaşması ve dudakların pas tutması da buna yakındır. Bunları bu şekilde göstermekle, daimî bir şekilde oruçlu olduğunu, ilâhî nizama riayet ettiğinden ve fazla aç kaldığından bu şekilde zayıf düştüğünü göstermek ister.

Hz. İsa (a.s) bunun için şöyle demiştir: ´Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın! Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin´. Benzeri Ebu Hüreyre´den de rivayet edilmiştir. Bütün bunların sebebi, riya ile şeytanın hilesinden korkmaktır. Bunun için İbn Mes´ud arkadaşlarına ´Onları yağladığınız halde oruçlu olarak sabahlayın!´ demiştir. İşte bunlar, dindarların beden ile yaptıkları riyakârlıklarıdır.

Dünya ehline gelince, onlar şişmanlığı belirtmek, pürüzsüz bedeni göstermek, tığ gibi vücut, güzel yüz, beden temizliği, âzaların kuvveti ve uygunluğuyla gösteriş yaparlar.

ikinci Kısım

Görünüş ve kisve ile riyakârlık yapmak. Görünüş, saçın pejmürdeliği, bıyığın tamamının traş edilmesi, yürürken başın öne eğilmesi, harekette sükûnet göstermesi, yüzünde secde eserinin bırakılması, kaba ve sert yünlü elbise giymesi, baldırının yakınına kadar elbisesini kısaltması, yenlerini kısaltıp, elbisesini kirli ve yırtık bırakmasıdır. Bütün bunlarla riyakârlık yapar. Sünnet´e tâbi olduğunu ve bu hususta ALLAH´ın salih kullarına uyduğunu belirtmek ister. Bâtınında (kalbinde) tasavvufun hakikatlerinden mahrum olduğu halde sûfîlere benzemek için kırmızıya çalar boya ile boyanmış elbiseleri giymesi, seccade üzerinde namaz kılması ve parçalanmış, yamalı elbise giymesi de bu türdendir.

Sarık üzerine izar denilen elbiseyi sarkıtmak, gözlerinin üzerine abâsını salmak, ´yolun tozundan bile sakınır derecede gözleri yorulmuştur´ zannını uyandırmak ve o alâmetlerden dolayı gözlerin kendisine dikilmesi için, bunları yapmak da yukarıda bahsi geçen konunun içindedir. Derâ (kaftan) ve teylesanî adlı kisveleri ilimden mahrum olan bir kimse kendisini ehl-i ilimden göstermek için giyerse, o da bu türdendir.

Kisve ile riyakârlık yapanlar birçok tabakaya ayrılırlar. Onlardan bir grup vardır ki zâhidlik göstererek takva sahiplerinin gözüne girmek isterler. Bu bakımdan kirli, yırtık, kısa ve kaba elbiseleri giyerler ki kabalığı, kirli, kısa ve yırtıklığıyla dünyayı önemsemediğini göstersinler! Eğer bu kimseye, normal, temiz ve selefin giydiği elbiselerden giymek teklif edilirse, onun için bu teklif, kendisini boğazlamak kadar zor gelir! Bu kadar zor gelmesinin sebebi, halkın ´o zühd ve takvadan döndü, o yolu terketti ve dünyaya daldı´ deme ihtimalidir.

Başka bir tabaka vardır. Bunlar da hem dindarlar, hem de padişah, vezir ve tüccarlar yanında kabul görmek isterler. Eğer güzel elbise giyerlerse, kurra (okuyucular) onları reddeder. Eğer yırtık pırtık elbiseleri giyerlerse, idareciler ile zenginlerin gözünden düşerler. Bu zümre din ve dünya ehlinin gözünde makbul olmayı ister ve ona göre giyerler. Bunların elbiselerinin kıymeti, zenginlerin elbisesinin kıymetindedir. Rengi ve şekli, sâlihlerin elbisesinin renk ve şeklindedir. Bu bakımdan iki grubun da kalplerini kazanmak isterler. Eğer bu kimselere kaba veya kirli bir elbisenin giyilmesi teklif edilirse, idarecilerin ve zenginlerin gözünden düşme korkusundan, bu teklif onlara kesilmekten daha ağır gelir.

Eğer kıymetçe elbisesinden daha az olan Diybekî,44 beyaz ve ince veya desenli ketenden bir elbisenin giyilmesi bunlara teklif edilirse, ehl-i salâh´ın ´Bunlar dünya ehlinin elbiselerine rağbet ettiler´ demelerinden korktukları için kendilerine bu teklif zor gelir.
Bu grupların herbiri, mertebesini özel bir kıyafette görmektedir. O kıyafetten daha üstün veya daha düşük bir kıyafete bürünmek kendisine ağır gelir! Her ne kadar bu elbiseyi giymek mübah ise de, kötülenmekten korkarak giymez.

Dünya ehlinin riya ve gösterişi ise, güzel elbiseler, kıymetli binekler, genişlikler, mesken, ev eşyası (mobilya), atlar, rengârenk libaslar ve nefis teylesanlardır.
Bu durum, halk arasında ayan-beyandır. Çünkü halk, evlerinde kabâ elbise giyerler. Fakat aynı kılıkla halk ile oturup-kalkmak kendilerine gayet zor gelir. Süslerini takmadan edemezler!

Üçüncü Kısım

Sözle yapılan riya, Din ehlinin riyası va´zetmek, hatırlatmak,hikmetle konuşmak, haber (hadîs)leri ve eserleri ezberlemekledir.Bunları, ilminin çokluğunu isbat etmek, selef-i salihînin durumlarına işaretle itina ettiğini göstermek, halkın huzurunda dudaklarını zikirle kıpırdatmakla gözleri önünde emr-i bi´l-ma´ruf (iyiyi emretme) ve nehy-i an´il münker (kötüyü yasaklama) yapmak,münkerlere karşı kızıp reaksiyon göstermek, halkın günahları pervasızca yapmasına teessüfünü belirtmek, konuşurken sesini zayıf çıkarmak, Kur´an´ı mahzun olup korktuğunu göstermek için ince sesle okumak, hadîs-i şerifler hıfzettiğini iddia edenin lâfzında bir eksikliği hadîste mâhir olduğu tebeyyün etsin
diye- olduğuna dikkati çekmek, hadîsin sahih veya sahih olmadığına dikkati çekmek, bu hususta faziletini belirtmek için acele ile söylemek, hasmını susturmak için mücadele etmektir. Bütün bunları din ilmindeki kuvvetini halka göstermek için yapar!

Sözde olan riya çoktur ve türleri kontrol altına alınamaz. Dünya ehlinin sözle riyaları, şiirleri ezberlemek, darb-ı meselleri hıfzetmek, ibarelerde fesahat ve belâgat göstermek, ehl-i fazilete karşı garabet göstermek ve kalplerini tarafına çekmek için halka izhar-ı muhabbet etmek bakımından nahiv ilminin garip meselelerini ezberlemektir.

Dördüncü Kısım

Amelle yapılan riya. Namaz kılanın uzun bir zaman ayakta durması, sırtını düzeltmesi, uzunca secdede ve rükûda kalması, başını eğmesi, sağa-sola bakmayı terketmesi, sükûneti belirtmesi, ayaklarını ve ellerini düzgün tutması gibi. Oruç, gazâ, hac, sadaka, yemek yedirmek ve karşılama sırasında yürürken huşû göstermek gibi. Konuşmada vekâr, başı eğmek ve göz kapaklarını indirmek gibi. Hatta riyakâr, ihtiyacına bir an önce varmak için bazen acelece yürür. Ne zaman din ehlinden birini görürse derhal vâkara ve başını önüne eğmeye döner. Çünkü hafifliğe ve aceleciliğe nisbet edilmekten korkar. Eğer o kişi gözden kaybolursa, yine aceleyle yürümeye başlar. Yine onu gördüğünde yavaşça yürümeye döner. ALLAH hatırına gelmez ki ALLAH´tan korksun. Aksine bir insanın kendisi için âbid ve salihlerden olmadığına inanmasından korkar!

Onlardan bir grup daha vardır ki bunu dinlediği zaman, halvetteki yürüyüşünün halkın yanındaki yürüyüşüne benzememesinden utanır. Nefsini halvette güzel yürümeye zorlar ki halk kendisini gördüğünde yürüyüşünde bir değişiklik yapmaya muhtaç olmasın! Bu kişi böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu zanneder. Oysa riyası katmerleşmiştir. Çünkü halvethanesinde de riyakâr oldu; zira o halvet ve tenhada halkın gözleri önünde güzel yürüyebilmek için güzel yürümeye kendini alıştırmıştır. ALLAH´tan korkarak veya ondan hayâ ederek yapmış değildir.

Dünya ehline gelince, onların riyakârlıkları, kibir, hayalperest-lik, elleri kolları sallamak, sık adımlarla yürümek, zeylin (eteğin) etrafına yapışmak, omuz silkmektir ki bunlarla önemine dikkat çekmiş olsun!

Beşinci Kısım

Arkadaşlara, ziyaretçilere ve oturup-kalktığı insanlara riyakârlık yapmak. ´Filân adam filanı ziyaret etti´ desinler diye, ulemadan birinin kendisini ziyaret etmesini sağlar veya ´Din ehli kendisini ziyaret ediyor, ona gidip geliyor´ denilsin diye bir âbidin, ya da bir sultanın valilerinden birinin ´dinî rütbesinin büyüklüğünden dolayı bunlar kendisinden feyz alır, bereketlenirler´ denilsin diye kendisini ziyaret etmelerini sağlar. Şeyhlerle görüştüğünü ve istifade ettiğini göstermek için fazlasıyla şeyhleri anan bir kimse gibi... Bu kimse, kendilerinden ilim ve irfan aldığı kimseler ile böbürlenir. Böbürlenmesi ve riyakârlığı mücadele ettiği anda kendisinden dışarıya sızar.

Başkasına ´Sen hangi âlimleri gördün. Oysa ben falan ve falan zatları gördüm, memleketler gezdim ve üstadlara hizmette bulundum´ der ve bu sözlere benzer daha nice sözler söyler.
İşte bu, riyakârların kendileriyle riyakârlık ettikleri şeylerin esas noktalarıdır. Hepsi de bununla kulların kalplerinde rütbe ve makam kazanmak peşindedirler.

Başka bir grup vardır ki sadece kendisi için güzel amellere kanaat eder. Nice rahip vardır ki uzun seneler manastırında inzivaya çekilir! Nice âbid vardır ki uzun bir zaman için bir dağın başına çekilmiştir. Sakin sakin durup ibâdete devam etmesi, ancak halkın kalbinde mertebesinin olduğunu bildiğindendir. Eğer halkın kendisini manastırında bir suça nisbet ettiğini bilse, muhakkak bundan ötürü kalbi karmakarışık olur. ALLAH´ın kendisinin suçsuz olduğunu bilmesiyle kanaat etmez. Aksine bu dedikodudan dolayı üzüntüsü pek büyük olur! Her ne pahasına olursa olsun, o nisbeti insanların kalbinden silmeye çalışır. Mallarından tamahını kesmesine rağmen böyle inanmalarını temine çalışır. Çünkü mertebe peşindedir! Biz Sebepler bahsinde dediğimiz gibi mertebe pek tatlı ve lezzetlidir! Çünkü her ne kadar süratle gelir geçer ise de hal-i hazırda bir nevi kemâl ve kudrettir. Bununla ancak cahiller aldanırlar. İnsanların çoğu da cahildirler.

Riyakârlardan bir grup vardır ki halkın kalbinde mevkî sahibi olmakla kanaat etmez. Bununla beraber dilleriyle kendisini övmelerini de ister.

Başka bir grup da halk fazlasıyla ziyaretine gelsin diye nâm ve şöhretinin yayılması peşindedir!

Diğer bir cemaat ise sultanların yanında meşhur olmayı ister ki aracılığı kabul olunsun, kendisinin eliyle ihtiyaçlar görülsün, dolayısıyla cahiller tabakası yanında menzil ve mertebesi bulunsun!

Başka bir grup, şöhret ile mal toplamak için vakıflardan, yetim malları ve başka haram kaynaklardan da olsa mal kazanmaya çalışır. Bunlar, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı gösteriş peşinde olan riyakârların en şerlileridir. İşte riyanın hakikati ve vesileleri bunlardır.

Soru: Riya mutlaka haram mı yoksa mekruh veya mübah mıdır veya haram, mekruh ve mübah oluşu, açıklamaya mı muhtaçtır?

Cevap: Riya konusunda birçok tafsilât vardır. Çünkü riya, rütbe ve mevkî istemektir. Bu istek, ya ibâdetlerle veya ibâdetlerin dışındaki şeylerle olur. Eğer ibâdetlerin dışındaki şeylerle mertebe istenilirse, bu mal istemek gibidir. Yeterli mal kazanmak haram olamaz. Çünkü insanın muhtaç olduğu az mal, övülen maldır. Bu bakımdan kişinin felâketlerden selâmet kalmasına vesile olan mevkîyi elde etmesi de övülür.

Hz. Yusuf un istediği mertebe bu kadardır.
Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55)

Nasıl malda hem öldürücü zehir ve hem de faydalı panzehir varsa mertebe de böyledir. Fazla malın insanı şaşırtıp yoldan çıkardığı, ALLAH´ın zikrini ve ahireti unutturduğu gibi, fazla makam ve mertebe de böyledir. Hatta daha şiddetlidir. Mertebe ve makamın fitnesi, malın fitnesinden daha (tehlikeli ve daha) büyüktür. Nasıl biz ´fazla mal edinilmesi haramdır´ demiyorsak, ´fazla kalpleri elde etmek de haramdır´ demiyoruz. Ancak fazla mal veya fazla rütbe, insanı yapılması caiz olmayan şeylere sürüklerse o zaman hüküm değişir.
Evet! Bütün gayreti fazla ve geniş mertebe elde etmeye sarfetmek, malın çoğalmasına sarfetmek gibi, şerlerin başlangıcıdır. Mertebe ve mal aşığı, kalp, dil ve diğer âzaların günahlarını terketmeye muktedir olamaz.

Haris olmadığın ve gittiği zaman da üzülmeyeceğin mertebe genişliğine gelince, bunda hiçbir zarar yoktur; zira Hz. Peygamberin, Hulefâ-i Râşidîn´in ve onlardan sonra gelen din âlimlerinin mertebesinden daha geniş bir mertebe yoktur. Fakat himmeti mertebenin talebine sarfetmek, dinde bir noksanlık ve eksiklik ise de haramlıkla vasıflanmaz. Bu bakımdan deriz ki: Kişinin halk arasına çıkmak için giydiği elbise gösteriştir. Fakat haram değildir. Çünkü ibâdetle değil, dünya ile riyakârlık yapmaktır.

İnsanlar için takılan süsleri de buna kıyas et! Bunun delili, Hz. Aişe´den rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir: ´Hz. Peygamber birgün ashabının yanına çıkmak istedi. Bunun üzerine su küpüne bakarak sarığını ve saçını düzeltti. Bu manzara karşısında Hz. Aişe (r.a) ´Ey ALLAH´ın Rasûlü Sen de mi?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Evet! ALLAH, kulunun arkadaşlarının huzuruna çıkmak istediğinde onlar için süslenmesini ister!

Evet! Bu, Hz. Peygamber için bir ibâdetti. Çünkü o, halkı dâvet etmeye, onları kendisine uymaya, teşvik ve terğib etmeye ve kalplerini kazanmaya memurdur. Eğer halkın gözünden düşerse, ona tâbi olmaya rağbet göstermezler. Bu bakımdan gözlerinde küçük görünmemek için görünüşünün güzel olmasına gayret etmesi kendisi için farzdı; zira halkın gözleri, gizli taraflara değil, görünür taraflara kayar. Hz. Peygamber´in kasti buydu. Fakat eğer bir kimse böyle yapmakla onların kötülemesinden, ayıplamasından kurtulmayı, hürmet ve tâzim göstermelerini kastederse, bu kasdı mübah bir kasıttır; zira kınanmanın eleminden korunmak, insanlarla yakınlık kurup rahata kavuşmayı istemek, insanın tabii hakkıdır. İnsanlar kendini pis ve kötü gördükleri zaman insan tahammül edemez hale gelir. Bu takdirde onlarla yakınlık kurması sözkonusu olamaz. O halde anlaşıldı ki ibadetlerin dışında olan şeylerde riya ve gösteriş yapmak, bazen mübah olur, bazen de kötü olur, bazı vakitlerde de ibâdet olur. Bunlar o gösterişten istenen maksada göre değişir. Bu sırra binaen deriz ki kişi malını, ibâdet ve sadaka için değil, kendisine ´cömert´ dedirtmek için ihtiyaç sahibi olmayanlara infak ederse, yaptığı gösteriştir. Fakat haram değildir. Benzerleri de böyledir.

Sadaka, namaz, oruç, gazâ ve hac gibi ibadetlere gelince, riyakârın burada iki hali vardır.

Birinci hal: Katıksız riyadan başka emeli olmamaktır! Bu riya ameli iptal eder; zira ameller, ancak niyet ve kasıtlara bağlıdır. O ise bunun ibâdet niyetiyle yapmamıştır. Sonra riyakârlık sadece ibâdetin bozulmasıyla kalmaz ki biz ´İbâdetten önceki gibi oldu´ diyelim. Âyet ve hadîslerin delâlet ettiği gibi, riyadan dolayı günahkâr olur!

Mânâda iki şey vardır: Birincisi, kullara hile yapmaktır. Çünkü kişi halka, muhlis ve ALLAH´a mutî olduğunu gösterir, din adamı olduğu hissini verir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünya işlerinde de hile yapmak haramdır. Hatta bir cemaatin alacağını edâ ederken halk -cömert olduğuna inansın diye- onlara yardım ettiğini hissettirirse, hilekârlığından dolayı günahkâr olur; zira kalpleri hile ve dalavere ile elde etmektedir!

İkincisi, ALLAH ile ilgilidir. O da, ALLAH´a yaptığı ibâdetiyle, in-sanları kandırmayı kasdetmektir. Bu bakımdan o kimse ALLAH ile alay etmiştir. Bu sırra binaen Katâde şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında ALLAH Teâlâ meleklerine ´Kuluma bakın! Benimle nasıl istihza ediyor!´ der".

Bunun misâli, hizmetkârların âdetinden olduğu gibi bütün gün sultanlardan birinin huzurunda elpençe durmasıdır. Oysa orada durması ancak sultanın cariyelerinden bir cariyeyi veya hizmetkârlarından bir hizmetkârını seyretmek içindir. Muhakkak ki bu durum, sultanla alay etmek demektir; zira hizmetiyle sultana yaklaşmak istemiyor! Aksine o hizmetle onun kölelerinden birini kastediyor!

Acaba kulun, ALLAH´ın ibâdetiyle zayıf, fayda ve zarara sahip olmayan bir mahlûka yaklaşmak isteğinden daha korkunç bir ha-reket tasavvur edilebilir mi?!

Bu ancak şu demektir: Riya yapan kişi zanneder ki kendisini seyreden kul, gayelerinin tahakkuku hususunda -maâzALLAH-ALLAH´tan daha kudretlidir. ALLAH´a yaklaşmaktan ona yaklaşmak daha iyidir! Çünkü onu padişahlar padişahına tercih ederek ibâdetinde hedef yapmıştır.

Acaba bir kulu ALLAH´tan daha fazla yüceltmekten daha korkunç bir istihza var mıdır? İşte bu, mühlikât (helâk ediciler)in en büyüklerindendir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) bu duruma ´küçük şirk´ adını vermiştir. Evet! Riya derecelerinin bazısı
bazısından daha şiddetlidir. Nitekim -eğer ALLAH dilerse- bunun beyanı Riyanın Dereceleri bahsinde gelecektir.

Riyanın az veya çok günahtan uzak olan bir kısmı yoktur. Günahlar, riyanın vesilelerine ve âletlerine göre sınıflanır. Eğer riyada ALLAH´tan başkasına secde etmek ve rükû yapmaktan başka bir hata yoksa, bu (cinayet ve günah bakımından) yeter de artar. Çünkü riyakâr, ALLAH´a yaklaşmayı kasdetmediği takdirde, muhakkak ALLAH´ın gayrisine yaklaşmayı kasteder!
Yemin olsun, eğer ALLAH´tan başkasını secde ile tâzim ederse, açıkça kâfir olur. Ancak riya, gizli küfürdür. Çünkü riyakâr, kalbinde halkı büyütmüştür. O büyütmede ona secde ve rükû etmek vardır. Bu bakımdan onun secdesiyle tazim edilip büyütülen bir yönden insanlardır.

Secde ile ALLAH´ın tâzîmi ortadan kalkıp halkın tâzîmi kalınca, bu durum şirke yakın bir durum olur. Ancak görünüşte secde ile ALLAH´ı tâzim etmekte, aslında ise gayesi büyük saydığı kimsenin kalbinde kendi nefsini büyütmektedir. Bu sırra binaen riya açık şirk değil gizli şirk olur. Bu durum cehaletin katmerlisidir. Ancak şeytan tarafından kandırılmış kullar kendisine fayda veya zarar, rızık, ecel, hali hazırdaki veya gelecekteki durumu hakkında ALLAH´tan daha fazla yardım edeceğini hayal eder! Bunun için de ALLAH´tan yüz çevirip onlara yönelir, kalplerini kazanmak için taptıklarına havâle ederse, yaptığının en az karşılığı bu olur. Çünkü bütün kullar nefislerini idare etmekten acizdirler. Kendilerine bile fayda veya zarar vermeye kudretleri yoktur. Acaba dünyada bunu nasıl başkasına verebilirler? Acaba babanın evladı yerine, evladın baba yerine cezalandırılmadığı, peygamberlerin bile ´nefsim, nefsim´ dediği bir günde, nasıl başkasına fayda veya zarar verebilirler? Acaba cahil, dünyadaki yalancı tamahkârlığıyla halktan beklediği şeylerde nasıl ahiret sevabını ve ALLAH´ın (rahmetine) yaklaşmayı değiştirir? Bu bakımdan şüphe etmemek gerekir ki ALLAH´ın ibâdet ve taati ile riyakârlık yapan bir kimsenin, kıyasla (akılla) da, nakille de ALLAH´ın gazabına uğrayacağı sabit olmuştur.
Bu durum, eğer ecir istemezse sözkonusudur. Sadakasında veya namazında ecir ile hamdi birlikte istediği zaman bu istek ihlâsın ruhuna zıd düşen şirktir. Biz şirkin hükmünü İhlâs bölümünde belirtmiştik. Bizim naklettiklerimizin doğruluğuna Said b.Müseyyeb ile Ubade b. Sâmit´in ´Burada onun hiç bir eşi yoktur´ demeleri delâlet eder.

____________________

43) Bu âbid zat Şam´ın şeyhidir. Ebî Müshir´den sonra bu mertebeyi ihraz etmiştir. H. I53´de doğmuş, H. 215´de vefat etmiştir.
44) Diybek köyüne mensub bir elbisedir. Dimyat´a yakın bulunan bu köy şimdi harebe halindedir. Bu elbise ipekten yapılır.

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:58

Kibir´in Zemmi

Ayetler
ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´raf/146)

İşte ALLAH her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.(Gafîr/35)
(Elçiler düşmanlarına karşı ALLAH´tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
(İbrahim/15)

Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar;(Furkan/21)

Rabbiniz buyurdu ki: ´Bana dua edin! Duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik.´(Gafîr/60) Hadîsler

Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremez. Hardal tanesi kadar kalbinde iman olan bir kimse de cehenneme girmez.3

Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği bir hadis-i kudsî de ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdır. Bu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.

Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle anlatır: Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldiler. İkisi de durakladı. Amr´ın oğlu geçip gitti. Fakat İbn Ömer durarak ağladı. Yanındakiler şöyle sordu:

-Ey Ebu Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?

Buna karşılık olarak, Amr´ın oğlu Abdullah´a işaret ederek dedi ki:
-Şu zat beni ağlattı. Şu adam Hz. Peygamber´in şöyle dediğini söylüyor: ´Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa ALLAH Teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar´.4

Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılır. Böylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder.5

Cimri, cebbar ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez.7

En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbar´ı unutur. En kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (ALLAH´ı) unutur. En kötü kul, o kuldur ki, gafil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unutur. Ne kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur.7

Sabit´in anlattığına göre !Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?´ denilince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Acaba önünde ölüm yok mu?8

Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Nuh (a.s), sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi ALLAH´a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, ´lâ ilâhe illâllah´ demeyi size tavsiye ediyorum. Çünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, ´Lâ ilâhe illâhlah´ da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelir. Eğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, ´Lâ ilâhe illâllah´ da onların üzerine bırakılsa muhakkak ´Lâ ilâhe illâllah´ onları kırar ve çökertir. Size ´SübhanALLAHi ve bihamdihi´ demeyi tavsiye ediyorum. Çünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır".9

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki ALLAH ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir´.

Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdir. Cennet ehli de yoksul ve zayıflardır.10

Bizim yanımızda en sevimliniz ve ahirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdır. Nezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır.11

Ashab-ı Kirâm ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruz. Acaba mütefeyhekûn kimlerdir?´ deyince, cevap olarak şöyle buyurdu: ´Kibirlenenlerdir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kibirlenenler, kıyamet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kıskıvrak yakalar. Onlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur).12

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Cebbar olanlar ve kibirlenenler kıyamet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunur. Bunlar ALLAH´ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13
Muhammed b. Vâsı14 der ki: Bilal b. Ebî Burde´nin huzuruna girdim ve kendisine ´Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet etti´ dedim.

Cehennemde bir vâdi vardır. Onun adına hebheb denilir. Oraya mağrurları yerleştirmek ALLAH´ın hakkıdır.15

´O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!´
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cehennemde bir köşk vardır. Mağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır.16

Ey ALLAHım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum.17

Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. O şeyler şunlardır: ´Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır.18

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, ALLAH katında büyüktür´.

Vehb şöyle der: ALLAH, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: ´Sen her mağrur insana haramsın!7

Ahnef b. Kay s, Mus´ab b. Zübeyir ile beraber, Mus´ab´ın yatağı üzerine otururlardı. Birgün Ahnef gelirken, Mus´ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştı. Bunun üzerine Ahnef, oturup Mus´ab´ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: ´Ademoğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!´

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan ALLAH´a karşı baş kaldırıyor!´

Kendi canlarınızda da öyle (ALLAH´ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var). Hâlâ görmeyecek misiniz?(Zâriyat/21)

Bu ayet-i celîlenin tefsirinde ´o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur´ denilmiştir.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki: ´Müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır´.
Süleyman el-Fârisî´ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: ´Kibir!´
Numan b. Bişr19 minberde şöyle haykırdı: ´Muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardır. Muhakkak ki ALLAH´ın nimetleriyle kudurmak, ALLAH´ın vergisiyle böbürlenmek, ALLAH´ın kuluna karşı mağrur olmak, ALLAH´a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!´

ALLAH Teâlâ´dan dünya ve ahirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.

3)Müslim
4)İmam Ahmed, Beyhâkî
5)Tirmizî
6)Müslim, Buhârî
7)Tirmizî
8)Beyhakî
9)İmam Ahmed, Buhârî, Hâkim
10)Müslim, Buhârî
11)İmam Ahmed
12)Tirmizî
13)Bezzar
14)Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas´dır. Basralı olan bu zat, gü-
venilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.
15)Ebu Yâ´lâ, Taberânî, Hâkim
16)Beyhakî
17)İbn Mâce, Ebu Dâvud
18)Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa´d b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî´dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bu-lundu. 64 yaşında iken Humus´da öldürüldü.


Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:59

Tevazu Ahlâkında Riyazet´in Son Noktası
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin ALLAH katında en sevimlisi normal olanlarıdır. Bu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdir. Onlardan geri kalan mütevazidir. Yani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.

Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olur. Böyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildir. ALLAH katında övülen şey adalettir. O da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektir. Bu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.

Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olur. Nefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedir. Durum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Eğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu´yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü´min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur. Bu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidir. Bu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerekse diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdur. Normal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydır. Nitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nez-dinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi... Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdür. Fakat biri daha fâhiştir. Aynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattır. Biri diğerinden daha çirkindir. Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir. Nitekim bu hem şer´an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedir. Biz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!

Duygu'Seli~ 02-18-2009 16:59

Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir´in Zemmi Hadîsler

Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH Teâlâ nazar etmez (iltifat etmez)!20

Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb´a sevketti, dolayısıyle ALLAH onu yere batırdı. O, kıyamet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir.21

Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyamet gününde ALLAH ona bakmaz (iltifat etmez)

Zeyd b. Eslem dedi ki: ´İbn Ömer´in yanına girdim. O esnada Abdullah b. Vâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer´in yanından geçti. İbn Ömer´in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldır. Yerde sürüme! Zira ben Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: ´Mağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH bakmaz (iltifat et-mez)!´23

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Ey Âdemoğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsun. Oysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdim. O zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdin. Yer için bir ağırlık oldun. Mal topladın, hakları menettin. Ta ki can boğaza gelip da-yanıncaya kadar. Bu sefer de dedin ki: ´Malımı sadaka vereceğim!´ Oysa sadakanın zamanı geçti!´24

Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, ALLAH onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar.25

İbn´ul-Arabî der ki: ´Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir´.

Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa ALLAH Teâlâ kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna varır.26

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir el-Huzelî´den27 şöyle rivayet ediliyor: Biz Hasan´la beraber bulunduğumuz bir anda İbn´ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdü. Onun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden do-kunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardı. O, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyordu. O anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: ´Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyor. Sağına soluna bakıyor. Ey Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette ALLAH´ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı ALLAH´ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsun. ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde ALLAH´ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır´.
İbn´ul-Ethem bu sözü işitti. Hasan Basrî´ye gelip özür talebinde bulundu. Hasan Basrî kendisine ´Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu emrini işitmedin mi?´ dedi.

(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü ALLAH büyüklük taslayan övüngeni sevmez. Yürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.(Lokman/18-19)

Hasan Basrî´nin yanından güzel giyimli bir genç geçti. Hasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: ´Ademoğlu gençliğine mağrur olup gösterişi sever. Toprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira ALLAH Teâlâ´nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir´.

Rivayet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gitti. Mağrur mağrur yürürken Tavus kendisine baktı. Onun sırtına dokunarak şöyle dedi: ´Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz´. Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: ´Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü´.

Muhammed b. Vâsıl mağrur davranan oğlunu gördü. Yanına çağırıp dedi ki: ´Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldım. Babana gelince ALLAH onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!´

İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: ´Muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!´ Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.

Rivayet ediliyor ki, Mutarrıf b. Abdillah, el-Muhelleb´i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki ALLAH da, ALLAH´ın Rasûlü de ondan nefret eder´. Muhelleb ´Herhalde beni tanıyamadın!´ dedi. Mutarrıf ´Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidir. Sonun da çirkin bir leştir. Sen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!´ diye karşılık verdi. Bu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.

Mücahid ´Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!´ (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde ´gururlana gururlana ehline gitti demektir´ dedi.

Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu´nun fazi-letini zikredeceğiz. ALLAH en doğrusunu bilir.

________________________

20)Müslim, Buhârî
21)Müslim, Buhârî
22)Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb´dır. Bu zat
Medineli ve makbul bir zattır. H. 19´da vefat etmiştir.
23)Müslim
24)İbn Mâce, Hâkim
25)Tirmizî
26)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
27)Tam adı Ebu Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ´dır. Hüzel kabilesinden
olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.
28)Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem´e hamledilir. Fakat Hasan Basrî´nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa´d´a, ya Müdmil b. Hakan´a veya Hâlid b. Safvan´a aittir. (İthaf´us-Saade,VIII/349)
29)Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde´dir. Meşhur idare-
cilerdendir.


Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:01

Tevazu´nun Fazileti

Hadîsler

Affetmekten dolayı ALLAH Teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki ALLAH için tevazu göstersin de ALLAH onu yüceltmesin!30

Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardır. Melekler onu o gemle zaptetmektedirler. Eğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: ´Ey ALLAHım! Onu alçalt!´ Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: ´Ey ALLAHım! Onu yücelt!31

Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterir. Helâlinden kazandığı malını infak eder. Zillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur.32

Ebu Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivayet ediyor. Hz. Peygamber (s,a) Kuba´da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyordu. Biz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt ge-tirdik. O sütün içine biraz da bal koyduk. Sütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: ´Bu nedir? Biz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!´ dedik. Bunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim ALLAH için tevazu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim gururlanırsa, ALLAH onu alçaltır. Kim tutumlu hareket ederse, ALLAH onu zengin eder. Kim israf ederse ALLAH onu fakir eder. Kim ALLAH´ı daha çok zikrederse, ALLAH onu sever.33

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) evinde birkaç ashabıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldi. Dilencide bir ak-saklık vardı. Hz. Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdi. İçeri girince Hz. Peygamber (s.a) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söyledi. Kureyş´ten bir kişi bundan alınarak sıkıldı. Bilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü.34

RABBİM beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktı. Ben hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrail´e (a.s) doğru kaldırıp bakınca bana ´Rabbine karşı mütevazi ol!´ dedi. Bunun üzerine ´Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!´ dedim.36

ALLAH Teâlâ, Musa´ya (a.s) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: ´Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kerem, takva demektir. Şeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir.37

Mesih İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara... Onlar kıyamette minberlerin sahipleridirler. Ne mutlu dünyada insanların arasını bulanlara... Onlar kıyamet gününde Firdevs´i elde ederler... Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere... ALLAH Teâlâ kıyamette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar.
ALLAH Teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu´yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul ALLAH´ın seçtiği (kimseler)dendir.38

Dört haslet vardır. ALLAH onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûttur. Sükût ibâdetin evvelidir, İkincisi ALLAH´a tevekkül etmektir. Üçüncüsü tevazudur. Dördüncüsü ise dünya hakkında zühddür.39

İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Kul tevazu gösterdiği zaman ALLAH onu yedinci göğe yüceltir.40

Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirir. Bu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki ALLAH size rahmet etsin!41

Hz. Peygamber (s.a) yemek yiyordu. Bu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldi. Adam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyordu. Hz. Peygamber onu yanına oturttu.42

Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider.43

Birgün ashabına şöyle buyurmuştur: ´Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?´ Ashab-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?´ deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Tevazudur´.44

Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz za-man, onlara tevazu gösteriniz. Mütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleniniz. Çünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir.45

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Kul, ALLAH için tevazu gösterdiğinde ALLAH onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: ´Yücel! ALLAH seni yüceltsin!´ Gururlandığı ve haddini aştığında ise, ALLAH onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: ´Alçal! ALLAH seni alçaltsın!´ Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktür. Hatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!"

Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardı. Güneş dağarcığı geçmişti. Bunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandı. Baktım ki o kişi, Hz. Peygamber´in ashabından Selman-ı Fârisî´dir. Ben ona yaptığımı söyledim. Bana nasihat olarak şunu söyledi: ´Ey Cüreyr! Dünyada ALLAH için tevazu göster! Çünkü dünyada ALLAH için mütevazi olan bir kimseyi ALLAH kıyamet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyamet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!´46

Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: ´Muhakkak sizler, ibâdetin en üs-tünü olan tevazudan gafil bulunuyorsunuz!´

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ´Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçer. Tevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer´.

Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektir. Eğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!´

İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandır. Böyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursun. Dünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!´

Katâde şöyle demiştir: ´Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyamet gününde onun için vebâl olur´.

ALLAH Teâlâ, Hz. İsa´ya şöyle vahiy gönderdi: ´Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!´

Kâ´b şöyle der: ´ALLAH (c.c) dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı ALLAH´a teşekkür eder, o nimetten dolayı ALLAH´a karşı tevazu gösterirse, muhakkak ALLAH ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, ahirette o nimetten ötürü derecesini yüceltir. ALLAH Teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü ALLAH´a karşı tevazu göstermezse, ALLAH Teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açar. Dilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer.

Abdülmelik b. Mervan´a şöyle denildi: ´Kim daha fazla faziletlidir?´ Abdülmelik ´Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi´ diye cevap verdi.
İbn Semmak, Harun Reşid´in huzuruna girip şöyle dedi:

-Ey mü´minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir.

-Senin sözlerin ne kadar da güzel!

-Ey mü´minlerin emîri! ALLAH´ın yaradılışında bir güzellik,nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse ALLAH divanında, ALLAH´ın hâlis velîlerinden yazılır.
Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı.
Süleyman b. Dâvud (a.s) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdi. Onlarla beraber oturur ve şöyle derdi: ´Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir´.

Biri şöyle demiştir: ´Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!´
Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettiler. Hasan onlara dedi ki: Tevazu´nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir´.
Mücâhid de şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Nuh´un kavmini (Tûfan´da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi.47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nuh´un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı´.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Âdemoğullarının kalbine muttali oldu. Musa´nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa´yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti´.

Yunus b. Ubeyd Arafat´tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben ALLAH´ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdim. Korkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar´.

Deniliyor ki: ´Mü´minin ALLAH katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andır. ALLAH katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır´.

Ziyad b. Abdullah en-Nemrî dedi ki: ´Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!´
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ´(Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!´ diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı.

Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!"
Bu söz, İbn Mübarek´in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: ´Mâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur´.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!´
Musa b. Asım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) esti. Muhammed b. Mukatil´e gittim ve dedim ki: ´Ey Ebu Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için ALLAH´a yalvar!´ Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: ´Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi)´.

Bunun üzerine Hz. Peygamber´i rüyamda gördüm. Bana şöyle dedi: ´Muhakkak ALLAH, Muhammed b. Mukatil´in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!´

Bir kişi Şiblî´ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: ´Sen necisin?´ (Böyle sormak Şiblî´nin âdetiydi ve bunun mânâsı ´senin halin nedir´ demektir). Adam, Şiblî´ye cevap olarak şöyle dedi: ´Ben, B har-finin altındaki noktayım´. Bunun üzerine Şiblî ona ´ALLAH senin şahidini helâk etti. Sen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?´ dedi.

Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: ´Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!´
Deniliyor ki: ´Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!´
Ebu Fetih b. Şahref den şöyle rivayet ediliyor: ´Rüyamda Ali b. Ebî Talib´i gördüm. Ona ´Ya Ebu Hasan! Bana nasihatta bulun!´ dedim. Dedi ki: ´Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu ALLAH´ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa..´

Bundan daha güzeli ALLAH´a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir.
Ebu Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: ´Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!´
Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir´. Bunun üzerine Ebu Yezid´e denildi ki: ´O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?´ Ebu Yezid şöyle cevap verdi: ´Kendine bir makam ve değer vermediği zaman. Çünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır´.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez´.

İrve b. Verd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridir. Her nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilir. Ancak tevazu nimeti bunun dışındadır´.

Yahya b. Hâlid el-Bermekî dedi ki: ´Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterir. Alçak bir insan ibâdet yaptığı za-man büyür, gururlanır!´
Yahya b. Muaz ´Malıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!´ dedi.

Deniliyor ki: ´Tevazu, bütün insanlarda güzeldir. Fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibir bütün insanlarda çirkindir. Fakat fakirlerde daha çirkindir!´

Deniliyor ki: ´Ancak ALLAH´a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardır. ALLAH´a karşı tevazu gösteren için yücelik, ALLAH´tan korkan için emniyet, ALLAH´ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur´.

Ebu Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: ´Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuştur. Bu bakımdan ALLAH kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati meneder. ALLAH Teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulu-nur´.
O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişir. ALLAH´ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman ALLAH´ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, ALLAH´ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür).

Cüneyd-i Bağdâdî´den rivayet edildiğine göre meclisinde bir cum´a günü şöyle dedi: Eğer bana Hz. Peygamber´den şöyle dediği rivayet edilmeseydi sizin için konuşmazdım:

Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır.48

Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Tevhid ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür´.
Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürür. Muvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar!

Amr b. Şeybe´den şöyle rivayet ediliyor: Ben Mekke´de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordum. Bir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördüm. Baktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlar. Bir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad´a geldim. Köprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldi. Dikkatle onu süzdüm ve tedkik ettim. O bana ´Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?´ deyince, ben cevap olarak dedim ki: ´Seni Mekke´de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan...´ Bunun üzerine ben ona Mekke´de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydım. O bana ´Ben o kişiyim!´ dedi. Ona ´ALLAH sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?)´ dedim. Dedi ki: ´Halkın te-vazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladım. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad´ı kasdediyor) beni alçalttı´.

Muğîre b. Müslim dedi ki: ´Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî´yi de tâzim eder ve kendisinden korkardık. O şöyle derdi: ´Benim Kûfe´nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!´

Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururdu. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: ´Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!´

Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!´ Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir.
Bir kişi, Abdullah b. Mübarek için dua etti ve dedi ki: ´Sen neyi umarsan ALLAH onu sana versin!´ Bunun üzerine İbn Mübârek o

kişiye dedi ki: ´Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!´
Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî´nin yanında övündüler. Selman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyim. Eğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür.´

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Biz keremi takvada, zen-ginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7

Kerîm olan ALLAH´tan hüsnü tevfîkini talep ederiz!

____________________

30)Müslim
31)Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab´ul-İman
32)Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî
33)Bezzar
34)Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir.
35)Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir
tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir
şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder.
Hz. Dâvud´un, Hz. Musa´nın (a.s) şeriatıyla amel ettiği gibi.
36)Ebu Yâ´lâ, (Hz. Aişe´den); Taberânî, (İbn Abbas´tan)
37)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak)
38)Taberânî, (mevkuf olarak)
39)Taberânî ve Hâkim
40)Beyhakî
41)İsfehanî, Terğib ve Terhib
42)Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebu Dâvud ve
Tirmizî Hz. Peygamber´in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivayet etmişlerdir.
43)Hadîs-i Garib´dir.
44)Hadîs-i Garib´dir.
45)Hadîs-i Garib´dir.
46)Ebu Nuaym, Hilye
47) Yani her biri peygamberin ve mü´minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul´un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu.
48) Tirmizî, (Ebu Hüreyre´den)

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:03

Kibir´in Hakikati ve Afetleri

Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; ´filân adam kibirlendi´. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki ´Nefsinde kibir vardır´. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirir. Böylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o in-sanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür:

Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.

Bunun mânâsı ´Böyle görmek kibri yok eder´ demek değildir. Aksine bu görgü ile bu inanç artar. İnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelir. Bundan dolayı da nefsinde azizleşir. İşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım.49

Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum´. Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir.
Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünür. Bu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettir. Buna aynı zamanda ´izzet ve taazzum´ da denir.

İbn Abbas ´Kendilerine (ALLAH´tan) gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH´ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür var. Onlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir´ (Mü´min/56) ayetinin tefsirinde ´O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler´ demiştir

Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, azamet´le tefsir etmiştir. Sonra bu ´izzet taslamanın´ meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da ´kibir´ ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister.

Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki
olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.

Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladır. Bu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yoktur. Çünkü onlar meşhur hareketlerdir. İşte kibir budur. Kibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuştur. Âbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlar. Halk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!

Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini mü´minlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez. Yine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamaz. Kalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamaz. Hasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildir. Bu hususu uzatmak mânâsızdır. Bu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtır. Kibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur.
İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez. Kötü ahlâkların biri diğerini getirir. Bazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırır. Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid

olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır.

Ayetler

O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış ´Haydi canlarınızı verin, ALLAH´a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve ALLAH´ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız´ (derken) onların hâlini bir görsen!(En´âm/93)

´Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere... İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş´ denildi.(Zümer/72)

Sonra ALLAH Teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, ALLAH´a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır.

Sonra her milletten Rahmân´a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız.(Meryem/69)

Ama âhirete iman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar.(Nahl/22)

Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbir-lerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara ´Siz olmasaydınız muhakkak biz iman eder-dik!´ derler.(Sebe/31)

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.(Gafir/60)

Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.
(A´raf/146)

Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kur´an´ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım´. Bazı tefsirlerde de ´Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim´ diye kayıtlıdır.

İbn Güreye şöyle der: "Bu ´Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım´ demektir".

Bu sırra binaen Hz. İsa (a.s) şöyle der: ´Muhakkak ekin düzlüklerde yeşerir. Tümsekler üzerinde bitmez. Hikmet de böyledir. Mütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yapar. Mağrur bir kimsenin kalbinde yapmaz. Görmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılır. Başını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur´.

Bu Hz. İsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldir. Mağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür.50
_________________

49) Daha önce geçmişti.
50) Müslim


Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:04

Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir´in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri

Kendisine karşı kibir taslanan ya ALLAH´tır veya O´nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:

Birincisi: ALLAH´a karşı-kibirlenmektir. Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Nitekim Nemrud da böyle yapmıştır. Nemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyordu. Nitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedir. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ (Nâziât/24) dedi; zira Firavun ALLAH´a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.(Mü´minûn/30)

Kâfirlere ´Rahman´a secde edin´ denildiği zaman ´Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç´ derler ve bu onların nefretini artırır.(Furkan/60)

İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktır. Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır. Davasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina eder. Bazen de bildiği halde itaat etmez. Bilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmez. Peygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmaz. Nitekim ALLAH Teâlâ on-ların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır:

Bizim gibi iki insana mı iman edelim?(Mü´minûn/47)

Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz.(İbrahim/10)

Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir.(Mü´minûn/34)

´Bize melekler indirilmeliydi, yahut RABBİMizi görmeli değil miydik?´ dediler. Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.(Furkan/21)

´Ona bir melek indirilmeli değil miydi?´ dediler. (En´âm/8) Firavun da ALLAH´ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor:

Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi?(Zuhruf/53)

O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.(Kasas/39)

Firavun, ALLAH´a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladı. Vehb der ki: Musa (a.s) Firavun´a İman et de senin sultanlığın senin olsun!´ dedi. Firavun, Hz. Musa´ya ´Bana mühlet ver ki Hâman´la müşavere edeyim!´ dedi. Bunun üzerine Hâman´la istişare etti. Hâman ona ´Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!´ dedi. Bunun üzerine Firavun, ALLAH´a itaat etmekten ve Hz. Musa´ya uymaktan kaçındı.
ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz. Peygamber´e karşı şöyle dediler:
Şu Kur´an iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!(Zuhruf/31)

Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Ebu Mes´ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hz. Peygamber´den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber yetim bir çocuktu. ´ALLAH onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?´ diye itirazda bulundular. ALLAH Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32)

Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler.(En´âm/53)

Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber´e ´Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!´ diyerek fakir müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O´na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın!
(En´âm/52)

Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın!(Kehf/28)

ALLAH onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: ´Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?´

Deniliyor ki: ´Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad´ı kastediyorlar´.
Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. ALLAH Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Ne zaman ki onlara ALLAH tarafından yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur´an) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler.(Bakara/89)

Vicdanları, onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.(Neml/14)
Bu gurur, ALLAH´a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da ALLAH´ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber´e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.

Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektir. Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.

1. Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır. Hiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak ALLAH´ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda ALLAH ile mücadele etmiş olur.

Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma ALLAH Teâlâ´nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir:

Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.

Yani bu benim sıfatımın özelliğidir. Ancak bana lâyıktır ve bana yakışır. Bu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur.
Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O´ndan başkasına yakışmaz. Bu bakımdan O´nun kullarına karşı böbürlenen O´na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olur. Bu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektir. Her ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de... Bu bakımdan bütün insanlar ALLAH´ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak ALLAH´ın hakkıdır. O halde, ALLAH´ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, ALLAH´ın hakkında ALLAH ile mücadele etmiş olur.
Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun´un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir.

2. Gurur rezaleti artan bir kimse ALLAH´ın emirlerinde ALLAH´a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, ALLAH´ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki ´dinin sırlarını araştırıyoruz´ martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler. Onlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmez. Derhal onu inkâra kalkışır. Gücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenir. Böyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira ALLAH Teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
İnkâra sapanlar dediler ki: ´Bu Kur´an´ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz´.
(Fussilet/26)

Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuştur. Böylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar.
Ona ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler.(Bakara/206)

Hz. Ömer bu ayeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz) demek suretiyle zik-redeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp ´emr-i bilma´rûf yaptı ve öldürüldü. Başka biri kalktı. Öldürenlere şöyle haykırdı: ´İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?´

Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!"

İbn Mes´ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman böyle diyene ´Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!´ diye karşılık vermek yeter de artar bile!"

Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye ´Sağ elinle ye!´ deyince o kişi ´Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Gücün yetmesin!´ dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: ´Bu kişinin, Hz. Peygamber´in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi´.51

Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettir. Çünkü kişinin bu tür gururu kendisini ALLAH´ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis´i ve onun durumlarını ALLAH Teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur´a misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir:

Ben ondan (Adem´den) daha hayırlıyım! (Sad/76)

İşte İblis´in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis´in bu gururu ALLAH´ın emir buyurduğu secde´yi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem´e (a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis´i ALLAH´ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis´in helâk olmasına sebep oldu.

İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hz. Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuştur. Çünkü Sâbit (r.a) Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?´ diye sorunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir.52

Bu söz ´Hakkı reddeden mütekebbir olur!´ şeklinde de vârid olmuştur.

Hadîs-i şerifteki ´Gemise´n-nâse´ cümlesinin mânâsı ´Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar´ demektir.

İşte birinci âfet budur! ´Sefihe´l-hakka´ ibaresinin mânâsı ise, ´hakkı reddetmek´ demektir. Bu da ikinci âfettir. Bu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektir. ALLAH´a boyun eğmekten çekinen, ALLAH´a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle ALLAH´a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise ALLAH´a ve ALLAH´ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir!
______________
51)Müslim
52)Müslim, Tirmizî

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:05

Ne ile Kibir Yapılır?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır´53

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.

Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini ALLAH katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, ALLAH´ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki ALLAH Teâlâ´nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.

Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!´

Hakîkaten bu hüküm, Ebu Derdâ´nın dediği gibidir.

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. ALLAH ile mülâki olmaktaki ve ALLAH´tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!

Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, ALLAH´ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

Mü´minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir.(Şuarâ/215)

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.(Âlu İmran/159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:

Mü´minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)

Hz. Abbas´ın rivayet ettiği hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kavim gelecektir. Kur´an´ı okuyacaklar fakat Kur´an onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar ´Biz Kur´an´ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?´ diyeceklerdir!

Hz. Peygamber bunu söylerken dönüp ashabına baktı ve şöyle dedi:

Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez´.

Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hz. Ömer´den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hz. Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: ´Kıssalar anlatman boğazlanmandır´. Yani senin için tehlikelidir.

Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer şöyle dedi: ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum´.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: ´Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde ´Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok´ kanâatinin varlığını müşahede ettim´.

Huzeyfe gibi bir sahabî´nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!

Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin´in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.

Eğer Hz. Peygamber´in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -ALLAH korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.

Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığı-mıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz,onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! ALLAH Teâlâ´nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O´nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki ALLAH´a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

Kişinin ´halk helâk oldu!´ dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir.55

Hz. Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, ALLAH´ın mahlûklarını hafife aldığına, ALLAH´ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl ALLAH´tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56
Bu kimse ile ALLAH için kendisini seven, ALLAH´ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine um-madığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu ALLAH için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı ALLAH´a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini ALLAH´ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, ALLAH tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman ALLAH tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı ´İsrailoğulları´nın rezili!´ derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da ´İsrailoğulları´nın âbidi´ denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden ´Ben İsrailoğulları´nın reziliyim, bu da İsrailoğulları´nın âbidi... Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki ALLAH bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder´ dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden ´Ben İsrailoğulları´nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları´nın rezili... Bu nasıl benim yanımda oturur?´ diye düşündü ve ondan yüzçevirerek ´Benim yanımdan kalk git!´ dedi.

Bu konuşmadan sonra ALLAH o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: ´Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!´
Başka bir rivayette, ´âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı´ şeklindedir. İşte bu hikâye sana, ALLAH Teâlâ´nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, ALLAH´ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben ALLAH´a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla ALLAH´a itaat eden bir kimsedir.
Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları´ndan biri -kişi, İsrailoğulları´ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: ´Başını kaldır! Yemin olsun ALLAH seni affetmeyecek!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle va-hiy gönderdi: ´Ey benim adıma yemin eden! Aksine ALLAH seni affetmeyecek!´

Hasan Basrî de şöyle demiştir: ´Yün elbise giyen, işlenmiş el-bise giyenden daha mağrurdur´. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.

Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi ALLAH´ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden ALLAH´ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. ALLAH´ın lütfûna mağrur olmaktır.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: ´Siz başınıza geleceği göreceksiniz!´ Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin ´kerametlerinden´ olduğunu iddia eder. ´ALLAH ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!´ der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, ALLAH´a, Hz. Peygamber´e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra ALLAH Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Sonra mağrur câhil, ALLAH katında ALLAH´ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. ALLAH´ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu za-vallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gafil olarak ALLAH´ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî´nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı´.
Bir de Arafat´tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-´Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!´ Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde ALLAH´tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle ALLAH´a karşı minnet eder.
Kim kesinlikle ALLAH´ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu ALLAH´tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için ´başkasından daha hayırlıdır´ şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Oysa ALLAH´ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.

Rivayet ediliyor ki bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hayırla yâdedildi. O kişi birgün çıkageldi. Ashab dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!´
Kişi geldi, selâm verip Hz. Peygamber´in yanına durdu. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki:

Seni ALLAH ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu mille-tin içerisinde ´senden daha üstünü yoktur´ dedi mi?

Kişi ´Ey ALLAHım! Beni affet´ dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, ALLAH´ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır´.
Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber´in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. ALLAH böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer ALLAH Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

Sana tâbi olan mü´minlere kanadını indir (tevazu göster). (Şurâ/215)

Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!
Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere ´O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?´ der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur´an´ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur´an okumuyor!´ Ve benzeri laflar...
Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: ´Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu´ ve benzeri sözler... Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.

Abid´in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece ´başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor´ veya ´ALLAH´ın dininde ondan daha kuvvetlidir´ denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim´e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: ´Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?´ Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? ´Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!´ Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki ALLAH Teâlâ´nın, ´Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur´ dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: ´Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?´ ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona ´Ey siyah kadının oğlu´ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!

Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: ´Benim yanağıma bas!´ İşte Hz. Peygamber´in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer´i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer´in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve ´Kibri ancak zillet sökebilir´ hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

İki kişi Hz. Peygamber´in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?´
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

´İki kişi Musa´nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filânım!´ Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun´57

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde ALLAH nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hz. Aişe´den (r.a) şöyle rivayet edilir: ´Bir kadın Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: ´Sen onun gıybetini yaptın!´59

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu ´kısa boylu olmakla´ anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe´nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: ´Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!´

Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:

O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona ´Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!´ dedi.(Kehf/34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman ´MâşaALLAH, kuvvet yalnız ALLAH iledir!´ demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama RABBİM bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir.(Kehf/39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra ALLAH Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
´Ah ne olaydı! RABBİMe hiçbir ortak koşmamış olaydım!´ diyordu.(Kehf/42)

Kârun´un gururu da bu türdendir; zira ALLAH Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler ´Keşke Kârun´a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!´ dediler.

6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de...

Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...

İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya ALLAH katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi...
ALLAH Teâlâ´dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak ALLAH herşeye kâdirdir.
_________________

53)Irâkî şöyle der: ´´Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal ´İlmin âfeti
unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur´ diye zayıf bir senedle Hz. Ali´den bu
hadîsi rivayet etmiştir".
54)İbn Mübârek, Zühd
55)Müslim
56)Müslim
57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban
59)Daha önce geçmişti.

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:07

Kibir´i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler

Kibir, bâtınî bir ahlâktır. Görünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirler. Buna tekebbür demek, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması mânâsına tahsis etmek uygundur. Bu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardır. O da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur; zira kişi nefsinden, ilminden, amelinden veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb´a kapıldığı zaman nefsini büyütür ve kibirlenir.

Zahirî kibre gelince, onun sebepleri üçtür: Birinci sebep, mütekebbirdedir. İkinci sebep, kendisine karşı kibir taslanan kimsedir. Üçüncü sebep de bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir.

Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdur. Kendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ve hased´dir. Bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe ge-lince, o sebep riyadır. Bu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur: Ucub, hıkd, hased ve riya!

Ucub

Biz daha önce de ucbun bâtınî kibri gerektirdiğini, bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu söyledik.

Hıkd

Hıkd, insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlar. Tıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi... Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını doğurmuştur. Böylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştir. Bu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmaz. Her ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de... Nice rezil kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmez. Kendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati
kabul etmemeye zorlar. O büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlar. Eğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremez. Ona karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemez. Bilmediği meseleleri ondan sormaz.

Hased

O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirir. Her ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de... Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder! Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmez. Ondan ilim öğrenmeyi bile reddeder. Nice cahil vardır ki ilme muhtaçtır. Oysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştır. O hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslar. Oysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktır. Fakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar!

Riya

Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet eder. Hatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara eder. Her ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina eder. İstifade etmek hu-susunda ona tevâzu göstermez. Bütün bunları halkın ´o kendisinden üstündür´ diyeceği korkusundan yapar. Bu bakımdan kendi-sini kibirlenmeye sevkeden âmil sadece riyadır. Eğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdi. Ucub veya hased veya hıkddan ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de böbürlenir. Yalancı olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet eder. Yalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı gururlanır. Meclislerde ona karşı büyüklük taslar! Yolda giderken onun önünde yürür. İkram ve i´zazda onunla eşit olmaya razı olmaz. Oysa bunlara müstehak olmadığını bilir. Neseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için,bâtınında kibir de yoktur. Sanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılır. O halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelir. ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. ALLAH en doğrusunu bilir!

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:07

Mütevazi Kimselerin Ahlâkı, Tevazu ile Tekebbür´ün Ortaya Çıktığı Yerler

Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar. Hatta sesinde ve nağmesinde, îrad ettiği ibarelerde, kullandığı kelimelerde yürüyüşünde, kalkışında, oturuşunda, hareketlerinde görülür. Fiillerinde, hallerinde, sözlerinde ve amellerinde görülür. Mütekebbirlerden bazıları vardır ki kibrin bütün bu türleri onda vardır. Bazıları bir kısmında tekebbür eder, bir kısmında tevazu gösterir. Tekebbür, yani önünde halkın ayağa kalkmasını veya huzurunda el pençe divan durmalarını isteyerek kibirlenmek de bunlardan biridir. Oysa Hz. Ali şöyle demiştir: ´Kim cehennem ehlin-den birine bakmak istiyorsa, kendisi otururken huzurunda elpençe divan duran bir topluluk bulunan bir kimseye baksın!´

Enes (r.a) dedi ki: ´Ashab-ı kirâmın nezdinde Hz. Peygamber´den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hz. Peygamber´i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı. O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Kul, arkasından biri yürüyüp kendisini takip ettiği müddetçe durmadan ALLAH´tan uzaklaşır!´

Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü görünüşte onlardan farklı değildi.
Bir topluluk Hasan Basrî´nin arkasında yürüdü. Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: ´Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!´

Hz. Peygamber (a.s) ashabıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi... Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.

O ahlâklardan biri de kişinin başkasını ziyaret etmemesidir. Her ne kadar ziyaret etmesinden, din hususunda başkasına bir hayır hâsıl olsa da yine yapmaz. Bu durum, tevâzunun zıddıdır.

Süfyan es-Sevrî Remle´ye (Filistin´de bir yer) geldi. İbrahim b. Edhem kendisine haber gönderip: ´Gel de bize hadîs rivayet et´ dedi. Bunun üzerine Süfyan es-Sevrî geldi. İbrahim´e ´Ya Ebu İshak! Süfyan es-Sevrî´ye nasıl böyle haber gönderirsin?´ denildi. İbrahim, cevaben şöyle dedi: ´Onun tevâzusunu denemek istedim!´

O huylardan biri de, kişinin başkasının yakınına oturmasından kaçınmasıdır. Ancak önünde oturursa buna izin verir. Tevâzu bunun tam zıddıdır.

İbn Vehb60 şöyle anlatıyor: ´Ben Abdülâziz b. Ebî Revvad´ın61 yanına oturdum. Baldırım onun baldırına bitişikti. Kendimi biraz ondan uzaklaştırdım. O benim elbisemden tuttu. Beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: ´Neden zorbalara yapmadıklarınızı bana yapıyorsunuz? Oysa ben sizin içinizde benden daha şerir bir kimse görmüyorum´.

Enes der ki: ´Medine´nin cariyelerinden herhangi biri Hz. Peygamber´in elinden tutar. O cariye Hz. Peygamber´in elini bırakıp gitmedikçe Hz. Peygamber elini onun elinden çekmezdi´.

O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivayet edildi ki bir kişi bedininde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hz.
Peygamber´in huzuruna girdi. O anda Hz. Peygamber´in yanında yemek yiyen bir grup ashab vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi).

Abdullah b. Ömer yemeğinden, cüzzamlı, alacalı veya herhangi bir hastayı uzaklaştırmazdı. Onları mutlaka sofrasında oturturdu.
O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde birşey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır. Rivayet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz´e birgün misafir geldi. Ömer de yazı yazıyordu. Çıra sönmeye yüz tutmuştu. Misafir dedi ki:

-Ben kalkıp çırayı düzelteyim mi?

-Misafiri çalıştırmak kişinin şerefine yakışmaz!

-O halde hizmetçiyi uyandırayım mı?

-Bu uykusu ilk uykudur. (Kalkmak ona zor gelir).
Kendisi kalkıp yağ kabını eline aldı, çıraya yağ doldurdu. Bunun üzerine misafir dedi ki:

-Ey mü´minlerin emîri! Sen bizzat mı kalkıp bunu yaptın?

-Gittiğimde ben Ömer´dim. Döndüğümde de yine Ömer´im. Bu hizmet benden hiçbir şey eksiltmedi. ALLAH nezdinde insanların en hayırlısı mütevâzi olandır.

O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdır. Bu da mütevazi kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hz. Peygamber aksini yapardı.62

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez´. (Nehc´ul-Belâğa)

Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) Hz. Ömer´in Şam valisi olduğu halde, odundan yapılmış kazanını bizzat hamama taşır (ve yıkanır )dı.

Tâbiînden Sadık b. Ebu Mâlik (r.a) der ki: ´Ebu Hüreyre´yi pazardan gelirken gördüm. Medine valisi Mervan b. Hakem´in nâibi olduğu halde sırtına bir odun bağı almıştı ve ´Ey Ebu Mâlik´in oğlu! Emîre yol ver!´ diyordu.

Esbağ b. Nübâte´den63 şöyle rivayet ediliyor: ´Hz. Ömer´i görür gibiyim. Sol eline bir parça et almış, sağ elinde de kamçısı pazarlarda gezip kontrol yapa yapa gidip evine giriyor´.

Biri şöyle anlatıyor: Hz. Ali´yi gördüm. Bir dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine: ´Ey mü´minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!´ teklifinde bulundum. Dedi ki: ´Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstehaktır´.

O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ´Ziyneti terketmek; normal elbise ile iktifa etmek imandandır´.64

Harun65 der ki: ´Ben hadîsin metninde geçen ´el-Bezâe´nin mânâsını Muan´dan66 sordum. Cevap olarak ´Elbisenin düşüğüdür!´ dedi.

Zeyd b. Vehb67 der ki: ´Hz. Ömer´i (r.a) pazara çıkarken gördüm. Elinde kamçısı, sırtında bir izar (abâ) vardı. O abâda ondört yama bulunuyordu. O yamaların bazıları deriden idi´.
Hz. Ali, yamalı bir elbisesinden dolayı kınandı. Buna karşılık olarak şöyle dedi: ´Benim bu giyimime, mü´min bir kimse uyar. Kalbi de bundan korkar!´

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Elbiselerin şatafatlısı kalpte gurur meydana getirir.
Tavus şöyle demiştir: ´Ben bu iki elbisemi yıkıyorum. Onlar kirlenmedikçe kalbimi değişik ve hoşuma gitmeyen bir şekilde görü-yorum´. (Kalbine giren ucbu kasdetmektedir).

Rivayet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: ´Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!´ Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: ´Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!´ Kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?´ denilince, cevap olarak dedi ki: ´Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardır. O nefsim dün-yanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki birşeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de ALLAH nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi´.

Said b. Süveyd şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülaziz, bize cuma namazını kıldırdı. Sonra oturdu. Sırtında önünden ve arkasından yamalı bir gömlek vardı. Biri kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! ALLAH Teâlâ sana varlık vermiştir. Acaba bir elbise giysen ne olur?´ dedi. Bunun üzerine o başını eğerek düşündü. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi: ´En büyük fazilet, zengin olduğun halde tutumlu davranmaktır. Affetmenin en faziletlisi, gücün yettiği halde affetmektir´.

Kim herhangi bir süsü ALLAH için bırakırsa, güzel bir elbiseyi ALLAH için çıkarır, ALLAH´a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak ALLAH´a gerekli olur.68

Soru: Hz. İsa (a.s) ´Elbiselerin süslüsü kalpte gurur meydana getirir´ dedi. Oysa bizim peygamberimizden (s.a) güzel elbisenin gurur olup olmadığı sorulduğu zaman, cevap olarak ´Hayır! Gurur olmaz! Fakat gurur, hakkı reddeden ve halkı hakir gören bir kimsenin hareketidir´ buyurdu. Bu bakımdan Hz. İsa´nın bu sözü ile Hz. Peygamber´in bu hadîsini nasıl telif edebiliriz?

Cevap: Yeni elbisenin her durumda ve herkes için tekebbürü gerektirmesi zarurî değildir. İşte Hz. Peygamber buna işaret etmiştir ve Hz. Peygamber´in Sâbit b. Kays´ın halinden bildiği bu idi; zira Sâbit şöyle sordu: ´Ben öyle bir kişiyim ki gördüğün gibi, güzel elbiseler bana sevdirilmiştir. Bu tekebbür olur mu?´ Hz. Peygamber de Sâbit´in meylinin nezâfete ve elbisenin temizliğine olduğunu, o elbise ile başkasına karşı gururlanmak niyeti taşımadığını bildiği için böyle demiştir, zira temiz elbise giymek, ille de gurur olacaktır diye bir mecburiyet yoktur. Fakat bazen de gururdan olur. Nitekim düşük kıymetli elbiseye razı olmak, bazen tevazudan olduğu gibi...

Mütekebbir bir kimsenin alâmeti; halk onu gördüğü zaman süslenmek istemesi, tek başına kaldığı zaman nasıl olacağına aldırmamasıdır. Güzelliğe tâlip olanın alâmeti tek başına kalsa, hatta evinde bile bulunsa, herşeyde güzelliği sevmesidir. Böyle bir sevgi kibirden olmaz. Bu bakımdan haller birçok bölüme ayrıldığı zaman Hz. İsa´nın ´O kalbin gururudur´ sözü, ´bazen kalpte gu-ruru gerektirir´ mânâsındadır. Hz. Peygamber´in ´O kibirden değildir´ sözü ise ille de kibri gerektirmez demektir. Kibri gerektirmemesi mümkün olduğu gibi, kibri doğurması da mümkündür.

Kısacası böyle bir durumda haller değişiktir. En güzeli, elbiselerin normal olmasıdır. Öyle bir elbise olmalı ki ne şıklığı ile, ne de pek yıpranmışlığıyla şöhreti getirmemelidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Yiyiniz! İçiniz! Giyiniz ve isrâf ile gururun gayrisinden tasadduk ediniz! Muhakkak ki ALLAH, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister.69

Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün!´ O, bu sözüyle, takva ehlinin elbisesiyle gururlanan bir topluluğa hitap etmiştir.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Size ne oluyor ki sırtınızda ruhbanların elbisesi bulunduğu ve kalbiniz yırtıcı kurtların kalbi gibi olduğu halde bana geliyorsunuz? Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün´.

Mütevazilerin ahlâkından biri de kendisine küfredildiği veya eziyet edildiği veya hakkı alındığı zaman, bunlara göğüs germek suretiyle tevazu göstermesidir. Bu tevazu esastır. Biz, gazab ve hased bahsinde eziyete tahammül göstermek hakkında seleften vârid olan misalleri zikretmiştik.

Kısacası güzel ahlâk ve tevazunun kaynakları Hz. Peygamber´in ahlâkıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber´e uymak ve ondan öğrenmek daha uygundur.

Ebu Seleme der ki: ´Ebu Said el-Hudrî´ye şöyle sordum: ´Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?´ Bana cevap olarak şöyle dedi: ´Ey yeğenim! ALLAH için ye! ALLAH için iç ve ALLAH için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hz. Peygamber´in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hz. Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da- çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi. Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdi. Elini hiçbir yemeğe uzatmazdı´.

Ebu Seleme b. Abdurrahman der ki: Hz. Âişe´nin hanesine gittim. Ebu Said´in Hz. Peygamber´in zühdü hakkında bana söyledik-lerini ona naklettim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Söylenenin bir harfi dahi yanlış değildir. Hatta eksik bile söylemiştir. Zira sana Hz. Peygamberin hiçbir zaman doyasıya yemediğini, hiç kimseye şikayet etmediğini, fakirliğin onun nezdinde genişlik ve zenginlikten daha sevimli olduğunu, bütün gün aç olduğu, bütün gece de açlık içerisinde kıvranıp sabahladığı halde, onun bu halinin onu o günün orucunu tutmaktan menetmediğini söylememiş. Oysa Hz. Peygamber eğer rabbinden yeryüzünün hazinelerini, meyvelerini, doğusundan batısına kadar olan geniş maişetini isteseydi, muhakkak kendisine verirdi. Hz. Peygamber´e olan şefkatimden ve çektiği açlığa üzüldüğümden ötürü çok zaman ağlamışımdır. Onun karnını elimle sıvazlar şöyle derdim: ´Nefsim sana fedâ olsun! Seni açlıktan menedecek kadar gıdayı dünyadan edinmiş olsaydın (daha iyi olmaz mıydı?)´ Bunun üzerine derdi ki: ´Ey Aişe! Ulû´1-Azim peygamberlerden olan arkadaşlarım bundan daha zahmetlisine katlandılar. Onlar, o halleri ile gidip rablerinin hu-zuruna vardılar. Onların varışlarını rableri güzel yaptı. Sevaplarını kat kat eyledi. Ben maişette genişliğe kaçarsam, benim bu hareketimin beni onlardan geri bırakmasından korkarım. Bu bakımdan birkaç gün sabretmem, yarın ahirette nasibimin eksiltilmesinden bana daha sevimli gelir! Arkadaş ve dostlarım olan ulû´1-azim peygamberlere yetişmekten bana daha sevimli gelecek birşey yoktur´.

Hz. Aişe (ra.) der ki: ´ALLAH´a yemin olsun! Bu sözlerden sonra, Hz. Peygamber, bir haftayı tamamlamadan ALLAH Teâlâ ruhunu kabzedip onu götürdü´.

Bu bakımdan Hz. Peygamber´in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır. O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hz. Peygamber´e uysun! Nefsini Hz. Peygamber´in derecesinden üstün görenin ve Hz. Peygamber´in razı olduğuna razı olmayanın cehaleti, ne korkunç cehalettir. Hz. Peygamber dünya ve din hususunda, mertebe bakımından, mahlûkların en yükseğiydi. Her beşerî izzet ve yücelik, ancak ona uymaktadır.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Biz öyle bir milletiz ki ALLAH bizi İslâm´la aziz etti. Bu bakımdan biz, İslâm´ın gayrisinde izzet aramayız!´

Hz. Ömer, bu sözünü Şam arâzîsine pejmürde bir kıyafetle girdiği ve kınandığı zaman söylemişti.70

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki bunlara Abdal denir. Onlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün istikrarı için kazıklarıdır. Peygamberlik sona erdiği zaman, ALLAH Teâlâ, peygamberlerin yerine, Ümmet-i Muhammed´den bir kavmi vazifelendirdi. Onlar fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmak ve güzel yüz sahibi olmakla halktan üstün olmadılar. Fakat onlar, doğru takva, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı sağlam göğüs, ALLAH rızası için müslümanlara nasihat etmek, korkmaksızın sabır göstermek ve zelîl olmaksızın tevazu göstermek suretiyle bu dereceye yükseldiler. Onlar bir kavimdir ki ALLAH onları seçmiş, kulları arasında ulûhiyyetine ibâdet etmek hususunda onları tahsis kılmıştır. Onlar kırk sıddîktırlar. Onlardan otuz kişinin kalbi, Rahmân´ın dostu İbrahim´in yakînine benzer bir yakîn üze-rindedir. Onlardan birinin yerine, ALLAH tarafından biri yaratılmadıkça o ölmez.

Ey kardeşim! Bil ki onlar hiçbir şeye lânet okumazlar, hiçbir şeye eziyet vermezler. Hiçbir şeyi tahkir etmezler. Hiçbir şeye karşı böbürlenmezler. Hiçbir kimseye hased etmez ve dünyaya haris olmazlar. Onlar, haber verme bakımından insanların en doğrusudur. Tabiatça en yumuşaklarıdırlar. Nefisce en cömertleridirler. Onların alâmet-i fârikaları cömertlik, tabiatları güler yüzlülük, sıfatları selâmettir. Onlar bugün korkuda, yarın gaflette değildirler. Onlar zâhirî hallerine devam ederler. Onlara, kendileriyle rablerinin arasındaki muamelelerde şiddetli esen rüzgârlar, şiddetli koşan atlar yetişemezler. Kalpleri sevinerek ALLAH´ın yüce huzuruna şevk göstererek yükselir. Hayır yarışmasında herkesten önde olmak bakımından terakki ederler. Onlar ALLAH´ın hizbidirler. İyi bilin ki ALLAH´ın hizbi, zafere kavuşanların ta kendileridirler.

Râvî der ki: Ben Ebu Derdâ´ya ´Bana bu saydığın sıfattan daha zor gelecek bir sıfat işitmedim. Ben nasıl bu zor sıfatı elde ederim?´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Seninle bu sıfat arasında, ancak dünyadan nefret ettiğin zaman bir münasebet vardır; zira sen dünyadan nefret ettiğin zaman, ahiret sevgisine yönelirsin. Ahiret sevgisi nisbetinde dünyadan yüzçevirip zühd ve takva gösterirsin. Zühd´ün ve takvân nisbetinde sana fayda verenleri basiretinle seversin. ALLAH Teâlâ isteğinin güzel olduğunu bildiği zaman, ona istikamet yolunu açar, onu korur. Ey yeğenim! Bu durum, ALLAH´ın kitabında vardır:

Gerçekten ALLAH, takva sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.(Nahl/12)

Yahya b. Ebî Kesir71 şöyle demiştir: ´Biz bu hususta düşündük. Lezzet alanların hiçbiri ALLAH sevgisinden ve rızasını talep etmekten almış oldukları zevki hiçbir şeyden alamazlar. Yarab! Bizi, seni sevenlerin sevenlerinden eyle! Ey âlemlerin rabbi! Çünkü senin vergin ancak senin razı olduğun bir kimseye lâyık olur´.
ALLAH rahmet deryalarını efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının üzerine akıtsın ve onlara selâm etsin!

______________

60)Abdullah b. Vehb b. Müslim Kureyş kabilesindendir. Güvenilir olan bu
zat, âbid idi. H. 97 senesinde 72 yaşında vefat etmiştir.
61)Künyesi Ebu Abdurrahman´dır. Sâdık bir âbiddir. H. 59 senesinde vefat
etmiştir.
62)Ebu Yâ´lâ, (Ebu Hüreyre´den)
63)Temim kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. Künyesi Ebu Kasım´dır.
Râfızîlikle itham edilmiştir. {İthaf"us-Saade, VIII/380)
64)Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Ebu Umâme b. Sa´lebe´den)
65)Tam adı Harun b. Said el-İllî es-Sa´dî´dir. Fazilet sahibi bu kişi H. 53 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir.
66)Bu zat, Muan b. İsa el-Fezzarî -İmam Mâlik´in talebelerindendir- veya
Muhammed el-Gifârî´dir.
67)Ebu Süleyman Kûfelidir. Muhadramûn´dandır. Güvenilir bir zattır. H. 80
senesinden sonra vefat etmiştir.
68)Ebu Nuaym
69)Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî
70)Zehebî, (Kays b. Müslim tarikiyle)
71)Kûfelidir.

Duygu'Seli~ 02-18-2009 17:08

Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu

Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.

Birinci Yol

Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır. Şifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündür. İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak ALLAH´a lâyık olduğunu bilir. Rabbini, O´nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükâşefe ilminin son noktasıdır.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye ALLAH´ın Kitabı´ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur´an´da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.

Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! ALLAH onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.(Abese/17-22)

İşte bu ayet-i celîle, insanoğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun!
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Sonra ALLAH onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira ALLAH onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte insanoğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan insanoğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira insanoğlu yaratılışının başlangıcında kâmil ya-ratılmadı. ALLAH Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı.İşte bu, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetlerinin mânâsıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese/17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.(İnsan/1-2)

Böylece ALLAH Teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.(Abese/20)

Bu ayet-i celîle insanoğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.
Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur.(İnsan/2-3)

Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra ALLAH onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken ALLAH Teâlâ ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalâletten sonra hidayet etti. Dikkat et! ALLAH onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!

İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?(Yasin/77)

O´nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz!(Rûm/20)

Bu bakımdan ALLAH´ın insanoğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsanoğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra insanoğlu ALLAH´ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce ALLAH (c.c) insanoğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! ALLAH Teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O´nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce ALLAH´a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:

Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik!(Beled/8-10)

İnsanoğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (ALLAH onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu.(Kıyâmet/36-38)

Bundan sonra ALLAH Teâlâ insanoğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi?(Kıyâmet/40)

O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir.

Evet! Eğer ALLAH Teâlâ, insanoğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat ALLAH Teâlâ varlığın devamında çeşitli afetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan insanoğlu bunu düşünmelidir. İnsanoğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:
Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/21-22)

Âyetin mânâsı, ALLAH insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer âzâlarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra RABBİM onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyametin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyameti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona ´Kitabını oku!´ denilir. O, kitabına işaret ederek ´Bu nedir?´ diye sorar. Ona ´O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat ALLAH onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!´ denir.

Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: ´Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın
hepsini sayıp dökmektir!´ İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: ´Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek´ (Abese/22). Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak... (bunlar hiç de ona yakışmaz!)
İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden ALLAH´a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, ALLAH´ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan ALLAH nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -ALLAH´ın affetmesi müstesna ki ALLAH´ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan ALLAH affederse o başka! ALLAH´ın kereminden ve ALLAH hakkındaki hüsn-i zandan dolayı ALLAH´tan bu af umulur. Kuvvet ancak ALLAH´tandır!

Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, ALLAH´ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

Amelî ilaca gelince, o bilfiil ALLAH´a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hz. Peygamber´in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.
Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: ´Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim´.72

Selmân-ı Fârisî´ye ´Neden yeni bir elbise giymiyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!´ dedi. Selman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştir. Mârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.
Bu sırra binaen ALLAH ve Hz. Peygamber´e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: ´Namaz dinin direğidir!´ Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.

O sırlardan olarak ALLAH´ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslâm´dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.

Hâkim b. Hizam73 der ki: ´Hz. Peygamber´e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim´. Hz. Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslâm´ın hikmetini anladıktan sonra, imanı kemâle erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdir. Böylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlâk olsun. Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde
ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. Kalp ise melekût âlemindendir.

İkinci Yol

Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. Biz Câh´ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldir. Bundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelir. Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:

Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır. Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.

Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!

Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: ´Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!´ Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.

İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa ALLAH Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
O´dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı.(Secde/7-8)

Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: ´Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!´ Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: ´Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsanoğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte insanoğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hz. Peygamber´in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?

Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?

İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez.İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya kok-lamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.

Enes (r.a) der ki: ´Ebubekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: ´Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!´

Tavus, Ömer b. Abdülaziz´e şöyle dedi: ´Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tavus, Ömer´in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte insanoğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini birgün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.

Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır. Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve ahirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hâkimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helâk etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!

İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.

Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti ALLAH´ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.

Bunun için Kâ´b´ul-Ahbar şöyle demiştir: ´Muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır´. Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir âlem kayar´. Bu bakımdan ALLAH nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini bü-yütmekten aciz kalır. Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.

Bir

Bilmelidir ki ALLAH´ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, ALLAH´a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse ALLAH´ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: ´Sana ne oldu?´ Cevap olarak der ki: ´Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum´.74

ALLAH Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:

Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer.(Cum´a/5)

Bununla ALLAH yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel´am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:

Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/175-176)

İbn Abbas (r.a) der ki: ´Bel´am´a ALLAH tarafından bir kitap indirildi. Bel´am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel´am´a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi... Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice âlim vardır ki ahirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzular. Böyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten ALLAH´a sığınırız!

Bu bakımdan bu tehlike âlimi gururdan meneder; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündür. Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashab-ı kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uy-gun değildir.
Ashabdan biri şöyle demiştir: ´Keşke annem beni doğurmasaydı´.75

Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: ´Keşke ben çöp olsaydım!´

Başka biri de şöyle dedi: ´Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!´ Diğer biri de ´Keşke ben anılan birşey olmasaydım´ demiştir. Bütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyor. Bu bakımdan ashab-ı kirâm nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdi. Ne zaman âlim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu
tamamen gider. Nefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görür. Böyle bir âlimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamış. Bazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmış. Bazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin ha-rareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verir. Öyle ki dünya kendisine daralır, tâkati son raddeye gelir. Bu sefer hesabının yapılması emredilir. Az veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilir. Öyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmez. Kendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştır. Bazılarını da atfetmiştir. Fakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedir. İzzet ve gururu iptal olur. Üzüntü ve korkusu artar. Halkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmaz. Aksine halktan herhangi birine karşı ´bana şefaatçı olur´ ümidiyle tevazu gösterir. İşte âlim kişi de böyledir. Rabbinin emirlerini, âzalarında beliren suçlarla, iç âlemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zâyi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır.

İki

Âlim kişi bilir ki kibir ancak ALLAH´a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman ALLAH´ın nefretine uğrar. Oysa ALLAH da kendisinden tevazu göstermesini ister ve ALLAH kendisine ´Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur´ demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, ALLAH´ın abâsı olan kibir hakkında ALLAH ile cedelleşen bir kimsenin belini ALLAH´ın kıracağını bilirler. ALLAH onlara manevî makamları ALLAH nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.

Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid´atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? ALLAH nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid´atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?

Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür. Âlim kişi kâfir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kâfirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, âlim kişinin de dalâlete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilir. Âhirette ALLAH katında değerli olan kimse büyüktür. Köpek ve domuz rütbece ALLAH katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir âlimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hz. Ömer´e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa ALLAH Teâlâ Hz. Ömer´e İslâm´ı nasib etti. Hz. Ebubekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir. Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman ´Bu cehaletiyle ALLAH´a isyan etmiş, ben ise ilmimle ALLAH´a isyan ediyorum. Bu bakımdan ALLAH katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!´ demelidir. Âlim kişiye baktığında ´Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!´ demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: ´Bu benden önce ALLAH´a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: ´Ben ondan önce ALLAH´a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Bid´atçı ve kâfire baktığı zaman ´Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (ALLAH korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...´ demelidir. Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin ahiret saadetinde ve ALLAH´a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir. Fakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve lâyıktır. Başkasının korkusuyla meşgul olmamalıdır. Çünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudur. Oysa her insanın şefkati kendi nefsinedir. Bu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamaz. Her ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldür. Sanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır.

Soru: Bu duruma göre ALLAH yolunda nasıl bid´atçı ve fâsık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir?

Cevap: Bu karışık bir durumdur. Halkın çoğu burada hayrette kalır; zira ALLAH için bid´atı ve fıskı inkâr etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb´a sürüklenmesiyle karışır. Nice cahil âbid ve mağrur âlim vardır ki fâsık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fâsıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak ister. Bu kimse ALLAH için o fâsıktan nefret ettiğini zanneder. Nitekim daha önce İsrailoğulları´nın âbidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi.... Bunun hikmeti şudur: ALLAH´a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli... Bundan sakınmak da mümkün! Fâsık ve bid´atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi´l-mâruf ve nehy-i an´il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürür. O şeylerin ikincisi; senin alâmet-i fârikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak ALLAH´tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendir. Bu bakımdan burada minnet senin değil, ALLAH´ındır. Bunu ALLAH´tan bilmelisin ki nefsin ucb´a kapılmasın. Ucb´a kapılmadıysa gurura da kapılmaz. O şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektir. Senin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun!

Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim?

Cevap: Sen sadece mevlân için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştir. Senin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştir. Sen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helâk olmuş görmemelisin. Aksine ALLAH Teâlâ´nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısın. Anlaman için bunu bir misâl ile anlatayım. ALLAH için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildir. Değerini onun değerinden üs-tün bilmen zarurî değildir.

Bu hususa şöyle bir misâl verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evlâdı vardır, bir de hizmetkârı... O hizmetkâra çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve ´edebe mugayir bir harekette bulunup lâyık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur´ diye emretmiştir. Eğer hizmetkâr efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görür. Çünkü köle, ancak mevlâsının emrini yerine getirmek suretiyle mevlâsına yaklaşmak ister. Mevlâsının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sâdır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenir. Fakat mevlâsının evlâdına karşı mütevazidir. Mevlâsının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilir. Çünkü evlâdın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan gurur ve adem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildir. İşte aynen bunun gibi bid´atçı ve fâsığa bakıp onların ahirette ALLAH katında kıymetleri ezelde takdir edilen imandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündür. Senin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gafil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsin. Bununla beraber, sen mevlânın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid´atçı ve fâsığa kızarsın. Çünkü onlardan mevlânın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştir. Bunu, mevlânın nezdinde ahiret âleminde mevlâya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsın. İşte bazı âlim ve akıllılar böyle yapardı. Buna korku ve tevazu da eklenirdi.

Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit eder. Neticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket eder. Bu, gururun son derecesidir. ALLAH´a karşı isyan eden veya bid´at oluşuna inanarak emr-i ilâhînin hükmüyle bid´atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur!

Yedinci Sebep: İbâdet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.76
İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer âbid kişi ´Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir´ derse, ona cevap olarak denir ki: ´Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, ALLAH katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır´.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber ´Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir´ buyurmuştur.

Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, ALLAH´ın katında ALLAH nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü ALLAH ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdır. Alim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.

Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, ALLAH sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.

Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve ´bunun günahı benden daha fazladır´ demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, ALLAH´ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi ALLAH katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı ALLAH´ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın ALLAH sevgisi, ihlâs, korku ve ALLAH´ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. ALLAH Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.

Vehb b. Münebbih der ki: ´Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir´. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: ´Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür´. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: ´Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla ALLAH arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! ALLAH o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir´. Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur´.
Bir kimsenin, ALLAH katında şakî olması ezelde, kaza ve ka-derde takdir edilmiş olabilir. O kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görür. Bu ise faziletin ta kendisidir.
Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: ´Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: ´Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp ALLAH´ın ibadetine dalmak gibi olmaz!´ İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona ´Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?´ diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: ´Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir´. Bunun üzerine âbid dedi ki: ´İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!´ Bu hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir.

Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60)

Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar.

Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü´minûn/57)

´Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) kor-kardık´ dediler.(Tûr/26)

ALLAH (c.c) günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini ´ALLAH´tan korkmak´ ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir:
Gece gündüz hep ALLAH´ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiya/20)

Onlar O´nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)

Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman ALLAH´ın azabından emin ol-mak galebe çalar ve kibir ortaya çıkar. Bu ise helâk olmanın sebebidir. Bu bakımdan kibir, emin olmanın delilidir. Emin olmak da helâk edicidir. Tevâzu korkunun delilidir. Korku ise, saadete vardıran bir vasıftır. Bu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır.

İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va´dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir.

Birinci İmtihan: Herhangi bir ilmî meselede, amellerinden biriyle münâzaat etmesidir. Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine teşekkür etmek ağır gelirse bu durum onun kalbinde gizli bir kibir olduğuna delâlet eder. Bu hususta ALLAH´tan korksun! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun! İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak ALLAH´a lâyık olduğunu hatırlatmalıdır. Amelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, nefsinin acizliğini ikrar etmeli, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: ´Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gafil idim. ALLAH sana mükâfat versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin´. Çünkü hikmet, mü´minin yitiğidir. Bu bakımdan mü´min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur. Kalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olur. Ne zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde kibir vardır. Eğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, riya vardır. Bu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidir. Nefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, ALLAH katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdır. Riyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsin. Eğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde riya ve kibir aynı anda bulunur. Onlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtul-ması fayda sağlamaz. Bu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidir. Çünkü onların ikisi de helâk eder.

İkinci İmtihan: Mahfellerde arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdur. Bu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt oluncaya kadar devam etmelidir. Böyle yapmakla kibir kendisinden silinir. Fakat burada şeytanın bir hilesi vardır. Şöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu tevazu sanar. Bu ise gururun ta kendisidir. Çünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham ettirirler! Dolayısıyla gurura kapılmış olur. Tevazu göstermekle de gururunu belirtmiş olur. Akran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir! Böyle yapmak gururun habâsetini, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur.

Üçüncü İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu gururdur; zira böyle yapmak güzel ahlâktandır. Bu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek büyüktür. Bu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelir. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır. Bununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır.

Dördüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler. İnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirler. Oysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdir. Oysa insanoğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır.

Ancak ALLAH´a selîm bir kalp getiren (fayda görür). (Şuâra/89)

Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtladı. Kendisine ´Ey Ebu Yusuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?)´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Evet! Vardı. Fakat ben nefsimi, denemek istedim´.

İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştir. Haberde şöyle vârid olmuştur; ´Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır´.77

Beşinci İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.
Ömer b. Abdülaziz´in (r.a) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim devenin yularını veya dizlerini bağlar, yünden (kabaca) yapılmış elbise giyerse, o kibirden uzaklaşmıştır.

Ben ancak kulum. Yerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerim. Deveme yem veririm. Yemek yerken parmaklarımı yalarım. Kölenin dâvetine icabet ederim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.

Ebu Musa el-Eş´ari´ye şöyle denildi: ´Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum´a namazından geri kalıyorlar!´ Bunun üzerine Ebu Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde imamlık yaptı.
Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde riya ve kibir bir arada bulunur. Cemaatten ötürü meydana gelen riyadır. Tek başına bulunduğu zaman meydana gelen kibirdir. Bunu iyi bil! Çünkü şerri bilmeyen şerden korunamaz. Hastalığı bilmeyen tedavisini yapamaz.

_____________
72)Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, {mürsel olarak)
73)Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el-
Esedî´dir. Hz. Hatice´nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir.
120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm´da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi.
74) Müslim, Buhârî
75) Hz. Ömer´in sözünden alınmıştır: ´Keşke Ömer´i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler´.
76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebu Umâme´den)
77) Beyhakî, Şuab´ul-îman

Duygu'Seli~ 02-23-2009 20:44

Ucb´un Zemini ve Afetleri

Ucub, gerek ALLAH´ın Kitabı´nda ve gerekse Hz. Peygamber´in sünnet-i seniyyesinde kötülenmiştir.

Ayetler

Andolsun ALLAH size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozguna uğrayarak arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız.(Tevbe/25)

ALLAH Teâlâ bu ayet-i celîleyi onların ucb´a kapılmasını kötülemek sadedinde indirmiştir.
Onlar da kalelerinin, kendilerini ALLAH´tan koruyacağını sanmışlardı. ALLAH onlara ummadıkları yerden geldi.(Haşr/2)

İşte görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, kâfirlerin kaleleri ve kuvvetleriyle ucb´a kapılmalarını kötülemektedir.

Onlar dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimselerdir.(Kehf/104)

Bu da çalışmakla ucb´a kapılmaya dönüşür. İnsanoğlu bazen isabetli bulduğu bir hareketinden dolayı ucb´a kapıldığı gibi, yanlış olan bir hareketiyle de ucb´a kapılır.
Hadîsler

Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler: 1. İtâat olunan cimrilik, 2. Arkasından gidilen hevâ-i nefis, 3. Kişinin nefsini beğenmesi neticesinde ucb´a düşmesi

Hz. Peygamber (s.a) Ebu Salebe (el-Hüşenî´ye), ümmetin sonunu zikrederken şöyle buyurmuştur:

Sen itâat olunan bir cimriliği, arkasında gidilen bir hevâ-i nefsi ve her rey sahibinin reyini benimsemesini gördüğün zaman, nefsini kurtarmaya çalış!78

İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Helâk olmak iki haslettedir: a) ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak, b) Ucb´a kapılmak.

İbn Mes´ud bu iki hasleti şu hikmetten dolayı bir arada zikretmiştir: Zira saadet ancak çalışmak, aramak, ciddiyet ve gayretle elde edilir. Ümitsiz bir kimse ise ne çalışır ne arar. Ucb´a kapılan bir kimse ise, saadete erdiğine inanır. Muradını elde ettiğine kanaat getirir ve dolayısıyla çalışmaz. Çünkü var olan birşey aranmaz. Muhâl olan birşey de aranmaz. Ucb´a kapılan bir kimsenin inancına göre saadet vardır ve kendisi de o saadete ulaşmıştır.

Ümitsiz bir kimse ise saadeti elde etmenin imkânsız olduğuna inanır. İşte bundan dolayı İbn Mes´ud. bunların ikisini bir arada zikretmiştir.

Artık kendinizi övüp yüceltmeyin!(Necm/32)

İbn Cureyc79 der ki: ´Bu ayet-i celîlenin mânâsı, ´bir hayrı işlediğin zaman ´Ben onu işledim´ demendir´.

Zeyd b. Eslem de ayete şu şekilde mânâ vermiştir: ´Nefsinizi hayır yapar ve hayır sever sanmayınız´, İşte ucb´ un mânâsı budur.

Talha80 Uhud gününde, kendi vücuduyla Hz. Peygamber´i düşmanın oklarından ve saldırısından korudu. Bedenini Hz. Peygamber´in önünde siper yaptı. Hatta kolu isabet aldı. Sanki bu büyük fiili, taaccübe kapılmasını gerektirdi; zira o canını Hz. Peygamber´e fedâ etti. Hz. Ömer, onda, bu durumu sezmiş ve şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´le beraber Talha´nın eli isabet aldığından bu yana Talha´da bir ucub vardır´. Fakat ondan ucbunu izhar ettiğine ve herhangi bir müslümanı hakir gördüğüne dair birşey nakledilmemiştir.

Şûra heyeti hakkında İbn Abbas, Hz. Ömer´e dedi ki: ´Sen Talha hakkında ne düşünüyorsun?´ Hz. Ömer şöyle dedi: ´Onda ucub vardır´.

Madem Talha gibi büyük insanlar ucubdan kurtulamıyorlar, acaba sakınmadıkları halde zayıflar nasıl kurtulabilir?

Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Eğer ben geceyi uyuyarak geçirir, sabahleyin gecemi bu şekilde geçirdiğimden dolayı pişmanlık duyarak sabahlarsam böyle olmam, geceyi ibâdetle geçirip sabahleyin ucb´a kapılarak sabahlamamdan bana daha sevimli gelir´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, sizin için günahtan daha büyük olan bir şeyden korkardım. (O da) ucub´dur.

İşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber, ucb´u günahlardan daha büyük göstermiştir.
Bişr b. Mansur görüldüğü zaman ALLAH ve ahiret günü hatıra gelirdi. Bişr´i bu mertebeye ulaştıran şey, ibâdete devamlılığı idi. Birgün arkasında bekleyen biri olduğu halde, namazını uzattı. Bişr, arkada bekleyen insanın bunu iyiliğine yorumlayacağını sezince namazı bitirdi ve adama şöyle dedi: ´Benden gördüğün ibâdet seni hayrete sevketmesin. Çünkü İblis uzun bir müddet meleklerle beraber ALLAH´a ibâdet etti. Sonra bugünkü durumuna düştü´.

Hz. Aişe´ye denildi ki: ´Kişi ne zaman kötülük yapmış olur?´ Cevap olarak dedi ki: İyilik yaptığını sandığı zaman´.

Sakın sadakalarınızı minnet edip başa kakmak ve eziyyet vermek suretiyle iptal etmeyiniz.
(Bakara/264)

Minnet etmek, sadakayı çok saymanın neticesidir. Ameli büyük saymak ise ucbun ta kendisidir. Bu bakımdan bununla anlaşıldı ki ucub gerçekten kötüdür.

___________
78)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hâce
79)Adı Abdülmelik b. Abdülâziz el-Kureyşî´dir
80) Talha b. Ubeydullah et-Teymî el-Kureyşî´dir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.

Duygu'Seli~ 02-23-2009 20:45

Ucb´un Afetleri

Ucb ´un âfetleri pek çoktur. Çünkü ucub, kibre çağırır; zira daha önce dediğimiz gibi ucub, kibrin sebeplerinden biridir. O halde ucubdan kibir doğar, kibirden de hiç kimseye gizli olmayan birçok âfetler doğar. Bu durum, kullara göre böyledir. ALLAH´a göre ise ucub, günahları unutmaya ve ihmal etmeye dâvet eder. Bu bakımdan kişi, günahlarının bir kısmını hatırlamaz, araştırmaz. Çünkü onları araştırmaya kendisini mecbur görmez ve dolayısıyla unutur. Günahlarından hatırladığı kısımları ise, küçük görür. Büyük telâkki edip telâfisine çalışmaz. Aksine bağışlandığını zanneder! İbâdet ve amellere gelince, kişi onları büyük görür. Onlarla mağrur olur. Onları yaptığından dolayı ALLAH´a minnet eder! ALLAH´ın tevfîk ve bu ibâdetleri yapması hususundaki nimetini inkâr eder. Sonra ibâdetleriyle ucb´a kapıldığı zaman âfetleri görmez olur. Oysa ibâdetlerin âfetlerini araştırmayan bir kimsenin, çalışmasının çoğu boşa gider. Çünkü zâhirî ameller halis ve riyadan tertemiz olmadıkça az fayda verir. Günahı, ucbu değil de korkusu galebe çalan bir kimse araştırır. Ucb´a kapılan kimse ise, nefsine ve görüşüne aldanıp ALLAH´ın azabından emin olur. ALLAH nezdinde bir mertebeye sahip olduğunu zanneder. ALLAH katında bir minneti ve ALLAH´ın nimetlerinden biri olan amellerinden ötürü ALLAH´ın ihsanından olan ibâdetlerinden dolayı bir hakkının olduğunu zanneder!

Ucub onu, nefsini övecek ve tezkiye edecek raddeye vardırır. Eğer görüşüne, amel ve ahlâkına güvenirse, bu güven onu istifade etmekten, istişarede bulunmaktan, bilenlerden sormaktan meneder. Bu bakımdan o, kendi nefsi ve görüşüyle hareket eder. Kendisinden daha âlim olan bir kimseden sormaktan çekinir. Bazen de kendisine doğru görünen yanlış fikrini benimser ve böyle bir fikrin kalbine doğan güzel mânâlardan olduğunu düşünerek sevinir. Fakat başkasının kalbine doğan mânâlara sevinmez. Böylece yanlış fikrinde ısrar eder. Nasihatçının nasihatini, vâizin va´zını dinlemez olur. Hatta başkasına câhil gözüyle bakar ve hatasında ısrar eder. Eğer görüşü dünyevî bir iş hakkında ise, orada sebat gösterir. Eğer dinî bir iş hakkında ise, hele inançların esaslarıyle ilgili olan meselelerde ise bu davranışı nedeniyle helâk olur. Eğer nefsini itham ederse, re´yine güvenmezse, Kur´an´ın nûruyla nûrlanır, din âlimlerinden yardım talep eder, ilim öğrenmeye devam eder, basiret ehlinden sormayı azaltmazsa, bu durum onu hakikate ulaştırır. İşte bu ve benzeri şeyler ucb´un âfetlerindendir ve bundan dolayı da ucub, helâk edicilerden olmuştur. Ucb´un en büyük âfetlerinden biri de zaferi elde ettiğini, artık ibâdet ve amelden müstağni olduğunu sanmasından dolayı çalışmakta gevşeklik göstermesidir. Bu, katıksız ve açık bir helâktir. Yüce ALLAH´tan ibâdetine bizi muvaffak etmesini talep ederiz!


Ben Sizin Gibi Değilim
İbn Ömer (r.a.) şöyle haber vermiştir:Hz. Peygamber (a.s.) yiyip içmeksizin oruçları birbirine eklemekten nehiy buyurdu. Sahabeler: Ama siz peş peşe oruç tutuyorsunuz, dediklerinde. Resulüllah (a.s.): "Ben, sizin gibi değilim. Zira ben, (RABBİM tarafından) yedirilir ve içirilirim" buyurmuştur.
Sahih-i Müslim´deki

Duygu'Seli~ 02-23-2009 21:14

Ucb´un ve Idlâlin Hakikati ve Tarifleri

Ucub, ancak kemâl olan bir vasıf sebebiyle oluşur. Nefsinin bir ilimde, amelde, malda veya başka bir sahada, kemâlini bilen bir kişinin iki durumu vardır:

Birincisi: O kemâlin zevâlinden, eksilmesinden veya temelinden yok olup gitmesinden korkmasıdır. Böyle bir kimseye ucb´a kapıldı denilmez.

İkincisi: O kemâlin zevâlinden korkmaz. Fakat nefsine izafe edildiğinden değil de ALLAH Teâlâ tarafından kendisine bir nimet olarak verildiği için onunla sevinir. Bu kimse de ucb´a kapılmış değildir. Bu kimsenin üçüncü bir durumu vardır. O, ucb´un ta kendisidir. O kemâl sıfatının gitmesinden korkmaz ve onunla sevinir. Ona gönül bağlar, onunla sevinmesi de sadece kemâl, nimet,hayır ve yücelik olduğundan dolayıdır. ALLAH´ın bir nimeti olduğundan dolayı değildir! Bu durumda kemâl sıfatıyla sevinmesi ancak kendisinin sıfatı olduğundan dolayıdır. Kendisine nisbet edildiğinden ve kendisinin böyle bir sıfatı bulunduğundan ötürüdür. ALLAH´a ait ve ALLAH´tan geldiğinden dolayı değildir. Bu bakımdan ne zaman kişinin kalbine bu kemâl sıfatının ALLAH´tan gelen bir nimet olduğu ve ALLAH´ın dilediği anda o nimeti alabileceği düşüncesi hâkim ise bu takdirde ucub nefsinden zâil olur. Bu bakımdan ucub, nimetin büyütülmesi, ona güvenilmesi ve onu nimet verene izafe etmeyi unutmaktır.

Eğer ucb´a ´ALLAH katında hak sahibi olduğu, O´nun nezdinde bir makamının olduğu´ düşüncesi eklenir ve bundan ötürü dünyadaki ibâdetinden bir keramet bekler, herhangi bir felâkete düçar olmayı uzak bir ihtimal sayarsa, fâsıkların başına fısklarından dolayı gelenin başına gelmeyeceğini uzak saymalarından daha fazla uzak bir ihtimal olarak sayarsa, bu durumuna ´Amelle idlâl (nazlanma)´ adı verilir. Sanki bu kimse ALLAH´ı minneti altında görür. Böylece bazen başkasına birşey verir, verdiği o şeyi büyütür. Ona minnet eder ve dolayısıyle ucb´a kapılmış olur. Eğer yardım etmiş olduğu kimsenin kendisine çalışmasını istiyorsa veya ona bir sürü tekliflerde bulunmuşsa veya haklarını ödemekten geri kalmasını uzak bir ihtimal sayarsa bu takdirde, ona minnet etmiş olur!
Verdiğini çok bularak başa kakma. (Müddessir/6)

Katâde bu ayetin tefsirinde ´amelinle minnet etme!´ demiştir.

Namazını çok görüp nazlanan kimsenin namazı, başının üstüne yükselmez. Yemin olsun, günahlarını itiraf ettiğin halde gülmen, amelini çok görüp nazlandığın halde ağlamandan daha hayırlıdır.81

İdlal (nazlanma) ucb´un arkasından gelen bir durumdur. İdlâl´e kapılan bir kimse yoktur ki ucb´a kapılmamış olsun. Ucb´a kapılan idlâle kapılmayabilir; zira ucub büyütmek ve nimeti unutmaktan dolayı meydana gelir. Ucb´a kapılan bir insan, amelinden dolayı bir mükâfat beklemez. İdlâl, amelinden dolayı mükâfatı beklemekle beraber meydana gelir. Eğer kişi, duasının kabul edilmesini umar, duasının reddedilmesini kalbinde hoş görmezse ve duasının reddedilmesinden hayrete kapılırsa, bu sefer ameliyle idlâle kapılmış sayılır. Çünkü fâsık bir kimsenin duasının reddedilmesinden hayret etmez. Bu gururundan dolayı kendi duasının reddedilmesine şaşırır. İşte bu ucub ve idlâl´in ta kendisidir. Bunlar kibrin başlangıç ve sebeplerindendirler. ALLAH en doğrusunu bilir!
___________
81) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyorsa da Zebidî Benî İsrâil âbidlerinden birinin sözü olduğunu söylemektedir.

Duygu'Seli~ 02-23-2009 21:15

Özet Olarak Ucb´un Çaresi

Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktır. Ucub hastalığı katıksız cehalettir. Bu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettir. İbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucub, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucubdan daha fazladır. Bu bakımdan deriz ki; takva, ibâdet ve kişiyi ucuba sevkeden amel ile kişi ancak bunların kendisinden olduğu düşüncesiyle ucb´a kapılır. Çünkü bu amelin merkez ve mecrası kişidir veya kişiden olup, onun sebebiyle meydana geldiği, kudret ve kuvvetiyle olması bakımından onunla ucb´a kapılır. Eğer o amelin kendisinden olduğu, kendisi onun merkez ve mecrası bulunduğu, o amel kendisinden câri olduğu gibi başkası tarafından da kendisine tatbik edildiği halde ucb´a kapılırsa, bu katıksız bir cehalettir. Çünkü fiilin merkezi olanın, fiili icad ve oluşturmakta herhangi bir müdahelesi yoktur. Kendisi sadece o fiilin icrası için tatbikat yeridir. Bu bakımdan kendisine ait olmayan bir şeyle nasıl ucb´a kapılır? Eğer o fiilin kendisinden olduğunu ve kendisine döndüğünü, ihtiyarıyla oluştuğunu ve kudretiyle tamamlandığını hesaba katarak ucb´a kapılırsa, bu takdirde gücünü, iradesini, azalarını ve amelinin tamamlanmasına vesile olan diğer sebepleri düşünmelidir. Acaba bunlar nereden kendisine gelmiştir? Eğer bütün bunlar ALLAH tarafından kendisine bir nimet olarak verilmiş ise ve bu nimeti gerektiren bir hakkı da yoksa, bu nimetlere kendisini vardıracak bir vesilesi mevcut değil ise -ki muhakkak böyledir- bu takdirde ALLAH´ın cömertliğine, kerem ve faziletine hayret etmelidir; zira ALLAH, müstehak olmadığı nimeti kendisine vermiştir. Kendisinin bir hakkı bulunmadığı halde kendisini başkasına, bu hususta tercih etmiştir. Bu bakımdan sultan, ne zaman hizmetkârlarına görünür, onlara bakar, onların birine hediyeler verirse ve bu verdiği hediyelerde verilenin herhangi bir sıfatından, güzelliğinden ve hizmetinden değil ise, sultanın lütûf olarak, hakkı olmadığı halde kendisini başka hizmetkârlarına tercih edişinden dolayı ucb´a kapılması mümkündür. Fakat bu kimsenin ucb´u ´Bu nerden geliyor ve sebebi nedir?´ düşüncesinden kaynaklanır. Böyle bir kimse, nefsine aldanarak ucb´a kapılmamalıdır. Evet; kulun, ucb´a kapılıp şöyle demesi mümkündür: ´Sultan âdil bir hâkimdir. Zulmetmez! Yaptıklarını -sebep olmadıkça- ne vaktinden önce, ne de vakti geçtikten sonra yapmaz! Eğer sultan bendeki bâtın sıfatlardan birini sezmeseydi hediyesiyle beni diğer arkadaşlarıma tercih etmez ve o hediyeyi sadece bana tahsis etmezdi´.

Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidir. Öyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidir. Başkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb´a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb´a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb´a kapılman ve ´Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdi. Başkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin´ demen gibidir. Bu takdirde denilir ki; ´Sana atı veren de odur. Bu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yoktur. Madem ki hepsi ondandır, senin nefsin değil de onun cömertliği ve fazileti seni ucb´a sürüklemelidir!´

Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb´a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilir. Fakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb´a kapılır, ´Ben O´nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti´ dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: ´Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?´ Muhakkak sen ´O´dur!´ diyeceksin. Bu takdirde sana denilir ki; ´Sevgi ile ibâdetin değeri O´nun katından gelen nimetlerdir. O nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir´. Bu bakımdan ucb´a kapılmak O´nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştir. Durum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb´a kapılmasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bütün bunlar ALLAH´ın faziletindendir. Ancak kişi, ALLAH´ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdir. Merkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.

İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildir. Çünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla ALLAH´ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb´a kapılmayayım?

Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir: Birincisi apaçık bir haktır. Diğerinde ise bir tür müsamaha vardır. Apaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar ALLAH´ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendir. Sen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O´nun yardımıyla yapmış oldun). Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O´nun yardımıyla kıldın).

Attığın zaman sen atmadın. ALLAH attı. (Enfâl/17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.

Bu, gözün görmesinden daha açık bir şekilde müşâhede edilir. Seni, âzalarını, o âzalardaki kuvvet, kudret ve sıhhati ALLAH yarattı. Senin için akıl ve ilmi O yarattı. Senin için iradeyi O yarattı. Eğer sen bunlardan herhangi bir şeyi nefsinden yok etmek istersen buna gücün yetmez. Sonra âzalarında hareketleri yarattı. Yaratmak hususunda O´nunla beraber senin cihetinden gelen bir ortaklık olmaksızın bunları yaratmaya başladı. Bunları tertib üzere yarattı. Azada kuvveti ve kalpte iradeyi yaratmadan önce hareketi yaratmadı. Maksat ve murada taallûk eden ilmi yaratmadan önce iradeyi yaratmadı. Bu nedenle O´nun yaratmadaki tedricî prensibidir ki sana ´amelini var etmişsin´ hayalini verir. Halbuki sen burada yanılmaktasın. Bunun izahı ve ALLAH´ın yarattığı amelden dolayı sevabın keyfiyetinin takriri Şükür Kitab´ında gelecektir. Çünkü orası bunun izahına daha uygundur.
Biz şimdilik senin müşkilatmı içinde bir tür müsamaha bulunan cevapla halletmeye çalışalım: Sanırsın ki amelin senin kudretinle var olmuştur(!) Senin kudretin neredendir?

Halbuki amel ancak senin varlığınla tasavvur edilebilir. Amelin, iraden, kudretin ve amel için diğer sebeplerin varlığı düşünüldükten sonra, amel düşünülebilir. Bütün bunlar senden değil, ALLAH´tandır. Eğer amel kudretle ise, kudret onun anahtarıdır. Bu anahtar da ALLAH´ın elindedir. ALLAH sana anahtarı vermedikçe, amel yapmak gücün dahilinde değildir. İbadetler hazinelerdir. Onlara saadetlerle varılır. Onların anahtarları kudret, irade ve ilimdir. Bütün bunlar şeksiz ve şüphesiz ALLAH´ın kudret elindedir.

Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermez. Eğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsın. O hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb´a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsin. Zira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettir. Düğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülür. Aynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelir. Amelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar ALLAH´tandır. Bunların hiç biri senden değildir. Bundan dolayı bütün işleri elinde tutan ALLAH´ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktir. Sen ALLAH Teâlâ´nın seni fâsık kullarına, bir lütfu ve keremi olarak tercih ettiğine, o fâsıklara, fesada davet edici fikirleri musallat kılıp o fikirleri senden uzaklaştırdığına, fâsıklara şehvet ve lezzetlerin sebeplerini elde etme imkânını verip, bunları yararına olsun diye senden uzaklaştırdığına, onlardan hayra çağıran sebepleri uzaklaştırıp hayrı işlemeyi sana, şerri işlemeyi de onlara kolaylaştıran ve hayrın teşvikçilerini sana musallat kılan ALLAH olduğu halde ve bütün bunları da senin bir hakkın olmadığı halde sana ikram eden, fâsığıın da geçmiş bir suçu bulunmadığı halde onu öyle kılan, seni ona tercih eden, faziletine mazhar kılan, asiyi uzaklaştıran, adaletiyle şekavete sürükleyenin O olduğunu bilip bütün bunlardan sonra yine de nefsine paye verip ucb´a kapılırsan, doğrusu bu şâyân-ı hayrettir!
Hâl böyle iken, senin kudretin -kudretin dahilinde olana- ancak ALLAH´ın muhalefeti mümkün olmayan bir teşvikçiyi sana musallat kılmasıyla olur. O fiile -her ne kadar tahkikte faili sen olsan da-seni mecbur eden O´dur. Bundan ötürü şükür ve nimet senin değil, O´nundur. Tevhid ve Tevekkül bölümünde sebeplerin ve müsebbiblerin zincirlemesinin beyanından ALLAH´tan başka hakikî failin olmadığını, ondan başka yaratıcının bulunmadığını öğreneceksin! Esasen o kimseye hayret etmeli ki ALLAH´ın kendisine akıl ihsan ettiği halde kendisini ilimsiz bir kimseden daha fakir bıraktığına hayret eder ve şöyle der: ´Ben akıllı ve faziletli olduğum halde ALLAH benden nasıl günlük nafakamı meneder de şu kişiye -gafil ve cahil olduğu halde- dünya nimetlerini yağdırır?!´ Hatta nerede ise bunu zulüm görecek kadar ileri gider. Mağrur adam bilmez ki eğer ALLAH ona akıl ve malı birden vermiş olsaydı, zahiren bu zulme daha çok benzerdi. Zira fakir olan cahil şöyle derdi: ´Yarab! Neden sen ona akıl ile zenginliği birden verdin, beni ikisinden de mahrum bıraktın? Neden ikisini birden bana vermedin veya neden birini bana ihsan etmedin?´ Hz. Ali de buna işaret etmiştir. Nitekim kendisine ´Neden akıllılar fakirdirler?´ diye sorulduğu zaman, şöyle demiştir: ´Kişinin aklı rızkından düşürülür!´

Şaşılacak şey şudur ki akıllı fakir, çoğu zaman zengin cahili kendisinden daha iyi görür! Halbuki eğer kendisine ´Onun cehaletini ve zenginliğini, aklınla fakirliğinin yerine kabul et´ denilirse bunu kabul etmeyişi; ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimetin daha büyük olduğuna delâlet eder. O halde neden cahile verilen zenginliğe hayret eder? Fakir ve güzel kadın, çirkin kadının üzerinde zînetler gördüğü zaman hayret ederek şöyle der: ´Bu güzelliğim süsten nasıl mahrum olur? O çirkinlik nasıl bu zînetlere sahip olur?´ Halbuki mağrur kadın bilmez ki onun tabiî güzelliği,rızkından sayılır. Eğer kendisine ´Ya tabiî güzelliği veya zengin-likle çirkinliği kabul et´ dense, elbette tabiî güzelliği seçer. O halde ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimet daha büyüktür.

Akıllı ve fakir hakimin kalbinden ´Yarab! Neden beni dünyadan mahrum ettin? Dünyayı cahillere verdin?´ demesi, tıpkı sultan tarafından kendisine at verilen bir kimsenin ´Ey sultanım! Ben at sahibi olduğum halde neden bana hizmetkâr vermedin?´ demesi gibidir. Bu bakımdan sultan ona şöyle diyebilir: ´Eğer ben sana atı vermemiş olsaydım sen hizmetkârı başkasına vermeme hayret etmezdin! O halde sanki ben sana atı vermemişim gibi bir düşün bakalım! Acaba sana vermiş olduğum nimetim, senin için bir hüccet mi oluyor ki onunla başka bir nimet istiyorsun?´

İşte bunlar´ cahillerin yakalarını kurtaramadığı birtakım vehimlerdir. Bütün bu vehimlerin kaynağı cehalettir. Cehalet de ancak, kulun amelinin ve vasıflarının tümünün ALLAH katında birer nimet olduklarını ve kul müstehak olmadan ALLAH Teâlâ´nın bu nimeti kendiliğinden kuluna ihsan ettiğini bilmekle ortadan kalkar. Tevazu ve teşekkür etmeyi insana gerekli kılar. Zevalinden korkmayı da nasip eder! Bunu bilen bir kimse için ilmiyle veya ameliyle ucb´a sapmak tasavvur olunamaz. Zira bunun ALLAH´tan olduğunu bilir. Nitekim Hz. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Hiçbir gece yok ki Dâvud´un aile efradından biri ibadet etmesin. Hiçbir gün yok ki Dâvud´un aile efradından biri mutlaka oruçlu olmasın!´

Başka bir rivayette ´Gecenin veya gündüzün herhangi bir saati yok ki o saat de Dâvud´un ailesinden biri sana ibadet etmesin. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya senin zikrini yapar´ diye varid olmuştur. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, Dâvud kuluna şöyle vahy gönderdi: ´Acaba bu kuvvet onlara nereden verilmiş? Muhakkak ki o kuvvet ancak bendendir. Eğer sana yardımım olmasaydı buna güç yetiremezdin. Gelecekte seni nefsine havale edeceğim´.

İbn Abbas (r,a) der ki: ´Dâvud´a (a.s) isabet eden zelle (günah) ancak ameliyle ucb´a kapılmasından ileri geldi. Zira Dâvud (a.s) ameli, Dâvud´un aile efradına izafe ederek onunla nazlandı. Vaktâ ki nefsine havale edildi, pişmanlık ve üzüntüyü gerektiren zelleyi işledi´.82
Dâvud (a.s) dedi ki:
-Yarab! İsrâiloğulları, neden İbrahim, İshak ve Yâkub´un yüzü suyu hürmetine senden istiyorlar!

-Ben onları belâlandırdım. Onlar sabrettiler!

-Beni de belâlandırırsan sabrederim!Böylece vakti gelmeden önce ameliyle nazlandı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

-Ben onlara belâ olarak verdiğim birşeyi haber vermedim.

Hangi ayda ve hangi günde olacağını söylemedim. Halbuki sana şu içinde bulunduğun senede, içinde bulunduğun ayda ve yarın bir kadınla seni imtihan edeceğimi haber veriyorum. Bu bakımdan nefsini koru!83

İşte bundan dolayı Hz. Dâvud (a.s) girmiş olduğu girdaba girdi. Hz. Peygamber´in ashabı da Huneyn gününde kuvvetlerine ve çokluklarına güvenip, ALLAH´ın kendilerine olan yardımını unuttukları ve ´Biz bugün azlıktan ötürü mağlup olmayız´ dedikleri zaman, nefislerine havale edildiler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

Andolsun ALLAH size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz! (kaçmıştınız).(Tevbe/25)

İbn Uyeyne, Hz. Eyyûb´un (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: ´Ya ilahî! Beni bu belâ ile müptela ettin! Halbuki bana herhangi bir emir geldiğinde mutlaka senin isteğini kendi isteğime tercih ettim´. Bunun üzerine bir buluttan, onbin ayrı sesle ´Ey Eyyûb! O fazilet sana nereden gelmiştir?´ diye seslenildi.

Râvi der ki: ´Eyyûb (a.s) bunun üzerine, yerden kum ve toprak avuçlayıp başına serpti ve şöyle dedi: ´Senden yarab! Senden yarab!´ Böylece unutkanlığından onu ALLAH´a izafe etmeye döndü ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

Eğer üzerinizde ALLAH´ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi.(Nûr/21)

Hz. Peygamber (s.a) insanların en hayırlısı oldukları halde as-hâbına şöyle hitap etti:

-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!

-Sen de mi ya Rasûlullah?

-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak RABBİMin rahmetiyle beni örtmesi hariç!84

Hz. Peygamber´in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdi. Hem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen:.. Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb´a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?

Vaziyet bu iken ucub lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budur. Bu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb´a kapılmaktan meneder. Kalp kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, iman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görür. Bu durumdan korkar ve şöyle der: ´ALLAH, suçsuz mahrum etmekten perva etmez. Nice mü´min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır´. İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucub kalamaz. ALLAH herkesten daha iyi bilir.

_________________

82) Hakim ve Beyhakî, Şuab´ul-İman
83) İbn Cerir, (İbn-i Abbas´tan)
84) Müslim, Buhârî

Duygu'Seli~ 02-23-2009 21:15

Ucub´u Gerektiren Şeylerin Kısımları ve İlacının Tafsilatı
Daha önce zikrettiğimiz böbürlenmenin sebepleriyle ucub meydana gelir. Bazen de böbürlenmeye vesile olmayan birşey ile insan ucb´a kapılır. Cehaletiyle kendisine süslü püslü görünen yanlış fikirden ucb´a kapılması gibi... Ucb´a yol açan şeyler sekiz tanedir.

Birincisi: Güzelliği, giyinişi, sıhhati, kuvveti, fiziğinin ve sesinin güzelliği hususunda bedeniyle ucb´a kapılmaktır. Kısacası her şeyi ile ucb´a kapılmaktır. Bu bakımdan nefsinin güzelliğine bakar ve bu güzelliğin ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu ve her durumda zevale mahkum olduğunu unutur. Bu şekilde ucb´a kapılmanın tedavi yolu; güzelliğiyle kibre kapılmak hakkında belirttiğimiz ilacın aynısıdır. O da şudur: ´İçindeki pislikleri, başlangıcını, sonunu düşünmeli, güzel yüzler ve yumuşak bedenlerin toprak altında nasıl paramparça olduklarını, kabirlerde nasıl koktuklarını düşünmelidir. Tabiatların kendilerinden nasıl ürker bir vaziyete geldiğini çok iyi düşünüp ibret almalıdır.
İkincisi: Kuvvet ve kudretiyle ucb´a kapılmasıdır. Nitekim Ad85 kavminden hikâye olunduğu gibi, ALLAH´ın haber verdiğine göre onlar dediler ki:
Bizden daha kuvvetli kim var? (Fussllet/15)

Nitekim Uc86 kuvvetine güvenerek, kuvvetinden dolayı ucb´a kapılarak büyük bir kayayı Hz. Musa´nın ordusu üzerine atmak için kaldırdı. ALLAH Teâlâ, kaya parçasını, Hüdhüd kuşunun gagası ile Uc´un boynuna geçirmek üzere deldirdi. Bazen mü´min bir kimse de kuvvetine güvenir. Nitekim Hz. Süleyman´dan şöyle rivayet ediliyor:

Muhakkak bu gece yüz hanımımın odalarına gideceğim; (onlarla birlikte olacağım)
Hz. Süleyman ´Eğer ALLAH dilerse´ demeyi unuttu ve dolayısıyla istediği evlattan mahrum oldu.87 Hz. Dâvud´un ´Eğer beni belâlandırırsan sabredeceğim´ sözü de böyledir. O, kuvvetinden ucb´a kapılarak ve kuvvetine güvenerek bunu söyledi. Kadınla imtihan edildiği zaman sabredemedi.88

Kuvvetle ucb´a kapılmak, savaşlarda hücum etmeyi, nefsi tehlikeye atmayı, kötülükle kasteden herkesi öldürmeyi ve vurmakta acele etmeyi beraberinde getirir. Bu tür ucb´un tedavisi, daha önce zikrettiğimiz şekildedir. Bilmelidir ki eğer bir günlük sıtmayı ALLAH Teâlâ kendisine musallat kılarsa kuvveti zayıflar. O kuvvet ile ucb´a kapıldığı takdirde, ALLAH´ın kendisine musallat kılacağı ufak bir âfetle o kuvvetin kendisinden selbedebileceğini de bilmelidir!

Üçüncüsü: Akıl ve zekasından, din ve dünya işlerinin inceliklerini sezdiğinden ucb´a kapılmaktır! Böyle bir ucb´un semeresi; kendi görüşünü beğenmek, meşvereti terketmek, kendisine ve görüşüne muhalif olan kimseleri cehaletle itham etmektir! Böyle bir kimse ehl-i ilme az kulak verdiğinden, aklı ve reyiyle kendisini büyük saydığından dolayı, onlardan yüz çevirmeye, onları hakir ve zelil görmeye cesaret eder. Bu tür ucb´un tedavisi ALLAH´ın kendisine rızık olarak verdiği akıldan dolayı ALLAH´a teşekkür etmesi, bu aklı dimağına isabet edecek az bir hastalıkla nasıl deliliğe çevirebileceğini, kendisini nasıl gülünç bir duruma sokabileceğini düşünmektir. Bu bakımdan böyle bir kimse, eğer aklıyla ucb´a kapılırsa ALLAH´ın, aklı kendisinden alacağından emin olmamalıdır. Eğer onun şükrünü ifa etmezse, korkmalıdır. O halde kişi akıl ve ilmini az saysın ve bilsin ki kendisine ilimden pek az verilmiştir. Her ne kadar ilmi geniş ise de bildikleri bilmediklerinden daha azdır ve böyle bir kimse aklını daima itham etmeli, ahmaklara bakmalıdır. Halk onlara güldüğü halde, onlar akıllarını nasıl beğeniyorlar? Dolayısıyla bilmediği halde onlardan olmaktan sakınmalıdır. Zira aklı kısa olan bir kimse hiçbir zaman aklının kusurunu bilmez. Bu bakımdan aklının derecesini nefsinden değil, düşmanlarından öğrenmelidir. Zira kendisine yağ çeken bir kimse onu över, dolayısıyla onun ucb´u gittikçe kabarır. Halbuki o nefsi için sadece iyi şeyler düşünür. Nefsinin cehaletini bir türlü sezemez ve dolayısıyla bu övgü ile ucb´u daha da artar.

Dördüncüsü: Şerefli bir neseb ve soyla ucb´a kapılmaktır. Haşimî89 soyundan gelenlerin ucb´u gibi... Hatta bazıları nesebinin şerefiyle, ecdadının kurtuluşuyla kurtulacağını ve affolunacağını sanır(!) Bazıları da bütün insanların kendisinin kölesi ve kulu olduğunu düşünür. Bu tür ucb´un tedavisi şunları bilmesidir: Ne zaman fiil ve ahlâkında ecdadına muhalefet ederse, buna rağmen onların zümresine iltihak edeceğini sanırsa, cehalet girdabına girmiş olur. Eğer ecdadına uyarsa, ucb´a kapılmak onların ahlâkından değildir. Korku, nefsini hakir görmek, halkı büyütmek, nefsini zemmetmek onların ahlâkından idi. Onlar ibadet, ilim ve güzel hasletlerle şeref bulmuşlardır, neseble değil! Bu bakımdan ecdadı hangi yoldan şeref bulmuşsa, o da o yoldan şeref arasın. Zira onlarla, ALLAH´a ve son güne iman etmeyen kimseler de nesebde eşittirler. (Ebu Leheb´le Hz. Peygamber gibi) ve kabilelerde ortaktırlar. Halbuki bu kâfirler ALLAH katında köpeklerden daha şerîr, domuzlardan daha şenî´dirler.

Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! (Hucurât/13)

Yani neseb bakımından aranızda herhangi bir fark yoktur. Çünkü hepiniz aynı asıldan geliyorsunuz. Sonra ALLAH Teâlâ, nesebin faydasını zikrederek şöyle buyurdu:

Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. (Hucurât/13)

Sonra ALLAH Teâlâ, şerefin neseble değil, takvâ ile olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
ALLAH katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber´i ´insanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?´ diye sorulduğu zaman ´Benim nesebimden gelen bir kimsedir!´ demeyip, şöyle dedi:

İnsanların en şereflisi, en fazla ölümü anan ve en fazla ölüm için hazırlıklı bulunanıdır.90

Yukarıda bahsi geçen ayet-i celîle, Bilâl´in Mekke´nin fethedildiği günde Kâbe´nin damına çıkıp ezan okuduğu, Hâris b. Hişam, Süheyl b. Amir ve Hâlid b. Useyd´in ´Bu simsiyah köle mi ezan okuyor!´ dedikleri zaman nazil olmuştur.

