Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Bütün Peygamberler (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=321)
-   -   Hazreti İbrahim (a.s) (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=29402)

dildade 05-23-2008 01:25

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İbrâhim as.’ın, Ölenlerin Nasıl Diriltileceğini Görmek İstemesi :
“İbrâhim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrâhim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah "Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir" buyurdu.”[1]

Meâl/Tefsiri:

“Hani bir zamanlar İbrahim öldükten sonra dirilmenin keyfiyetini merak edip: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah İbrahim’in niyetini bildiği halde insanların yanlış anlamaması için: "Yoksa öldükten sonra dirilmeye inanmıyor musun?” buyurunca: “Hayır ben zaten öldükten sonra dirilmenin varlığına, senin herşeye kadir olduğuna inanıyorum, hatta Nemrud’la bile tartıştım, bu konuda asla şüphem söz konusu değildir, fakat nasıl olacağını merak ediyorum, bu konuda bir takım tahminlerim var, yakinimin artması, kalbimin mutmain olması, huzur ve sükun bulması için bunu istiyorum." demişti. Allah, insanlara karşı şahit olsun diye dostu İbrahim’in isteğini kabul ederek ona: "O halde dört kuş yakala, onları iyice tanı, şekillerini öğren ve onları kendine alıştır; sonra onları kes, parçala, birbirine karıştır ve her dağın üzerine onlardan bir parça koy. Ardından onları “Allah’ın izniyle gel!” diye çağır; onların nasıl canlandıklarını, her kuşun parçalarının nasıl bir araya toplandığını ve nasıl tanıdığın o kuşlar haline geldiğini göreceksin. Öyleki onlar koşarak, çırpınarak sana geleceklerdir. Bil ki şüphesiz Allah izzet sahibi, güçlü, kuvvetli olan, herşeyi yenen hiçbir şeye yenilmeyen, hüküm ve hikmet sahibi olan, herşeyi olduğu gibi bilen ve gerekeni en güzel şekilde yapandır.” buyurmuştu. İşte Allah, kıyamet gününde dünyanın dört bucağında bulunan ölüleri de böylece diriltip kendisine çağıracaktır.”[2]

Bu ayette Hz. İbrâhim'in düşüncesi ve ona gösterilen mu'cize anlatılıyor.

Konu ile ilgili olarak Bazı Müfessirlerin Ayet Hakkındaki Görüşleri:

Taberi'nin belirttiğine göre İbrâhim as. yolda yürürken, ölmüş, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar tarafından parçalanmış, kemikleri ortaya çıkmış bir hayvan görmüş. Onu bu halde görünce durup düşünmeğe başlamış: "Ya Rabbi, biliyorum sen bu hayvanın vücudunu yırtıcı hayvanların ve kuşların kursağından toplayıp bir araya getirecek ve bunu dirilteceksin. Ama bu işi nasıl yapacaksın? Bunu bana göster! " diye yalvarmış. Allah'ın kudretinden kuşkulandığından dolayı değil, kalbindeki inancı daha da güç kazansın diye böyle söylemiş. Çünkü bilmek, gözle görmek gibi değildir. Gözle görmek, daha kesin bilgi verir. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları kendisine çekmesini, yani kendi yanında bulundurup yaratılışlarını iyice incelemesinin, sonra bunlardan her parçayı bir dağın başına koyup bunları çağırmasının; bu kuşların koşarak kendisine geleceklerinin buyurmuştur.[3]

Süleşman Ateş diyor ki: "Biz, ayetten şöyle bir anlam seziyoruz; Nasıl evcilleştirilip, insana alıştırılan kuşlar, nerede olsalar, sahiplerinin sesini duyunca ona koşarlarsa, ruhlar da Allah’ın çağrısına koşarlar. Bu, her canın, kendisini çağıran Rabbinin huzuruna koşacağının anlatmaktadır. Nitekim “ O gün o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bu, (dirilip) çıkış günüdür. Yaşatan ve öldüren ancak biziz, biz. Dönüş de bizedir. O gün yer, onlar (ın üstün)den yarıl(ıp açıl)ır, (çağırana doğru) suratle koşarlar. İşte bu, toplamadır; bize göre kolaydır.”[4] Ayetlerinde de ruhların, Yüce Divana çağıranın sesine doğru koşacaklarını belirtiyor. Kuşlar, alıştıkları sahiplerinin sesine koştukları gibi canlar da sahipleri, rableri olan Allah’ın Çağrısına koşar; O’nun huzurunda toplanırlar. Ayette anlatılan diriltme, ahirette ruhun kalkıp Allah’ın huzuruna, Yüce Mahkemeye gitmesidir."

Ebu Müslim’e göre bu ayette, İbrâhim’in, kendisine söyleneni yaptığına dair bir kanıt yoktur. Zaten bu emrin yapılması da istenmez. Zira iyice açıklanmak istenen bazı haberler, emir kipiyle söylenir. Meselâ biri sana mürekkebin nasıl yapıldığını sorsa şöyle dersin: ”Şunu şunu al, Şöyle şöyle yap, mürekkeb olur.” Bu emir, adamdan mutlaka öyle yapmasının istemek değil, mürekkebin nasıl yapılacağını ona anlatmaktır. Kur’ân’da haber anlamı taşıyan emir çoktur. Burada sözkonusu, ölüleri diriltme hakkında bir temsildir.[5]

Fakat Müfessirlerin genel kanısına göre ise; ayetten kasıt, kuşların kesilip parçalarının ayrı ayrı dağlara konmasıdır. Gerçi ayette Hz. İbrâhim’in kendisine emredileni yaptığı belirtilmiyor ama sözgeliminden böyle yaptığı anlaşılıyor. Hz.İbrâhim, Allah’ın buyruğu uyarınca dört kuş (rivayete göre tavus, güvercin, karga, horoz) almış, bunları inceledikten sonra kesmiş ve bunların her parçasını bir dağın başına koymuş; sonra bunları kendisine çağırmıştır. Dağılan parçaları bir araya toplayıp Allah’ın kudretiyle yeniden can bulan kuşlar, koşarak Hz.İbrâhim’e gelmişlerdir. [6]

Ahmed Baydar'a diyor ki: “Surhünne ileyke” biçimindeki söyleyişi, “Onları kes” şeklinde çevirmek dil açısından doğru olamaz. Çünkü bu anlamda metindeki “İleyke” yani “Kendine, sana” tümleci kaybolmaktadır. Biz ayet mealinde, “Onları alıştır” şeklinde olan çeviriyi tercih etmek istiyoruz. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın Hz.İbrâhim’e göstereceği şey yaratma anlamındaki “Halk” değil, diriltme anlamındaki “İhya” idi. İhyâ olayında da öncelikle akla gelmesi gereken, bedensel bir inşâ değil, ruhsal bir kıyâm olur.[7]

Celâleyn diyor ki: “İbrahim (a.s.) diriltmeyi bildiği halde o diriltmeyi sordu ki Allah ona sorduğu şey hususunda icabet etsin ve işitenler de onun maksadını bilsinler.

Fesurhunne kelimesi fesirhunne şeklinde de okunmuştur.”[8]

Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu üçüncü kıssadır. Bunda, yok olduktan sonra tekrar diriltmeye delalet eden gözle görülür deliller vardır. Mücahid diyor ki: Bu kuşlar tavus, karga, güvercin ve horozdur. İbrahim (a.s.) onları kesti sonra söylenenleri yaptı ve onları çağırdı. Onlar koşarak geldiler.

Müfessirler şöyle der: Hz. İbrahim onları kesti, parçaladı, tüyleri, kanları ve etlerini birbirine karıştırdı. Sonra başlarını elinde tutarak vücutlarını parça parça dağların başına koydu. Sonra da Yüce Allah’ın emrettiği gibi onları çağırdı. Gözleri önünde tüylerin, etlerin ve kanların birbirine doğru uçarak biraraya gelip eskisi gibi kuş olduklarını gördü. Sonra bu kuşlar, Hz. İbrahim’in (a.s.) istediğini daha iyi bir şekilde görebilmesi için hızla yürüyerek ona geldiler. Bunu İbn Kesir anlatmıştır.