ALLAH katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şüphe yoktur ki ALLAH Teâlâ, sizden cahiliyet devrinin kibrini gidermiştir. Hepiniz Âdem´in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.91

Ey Kureyş cemaati! İnsanlar kıyamet gününde amellerle, sizler de sırtlarınıza almış olduğunuz dünya ile gelmeyesiniz! (O zaman) ´Ya Muhammed! Ya Muhammed!´ diye sesleneceksiniz. Ben de sizden yüz çevireceğim.92

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, eğer onlar dünyaya meylederlerse, onlara Kureyş soyundan gelmelerinin kendilerine hiçbir yarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.

´En yakın akrabalarını korkut!´ (Şuarâ/24) ayeti nâzil olduğu zaman, Hz. Peygamber akrabalarını çağırdı ve onlara şöyle dedi:

Ey Muhammed´in kızı Fâtıma! Ey Muhammed´in halası ve Abdülmuttalib´in kızı Safiye! Nefisleriniz için amel işleyin. Çünkü ben sizi ALLAH´ın azabından hiçbir şekilde koruyamam.93

Bu emirleri bilen ve aynı zamanda şerefinin takvâsı nisbetinde olduğunu anlayan ve yine geçmişlerinin âdetinin mütevazi davranmak olduğunu bilen bir kimse takvâ ve tevazu hususunda onlara uyar. Aksi takdirde lisan-ı hâliyle kendi soyunu tenkid etmiş olur. Onların soyundan gelse bile tevazu, takvâ, ALLAH korkusu hususunda onlara ayak uydurmazsa, hâl lisanıyla soyunu tenkid etmiş olur.

Soru: Hz. Peygamber, kızı Fâtıma ve halası Safiye´ye yukardaki sözlerini söyledikten sonra şöyle buyurdu:

Muhakkak ben ikiniz için ALLAH´ın azabını uzaklaştırmak hususunda hiçbir fayda sağlayamam. Ancak sizin (benimle) bir yakınlığınız vardır. Ben dünyada o hakkınızı vereceğim.94
Acaba Benî Süleym (Araplardan bir kabiledir), benim şefaatimi umar da Benî Abdülmuttalib ummazlar mı?95

Bu hadîsler, Hz, Peygamber´in yakın akrabalarına özel bir şekilde şefaat edeceğine delâlet eder.

Cevap: Her müslüman Hz. Peygamber´in şefaatini bekler. O halde onun soyundan gelenin beklemesi daha uygundur. Fakat soyundan gelenin şefaatini beklemesi ancak ALLAH´ın gazabından sakınmak şartıyla yerinde bir ümit olur. Çünkü ALLAH Teâlâ, eğer bir insana gazab ederse, hiç kimseye o insan için şefaat etme iznini vermez. Zira günahlar, ALLAH Teâlâ´nın öfkesini gerektirir ve dolayısıyla sahibine şefaat iznini vermemeyi icabettiren, şefaatten dolayı bağışlanan kısımlara ayrılır. Tıpkı dünya sultanlarının katındaki suçlar gibi... Zira sultan nezdinde büyük mertebeye sahip olan bir kimse için, sultanın öfkesini gerektiren bir harekette bulunan kimseler için şefaat etme yetkisi yoktur. Bu bakımdan bir-takım günahlar vardır ki şefaat insanı onlardan kurtaramaz.

ALLAH onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. ALLAH´ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve on-lar O´nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)

Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir?(Bakara/255)

Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.(Müddessir/48)

O´nun huzurunda, O´nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.(Sebe/23)

Günahlar, şefaat kabul edilen ve edilmeyen kısımlara ayrıldıkları zaman, elbette korkmak ve titremek gerekir. Eğer her günah hakkında şefaat kabul olunsaydı, Hz. Peygamber Kureyşlilere ibadet ve taatı emretmezdi ve yine Hz. Peygamber, kızı Fâtıma´yı masiyetten sakındırmazdı. Ona -hâşâ- şehvetlerin arkasında gitmeyi, dünyadaki lezzetleri alabildiğince almaya izin verirdi. Sonra ahirette ona şefaat ederdi! Bu bakımdan günahlara dalmak, takvâyı terketmek, bunu da şefaat ümidine istinaden yapmak, hastanın babasına, kardeşine, başka bir yakınma veya doktora güvenerek şehvetlere dalmasına benzer. Böyle yapmak cahilce bir harekettir. Zira doktorun çabası ve ustalığı bütün hastalıklarda değil, ancak bir kısım hastalıklarda fayda verir, Bu bakımdan sadece tıbba güvenerek korunmayı terketmek caiz değildir. Belki doktor bazı yönlerden tesir yapabilir. Bu da gizli hastalıklar ve mizacın normal durumunun bozulması çağında olabilir. Bu bakımdan peygamberlerin ve sâlihlerin akrabalarına ve yabancılara şefaatlerinin fayda vereceğini düşünmek uygundur. Çünkü bu da aynen doktor ve hastanın misaline benzer. Bu şefaat, korkuyu, sakınmayı ortadan kaldırmaz. Nasıl kaldırabilir? Halbuki Hz. Peygamber´den sonra halkın en hayırlısı onun ashabı idi. Onlar da ahiret korkusundan takvâlarının kemâline, amellerinin güzelliğine, kalplerinin saflığına (ve Hz. Peygamber´in özel olarak onlara cenneti va´detmesine, diğer müslümanlara da umumî olarak şefaati va´detmesine) rağmen sorumsuz hayvanlar olmayı temenni ederlerdi. Bütün bu va´dlere bakarak gevşemezlerdi Korku ve huşû onların kalplerinden ayrılmazdı. Acaba onlar gibi Hz. Peygamber ile sohbeti ve arkadaşlığı olmayan bir kimse nasıl nefsini beğenir ve şefaate güvenebilir?

Beşincisi: Zâlim sultanların ve yardımcılarının soyundan olması ile ucb´a kapılır. Din ve ilimden gelen soyla, şerefle değil! Bu ise cehaletin en koyusudur. Bunun tedavisi o zâlim sultanın ve yardımcılarının nasıl mahcub olduklarını, ALLAH´ın kullarına karşı ne gibi zulümler yaptıklarını, ALLAH´ın dininde nasıl fesad çıkardıklarını düşünmesidir ve yine onların ALLAH katındaki sevimsizliklerine, onların ateşteki durumlarına, pis kokularına ve ateşte kendilerinden akan pisliklere bakarsa, muhakkak onlardan tiksinecek, onlara nisbet edilmekten kaçacak, kendisini onlara nisbet edene şiddetle karşı çıkacaktır. Bütün bunları da onları çirkin ve hakir gördüğünden dolayı yapar. Eğer geçmişlerin kıyametteki zilletleri, hasımlarının yakalarına yapışmış oldukları, azap meleklerinin alınlarından tutup da kullara yapmış oldukları zulümden dolayı onları yüzüstü cehenneme sürükledikleri kendisine keşfolunsa, muhakkak onlara mensup olmaktan ALLAH´a sığınır, köpek ve domuza nisbet edilmesi onlara nisbet edilmesinden kendisine daha hoş gelir. Bu bakımdan zalim kimselerin soyundan olanların -eğer ALLAH onları ecdadlarının zalimliğinden korursa-dindarlığmdan ötürü ALLAH´a şükretmeli, eğer ecdadları müslüman ise, onlara da af dilemelidir. Onlara nisbet edilmesiyle ucb´a kapılmak katıksız bir cehalettir.

Altıncısı: Etbâ, yardımcı, akraba, aşiret, hizmetkâr, köle ve evlatlarının çokluğuyla ucb´a kapılmaktır. Nitekim kâfirler şöyle demişlerdir:

Dediler ki: ´Biz mallar ve çocuklar bakımından (sizden) daha fazlayız´.(Sebe/35)

Nitekim mü´minler Huneyn gününde dediler ki: ´Biz azlıktan bugün mağlup olmayız´. Bu tür ucb´un tedavisi, kibir hakkında söy-lediklerimizle mümkündür. Şöyle ki: Kişi zayıflığını ve ucbuna sebep olan kimselerin zayıflığını ve onların aciz kullar olduğunu, nefislerine ne fayda ve ne de zarar verme yetkilerinin olmadığını ve nice az toplulukların, çok "toplulukları ALLAH´ın izniyle mağlup ettiklerini düşünmelidir.

Bütün bu düşüncelerden sonra kişi onların çokluğu ile nasıl ucb´a kapılır? Halbuki öldüğü zaman tek başına, zelil ve rezil bir şekilde kabrine konulacak, onların tümü ondan ayrılacaklar. Ne ailesi, ne çocuğu, ne yakını, ne dostu ve ne de soyundan olan herhangi bir kimse onunla beraber kabrinde durmaz. Onu çürümeye, yılan, akrep ve kurtlara terkederler. Bunlara karşı ona hiçbir faydaları da olmaz! O, onlara en muhtaç olduğu bir devrede onlardan bir fayda görmez ve yine kıyamet gününde de ondan kaçarlar.

O gün kişi kaçacak kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve oğullarından...
(Abese/34-36)

Bu bakımdan senin en zor durumlarında senden ayrılan ve senden kaçan bir kimseden hangi hayır ve menfaati umarsın? Kabirde ve kıyamette sana faydası dokunmayan bir kimse ile nasıl ucb´a kapılırsın? Halbuki köprü üzerinde senin amelinden ve ALLAH´ın faziletinden başka sana fayda verecek hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan sana fayda vermeyen bir kimseye güvenip de senin faydanı ve zararını, ölümünü ve hayatını elinde tutan ALLAH´ın nimetlerini nasıl unutursun?

Yedincisi: Mal ile ucb´a kapılmaktır. Nitekim ALLAH Teâlâ, iki bahçe sahibinden haber vererek şöyle buyurdu:

Ben malca senden daha zenginim. Toplulukça da senden daha kuvvetliyim.(Kehf/34)

Hz. Peygamber, zengin bir kişinin bir fakirin yanında oturup ona yüzünü ekşittiğini ve fakir dokunmasın diye elbiselerini çektiğini görünce şöyle buyurdu:

Acaba sen onun fakirliğinin sana sirayet edeceğinden mi korktun?90

Adam zenginlikle ucb´a kapıldığından dolayı bunu yaptı. Bu ucb´un tedavisi, malın âfetlerini, haklarının çokluğunu, tehlikelerinin büyüklüğünü düşünmekle olur. Bu ucb´a kapılan kişi, fakirlerin faziletine, kıyamette zenginlerden önce cennete gideceğine, malın gelip-geçici olup asılsız olduğuna, yahudilerin zenginlikte kendisinden üstün olanlarına ve Hz. Peygamber´in şu hadis-i şerifine bakıp düşünsün:

Bir kişi nefsini beğendiği halde süslü elbisesine bürünerek sallana sallana yürürken ALLAH Teâlâ o anda yere emir verdi. Yer onu yuttu. O, kıyamet gününe kadar yere batacaktır.97

Bu hadisi serifiyle Hz. Peygamber, kişinin mal ve nefsinden ötürü ucb´a kapılmasının cezasına işaret etmektedir.

Ebu Zer el-Gıfârî şöyle anlatıyor: ´Hz. Peygamber ile beraberdim. Hz. Peygamber mescide girip bana: ´Ey Ebu Zer! Başını kaldır!´ dedi. Başımı kaldırdım. Sırtında güzel bir elbise bulunan birini karşımda gördüm. Sonra yine ´Başını kaldır!´ dedi. Başımı kaldırdım. Karşımda sırtında eski bir elbise bulunan birini gördüm. Sonra Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu:

İşte şu elbisesi eski olan kişi ALLAH katında, öbürünün yeryüzünü dolduracak kadar benzerinden daha üstündür.98

Zühd ve ayrıca Dünya ve Mal´ın Zemmi adlı bölümlerde söylediklerimizin tümü, ALLAH katında zenginliğin hakirliğini, fakirliğin de şerefini belirtmektedir. Durum bu iken, acaba imanlı bir kimsenin, servetinden dolayı ucb´a kapılması nasıl tasavvur edilebilir? Aksine mü´min bir kimse malda olan hakları yerine getirmek hususunda, kusurlu oluşundan korkar. Malı helâlinden edinmiş midir? Bu hususta düşünüp korkar. Bunu yapmayan bir kimsenin sonucu rezil ve rüsvay olmaktır. Bu bakımdan kişi malından dolayı nasıl olur da ucb´a kapılabilir?

Sekizincisi: Yanlış görüşle ucb´a kapılmaktır.
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu?(Fâtır/8)

Onlar o kimselerdir ki dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.(Kehf/104)

Hz. Peygamber, bu durumun, Ümmet-i Muhammed´in son gelenlerine galebe çalacağını haber vermiştir. Zaten geçmiş ümmetler de bu belâdan dolayı helâk oldular. Zira onlar fırkalara ayrıldılar. Her fırka görüşünü beğendi ve her hizip kendi fikirleriyle sevindiler. Bid´at ve dalâlet ehli; kendi yanlış fikirlerini benimsediklerinden dolayı o fikirlerinde ısrar ederler. Bid´at ve ucb´a kapılmak demek, hevâ-i nefis ve şehvetin kendisini sürüklediği hedefi hak zannederek benimsemek demektir.

Bu ucb´un tedavisi, diğer çeşitlerin tedavisinden daha zordur. Çünkü yanlış fikrin sahibi, yanlışlığının cahilidir. Yani yanıldığını bilmemektedir. Eğer bilseydi derhal terkederdi. Bilinmeyen bir hastalık tedavi edilemez. Cehalet bilinmeyen bir hastalıktır. Bu bakımdan onun tedavisi gerçekten zor ve müşkildir. Zira ârif bir kimse cahil bir kimseye, cahilliğini göstermeye ve ortadan kaldırmaya muktedirdir. Ancak cahil kimse görüşünü ve
cehaletini benimsediği takdirde ârife kulak vermez. Onu itham eder, Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, bu cahile kendisini yok edici bir belâyı musallat kılmıştır; Cahil o belâyı nimet sanır. Durum bu iken onun tedavisi nasıl mümkün olabilir? Onun kendi inancına göre, saadetinin sebebi olan bir şeyden kendisini uzaklaştırmak nasıl ümit edilebilir? Sonuç olarak onun tedavisi görüşünü ve fikrini daima itham etmesidir. Ancak Kur´an´ın veya hadîslerin veya sıhhatli delillerin bütün şartlarını içeren bir aklî delilin onun fikrinin doğruluğuna şahitlik etmesi hariç!

İnsanoğlu şer´î ve aklî delilleri, o delillerin şartlarını, o delillerdeki gizli yanlışlıkları ancak râcih bir tabiat, delici bir akıl, ciddi bir çalışma ile tanır, Kitab ve Sünnet´i öğrenmek, ilim meclislerinde ömür boyunca bulunmak, ilimleri ders olarak almak suretiyle bilir. Buna rağmen yine bazı işlerde yanlış gitmesinden emin değildir. Bütün ömrünü ilim yolunda sarfetme imkânından mahrum olan bir kimse için doğru yol; mezheplere (itikadî mezhep ve görüşlere) dalmamak, onlara kulak vermemek ve onları dinlememektir.

Fakat şuna inanmalıdır: ALLAH birdir. O´nun ortağı yoktur. O´nun misli birşey yok! İşitici ve görücü O´dur. O´nun peygamberi de haber verdiği hakikatlerde sâdıktır. Bu inançla selefin yoluna tâbi olmalıdır. Kitab ve Sünnet´in söylediklerini deşmeden, tafsilatını sormadan, olduğu gibi inanmalı ve şöyle demelidir: İman ettik ve doğruladık!´ Takvâ, günahlardan sakınmak, ibadetleri edâ etmek, müslümanlara şefkat göstermek ve diğer ibadetlerle meşgul olmaktır. Eğer mezheblere ve bid´atlara ve akâiddeki taassuba dalarsa bilmediği bir yönde helâk olur! Böyle hareket etmek, hayatında ilimden başka bir şeyle iştigal etmek isteyen herkesin vazifesidir.

Kendisini ilme adayana gelince, bunun ilk vazifesi, delili ve delilin şartlarını tanımaktır. Bu ise hakkında uzun uzadıya çalışılması gereken konulardandır. Hedeflerin çoğunda yakîn ve marifete varmak çok zordur. Buna ancak ALLAH´ın nûruyla takviye edilen insanlar güç yetirebilirler. Böyle bir insan ise, gerçekten pek enderdir. Bu bakımdan biz ALLAH´tan, dalâlete sapmaktan korun-mamızı talep ederiz. Cahillerin hayalleriyle mağrur olmaktan ALLAH´a sığınırız.

Kitabu Zemm´il-Kibr ve´l-Ucûb (Kibir ve Ucûb´un Zemmi) adlı bölüm burada tamamlanmış oldu. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak azîm ve yüce olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir. ALLAH Teâlâ´dan efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının üzerine rahmet deryalarını boşaltmasını, onlara salât ve selâm etmesini dileriz!

______________

85)Ad kabilesi Araplardan bir kabiledir. Hz. Hud´un kavmi idiler. Leys der
ki: ´Onlar, Ad b. Adiyâ b. Sam b. Nuh´un zürriyetidirler. Diğer Ad´a gelince
onlar Benî Tebibî kabilesidir´.
86)Adı Uc b. Unuk´tur. Hz. Âdem´in devrinde doğup Hz. Musa´nın za-
manına kadar yaşadığı söylenmiştir. Lûgat âlimlerinden Kazaz, Câmi´u1-
Lûğa adlı eserinde onun Firavunlardan bir kişi olduğunu söylemiştir. İmam
Suyûtî ise ´Ne Uc vardı, ne de Unuk, belki uydurmadır´ der.
87)İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî, (Ebü Hüreyre´den)
88)İbn Cerir, (İbn Abbas´tan)
89)Onlar Hâşimoğulları´dır. Alevî (Hz. Ali´nin zürriyeti), Tâlibî ve Câferî (Hz. Câfer-i Tayyar soyundan) olanların hepsi bu soya dahildir.
90)İbn Mâce
91)Ebu Dâvud, Tirmizî
92)Taberânî
93)Müslim, Buhârî, (Ebu Hüreyre´den)
94)Müslim, (Ebu Hüreyre´den)
95)Taberâni, Evsat
96)İmam Ahmed, Zühd
97)Müslim, Buhârî
98)İbn-i Hibban, Sahih

Duygu'Seli~ 02-23-2009 21:16

Gururun Kötülüğü Konusuna Giriş

Emirlerin hazineleri elinde bulunan, hayır ve şerlerin anahtarları kudretine bağlı bulunan ALLAH´a hamd olsun! O ALLAH ki dostlarını karanlıklardan nûra çıkarır. Düşmanlarını gururun felâketlerine daldırır. Salât ve selâm, mahlûkatı şek ve şüphe zulmetinden çıkaran efendimiz Hz. Muhammed´in, ALLAH yolunda şeytanın aldatmasına kurban gitmeyen ve dünya ile aldanmayan âlinin ve ashabının üzerine olsun! Zamanların akıp gitmesi, saatlerin ve ayların birbirini takib etmesi müddetince devam eden bir salât...

Saadetin anahtarı uyanıklık ve sezgidir. Şekavetin kaynağı gurur ve gaflettir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kulları üzerinde iman ve marifetten daha büyük bir nimeti yoktur.

Basiretin nûruyla kalbin inşiraha kavuşmasından başka ALLAH´a ulaştıran bir vesile mevcut değildir. Küfür ve masiyetten daha büyük bir azap düşünülemez. Küfür ve masiyete, cehalet zulmetinden meydana gelen kalp körlüğünden başka çağırıcı yoktur. Bu bakımdan akıllıların ve basiret sahiplerinin kalpleri şöyledir:

ALLAH göklerin ve yerin nûrudur. O´nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. (Öyle mübarek bir ağaç) ki neredeyse, ateş dokunmasa da ışık verir. Işığı parıl parıldır.(Nûr/35)

Yahut (onların işleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibi-dir. (Bir deniz) ki üstünü bir dalga örtüyor. Üstünden bir dalga daha... Onun üstünde de bir bulut. Birbirinin üstüne yığılmış karanlıklar. İçinde bulunan kimse elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. ALLAH bir kimseye nûr vermedikten sonra onun nûru olmaz!(Nûr/40)

Akıllılar o kimselerdir ki ALLAH onları hidayet etmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini İslâm´a ve hidayete açmıştır. Mağrurlar o kimselerdir ki ALLAH onları dalâlete götürmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini daracık yapmıştır. Sanki göğe çıkıyormuş gibi zorluk içerisindedirler. Mağrur o kimsedir ki basireti, nefsinin hidayetine kefil olmasın diye durulmamıştır. Körlük içerisinde kalmış, hevâ-i nefsini önder ve şeytanı rehber edinmiştir.
Kim bu dünyada kör ise o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır.
(İsra/72)

Gurur´un bütün şekavetlerin, helâk edicilerin kaynağı olduğu bilindiği zaman, mutlaka onun giriş ve akış noktalarını ve kendisinde gurur´un meydana geldiği yerlerin tafsilâtını izah etmek gerekir ki onu bildikten sonra mürîd ondan sakınsın ve korunsun. Bu bakımdan muvaffak olanlar, âfetlerin ve fesadın giriş noktalarını tanıyan ve onlardan sakınan kimselerdir. Onlar ki azm ve basiret üzere işlerini bina etmişlerdir. Biz gururun akış merkezlerinin cinslerini, sâlihler, âlimler ve kadılardan mağrur olanların sınıflarını izaha çalışacağız. O mağrurlar ki zâhiri güzel, içi çirkin olan şeylerle aldanmışlardır. Biz bunlardan ötürü gurura kapılmalarının sebebine işaret edeceğiz; zira bu her ne kadar sayılmayacak kadar fazla ise de teker teker sayılmaya ihtiyaç bırakmayacak misallere dikkati çekmek mümkündür.

Mağrurların sınıfları çoktur. Fakat onları dört sınıfta toplamak mümkündür: Birinci sınıf âlimlerden, ikinci sınıf âbidlerden, üçüncü sınıf mutasavvıflardan ve dördüncü sınıf şehvet sahiplerindendir. Bu sınıfların herbirinden gurura kapılan birçok fırkalar vardır. Onların gurur cihetleri de değişiktir. Bu bakımdan onlardan kimi münkeri mâruf (kötüyü iyi) görür. Tıpkı haram maldan toplayıp süslenenler gibi... Onlardan diğer bir grup kendi nefsi için çaba sarfettiği şey ile ALLAH rızası için çaba sarfettiği şeyi ayırdedemez. Bu da gayesi, halkın nezdinde kabul edilip dünya mertebesine varmak olan vâiz gibidir. Onlardan diğer bir grup en mühim vazifeyi terkeder, başka işlerle meşgul olur. Diğer bir grup farzı terkeder, nafile ile meşgul olur. Onlardan diğer bir grup özü terkeder, kabukla meşgul olur. Tıpkı namaz hususunda hedefi, harflerin mahreclerini tashih etmek olan kurrâ (Kur´an okuyucusu) gibi... Bu giriş noktalarından başka birçok noktalar vardır ki bu noktalar ancak mağrurların sınıflarını açıklamak ve misaller vermek suretiyle vuzuha kavuşurlar. Öyleyse biz önce âlimlerin gururunu belirtmekle işe başlayalım. Fakat bunu gururun zemmini, hakikatini ve tarifini beyan ettikten sonra zikredeceğiz.


Duygu'Seli~ 02-24-2009 01:16

Gurur´un Zemm, Hakikati ve Misalleri

ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi ALLAH hakkında aldatmasın(Lokman/33)

O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ´Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım´. Onlara ´Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!´ denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) mü´minlere şöyle bağırırlar: ´Bizler sizinle beraber değil miydik?´ Mü´minler ´Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. ALLAH´ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz), o çok aldatıcı (şeytan), sizi ALLAH(ın affı) ile aldattı´.derler.(Hadîd/13-14)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür.1

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) ALLAH´ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!

İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de... Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.

I. Misal

Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu ALLAH hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, ahiret borçtur. O halde dünya ahiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu ahirete tercih etmek gerekir´. Yine der ki: ´Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, ahiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız´. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis´in kıyasına benzer.
Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın.(Sâd/76)

Bu mağrurlara şu ayet-i celîlede de işaret vardır:

İşte onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.(Bakara/86)

Bu gururun tedavisi, ya iman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred iman tasdikine gelince, ALLAH Teâlâ´yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. ALLAH katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir.(Nahl/96)

ALLAH katında olan daha hayırlıdır.(Kasas/60)

Ahiret daha hayırlı ve daha bâkîdir.(Alâ/17)

Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.(Âlu İmran/185)

Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!(Lokman/33)

Hz. Peygamber (s.a) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hz. Peygamber´i tasdîk ettiler, ona iman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri ´ALLAH mı seni peygamber olarak gönderdi?´ derdi. Hz. Peygamber ´evet´ deyince, o da tasdik ederdi. Bu iman, halkın imanıdır. Bu iman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin imanı, babanın çocuğuna ´mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır´ demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.
İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, ahiret ise borçtur!´hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından ahiret müddetine kıyas et. Çünkü insanoğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise ahiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.

Bu bakımdan ahirete iman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, ahiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan ´Peşin, borçtan dahil hayırlıdır´ kıyasında yanılmıştır.

Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gafil olmuştur. Çünkü ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır´ mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsanoğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: ´Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Ahiret ise şüphelidir!´ Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.

Fakat tüccar şöyle der: ´Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!´ Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.

Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır´. İşte tıpkı bunun gibi ahiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer ahiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer ahiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur.

Bu sırra binaen Hz. Ali ALLAH´ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: ´Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun´. Hz. Ali, bu sözünü ahiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer ahiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.

İblis´in ´Ahiret şüphelidir!´ şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine mü´minlerin nezdinde ahiret kesin ve yakîndir. Mü´minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.

Birinci Yol

Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek iman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi ahireti tasdîk eden ve ahiretten haber veren, takvanın, ahiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, ALLAH´ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla ahireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar.

İkinci Yol

Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hz. Peygamber´in ahiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrail´den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hz. Peygamber´in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler), peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi... Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun haki-kati keşfolunur. Ruhun ALLAH´ın emrinden olduğu görünür.

Ruhun ALLAH´ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; ´ALLAH´ın sadece mahlûkudur´ densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir:
1.Emir âlemi

2.Halk (yaratma) âlemi

Emir de, halk da ALLAH´ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma), dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hz. Adem´in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hz. Adem´in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hz. Adem´i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet ALLAH´ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. ALLAH´ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:

O kimseler gibi olmayın ki ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19)

Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) ´Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman ´Fesaketü´r-rutabetu an kumamiha´ denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına ´mârifet ve velayet´ denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.

Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın ´âhiret şüphelidir´ aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle mü´min olanlar, ALLAH´ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.

Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü imanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece iman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.

Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Muhakkak ki iyilik yapanlara ALLAH´ın rahmeti pek yakındır.(Araf/56)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

İhsan, senin ALLAH´ı görür gibi ALLAH´a ibâdet etmendir,2 ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

Asr´a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr Sûresi)

ALLAH´ın Kitabı´ndaki mağfiret va´di, iman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin ALLAH´ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:

ALLAH´ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: ´Eğer ALLAH´ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız´. Nitekim ALLAH Teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:

Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer RABBİMe döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.(Kehf/36)

Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken mü´min ona şöyle dedi: ´Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?´

Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, mü´minin sözünü reddederek şöyle dedi: ´Ahiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir´. ALLAH Teâlâ, As b. Vail´in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´Elbette bana mal ve evlat verilecek!´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı?(Meryem/78)

Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail´den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: ´Onu âhirette alırım´. O cevap olarak bana ´Ben ahirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´elbette bana mal ve evlat verilecektir´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak ´Bu benim hakkım! Kıyametin kopacağını zannetmiyorum? RABBİMe döndürülecek olsam bile muhakkak O´nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır´ der.(Fussilet/50)

Bütün bunlar, ALLAH´ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis´in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden ALLAH´a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında ALLAH´ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, ahiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Ahiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.

Nefislerinde de ´ALLAH bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir.(Mücâdele/8)

Bazen de mü´minlere bakarlar. Mü´minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve mü´minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:
ALLAH´ın aramızdan kendilerine iman ihsan ettiği kimseler şunlar mı?(Enam/53)

Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı.(Ahkaf/11)

Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: ´ALLAH dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: ´ALLAH geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!´

Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: ´Eğer ben ALLAH´ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım ALLAH bana ikramda bulunmazdı´. Kişinin zihnini karıştıran şey ´Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği´ düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: ALLAH´ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, ALLAH´ın nimetine aldanmıştır; zira ALLAH katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil ALLAH´ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin ALLAH´ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir.

Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.

Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcıdırlar; zira ALLAH Teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi... Nitekim Hz. Peygamber´den böyle vârid olmuştur.3

Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: ´Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi´. Dünyanın kendilerine yönelişini, ALLAH´ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: ´Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!´ Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun ALLAH katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.
Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse ´RABBİM bana ikram etti´ der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa ´Rabbin beni zelil düşürdü´ der.(Fecr/15-16)

ALLAH Teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden ALLAH´a sığınırız. ALLAH Teâlâ´dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu ALLAH Teâlâ beyan etmiştir.

Hasan Basrî der ki: ALLAH Teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da ´hayır´ demek suretiyle yalanladı. ALLAH Teâlâ şöyle der: ´Mal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,

Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin ALLAH´tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın ALLAH´a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: ALLAH´ın Kitabı´na iman ve O´nun Rasûlü´nü tasdik etmektir.

Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller.(Mü´minûn/55-56)

Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız.(Kalem/44)

Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44)

´Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız´ ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!´

Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır.(Âlu İmran/178)

ALLAH´ın Kitabı´nda ve Hz. Peygamber´in Sünneti´nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona iman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei ALLAH´ı ve ALLAH´ın sıfatlarını bilmemektir; zira ALLAH´ı bilen bir insan ALLAH´ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. ALLAH başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.

Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/98)

ALLAH Teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:
ALLAH´ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar.(A´raf/99)

Onlar hileye saptılar. ALLAH da ona karşılık verdi. ALLAH fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir.(Âlu İmran/54)

Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak!(Tarık/15-17)

Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi ´Benim kızgınlığımdan kork´ diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran ALLAH´ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin ALLAH´ın dünya nimetlerini kendisine vermesini ALLAH katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle ALLAH katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir.

İkinci Misal

İkinci misal, mü´minlerin günahkârlarının ´ALLAH kerîmdir, biz O´nun affını ümit ederiz´ demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.

´ALLAH´ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir´ zannıyla ´Kullarının günahları ALLAH´ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i tevhidiz, mü´miniz, iman sebebiyle ALLAH´tan ümidimiz vardır´ zanlarıyla olur.
Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hz. Ali´nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de ALLAH´tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise ALLAH´a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.

Şeytanın Hz. Ali´nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: ´Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. ALLAH sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!´

Aldanmış kişi, Hz. Nuh´un (a.s) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hz. Nuh (a.s) rabbine şöyle seslendi:
Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va´din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.
ALLAH Teâlâ, Hz. Nuh´a cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Nuh! O senin ailenden değildir, o(nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.(Hûd/45-46)

Hz. İbrahim (a.s) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. ALLAH Teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de ALLAH´a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: ALLAH itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: ´Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz´.

Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe´ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde ALLAH katında takvâ´nın başkalarına faydalı olması, ALLAH´ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de ALLAH´ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için ALLAH Teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.

İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin ´ALLAH kerîmdir. Biz ALLAH´ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz´ demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Ben kulumun, zannı üzereyim´. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!

Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hz. Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: ´Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, ALLAH hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan´da bulunmuştur´. İşte günahkârların bu sözü de

ibâdetsiz olarak ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona ´ümid´ ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa ALLAH Teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:

Onlar ki inandılar, göç ettiler, ALLAH yolunda savaştılar; işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar. ALLAH çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Bakara/218)

Yani böyle kimselerin ALLAH´ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ başka bir ayette ahiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:

(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o mü´minlere bahşedilmiştir).(Vâkıa/24)

Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyamet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir.(Âlu îmran/185)

Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, ´Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir´ diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.

Hasan Basrî´ye "Amellerim zâyi ettikleri halde ´Biz ALLAH´tan ümit ederiz´ diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak ´Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar´ dedi.

Müslim b. Yesar der ki: ´Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim´. Bunun üzerine biri ona cevap olarak ´Biz ise ALLAH´tan ümidimizi kesmiyoruz´ dedi. Müslim, cevap olarak ´Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar´ dedi.

Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha iman etmeden önce veya iman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce ALLAH´ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de ALLAH´ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de iman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) ALLAH Teâlâ´nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, tevhid üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini ALLAH´tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, ALLAH´a güvenerek aldanmış kimselerdir.
Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.(Furkan/42)

Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.(Sad/88)

ALLAH Teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:
Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık.(Secde/12)

Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, ahirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin ´Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir´ (Necm/39) sözün doğrudur.

Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere ´Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve ´ALLAH hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz´ dedik".
(Mülk/8-9)

Yani biz size ALLAH´ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size ´Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir.´ (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi ALLAH´a güvendirip aldatan ne idi? Onlar cevap olarak şöyle dediler:

´Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!´ Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler!(Mülk/11)

Eğer ´Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?´ diye sorarsan cevap olarak deriz ki: ´Reca ve ümit iki yerde güzeldir:

1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine ´Senin tevben kabul edilmez?´ deyip kendisini ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, ALLAH Teâlâ´nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, ALLAH´ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.

De ki: ´Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin, ALLAH bü-tün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez.(Zümer/53-54)

İşte burada görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.

Ve ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum´a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum´a namazına gitmek gelirse, şeytan ona ´sen cum´aya yetişemezsin, yerinde dur´ dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum´aya giderse ve cum´aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde ´İmam benim hatırım için cum´a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder´ ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.

2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine ALLAH´ın nimetini ve salih kullarına va´dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlamalıdır:

Muhakkak mü´minler zafer bulmuştur. O mü´minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.(Mü´minûn/1-11)

Birinci reca (ümit), tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: ´Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır´.

Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, ALLAH´tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini ALLAH´ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: ´ALLAH günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada bir-takım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O´nun rahmetiyle nasıl aldanırım?´

Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, ALLAH´tan yüz çevirmelerinin, ahiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır.4

Hz. Peygamber´in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş za-manlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz ALLAH´ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, ALLAH´tan yüz çevirmiş olarak görürsün. ALLAH´ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: ´Selef-i salihînin, ashab-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!´

Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hz. Peygamber (s.a) Me´kal b. Yesar´ın kendisinden rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur´an, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecek-tir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: ´Benim bu iyiliğim ALLAH katında kabul edilir´. Eğer kötülük yaparsa der ki: ´Benim bu kötülüğüm affedilir´.5

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur´an´daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. ALLAH Teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:

Onların ardından, yerlerine geçip Kitab´a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169)

Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.

(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.(Rahman/46)

Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va´dimdir.(İbrahim/14)

Kur´an, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur´an hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur´an´ın içindeki hükümlere imanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur´an´ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur´an´ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur´an´daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?

İşte buraya kadar söylediklerimiz, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.

Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur.

Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle ALLAH´tan af talep eden veya günde yüz defa ALLAH´ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün ALLAH´ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gafil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri kaydetmiş, ALLAH da her kelimeye karşı ceza vereceğini va´detmiştir.

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.(Kaf/18)

Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.

Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs´in ve Firdevs´teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek ALLAH´ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur´an´ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan ALLAH (c.c) ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır

ALLAH en doğrusunu bilir.
____________

1)İbn Ebî Dünya
2)Müslim, Buhârî
3)Tirmizî, Hâkim
4)Ucub bölümünde geçmişti.
5)Deylemî, Müsned´ül-Firdevs

Duygu'Seli~ 02-24-2009 01:18

2-İbâdet ve amel erbâbı

İkinci sınıf ibâdet ve amel erbâbıdır. Bunlardan mağrur olan birçok grup vardır. Onlardan bir grubun gururu namazdadır. Başka bir grup Kur´an okumada, diğer bir grup hac konusunda, başka bir grup gazâya gitmek, diğer bir grup zâhidlik hususunda gurura kapılır. Böylece her biri amelin yollarından biriyle meşguldür, akıllıları hariç, bunların hiçbiri gururdan kurtulmuş değildir. Akıl sahipleri de pek azdır. Bu bakımdan onlardan bir grup farzları ihmal etmişlerdir, fazilet ve nafile ibâdetlerle meşguldürler. Bazen faziletlerde o kadar ince eleyip sık dokurlar ki, haddi aşıp israfa bile kayarlar. Tıpkı abdest hususunda vesveseye düşüp bu hususta mübalâğa eden ve şer´î fetvada temizliğine hükmedilen suya razı olmayan bir kimse gibi... Bu kimse necaset hususunda uzak ihtimalleri yakın sayar. Fakat iş helâl yemek hususuna geldiği zaman, ihtimalleri uzak sayar. Bazen de katıksız haram yer. Eğer su hakkındaki ihtiyati yemek hakkında da olsaydı, durumu ashab-ı kirâmın durumuna daha fazla benzemiş olurdu; zira Hz. Ömer (r.a) hristiyan bir kadının testisinde bulunan su ile abdest aldı. Oysa o su için necaset ihtimali de sözkonusu idi. Halbuki Hz. Ömer, harama girmek korkusundan helâlin bir-çok çeşitlerini terkederdi.
Sonra bu gruplardan su dökmekte israfa kaçanlar vardır. Oysa böyle yapmak yasaklanmıştır.24 Bazen de namazı zâyi edecek, vaktinden çıkaracak kadar abdesti uzatır. Namazı vaktinden çıkarmasa dahi yine mağrurdur. Çünkü vaktin öncesinde namaz kılmanın faziletini elden kaçırmaktadır. Eğer bu fazileti elden kaçırmasa yine mağrur sayılır. Çünkü suda israf yapmaktadır. Eğer suda israf yapmazsa yine mağrurdur. Çünkü herşeyin en azizi olan ömrünü zayi etmektedir. Hem de ihtiyaç olmayan bir yerde... Ancak şeytan halkı ALLAH´a giden yoldan parlak bir yol ile meneder. İbâdet edenleri ibâdetten ancak ibâdet süsünü verdiği şeylerle meneder. Böylece onları bu gibi şeylerle ALLAH´tan uzaklaştırır!
Diğer bir grup namaza niyet etmek hususunda vesveseye kapılmıştır. Şeytan, doğru dürüst bir niyet etmesi için rahat bırakmaz. Cemaati kaçırsın diye, durmadan niyette vesvese yaptırır. Dolayısıyla namaz vaktinden çıkar. Eğer tekbir getirse bile, tekbirden sonra niyetinin doğru olup olmaması hususunda tereddüt eder. Bazen de tekbir hususunda vesveseye düşerler. Hatta şiddetli ihtiyattan dolayı tekbir sigasını bozarlar. Bunu namazın başlangıcında yaparlar. Sonra namaz boyunca gaflete dalarlar. Hiçbir zaman namazın içinde kalp huzurunu sağlayamazlar ve bu yaptıklarıyla mağrur olurlar. Namazın başlangıcında niyetin tashihi hususunda kendilerini yordukları ve bu yorgunluk ve ihtiyattan dolayı halk tabakasından ayrıldıkları için ALLAH katında hayırlı olduklarını zannederler.

Diğer bir grup Fatiha´nın ve diğer zikirlerin harflerini mahreçlerinden çıkarmak hususunda vesveseye kapılırlar. Durmadan şeddeler hususunda ihtiyatlı hareket ederler. Dad ile Zâ harfinin arasındaki fark ve namaz boyunca harflerin mahreçlerini tashih ile meşgul olurlar. Onların bundan başka bir hedefleri yoktur. Bundan başkasını düşünmezler. Kur´an´ın mânâsından gafil, Kur´an ile nasihatlenmekten habersiz, anlayışlarını Kur´an´ın sırlarına sarfetmekten uzaktırlar. Bu tür gurur, gurur türlerinin en çirkinidir; zira halk, Kur´an´ın okunması hususunda ve harflerin mahreçlerini tahkik etmek yönünden ancak normal konuşmalarında telâffuz ettikleri şekilde mükelleftirler.25

Bu kimselerin misâli, sultanın huzuruna mektup getiren ve o mektubu olduğu gibi okumakla görevli olan bir kimsenin misâli gibidir. Mektubu getiren mektubu okumaya başlar. Harflerin mahreçlerine dalar, tekrarlar ve yine tekrarlar. Bütün bunları yaparken mektubun maksadından ve meclisin hürmetini gözetmekten gafildir. Böyle bir kimse hakkında siyasetin icra edilmesi ve tımarhaneye gönderilmesi en uygun hükümdür. Bunun akılsızlığına hükmetmek yerinde bir hüküm olur!

Başka bir grup da Kur´an´ı süratle okumalarıyla gururlanırlar. Kur´an´da oldukça süratle yürürler. Bazen birgün bir gecede bir hatim indirirler. Bunlardan birinin dili Kur´an okur, fakat kalbi isteklerinin derelerinde yuvarlanmaktadır; zira bu kimse Kur´an´ın mânâlarını düşünmez ki Kur´an´ın yasaklarıyla nefsine çeki düzen verip ibret alsın, Kur´an´ın emirleri yanında durup yasaklarına riayet etsin! Kur´an tilâveti bahsinde, tilâvet-i Kur´an´dan gaye olan daha nice şeylere riayet etmez. Öyleyse bu kimse mağrurdur. Kur´an´ın inzalinden (indirilişinden) gayenin Kur´an´dan gafil olmakla beraber kemküm etmektir zanneder. Bunun misali, efendisi kendisine mektup yazmış bir kölenin misaline benzer. O mektupta emir ve yasaklara işaret edilmiştir. Buna rağmen köle, mektubu anlamaya ve içindeki emirleri yerine getirmeye çalışmaz, mektubu ezberlemeye çalışır, efendisinin kendisine emrettiğinin hilâfına hareket eder. Ancak hergün yüz defa mektubu okur. Bu köle cezaya müstehaktır. Ne zaman ki mektuptan gayenin bu olduğunu zannederse mağrurdur. Mektub unutulmasın, ezberlensin diye okunur. Ezberlenmesi de mânâsı içindir. Mânâsı da kendisiyle amel edilmek içindir. İçindekilerden faydalanmak için okunur. Bazen kişinin güzel sesi olur. Onu okur, ondan zevk alır. Zevk almasıyla mağrur olur. Zanneder ki bu, ALLAH Teâlâ´yla yapılan münâcattan ve kelâmını dinlemekten gelen bir lezzettir. Oysa bu zevk onun sesinde vardır. Eğer nağmelerini bir şiir okumak veya başka bir kelâm okumak suretiyle evirip çevirse, mutlaka ondan da o zevki alır. Öyleyse bu kimse kalbini teftiş edip, onun zevkinin ALLAH´ın kelâmının, güzel nazım ve mânâlarından mı geldiğini yoksa sesinden dolayı mı geldiğini anlamalıdır. Bilmediği takdirde aldanmıştır.