Hz. İbrahim’in “Ölüleri nasıl diriltirsin?” diye sorması, Allah’ın kudreti hakkında şüphesinden değil, diriltme olayının nasıl cereyan ettiğini öğrenme merakındandır. Nasıl manasına gelen keyfe’nin kullanılmış olması da bunu göstermektedir. Keyfe, durumu sormak için kullanılan bir edattır. Rasulullah’ın (s.a.v.) şu sözü de bu manayı pekiştirir. “Biz şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.”[9] Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrahim’in şüphe etmemesi daha evladır.”[10]


dildade 05-23-2008 01:25

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor di: “Allah, "her şeye gücü yeter" olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık) verdiği kullarına o hayat ve o nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve aydınlatma gücü de verebilir ki, bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur) olur. Buna örnek olmak üzere de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster, ölüleri nasıl diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat verir ve öldürür.[11]" diyen İbrahim "Ey Rabbim!" dediği zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor, "Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi gibi diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu. Rabbi, İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan, sırf söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat vermeye, diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi lâzım ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur. Onlar tamamen görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir müminsin, o halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat bütün "nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve amacını belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek, imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat verilmesine geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde "makamı hullete" (içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya koydu. Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna işaret olsun diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete göre “Ettayru” kelimesindeki elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal tut da bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. “Sur” Hamze kırâetinde Sâd'ın kesresi ile “Sir”, diğerlerinde zammesiyle “Sur” okunur. Zammelisi “Sûr”dan, kesrelisi “Sîr”den gelir ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına birer lügat (sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme), kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından da anlaşılacağı için burada "imale" yeterlidir. "İmale"nin “İlâ” ile kullanılması (sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir veya bu anlamı gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir, evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri) ile bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek, kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile İbrahim'in nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de Allah'a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "Kun: ol" emrinin, bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur. İşte bu önemli kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine meylettir, nefsine kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü ortaya çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka azizdir, hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm ve hiçbir nedene mahkûm ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte fiilleri ve bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine sebeb olma ve onun sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip koymuş ve dolayısıyla eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz bırakmamış, hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da gücünü göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir hikmet sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara dayalı olması, her birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için değil, her fiilinde sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, ilk sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb yaratmayıp her fiilini doğrudan doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında kendinden başka hiçbir bağlantı yönü, münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak başka, aynı zamanda o sonuçları, bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve sonuçlar hâlinde bağlayarak yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür, her şeye gücü yeter.[12]" olan Allah'ın ne izzeti hikmetine aykırıdır, ne de hikmeti izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların sonuçlarına hakim ve onları kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini durdurmaya da kâdirdir. Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini, yaratılmış olan sebeblere bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim olduğundan, ölüleri de dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak diriltir ve dilerse hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olayda hem izzeti, hem hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine, ikinci yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de kullarının imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki, bu sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar, mecburi bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata atılacakları gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata ve hatta isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret mutluluğu bunun içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve "çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir (açıklamadır).

(Uzeyr), icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı tafsîlde (açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat bu emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü kılma emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir. Tekvînî emir olduğuna göre bunun gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında kuşku yoktur. Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz. Ta'cizî emir olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin devamındaki ifadeler buna aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri karanlıklardan nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz. İbrahim'i övmek için gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu emirlerle âciz ve mahrum bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz. İbrahim tarafından bu emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek kalbin tatmin olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu, bu emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz. İbrahim'in Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile diriltmenin nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer taraftan en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin akıllara durgunluk verecek yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek mümkün değildir. Bunlarda ilâhî Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması) kadarı gayet açık ve bununla birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan marifet sırlarını da içine almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine göre nura dalar. En genel olmak üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz götürmez bir yakîn (kesin bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç noktasına ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve hayat vermenin bir irade meselesine, bir "ol" emrine bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın, parçalarını duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye önceki gibi aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini isteyip de ona bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî) âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir vücudu, o vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza göre iç âlemin (sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif ve objektif bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her gün bize bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler ki, birçokları irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar bizim nefsimizin kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün subjektif ve objektif kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî ilim ve iradesi altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu olamaz. "Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir, gökler de O'nun kudretiyle dürülmüştür[13]." âyeti gereğince bütün canlar ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü kendimizde ve kendi dışımızda görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede yaparız. İşte Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi kendinde gözleyebilmiştir. Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil, "Muhyî" (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem hakim olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah (Allah dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle O'na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüş, bu sayede Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül tarlası yapmıştır. Allah böyle işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin mucizelerinde ortaya çıkan harikalar ve hayat verme sırları hep böyle demektir. Bunları akla sığmaz görmek, kendinin karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın karşısında ufukların birtakım ortakları (şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir şey var saymaktan doğar ki, şirk ve inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle bir tasavvurda bulunmak ise çelişkidir. Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî olarak karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile çıkarır.


dildade 05-23-2008 01:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
Allah'a iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç noktası, bir tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna yapışmalı, hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük meyveler vereceği ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat vermenin bütün çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin bununla mümkün olduğu, ebedî hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci hayat, birincinin meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu hayatı, dünyadaki kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi ortaya çıkıp gideceği ve dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet hakim olurken, insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir neticeler âlemi olabileceğinden, onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de iltimasın söz konusu olmadığı.[14]" özelliğinde olan o dirilme günü gelmeden, isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak" (harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile karanlıklardan ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları yapmayıp tağutların ellerine düşenlerin nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış olacakları öteden beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş, hem de bu hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî Kürsiden ortaya çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve aydınlığa kavuşturan bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.[15]" âyetinin hükmî sebebleri ile açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o borcu ona kat kat fazlasıyla öder.[16]" âyetindeki bildirinin ve ilâhî sözün ezelî ve ebedî kesin güvencesini de kapsadığından, bu açıklamanın ona bağlı olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat vermenin nasıllığının ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın elde edilecek kazanç ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını da açıklamak için buyuruyor ki:”[17]

Mevdudi diyor ki: "Yani, "Tecrübeyle elde edilen kesin bir kanaata sahip olmak istiyorum."

Bazıları yukardaki iki doğaüstü olay için çok garip yorumlar yapmışlardır. Fakat bu tür ayrıntılı ve uzak tefsirleri yapmak gereksizdir. Çünkü birinci olaydaki şahsın da belirttiği gibi Allah dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. Bunun yanısıra, Allah'ın peygamberleriyle olan ilişkisi çok olağanüstü bir yapıdadır. Sıradan bir mümin görevlerini yapmak için gerçekliği (reality) kendi gözleriyle görmeye ihtiyaç duymayabilir. Fakat bir peygamber, insanları çağıracağı gerçeklikleri kendi gözleriyle görmelidir ki görevini yapabilsin. Peygamberler tam bir gönül rahatlığı ile, kendilerinden emin bir şekilde: "Sizin sadece tahmin yürütebildiğiniz gerçeklikleri, biz gözlerimizle gördük. Siz cahilsiniz, fakat biz biliyoruz; siz körsünüz, biz görüyoruz" diyebilmelidirler. Onlara meleklerin insan şeklinde gelip görünmesinin nedeni de budur. Onlara göklerin ve yerin işleyiş sistemi, Cennet, Cehennem ve öldükten sonra dirilme, apaçık gösterilmiştir. Her ne kadar peygamberler, peygamber olarak tayin edilmeden önce de bunların tümüne inanıyorlarsa da peygamberliğin özelliği ve özel bir göreve tayin edilmeleri nedeniyle bu gerçeklikleri gözleriyle müşahade etmeleri gerekiyordu[18].”[19]

Seyyid Kutub diyor ki: “Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir.

Burada Allah'ın yaratma sanatının içyüzünü yakından görmeye yönelik bir arzu karşısındayız. Bu arzu içli, yumuşak huylu, mümin, hoşnut, Allah karşısında çekingen, ibadete düşkün, Allah'ın yakını ve dostu Hz. İbrahim'den geliyor. Hz. İbrahim'in dile getirdiği bu arzu, Allah'ın yaratma sanatının esrarını görme beklentisine ve özlemine ilişkin olarak Allah'ın önde gelen kullarının bile kalplerinde ne gibi çırpıntılar meydana geldiğini ortaya koyar!

Bu arzunun, imanın varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile ilgisi yok. İman için delil ya da güçlendirici arayışı da değil sözkonusu olan. Bu arzu başka bir şey, değişik bir hazzı içeriyor. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine,oluş ve gerçekleşme anında tanık olmaya ilişkin bir ruhi özlemdir. Bu fiilî deneyin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. Sözkonusu olan kişi Allah'ın dostu, İbrahim bile olsa bu böyledir. O İbrahim ki Rabbine soru yöneltiyor ve Allah da kendisine cevap veriyor. Bundan öte bir iman ya da iman delili düşünülemez. Fakat Hz. İbrahim, kudret elini çalışma, işleme anında görmek istedi. Bu içli-dışlılığın vereceği hazzı tadarak doyumuna kavuşmak, havasını solumak, onunla içiçe yaşamak diledi. Bu O'nun daha ötesi olmayan imanından başka birşeydir.

Ayetin anlattığı deney ve o arada geçen karşılıklı konuşmalar, bu hazların merak ve beklentisi ile çarpan kalpte -Hz. İbrahim'in kalbinde-, bu imana ilişkin hazların çok sayıda olduklarını ortaya koyuyor. Tekrarlıyoruz:

"Hani İbrahim `Rabb'im, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi."

Yüce Allah'ın kudret elini işler durumda görmek isteyen ruhun doyumu, perde gerisi sırrın açığa çıkarken ve belirirken duyacağı hazzı duyumsama dürtüsü dile geliyor. Yüce Allah bu has kulunun ve dostunun inanmışlığını biliyordu. Buna göre O'ndan gelen soru açıklama, belirtme,fırsat sağlama, özlemini tanımlama ve ilân imkânı verme amaçlıdır. Bunların da ötesinde kerem sahibi, sevgili ve merhametli olan Allah ile duygulu, tatlı iyi huylu ve Rabbine bağlı Hz. İbrahim arasında bir cilveleşmedir!

Yüce Allah Hz. İbrahim'in kalbinden gelen bu özlemi ve beklentiyi olumlu karşılayarak kendisine bu konuda aracısız, kişisel bir deney yapma imkânım sundu:

"Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir."

Yüce Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş seçmesini, bunları önüne koyup yakından incelemesini, daha sonra onları kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım ve özelliklerini iyice bellemesini, arkasından kesip vücutlarını parçalamasını ve parçaların herbirini çevredeki dağların biri üzerine atmasını, bir süre sonra da bu kuşları çağırmasını emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp dağıtılmış organları biraraya gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek ve koşa koşa Hz. İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de oldu.

Hz. İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Bu sır her. an meydana gelen bir olgu. Yalnız insanlar, onun gerçekleştikten sonraki belirtilerini, sonuçlarını görebiliyorlar. Bu sır, can verme, hayat bağışlama sırrıdır. O hayat ki, ilk başta, hiç yokken meydana geldi ve her yeni canlı ile birlikte oluşumu sayısız defalar tekrarlanmaktadır.

Hz. İbrahim, işte sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Canları çıkmış, parçalanmış organları birbirinden uzak yerlere atılmış kuşların vücutlarına yeniden hayat sunuluyor ve koşarak yanına geliyorlar!

Peki nasıl? Bu, kavranması, insan kapasitesini aşan bir sırdır. İnsan idraki bunu Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi kimi zaman görür, ya da bütün müminlerin yaptığı gibi ona inanır. Fakat karakteristiğini kavrayamaz, yordamını bilemez. O, Allah'a özgü işlerden biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler. Allah, bilgisinin bu kısmının insanlarca kavranmasını dilemedi. Çünkü O, onları aşan bir şey. İnsanların karakteristik yapıları ile bu sırrın karakteristiği çok farklı. Üstelik halifelik görevleri için bu bilgi gerekli de değil.

Bu sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının bilgisi buna erişmez. Eğer ona doğru boyunlarını uzatacak olurlarsa karşılarında saklı sırrın önüne gerilmiş perdeden başka birşey göremezler, harcanan emekler boşa gitmiş olur. Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü tekelinde olmasını içlerine sindiremeyenlerin emekleri yani.”[20]

Ebu Bekir Cabir el-Cezairi diyor ki: “Peygambere ve mü’minlere yöneltilmiş üçüncü misal budur. Ve bunda da Allah’ın mü’min kullarına olan dostluğu, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak suretiyle tecelli etmiştir. Hatta sadece Allah’ın kudretinden bir şeyi uzak sanmak veya birşeyin nasıl icad edildiğine ve bunun ne şekilde olacağını görmek isteme gibi hususlarda bile böyledir. İbrahim’in bu isteği asla şüphe etmesinden kaynaklanmış değildir. Nasıl kaynaklanabilir ki? Allah Rasulü: “Bizim şüphe etmeye İbrahim’den fazla daha fazla hakkımız var.” demiştir. Yani şayet İbrahim şüphe etseydi, biz zayıflığımız dolayısıyla buna daha layıktık; ama İbrahim şüphe etmemiştir. Onun bütün isteği diriltme işlemini ve nasıl tamamlandığını görerek imanını güçlendirmekti. Hem Halil İbrahim’e hem de Muhammed’e her iki alemde de salat ve selam olsun. İbn Abbas ve selef ulemasından rivayet edildiğine göre bu dört kuş güvercin, horoz, karga ve tavuktu. Cebel, dağ demektir. Allah-u Teala yeryüzüne denge görevi görsün diye yaratmıştır, pek çok faydaları vardır.”[21]

Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki: “Bu ayet-i kerime de Cenab-ı Hakk’ın kudretine, ahiret alemine dair bir başka delildir. İbrahim (a.s.), Cenab-ı Hakk’ın dirilten ve öldüren olduğunu Nemrud’a karşı söylemişti. Onun bu hususta asla şüphesi olamaz. Ancak diriltmenin ne suretle, ne gibi bir keyfiyetle vuku bulacağını bir an evvel gözleriyle görmesini niyaz etmiş oluyordu.

Bu olay, insanlık için bir ibret dersidir. Bu kuşları ve benzerlerini başlangıçta böyle hayat sahibi, çeşitli sınıflara, muhtelif özelliklere sahip bir halde yaratmış olan bir Yüce Yaratıcının bunları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadir olacağı da son derece açıktır. Herhalde diriltme ilk yaratmadan daha kolaydır.

Kâinatı Yaratanın varlığına inanan bir insan böyle harikulade görülen bir olayın meydana gelmesini inkâr edemez. Artık öyle bir Yüce Yaratıcının bütün emirlerine, yasaklarına göre harekette bulunmak, onun dini uğrunda her türlü fedakarlığı bir nimet telakki etmek, onun yolunda mal ve bedenle hizmette bulunmayı bir selamet vesilesi ve saadet bilmek lazım gelir. İnsan o sayede karanlıklardan kurtulup nura çıkar. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Allah, bizlere mallarımızı hak yolunda harcamayı, fedakarlıkta bulunmayı emrediyor.”[22]

Sonuç:

1) İnsan bilinmeyeni öğrenip kavramaya aşırı isteklidir (meraklıdır).

2) Allah İbrahim’le öylesine dosttur ki, ona kalbinin yatışacağı ve huzur bulacağı ayetlerini (delillerini) göstermiştir.

3) Hesap ve ceza için ölmüşlerin diriltileceği ikinci hayat (ahiret hayatı) inancı böylece sabit olmuştur. Zira İbrahim’in Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini kuşlarda görmesi, Allah’ın kullarını kıyamet günü diriltmeye kadir olduğuna en büyük delildir. Ayetler, dirilişi inkâr eden müşriklere bu garip hadise ile gösteriyor ki, sanki o dirilişi görüyormuş oluyorlar. Böylece dirilişi ve ahiret hayatını inkâr eden herkesin aleyhine bir delil olmaktadır.[23]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/260.

[2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet.

[3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/159.

[4] Kur’an-ı Kerim: Kaf, 50/42-44.

[5] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/160.

[6] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/161.

[7] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.81.

[8] Celâleyn Tefsiri, Fatih Enes Kitabevi: 1/78.

[9] Buhari, Tefsir: 46.

[10] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/306-308.

[11] Bakara: 2/258.

[12] Hadîd: 57/2.

[13] Zümer: 39/67.

[14] Bakara: 2/254.

[15] Bakara: 2/254.

[16] Bakara: 2/245.

[17] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/184-189.

[18] Ayrıntılı bilgi için bkz. Hud: 11/17, 28.

[19] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/179.

[20] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/480-482.

[21] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 1/330-331.

[22] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, İpek Yayınları: 1/262-263.

[23] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 1/331.

dildade 05-23-2008 01:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İbrâhim (a.s.)’in Sınavları :
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza.

“O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.[1]”

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.[2]”

“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.[3]”

Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin imtihanı, sınavların en zor olanıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.”[4] Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.”[5]

Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile, toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile, çevre ile, devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik.

“Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır:

“...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu.[6]" Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir.

“Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...[7]” Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbına teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur.[8]

İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.[9]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mülk: 67/2.

[2] Ankebût: 29/3.

[3] Bakara: 2/155.

[4] Dârimî: 2/320.

[5] Tirmizî: 7/78.

[6] Bakara: 2/124.

[7] Bakara, 2/124.

[8] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/530-531.

[9] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2453-2454.

dildade 05-23-2008 01:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İbrahim as.'ın Sınandığı Kelimeler :
Allah’ın, İbrahim’i imtihan ettiği kelimeler hakkında müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların en doğrusu, İbn Abbas’tan rivayet edilen şu görüştür: “Allah’ın İbrahim’i imtihan ettiği ve onun da yerine getirdiği yükümlülükler şunlardır: Kavminden ayrılması emredildiğinde, Allah yolunda onlardan ayrılması, Allah hakkında Nemrud ile mücadelesi, kendisini yakmak için ateşe atmalarına sabretmesi, kavminden ayrılması emredildiğinde vatanını terk etmesi ve oğlu İsmail’i kesmekle imtihan edilmesi.”[1]

Şaban Piriş diyor ki: “Bu kelimeler (emirler) otuz tanedir. Bunların ilk onu Tevbe (Beraet), ikinci onu Ahzâb, üçüncü onu ise Mü’minûn surelerinde geçmektedir. Şöyle ki ;

Tevbe suresinde geçen on kelime hakkında Allah Celle şöyle buyurur;

“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler (oruç tutanlar veya cihad edenler), rükü edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler, Allah’ın sınırlarını koruyanlar. Sen o müminlere (cenneti) müjdele”[2]

Ahzab suresinde geçen ikinci on kelime hakkında Allah şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki (Allah’a) râm olup boyun eğen erkeklerle iman eden kadınlar, tâat ve ibadete devam eden erkeklerle tâat ve ibadete devam eden kadınlar, sâdık erkeklerle sâdık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazi olan erkeklerle mütevazi olan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veran kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, avret yerlerini koruyan (haramdan) koruyan erkeklerle avret yerlerini (haramdan ) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükafat hazırlamıştır.”[3]

Mü’minun suresinde geçen üçüncü on kelime hakkında ise Allah şöyle buyurur :

“Namazlarında huşu gösteren, boş (faydasız) şeylerden yüz çeviren, zekâtlarının veren, ırz (namus)’ların koruyan, -ancak karılarına ve cariyelerine yaklaşmaları kınanmayarak bundan istisna edilmiştir. O halde kim bunların ötesine aşmak isterse, şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır. -emanetlerine ve ahidlerine riayet eden ve namazlarına devam eden müminler muhakkak felah bulmuşlardır.”[4]

Diğer alimler ise bu kelimelerin on hasletten ibaret olduğunu söylüyorlar. Tâvûs ve diğerlerinin İbn Abbas’tan rivayetine göre o şöyle diyor. “Kelimeler on hasletten ibarettir. Bunların beşi başta, diğer beşi de gövdede bulunur. Başta bulunanlar, bıyıkları kısaltmak, ağza su alıp çalkalamak, buruna su çekmek, misvak kullanmak ve saçları ayırarak taramaktır. Gövdede bulunanlar ise tırnakları kesmek, etek tıraşı, koltuk altı traşı, sünnet olmak ve büyük abdest bozduktan sonra def-i hâcet mahallinin yıkamaktır.