Diğer bir grup oruç tutmakla mağrurdurlar. Bazen bütün sene veya mukaddes günlerde oruç tutarlar. Oysa bu oruçlu günlerde dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini iftar zamanlarında haram yemekten, dillerini bütün gün boyunca fuzulî hezeyandan korumamaktadırlar, buna rağmen kendileri için hayır umarlar. Farzları ihmal eder, nafilenin peşinden koşarlar, sonra onun da hakkını vermezler. Bu ise gururun katmerlisidir.
Diğer bir grup haclarıyla mağrur olmuşlardır. Zulmen aldıkları malları geri vermeden, borçlarını edâ etmeden, anne ve babalarının rızasını almadan ve helâl azık edinmeden hacca giderler. Farz haccı yaptıktan sonra bile bunu yaparlar. Yollarda namazı ve farz vazifeleri zâyi ederler. Elbise ve bedenin temizliğinden âciz olurlar. Zâlimlerin haracına mâruz kalırlar ve o harac kendilerinden alınır, Yolda gevezelik yapmak ve kavga etmekten sakınmazlar. Bazen de bazıları haramı toplar ve yolda arkadaşlarına yedirir. Bununla riya ve gösteriş arzusundadır. Dolayısıyla önce haram kazanmak suretiyle ALLAH´a isyan eder, sonra onu arkadaşlarına yedirmek suretiyle isyan eder. Bu bakımdan ne helâlinden edinmiş, ne de hakkı olan yere sarfetmiş olur. Sonra kötü ahlak ve sıfatlarla, bozuk kalple ALLAH´ın beytine (Kabe´ye) varır. Varmadan önce gereken temizliğini yapmamıştır. Buna rağmen, rabbinin katında hayır işlediğini zanneder. O halde böyle bir kimse mağrurdur.
Başka bir grup da emr-i bi´l-mâruf nehy-i an´il-münker´i yapmak ve irşadda bulunmak yoluna başlamıştır. Halkın durumunu hor görür, onlara hayrı emreder, kendi nefsini unutur. Halka hayrı emrettiği zaman şiddete başvurur. Reis ve baş olmak talebinde bulunur. Bir münkeri işlediği zaman, başkası tarafından ikaz edildiğinde öfkelenir ve der ki: ´Ben irşad ediyorum. Sen nasıl beni ikaz ediyorsun?´ Halkı namaz için camide toplar, geç geleni en galiz söz ile azarlar. Oysa gayesi, riyakârlık ve baş olmaktır. Eğer kendisi değil de başkası aynı şeyi yaparsa mutlaka ona hased edip kıskanır.

Onlardan ezan okuyup ve ezanını sadece ALLAH için okuduğunu sanan da vardır. Oysa başkası gelip onun bulunmadığı zaman ezan okursa, ezan okuyanın başına kıyameti koparır ve der ki: ´Neden benim hakkımı alıyorsun? Neden benim mertebemi elimden almak istedin?´ Böylece herhangi bir caminin imamlığını üzerine alır, hayır işlediğini zanneder. Oysa gayesi ´filân caminin imamıdır´ dedirtmektir. Eğer başkası ondan önce gelip imamlığa geçerse, kendinden daha muttaki ve daha bilgin olsa da, yine de bu hareket ona ağır gelir.
Diğer bir grup, Mekke veya Medine´de kalırlar. Bundan mağrur olurlar. Kalplerini murakebe etmez, zâhir ve bâtınlarını temizlemezler. Oysa kalpleri memleketlerine bağlıdır. Ancak kalp-leri ´filan adam Mekke de mücavirdir´ diyenin sözüne iltifat eder. Meydan okuyarak der ki: ´Ben şu kadar sene Mekkede kaldım!´

Böyle söylemenin çirkin olduğunu işittiği zaman, açıkça böbürlenmeyi terkeder. Fakat halkın bu durumunu bilmesini arzular! Mekke veya Medine´de kalır, fakat gözünü halkın mallarının kirine diker. Bundan bir şeyler toplarsa, cimrilik eder ve bunu sımsıkı tutar. Nefsi bir fakire verilecek bir lokmaya dahi razı olmaz. Kendisinde riyakârlık, cimrilik veya tamahkârlık belirir. Kendisinde birtakım helak edici sıfatlar meydana gelir. Mekke veya Medine´de mücavir olmasaydı bu helâk edicilerden uzak olacaktı. Fakat övülmenin sevgisi de ´Bu adam Mekkede mücavir olanlardandır´ denilmesi, bu rezaletlerle mülevves olduğu halde mücavir kalmayı gerektirmiştir. Böyle bir kimse de mağrurlardandır.

Kendisinde âfet bulunmayan hiçbir ibadet yoktur. Bu bakımdan âfetlerin giriş noktalarını bilmeyen ve o amel ve ibâdetlere itimat eden aldanmıştır. Bunun tafsilâtı ancak İhya-i Ulûm´id-Din´in bütün bahisleri okunursa bilinir. Bu bakımdan namazdaki gurur noktaları namaz bahsinde, hacdaki hac bahsinde, zekât, Kur´an okuma ve ALLAH´a yaklaştırıcı diğer ibâdetleri de tertip ettiğimiz diğer bahislerden öğrenebilir. Şimdi gaye o kitaplarda geçenin hepsine işaret etmektir.

Başka bir grup da mal hususunda zâhidlik gösterdi. Gerek elbisenin, gerekse yemeğin en düşüğüyle kanaat edip camileri mesken ittihaz etti. Böyle yapmakla zâhidlerin rütbesine ulaşacağını zannetti. Oysa ilim, vaaz veya mücerred zâhidlikle riyaset sevdasındadır. Bu bakımdan işlerin en kolayını terketti, helâk edicilerin en büyüğüyle donandı. Çünkü felâket bakımından riyaset, maldan daha büyüktür. Eğer riyaseti terkedip malı edinmiş olsaydı selâmete daha yakın olurdu. İşte bu kimse mağrurdur; zira dünyadaki zâhidlerden olduğunu zannetmektedir. Oysa daha dünyanın mânâsını anlayamamış ve bilememiştir ki riyaset dünyanın en yüksek zevkidir. Riyasete tâlib olanın mutlaka münafık, hasedci, mütekebbir, riyacı ve bütün rezaletlerle donanmış olması gerekir. Evet, bazen riyaseti terkeder, halvete çekilmeyi düşünür. Buna rağmen mağrurdur. Zira böyle yapmakla zenginlere karşı böbürlenir, onlarla sert konuşur, onlara hakaret gözüyle bakar, onlar için umduğu ilâhî rahmetten daha fazlasını nefsi için umar! Ameliyle ucb´a kapılır. Bilmediği halde kalbi çirkinliklerin bir kısmıyla sıfatlanır. Bazen de mal kendisine verilir, ´zâhidliğini iptal etti´ denmesinden korkarak buna müsamaha etmez. O daima halkın medh ve senâsına taliptir. Oysa bu, dünya nimetlerinin en zevklisidir. Nefsine dünyada zâhid olduğunu gösterir. Oysa mağrurdur. Bununla beraber çoğu zaman zenginleri tâzim edip fakirlere tercih etmekten, kendisine mürid olanlara meyledip kendisini övenlere iltifat ve başka zâhidlere meyledenlerden de nefret etmekten kurtulamaz. Bütün bunlar aldatma ve şeytanın kandırmasıdır. Şeytanın şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığınıyoruz.

Abidlerden bir grup azalarla yapılan amellerde nefislerine fazlasıyla yüklenir. Hatta bazı kere geceli gündüzlü, bin rek´at namaz kılar, Kur´an´ı hatmeder. Bütün bu yaptıklarında kalbini gözetmez. Riya, kibir, ucub ve diğer helâk edici sıfatlardan nasıl temizleneceğini araştırmaz. Bu ihmalin helâk edici olduğunu bilmez. Eğer bunun helak edici olduğunu bilse bile, nefsi için bunu kabul etmez. Eğer nefsi için bunu kabul etse bile zâhirî amelinden ötürü affedildiğini sanar. Kalbinin durumlarıyla muâheze edilmeyeceğini zanneder. Eğer böyle vehmederse, zâhirî ibâdetlerle hasenatının kefesinin ağır basacağını zanneder. Oysa nerede?!

Takva sahibinin yaptığı bir zerre, akıl sahiplerinin ahlâkından tek bir tanesi, azalarla yapılan amelin dağlar gibi olanlarından daha üstündür. Sonra bu mağrur, halka karşı kötü ahlâklı, sert davranışlı, bâtını kirli olmakla beraber, riyadan ve övgünün sevgisinden de kurtulmamaktadır. Kendisine ´Sen ALLAH´ın velî dostlarındansın´ denildiği zaman, mağrurdur, bununla aldanıp böbürlenir ve buna inanır. Böyle demek onun gururunu daha da artırır. Halkın onu tezkiye etmesini ALLAH katında sevimli bir kişi olduğuna delil kabul eder. Oysa bilmez ki bu övmek, halkın onun iç âlemindeki çirkinlikleri bilmemesinden ileri gelmektedir!

Başka bir grup da nafilelere fazla düşer. Farzlarla pek fazla ilgilenmez. Onların en çalışkanını kuşluk namazı, gece namazı ve benzeri nafilelerle sevinirken görürsün. Fakat farzdan bir zevk almaz. Farzı vaktin öncesinde kılmaya ilgi göstermez. Hz. Peygamber´in rabbinden rivayet ettiği şu hadîs-i kudsîyi unutur:

Bana yaklaşanlar, hiçbir zaman kendilerine farz kıldığım ibâdetin benzeriyle bana yaklaşmamışlardır.

Hayırlar arasındaki tertibi terketmek de şerlerin cümlesindendir. Hatta bazen insana iki farz gerekir. Biri edâ edildiği takdirde diğerini elden kaçırır. Diğeri ise öbürünü elden kaçırmaz veyahut da iki nafile var, birisinin vakti daralır, diğerinin vakti genişler. Eğer burada tertibi gözetmezse aldanmış olur. Bunun benzerleri sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü günah açık olduğu gibi, ibadet de açıktır. Muğlak olan durum, farzların tamamını nafilelere takdim etmek gibi, ibadetlerin bazısının bazısına takdim edilmesidir. Farz-ı ayınları farz-ı kifâyelere, yapanı olmayan farzı kifâyeyi de yapanı olan farz-ı kifâyeye takdim etmek gibi... Farz-ı ayrıların en mühimini diğerlerine, fevt olanı fevt olmayana takdim etmesi gibi... Bu durum, tıpkı anne ihtiyacını baba ihtiyacına takdim etmenin farz olması gibidir; zira Hz. Peygamber´e şöyle denildi:
-Önce kime iyilik yapayım ey ALLAH´ın Rasûlü?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Babana!
-Sonra kime?
-Sana en yakın olana ve yakınlık derecesinde onu tâkip edenlere!

Bu bakımdan sılayı rahime en yakınından başlamak uygundur. Eğer hepsi aynı derecede iseler en muhtacından başlamalıdır. Eğer ihtiyaç hususunda da müsavi iseler en muttakîsinden başlamak daha uygundur.

Böylece eğer malı, anne ve babasının nafakası ile hacca yetmiyorsa, buna rağmen hacca gidiyorsa mağrurdur. Anne ve babasının hakkını hacca tercih etmesi uygundur. Bu, daha mühim olan bir farzı, ihtimam bakımından ondan biraz geride kalan bir farza takdim etmek demektir. Böylece kulun üzerinde bir va´d varsa, cum´a´nın vakti de gelmişse, sözünü yerine getirmekle meşgul olmak ile cum´ayı elden kaçırıyorsa bu durumda va´dini
yerine getirmekle meşgul olmak mâsiyettir. Her ne kadar sözünü yerine getirmek haddi zâtında ibadet ise de...

Elbisesine necaset bulaştığında anne, baba ve ailesine bundan dolayı ağır konuşması da mahzurludur,. Fakat anne ve babaya verilen eziyetin mahzurlu olması, necasetin mahzurlu olmasından daha mühimdir. Mahzurluları ve ibadetleri karşılaştıran misaller sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan bütün bu hususlarda tertibi terkeden kimse aldanmıştır. Bu aldanış gayet çetrefillidir. Çünkü hakkında aldanılan şey bazen ibâdet de olur. Ancak ibâdetin mâsiyete dönüşmesini sezmez. Oysa herhangi bir ibâdet, kendisinden daha mühim bir ibâdetin terkine sebep olduğu zaman, o ibâdet mâsiyete dönüşür.

Üzerinde ibâdetlerden kalp veya zahiri azalarla ilgili zâhir ve bâtın günahlardan birşeyler kalan bir kimsenin mezheb ve fıkhın ihtilaflı meseleleriyle iştigal etmesi de bu cümledendir; zira fıkıhtan gaye; başkasının muhtaç olduğu şeylerin bilinmesidir. Öyle ise kalbinin muhtaç olacağı bir şejdn bilinmesi, kendisine daha evlâ ve uygundur. Ancak baş olma sevdası, böbürlenmenin zevki, akran ve emsali mağlûb etmek ve onların önüne geçmek, kişinin basîretirıi körleştirir. Hatta nefsi ile beraber gurura kapılır. Dinen mühim olan birşeyle meşgul olduğunu zanneder.

________________
24) Tirmizî
25) Bu sırra binaen, selefin hiç birinden böylesine aşırı bir hareket nakle-dilmemiştir. (Îthaf´us-Saade, VIII/474)

Duygu'Seli~ 02-24-2009 01:18

3-Mutasavvıflar
Üçüncü sınıf, mutasavvıflardır. Mutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardır. Zamanımızın mutasavvıfları onlardan bir gruptur. Ancak ALLAH´ın koruduğu bir kimse bundan hariçtir. Onlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardır. Doğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlar. Fakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederler. Hiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlar. Oysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdır. Eğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdı. Nasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdir. Sûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardır. Aksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirler. Az bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlar. Bazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedir. Bunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzer. Bu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştir. Ordugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsun. Miğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın... Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi... Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: ´Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atın. Akılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!´ Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyamette böyle olacaktır. Onların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (ALLAH´ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!
Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf´a uymak bu gruba pek zor geldi. Oysa bunlar, sufi görünmek istediler. Tasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettiler. Fakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindiler. Kıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydiler. Onlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettiler. Gerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettiler. Oysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydı. Mecburen yamalı giyerler. Böylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.
Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlar. Sultanların mallarını yerler. Zâhirde bile günahlardan sakınmazlar. Bâtında ise, hiç sakınmazlar. Bütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlar. Bunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olur. Bunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederler. Dolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlar. Bütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud´da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlar. Çünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederler. Zannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedir. Bu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakar. Halk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılır. Onlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenir. Sanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip durur. Sanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünür. Bununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlar. Bu bakımdan âbidler hakkında ´Onlar, nefsini yoran işçilerdir´. Alimler hakkında da ´Onlar ALLAH´tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir´ der. Nefsi için de ´hakka vasıl olduğunu´ iddia eder. ALLAH´ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söyler. Oysa ALLAH katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirler. Hiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.
Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdir. Bunlardan bazısı ´ALLAH benim amelime muhtaç değildir. O halde ben nefsimi neden yorayım´ demektedir.

Bazısı da ´İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardır. Oysa böyle yapmak muhaldir. Bu bakımdan insanlar (ALLAH tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardır. Bu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilir. Biz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!´ der. Oysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardır. Öyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: ´Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptir. Bizim kalplerimiz ALLAH sevgisiyle mest olmuştur. ALLAH´ın marifetine varmıştır. Biz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruz. Kalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta... Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz´.
Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini ALLAH´ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederler. Dolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (a.s) bir tek hata bile ALLAH´ın yolundan geciktirir. Hatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören)lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çoktur. O yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatır. Çünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardır. Çünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamak-tadırlar. Bunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştır. Amellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuştur. Hatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi´den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildir. Bunlardan bazıları da ALLAH için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia eder. İddia eder ki ALLAH ile mestolmuştur. Halbuki ALLAH hususunda bid´at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştir. Dolayısıyla ALLAH´ı tanımadan önce ALLAH´ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını ALLAH´ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmez. Eğer tek başına bulunsaydı, ALLAH´tan utanarak o emirleri terketmezdi. Bütün bu yaptıklarının ALLAH sevgisine zıd düştüğünü bilmezdi. Bazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid´at olduğunu bilmez. Oysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyordu. Oysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardır. Aksine onlar azığa değil, ALLAH´a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardı. Bu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkeder. Kurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yoktur. Biz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştik. Burada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuştur. Hatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştir. Bunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştır. Miskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul ALLAH´ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de ALLAH razı olmaz. Aksine ALLAH Teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olur. Bu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardır. Bu grubun gayesi tekebbürdür. Oysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerler. Esas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktır. Oysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak eder. Bazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia eder. Bütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettir. Bunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında ALLAH´ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridir. Hac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, ALLAH´ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzer. Bu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdir. Bunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürler. Bu bakımdan derler ki ´Şu, nefis hakkında ayıptır. Bunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptır. Ayıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır´ ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlar. Oysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidir. Bu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştır. Onlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirler. Bu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkeder. Kalplerini buna iltifat etmeye bağlarlar. Bu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlar. Bütün bunlar gururdur; zira ALLAH Teâlâ´nın yolunun acaiplikleri sonsuzdur. Eğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olur. Bunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardır. ALLAH yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardır. Dolayısıyla ALLAH Teâlâ´nın yakınlığının hududuna varmışlardır. Burada ALLAH´a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira ALLAH Teâlâ´nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardır. Sâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman ALLAH´a vardığını sanar. Hz. İbrahim´in sözünde buna işaret vardır; zira ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü. ´Bu muymuş benim RABBİM?´ dedi.(En´âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hz. İbrahim (a.s) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyordu. Cahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirler. Bu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hz. İbrahim´i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, ALLAH´ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdur. Bu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunur. ALLAH´a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilir. Bu perdeler nûrdandır. Bazıları diğerinden daha büyüktür. Nûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdır. Bu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştır. Nûrların en büyüğü güneştir. Aralarında ay mertebesi vardır. Bu bakımdan İbrahim (a.s) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman ALLAH Teâlâ´nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim´e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun!
(En´âm/75)

Hz. İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyor. Vardığı nûrun öncesinde ALLAH´a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyor. Bu bakımdan o emre yükselince ´ben vardım´ diyordu. Kendisine onun ötesindeki keşfolunuyor. Böylece ondan sonra ancak ALLAH´a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: ´Bu en büyüğüdür´ Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: ´Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan ALLAH´a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim´.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanır. Bazen birinci perde ile aldanır. ALLAH ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdir. O da ALLAH´ın nûrlarından bir nûrdur. Nefisten maksadım, kalbin sırrıdır. Öyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli eder. Hatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidir. Bu anda nûru büyük bir şekilde parlar. Zira onda, bütün varlık olduğu gibi belirir. O emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidir. Ne zaman ki onun nûru tecelli edip, ALLAH´ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat eder. Onun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görür. Bazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek ´Ben Hakk´ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanır. Onun üzerinde durur ve helâk olur. Birçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanır. Oysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştır. Bu bakımdan bu kişi aklanmıştır. Bu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi... Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi... Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldi. Birbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı).
Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hz. İsa´ya bu gözle baktılar. ALLAH´ın nûrunun onda parladığını gördüler. Dolayısıyla o hususta yanıldılar. Tıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi... Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatır. Oysa aldanmıştır.

ALLAH´a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çoktur. Ancak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilir. Bu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandır. Bizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildir. Bu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermez. Aksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürükler. Fakat onda bir fayda vardır. O da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktır. Hatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik eder. Yine ALLAH´ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilir. Gururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder durur. Nitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi...

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:20

4-Servet sahipleri

Dördüncü sınıf servet sahipleridir. Bunlardan mağrur olanlar pek çoktur. O gruplardan biri, cami, medrese, tekke ve köprülerin inşasına teşvik etmektedirler. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön

Onlar bu mâbedleri zulümden, talandan, rüşvetten ve mahzurlu cihetlerden edinmiş oldukları mallardan bina etmektedirler. Bu bakımdan onlar ilk başta bu malın kazancında ALLAH´ın gazabına maruz kalmışlardır. Onun infak edilmesinde de ALLAH´ın kızgınlığına maruz kalırlar. Onlar için gereken, bu malı haramdan kazanmamak idi. Bu bakımdan onlar malın bu şekilde kazanılmasından dolayı ALLAH´a isyan etmişlerdir! Farz olan, onlar için tevbe edip ALLAH´a dönüş yapmaktır. Haramdan edindikleri malın bizzat kendisini vermekten âciz oldukları zaman bedelini esas sahiplerine geri vermek zorundadırlar. Eğer sahiplerini bulmaktan âciz iseler, varislerine vermek gerekir. Eğer varisi kalmamış ise, bu takdirde farz olan, o malı halkın maslahatlarının en önemlisine sarfetmektir. Bazen en mühimi, o malı (mâbedlere değil) memleketinin fakirlerine taksim etmek olduğu halde, halk bu hallerinden haberdar olmaz korkusuyla onu yapmamaktadırlar. Bu bakımdan kireç (ve taş)larla binaları inşa ederler. Bu binaları yapmaktan gayeleri riya ve halkın övgüsünü kazanmaktır. O binaların üzerinde yazılı bulunan isimlerini devam ettirmek için o binaların devamını istemektedirler. Yoksa bu hayrın devamı için değildir.

İkinci Yön

Onlar, kendilerinin ihlaslı olduklarını sanarlar. Binalara sarfetmiş oldukları paraları hayır için harcadıkları kanaatindedirler. Oysa onların herhangi birine ismi yazılmamak şartıyla herhangi bir yere bir dinar (altın) sarfetmesi teklif edilse, bu sarfiyat ona pek ağır gelir. Nefsi bunu yapmaya müsaade etmez. Oysa, ALLAH onun kalbine muttalidir. İster ismini yazsın, ister yazmasın! Eğer o, insanların teveccühünü değil de ALLAH´ın teveccühünü talep etseydi yapmış olduğu eserlerin üzerine isminin yazılmasına ihtiyaç duymazdı!

Diğer bir grup, çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden mağrurdur:

1.O vecihlerin birincisi riya ve övgü peşinde koşmaktır. Çünkü çoğu zaman onun komşusu ve memleketlisi olan fakirler vardır. Onlara mal sarfetmek daha mühim ve daha üstün iken götürüp mescidlerin inşasına ve süslenmesine sarfeder. Mescidlere sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona kolay gelir.

2.O vecihlerin ikincisi; malı mescidin boyasına, namaz kılanların kalplerini meşgul eden ve gözlerini kamaştıran nakışlarla tezyin edilmesine sarfetmektir. Oysa namazdan gaye,huşu ve kalp huzurudur. Oysa mescide nakış yapılması namaz
kılanların kalplerini darmadağın eder. Böylece sevapları da yanar.Bütün bunun vebâli o nakışlara para sarfedenin boynunadır. O buna rağmen, yaptırmış olduğu nakışlarla mağrur olup bunu hayırlı zanneder. ALLAH´a yaklaştırıcı vesilelerden kabul eder. Oysa
ALLAH´ın gazabına müstehak olur. Buna rağmen, ALLAH´a itaat ettiğini ve emrini yerine getirdiğini sanır. Öyle sanır ama,ALLAH´ın kullarının kalplerini, mecsidde yapmış olduğu süsle altüst etmiştir. Mescidin bu şekilde süslendirilmesi, çoğu zaman namaz kılanları dünyanın çeşitli süslerine teşvik eder. Onlar evlerinde de böyle yapmak isterler. Bunun teminine çalışırlar. Böyle yapmalarının günahı bu temeli ilk kuranın boynunadır; zira cami,tevazu ve ALLAH ile (mânen) kalbin hazır bulunma yeridir ve onun için inşa edilmiştir.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: İki kişi bir camiye geldiler. Biri kapıda durdu ve şöyle dedi: ´Benim gibisi ALLAH´ın evine girmez!´

(Nefsim mescide girmeye lâyık değildir). Onun sağında ve solunda duran iki melek onu, ALLAH katında sıddîk olarak kaydettiler.26

İşte bu şekilde mescidlerin tâzim edilmesi uygundur; (boyalarla, süslemek şekliyle değil). O da girmesiyle caminin kirleneceğini ve nefsinin bu şekilde camiye karşı bir cinayet işlemiş olduğunu düşünmek suretiyle camiyi tâzim etmesidir. Camiyi haramdan kazanılmış mal veya dünyanın süsleriyle süslemek ve ALLAH´a minnet ettiğini düşünmekle değil.

Havariler, Hz. İsa´ya şöyle dediler: ´Şu mescide bak! Ne güzel!´ Hz. İsa ´Ey ümmetim, ey ümmetim! Size hakikati söylüyorum. ALLAH Teâlâ bu mescidi ehlinin günahlarından dolayı harab edecektir. ALLAH altın ve gümüşe, sizin hoşunuza giden bu taşların hiçbirine önem vermez. ALLAH´ın katında en sevimli şey salih kalplerdir. ALLAH onlarla yeryüzünü tamir eder. Onlar bozuk oldukları zaman da onlarla yeryüzünü tahrip eder´.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz zaman, helâk sizin için mukadderdir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) Medine mescidini inşa etmek istediği zaman Cebrail (a.s) ona gelerek dedi ki: ´Onu yedi zirâ yükseklikte yap! Onu süsletme ve nakışlı yapma!´27 Bu bakımdan bu kimsenin gururu, münkeri mâruf gördüğü ve bu görünüşe itimat ettiği yönden gelir.

Başka bir grup da mallarını fakir ve miskinlere sadaka vermek suretiyle infak ederler. Mahfelleri arayıp görünsün diye orada verirler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bu-lurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Fakirin almış olduğu sadakayı gizlemesini, kendilerine karşı işlenmiş bir cinayet ve küfran-i nimet sayarlar. Bu kimseler hac yolunda mal sarfetmeye de taraftardırlar. Zaman zaman hacca giderler. Çoğu za-man komşularını aç bırakırlar. Bu sırra binaen İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Ahir zamanda, sebepsiz hac hapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar develerine biner uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır´.

Ebu Nasir et-Temmar28 şöyle anlatıyor: Bir kişi gelip Bişr el-Hafî´ye veda etti ve dedi ki:

-Ben hacca gitmeye azmettim. Bana birşey emret!

-Hac nafakası için ne kadar para hazırladın?

-İki bin dirhem!

-Haccınla neyi talep ediyorsun? Zâhidliği mi yoksa Kâbe´ye karşı iştiyâk mı veya ALLAH´ın rızasını istemeyi mi?

-ALLAH´ın rızasını istemeyi!
-Eğer evinde oturduğun halde ALLAH´ın rızasını kazanırsan, o iki bin dirhemi infak edip, ALLAH´ın rızasına varırsan, bunu yaparmısın?

-Evet!

-O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, çoluk çocuk sahibi olup onları zengin etmeye çalışana, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine ver-
meye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak,üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!

-Ey Ebu Nasr! Benim kalbimde sefere gitmek daha kuvvetlidir.

Bunun üzerine Bişr tebessüm ederek ona yöneldi ve ´Mal, ticaretin kirinden ve şüphelilerden derlendiği zaman, nefis ister kî onunla ihtiyacını görmüş olsun! Dolayısıyla nefis sözde salih ameller yaptığını sanır! Oysa ALLAH Teâlâ, muttakîlerin amelinden başkasını kabul etmemeye söz vermiştir´ dedi.

Servet sahiplerinden diğer bir grup da servetle meşgul olmakta, malı korumakta ve cimrilikle onu ellerinde tutmaktadır. Sonra paraya bağlı bulunmayan, gündüz oruç tutmak, gece namaz kılmak ve Kur´an hatmetmek gibi bedenî ibâdetlerle meşgul olmaktadırlar. Oysa bunlar aklanmışlardır. Çünkü helâk edici cimrilik bunların içlerini kemirmektedir. Bu bakımdan yaptıkları ameller, mal vermek suretiyle içinden cimriliğin kökünü kesmeye muhtaçtır. Oysa müstağni bulunduğu birtakım faziletleri talep etmekle meşguldür. Bu kimsenin misali, elbisesinin içerisine yılan girmiş, ölüme yaklaşmış, buna rağmen hâlâ safrasını teskin etmek için sekencebin ilacını pişirmekle meşgul olan bir kimseye benzer. Yılanın kendisini öldürdüğü kimse artık sekencebin´e nerede muhtaç olacaktır? Bu sırra binaen Bişr´e şöyle denildi: Talan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!´ Bişr ´Miskin herif! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açlara yemek yedirmek, fakirlere sadaka vermektir. Böyle yapması, nefsini aç bırakmaktan, mal toplayıp fakirlerden menetmekle beraber namaz kılmaktan daha üstündür!´

Başka bir grup daha vardır ki cimrilik onları kasıp kavurmakta, nefisleri sadece zekâtı edâ etmeye müsamaha göstermektedir. Sonra onlar malın çirkinini ve istenmeyenini, zekât olarak verirler. Zekâta müstehak olan fakirlerden de ancak kendilerine hizmet eden ve ihtiyaçlarına koşan veya gelecekte hizmetlerinde kullanabilecekleri fakirleri veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri kimseyi arayıp bulurlar veya öyle bir fakire verirler ki o fakire haşmetinden (sosyal mevkiinden) istifade edilir büyükler-den bir kimse yardım etmektedir. Bu fakire zekât vermekten gayesi, bu kimseye yardım eden o mevki sahibi kişinin yanında bir kıymet sağlamak ve dolayısıyla ona ihtiyaçlarını gördürmektir. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdırlar. Bu mağrur ALLAH´a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira ALLAH´ın ibâdetine karşılık, başkasından ücret beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çokturlar.

Biz bu kadarını gururun diğer cinslerine dikkati çekmek için zikrettik. Halk tabakasından, servet sahiplerinden ve fakirlerden diğer bir grup vardır. Zikir meclislerine gitmeleriyle mağrur olurlar. Zikir meclislerine gitmelerinin, kendilerine kâfi geldiğine inanırlar.

Bunu âdet edinmişlerdir. Zannederler ki amel etmeksizin, nasihat almaksızın sadece va´z dinlemekte bir ecir vardır. Bunlar aldanmış kimselerdir. Çünkü zikir meclisinin fazileti, hayra teşvik ettiğinden ötürüdür. Eğer orada bulunmak, insanın hayra karşı şevkini artırmazsa, orada hayır yoktur. Rağbet güzeldir. Çünkü insanı amel etmeye teşvik eder. Eğer rağbet amele teşvik etmek gücünden mahrum olursa, onda da hayır yoktur. Başkası için kastolunan birşey, insanı o şeye ulaştırmakta yetersiz olduğu zaman, onun kıymeti kalmaz. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup ´Ey Selâm (ALLAH´ın bir ismi)! Bizi selamette bırak´ veya ´SübhanALLAH´ demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibâdetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu ALLAH´ın azabından insanı kurtarmaz. Bu bakımdan dinlediğin va´z, senin fiillerini değiştirecek derecede sıfatlarından birini değiştirmezse ALLAH´a kuvvetli veya zayıf bir şekilde yönelmeni ve dünyadan sakınmanı temin etmezse, bu va´z senin aleyhinde bir delil olur. Sen bu va´zı kendin için kurtuluş vesilesi görürsen mağrursun demektir!

Eğer ´Senin zikretmiş olduğun gururun giriş noktaları hiç kimsenin elinden yakasını kurtaramadığı bir şeydir. Bundan sakınmak mümkün değildir. Senin söylediğin ümitsizliği gerektirir; zira beşerden hiç kimse bu âfetlerin gizlilerinden sakınamaz´ dersen, cevap olarak derim ki: ´İnsanın herhangi birşey hakkında gayreti gevşediği zaman ümitsizliğini izhar eder. O işi oldukça büyütür. Onun yapılamayacağını düşünür. Hevasına kapıldığı zaman çeşitli hileler düşünür. Düşüncenin inceliğiyle yolların en gizlisini, hedefine varmak hususunda elde eder. Hatta insan kendisinden uzak bulunmasına rağmen fezada uçan kuşu indirmek istediği zaman, onu bile bir hileyle indirir. Denizin derinliğinden balık çıkarmak istediği zaman, herhangi bir hileyle çıkarabilir. Altın ve gümüşü dağların altından çıkarmayı istediği zaman herhangi bir yolla çıkarır. Çöllere ve sahralara dağılmış vahşî ve ürkek hayvanları avlamak istediği zaman avlayabilir. Yırtıcı hayvanları, fili ve hayvanların en büyüklerini teşhir etmek istediği zaman teşhir edebilir. Yılanları ve ejderhaları yakalayıp onlarla oynamak istediği zaman, onları elde edebilir ve onların karınlarından panzehir çıkarır.

Dutun yaprağından renkli ve nakışlı ipekli edinmek istediği zaman edinebilir. Yıldızların miktarlarını, uzunluk ve enini bilmek istediği zaman, hendesesinin inceliğiyle yeryüzünde olduğu halde onu elde eder.

Bütün bunları hileleri (ince sanatları) ve hazırladığı aletleriyle elde eder! Bu bakımdan atı binmek, köpeği avlamak, doğan kuşunu diğer kuşları tutmak ve ağı balık avlamak için hazırlamak, ademoğlunun ince hilelerindendir. Bütün bunları, gayreti dünya için olduğu ve bunlar da dünyası hususunda yardımcı bulunduğu için yapmıştır. Eğer ahiret işleri onu ilgilendirmiş olsaydı onun için bir tek meşguliyet vardı. O da kalbin düzeltilmesidir. Bu bakımdan insanoğlu kalbinin düzeltilmesinden mahrum olduğu için ´Bu muhaldir buna kimin gücü yeter?´ der. Oysa bu hiç de muhal değildir. Evet, eğer hedefi sadece bu olduğu halde sabahlarsa, hiç de muhal değildir. Aksine durumu tıpkı şöyledir: ´Eğer hevâ-i nefse kapılırsan hileleri elde edersin´.

Bu öyle bir şeydir ki selef-i Salihîn onu yapmaktan âciz olmamışlardır. Onların yolunu güzel bir şekilde takip edenler de bunu yapmaktan aciz olmamıştır. Bu bakımdan iradesi doğru ve himmeti kuvvetli bulunan kimse de bunu tahakkuk ettirmekten âciz değildir. Hatta bu hareketin tahakkuku halkın dünya hilelerini elde edip sebeplerini tanzim etmek için çekmiş olduğu yorgunluğun onda birine muhtaç değildir.

Soru: Gururun giriş noktalarını pek fazla zikrettikten sonra bu hususta işi pek yaklaştırdın. Bu bakımdan kul ne ile gururdan kurtulur?

Cevap: Kul gurur´dan üç şeyle kurtulur:
a.Akıl

b.İlim

c.Mârifet

İşte bunlar, her insan için gereken üç şeydir.

Akıl

Akıl insanda yaratılmış tabiî bir fıtrat ve aslı nur olan bir şeydir, insan onunla eşyanın hakikatini idrâk eder. Bu bakımdan seziş ve akıllılık fıtrattır. Ahmaklık ve geri zekalılık fıtrat değildir. Ahmak olan bir insan gururdan korunmaya muktedir değildir. Öyle ise aklın saflığı ve fehmin zekâsı elbette fıtratın aslında ol-ması lâzımdır. Eğer insanoğlu, bu temel üzerinde yaratılmamış olsaydı, onu kazanması mümkün değildi. Evet! Aslı var olduğu zaman, çalışma ile onu takviye edip geliştirmek mümkündür. Bu bakımdan saadetlerin tümünün esası akıl ve riyasettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Aklı, kulları arasında farklı farklı paylaştıran ALLAH, ortaklardan münezzeh ve düşmanlarının söylediklerinden uzaktır. Gerçekten iki kişinin amelleri, sevapları, oruç ve namazları eşit olur. Fakat tıpkı zerrelerin Uhud dağına nisbeten farklı oldukları gibi akılda farklıdırlar. ALLAH Teâlâ, mahlûkları için akıl ve yakînden daha üstün bir nasibi yaratmış değildir.29

Ebu Derdâ şöyle anlatır: Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: ´Bir kişi gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Hacca gider, umre yapar, sadaka verir. ALLAH yolunda savaşır. Hastayı ziyaret, cenazeyi teşyi ve zayıfa yardım eder. Fakat kıyamet gününde ALLAH katındaki derecesini bilmez mi?´. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
O ancak aklı kadar mükâfatlandırılır.30

Enes der ki: Hz. Peygamber´in katında bir kişi övüldü. Ashab da onun hakkında güzel şeyler söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ´Onun aklı nasıldır?´ dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz onun ibâdetinden, fazilet ve ahlâkından bahsediyoruz!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:

Ahmak bir insan, hamakatından ötürü, yalancının yalanından ötürü uğradığı felâketten daha büyük bir felâkete düçar olur! İnsanlar kıyamet gününde ancak akılları nisbetinde (ALLAH´a) yaklaştırılırlar´.31

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in kulağına herhangi bir kişinin fazla ibâdet ettiği haberi geldiği zaman, onun aklını sorardı. Ashab ´Onun aklı güzeldir´ dedikleri takdirde şöyle derdi: ´Ben de onun hedefe yaracağını ümit ederim´. ´Aklı güzel değildir dediklerinde, Hz. Peygamber ´Hedefe ulaşacağını zannetmiyorum´ derdi.
Bir ara, bir kişinin çok fazla ibâdet ettiği Hz. Peygambere bildirildi. Hz. Peygamber ´Onun aklı nasıldır?´ dedi. Ashab-ı kirâm ´Birşey değildir´ dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki:

Arkadaşınız zannettiğiniz mertebeye varamaz!32

Bu bakımdan sıhhatli zekâ ve akıl tabiatı ALLAH Teâlâ tarafından fıtratın esasında yaratılmış bir nimettir. Eğer hamakat-tan dolayı elden giderse artık onu telâfi etmeye imkân yoktur.

Mârifet

Mârifet´ten gaye, dört şeyi bilmektir; nefsini, rabbini, dünyasını ve ahiretini...
Nefsini, kulluk ve zilletle görevli bilmelidir. Âlemde garip olduğunu, bu hayvanî şehvetlerin yabancısı olduğunu bilmelidir. Tabiaten ona uygun olanın ancak ALLAH´ın marifeti olduğunu bilmelidir. Daha önce ALLAH´ın cemâline bakmalıdır. Kişinin nefsini bilmeden önce böyle düşünmesi ve rabbini tasavvur etmesi düşünülemez. Bu bakımdan bunu elde etmek için muhabbet bahsinde, Kalbin Acaiplikleri´ni izah ettiğimiz bölümde, Tefekkür, Şükür bölümlerinde söylediklerimizden yardım istemeli; zira oralarda nefsin vasfına, ALLAH´ın celâlinin vasfına işaretler vardır. Az da olsa onlarla uyanma hâsıl olur. Mârifetin kemâli onun ötesindedir. Çünkü bu, mükâşefe ilimlerindendir. Biz bu bölümde sadece muamele ilimlerinin sahasında çadırımızı kurduk.

Dünya ve ahiretin mârifetine gelince, bunu elde etmek için, Dünyanın Zemmi ve Ölüm´ün Zikri bahsinde söylediklerimizden yardım talep etmeli ki kendisine ´Dünyanın ahirete nisbeti yoktur´ hakikati tebeyyün etsin! Bu bakımdan nefsini ve rabbini, dünyasını ve ahiretini tanıdığı zaman, ALLAH´ı tanımasından ALLAH´ın sevgisi, ahireti tanımasından ahirete şiddetle tâlip olması, dünyayı tanımasından dünyadan kaçınması fikri kalbine doğar.
İşlerin en mühimi, kendisini ALLAH´a ulaştıran ve ahirette kendisine fayda verenidir. Bu irade kalbine galebe çaldığı zaman, bütün işlerde niyeti dosdoğru olur. Yediğinde veya def-i hâcet ile meşgul olduğunda bundan gayesi ahiret yolculuğuna yardım etmek olur. Niyeti sıhhatli olur, kaynağı menfaat çekişmesi, dünyaya, mertebeye ve mala meyletmek olan her grup kendisinden uzaklaşır; zira bunlar, niyeti ifsad eden şeylerdir. Dünya bunun nezdinde ahiretten sevimli, nefsinin hevası ALLAH´ın rızasından daha sevimli oldukça, gururdan kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan ALLAH´ın ve nefsinin mârifetiyle, aklın kemâlinden doğan ALLAH sevgisi kalbine galebe çaldığı zaman, ilimden ibaret olan üçüncü bir vasıtaya muhtaç olur.

İlim

İlimden gaye, ALLAH´a giden yolun keyfiyetini bilmek ve kendisini ALLAH´a yaklaştıranı ve uzaklaştıranı tefrik etmektir. Yolun âfetlerini, aşılması zor olan engellerin ve tehlikelerini bilmektir. Bütün bunları eserimizin bahislerine dercetmiş bulunuyoruz. Bu bakımdan İbâdetler bölümünden ibâdetlerin şartlarını öğrenmeli, onları gözetmeli, âfetlerini bilmeli ve onlardan sakınmalıdır.

Âdetler bölümünde hayatın sırlarını ve mecbur olduğu şeyleri bilmeli, şeriat edebiyle onu edinmelidir. İhtiyacının olmadığı şeyleri bilmeli ve onlardan yüzçevirmelidir.

Mühlikât bölümünden, ALLAH yoluna mâni olan bütün engelleri öğrenmelidir; zira ALLAH´a gitmeye mâni olan, halkta bulunan kötü sıfatlardır. Bu bakımdan kişi kötü ve çirkin şeyleri öğrenmeli, onların tedavi yolunu da bilmelidir.

Münciyât bölümünden, kötü sıfatları sildikten sonra, o sıfatların yerine konması gereken güzel sıfatları öğrenmelidir.

Bu bakımdan bütün bunları kavradığı zaman bizim işaret ettiğimiz gururun çeşitlerinden sakınması mümkün olur. Bütün bunların temeli, ALLAH sevgisinin kalbe galebe çalması ve dünya sevgisinin kalpten çıkmasıdır ki dolayısıyla irade kuvvet bulsun, niyet sıhhatli olsun! Bu ise ancak zikerettiğimiz mârifet edinildikten sonra mümkündür.

Soru: Kişi, bütün bunları yaptığı zaman artık o kişi için hangi tehlikeden korkulur?