Ebu Sâlih ile Mücahid’in de içerisinde bulunduğu diğer alimler, bu kelimelerin, hacc menâsiki ile Allah’ın: "Ben seni insanlara imam yapacağım."[5] buyruğundan ibaret olduğunu söylüyorlar.

Diğer bir grub alim ise bu kelimelerin yıldızlar, güneş, ay, ateş, hicret ve sünnet olmak gibi altı nesneden ibaret olduğunu söylemişlerdir.

El-Hasen, bu hususta diyor ki:"Allah, İbrâhim as.’ı yıldız, güneş ve ayla imtihan edince, o, Rabb’inin ebedi ve daim olduğunu öğrendi de yeri ve gökleri yaratan Allah’a yöneldi, sonra vatanını terk edip hicret etti, oğlunu kurban etmek istedi ve kendisini kendi eliyle sünnet etti."[6]

İbn Abbas’a göre, Allah Teala, Tevbe suresi’nin 112. Ayetinde belirtiği dokuz görev ile onu denemişti. Bunlar: Tevbe etmek, ibadet etmek, Allah’a hamdetmek, Allah yolunda seyahat etmek, Rükü etmek, Allah’a boyun eğmek, Secde etmek, İyilği emretmek, kötülüğü yasaklamak, Allah’ın kanunlarını korumak.

Bir başka rivayete göre de, bu deneme Ahzab suresinin 35. Ayete ki hususlarla olmuştur. Bunlar: Allah’a teslimiyet, hakiki iman, Allah’ın buyruklarını yerine getirme, sözünde doğruluk ve amelinde sadakat. Allah yolunda sabır ve sebat, Allah’tan korkmak, huşu içinde olmak, Allah yolunda harcamada bulunmak, oruç tutmak, namuslu olmak, namusunu korumak, Allah’ı çok düşünmek, anmak.

Yine bu denemenin Mü’minun Suresinin 1-9 ayetinde zikredilen şu konularda olduğu da söylenmiştir. Bunlar: Namazı huşu ile kılmak, faydasız şeylerden yüz çevirmek, zekâtı vermek, mahrem yerlerini korumak, emaneti gözetmek, verdiği sözde durmak, namaza devamda sabit olmak.

Diğer alimlerde bu özelliklerin her müslümanın taşıması gereken özellikler olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi Allah Celle’nin tüm insanları denediği hükümler ve emirlerdir. Bunları yerine getirenler, Allah’ın rızasına kavuşacak ve Cennetine varis olacak kimselerdir.”[7]

Bu hususta başka rivayet ve görüşler de mevcuttur. Fakat biz, bu kadarına yer vermeği yeterli gördük.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur: 1/11.

[2] Kur’an-ı Kerim: Tevbe, 9/112.

[3] Kur’an-ı Kerim: Ahzab, 33/ 35.

[4] Kur’an-ı Kerim: Mü’minun, 23/1-9.

[5] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/124.

[6] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.106, 107.

[7] Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.59, 60.

dildade 05-23-2008 01:26

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Allah Celle Tarafından Hz. İbrâhim’in İmtihan Edillip, Bir Takım Kelimelerle Sınanması :
İbn Esir’in nakline göre: “Hz. İbrâhim Allah tarafından Nemrud’la ve kendisini Allah’a yaklaştırmaya faydası dokunacağı yaşa geldikten sonra oğlunu kurban etmek suretiyle imtihan edilmesinden sonra tekrar Allah Celle onu imtihan etteğini haber verdiği bir takım kelimelerle imtihana tabi tutu ve;[1]

“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.”[2]

Süleyman Ateş diyor ki;“Allah’ın, bir takım kelimelerle sınadığı İbrâhim’in kendisine emredilenleri yapmak, yasaklananlardan da kaçmak suretiyle bu sınavı başarı ile tamamladığı anlatılmaktadır. Allah Celle, kendisini bu başarısından ötürü takdir edip insanlara imam, yani kendisine uyulan lider yapacağının söylemiştir. Hz. İbrâhim zürriyetinin de lider olmasının dilemiş, fakat yüce Allah, bu sözünün sadece salihleri kapsadığını, zalimler için böyle bir söz vermediğini bildirmiştir.”[3]

İkrime’nin rivayet ettiğine göre; İbn Abbâs, “Rabb’i İbrâhim’i bir takımm kelimelerle imtihan etti.” Ayetini açıklarken şöle diyor:"Bu dine ile imtihan edilen İbrâhim’den başka hiçbir kimse bu dini ayakta tutamadı. Bu hususta Allah onun hakkında:"İbrâhim, aldığı emirleri tastamam yerine getirdi."[4] buyurur.”[5]

“İbrâhim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!”[6]

Süleyman Ateş diyor ki; İbrâhim as.’ın bu duası inanan kimseler için yapılmıştır ama, Yüce Allah, inanmayanları da Dünya nimetlerinden yararlandıracağını, fakat ahirette onları ateş azabına sokacağnı buyurmuştur.[7]

“Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet meydana getir. Bize ibadetimizin yollarını göster. Tövbemizi kabul et. Şüphesiz Sen, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin. Ey Rabbimiz! Soyumuzdan vücuda getireceğin İslâm ümmetine kendi içlerinden bir Peygamber gönder ki, onlara Sen'in ayetlerini okusun, kitabını, hikmetini öğretsin, onları günahlardan temizlesin. Şüphesiz Sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.”[8]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.105.

[2] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/124.

[3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.136.

[4] Kur’an-ı Kerim: Necim, 37.

[5] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.106.

[6] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/126.

[7] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.140

[8] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/127-129.

dildade 05-23-2008 01:27

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İbrâhim Kıssasında “Tanrı” Kavramı Eksenli Dört Terim “ Rahman, Rab, İlah ve Put ”:
Kur’ân-ı Kerim'in Hazreti İbrâhim'le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, "tanrı" kavramı eksenli dört kelime/isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put...

Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah'tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken "Rab" kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır.

İkinci husus; gerek Hazreti İbrâhim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için "Rab" kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler "taptıklarınız" ve "ilahınız/ilahlarınız" biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde "rab" kelimesini kullanmaktadır.

Üçüncü hususa gelince; Hz. İbrâhim, sürekli bir biçimde "Allah'tan başka taptıklarınız" anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir.

Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır:

Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara "rab" gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır.

Toplum, Cahiliye arabı gibi Allah'ın varlığından haberli bir toplumdur.

"Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimse" de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrâhim karşısında kendini böyle tanıtmıştır. [1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5.

dildade 05-23-2008 01:27

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: HANIMI HZ. HÂCER
1. Hz. Hâcer Kimdir ?
İbranice’de “Hagar” olarak geçen “Hâcer” kelimesinin anlamı “kaçma, kaçış”tır. Grekçe’de “Agar”, Arapça’da “Âcer” hem de meşhur olduğu “Hâcer” şeklinde yer almaktadır. Arapça olmayan “Âcer”in kökü bilinmemektedir. Hâcer ise “terketmek, hicret etmek; şirkten uzaklaşmak; emsalinden üstün olmak” mânalarına gelen “hecr” köküne ait olabileceği gibi Güney Arabistan’da bir yerleşim merkezi olan Hecer’le de alâkalı olduğu düşünülmektedir.[1]

Hz.Hâcer, Fravun'un Sare'ye hediye ettiği cariyesidir. Daha sonra Sâre'nin eşine hediyesi ile Hz.İbrâhim'in eşi ve Hz.İsmail'in annesi olmuştur.[2]

Kur’ân-ı Kerim’de kendisinden söz edilmeyen Hâcer Tevrat’a göre Mısırlı bir câriyedir. Tevrat tefsirlerinde ise Hâcer Firavun’un kızı olarak gösterilir. Firavun, sarayında Sâre’ye gösterilen hürmeti görünce, “Kızım başkasının evinde hanımefendi olacağına bu sarayda hizmetçi olsun” diyerek kızı Hacer’i Sâre’ye verir. Hâcer çocuk sahibi olur olmaz, “Hanımefendim aslında dışarıdan göründüğü gibi değildir. Takvâ sahibi imiş gibi görünür, ancak sırf güzelliği bozulmasın diye hamilelikten uzak durmuştur” diyerek gıybetinin yapar. Bunun üzerine Sâre durumu Hz.İbrâhim’e anlatıp onun karşı çıkmasına rağmen hamile olan Hâcer’e ağır köle işleri yaptırır. Hâcer, Sâre’nin baskısı üzerine evden kaçar.[3]

M.Asım Köksal diyor ki: “İslâmi Kaynaklarda Hâcer’in Mısırlı ve Kıbt krallarından birinin kızı olduğu belirtilir.[4] Babasının Menfis halkından ve oranın kralı bulunduğu nakledildiği gibi, Hâcer’in Hz.İbrâhim’in Mısır’a varışında iş başında bulunan firavunun câriyelerinden olduğu da rivayet edilmektedir.[5] Onun Ümmülarab’dan veya Yâk denilen köyden yahut Nil yakınındaki Ensına kasabasının bir köyünden olduğu rivayet edilmektedir.[6] Hz.Hâcer’in köyünün Ferema olduğu da, söylenir.[7]

Hz.Hâcer, Kıbtî,[8] Mısırlı idi.[9] Kıbtî, Mısırlı demektir.[10]

Amr b.Âs, Mısır'ı feth için kuşattığın zaman, Mısırlılara: “Peygamberimiz, Mısırın fethini bize va’d ve Mısırlılarla arada soy ve hısımlık ilişkisi bulunduğundan, kendilerine iyi davranmamızı emir ve tavsiyede bulunmuştu” dedi. Mısırlılar, bu akrabalığın, uzak bir akrabalık olduğunu ileri sürdükten sonra; “Doğru söylüyorsun, sizin ananız, bizim kralımızın kızı ve Menf halkından idi. Kral da, Menf halkının kralı idi.” Aynı Şems halkı, Menfliler üzerine yorüdüler, onları, yendiler ve devletlerine son verdiler. Menf halkını, gurbet illere düşürdüler. Böylece, Hâcer de, babanız İbrahim as.’ın zevcesi ve sizin Ananız olmuş oldu...” diye itirafta bulundular.[11] Hz.Peygamber ahid ve akrabalık bağından Hz.Hâcer’in, Hz.İsmail’i doğurmasını kasdetmiştir.”



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432.

[2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.49; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432.

[3] Tekvin 16/1,16; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432.

[4] Taberi-Tarih c.4, s.228; Süheylî-Ravdulünüf c.1,s.90-91; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.7, s.98; İbn.Hadun-Tarih c.2, ks.1,s.77; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.14/432.

[5] Taberi-Tarih c.1 s.245; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c. 14/432.

[6] İbn.Esir-Kâmil c.1 s.102; Yâkut-Mücemülbüldan c.5, s.426; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432.

[7] Makrîzî-Hıtat c.1, s.211; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169.

[8] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169.

[9] İbn.İshak, İbn.Hişam c.1, s.48; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169.

[10] İbn. Esîr-Nihaye c.4, s.6; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169.

[11] Taberi-Tarih c.4, s.228; Suuheylî-Ravdulünüf c.1, s..90-91; Ebülfida-elbidaye vennihaye c.7, s.98; İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.1, s.77; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169.

dildade 05-23-2008 01:27

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer’in, İbrahim as. İle Evlenmesi :
Yüce Allah Hz.İbrâhim'e mal ve servet bolluğu verince, İbrahim as.:

“Ey Rabb’im! Benim çocuğum yok. Ben, çok mal ve serveti, ne yapayım?” Demişti.

Yüce Allah ona; “Ben, senin çocuklarını da, öyle çoğaltacağım ki, onlar, yıldızların sayısınca, olacaklardır?” diye vahy buyurdu.[1]

Mukaddes beldelerde yirmi yıldan beri oturdukları halde, çocukları olmuyor;[2]

İbrahim as.’ın yaşı çok ilerlemişti. Fakat, kendisi, salih bir oğul ihsan burması için, Yüce Allah’a yalvarıp duruyordu.[3]

Mısır’dan gelişlerinden on yıl sonra idi.[4]

Ki, Hz.Sâre, hizmetçisi Hz.Hâcer’i, İbrahim as.’a bağışlayarak “Ben, onun gösterişli bir kadın olduğunu görüyorum. Sen onu, zevceliğe al. Belki, Allah, Sana, ondan bir oğul nasib eder” dedi.[5]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yâkubi-Tarih c.1, s.25; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168.

[2] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.153; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168.

[3] Taberi-Tarih c.1, s.126; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168.

[4] İbn.Haldun-Tarih c.2 ks.1, s.36; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168.

[5] Taberi-Tarih c.1, s.126; Salebi-Arais s.80, İbn.Esir-Kamil c.1, s.102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: 168.

dildade 05-23-2008 01:27

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer’in Vefatı :
İsmail as.’ın evliliğinden sonra Hz. Hâcer vefat etmiştir.[1]

Hâcer, Mekke'de vefât edince Kâbe'nin ön kısmındaki Hıcr (diğer adıyla Hatîm) adı verilen bölüme defnedilmişti.[2]

İslâm geleneğine göre İbrâhim ve Hâcer, Kâbe’nin hicrin’de defnedilmişlerdir ki, bu, peygamberlerin birçokları gibi kendilerine de nasib olmuş bir ayrıcalıktır.[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.10, s.297.

[2] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.101, 105, 125.

[3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.10, s.302.

dildade 05-23-2008 01:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: Hz. HÂCER ve HİCRET
1. Hz. Sâre’nin Hz.Hâcer Hakkındaki Kıskançlığı ve Yemini :
İbrâhim as. 86 yaşında bulunduğu sırada İsmail as. Hz. Hâcer'den doğdu.[1] Hz.Sâre Hz.İsmail’in doğumuna çok üzülmüştü. Onun bu üzüntüsüne bir teselli olsun diye yetmiş yaşında bulunmasına rağmen Allah tarafından kendisine Hz.İshak bağışlandı. Hz.İbrâhim ise bu sırada 120 yaşında bulunuyordu. İsmail ile İshak büyüdükleri zaman birbirlerine hasım kesilip düşman olmuşlardı.[2] Hz.Sâre, hem çocuğu, hem de annesi Hz.Hâcer ile arasında duygusal rekabet ve kıskançlık oluşmaya başladı. Bir gün ona kızdı, O'nu evden dışarı attı ve sonra tekrar eve alarak, vücudunun üç uzvundan birer parça kesmeğe, şeklini değiştirmeğe, burnunu, kulağını kesmeğe, sünnet etmeğe yemin etti. Hz.Sâre'nin öfkesi geçip, aklı başına gelince, yaptığı yemine şaştı. [3]

İbrâhim as. Hz.Sâre'nin yeminini yerine getirmek üzere Hz.Hâcer'in iki kulağını delmesini ve onu, Sünnet etmesini, Hz.Sâre'ye tavsiye etti.[4] Hz.Sâre de öyle yaptı. Bu, kadınlar hakkında sünnet ve âdet oldu,[5] fakat bu daha sonradan, terk edilmiştir. Hz.Hâcer, kulakları delinen ilk kadın olduğu gibi, kadınlardan, ilk sünnet olunanıdır.[6]

Hz.Hâcer; kulakları delinen ilk kadın olduğu gibi, kadınlardan, ilk sünnet olunanıdır.[7]

Bir rivayette ifade edildiğine göre, İsmail çocuk yaştaydı, dolayısıyla Sare’nin Hâceri evinden uzaklaştırması İsmail ile İshak’ın yüzünden değil, Sare’nin onu kıskanmasından ileri gelmişti. Doğru olan görüş de budur.[8]

Bir diğer rivayette ise İshak’ın sütten kesilmesi münasebetiyle düzenlenen ziyafetten sonra Sâre’nin arzusu ve Allah’ın emri üzerine Hâcer oğlu ile birlikte evden uzaklaştırılmıştır.[9]

Yahudi kaynaklarına göre ise; İsmail’in câriye çocuğu olduğunu, Sâre’nin “Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at; çünkü bu câriyenin oğlu benim oğlumla, İshak’la beraber mirasçı olmayacaktır”[10] sözü gereği mirastan mahrum bırakıldığını ve dolayısıyla atıldığını naklederler.[11]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.5, s.75; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170

[2] İbn.Esir-Kâmil c.1 s.95.

[3] Taberi-Tarih c.1, s.130; Sâlebi-Arais s.81; Süheyli-Rvdulünüf c.1, s.91, İbn.Esir-Kamil c.1, s.103, Ebülfida-Elbidaye cennihaye c.1, s.154; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170.

[4] Sâlebi –Arais s.81, Süheyli c.1, s.91; İbn.Esir c.1, s.103; Ebülfida-Elbidaye cennihaye c.1, s.154; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[5] Salebi-Arais s.81; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[6] Peygamberler Tarihi, M.Asım Köksal, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[7] Suheyli-Ravdulünüf c.1, s.91; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.154; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[8] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.95.

[9] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23 s.76; Diyanet Vakfı Ansiklopedisi c.14/432.