Cevap: Şeytanın onu aldatmasından korkulur. Onu halka nasihat yapmaya, ilim neşretmeye ve insanları ALLAH´ın dininden öğrendiği şeylere dâvet etmeye itelemesinden korkulur; zira hâlis olarak ALLAH´ı irâde eden kişi, nefsinin ve huylarının temizlenmesinden feragat ettiği zaman, bütün bulanıklıklarından tasfiye edilinceye ve dosdoğru yol üzerinde oluncaya kadar kalbini kontrol etmelidir. Dünya onun gözünde küçülmeli ve dünyayı terketmelidir. Halktan ümidi kesilmeli, artık halka iltifat etmemelidir. Bir hedefinden başka hedefi kalmamalıdır. O da ALLAH Teâlâ, ALLAH´ın zikri ve münacaatı ile zevklenme ve onun mülakatına olan iştiyaktır.

Şeytan böyle bir kimseyi aldatmaktan artık aciz kalır; zira şeytan dünya cephesinden, nefsin şehvetleri cephesinden gelir. Bu kişi, ona itaat etmez. Din cihetinden gelir ve ona, halka merhamet, dinlerine şefkat ve kendilerine nasihat ve ALLAH´a daveti telkin eder. Kul, rahmet ile ALLAH´ın diğer kullarına bakar. Onları işlerinde mütehayyir, dinlerinde sarhoş, sağır ve kör görür. Bilmedikleri halde, hastalığın istilâsına uğradıklarını, doktoru kaybettiklerini ve helake yaklaştıklarını görür. Bu bakımdan onlara merhamet etmek kalbine galebe çalar. Oysa nezdinde de onları hidayete sevkedecek şeyin hakikî mârifeti, onlara dalâleti gösterecek ve onları saadete irşad edecek şeyin hakikî marifeti vardır. O yorulmaksızın, zahmet çekmeksizin, herhangi bir zorluğa girmeksizin onu söyleyebilir. Bu bakımdan bu kimsenin misâli; kendisinde büyük bir hastalık, elemine güç ve tâkat getiremeyecek bir illet bulunan bir kimse gibidir. Bu kimse, o hastalığından ötürü bütün gece uykusuz ve bütün gün kıvranmaktadır. Yemez, içmez, kıpırdamaz,elemin şiddetinden ötürü tasarruf edemez.Bu bakımdan bu kimse kendisi için parasız pulsuz, zahmetsiz, yutulması kolay ve alınmasında herhangi bir acılık bulunmayan bir deva görür. Onu kullanır, iyileşir ve sıhhate kavuşur. Uzun zaman uykusuz kaldıktan sonra, uyuması gayet düzelir. Şiddetli kıvranmaktan sonra sükûnete kavuşur. Bulanıklığın katmerlisinden sonra, yaşantısı durulur, temizlenir. Hastalığın uzunluğundan sonra sıhhatin zevkine kavuşur. Bunlardan sonra müslümanlardan birçok kimselere bakar bir de ne görsün: Aynı illet onlarda da vardır. Onların da uykusuzlukları oldukça uzamış, ızdırapları şiddetlendikçe şiddetlenmiş, âh´u vahları göklere kadar yükselmiştir. Bu durumda iken, bunların ilacının bildiği iIaç olduğunu hatırlar. Onların şifa bulmasına en kolay ve en kısa za-manda yardım edebileceğini düşünür. Bu bakımdan merhamet ve şefkati tutar. Onları tedavi etmekten geri kalmaya nefsi bir türlü râzı olmaz. İşte ALLAH yoluna hidayet olunduktan sonra, ihlaslı bir kulun durumu da aynen böyledir. Bu kul, kalbin hastalıklarından şifa bulduktan sonra, halkı görür ki kalpleri hasta, hastalıkları oldukça ilerlemiş, helâk olmaları yaklaşmış, şifaya kavuşturulmaları gerekir... Onları tedavi etmek de kendisine pek kolay gelir.

Bu bakımdan nefsinin derininde kesin bir azim kabarır ve onlarla meşgul olur. Şeytan da onu -herhangi bir fitne fırsatını elde etmek ümidiyle- buna teşvik eder. Bununla meşgul olunca, şeytan fitnenin fırsatını bulur. Onu riyaset sevdasına davet eder. Hem de müridin sezmediği ve karıncanın izinden daha gizli bir dâvetle dâ-vet eder. Bu gizli dâvet onun kalbinde kesilmeden devam eder. Hatta şeytan onu tasannû yapmaya, halka kendisini lâfızlar, nağmeler ve hareketlerin güzelleştirilmesiyle süslü göstermeye, elbisesinde, görünüşünde tasannû yapmaya dâvet eder. Dolayısıyla halk ona yönelip onu büyütürler.´Tâzim ve tebcil ederler. Şifa verici olduğunu gördüklerinden dolayı padişahların tâziminden daha büyük bir tâzim onun huzurunda eğilirler. Çünkü o, katıksız şefkat ve merhametten dolayı herhangi bir tamahı olmaksızın, onların hastalıklarını şifaya kavuşturmuştur. O halkın yanında onların ecdatlarından, annelerinden ve akrabalarından daha sevimli olur. Onu bedenleriyle, mallarıyla herşeye tercih ederler. Köle ve hizmetçiler gibi, onun kulu kölesi kesilirler. Mahfellerde ona hizmet edip öne geçirirler. Onu sultanların üzerine hâkim kılarlar. İşte bu anda tabiat gevşer, nefis rahatlar. Öyle bir zevk tadar ki, hem de çok büyük bir zevk! Dünyadan öyle bir şehvet elde eder ki o şehvete nisbeten diğer şehvetlerin hepsi hakir kabul edilir. Bu kişi dünyayı terketmişken dünyanın en büyük zevklerine dalar. İşte bu anda şeytan fırsatı elde eder. Onun kalbine elini uzatır. Bu bakımdan şeytan o zevkleri koruyup devam ettiren herşeyde onu kullanmaya başlar.

Tabiatın gevşemesinin ve nefsin şeytana meyletmesinin alâmeti şudur: Eğer kişi yanılır ve halk huzurunda yanıldığı yüzüne vurulursa öfkelenir. Öfkelendiği için nefsini kınarsa şeytan derhal yanına sokulup ´Senin bu kızman ALLAH içindir. Çünkü müridlerinin senin hakkında inançları güzel olmadığı zaman, müridler ALLAH´ın yolundan ayrılırlar´ hayalini verir. Dolayısıyla o da gurura kapılmış olur. Bazı kere de kendisine karşı yapılan itiraz, itirazcının aleyhinde konuşmasına yol açar. Bu bakımdan helâli terkettikten sonra gıybetin mahzuruna girmiş olur. Hakkı kabul etmekten uzak durmak ve hakka karşı şükretmeyi nefsine ağır görmekten ibaret olan kibre -tehlikelerin ihtimallerinden kaçtıktan sonra- yeniden düşer.

Sesli güldüğü veya bazı virdlerinden gevşediği zaman, nefsi ´Başkası benim böyle yaptığıma muttali olacak ve halk nezdindeki mertebem düşecektir´ diye korkarak vaveylâ koparır. Bu bakımdan derhal bunun arkasından mağfiret talebinde bulunur. Yapmacık bir şekilde derin derin iç çeker. Bazı kere de bunun için amel ve virdlerini fazlasıyla yapar. Şeytan ona şu hayali verir: ´Sen bunu halkın gayreti gevşemesin, senin bırakmanla ALLAH´ın yolunu bırakmasınlar diye yapıyorsun´.

Oysa bu, şeytanın bir hilesi ve aldatmasıdır. Aksine nefsin feryad koparması, riyasetin elden gideceği korkusundandır. İşte bundan dolayıdır ki onun emsallerinden birisinin böyle bir kusuruna halk muttali olursa, nefis feryat etmez. Aksine çoğu zaman buna sevinip keyiflenir. Eğer kalpler, emsallerinden birisine meyleder ve kendisinin konuşmasından daha fazla o arkadaşının konuşması tesir ederse, bu durum ona gayet ağır gelir. Eğer nefsin riyasetten zevk alması sözkonusu olmasaydı, böyle bir fırsatı ganimet sa-yardı; zira bu kimsenin misâli, arkadaşlarından bir cemaatin kuyuya düştüğünü ve kuyunun büyük bir taş ile kapanmış olduğunu gören bir kimse gibidir. Onlar, o taştan ötürü kuyudan çıkmaktan aciz kalırlar. Bu bakımdan kalbi arkadaşları için rikkate gelir. Kuyudan taşı, tek başına kaldırmaya gücü yetmez. Bu hususta kendisine yardım edip kaldırmayı kolaylaştırmak için veya tek başına o taşı kaldırıp atmak için, biri gelirse o adamın gelişi ile şüphesiz ki sevinci artar ve büyür. Çünkü gayesi; arkadaşlarını kuyudan kurtarmaktır. Eğer nasihatçının gayesi müslüman kardeşlerini ateşten kurtarmak olsa, bu hususta kendisine yardım eden veya bu vazifenin külfetini kendisinden tamamen kaldıran biri ortaya çıktığı zaman, müslümanlarm hidayeti için çalışan o kimseye kızar mıydı? İnsanların başkası sayesinde hidayet bulmaları ağır gelir miydi? (Elbette gelmemesi icabederdi). Bu bakımdan müslümanlarm başkasının eliyle hidayete geldikleri de ona ağır gelmemelidir. Böyle bir ağırlığı nefsinde gördüğünde, şeytan onu kalbin büyük günahlarını, azaların fâhiş hareketlerini yapmaya dâvet edip helâk eder! Bu bakımdan hidayetten sonra kalplerin dalâlete sapmasından, dosdoğru olduktan sonra nefsin sağa sola sapmasından ALLAH´a sığınırız.

Soru: O halde onun ne zaman insanlara nasihat etmekle meşgul olması doğru olur?

Cevap: Ancak ALLAH için onların hidayetlerini istemekten başka bir kastı olmadığı zaman meşgul olabilir. Öyle ki bu hususta kendisine yardım eden birinin bulunmasını veya insanların kendiliğinden hidayet bulmasını arzular, onların övgüsünü ve mallarını istemez. Onun nezdinde kendisini övmeleriyle kötülemeleri eşittir. ALLAH Teâlâ kendisini övdüğü zaman, onların kötülemesine aldırmaz. ALLAH´ın medhiyle beraber olmadığı takdirde onların medhine sevinmez. Büyük insanlara ve hayvanlara baktığı gibi onlara bakar. Efendilere baktığı gibi onlara bakması, onlara karşı gurur taslamadığı içindir. Sonucu bilmediğinden dolayı hepsini kendisinden daha hayırlı gördüğü için öyle bakar. Hayvanlara baktığı gibi onlara iltifat edip bakması ise, onların kalplerinde mertebe sahibi olmasını talep etmekten tamahını kestiği içindir. Çünkü hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmaz. Hayvanların takdirini kazanmak için süslenmez ve tasannû yapmaz. Koyun çobanının gayesi; koyunlarını otlatmak, kurtlardan korumaktır. Sürünün kendisine bakıp da kendisini beğenmesi, hiçbir zaman onun hedefi değildir. Bu bakımdan hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmadığı gibi, insanların da nasıl gördüklerine aldırmamalıdır. Eğer bunlara önem verip dikkate alırsa insanların ıslahıyle meşgul olduğunda felâketten selim kalamaz. Evet! Bazen onları ıslah eder. Fakat bu arada onların ıslahından ötürü nefsini ifsad eder. Bu bakımdan lamba gibi olur. Başkasına ışık verir. Haddi zatında kendisi yanar!

Soru: Vâizler ancak bu mertebeye vardıkları takdirde va´z ederlerse, o vakit dünya vâizsiz kalır, kalpler harap olur?

Cevap: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Dünya sevgisi her hatanın başıdır´.

Eğer insanlar dünyayı sevmemiş olsaydı muhakkak âlem helâk olup, maişetler iptal olurdu. Kalpler ve bedenler yok olup giderdi. Ancak Hz. Peygamber, dünya sevgisinin helâk edici olduğunu söylediği halde yine de bu söz birçok insanın kalbinden dünya sevgisini sökmez. Ancak terketmeleriyle dünyanın harap olmayacağı bir azınlığın kalbinden dünya sevgisini sökeceğini bildiği için nasihati terketmemiş, dünya sevgisindeki büyük tehlikeyi zikretmiştir. Terketmesinden korktuğu için, her hatanın başı olduğunu zikretmeyi terketmemiştir, Çünkü ALLAH tarafından kul-larına musallat kılınan helâk edici şehvetlerin onları dünyaya daldıracağını bilmektedir. O şehvetler kullara musallat kılınmış ki ALLAH onlarla kulları cehenneme sevketsin.

Eğer dileseydik herkese (dünyada) hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmı ile tamamen dolduracağım!´ sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Böylece vâizler riyaset sevgisinden ötürü durmadan çalışacaklardır. ´Riyaset sevgisi için va´zetmek haramdır´ diyenin sözüyle vaizliği terketmeyecektir. Nitekim halk tabakasının, içki içmeyi, zinayı, hırsızlığı, riyakârlığı, zulmü ve diğer günahları ALLAH Teâlâ´nın ve peygamberinin ´bunlar haramdır!´ demesine rağmen bırakmadıkları gibi. . .

Bu bakımdan sen kendin için dikkatli ol! Halkın konuşmasından kalbini boşalt; zira ALLAH Teâlâ, bir veya birçok şahsın ifsadıyla (kurban olmasıyla) halkın çoğunu ıslah eder. ´Eğer ALLAH insanların bazısını bazısıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada gidecekti´; ´Muhakkak ALLAH, şu dini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.33 Ancak nasihat almanın yolunun ifsadından korkulur. Arkalarında baş olma ve dünya sevgisi olduğu halde vâizlerin susup dilsiz kesilmesi asla sözkonusu değildir.

Soru: Mürid, şeytanın hilesini öğrenmiş olur, nefsiyle meşgul olup nasihati terkederse veya doğruluk ve ihlâs şartını gözettiği halde nasihatta bulunursa, mürid için bu durumda hangi noktadan korkulabilir? Bundan sonra müridin önünde tehlikeler ve gurur tuzaklarından neler vardır?

Cevap: Müridin önünde en büyük tehlike, şeytanın ona ´Sen beni aciz bıraktın. Zekânla, aklının kemâliyle elimden kurtuldun. Ben velîlerden ve büyüklerden bir çoğuna güç yetirdim, sana bir türlü güç yetiremedim. Sen ne kadar da sabırlıymışsm. ALLAH katında senin kıymetin pek büyükmüş ki beni kahretmeye sana kuvvet verdi. Gururunun giriş noktalarını sezme imkânına seni sahip kıldı´ demesidir. Bu bakımdan mürid de şeytanın bu sözüne kulak verir, onu tasdik eder, nefsini, gururdan kurtulduğu için beğenirse, müridin bu beğenmesi gururun katmerlisi olur. Bu beğenmek en büyük helak edicidir. Zira ucub her günahtan daha büyüktür. Bunun için şeytan dedi ki: ´Ey Âdemoğlu! İlminle benden kurtulduğunu zannettiğin zaman, cehaletinle benim tuzaklarıma düşmüş olursun!´

Soru: Eğer kişi, bu hünerin kendisinden değil ALLAH´tan olduğunu, kendisi gibi birinin şeytanı kovmasının ancak ALLAH´ın yardımıyla olabileceğini, nefsinin zafiyetini, herşeyden daha âciz olduğunu bildiği için nefsini beğenmezse böyle büyük bir işe güç yetirdiği zaman buna nefsiyle güç yetirmediğini, aksine ALLAH´ın yardımıyla güç yetirdiğini bilirse, ucb´u bu şekilde sildikten sonra onun nesinden korkulur?
Cevap: ALLAH´ın keremine güvenmesi ve azabından emin olması cihetinden gelen gururu kendisi için korku kaynağı olur. Hatta gelecekte de bu minval üzere kalacağını zanneder. Hallerde meydana gelen gevşeme ve değişmeden korkmaz. Bu bakımdan hali sadece ALLAH´ın kerem ve affına güvenmekten ibaret kalır. Bu güvenin beraberinde ALLAH´ın azabından korkma yoktur. Oysa ALLAH´ın azabından emin olan gerçekte zarar edenin ta kendisidir.
Bu kimsenin çıkar yolu; bütün bu yaptıklarını ALLAH´ın fazlından görmek, sonra dünya sevgisi, riya, kötü ahlâk, gafil olduğu halde herhangi bir izzete iltifat etmek gibi kalp sıfatlarından birinin nefsinin yolunu kapatmasından korkmaktır. Her göç edip konakladığında halinin kendisinden alınmasından korkmalıdır. ALLAH´ın azabından emin olmamalıdır. Sonucun tehlikesinden gafil bulunmamalıdır. Bu öyle bir tehlikedir ki ondan kurtuluş yoktur. Öyle bir korkudur ki ancak köprüyü geçtikten sonra ondan kurtuluş vardır. Bu sırra binaen şeytan ölüm ânında bir velî´ye göründüğü zaman, o zatın bir nefesi kaldığı halde şeytan ona: ´Ey filan! Benden kurtuldun!´ der. O ´Hâlâ kurtulmuş değilim!´ diye cevap verir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ´İnsanların hepsi helâk olmuşlardır. Âlimler müstesna... Âlimlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak amel edenler hariç... Amel edenlerin hepsi helâk olmuşlardır. AncakAncak ihlâs sahipleri hariç... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler´!34

Bu bakımdan durum bu iken mağrur bir kimse helâk olmuştur. İhlâs sahibi olan ve gururdan kaçan bir kimse tehlike ile karşı karşıyadır. Bu sırra binaen korku ve sakınma hiçbir zaman ALLAH´ın velî kullarının kalplerinden ayrılmaz. Biz ALLAH Teâlâ´dan yardımını, tevfîkini ve akibetin güzelliğini talep ediyoruz. Çünkü işlerin hepsi sonuçlarına bağlıdır.

Kitabu Zemm´il-Gurur (Gurur´un Kötülenmesi) ve dolayısıyla Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) bölümü sona ermiş bulunuyor. Bunu takiben Rub´ul-Münciyât (4. cilt) ve ilk bölümü olan Kitab´ut-Tevbe gelecektir. Evvelde ve ahirde hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH Teâlâ, kendisinden sonra nebî gelmeyecek olan Hz. Muhammedi rahmet deryalarını boşaltsın! ALLAH bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak azîm ve yüce olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir!
Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) sona erdi.

______________________-

26)Bir nüshada da ´Aynı yerde ALLAH katında sıddîk olarak kaydedildi´şeklindedir.
27)Irâkî rivayeti bu şekilde görmediğini ifade etmektedir.
28) Tam adı Abdulmelik b, Abdülâziz el-Kuşeyrî en-Nesâî´dir. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
29)Hakim-i Tirmizî, Nevadir
30)Hatib, Tarih
31)Dâvud b. Mihber
32)Hakim-i Tirmizî, Nevadir´, İbn Adîy
33) Daha önce geçmişti.
34)(Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî´den)

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:22

Tevbe´nin Hakikati ve Tanımı

Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir. Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi MZ´dir, üçüncüsü fiildir. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, ALLAH´ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.

İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.
Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir... İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir.3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; iman ve yakîndir; zira iman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te´kid ve takviye etmekten, şüpheyi imandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu imanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, iman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.

İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: ´Pişmanlık tevbedir´. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır´. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

O bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!

Tevbe´nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe´nin tarifinde şöyle denilmiştir: ´Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır´.

Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: ´Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur´. Sanki bu sözüyle tevbe´nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.

Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe´nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe´nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,

3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:23

Tevbe´nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, ALLAH tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz), adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki ALLAH onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur´ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. ALLAH Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe´nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe´nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe´nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ´(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu´ demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak ALLAH ile mülâki olmakta olduğunu, ALLAH´a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, ALLAH ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında ALLAH ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen ALLAH´ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak ALLAH´a yönelmekle olduğunu ve ALLAH´tan yüz çevirmek, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve ALLAH´tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların ALLAH´tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta ALLAH´ın, Hz. Peygamber´in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey mü´minler! Hepiniz birden ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey iman edenler! ALLAH´a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen ´Nasûh tevbesi´ hâlisen ALLAH için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe´nin faziletine ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette ALLAH çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, ALLAH´ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4

Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın mü´min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra ´Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım´ diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü ALLAH´a şükretmek için ´Sen benim RABBİMsin, ben de senin kulunum´ diyeceği yerde ´Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun´ demiştir.

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: ´Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: ´Ey Adem! ALLAH´ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!´ Hz. Adem (a.s) Cebrail´e ´Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir´.

Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe´niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe´nin mânâsı, günahların helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe´nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe´nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki ALLAH´ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir´ diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim ´kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir´ mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi ALLAH´ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da ALLAH yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim ´hepsi ALLAH´ın mahlûkudur´ dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de ALLAH´ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü ALLAH Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte ´şu yemek şehveti teskin eder´ ilmini, ´şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?´ diye çarpışan fikirleri, sonra ´hiçbir mâni yoktur´ ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine ´ihtiyar´ (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği ALLAH tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, ALLAH´ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de ALLAH´ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de ALLAH´ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında ALLAH Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

ALLAH´ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, ALLAH Teâlâ ´Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur´ ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi ALLAH´ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi... Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları ALLAH´ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

ALLAH Teâlâ´nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: ´Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın´. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat ALLAH öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat ALLAH attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi ´Bu halis bir cebr´dir´ der, kimi (Kaderîler gibi) ´Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi ALLAH Teâlâ´dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur´ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, ALLAH´ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki ALLAH´tan başka yaratan ve ALLAH´tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık´ demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: ´Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!´ Filin dişine dokunan kişi demiş ki: ´Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir´. Filin kulağını elleyen demiş ki: ´Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi´ dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir´. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de... Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe´nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, ALLAH Teâlâ´nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan)
6) Fiili ALLAH´a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş´arîlerdir.


Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:24

Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu


Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. İman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle ALLAH´ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.

Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, imanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:

Zani bir kimse, mü´min olduğu halde zina etmez.7
Hz. Peygamber bu sözüyle ALLAH´ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan imanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu imanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.
Hz. Peygamber (s.a) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın ALLAH´tan uzaklaştırıcı ve ALLAH´ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan imanın yokluğunu kasdetmiştir.
Nitekim doktor ´Şu zehirdir, onu yemeyeceksin´ dediği zaman, doktorun aksine onu yerse ´Mü´min olmadığı halde zehiri yedi´ denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun ´zehir öldürücüdür´ sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.

Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. İman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, ALLAH´tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır´.8

Bunun misali, ´İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir´ diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.
Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan iman, insan gibidir. Tevhid şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, imanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhid ve Risalet´e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.

Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde imanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.

Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan iman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o iman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan iman boyle değildir.

Asi bir kimsenin muti bir kimseye ´Senin mü´min olduğun gibi ben de mü´minim´ demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına ´Ben de ağacım, sen de!´ demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır".

Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?
Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.

Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra ALLAH korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.
Bu bakımdan günahlar, iman için, bedenleri kemiren´zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozulun-caya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir.
Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.
Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan ahiretin elden gitmesidir. O ahiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.

Günah zehirleri, iman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:

Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.
(Yâsin/8-10)

Sakın iman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki iman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de mü´min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan imandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan imandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi... Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer´e, fer´in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,..
Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.

Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab´ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.

7) Müslim, Buhârî
8) Tirmizî





Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:24

Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir

Kur´an´ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira ALLAH Teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:
Topluca ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31)
Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.

Zira tevbenin mânâsı; ALLAH´tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şsytanm insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularmdandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra ALLAH´ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va´dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:

Eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriye-tini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım.
(îsra/62)

Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp ALLAH´ın yoluna yönelmektir.

Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem´in özelliğidir.

Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind´indir. Her güzelin tabiatı Hind´in tabiatı gibidir.
Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.

Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm´ın hakikatinden gafil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm´ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, ALLAH´ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.

Bu bakımdan bu durum tevbe´nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Adem´in (a.s) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi... Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.

Tevbefnin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.

Nitekim Kur´an´da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.

Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, ALLAH´ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.

Eğer bundan da kurtulursa ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum.

Bunun için ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:
Öyle ki ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir.
(Fetih/2)

Hz. Peygamber´in´ yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?

Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. ALLAH´ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe´nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer´an vâcib değildir. Bu bakımdan senin ´tevbe her durumda vâcibdir´ sözünden maksad nedir?

Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe´nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.

Aksine tevbe´nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.

Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi... Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) ´Reyn´ denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi... Nitekim ALLAH Teâlâ şöjde buyurmuştur:

Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır.
(Mutaffifîn/14)

Bu bakımdan ´reyn´ (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.

Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.

Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.

Buna Hz. Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:
Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!

O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür.
Senin ´Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib´in iki mânâsı vardır.

Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla ALLAH´tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.

Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud´a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.

Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.

Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.

Hz. İsa (a.s) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi:
- Sen ahiret için dünyayı terketmemiş miydin?
- Evet, ne olmuş?
- Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden
başını yere koymuyorsun?
Bunun üzerine Hz, İsa (a.s) taşı atarak başını toprağa koydu.
Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hz. İsa´nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hz. Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va´dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.
Hz. Ebubekir´in (r.a) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, ALLAH´ın bütün mahlûkundan daha fazla ALLAH´ı, ALLAH´ın yolunu, mekrini, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz ALLAH´a güvendirip aldatmış olmasın!
Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını ´koklarsa bilir ki nasûh tevbe´nin lüzumu ALLAH yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.
İsterse bu kul Nuh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.

Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: ´Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?´
Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur.

Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibe-tiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.
Hz. Ali´den şöyle rivayet edilmiştir: ´İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her mu-sibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır´.

Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Ölüm meleği kula göründüğü
zaman, ona ´Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak
kadar bile o saatten geri kalmazsın´ der.

Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez.

İşte ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:
Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir.
(Sebe/54)

Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de ´Ey RABBİM! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sa-lihlerden olsam!´ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (ALLAH yolunda) harcayın. ALLAH bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve ALLAH bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
(Münâfikûn/10-11)

Denildi ki: Kulun ALLAH´tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:
- ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde
RABBİMin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.
- Günleri tükettin, artık günün yoktur!
- Öyle ise bir saat beni tehir et!
- Saatleri tükettin artık saatin yok!

Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.

Bu hallerin sadmelerinde imanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce ALLAH Teâlâ´dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu tevhid üzerine çıkar.

İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur.
Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca ´Ben şimdi tevbe ettim?´ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur,
(Nisa/18)

ALLAH´a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler.(Nisa/17)

Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!

Bu sırra binaen Lokman Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.

Kim acele tevbe etmeyi ´sonra yaparım´ diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.

Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir.9

Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.

Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile ALLAH´ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile ALLAH´a varan kurtulur. Öyleyse kalp, ALLAH´ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de ALLAH´ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.

Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette ALLAH Teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!
1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum!
Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım.
Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım. Bu bakımdan
emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki
olacağını da iyi (düşün)!´

2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: ´Ey kulum! Senin nezdindeki
emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?
Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer
emanetimi koruduysan ben de va´dimi îfâ etmek suretiyle seni
karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti sen
den istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!´

Nitekim ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinde buna işaret vardır:
Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim,
(Bakara/40)

Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler,
(Mü´minûn/8)

9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:25

Şartları Bulunduğu. Zaman Tevbe´nin Makbul Oluşu

Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe´nin makbul olduğunda şüphe etmezsin. Bu bakımdan Kur´an´m nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, ALLAH katında makbul, âhirette ALLAH´ın komşuluğuna lâyık ve ALLAH´ın cemâline bakmaya hazırdır. Bilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştır. Her doğan çocuk, fıtrat üzerine doğar. Kalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.

Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül eder. Hasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı siler. Sevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yoktur. Tıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlat-masıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi... Bu bakımdan ALLAH Teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmez. Nasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldür. Senin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedir. Kabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidir. Buna şu ayette ´felâh´ ismi verilmiştir:

Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi ALLAH tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur.(Şems/9)

Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine ´zulmet´ lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi ´nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine ´nur´ ile ´zulmet´in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.

Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştir. Hatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştir. Kim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildir. Başkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilir. Bu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?

Tevbe´nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidir. Ancak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.

Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridir. Böyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmez. Evet, bazen dil ile ´Tevbe ettim´ der. Bu, çamaşırcının diliyle ´Ben elbiseyi yıkadım´ demesi gibidir. Oysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemez. Bu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam eder. İşte tevbe´nin aslının men olunmasının durumu budur. Bu uzak bir durum değildir.

Hatta dünyaya yönelen, ALLAH´tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.
Bu beyan, tevbe´nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidir. Fakat biz bunu, ayet, hadîs ve eserlerle takviye edelim. Çünkü Kitab ve Sünnet ´in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.

Ayetler
O´dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir.(Şûrâ/25)

Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (ALLAH´tandır).(Mü´min/3)

Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.

Hadîsler
Herhangi birinizin tevbesiyle ALLAH, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir.,.Sevinmek, kabulden sonra gelir. O kabulün delili bir nimettir.

Elbette ALLAH Teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar). Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyamet kopuncaya kadar) devam eder.10

´Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani ALLAH kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için ister. Zira çok kabul eden vardır ki istemez. Hiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!

Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak ALLAH tevbenizi kabul eder.11

İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!
Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasulü! Bu nasıl olur?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

O günah daima gözünün Önünde olur. Ondan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer.12
Günahın keffareti pişmanlıktır.13

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.

Rivayet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordum. Acaba tevbe
edebilir miyim?
-Evet!
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken
ALLAH beni görüyor muydu?

Hz. Peygamber ´Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı.14

Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, İblis´e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini ALLAH´tan talep etti. ALLAH da ona kıyamet´e kadar mühlet verdi. İblis dedi ki: ´Senin izzetine yemin ederim! Ademoğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım´.

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ da şöyle dedi: ´İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim´.

Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür.15
Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.

10) Müslim, (Ebû Musa´dan)
11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre´den)
12) İbn Mübarek, Zühd
13) İmam Ahmed, Taberânî
14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»
15) Tirmizî

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:26

Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar

Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündür. Tevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olur. Bu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdir. Günah, terkinde veya fiilinde ALLAH´ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettir. Bunun tafsilâtı, şer´î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirir. Oysa bu şu anda bizim konumuz değildir. Fakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelim. Doğru yola rahmetiyle muvaffak eden ALLAH Teâlâ´dır.

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:27

Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları

İnsanın birçok sıfatları vardır. Nitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştır. Fakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:
1. Rubûbiyet sıfatları
2. Şeytanî sıfatlar
3. Behimî (hayvanî) sıfatlar
4.Sebuî (yırtıcı) sıfatlar

Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedir. Bu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.
Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanm her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.

Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibi dir. Hatta sanki bu insan (Firavun gibi) ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ demeyi kasteder. Bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Meydana gelir fakat halk onlardan gafil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirler. Nitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.

İkincisi şeytanî sıfattır. Bu sıfattan hased, zulüm, hile, hud´a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelir. Dolandırıcılık, münafıklık, bid´at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.

Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattır. Bu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelir. Bundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!

Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattır. Bu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelir. Aynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.

Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardır. Bu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip eder. Bunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılır. Bu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olur. O sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektir. İşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlar. Bazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid´at ve halk için kötü düşünmek gibi... Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadır. Bazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü apaçıktır.

Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile ALLAH arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılır. Sadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdir. Kulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdir. Başkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olur. Dini almak, şerre teşvik etmek, bid´ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle ALLAH´a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.

Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidir. Kul ile ALLAH arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındır. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:

Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanır. Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmaz. Diğer bir divan vardır ki terkedilmez. Bağışlanan günahlar, kulların ALLAH ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardır. Bağışlanmayan günah, ALLAH´a ortak koşmaktır. Terkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir.19

Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktır. Ta ki ondan affedilinceye kadar...

Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Bu hususta halkın ihtilâfı oldukça çoktur. Kimi ´Küçük, büyük diye bir ayırım yoktur. Aksine ALLAH´a karşı olan her muhalefet büyüktür´ demiştir ki bu görüş zayıftır.

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.(Nisa/31)

Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir.(Necm/32)

Hz. Peygamber (s,a) şöyle buyurmuştur:
Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.

Hadîsin diğer bir versiyonunda ´Aralarındakine kefaret olur. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır´ şeklinde gelmiştir.20

Büyük günahlar, ALLAH´a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.21

Ashab-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.

İbn Mes´ud (r.a), ´Büyük günahlar dörttür´22 demiştir, İbn Ömer Vadidir´23 Abdullah b. Amr ise ´dokuzdur´24 demiştir.

İbn Abbasfın kulağına İbn Ömer´in ´Büyük günahlar yedidir´ sözü geldiği zaman şöyle dedi: ´Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur´.

Bir defasında da şöyle demiştir: ´ALLAH´ın yasakladığı herşey büyük günahtır´.

İbn Abbas´tan başkaları da ´ALLAH´ın hakkında ateş va´dettiği herşey büyük günahlardandır´ demişlerdir.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır´.
Şöyle de denilmiştir: ´Büyük günahlar, mübhemdir. Sayıları bilinmez. Tıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi...´

İbn Mes´ud´a ´büyük günah´ sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından ALLAH Teâlâ´nm şu sözüne kadar oku:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız..,(Nisâ/31)

Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede ALLAH neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.

Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: ´Büyük günahlar onyedi tanedir. Bir kısım hadîslerden, İbn Abbas, İbn Mes´ud, İbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedir. Onlar ALLAH´a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Dördü dildedir. Onlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.

Şöyle denilmiştir: ´Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınır. Velev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!´

Bu yemine ´yemin-i gamus´ denilmiştir. Çünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus´un lugavî mânâsı da daldırmaktır).

Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktır. Sihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.

Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidir. Onlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektir. O büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidir. Onlar da zina etmek ve livata yapmaktır. İkisi de el ile ilgilidir. Onlar da öldürmek ve hırsızlıktır. Biri ayaklarla ilgilidir. O da düşman karşısmdun kaçmaktır. Hatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektir. O büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidir. O da anne ve babaya karşı gelmektir.

Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: ´Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girer. Onların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır´.

İşte Ebû Tâlib el-Mekkî´nin büyük günahlar hakkında söylediği budur. Bu taksimi hakikate yakındır. Fakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştır. Oysa bu, mallara karşı yapılan bir suçtur. Nefislerin büyük günahlarından sadece katli zikretti. Göz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadı. Yetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadı. Şüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.
Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandır. Kişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır.26

Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.

Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: ´Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´.

Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: ´Kasten yapılan her günah, büyük günahtır. ALLAH´ın nehyettiği herşey büyük günahtır´.

Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında ´Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?´ diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamaz. Tıpkı ´Hırsızlık haram mıdır değil midir?´ diyenin sözü gibi!

Haram´ın tarifine önce haram´ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilir. Bu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldir. Onun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yoktur. Çünkü büyük ve küçük denmesi izafîdir. Her günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktür. Bu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtır. Kadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtır. Müslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtır. Onu öldürmeye nisbeten küçük günahtır. Evet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha ´büyük ismini verebilir. Buradaki büyüklük vasfından ´ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruz. Dünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça ´büyük´ ismi verebilir. Kur´ân nassıyla yasaklanan bir şeye ´büyük adını takabilir. Dolayısıyla der ki: ´Kur´an´da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur´an´ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişir. Bu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.

Ashab-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadır. Onları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Evet! Şu ayet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız.(Nisa/31)

Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:
Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!

Bu ayet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdır. Burada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünür. Bu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hz. Peygamberden dinlemekle mümkün olur. Şöyle ki: Hz. Peygamber ´Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!

Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda ´üç büyük günah´27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah´28 denirse, sonra ´bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (a.s) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.

Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.

Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.
Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz var. Biz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibiz. O günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle biliriz. Büyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruz. Küçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:

Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı ALLAH´ın manevî komşuluğuna ve mülakatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, ALLAH´ın marifeti, kitablarınm marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.

Şu ayette buna işaret vardır:
İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.(Zâriyât/56)

Yani bana kul olsunlar diye yarattım. Oysa kul, rabbinin rubû-biyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamaz. Hem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekir. Peygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.
Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanır. Hz. Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: ´Dünya ahiretin tar!asıdır´.29

Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadır. Çünkü dünya, dinin vesilesidir. Dünyadan iki şey ahirete bağlıdır: Nefisler ve mallar... Bu bakımdan ALLAH´ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdür. Tehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip eder. Üçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelir. Öyleyse bunlar üç mertebedirler. Bu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.

Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmez. ALLAH Teâlâ1 nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı ALLAH´ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.

Birinci Mertebe: ALLAH´ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtır. O da küfürdür. Bu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ ALLAH ile kul arasındaki perde, cehalettir. ALLAH´a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettir. Kişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedir. Küfür denilen cehaletin arkasından ALLAH´ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidir. Bu bakımdan ALLAH´ı tanıyan bir kimsenin ALLAH´ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.

Bu mertebenin arkasından ALLAH´ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid´atler gelir. Bid´atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Bid´atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olur. Onların ALLAH´ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişir. Bunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çoktur. Bu da Kur´an´da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılır. Ortanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!

İkinci Mertebe: insan hayatıdır. Çünkü hayatın korunması ile ALLAH´ın marifeti hâsıl olur. Bu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandır. Her ne kadar küfürden daha küçük ise de... Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışır. Katil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak ahiret ve ALLAH´ın marifetine varmak için gereklidir. Azaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelir. Hatta vurmak da böyledir. Vurmanın bazısı bazısından daha büyüktür. Zinanın, livatanm haramlığı da bu dereceye girer. Çünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenir. Bu da vücudun kesilmesine yakındır.

Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemez. Fakat nesebleri karıştırır. İrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal eder. Hayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratır. Zina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmaz. Bunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamaz. Zinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmaz. Fakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundur. Çünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet eder. Bu bakımdan zinâ çoğalır. Çokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.

Üçüncü Mertebe: Mallardır. Mallar insanların geçim kaynaklarıdır. Bu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildir. Ancak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundur. Zira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündür. Her halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür). Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundur. Zirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmaz. O halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?

İkinci yol, yetimin malını yemektir. Bu da gizli yollardandır. Bundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidir. Çünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştır. Yetimden başka onunla hesap göreni yoktur. Yetim ise daha küçüktür. Bu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdir. Gasp böyle değildir. Çünkü gasb açıktır, bilinir. Emanete hainlik yapmak da bunun hilâfmadır. Çünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar. Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır. Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.

Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildir. Bu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Fakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlar. Bu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundur. Her ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de.. Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştir. Bunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.

Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardır. Bu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Madem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektir. Ancak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştir. Hainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik´ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidir. Çünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuştur. Zanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadır. Büyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsun. Bu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî´nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.

Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekir. Şeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekir. Çünkü akılsız insanda hayır yoktur. Öyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandır. Fakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmez. Bu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmaz. Ancak necis bir suyu içmiş olur. Şarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridir. Şeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet eder. Bu bakımdan bu şer´an büyük günahlardan sayılır. Beşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmez. Eğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdır. Aksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.

Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardır. Mertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelir. Haysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardır. O mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktır. Bunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye ´Ey zinakâr demektir. Şeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştır. Ashabın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorum. Bu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermez. İşte büyük günahtan bunu kastediyoruz. Fakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruz. Dolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmez. Şeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdir. Eğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildir. Her ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de... Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.

Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının" şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.

Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtır. Aksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.

Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı´ kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.

Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet eder. Bu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.

Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruz. Bu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:

Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdir. Bazısı da şüphelidir. Bu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırır. Bu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.

Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektir. Bu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?

Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidir. Sadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yoktur. Bilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedir. Büyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdir. Bu ise âhiretle ilgili bir durumdur. Bu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!
Böylece büyük günahlardan korunmak da şu ayet mucibince küçük günahların kefareti olur:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz.(Nisâ/31)

Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olur. Bir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi... Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidir. İşte kefaretlendirmenin mânâsı budur. Eğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildir. Kim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmez. Böyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmaz. Evet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.

Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdir.Bunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdir. Bu takdirde şüphelilerden olur. Onun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.

Nass ise halen vârid olmamıştır. Bütün cüzleri içine alan bir tarifde yoktur. Aksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur;

zira EbûHüreyre (r.a) rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu
yurmuştur:Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidir. Ramazan´dan öbür Ramazan´a kadar (olan günahlar)a da Ramazan kefarettir. Ancak üç günahın kefareti olmaz: ALLAH´a ortak koşmak, Sünnetfi (Hz. Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak...30

Denildi ki: ´Sünneti terketmek ne demektir?´ Cevap olarak şöyle denildi: ´Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir´. Alış verişi bozmanın mânâsı ise ´Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir´ şeklinde yorumlanmıştır. Bu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmez. Bu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.

İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilir. Şahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildir. Bu durum dünyanın hükümlerindendir.
Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruz. Fakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yoktur. Oysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.

İmam Şâfiî şöyle demiştir: ´Hanefî mezhebinde olan bir kimse ´Nebiz´ denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederim. Fakat onun şahidliğini reddetmem´.

Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştır. Fakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştir. Şafiî´nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet eder. Bütün günahlar adalete olumsuz tesir ederler. Ancak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi´l-ma´ruf ve nehy-i an´il-münker´i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının
dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamaz. Ancak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, ahiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişir. Eğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktır. Ahkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktır. İpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.

Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir eder. Tıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi... Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledir. Küçük günah, devamlılık yüzünden, büyür. Nitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi... Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şafiî´ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai´am Nevevî ´Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şafiî´ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır´ demiştir), işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!

19) İmam Ahmed, Hâkim
20) İmam Ahmed, Hâkim
21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As´tan)
22) ALLAH´a şirk koşmak, ALLAH´ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetin
den ümit kesmek ve azabından emîn olmak!
23) ALLAH´a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, mü´mini öldürmek,
savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!
24) Ayrıca Mescid-i Haram´da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmek
ten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,
25) Kut´ul-Kulûb
26) Deylemî, İmam Ahmed ve Ebû Davud
27) Daha.önce geçmişti.
28)Taberârıî, Evsat
29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim´u1-Ahlâk
30) Hâkim, (Ebû Hüreyre´den)
31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmam Rafı ile İmam Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthaf´us-Saade, VIII/545).

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:28

Dünya´daki Sevaplara ve Günahlara Göre Ahiret´te Verilecek Mükâfat ve Cezalar

Dünya müIk ve şehâdet âlemindendir. Ahiret gayb ve melekût âlemindendir. Dünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.