[10] Bkz. Tekvin, 21/10

[11] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23/79

dildade 05-23-2008 01:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer’le İsmail as.’ın Mekke’ye Götürülüşü :
Bundan sonra Sâre Hâcer’e : "Artık, sen, benimle bir beldede (şehirde) bulunmayacak, oturmayacaksın" dedi. Bunun üzerine Allah Celle Hz. İbrâhim’e Mekke’ye gitmesini vahyetti; O zaman Mekke’de hiçbir bitki mevcut değildi. Hz. İbrâhim, Cenâb-ı Hak'tan aldığı bu emir ile Hâcer'i ve (iki yaşında ki ) oğlunu alıp Mekke vadisine, Mescid'i Haram'ın bu gün bulunduğu yerin ve Mescid'in yüksekçe bir yerindeki Zemzem kuyusunun yukarısında bulunan büyük bir ağacın yanına bıraktı.[1] Üzerlerine bir gölgelik yapmalarını da, Hz.Hâcer’e emretti.[2] O zaman Mekke de hiç kimse hatta içecek su bile yoktu. Yanlarına, içi hurma dolu meşin bir dağarcıkla, içi su dolu bir kırba bıraktı ve gitmek üzere geri döndü. Hz. Hâcer, İbrâhim as'ın arkasından seslenerek. "Ey İbrâhim! Bizi, bu ıssız vâdide bırakıp ta, nereye gidiyorsun?! Öyle bir vadi ki, ne görüşülecek bir kimse var, ne de bir şey!" dedi.[3] Hz. Hâcer, sözünü, tekrarladı ise de, İbrâhim as. ona dönüp bakmadı. Bunun üzerine Hz.Hâcer " Yoksa, bizi, buraya bırakıp gitmeni, sana, Allah'mı emretti?" diye sordu. İbrâhim as.: " Evet! Allah emretti!" diye cevap verdi. Hz. Hâcer: " Öyle ise, Allah, bize yeter. O, bizi zayi etmez, himayesiz bırakmaz!" dedi. İbrâhim as. Mekke'nin üst tarafındaki Seniye Mevkîne kadar ilerledikten sonra yüzünü, Kâbe'nin bulunduğu tarafa döndü ve ellerini kaldırdı: "Ey Rabbimiz! Ben, zürriyetimden bir kısmını, Senin Mukaddes olan Ev'inin yanında, namazlarını, dosdoğru kılsınlar diye, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık, insanlardan bir kısmının gönüllerini, onlara meylettir. Şükür etmeleri için, onları, bazı meyvelerle rızıklandır."[4] diyerek Allah'a dua etti. Sonra da, Şam taraflarındaki ailesinin yanına döndü. [5]

Kitab-ı Mukaddes’te İbrâhim’in Hâcer’i önce Beer-şeba, ardından Paran (Fârân) çölüne gittiğini, İsmail’i annesi Mısır diyarından bir kadınla evlendirdiği nakledilmektedir.[6]



dildade 05-23-2008 01:28

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer ve İsmail'in Mekke'ye nasıl ulaştığı ?
Kur’ân dışındaki İslâmi kaynaklara göre Hz. İbrâhim, iki yaşındaki oğlu İsmail’i ve Hâcer’i Cebrâil’in refakatinde Burak adlı bir binek ile Mekke’ye götürdüğü nakledilmektedir.[1]

Martin Lings'in kitabında ise; "İslâm kaynaklarında Hz.Hâcer ve Hz.İsmail'in ne şekilde Mekke'ye ulaştığı hakkında bilgi verilmediğini, herhalde bunun Kervan yolcularının yardımları ile ulaşmış olabileceğini" bildirmektedir.[2]

M.Asım Köksal, Martin Lings’e cevaben şöyle der: “Hz.Hâcerle İsmail as.’ın Mekke’ye gelişleri hakkında İslam Kaynaklarında bilgi yok değil, hatta, sayın Martin Lings’i, şaşırtacak kadar çoktur. Biz, bu husustaki bilgileri, okuyucularımıza sahifeler dolusu aktarmış bulunuyoruz. Her türlü araştırma ve aradığını bulma imkânına sahip bu günkü ilim dünyasında indî faraziye ve tahminlere hiç yer verilmemesi gerekir ve doğru olurdu.”[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.50; İbn.Esîr-Kâmil c.1, s.103; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23/78; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.175.

[2] “İlk Kaynaklara göre Hz.Muhammed’in hayatı isimli eserin Türkçe Tercemesinde s.8-9”; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.180.

[3] M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.180.

dildade 05-23-2008 01:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hacer ve İsmail as.’ın Issız Bir Çöle Bırakılması :



Bazı rivayetlere göre de İbrâhim Filistin’den Mekke’ye üç defa gitmiştir. İlk seyahatini Allah’ın buyruğu üzerine Burak ile yapmış, Cebrail’in kendisine yol gösterdiği bu yolculukta iki yaşındaki oğlu İsmail’i önüne, Hâcer’i terkisine bindirerek onları bugünkü Beytullah’ın bulunduğu yere bırakmıştır.

Ailesinin ziyaret için Mekke’ye ikinci defa gittiğinde Hâcer’in vefat ettiğini öğrenmiş, İsmail’i de görememiştir.

Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi emrini aldığında üçüncü defa Mekke’ye giden İbrâhim, oğlu İsmail ile birlikte Beytülharam’ı bina etmiş ve haccı ilân etmekle görevlendirilmiştir.[1]

Mutezile’den Kadi’ye göre, bu göç hadisesi hakkında anlatılanların çoğu, mantığa aykırıdır. Çünkü Hz.İbrâhim’in, ailesi ve çocuğunu, yiyecek ve içeçek bir şeyin bulunmadığı bir yere götürüp koyması caiz değildir. Sara’nın sözüne uyarak onları evden uzaklaştırmasına gerekince Şam diyarında herhangi bir yere götürmesi mümkün iken ne diye susuz bir yere götürüp bıraksın?[2]

İbrâhim Baydar diyor ki; "Bir peygamber, eşini ve küçücük çocuğunu, kimsesiz bir çölde perişan bir hayata terketmiş olamaz. Tarihi kaynaklar, Hz.İbrâhim’in Mekke’ye gelmesinden daha önce orada yerleşik bir hayatın olduğunu bildirmektedir. Tarihçilere göre kentin ilk sakinleri Amâlika[3] Araplarıdır. İsmail ve annesi oraya yerleştikten sonra, Yemen’den başka bir Arap soyu olan Cürhümlüler gelerek Amâlika toplumunu oradan sürmüşlerdir. Zaten Kur’ân-ı Kerim, Hz.İbrâhim’in eşi Hâcer ve oğlu İsmail’i Mekke‘ye getirme sebebini, iki kumayı ve çocuklarını birbirinden ayırmak amacına bağlamaz. Onları “Namazı kılmaları” için oraya getirmiş olduğunu belirtmektedir."

“Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye.”[4]

Bu konudaki ayetten anlamamız gereken bir şey olmalıdır. Başka yerlerde de namaz kılınabilirdi. Demek ki Bekke kenti, o zaman da dinin bir merkez olarak bilinen, hatta ziyaretçileri olan bir yerleşim birimidir. Bu durumda Mekke, kimsenin yaşamadığı ıssız bir çöl değildir.[5]

“Bir zaman İbrâhim şöyle demişti: ”Rabbim, bu beldeyi güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara kulluktan uzak tut.”[6]

Bu konuda temas edebileceğimiz bir başka hususta Kur’ân-ı Kerim’in o günün Mekke’sinden, yerleşim birimi anlamında “Beled” şeklinde söz etmesidir. İslâm Kaynaklarında İsmail’in süt çağında Mekke’ye getirildiği belirtilir. Eğer böyleyse, babası defalarca onları ziyarete gelmiş, sonuncusunda da hem “Rüyâ” olayı hem de Kâbe’yi tamir işi gerçekleşmiş olmalıdır. Tevratın nakline göre ise; İsmail annesiyle birlikte Mekke’ye geldiklerinde 13 yaşlarındadır. Yani bebek çağında değil, aksine en azından inşaatta babasına yardım edebilecek bir yaştadır. Bütün bunlar Allahu Teala’nın, orada İbrâhim’e ulaştırdığı sözlerden anlaşılmaktadır.”[7]

Süleyman Ateş’e diyor ki: "Hz. İbrâhim’in, Filistin’den bin kilometre uzakta bulunan bir çöle, kırısını ve çocuğunu götürüp bırakması ve oraya birkaç kez gidip tekrar Filistin’e dönmesi, garip görünebilir. Fakat bütün İslâm kaynaklanın böyle anlatması, olayın doğruluğunu kanıtlar. Ayrıca Yahudilerin, Yarımada’nın güneyindeki Yemen’de yerleştikleri ve orada bir devlet kurdukları da bilinmektedir. Demek ki eskiden beri Yahudiler, Yemenle Filistin arasında seyahat etmişlerdir. Belki de İbrâhim zaman zaman ticaret için gidip geldiği Mekke’nin, çocuklarının hayatı ve geçimi için uygun ve güvenli bir yer olduğu kanısına vararak ailesini oraya götürmüştür. Kaldı ki Allah’ın, İbrâhim’e, oğlu İsmail’in neslinden ayrı bir ulus, müsta’rebe Arap olan Mekke halkıdır.” [8]

Arabistan, dörtbin yıl önce, bugünkü gibi çölden ibaret değildi. Özellikle kervanların geçtiği yerler, insanların rahatça yolculuk yapacakları olanaklara sahip idi. Bu topraklar, insanların ağaçları katletmesi ve kuraklığın etkisiyle zamanla çölleşmiştir. Arap Yarımadasında bol miktarda petrolün bulunması da buranın vaktiyle çok miktarda ağacın, ormanın ve hayvanların yaşadığı bir mıntıka olduğunu kanıtlar.[9]

Unutmamak gerekir ki, bu hikaye, orijinal Kur’ân vahyi değil, ibret için, bilinen bir kıssanın vahyen anlatılmasıdır. Bu tür anlatımlarda önemli olan, hikayenin tarihi vukuundan ziyade, Peygamber zamanında yayılmış ve halkın vakaya inanmış olmasıdır. İşte Kur’ân-ı Kerim, insanların inandıkları bir olayı anlatarak onları, ataları İbrâhim’in tevhid yoluna girmeğe çağırmıştır.”[10]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.21/270.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu'l-Gayb: c.19/136, Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/132.

[3] Kızıldeniz çevresinde, Medyen ve Mısır’da yaşamış göçebe Araplardır. Şimdi “Ba’ide” (soyu tükenmiş) sayılırlar. Amâlika sözcüğünün, Amalık, Amelek yahut İmlik biçiminde söylenişleri de vardır.

[4] Kur’an-ı Kerim: İbrahim, 14/37.

[5] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 46.

[6] Kur’an-ı Kerim: İbrahim, 14/35.

[7] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 47.

[8] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/33.

[9] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.10/293.

[10] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9 s.133.

dildade 05-23-2008 01:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer’in İmanı ve Teslimiyeti :
Rivayet olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a döndüğü zaman, Hacer arkasına düşmüş

"Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime bırakıp gidiyorsun?" diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş.

Nihayet Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana emretti?" diye sormuş, bunun üzerine İbrahim: "Evet" cevabını vermiş.

Bu sefer Hacer: "Öyleyse Allah bizi korur, sen git bizi düşünme!" demiş.

Nihayet Hz. İbrahim yola koyulmuş, Kedâ tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben zürriyetimden bir kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim..."[1] diye dua etmiştir.[2]

İbrahim hanımı Sare’ye olan rağbetinden nasıl ciğer paresi ve göz bebeği İsmail’i hiçbir insanın ve yardımcının olmadığı vahşi bir sahraya bıraktı?

İbrahim’in yumuşak huyluluğu ve ince kalpliliğiyle, oğlu ismail ve annesi Hacer’e karış bu sert konumunu nasıl birleştireceğiz?

Bu iki soruya karşı cevap Hacer’in sorusunda ve İbrahim as.’ın cevabında çok açık ve ortadır.

“Bunu sana emreden Allah mıdır? O da dedi ki: “Evet”

Öyle ise: Muhakkak ki (Sare) İbrahim as.’dan Hacer’i ve oğlunun seslerini duymamak için onları en uzak yerlere götürmesini istemiştir. Hikmeti, isimleri ve sıfatları yüce olan Allah ise ibrahim as.’a oğlunu Mekke’yi Mükerreme’ yerleştirmesini emretmişti. Ve İbrahim Rabbinin emirini yerine getirmiş, biricik ve küçücük yavrusunu ekinsiz bir vadiye bırıkmıştır. Sonra da geldiği yere derhal geri dönmüştür. İbrahim Hacer’e iltifat etmemeye ve ona cevap vermemeye başladı. Sebebi ise; kalbinde bir yumuşaklık olur da bu yumuşaklıktan dolayı Rabbinin emrini yerine getirememekten korkuyordu. Allah’ın emrinden dolayı Halil as.’ın böyle davranmasında bir gariplik olmasada bunun Allah’ın emri olduğunu öğrenince Hacer’in “Öyle ise O bizi zayi etmez!” sözüne hayran olunur.

Bir kadın çorak ekinsiz bir yerde, orada sığınacağı herhangi bir ev yoktur. Ünsiyet edecek insanlar da yoktur. Kendisinin içeceği ve çocuğuna içireceği bir su kaynağı da yok. Güvenebileceği herhangi bir rızık geliri de yoktur.

Bu kadın, bu işi İbrahim’e emredenin Allah olduğunu öğrenince mutmain oluyor. Hiçbir yırtıcı hayvandan ve diğer tehlikeli şeylerden korkmadı. Çünkü Cenab-ı Hakkın koruduğu kimseye onların en ufak bir zarar vermesi mümkün değildir. Allah’ın koruduğu kimseye karşı onlar en zayıf ve en korkak olurlar.

Alimler ve davetçiler Hâcer’in imanı gibi bir imana ve Hâcer’in Allah’a teslimiyeti gibi bir teslimiyete ne kadar da muhtaçtırlar.[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim, İbrahim, 14/37.

[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/408-409.

[3] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 298, 299.

dildade 05-23-2008 01:29

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Cürhümilerin Gelip Hz. Hâcer’e Komşu Olmaları :
Hz. Hâcer'in suyu bulmasından sonra, bir gün Mekke vadisinden geçen Cürhümîlerden bir grup vadinin üstünde uçuşan kuşlar gördüler. Kuşların vadiyi terketmediğini gören Cürhümîler daha önce bu vadide bir su kaynağı yoktu. Acaba, yeni bir su kaynağı mı bulundu diye içlerinden birisini kontrol için gönderdiler. Suyu haber alınca, dönüp cemaatlerine haber vermişler. Bunun üzerine Cürhimeler, kalkıp, Zemzem'in bulunduğu yere doğru gelirler.[1]

Cürhimiler geldiği sırada, Hz. Hâcer, suyun başında bulunuyordu.[2] Curhimiler, Hz. Hâcer'e selam verdiler. O da selamlarına mukabele ettikten sonra, Cürhümiler "Bu, su kimindir?" diye sordular. Hz.Hâcer'de "Benimdir!" diye cevap verdi.[3] Cürhümiler "Bizim de, gelip şuraya, senin çevrene konmamıza izin verir misin?" diye sordular.[4] Hz. Hâcer de "Şu su üzerinde, sizin için bir malikiyet hakkı ve İddiası bulunmamak şartıyla, Evet! Konabilirsiniz" dedi Cürhümiler, buna olumlu cevap verdikten sonra, oraya konaklamışlardır.[5]

Görüşecek, konuşacak insanlara muhtaç bulunduğu bir sırada, Cürhümilerin bu gelişi, Hz. Hâcer'in arzusuna uygun düşmektedir. Böylece Hâcer ve Hz. İsmail, Cürhüm'lüler arasında yaşamaya devam ettiler.[6] Böylece Mekke'nin yerleşik ilk sakinleri, böylece Cürhimiler olmuştu.[7]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.96.

[2] Buhari-Sahih c.4, s.114-115; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.324; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.180.

[3] Ezraki-Ahbaru Mekke c.1, s.57; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.181.

[4] Buhari-Sahih c.4, s.115; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.324; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.181.

[5] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.96; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

[6] Buhari-Sahih c.4, s.115; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.324; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.181.

[7] Sâlebi-Arais Mekke c.1, s.57; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.324; Ebülfida-Elbidaye vennihay c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.181

dildade 05-23-2008 01:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: Hz. HÂCER ve ZEMZEM
1. Rahman’ın İkramı Zemzem :
Hz. Hâcer ve İsmail as. ağacın altında ki gölgelikte idiler. Hz. Hâcer, İsmail as.'ı emziriyor ve kırbadaki sudan da, ona içiriyordu.[1] Bir süre sonra su tükenmiş ve Hz. Hâcer'in de sütü kesilmişti. İsmail as. açıkmağa başlamış, acıkdıkça da, kendisinin açlığı şiddetlenmişti. Hz. Hâcer, oğlunun açlığından,[2] susuzluğundan kıvranıp durduğuna bakıyordu.[3] Oğlunun ölmek üzere olduğunu düşünerek, Onun bu halini görmemek için, Ondan uzaktaki sefa tepesine doğru gitti, bir kimse görmek ümidiyle dinledi ve etrafına bakındı. Fakat ne bir ses, işite bildi, ne de, bir kimse görebildi.[4] Kimseyi göremeyince karşında ki Merve tepesine hızla koştu, yine dinledi ve etrafına bakındı. Fakat hiçbir kimseyi göremedi. Bununla birlikte, Hz.Hâcer, İsmail as.'ın yanına iki kere uğramaktan da, kendini alamamış, onu eskisi gibi can çekişir bulunca, mahzun ve bitkin bir halde, tekrar Safâ tepeciğine dönmüştü.[5] Hz.Hâcer Sâfa ile Merve arasında yedi kere gitmiş, gelmiştir.[6]

Peygamberimiz as. “Bunun için, insanlar, Safâ ile Merve arasında sa’y ederler.” Buyurmuştur.[7]

Son defa Merve tepeciği üzerine çıktığında bir ses işitti ve bu ses bir meleğe (Cebrail) aitti. Hz. Hâcer "Eğer, sen, yardım edecek güçte, isen bize, yardım et." Diye seslendi[8] ve Allah'a dua ederek " Ey Allah'ım yetişmezsen, ben de, yavrum da helak olup gideceğiz " diye yalvarınca[9] Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek göründü,[10] Hz. Hâcer'e kim olduğunu sordu. Hz. Hâcer'de, kendisinin İbrâhim'in zevcesi olduğunu ve yanındakinin de oğlu olduğunu söyledi. Melek, İbrâhim'in kendisi ve oğlunu kime ısmarladığını (emanet ettiğini ) sordu. Hz. Hâcer'de yüce Allah'a ısmarladığını söyledi. Melek "o, sizi en, en şerefli, en keremli ve yeterli Rabb'e, ısmarlamış!" dedi. [11] Melek-Cebrail bu soruların ardından ayağının ökçesiyle yeri eşince, su, kaynamağa başladı! [12]

Diğer bir rivayete göre çocuk ayağı ile (veya eli ile) kumları eşelemeye başlamış ve oradan bir su çıkmıştır.[13] Hz. Hâcer, bir yandan, Cenâb-ı Hakk'ın bir ikramı olarak, oğlu İsmail'in bulunduğu yerden su kaynamağa başlayınca Hz. Hâcer, bir yandan suya "zem zem (dur, dur)" diye sesleniyor, bir yandan boşa akmasın diye suyu, havuz gibi toprakla çevirip gölet yapmaktan geri durmuyor, bir yandan da, kırbasını doldurmağa devam ediyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça, yerden kaynayıp duruyordu. [14]

Hz.Peygamberimiz Hz.Hâcer’in bu hareketi hususunda: “Allah, Hâcer’e merhamet etsin! Eğer o, suyu kendi haline bırakmış olsaydı, bu su etrafına taşıp akan bir pınar olacaktı.” Buyurmuştur.[15]

Melek, Hz.Hâcer'e "zayi ve helak oluruz diye sakın, korkmayınız! İşte, şurası, Beytullah'ın yeridir. O Beyt'i, bu çocukla Babası yapacaktır! Muhakkak ki, Allah, o işin ehlini zai etmez!" dedi. Hz.Hâcer, bu sudan içti, sütü gelince de çocuğunu, emzirdi.[16]

Hâcer ile İsmail’in susuz kalmaları ve su çıkması hadisesi İslâmi kaynaklarda yer aldığı gibi, Tevratın yanında diğer yahudi kaynaklarında da yer alır.[17]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Buhari-Sahih c.4, s.114; Taberi-Tarih c.1, s.131; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.177.