Ahiretten gayem; ölümden sonraki halindir. Bu bakımdan senin dünya ve ahiretin, sıfatların ve durumlarındır. O sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına ahiret adı verilir. Biz şimdilik ahi-retteki dünyadan bahsedeceğiz. Çünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruz. Dünya mülk âlemindendir. Bizim gayemiz, âhireti izah etmektir. O da melekût âlemindendir. Oysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.
Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar.(Ankebut/43)

Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudur. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar.32
Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmez. Ancak darb-ı mesellerle tebeyyün eder. Böylece ahiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmaz. Ancak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü´minin kalbi Rahmân olan ALLAH´ın kudret parmaklarmdan ikisinin arasındadır.33

Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldir. Cahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmez. Çünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidir. Nitekim rüya âleminde görülen mi
sallerin tefsirine tâbir adı verilir..Bu bakımdan cahil kişi ALLAH´a el ve parmak isnâd eder. Oysa ALLAH Teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.

Böylece Hz.Peygamberin ´ALLAH Teâlâ, Âdem´i sureti üzerine yarattı´ hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve ALLAH´a bunların benzerini isnâd eder! Oysa ALLAH onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir. Bundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştır. Onlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardır. Buradaki söz oldukça uzar.

Böylece ahiret hakkında da darb-ı meseller vârid olur. Dinden çıkanlar onu yalanlar. Çünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştır. O misal onlara mütenakız görünür. Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:
Kıyamet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir.34

Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlar. Bununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: ´SübhanALLAH! Ölüm arazdır. Koç cisimdir. Araz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir´. Fakat ALLAH Teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:
Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Miskin bilmiyor ki ´Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve ´Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır´ denildi ve ´o koç kesildi´ diyen kimseye, rüyayı tâbir eden ´Doğru söyledin. Durum senin gördüğün gibidir dedi.
Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet eder. Durum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudur. Rüyayı gören de rüyasında doğrudur. Bunun hakîkati şuraya dönüşür. Rüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları ´Levh-i Mahfuz´daki hakikatlere muttali kılar. Ruh´a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretir. Çünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilir. Bu bakımdan onun misali doğrudur. O misalin mânâsı da sıhhatlidir.

Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlar. Dünya ahirete nisbeten uykudur. Bu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.

Bu da ALLAH´tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindir. Bu bakımdan Hz. Peygamberin ´Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir´ sözü bir misaldir. Bu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuştur. Kalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştır. Bunun ötürü Kur´ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:
Ona sadece ol der, o da oluverir.(Yâsin/82)

Hz. Peygamber de ´Mü´minin kalbi Rahmân´m parmaklarından ikisinin arasındadır´ sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştir. Biz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştik. Bu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.
Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidir. Bu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olur. Bu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdır. Öyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlar. Saadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.

Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi... Ahiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (ahiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.

Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmez. Ancak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmez. Bu
bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:
1. Helâk olanlar
2.Azaba dûçar olanlar
3.Kurtulanlar
4.Zaferyâb olanlar

Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürür. Bunlar helâk olanlardır. Bazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmez. Onlar azap çekenlerdir. Bazılarını da serbest bırakır. Bunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verir. Bunlar da zaferyâb olanlardır. Eğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik eder. Sadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürür. Devletin esasında kendisine zıt davrananı öldürür. Padişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verir. Padişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakır. Çünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsin. Hediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektir. Azaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.

Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılır. Böylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlar. Zeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me´vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlar. Azap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır.35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.

Helâk olan ve ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olur. Bu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişir. Bu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:

Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidir. Helâk olanlardan gayemiz, ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan misalin mânâlarından gafil olma! Bu durum inkarcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, ALLAH´ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet ALLAH´a yakınlık ve O´nun cemâline bakmaktadır.

Bu ise iman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilir. İnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridir. Onlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlar. Onlar o günde rablerinden perdelenirler. Mahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktır. Böyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakar. Bunun için ârifler şöyle demişlerdir: ´Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız ALLAH ile mülâki olmaktır. Bizim kaçışımız sadece ALLAH ile kul arasında giren perdedendir.

Denilmiştir ki: ´İvaz karşılığında ALLAH´a ibâdet eden bir kimse leîmdir´. Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için ALLAH´a ibâdet etmek gibi... Oysa ârif bir kimse ALLAH´a, ALLAH´ın zati için ibâdet eder. Sadece onun zatını arzular. Elâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmez. Ateşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup eder. Muhakkak ayrılık ateşi ALLAH´ın ateşidir ki tutuşturulmuştur. Öyle ki onun acısı kalplere işler. Cehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardır. Cisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılır. Bunun için şair şöyle demiştir:

Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!

Bunun ahiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardır. Çünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girer. Kesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basar. Buna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmez. Bazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet eder. Buna rağmen o, onları hissetmez. Çünkü öfke kalpte bir ateştir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Öfke ateşten bir parçadır.36

Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidir. Gördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal eder. Bu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz´ü ayırmak bakımından helaktir. O ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanır. Bu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidir. Eğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsin. Kalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmez. Bunu elem bile saymaz ve şöyle der: ´Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir´.

Mide şehvetine mağlup olan bir kimse ´Herise ve Helva´ ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih eder. Bütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledir. Bu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudur. Tadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsustur. Bu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yoktur. Tıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibi. Her insan için kalp ehli olması şart değildir. Eğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:
Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır.(Kaf37)

Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, Kur´ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştir. Kalpten gayem; göğüsteki kalp değildir. Bundan gayem emir âleminde olan sırdır. O sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidir. Yaratma ve emrin tamamı ALLAH´ındır. Fakat kalp öyle bir sırdır ki ALLAH Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur:.
Bir de sana Ruh hakkında (Ruh´un hakikatinden) soruyorlar. De ki: ´Ruh, RABBİMin ermindendir.(İsra/85)

Emir ve padişah ALLAH´tır. Çünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardır. Emr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olur. Onu bilen nefsini bilir. Nefsini bilen rabbini bilir. Kul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: ´ALLAH, Adem´i sureti üzerinde yarattı´.

ALLAH Teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te´vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştır. Fakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, teVilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladır. Çünkü rahmet, musibete göre verilir. Onların musibeti, teVil edenlerin musibetinden daha fazladır. Her ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de... Hakîkat ALLAH´ın faziletidir, dilediğine verir. ALLAH büyük fazilet sahibidir. Hakîkat ALLAH´ın hikmetidir, dilediğine tahsis eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.

Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettik. Bu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattık. Bu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudur. Bunun ALLAH´ın kitabından ve Hz. Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çoktur. Bunun için biz o delilleri burada zikretmedik.

İkinci Mertebe
İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidir. Bu mertebe, imanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidir. Fakat bu kimse imanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira imanın başı Tevhidedir. Tevhid de ALLAH´tan başkasına ibâdet etmemektir. Kim hevâsmm peşinde giderse o, hevâsını ilah edinmiştir. O, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici)dir.
´Lâ ilâhe illâllah´ demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:
ALLAH de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.(En´âm/91)

Bu, ALLAH´tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.
RABBİMiz ALLAH´tır´ deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner,(Fussilet/30)

Sırat-ı Müstakim ki tevhid ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle erer. O sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindir. Âhirette vasfedilen sırat gibidir. Az da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamaz. Bu ise tevhid´in kemâline zarar verir. Sırat-ı müstakim´den sapması nisbetinde bir zarar uğrar. Şüphesiz bu durum ALLAH´a yaklaşmak derecelerinde eksikliktir. Her eksiklikte de iki ateş vardır:

1.Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.
2.Kur´an´m vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.

Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olur. Fakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdır. O şeylerden biri imanın kuvvet ve zafiyetidir. İkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktır. Birçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)

Bu sırra binaen selef demiştir: ´Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!´ Kurtuluş hakkında ihtilâf vardır. Hatta bazıları, ´Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmaz. Bir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır´ demişlerdir. Azabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yok. Azabın en azı hesapta sorguya çekilmektir. Nitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affeder. Bazen kamçı ile döver. Bazen azabın diğer bir çeşidini tatbik eder. Azabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omaz. Bu ihtilâflar ahiret azabı hakkında da olmuştur. Şeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedir. Bu, imanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.
Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredir. Azabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdır. Azabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdır. Bu durum kalp erbabına, Kur´an´m delileri ve iman nuruyla görünür.

ALLAH Teâlâ´mn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.
Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır.(Mü´min/17)

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39)

Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)

Bunlardan başka, Kur´ân ve Sünnet´te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardır. Bütün bunlar adalettir. İçinde zulüm yoktur. Af vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Rahmetim gazabımı geçmiştir´37
Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir,(Nisâ/40)

Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.
Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinir. Bunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.

Sonuç olarak deriz ki; imanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilir. Çünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; ´Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler´.

Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur´ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olur. Kefaret-lendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktır. Hali böyle olan herkesin sevabı ağır basar. Bu bakımdan terazide rüçhanm belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundur. Evet! Onun ´ashâb-ı yemîn´e veya ALLAH´ın dergâhına yaklaştırılmış mukar-reblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs´te yer alması ne güzel birşeydir. İşte bunun gibi imanın sınıfları da tedkik edilir. Çünkü iman iki çeşittir; Biri halk tabakasının imanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.

Bir de keşfi iman vardır ki ALLAH´ın nuruyla açılan göğüste olur. Bu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü ALLAH´adır. Çünkü varlık aleminde ALLAH´tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur.38

İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidir. Onlar mele-i a7â´ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlar. Bunlar da birçok sınıfa ayrılırlar. Bazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn´dur. Bazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdır. Bunların arasındaki fark, ALLAH´ın marifetindeki farklılıklarına göredir. ALLAH´ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktür. Zira ALLAH Teâlâ´mn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildir. Marifet denizinin derinliği sonsuzdur. Ancak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlar. Ezelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan ALLAH´a giden yolun konaklarının sonu yoktur! ALLAH yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.
Taklidî bir iman ile iman edene gelince, o da ashâb-ı yemin´dendir. Ancak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdır. Onlar da çeşitli derecededirler. Ashâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdır. Bu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudur. Farzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündür. Bir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm´ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak eder. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir. Yıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.
Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdur. Zira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman imanı sarsılır. Dolayısıyla kötü sonuca uğrar. Hele imanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olur. Çünkü taklidî iman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdur. Basiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmez. Bunların ikisi de iman üzerine ölseler dahi, azap görürler. Ancak ALLAH Teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişir. Cezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredir. Şiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredir. Çeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredir. Azap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn´in derecelerine ulaşırlar. Basiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirler. Ateşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir.39

Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetme. Bu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildir. Çünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettir. Belki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldı. Ona on mislini verdi! Deve on dinara eşitti. Yüz dinar verdi. Eğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamaz. Belki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidir. Şahıs ve heykellerinin muvazenesi değildir. Çünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenir. Bu bakımdan onun ruhu maliyettir.

Onun cismi ise, et ile kandan ibarettir. Yüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidir. Bu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.

Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve ´Onun on mislini verdim!´ dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirler. Zira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmez. Görmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnir. Bu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: ´Bu cevher ancak bir atştır. Onun ağırlığı bir miskaldir. Devenin ağırlığı bir milyon miskaldir.´

Bu bakımdan onların gözünde o kişi ´Ben ona on misiini verdim´ demekle yalan söylemiştir. Oysa hakikatte yalancı çocuktur. Ancak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yoktur. Ancak bâliğ olup kemâle erince bunu anlar. Kabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilir. O zaman doğruluk ona görünür. Arif kişi. Hz. Peygamber´in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.

Zira Hz. Peygamberin (s.a.) ´Cennet göklerdedir´ dediği haberlerde vârid olmkuştur. Oysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidir. Yine bedevîye anlatılması da bunun gibidir. Nasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye vc muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtır. Bunun için Hz. Peygamberk (s.a) şöyle buyurmuştur.

Üç sınıfa merhamet ediniz:
1.Cahiller arasında kalan âlime,
2.Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,
3.Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40

Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlar. ALLAH bu durumu onları denemek için ve
rir. Bu bir beladır. Ezelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,
Bela önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir.41
Buradaki belanın Hz. Eyyûb´un belası gibi, olduğunu sanma.42 Hz. Eyyûb´un belası bedene verilen beladır. Nuh´un (a.s) belası da büyük belalardandır. Zira Nuh (a.s) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları ALLAH´a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ´ Ali ah Teâlâ kardeşim Musa´ya rahmet etsin. O bundan daha fazlasıyla eziyet gördü. Buna rağmen sabretti´.43

Öyle ise peygamberler inkarcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlar. Bunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok as kurtulurlar. Memleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler)... Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldir. Nitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi...

Bu incelikleri bildiği zaman, Hz. Peygamberin ´Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir´ hadîsine iman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktır. Sen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsın. Bu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsin. Öyle ise ondan gafil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuştur. Bu bakımdan siz, ALLAH´ı unuttuklarından dolayı ALLAH tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınız. Öyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, ALLAH´ı unutmuştur. Zira ALLAH´ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmaz. Her kim ALLAH´ı unutmuşsa, şüphesiz ALLAH ona kendi nefsini unutturmuştur. O, hayvanlar mertebesine inmiştir. En yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.

ALLAH Teâlâ´nm kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştır. Ancak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadır. Çünkü hayvan ölümle kurtulur. Bunun ise yanında emanet vardır. Şüphesiz emanet sahibine geri verilmelidir. Bu bakımdan emanetin dönüşü ALLAH´adır. O emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidir. Ancak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuştur. Şu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektir. Pırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildir. Kararmış güneş de o huzura dönüş yapar. Zira dönüş noktası hepsi için o huzurdur. Ancak bu kararmış güneş, a´lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.

Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; ´RABBİMiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!´ demekte olan suçluları bir görsen!
(Secde/12)

Böylece ALLAH Teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştir. Ancak onların başları eğiktir. Yüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştir. Bu hüküm ALLAH Teâlâ´nm tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdür. Bu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten ALLAH´a sığınırız!
İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdür. O çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilir. Ateşten ancak ehl-i tevhid (ALLAH´ı bir bilenler) çıkar.
Tevhid´den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.

Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendir. Bu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olur. Yani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini
uzaklaştırır. Boyun ve malın müddeti, yaşama müddetidir. Boyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.

Ancak tevhidde doğruluk fayda verir. Tevhid´in kemâli eşyanın tamamının ALLAH´tan bilinmesi demektir. Bunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.
Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdır. Bu tevhid, muvahhidlere göre değişiktir. Bu bakımdan insanlardan
bazılarının tevhid´den dağlar kadar nasibi vardır. Bazılarının bir miskal nasibi vardır. Bazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardır. Öyleyse kalbinde miskal kadar imanı olan bir kimse,ateşten ilk çıkan kimsedir.Kalbinde zerre kadar iman olanı ateşten çıkarınız!44

Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar iman olan kimsedir. Miskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbe-tinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlar. Miskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladır. Nitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettik. Tevhid ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdir. Bu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmez. Diğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilir. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde ALLAH´ın huzurunda durdurulur. Eğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olur. Bu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve ´O şunun namusuna küfretmiştir. Diğerinin malını almıştır. Öbürüne vurmuştur´ derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kaimaymcaya kadar ödenir. Melekler ´Ey rabbi-miz! Bu kişinin sevapları bitti. Daha birçok hak sahibi kaldı!´ derler. Bunun üzerine ALLAH şöyle buyurur:

Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.

Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulur. Zira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.

İbn Celâ´dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ´nın yanına gelip helâlleşmek istedi. İbn Celâ ´Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?´ dedi. İbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: ´Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandır. İstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!´

Kulların kıyamette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budur. Bütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdür. Bu tıpkı doktorun, bir hastaya ´Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!´ başka bir hastaya da ´Hastalığı hafiftir. Tedavisi kolaydır hükmüne benzer. Çünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandır. Fakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşir. Bazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölür. Bu, ALLAH Teâlâ´nm insanlardan gizli olan sırlarmdandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafmdandır. Zira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledir. Onların gizli sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildir. Kurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilir. Helake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilir. Bunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamaz. Bunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî
günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.

İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadır. Takvâ da kalptedir. Kalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdir. Öyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keş-folunur. Ancak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunur. Ceza, ancak gizli ve ALLAH´tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdür. Eğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdı. Eğer ceza olmasaydı adalet olmazdı. Eğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı

Rabbin asla kullara zulmedici değildir.(Fussilet/46)

Şüphesiz ki ALLAH zerre kadar zulmetmez.(Nisâ/40)

Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdır. Her nefis kazandığının rehinidir. Onlar haktan saptıkları zaman, ALLAH onların kalbini kaydırır. Onlar nefîslerindekini bozdukları zaman, ALLAH da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:

Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez.
(Ra´d/11)

Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş tur. Zira gözle görülende yanlışlık mümkündür. Çünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görür. Kalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildir. Önemli olan kalp basiretinin açılmasıdır. O basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.

Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)

Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidir. Kurtuluşutan gayem; saadet selâmettir. Saadete ermek ve zaferyâb olmak değildir. Bunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsin. Kusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.

Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündür. Dünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınır. Bu bakımdan onları ALLAH´a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yoktur. Öyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendir. Belki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlar. Şeriat lisanında bu makam A´râf diye isimlendirilmiştir. Halktan bir grubun A´râf a. konacağı yakînen ayet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuştur. Gözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdür. Kesin değildir. Kesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olur. Evliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldir. Kâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedir. Hatta Hz. Âişe (r.a) bir çocuk öldüğü zaman ´O cennet kuşlarından bir kuştur´ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:
Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.

Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidir. Ârif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildir. Mukarrebûn ve sâ-bikûn onlardır. Zirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o ´ashâb-ı yemîn´dendir. Bunlar ise mukarreblerin ta kendileridir. Bunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmaz. Belirtmesi mümkün olan miktar, Kur´an´m tafsil buyurduğu miktardır. ALLAH´ın beyanından sonra artık beyan yoktur. Onların bu âlemde anlatılması mümkün olmaz. İşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:
Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez,(Secde/17)
Bir de şu hadîs-i kudsî´de belirtilmiştir:
Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım.47

Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdur. Huriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler.. Ârifler bunlar için hırs göstermezler. Bunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezler. Onlar ALLAH´ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlar. Bu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidir. Bunun için Rabia el-Adeviyye´ye şöyle denildi: ´Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?´ Cevap olarak ´Önce komşu, sonra ev!´ dedi.

Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştir. Hatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdir. Onların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidir. Bu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildir. Bedenine isabet edeni hissetmez. Bu hal için ´nefsinden fani olmuştur´ tabiri kullanılır. Mânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudur. Onun içinde mahbubun-dan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamaz. Bu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırır. Nitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi... Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk eder. Bu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlar. Dünya hakîkaten perdedir. Onun kalkmasıyla perde kalkar. O zaman güzel hayatın zevki idrak olunur. Esas evin, ahiret evi olduğu anlaşılır. Derecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidir. Lütfuyla muvaffak kılan ALLAH´tır.
Küçük Günahları Büyük Günah´a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşür. O sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ´Israrla beraber küçük günah büyük olur. istiğfarlarla beraber büyük günah silinir.48

Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir. Bunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederler. Eğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmez. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.49

Şeyler zıdlarıyla bilinirler. Eğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verir. Bu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyür. Ancak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olur. Zina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olur. Eski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalır. Bu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdır. Eğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.

O sebeplerden biri de günahı küçük görmektir. Zira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, ALLAH katında o kadar küçülür. Kul önü ne kadar küçük görürse, ALLAH nezdinde o nisbette büyür.

Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanır. Bu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olur. Günahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanır. Bu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirir. Oysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekir. Günahlarla karartılması mahzurludur. Bunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemez. Çünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.

Mü´min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görür. O dağın üzerine düşmesinden korkar. Münafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür.50

Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun ´Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!´ deyip hafife aldığı günahtır. Günahın mü´minin kalbinde büyümesi, ALLAH´ın celâlini bilmesinden ileri gelir. Bu bakımdan mü´min ALLAH´a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.

ALLAH Teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:
Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasma ve azametine bak!

Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: ´Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!´
Sahabe´den biri de Tâbiîn´e şöyle söylemiştir: ´Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hz. Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sa
yardık!´

Zirâ sahabîlerin ALLAH´ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdı. Bu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, ALLAH´ın celâline nisbeten, büyük günahlardandır. Bu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyür. Halk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.
Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyür. O sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektir. O günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gafil olmaktır. Küçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artar. Hatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.
Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyar. Nitekim şöyle der: ´Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim´.

Mücadeleci, mücadelesinde der ki: ´Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttim. Onunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!´ Ticarette muamele yapan der ki: ´Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?´ İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyür. Çünkü günahlar helâk edicidirler. Kul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekir. ALLAH´tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdır. Bu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.
O sebeplerden biri de ALLAH Teâlâ´nm kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktır. Bilmez ki ALLAH Teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının ALLAH´ın bir inayeti olduğunu zanneder. Onun böyle zannetmesi ALLAH´ın azabından emin olmasından ileri gelir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendi aralarında da ´ALLAH bizi söylediklerimizle azâBlandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehenem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir!(Mücadele/8)

O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdır. Zira böyle yapması, ALLAH´ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektir. Bir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektir. Bunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardır. Suçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştır. Eğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olur. Cürüm gittikçe ağırlaşır.

İnsanların tümü bağışlanmıştır. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna... Onlardan biri ALLAH Teâlâ´nm kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında ALLAH´ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler.51

Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak ALLAH´ın sıfatlarından ve ni-metlerindendir. Bu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektir. Biri şöyle demiştir: ´Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!´
Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)

Seleften biri şöyle demiştir: ´"Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir´.
O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdır. Günahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyür. Bunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi´1-ma´ruf ıı ve nelıy-i an´il-münker´i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardır. Bu günahlarda başkaları âlime tabi olur. Dolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam eder. Öyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye ALLAH cenneti mükâfaat olarak versin.

Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedir. Onların günahlarından da birşey eksilmez.52

Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. Öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız.(Yâsin/12)

Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.

İbn Abbas şöyle demiştir: ´Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından döner. Fakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler´.

Biri şöyle demiştir: ´Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzer. Hem kendisi, hem de içindekiler batar´.

İsrailiyat´ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid´atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe etti. Bir zaman ıslah hususunda çalıştı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´O âlime söyle! Senin bir günahın var. Eğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdim. Fakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?
Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidir. Onların boynunda iki vazife vardır. O vazifelerden biri günahı ter-ketmek, ikincisi günahı gizlemektir. Nasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olur. Bu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılır. Eğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meyleder. Oysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirler. Böylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olur. Öyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olur. Kendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.

32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hz. Ali´ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.
33) Daha önce geçmişti
34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said´den)
35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir´ul-Usûl, (Ebû Hüreyre´den zayıf bir senedle)
36) Tirmizî
37) Müslim, (Ebû Hüreyre´den)
38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık ALLAH Teâlâ´nın varlığıdır. İkincisi ALLAH´dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müste-ardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı ALLAH´a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)
39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan)
40) İbn Hibbcuı, Zuafa
41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc
42) İbn Cerîr´in Katade´den rivayet ottiği gibi Hz. Eyyûb (a.s) yedi küsur sene
bu hastalıktan muzdarib olmuştur.
43) Buhârî
44) Tayalisî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hibban
45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî
46) Müslim
47) İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce
48) Ebu Şeyh
49) Müslim, Buhârî
50) Buhârî
51) Buhârî, Müslim
52) Müslim

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:29

Tevbe´nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi
İnsanlar iki kısımdır:

Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtir. O genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştür. Bu genç hakkında Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, ALLAH Teâlâ hayranlık duyar.77
Böyle genç pek ender bulunur.

İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlar. Bizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir.

Tevbe´nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olur. Hastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektir. Bu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktır. Birşey ancak zıddıyla iptal edilir. Israrın sebebi gaflet ve şehvettir. Gaflete ancak ilim zıd düşer. Şehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşer. Gaflet, günahların başıdır.

Onlar, ALLAH´ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte bunlar gafil olanlardır. Elbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır.(Nahl/106-109)

Bu bakımdan tevbe´nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundur. Nasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir.

Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok eder. işte aynen bunun gibi, kalpte bulunan ´ısrar hastalığının´ ilâcını anlamak gerekir. Madem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardır. Onların biri ilim, diğeri sabırdır. Elbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır.

Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır?

Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlar. Fakat her hastalığın özel bir ilmi vardır. Tıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibi. Her illetin özel bir ilmi vardır. Günahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledir. Bu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsun. Hasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır.

Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktır. Bu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmaz. Böyle bir kimseye helâk gerekli olur. Bizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına iman etmektir.

Şöyle ki: Ahiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır. İşte bu, şeriatların aslına iman etmenin ta kendisidir. Böyle bir imanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdır. Bu iki çeşit de imanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî imanın sahih olduğuna bînaendir).

İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermez. İncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hz. Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına iman etmektir.

Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsin. Dinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir.

Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin.

Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın.

Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermez. Aksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardır. Dinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmaz. Her günahı işlemez. Aksine her mü´minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardır. Onun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardır. İşte bunlar birtakım ilimlerdir. Din tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdır. Onlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdir. Bu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektir. Doktor da âlimdir. Eğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır.

Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi)78 gözetmelidir. Buraların ehline dinlerini öğretmelidir. Onlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdır. Saadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdır. Onlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildir. Aksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekir. Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Aksine halkın toplantı yerlerine gidip ALLAH´a çağırmışlardır. Başlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezler. Yanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi... Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn´dır.

Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar" bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlar. Mutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekir. Dünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardır. Kalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlar. Alimler doktorlardır. Saltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdir. Bu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilir. Tıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi... Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir:

Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez.

İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmez. Fakat beden hastalığı böyle değildir. Onun sonucu gözle görülen bir ölümdür. Tabiat bu ölümden ürker. Ölümden sonraki durum güzel görülmemektedir. Günahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez.

Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmez. Bu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında ALLAH´ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını te
davi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sar-fettiğini görürsün.

Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir.

Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Hastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur.

Böylece eksikleri ortaya çıkmaz. Bundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye vc halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidir. Oysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirler. Kendilerine ´Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz´ denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildi. Doktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk oldu. Aksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürler. Keşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılar. Çünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirler. Onlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirler. Zira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir.

Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayı. ALLAH´ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlar. Ne zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk eder. Çünkü ilâcı yerinde kullanmaz. Bu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar.

Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirler. Korkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekir. Çünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir.

Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye´se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe´ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin!
Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzer. Bu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır.

Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz?

Cevap: Bu, oldukça uzar. Bunu saymak mümkün değildir. Evet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelim. Bunlar dört şeydir:

1) Günahkârları korkutan Kur´ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivayetleri zikretmektir.

Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesin. Onlardan biri der ki: ´Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!´ Diğeri ´Ah ne olurdu,
keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar´. Başkası der ki: ´Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle
amel etmişlerdir.

Hadîs bazı rivayetlerde şöyledir: ´Keşke onlar bir arada otur-saydılar. Bildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: ´Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler´.79

Seleften biri şöyle der: "Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: ´Altı saat o günahı yazma!´ Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmaz. Eğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar".

Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! ALLAH Teâlâ yer ve göğe der ki: ´Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsiniz. Eğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdiniz. Kulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarım. Umulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim´.

Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O´ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır.(Fâtır/41)

Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdır. ALLAH´ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, ALLAH o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler.80

Kalp, açık bir el gibidir. Ne zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanır. Bütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanır. İşte mühür bunun ta kendisidir.81

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kul ile ALLAH arasında günahlardan malûm bir hudûd vardır. Kül o hududa vardığı zaman, ALLAH onun kalbini mühürler. Ondan sonra da onu hayra muvaffak etmez´.

Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuştur. Bu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hz. Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundur. Zira Hz. Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştır. Ancak geride ilim ve hikmet bırakmıştır. Her âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır.

2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdir. Adem´in (a.s) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi... Hatta rivayet ediliyor ki Adem (a.s) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtular. Avret yerleri göründü. Bu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılar. Cebrâil (a.s) yanına gelerek başından tacı aldı. Mikâil de alnından cevherleri çözdü. Arşın üstünden ona şöyle seslenildi: ´Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz´

Râvî der ki: Adem (a.s) ağlayarak Havva´ya baktı ve şöyle dedi: ´İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi ALLAH´ın komşuluğundan çıkarmasıdır!´

Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman83 (a.s) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hz. Süleyman buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır.

Diğer bir rivayette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istedi. Hz. Süleyman söz verdi, fakat öyle hüküm vermedi. Diğer bir rivayette de ´Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti´ şeklindedir. İşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldı. El açar dilenirdi,fakat kimse kendisine birşey vermezdi.Ben Süleymanım, beni doyurun´ dediği zaman kendisini dövüp kovarlardı. Yine birgün, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bir rivayette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktü. Bu durumlar devam etti. Sonunda ALLAH Teâlâ, Süleyman´ın mühürünü balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi.84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da ´Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi muhakkak olacaktır!´ dedi.

İsrâiliyat´ta şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdi. Kadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar etti. Köle ise kadınla mücadele edip korundu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları´na peygamber yaptı.

Hz. Musa Hızır´a ´ALLAH seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?´ diye sordu. Hızır da ´ALLAH için günahları terketmekle...´ karşılığını verdi.

Rivayet ediliyor ki birgün rüzgâr, Hz. Süleyman´ı gitmek istediği yere götürüyordu. Bu sırada Hz. Süleyman (a.s) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi oldu. Bunun üzerine rüzgâr derhal Hz. Süleyman´ı yere bıraktı! Hz. Süleyman ´Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki´ deyince rüzgâr ´Biz ancak ALLAH´a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!´ karşılığını verdi.

Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a (a.s) vahiy göndererek ´Seni evladın Yusuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?´ diye sordu. Hz. Yakub ´Hayır, bilmiyorum!´ dedi. ALLAH Teâlâ "Senin, Yusuf un kardeşlerine ´Sizin gafil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum´ deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktum. Kurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestin. Neden kardeşlerinin gafletine bakıp da
benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yusuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?" buyurdu. Yakub ´Hayır!´ deyince ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin:
Umulur ki ALLAH onların hepsini bana getirir! (Yusuf/83)

Ey oğullarım!* Gidin de Yusuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin)! ALLAH´ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin!(Yusuf/87)

ALLAH Teâlâ, Yusufun (a,s) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği "Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!)" sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:Şeytan Yusuf a Rabb´inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu.(Yusuf/42)

Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Kur´ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştir. Bilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların ahirette tehir edilmemesindedir. Şakî kimselere gelince, ALLAH Teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; ahiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedir. Buna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira ALLAH´ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır.

3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve ´Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir´ kanaatinin yerleşmesidir. Nice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı ALLAH´ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkar. Bu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur.

Davud ve Süleyman (a.s) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilir. Hatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralır. Halk arasındaki mertebesi düşer. Düşmanları kendisine galip gelir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul (bazen), işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur.85

İbn Mes´ud da ´Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!´ demiştir. İbn Mes´ud´un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır:
"Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere
bir akıl (ilim) ayrılır.86

Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: ´Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildir. Lânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!´

Selefin bu sözleri çok doğrudur. Çünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve
uzaklaştırılmaktır. Bu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Tevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdür. Her günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşir. Bu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olur. Hatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için ALLAH Teâlâ böyle kimselere buğzeder.

Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyordu. Bu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam etti. Düştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladı. Bir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: ´Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzer. Şöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşır. Ancak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar´.

Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettir. Bu sırra binaendir ki Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır´.

Bir zât şöyle buyurmuştur: ´Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm´.

Bir başkası da şöyle demiştir: ´Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm´.

Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: "Birgün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördüm. Durup ona hayranlıkla bakmaya başladım. O sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden
tuttu. Bunun üzerine utanarak ´Ey Ebû Abdullah! SübhanALLAH! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldum. Bunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum´ dedim. Bu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve ´Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!´ dedi. Gerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!"

Ebû Süleyman ed-Dârânî ´İhtilâm olmak bir cezadır´ buyurmuştur. Bir keresinde de ´İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır´ demiştir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir.87

ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur:
Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımm lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88

Ebû Amr b. Ulvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır:
"Bir gün ayakta namaz kılıyordum. Aniden kalbimde bir arzu uyandı. Bunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardı. Bundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildi. Bu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadım. Bu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyordu. Bu durum üç günden sonra kayboldu. O sırada Rikka´da (Irak´ta bir yerdir) oturuyordum. Birgün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî´ye gittim. Oraya vardığım zaman Cüneyd bana ´ALLAH´tan korkmadm mı? O´nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydun. Öyle ki bu şehvet seni istilâ edip ALLAH´ın huzurundan çıkardı. Eğer ben senin için ALLAH´a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen ALLAH´a o siyahlıkla kavuşacaktın!´ dedi. Ben Rikka´da, Cüneyd de Bağdad´da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren ALLAH´dır)".

Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşır. Eğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünür. Yok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenir. Günahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur.

Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdır. Kişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olur. Bahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olur. Eğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olur. Dahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur.

İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir.

4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktır. Bütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Ehil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olur. Alim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekir. Önce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdır. Bu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hz. Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder.

Nitekim Hz. Peygamber ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun´ diyen bir kimseye ´Öfkelenme!´89 buyurmuştur.

´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: ´Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budur. Tamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktir. Namazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın´.90

Muhammed b. Vâsi de ´Bana tavsiye de bulun!´ diyen birine ´Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!´ dedi. Adamın ´Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de ´Dünyada zâhidlik eteğine yapış!´ buyurdu.

Hz. Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştir. İkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştür. Muhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü.

Muaz ´Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir kişiye ´Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!´ dedi. Muaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir.

Bir kişi İbrahim b. Edhem´e ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Bunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: ´Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidir. Halk halktır; ancak bütün halk olgun değildir. Halk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye´cûc ve me´cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştır. Ben onları halk olarak görmüyorum. Bilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır.´

İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir.) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır.

Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak ´Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yaz. Hiç çekinmeden, istediğini yaz!´ dedi. Aişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı:
Âişe´den Muaviye´ye! Selâm sana! Ben, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:

ALLAH Teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmez. Kim de halkı razı edebilmek için ALLAH´ın kızmasını göze alırsa, ALLAH onu halka havale eder. Vesselâm!

Hz. Âişe´nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılır. Bu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir!

Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye´ye şöyle yazdı:
ALLAH´tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda ALLAH seni halktan korur. Halktan korktuğunda ise onlar seni ALLAH´tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlar. Vesselâm!

Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsun. Çünkü herkese şeriatın bütün mev´izelerini anlatmak mümkün değildir. Kişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir.

Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır?

Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer´î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılır. Gıdalar, bütün halk içindir. Devalar ise, sadece hastalık sahipleri içindir. Buna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî´ye ´Bana tavsiyede bulun!´ diye rica etti. Ebû Said de ´ALLAH´ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdır. Cihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm´ın ruhbanlığıdır. Kur´ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdir. Hayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!´dedi.
Bir kişi Hasan Basrî´ye ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Hasan Basrî de ´ALLAH´ın emrini aziz et ki ALLAH da seni aziz etsin!´ buyurdu.

Lokman Hekîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: ´Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinler. Dünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfet. Dünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidir. Ahmaklarla oturma. İki yüzlülerle arkadaşlık yapma!´

Lokman Hekîm oğluna, şunları da söyledi: ´Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindir. Arkada bıraktıkların ise başkalarının malıdır. Kim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr
olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur´.

Bir kişi Ebû Hâzım´a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Ebû Hâzım91 da ´Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yap. Yine ölüm geldiğinde başına bela olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!´ buyurdu.

Musa (a.s) Hızır (a.s)´a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. O da şunları söyledi: ´Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olma. Mücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürüme. Hayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülme. Yanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmran´ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!´

Muhammed b. Kerram92 ´Bana nasihatta bulun!´ diye rica eden birisine şunları söyledi: ´Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış.

Bir kişi Hâmid el-Leffâf a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Hamid de ´Dinin için, Kur´an´ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin´ buyurdu. Adamın ´Dinin kılıfı nedir?´ diye sorması üzerine de ´Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir´ dedi.

Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz´e şöyle yazdı:
ALLAH seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakın. Elindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edin. Ölüm anında sana kesin haber gelecektir. Vesselâm!

Ömer b. Abdülaziz, Hasan Basrî´ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istedi. Bunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı.
Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardır. Bunları görmen kaçınılmazdır. Sonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksın. Bil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gafil olansa zarar eder. Neticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olur. Korkan kimse emin olur. Emin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilir. Kaydığın zaman dönüş yap. Pişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol!

Mutarrıf b. Abdillah, ömer bin Abdülaziz´e şöyle yazdı:
Muhakkak ki dünya ceza evidir. Dünya için ancak aklı olma-v yankimseler servet edinir. İlmi olmayan dünyaya aldanır. Bu bakımdan ey mü´mirilerin emîn! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol!

Ömer b. Abdülazizİtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadır. Çünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olur. Sabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla); korku da ancak ilimle olur. İlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olur. Günahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de ALLAH Teâlâ´nm ve Hz. Peygamberin tasdiki demektir. Bu ise imandır. Böylece günahta ısrar eden kimse mü´min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır!

Cevap: Günahta ısrar etmek imanın yokluğundan değil, bilakis imanın zayıflığından ileri gelir; zira her mü´min günahın, ALLAH´tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va´dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va´dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır. İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır.
Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir.

Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin´i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuz. da âhireti bırakıyorsunuz!(Kıyâmet/20-21)

Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz.(A´lâ/16)

Cennet mekruhlarla (zorluklarla); ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir.93

ALLAH Teâlâ cehennemi yarattığında Cebrail´e ´Git cehenneme bak!´ buyurdu. Cebrail cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrail´e ´Git! Cehenneme bir daha bak!´ emrini verdi. Cehenneme ikinci kez bakan Cebrail İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım´ dedi. ALLAH cenneti yarattı ve Cebrail´e ´Git cennete bak!´ emrini verdi. Cebrail oraya baktıktan sonra ´İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrail´e ´Git, cennete bir kere daha bak!´ emrini verdi. Cebrail, bu ikinci bakışından
sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım´ dedi.

Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması insanoğlunun, iman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidir. Bu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildir. Fakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir.

Üçüncüsü, hiçbir günahkâr mü´min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasın. Öte yandan ALLAH tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va´dedilmiştir. Ancak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir!
Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir mü´min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasın. Yakîn sahibi mü´min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da ALLAH´ın fazlına dayanarak af bekler. İşte bunlar, iman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir.

Evet! Günahkâr bazen de imanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işler. Bu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Bu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmez. Bu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir!

Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir?

Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedir. Şöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine ´Her gelen gelecektir. Bekleyen için yarın yakındır. Muhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır.

Unutma ki kıyamet yakındır´, fikrini yerleştirmelidir. Dahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır:

Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedir. Hatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine ´Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir´ dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkeder. Ölümün elemi ise insanoğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidir. İnsanoğlu elbette birgün dünyadan ayrılacaktır. Acaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir?

Madem ki durum budur, insanoğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanm sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine ´Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanm sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa ahiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır´ der. Bu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilir. Kişi bu konuda şöyle düşünmelidir: "Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?"

Tevbe´nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilir. Çünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididir. İhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktır. Çıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmaz. Bilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanır. Âdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildir. Bu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardır. Çünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdir. Günlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır.

Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayım. Ondan sonra gelip sökerim!´ diyen kimseye benzer.

Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihti-yarladıkça zayıfladığını çok iyi bilir. Bu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye..;
ALLAH´ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedir. Bu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da ALLAH Teâlâ´nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidir. Yine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: ´Ben ALLAH´ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünler. Çünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündür. Daha önce de buna benzer olaylar olmuştur. Bu bakımdan ben de ALLAH´ın fazlından bunun benzerini ummaktayım´. Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz!

Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürer. Fakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündür. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ´Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?´

´Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum´ derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdır. Eğer ´Ben bunda şüphe ediyorum´ derse, kendisine şöyle deriz: "Meçhul bir şahıs sana ´Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı´ dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun". Şüphesiz bu durumda ´Bırakırım´ dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: ´Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirim. Yemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidir. Yok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum.

Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur´.
Bu bakımdan ona denir ki:
- Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamber
lerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar
zümresinin doğruluğunu bırakırsın?
- Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil,
bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum
- Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilir. Öyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilir. Her ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede... Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin
elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkar. Bu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamaz. Dünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmez. Durum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir
kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz?

İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed b. Süleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir:
Müneccim ile tabip ´Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler.
Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise?

Yine bu sırra binaendir ki Hz. Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: ´Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruz. Aksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!´ Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür.

Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilir. Peki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına iman eden kimseleri bu düşünceye yöneltme-nin yolu nedir?

Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyar. Bunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektir. Bu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdır. Bundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadır. İkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledir. Hiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldür. Onun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldir. Fikir ise, onu bundan meneder,

Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: ´Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındır. Ölümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsun. Bu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!´

İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdır. Bu ikincisi, ahiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektir. Çünkü ahiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildir. Dünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktır. Bunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yoktur. Oysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, ALLAH´ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardır. ALLAH´a itaat eden bir insan için. amelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve ALLAH´ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelir. Buna bir de ahiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur)

Evet! Bu lezzet, tevbe´nin başlangıcında alınamaz. Fakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışır. Hayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktir. Bu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdir. Bu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmez. Bunlar kalbe yerleştiğinde f\kir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meyleder. Hayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir.

Uzun bir hadîste rivayet edildiğine göre Ammar b. Yasir Hz. Alinin huzurunda ayağa kalkarak ´Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?´ diye sordu. Hz. Ali de şöyle cevap verdi; "Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir:
a) Cefa,
b) Körlük
c) Gaflet
d) Şek v 3 şüphe

Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzeder. Kim körleşirse, zikri unutur. Gafîllerse hidayetten sapar. Kim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışır. Hiç beklemediği şeyler ALLAH tarafından karşısına çıkartılır".

Bu, söylediklerimiz, düşünceden gafil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır.
Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidir. Ancak tevbe´nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr´m da izahı gerekir. Bu bakımdan eğer ALLAH dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız!

77) İmam Ahmed, Tabcrânî 4
78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir.
79) Deylemî
80) İbni Adîy, İbn Hibban, (hz. Ömer´den)
81) Beyhakî, (Mücahid´den)
82) Peygamberlerin hatalarına günah değil zelle demek daha doğruysa da biz
müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye 3´etkili olmadığımızdan ifadeyi ay
nen naklettik.
83) Bkz. İthafus-Saade ,
84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle); Bkz. İthaf´us-Saade, VIII/616
85) İbn Mâce, Hâkim
86) Daha önce geçmişti.
87) Beyhakî, er-Rikak
88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî)
89) Daha önce geçmişti.
90) İbn Mâce, Hâkim
91) Adı Seleme b. Dinar el-Medeııî´dir. Tâbiîndendi. A´rec diye şöhret
bulmuştur.
92)Abdullah es-Sicistanî´nin oğlu olan bu şahıs H. 355´de vefat etmiştir.
93) Müslim, Buhârî

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:31

Sabır ve Şükür Konusuna Giriş


ALLAH Teâlâ bitkileri yarattı. Bitki, yarlık bakımından taş, toprak, demir, bakır ve diğer madenlerden daha mükemmeldir; zira bitkide bir kuvvet yaratılmıştır. O kuvvetle bitki, kökü vasıtasıyla gıda alır. O kuvvetin içinde birtakım aletler vardır. Onlar gıdayı çekerler. O aletler bitkinin her yaprağında görülen incecik damarlardır. Sonra onlar kalınlaşır, dal budak salar. Durmadan incelir. Yaprağın bütün parçalarına yayılan kılcal damarlar haline gelir. Hatta görünmeyecek kadar incelir. Ancak bitki bu kemâlle beraber ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz); zira bitkiye kökü vasıtasıyla gelen gıda kesildiği zaman solar, kurur. Artık başka bir yerden gıda almak imkânından mahrum olur; zira gıda almak ancak matlûbu bilmekle olur. Ona intikal etmekle meydana gelir. Bitki ise, bundan acizdir. Bu bakımdan ALLAH´ın senin için hissedici ve gıdanın talebinde harekete geçirci aletler yaratması, sana verdiği nimetlerdendir.

ALLAH´ın beş duyuyu yaratmaktaki hikmetini dikkatle izle! O beş duyu idrâk aletidir. Onların birincisi dokunma duyusu´dur. Bu ancak şu hikmetten dolayı yaratılmıştır:
Yakıcı bir ateşe veya kesici bir kılıca dokunduğun zaman hisseder, derhal ondan sakınırsın. Bu, canlı için yaratılmış ilk histir. Bu hisse sahip olmayan hiçbir canlı düşünülemez; zira bunu hissetmeyen bir şey hayat sahibi değildir. Hiss derecelerinin en eksiği kendisine temas edeni hissetmektir; zira kendisinden uzak olanı hissetmek, şüphesiz daha mükemmel bir histir. Bu his, çamurdaki kurt dahil olmak üzere, her canlıda mevcuttur; zira çamurdaki kurda iğneyi batırdığın zaman kaçmak için toparlanır. Bitkiler gibi değildir. Çünkü bitki kesildiği halde toparlanmaz; zira kesmeyi hissedemez. Ancak, eğer insan için bu histen başkası yaratılmamış olsaydı, insan da böcek gibi eksik olurdu.

Senden uzak olduğu zaman gıdayı talep edemez, sadece bedenine temas edeni hisseder, onu çekerdin. Bu bakımdan uzak olanı hissetmek için başka bir hisse ihtiyaç vardır. İşte bunun için koku hissi (duyusu) yaratıldı. Ancak bununla koku idrâk edilebilir. Fakat hangi taraftan geldiğini anlaşılmaz. Böylece birçok tarafı aramak mecburiyetinde kalırsın. Bazen kokusunu aldığın gıdayı bulur, bazen de bulmazsın. Eğer bu koku hissinden başkası yaratılmamış olsaydı sen eksikliğin en aşağı seviyesinde olurdun. Bu bakımdan görme duyusu yaratıldı ki onunla uzağı görüp cihetini tesbit edesin ve dolayısıyla o cihete gitme imkânına ulaşabilesin. Ancak bundan başkası yaratılmamış olsaydı, yine eksik olurdun; zira sadece görme hissi ile duvarların ötesinde, perdelerin arkasında olanı hissetmezdin. Ancak arada perde bulunmayan düşmanı görürdün, seninle arasında perde olanı göremezdin. Perde ancak düşmanın sana yaklaştığı ve senin kaçmak imkânından aciz kaldığın bir zamanda kalkardı. Bu yüzden işitme hissi yaratıldı ki onun vasıtasıyla duvar ve perdelerin arkasındaki hareketlerin seslerini duyabilesin; zira gözle, ancak hazır olan bir şeyi görebilirsin. Gözle görülmeyeni ise, harf ve seslerden oluşan bir konuşma ile tanıman mümkündür. Bu da kulak sayesinde mümkün olur. Bu bakımdan işitme hissi yaratıldı.

Konuşmak ve anlamak sayesinde diğer hayvanlardan ayrıldın. Eğer sana zevk (tatma hissi) verilmeseydi bütün bunlar yine de seni müstağni etmezdi; zira gıda eline geçtiği halde onun sana uygun olup olmadığını idrâk edemezsin ve onu yiyip helâk olurdun. Tıpkı ağaç gibi... Onun köküne her zaman sıvı madde dökülür. Zevki olmadığı için bu dökülen maddeyi çeker. Çoğu zaman bu onun kurumasına sebep olur. Eğer dimağında hiss-i müşterek denilen başka bir idrâk yaratılmamış olsaydı bütün bunlar yine de yeterli olmazdı. Bu beş duyu ile idrâk olunanlar o hiss-i müşterek´e teslim edilir ve orada bir araya gelirler. Eğer o hiss-i müşterek olmasaydı senin için durum oldukça zorlaşırdı; zira sen, sarı bir madde yediğin zaman, onu acı ve tabiatına muhalif gördüğünde terkederdin. Onu başka bir zaman gördüğünde, eğer hiss-i müşterek olmasa, ikinci bir defa tatmadan zararlı ve acı olduğunu bilemezdin;

zira göz, sarılığı görür fakat acılığı müşahede etmez. Bu bakımdan hiss-i müşterek olmasaydı ondan kaçınmak mümkün olmazdı, zevk acılığı idrâk eder, fakat sarılığı idrâk etmez. Bu bakımdan bir hâkim lâzımdır ki onun yanında acılık ile sarılık bir arada toplansınlar ki rengi idrâk ettiğin zaman o maddenin acı olduğuna hükmedesin ve ikinci bir defa onu tatmaya muhtaç olmayasın!

Bütün bu durumlarda hayvanlar da seninle ortaktırlar; zira bütün bu duyular koyuna da verilmiştir. Bu bakımdan eğer bu duyulardan başkası yoksa, eksik olursun. Çünkü kurt koyunu yaka-ladığında koyun kendini nasıl müdafaa edeceğini ve bağlandığı takdirde nasıl kurtulacağını bilemez. Bazen kendini bir kuyuya atar, bunun kendisini helâk edeceğini idrâk edemez. Bu nedenle hayvan, hal-i hazırda lezzetli gördüğünü ikinci durumda kendisine zarar verse bile yer, hastalanır ve ölür, zira o ancak hazırdakini hissedebilir. Neticeleri idrâk edemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ bütün bu sıfatlardan daha yüce olan başka bir sıfatla seni şereflendirdi ve hayvanlardan ayırdı. O da akıl sıfatıdır. Öyleyse akılla hâl-i hazırda ve gelecekte yemeklerin zararlısını, ve faydalısını idrâk edersin.

Yemeklerin nasıl pişirileceğini, hangi maddeyi hangisiyle karıştıracağını bilir ve sebeplerin hazırlanmasını idrâk edersin. Bu bakımdan sıhhatinin sebebi olan yemeklerden akıl vasıtasıyla faydalanırsın. Gıda aklî faydaların en hasisi, hikmetlerin en azıdır. Akıldaki en büyük hikmet, ALLAH´ın fiillerini ve âlemdeki hikmetini anlamak marifetidir. Aklın bu en büyük hikmeti tahak-kuk ettiğinde beş duyunun faydaları senin için değişir. Bu bakımdan bu beş duyu casuslar ve memleketin her tarafını taras-sud etmekle vazifeli haberciler gibidirler. Sen onların her birine bir işi havale edersin. Onlardan biri renklerin haberlerini getirir. Diğeri seslerin haberlerini, öbürü kokuların haberlerini, bir başkası yemeklerin, diğeri sıcak, soğuk, sertlik, temas, yumuşaklık, katılık ve başka şeylerin haberlerini getirir. Bu postacılar ve casuslar memleketin çeşitli bölgelerindeki haberleri toplar, hiss-i müşterek ´e teslim ederler. Hiss-i müşterek de dimağın başına oturmuş, tıpkı padişahın kapısında oturup haberleri ve çeşitli bölgelerden gelen mektupları mühürlü olarak teslim alan postacıbaşı gibidir; zira onun vazifesi, gelen mektupları almak, toplamak ve korumaktır. Mektupların içerisindeki hakikatlerin marifeti onun vazifesi değildir. Fakat kalp, emir ve padişah olan akla rastladığı zaman, o sonuçları ona teslim eder. Çünkü onlar mü-hürlü olarak kendisine gelmiştir. Padişah onları teftiş eder, onlar vasıtasıyla memleketin sırlarına muttali olur. Onlarla memlekete hükmeder. Burada bütün o hükümleri saymak mümkün değildir. Kendisine uygun görünen hüküm ve maslahatlara göre askerler gönderir. Askerler azalardır. Bazen onları aramaya, bazen kaçmaya, bazen de kendisine göre tedbirleri tamamlamaya gönderir.

İşte bunlar, idrâkler hususunda ALLAH´ın sana olan nimetlerinin bir kısmıdır. Sanma ki biz bütün o nimetleri saydık. Çünkü zâhir olan havaslar (beş duyu) idrâklerin bir parçasıdırlar. Görme duyusu, o havaslardan biridir. Göz de bir tek alettir. Oysa göz, değişik olan on tabakadan meydana gelir: O tabakaların bazıları rutubetlerdir. Bazıları da perdeler...

Perdelerin bazısı, örümcek ağı gibidir. Bazısı da yeni doğan çocukla beraber dışarı çıkan yufka deri gibidir. O rutubetlerin bazısı yumurtanın beyazı gibidir. Bazısı da buz gibidir. Bu on tabakanın her birinin bir sıfatı, şekli, görünüşü, eni, yuvarlaklığı ve terkibi vardır. Eğer bu on tabakadan biri veya herhangi bir tabakanın sıfatlarından biri değişirse, görme duyusu zedelenir. Doktorlar ve sürme sürenler onu düzeltmekten aciz kılarlar.

İşte bu izah, bir duyu hakkındadır. O duyuya dinleme duyusunu ve diğer duyuları kıyas et. ALLAH Teâlâ´nın gözün cismindeki ve tabakalarındaki bütün hikmetlerini ve nimetlerinin çeşitlerini ciltlerce kitaba bile sığdırmak mümkün değildir. Oysa gözün tamamı küçücük bir cevizden bile büyük değildir. Acaba bütün bedenin, azalarının ve acaipliklerinin hakkında ne zannedersin? İşte bunlar, idrâkleri yaratmak sûretiyle ALLAH´ın nimetlerine işaretlerdir.

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:31

Recâ´nın Hakikati

Hamd, senâ ehli olan ALLAH´a mahsustur!. Öyle ALLAH ki kibriyânın ridasıyla münferid, yücelik ve vecdin sıfatlarıyla mütevahhiddir ve veli kullarını genişlik ve darlıkta sabır kuvvetiyle belâ ve nimetlere karşı şükretme desteğiyle takviye edendir.

Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Peygamber´in, iyilerin efendileri olan ashabının, muttakîlerin önderi olan âlinin üzerine olsun.

İman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür parçası şükürdür. Nitekim eserler ve haberler buna şahidlik etmiştir.

1 Sabır ile şükür, ALLAH´ın vasıflarından iki vasıf ve en güzel isimlerinden iki isimdir; zira ALLAH kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir.

Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, imanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân´ın vasıflarının ikisinden de gafil olmak demektir. Oysa ALLAH´a yaklaşmak, ancak imanla olur. İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin iman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek iman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir.

Sabır ve şükrün marifetini elde etmekten geri kalmak, kendisiyle imanın ayakta durduğu ve imanın kendisiyle idrak olunduğu esasın marifetinden de geri kalmak demektir. Bu bakımdan bu iki şıkkı izah etmek büyük bir ihtiyaçtır ve zarurîdir. O halde biz bu iki şıkkı birbirine bağlı olduğundan dolayı ALLAH´ın izniyle bir bölümde izah edeceğiz

Bu bölümde sabrın fazileti, tarifinin ve hakikatinin beyanı, imanın yarısı olmasının, ilgilendiği hususların değişikliğine göre, değişik isimlere sahip olmasının, kuvvet ve zafiyet ihtilâfı he-sabıyla kısımlarının beyanı, sabra ihtiyaç duyulan yerin, sabrın ilâcının ve sabra ulaşmada yardımcı olan şeylerin beyanı vardır. Bu bakımdan bu şık yedi fasıldan ibarettir. ALLAH´ın izniyle bu fasıllar sabrın bütün maksatlarını ihtiva etmektedir.

1) Deylemî, Müsned´ül-Firdevs

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:33

Recâ´nın Fazileti ve Recâ´ya Teşvik

ALLAH Teâlâ sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, Kur´an´ın yetmiş küsur yerinde sabrı zikretmiştir. Derece ve hayırların çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir.

Ayetler
Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik.(Secde/24)

Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tam yerine geldi.(A´raf/137)

Biz sabredenlerin mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz.(Nahl/96)

İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilir.(Kasas/54)

Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.(Zümer/10)

Bu bakımdan hiçbir ibadet yoktur ki onun ecri takdir ve hesapla olmasın! Ancak sabır bu kaidenin dışındadır. Oruç sabırdan olduğu ve sabrın yarısı bulunduğu için ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Oruç yalnız benim içindir. Onun ecri de bana aittir.

Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ ibâdetler arasından orucu, kendi nefsine izafe etmektedir.

Sabredenlere kendileriyle beraber olacağını va´dederek şöyle buyurmaktadır:
Sabredin, çünkü ALLAH sabredenlerle beraberdir. (Enfal/46)

Yardımı sabra bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Evet sabreder sakınırsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad eder. (Âlu İmran/125)

Sabredenler için başkalarına vermediği birçok şeyleri bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157)

Bu bakımdan hidayet, rahmet ve salâvatlar sabredenler için toplanmıştır. Sabır makamı hakkında vârid olan bütün ayetleri saymak oldukça uzun sürer.

Hadîsler
Sabır imanın yarısıdır.2

Nitekim sabrın imanın yarısı olmasının ne anlama geldiği ileride gelecektir.

Size verilenlerin en azından biri yakîn ve sabır azimetidir Kime bu iki hasletten nasibi verilmiş ise artık o kimse elinden kaçırdığı gece ibadeti ve oruç (sevapları için) üzülmez. Çünkü ondan daha üstününü elde etmiştir. Yemin olsun, eğer siz, üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde sabredersiniz, bu benim nezdimde sizden bir kişinin hepinizin ameli kadar amelle bana gelmesinden daha sevimlidir. Fakat ben sizin üzerinize benden sonra dünyanın açılıp gelmesinden, bazınızın bazınızı inkâr etmesinden, o anda semavât ehlinin de (meleklerin de) sizi inkâr etmesinden korkuyorum. Bu bakımdan sabreden ve ecrini ALLAH´tan bekleyen, sevabın kemâlini elde eder.

Daha sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: ´Sizin yanınızdaki tükenir. ALLAH´ın yanındaki ise, bakidir. Yemin olsun, sabreden-lere ecirlerini hesapız vereceğiz´. (Nahl/96)3

Hz. Peygamber´i iman sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur:
(İman) sabır ve cömertlikten ibarettir.4 Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.5

Yine bir defasında ´İman nedir?´ diye sorulunca cevap olarak şöyle buyurmuştur:
6 Bu hadîs-i şerif, Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifine benzer:
Hac Arefe´de vakfe´dir.7 Yani haccın en büyük rüknü Arefe´dir.

Amellerin en üstünü nefislerin zorlandığı ameldir.8

Denildi ki: ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: ´Benim ahlâkımla ahlâklan! Muhakkak ben çok sabırlıyım!´

Atâ´nın İbn Abbas´tan rivayet ettiği hadîste deniliyor ki: Hz. Peygamber Ensar´ın yanına girip şöyle buyurmuştur: ´Siz mü´min misiniz?´ Ensar sustu. Bu esnada orada bulunan Hz. Ömer (onların yerine) ´Evet! Ey ALLAH´ın Rasûlü!´ diye cevap verdi. Hz. Peygamber devamla ´Sizin imanınızın alâmeti nedir?´ dedi. ´Biz genişlikte şükür, belaya karşı sabır ve kazaya karşı rıza gösteririz´ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
Kâbe´nin rabbine yemin ederim ki durumu böyle olanlar mü´mindirler.9

Zoruna giden birşeye karşı sabır göstermende çok hayır vardır.
Hz. İsa (as) şöyle demiştir: Sizler sevdiklerinize ancak sevmediklerinize karşı gösterdiğiniz sabır sayesinde ulaşabilirsiniz.

Eğer sabır bir şahıs olsaydı muhakkak kerîm bir şahıs olurdu. ALLAH Teâlâ sabredenleri sever.

Bu husustaki haberler sayılmayacak kadar çoktur. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer´in Ebu Musa el-Eş´arî´ye göndermiş olduğu bir mektupta şunlar yazılıydı. ´Sabra yapış! Bilmiş ol ki sabır, iki çeşittir: Biri diğerinden daha üstün ve faziletlidir. Musibetler hususundaki sabır güzeldir. Ondan daha üstün ve faziletlisi, ALLAH´ın haram kıldıklarına sabretmektir.

Bil ki sabır, imanın temelidir. Şöyle ki: Muhakkak takvâ, hayır yapmaktan üstündür. Takvâ da sabırla olabilir´.

Hz. Ali şöyle demiştir: İman dört direk üzerine bina edilmiştir: ´Yakîn, sabır, cihad ve adalet´. Yine şöyle demiştir: İmanda sabrın yeri, vücuttaki baş gibidir. Başı olmayanın vücudu yok demektir. Sabrı olmayanın imanı yoktur´.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sabredenler için yükün iki kefesi ne güzeldir: O kefelerin üzerine konan alave ne güzeldir´.

Hz. Ömer yükün iki kefesinden namaz ile merhameti, Alave den de hidayeti kasdetmektedir. Alave, devenin sırtına vurulan yükün iki kefesinin üzerine konan şeye denir. Hz. Ömer bununla şu ayet-i celîleye işaret etmiştir:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157)

Habib b. Ebî Habib ´Gerçekten biz onu sabredici olarak bulmuştuk. O ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu´ (Sâd/44) ayetini okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: ´Hayret! Kendisi vermiş olduğu halde kendisi övüyor´.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´İmanın zirvesi, hüküm için sabır ve kadere de rıza göstermektir´.

İşte buraya kadar söylediklerimiz nakil bakımından, sabrın faziletinin beyanıdır. İbret gözüyle bakmak açısından ise, ancak sabrın hakikatini anladıktan ve mânâsını bildikten sonra anlarsın; zira faziletin ve rütbenin bilinmesi sıfatının bilinmesi demektir. Sıfatın bilinmesi ise mevsufu bilmeden önce hâsıl olmaz. Bu bakımdan biz sabrın hakikatini ve mânâsını zikredelim. Tevfîk ancak ALLAH´tandır!

2) Ebu Nuaym, Hatib, (Oruç bölümünde geçmişti).
3) İlim bölümünde geçmişti.
4) Taberânî, İbn Hibban, (Cabir´den)
5) Bu hadis, garîb´tir. Irâkî görmediğini söylemektedir.
6) Deylemî
7) Hac bölümünde geçmişti.
8) Irâkî, aslına merfû olarak rastlamadığını, bunun Ömer b. Abdülâziz´in
sözü olduğunu kaydetmektedir.
9) Taberânî, Evsat

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:35

Ümid´in Çaresi ve Sebepleri

Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir:
a. Mârifetler
b. Haller ve durumlar
c. A´mâl (ameller)

Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.

Bu kaide, ALLAH´a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid´ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.

Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.

Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.
Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.

İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat ALLAH Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber´in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.

Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar.

Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.

Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.

Böylece ALLAH Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve ALLAH Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. ALLAH Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da ALLAH Teâlâ´nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.

Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde ALLAH´ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum
budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.

Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin ALLAH´a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu ALLAH´ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir.

Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.

Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.

Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.

Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette... Küçük kıyametten gayem ölüm halidir;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur.

Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir:
Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En´âm/94)

Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir:
Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)

Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi... Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman ´Onların yeri sarsıldı´ demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de... Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.

İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.

Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.

Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.

Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.

Bu bakımdan büyük kıyamet´in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! ´Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir´. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:
(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61)

Bu bakımdan iki kıyamet´i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir.

Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi´nin şu sözünü duymadın mı?
Vâiz olarak ölüm, yeter!10

Hz. Peygamber´in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? ´Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır´.

Ey ALLAHım! Muhammed´e ölümün acısını kolaylaştır.11

Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.

Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.

Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:
Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10)

Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.

Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar... Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.

Böylece Kirâmen Kâtibin´in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.

Nitekim Hz. Peygamber´in hadîsinde buna işaret vardır:
Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.
Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.

10) Beyhakî
11) Tirmizî


Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:35

Sabrın Fazileti

Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almaz. Böylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olur. Bu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsın. Şehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır.

Öyle ise ALLAH sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesin. Bu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursun. Böyce ALLAH Teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesin. Sen bitki gibi değilsin. Çünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çeker. Bu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtır. Nasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştır. Eğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak ALLAH Teâlâ´nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildir. Fakat bütün bunlara girmek istemiyoruz. Ancak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın.

Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridir. Fakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedir. Eğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf et-mekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdın. Elde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi.

Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsın. O kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidir. Bu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederler. Gelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildir. Bu bakımdan ALLAH senin için başka bir irade halketti. O irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardır. Nitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi...

Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir.

Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldun. Nitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi... Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdik. Bu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik.


Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:37

Sabır

İman bazen ´dinin esaslarını tasdik etmek´ mânâsına tahsis edilir. Bazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilir. Bazen de ikisine birden ıtlak olunur. Marifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardır. İman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, iman yetmiş küsur şubeden meydana gelir. Bu ıtlakların değişikliklerini Kavaid´ul-Akaid bahsinde zikretmiştik. Fakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak imanın yarısıdır. O ıtlakların biri iman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdır. Bu takdirde imanın iki rüknü vardır. O rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır.

Yakîn´den gaye; ALLAH Teâlâ´nm kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir.

Sabır´dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, insanoğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirir. Günahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olur. Sabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir.

Bu bakımdan sabır, bu itibarla imanın yarısıdır ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur:
Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir.12

İkinci itibar, iman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdır. Bu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve ahirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılır. Kula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardır. Bu bakımdan şükür de imanın iki şıkkından biri olur. Nitekim yakînin, birinci itibarla iman şıklarından biri olduğu gibi!

Nitekim İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: İman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür´. Bu söz, Hz. Peygamber´e de izafe edilir.13

Sabır, imanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektir. Hevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdır. Biri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelir. Bu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindir. Öfke de elem vericiden kaçmak içindir. Aynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektir. O da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir.

İşte bu itibarla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Oruç, sabrın yarısıdır.14

Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de ga-zabın isteklerine sabretmekle hâsıl olur. Bu bakımdan oruç, imanın dörtte biri olur. İşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundur. Burada esas, imanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira iman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur.

12) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme´den)
13) Beyhâkî ve Deylemî
14) İbn Mâce


Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:38

Sabrın Hakikati ve Anlamı

İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür. Bazıları ´Sabır, şükürden daha üstündür´ demiştir. Başkaları da ´Şükür daha üstündür´ demiştir. Bir kısmı da ´ikisi eşittir´ demiştir.

Dördüncü bir grup, ´Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir´ demiştir. Bu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yoktur. Hakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdır. Bunun beyanı hakkında iki makam vardır:

Birinci Makam
Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektir. Bu, işin zâhirine bakmak demektir. Bunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yoktur. Halk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundur. Çünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremez. Kelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektir. Şefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildir. Aksine onu temiz süt ile beslemelidir. Çocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir.

Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı meneder. Bu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.

Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir.88

Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilir. ALLAH Teâlâ ona şükrünün mükafatını verir. Yeryüzünün en sabırlısı getirilir. Ona denilir ki: ´Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?´ O ´Evet ya rabbî! Razıyım´ der. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükretti. Seni belaya giriftar ettim, sen sabrettin. Muhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım.89

Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir.
Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. , (Zümer/10)

Hz. Peygamber´in ´Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir´ hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hz. Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştir. Bu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştir. Bu ise şükrün derecesinin en son noktasıdır. Eğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı.

Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hz. Peygamber´in şu hadîsi gibidir:
Cuma, fakirlerin haccıdır. Kadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır.90
İçki içen puta tapan gibidir.91

Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundur.Sabır imanın yarısıdır.

Hz. Peygamber´in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmez. Bu, şu hadîs gibidir:
Oruç sabrın yarısıdır.

Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denir. Her ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denir. Nitekim İman, ilim ve ameldir´ denildiği gibi. Bu duruma göre amel, imanın yarısı olur. Bu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez.

Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hz. Dâvud´la oğlu Hz. Süleyman´dır. Bu da hükümdar oldukları içindir. Ashabımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman b. Avf tır. Çünkü zengindi.92

Süleyman (a.s) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir.93

Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Ancak sabır kapısı bu hükmün dışındadır. Çünkü o bir kanatlıdır. O kapıya ilk girecek bela ehlidir. Onların önünde Eyyûb (a.s) vardır.94

Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder. Çünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidir. İşte halk tabakası bu makamla ikna olunur. Vaazda bu kadarı kâfidir. Dinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir.

İkinci Makam
İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdir. İki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Her keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Aksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsin. Sabır ile şükrün kısım ve şubeleri çoktur. Bu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez.

Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledik. Şükür, sabır ve diğer makamlar da böyledir. Bu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünür. Ameller en üstünün ta kendisidir.

Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürler. Çünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenir. Bu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdir. Çünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündür. Bu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar.

Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledir. Marifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridir. Bu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirler. Hatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlar. Çünkü o muamele için istenir. Onların faydası amelin ıslahıdır. Âlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür.

Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olur. Aksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmaz. Öyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektir. Kalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ALLAH´ın celâlinin keşfolunmasıdır. Öyle ise mükâşefe ilminin en yücesi ALLAH´ın marifetidir.

Zatından ötürü istenen budur. Çünkü saadete bununla varılır. Hatta bu, saadetin ta kendisidir. Fakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak ahirette hisseder. O kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettir. Başkası ile bağlı değildir. Bu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdir. Çünkü o marifetler bunun için istenir. Madem ki diğer marifetler ALLAH´ın marifeti için istenir, o halde ALLAH´ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlar. Çünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırır. O marifet ile ALLAH´ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur.

Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsün. Madem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredir. Kalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredir. Aynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledir. Öyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktır. Öyleyse kalbi temizlemeye yakın
olan elbette ki diğer halden üstündür. Amellerin tertibi de böyledir. Çünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbeder. Her amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder.

Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denir. Kalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirler. Kalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledir. Bu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanır. Bu da hallerin değişmesi ile değişir.

Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidir. Hac, sadakadan daha üstündür. Gece ibâdeti başkasından daha faziletlidir. Fakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündür. Çünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur.

Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmez. O, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir.

Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidir. Bu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdır. Yüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemez. Bu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atar. Bu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekir. Bunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti.

Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira ´Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?´ sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündür. Eğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur.

Aynı şekilde ´Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?´ sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildir. Ancak bize ´Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?´ denilse şüphesiz ´Safranın yokluğu daha iyidir´ deriz. Çünkü sekencebin ´Safrayı yok etmek için kullanılır. Herhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündür. O halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektir. Bununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdır. Bu sevginin çıkışı sebebiyle kalp ALLAH´ın marifetine ve sevgisine hazırlanır. Bu bakımdan en üstünü marifettir, hal´den sonra hal, ondan sonra da amel gelir.

İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştir. Hatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir:
(Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)

(Kullarından) sadakaları alan ALLAH´tır!(Tevbe/104)

Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor?

Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmez. Ameller kalp hastalıklarının ilâcıdır. Kalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemez. Bunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemez. Kendisine haber verilse inanmaz. Bu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsin. Eğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve ´Benim yüzümde ayıp yoktur´ der. Bunu daha açık bir örnekle açıklayalım:

Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur´an öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur´an´ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini ister. Diğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk ´Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur´ diye düşünecektir. Çünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zanneder. Şayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va´dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olur. Bazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur´an öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zanneder. Böyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden ´Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdi. Üstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur´an´ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir´ der. Böylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur´an´ı unutur. Çıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır.

Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: ALLAH kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir?
(Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)

Eğer ALLAH isteseydi fakirlere yedirirdi. Bu bakımdan mal-larınızı fakirlere vermeye gerek yoktur. Nitekim ALLAH kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:
Onlara ´ALLAH´ın size rızık olarak verdiğinden (ALLAH yolunda) infak ediniz!´ denildiği zaman, kâfir olanlar, iman edenlere derler ki: ´ALLAH´ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?´(Yâsin/47)
(ALLAH´a) ortak koşanlar diyecekler ki: ´Eğer ALLAH dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık´.(En´âm/148)

Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren ALLAH, ortak ve şerikten münezzehtir. Bununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir.

İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya ALLAH için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden ´Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yoktur. ALLAH´ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardır. Dolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim ALLAH için birdir!´ derler.

Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak´ olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır.

Bu anlattıklarımız ahiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldir. Bu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidir. Kötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadır. Bu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidir. Sen onun hizmetçisi değilsin. Hacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz.

Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hz. Peygamber (s.a) sadaka almaktan kaçınmıştır. Tıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermişti. Ehl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96

Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir eder. Kalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanır. İşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilir. Bu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim.
Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardır. Birindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildir. Bilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin!
Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela ALLAH´tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise ALLAH´tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir.

Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettir. Bela ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledir. Oysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştik. İşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdür. Şükür, ALLAH´ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektir. Sabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir.

Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânm iki ismidir. Öyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektir. Bunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektir. Bu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettir. O halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ.

Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştır. Belaya gelince, bela nimetin yok olmasından ibarettir. Nimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi.

İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve ALLAH´ın kazasına razı olması demektir. Kördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez. Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:

Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.

Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.

Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, ALLAH´ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla ALLAH´ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Eğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hz. Şuayb´ın rütbesi, (mesela) Hz. Musa´nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (a.s) gözsüzlüğe sabretti, Musa (a.s) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildir. Yine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdır. Çünkü bu azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.

Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardır. Dahası ALLAH´ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır.

Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudur. Oysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir.

Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilir. Ancak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündür. Sabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildir. Çünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, ALLAH´ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştir. Şüphesiz bu durum, bir kuvvet ister. Zengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştir. Öyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdır. Ancak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdır. Şeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterir. Kuvvet de kalbin halidir.

Yakîn de iman kuvveti hasebiyle değişir. Bu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur.
Ayet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştir. Çünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmez. Bu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür.

Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî´ye, ´sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu´ sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: ´Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmez. Övgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır´.

Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdır. Fakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdır. Madem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile ALLAH için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdır. İş, Cüneyd´in dediği gibidir. Cüneyd´in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtir. Zaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir.

Denildiğine göre Ebu Abbas b. Atâ97, bu hususta Cüneyd´e muhalefet ederek ´Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üs-tündür´ demiştir.
Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştir. Bunun üzerine Ebu Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı bela ve musibetlere düçar oldu. Kendisi ´Bütün bunlara Cüneyd´in bedduası yol açtı´ derdi. Sonunda ´sabreden fakir´in ´şükreden zengin´den daha üstün olduğu fikrine döndü.

Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmez. Bilakis ALLAH´ın kullarının halini gözeterek O´nun hakkını eda etmek için sarfeder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.

İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmez. Fakirlikse, fakirin nefsine ağır gelir. Çünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hisseder. Eğer zengin, malının elin-den çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir.

Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildir. Tevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik.

Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtır. Bu tıpkı av köpeğini dövmeye benzer. Eğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündür. Bu nedenle ahiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Fakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmaz. Bilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi...

Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardı. Az bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, ´Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür´ hükmünü mutlak bir şekilde vermiştir. Bu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudur. O halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsin. Çünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtir. Tahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş.

Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır. Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır:

Mesela kulun, ALLAH Teâlâ´nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. ALLAH´ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak et-mediği halde nimetlerin ALLAH´tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de ALLAH´ın nimetlerinden birisi olduğunu ve ALLAH tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse ALLAH´a şükretmemiştir.
Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştık. Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür. Ameller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çoktur. Bunlar değişik derecelerdir. Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir.

Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştım. Yaşı oldukça ilerlemişti. Halini sordum. Bana şunları söyledi: "Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştum. O da bana aşıktı. Sonunda evlendik. Zifaf gecesinde ona ´Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi ALLAH´ın şükrüyle ihya edelim´ dedim. O geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadık. İkinci gece de böyle oldu. Bütün gece boyunca namaz kıldık. Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üze-rinde devam ediyoruz". Sonra hanımına dönüp ´Ey kadın! Öyle değil mi?´ dedi. Kadın da İhtiyarın dediği gibidir´ karşılığını verdi. Şunların haline bakın! Eğer ALLAH onları biraraya getirmeseydi ayrılık belasına nasıl sabredeceklerdi?

Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktır. Bu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. ALLAH en doğrusunu bilir!

88) Daha önce geçmişti.
89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor.
90) İdris b. Ebî Usame, Müsned
91) İbn Mâce
92) Taberânî
93) Deylemî
94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.
95) İbn Mâce
96) Müslim ´Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed´e ve nede ailesine helâldir´ şeklinde rivayetetmiştir.
97)Adı Ahmed b.Muhammed b.Selh´dir.Cüneyd-i Bağdâdî´nin çağdaşlarındandı. H.309´da vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:39

Sabır İmanın Yarısıdır

Hiss, ancak idrâki ifade eder. İradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yoktur. Sende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmaz. Nice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamaz. Bu bakımdan hareket için aletler lâzımdır. Harekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsin. Bu nedenle ALLAH Teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştır. O azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindir. İnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi... Onlardan kimisi de müdafaa içindir. İnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi...

Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirler. Hayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktır. Bu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtır. Süratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır.

Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştır. Diğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardır. Başka bir kısmı da karnının üzerinde sürünür. Bunun izahı oldukça uzar. Bu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsin. Uzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildir. Bu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsın. Böylece ALLAH Teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet etti. O eller eşyaya uzanırlar. Her cihete kıvrılsınlar diye ALLAH onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştır. Bu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildir. Bilakis uzanır ve katlanır. Elin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim etti. Onları da iki safa ayırdı.

Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürler. Eğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdı. Bu bakımdan ALLAH onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olur. Onları birleştirirsen kepçe olur. Onları yumarsan senin için vuruş aleti olur. Aynı zamanda tutma aleti olur. Sonra ALLAH Teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin.

Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsin. Böylece ALLAH Teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı.

Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmaz. Bunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekir. Onun için ALLAH Teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktı. Üst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye.. Bütün bunlardan sona da öğütmeye... Onun için ALLAH Teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve
kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra ALLAH Teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsin. Hatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde döner. Eğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdi. Oysa bununla da öğütmek tam olmazdı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdi. Üst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı.

ALLAH´ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı döner. Ancak ALLAH´ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedir. Çünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde döner. Bu bakımdan ALLAH ortaktan münezzehtir. Onun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir.

Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? ALLAH´ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirir. Tıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibi. Dilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır.

Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmez. Ancak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilir. Bu bakımdan ALLAH´ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirir. Dikkat et ki ALLAH, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsün. Çeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlar. Öyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar!

Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsin. Midende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksin. Bu bakımdan dikkat et ki ALLAH Teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün.

Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir.
Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdır. Böylece ALLAH Teâlâ (c.c) mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştır. Yemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanır. Midenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardır. Göğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti
vardır. Bu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsin. Böylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur.
Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzer. Bu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir.

Böylece ALLAH Teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştır. Yemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştir. Ciğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdir. Hatta sanki kandır. Onda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasın. Bu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalır. Azalara elverişli saf kan hâlini alır. Ancak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidir. Bu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşur. Onların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzer. O da sevdavî kimûs karışımdır. Diğeri kaymağa benzer. O da safra dır. Eğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştır. Öd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çeker. Böylece kan, saf olarak kalır. Onda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yoktur. Çünkü onda sulu madde vardır. Eğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdı. O damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, iki böbreği yarattı. Onların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardı. ALLAH Teâlâ´nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmez. Ciğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmaz. Mâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra ALLAH Teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştır. Bu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle gö-rülmez hale gelsinler. Onlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır.

Eğer öd´ün başına bir âfet gelirse, kan bozulur. Sarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterir. Eğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelir. Bütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hik-metine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir.

Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltır. Böylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelir. Barsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşur. Böylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılır. Öd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır.

Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderir. Ekşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırır. Geri kalanı ise posa ile beraber çıkar.

Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanır. Diğerini mesaneye gönderir. Biz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelim. Eğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu,

kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzar. Hem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardır. İnsanoğlunda binlerce adale, damar vardır. Onlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirler. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üç, dört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın.

Bütün bunlar senin için ALLAH´ın nimetleridir. Eğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce ALLAH´ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra ALLAH´a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen ALLAH´ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsin. Oysa yemek o nimetlerin en düşüğüdür. Sen yemeği de ancak acıktığında bilirsin. Oysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilir. Kalkması is-tendiğinde kalkar ve çifte atar. Bu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin?

Biz bunlara kısaca işaret ettik. Bu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladır. Bu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas et. Bizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılır. Ancak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder.
Eğer ALLAH´ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.(Nahl/18)

Sonra dikkat et ki ALLAH Teâlâ (c.c) bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştır. Tıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanır. Bu ışık ALLAH Teâlâ´nın halk ve icadındandır. Fakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştır. Bu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptir. Onun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir.

Kalp de onun için çıra gibidir. Kabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidir. Gıda ise yağ gibidir. Onun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidir. Nasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman söner. Nasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmez. Nitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi...

Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi´ bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazen.de öldürmek gibi haricî sebepten dolayı söner. Nasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak ALLAH´ın indine mukadder sebeplerle vc takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledir. Nasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir.

Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülür. Bedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılır. O nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır.

İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettir. Eğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. Bu bakımdan ALLAH´ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap!

İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledin. Oysa Hz, Peygamber´e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir.´(İsrâ/81)

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır?

Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelir. Biz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadık. Oysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derler. Doktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdir. Hatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirler. Onlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederler. O engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz eder. Onun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet eder. O ruh doktorların ihtisas sahasına girer. Onun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner.

Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada gider. O ruh, ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. Biz onu vasıflandırmadık. Onu vasıflandırmaya ruhsat da yoktur. Ancak şöyle denilebilir: ´O rabbanî bir emirdir´.
De ki: ´Ruh, RABBİMin emrindendir.´ (İsrâ/81)

Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramaz. Hatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılır. Vehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Tıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi... O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılır. Onun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmez. Ancak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunur. O nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğar. O nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidir. ALLAH Teâlâ birçok devirler yaratmıştır. Nasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinen-leri) idrâk edemezse...

Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemez. Çünkü o daha ulaşamadığı bir haldir. Muhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedir. Burada ALLAH Teâlâ iman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilir. Bu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedir. Ona ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilir. ALLAH Teâlâ´nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardır. O eşiğin girişinde geniş bir meydan vardır. Meydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardır. O eşik o rabbânî emrin merkezidir. Kim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldir. Onun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: ´Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!´

Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidir. Bu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidir. Bu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir.
Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştir. İnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştir. ALLAH Teâlâ kitabında bu ruh ´un hakikatinden birşey zikretmemiştir. Ancak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştir. Onun nisbeti şu ayette zikredilmiştir:Ruh RABBİMin emrindendir.(İsrâ/85)

Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir:

Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rab-bine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir!(Fecr/27-30)

Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelim. Çünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmekti. Biz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik,

Duygu'Seli~ 03-04-2009 21:40

Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler

4. Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi

Yiyecekler çoktur, ALLAH Teâlâ´nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardır. Her yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır.
Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalım. Çünkü gıdalar temeldir. Biz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım.

Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasın. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ sende ya-rattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılır. Gıdalanmakta ancak sana muhalefet eder. Çünkü bitki su ile gıdalanır. Kökleri vasıtasıyla suyu içine çeker. Aynen senin gıdaları içine çektiğin gibi... Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değiliz. Ancak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz:
Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almaz. Aksine özel bir şeye muhtaçtır. Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.

İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar...
(Abese/24-29)

Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık.(Hicr/22)

Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermez. Bu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursun. Böylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldı. Bunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtır. O halde ALLAH Teâlâ´nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et!
Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmaz. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki ALLAH o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? ALLAH Teâlâ´nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurdu. ALLAH´ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir.

Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmaz. Çünkü bunların ikisi de soğukturlar. Bu bakımdan ALLAH´nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olur. Hararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olur. Bu, güneşteki nimetlerden bir tanesidir. Güneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez.
Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olur. Bu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlar. O halde ALLAH Teâlâ´nın ay´ı yaratmasına dikkat et! ALLAH ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattı. Bu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırır. Hakîm ve yaratıcı olan ALLAH´ın takdiri onları renklendirir. Bu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlar. Hatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır.

Ay´ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalır. O halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatır. Öyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım.

Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse... Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı:
Ey RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âlu İmran/191),

Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık.(Duhân/38)

Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir.Onlar yardımlaşırlar.Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,.. Bunun izahı oldukça uzun sürer.

Yıldızların, güneş ve ayın ALLAH´ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına iman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir.

Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir:
Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir!

İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirler. Çünkü müneccimler cehaletten konuşurlar.

Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktı. O ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldı. İşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemez. Bu bakımdan yıldızların ALLAH Teâlâ´nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermez. Aksine bu hakikattir. Fakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verir. Bu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana ´Elbiseyi çıkar, yay. Çünkü güneş doğdu, hava ısındı´ diyen kimseyi yalanlamak gerekmez. Havanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmez. Yine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana ´Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti´ dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez.

Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldür. Meçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildir. Malûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdur. Bazısı da ay´ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudur. Madem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardır. Onlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır.

Bunun için Hz, Peygamber göğe bakarak şu ayeti okumuştur:
RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru!
(Âlu îmran/191)

Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65

Yani ´Şu kimse ki ayeti okuyup bu ayet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gafil kalır´, işte ona yazılar olsun!

Bu durumu hayvanlar da bilir. Bu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu ayet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir.

ALLAH Teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardır. ALLAH´ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! ALLAH´ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı ALLAH´ın tasnif buyurduğu bir kitabdır. Hatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendir. Eğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et!

Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsin. Çünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirler. Fakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.65) Salebi, (İbn Abbas´tan)

Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlar. Felekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlar. Feleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır. Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanır. Biz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktık. O halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim.


All times are GMT +3. The time now is 00:18.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025