[2] Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1, s.55; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.177.

[3] Buhari-Sahih c.4, s.114; Ebûlfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.177.

[4] Buhari-Sahih c.4, s.114; Taberi-Tarih c.1, s.130; Sâlebi-Arais s.82; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.178.

[5] Buhari-Sahih c.4, S.114; Beyhakî-Delâil, c.1, s.323; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.177, İbn.Esir-Kâmil c.1, s.95.

[6] Buhari-Sahih c.4, s.114; Beyhakî-Delâil c.1, s.323; İbn.Esir.Kâmil c.1, s.103; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.178.

[7] Buhari-Sahih c.4, s.114; Ezraki-Ahbaru Mekke c.1, s.55; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.103; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.178.

[8] Buhari-Sahih c.4, S.114; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[9] Taberi-Tarih c.1, s.131; Sâlebi-Arais s.82; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179

[10] Buhari-Sahih c.4, s.114; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[11] Sâlebi-Arais s.82; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[12] M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.177-178, İbn.Esir-Kâmil c.1, s.95.

[13] Peygamberler Tarihi, M.Asım Köksal, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179, İslâm Tarihi İbnü’l-Esîr El Kâmil Fi’t -Tarih Tercümesi c1,s 95.

[14] Buhari-Sahih c.4, s.114; Taberi-Tarih c.1, s.130-131; Sâlebi-Arais s.82; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[15] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.1, s.253; Buhari-Sahih c.4, s.114; Taberi-Tarih c.1, s.131, Sâlebi-Arais s.82; Beyhakî-Delâil c.1, s.323; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.103; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9 s.128.

[16] Buhari-Sahih c.4, s.115; Taberi-Tarih c.1, s.131; Sâlebi-Arais s.82; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[17] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23 s.78.

dildade 05-23-2008 01:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail’in Gözyaşı ve Çığlığı Olan Zemzem’in Hac’daki Önemi :
Hz. İbrahim (a.s.), eşi Hacer’i ve kundaktaki çocuğu Hz. İsmail’i, Mekke’nin ıssız ve hiç kimsenin yaşamadığı, bir vadide terk etti. Onları orda bıraktığında, yanlarındaki su ve yiyecek tükendi ve susuzluktan muzdarip olan Hacer, çocuğuna su bulmak için analık şefkati ile sağa sola koşuşturdu. İşte o zaman, Hz. İsmail’in ayak topuğunun bulunduğu yerden Allah’ın izniyle zemzem suyu fışkırdı.

Hac ibadetinin vecibeleri, her biri, ayrı bir sembol ve kendi içlerinde bir çok mana ve hikmeti barındırır. Haccı anlamak için mutlak surette, soyut anlamda hakikatleri anlamaya çalışılmalıdır. Maddi bir anlayış, haccı kavramaktan çok uzak kalır. Çünkü gören göz, sadece zahiri planda gördüklerini, malzeme olarak beyne gönderir. Esas meselenin tüm boyutlarıyla ele alan akıldır. Müslümanın aklı, vahy terbiyesiyle bir çok hakikate vakıf olmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, hacılar; hac görevini bu şuur ve anlayışla yerine getirmelidir. Bu şiar ve zemzem müslüman için sıradan bir su değildir, müslüman zemzemi, analık muhabbetini ta’zim ve Allah’a hamd ve senalık nişanesi olarak, Hz. Hacer’in yaptığı gibi, aynı hareketleri, aynı yerlerde tekrar eder.[1] Hacılar, Kabe’yi tavaf ederler, makam-ı İbrahim’de iki rekat namaz kılarlar, namazdan sonra da zemzeme vararak su içerler. Tavaftan sonra ise, zemzem suyunun içilmesi sünnettir. [2]

Hacer’i susamış bir bebek, bir yavru bekliyor! Bu çölde bir pınar bularak dönmelisin Ey Hacer! Ve bu suyu İsmail’e bebeğine ve yavrucuğuna armağan etmelisin...

“Ey haccı, zemzem kuyusuna in, önce sen kana kana iç, şifa diye iç, sonra da abdest al, veda tavafından sonra da, en büyük hediye diye zemzemi, dünyanın dört tarafına taşırcasına, memleketine zemzemden bir boru hattı düşercesine, zemzemi yüklen, boş dönme götür. En büyük hediyeni ve en büyük ikramını, seni dört gözle bekleyen, dostlarına, kardeşlerine, candan canlarına götür, onlarda bundan kana kana içsinler, kendilerini bunda bulsunlar, gönül dünyalarının asla susuzluk çekmemesi için içsinler.”

Ebu Zer (r.a.) Allah Resulünün şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ust tarafım (Göğsüm) yarıldı ve ben Mekke’deydim. Cebrail (nazil olup) geldi, göğsümü yardı, sonra altından (yapılı) bir leğen hikmet ve imanla doluydu, (bununla) göğsümü doldurdu, sonra da kapattı. Sonra da elimden tutarak, dünya semasına yükseldi. Cebrail dünya semasının görevlisine aç (kapıyı) dedi. Dünya semasının görevlisi ise: Bu kimdir, dedi. Dedi ki: Cebrail’dir.[3]” [4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, s. 110.

[2] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

[3] Buhari, Sahih, Kitabu’l-Hac, 76, 1636.

[4] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

dildade 05-23-2008 01:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Zemzemin Kaynağı :
Zemzemin kaynağı, Hz. İsmail’in ayak topuğunun şereflendirdiği yerde meydana çıkmıştır. Takriben 2,70 metre genişlikte ve 45 metre derinliğinde, bir kuyuda görülmemiş bir cömertlikte kaynayan bu ilahi su, keyfiyeti noktasından, meydana gelmiştir.

Zemzem suyu; sussuz sahada, dünyanın en gür kaynaş şekliyle nimetini saçıcı, sabahları bir nevi kaymak bağlayıcı ve renk değiştirici, konulduğu her kaptaki, her suyun üstüne çıkıcı ve asla başka bir suya katılmayıcı, ebediyet kadar berrak ve ruh kadar latiftir.

Zemzem suyu, aynı mana etrafında, öbür mübarek unsurlardan biridir, hiçbir su onun gibi ne duyurucu ve ne de susuzluğu gidericidir. [1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

dildade 05-23-2008 01:30

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Zemzem Sıradan Bir Su Değildir !
Unutmamalıyız ki, bu zemzem suyu sıradan bir su değildir, bu alemde bir yerlerden zemzem gibi alınarak, dünyanın dört tarafına bereket umulup, götürülen kaç tane su vardır? Şifalı olduğu rivayet edilen, başka bir su var mı? Peygamber övgüsüne layık olmuş kaç tane su vardır?

Zemzem kuyusu, ilahi bereketi yansıtan kaynaklardan biridir. Resulullah (s.a.s.) efendimiz bu suyu kutsal saydığı için, kıyamete kadar o kutsaldır ve mübarektir.[1] Bazıları bu su için, hacdaki meşairler (semboller) için, ahlaki edep kuralları dışında bir uslupla, peygamberin zemzemle ilgili sünnetini hiçe sayarak, bir takım şeyleri ortaya atıp, müslümanların zihinlerini bulandırırlar. Bunların başında da bu suyla diğer sular arasında hiçbir farkın olmayışı şeklinde açıklamalar yapılmıştır.

Peki zemzem suyu ile diğer sular arasında ne gibi farklar vardır? Bu su onbinlerce km. uzaklara neden taşınır?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki, birçok yönüyle zemzem suyu, diğer sulardan farklılık arzeder. Hiçbir suyun tarihi, zemzem kadar eski değil, hiçbir suyun ismi zemzem değil, hiçbir su zemzem gibi, Hz. İsmail’in topuğunun dibinde çıkmamıştır, hiçbir su Hz. Peygamber tarafından mübarek kılınmamış ve hakkında şifa olduğunu zikretmemiştir. Hiçbir su, zemzem kadar duyurucu ve susuzluğu giderici değildir.

Zemzem suyu bulunduğu yer itibariyle, insanlık tarihinde çok büyük bir öneme sahip olan kentlerin anası hükmünde, Mekke şehrinin kurulması bu suyun vesilesiyle olmuştur.

Zemzem suyunun taşınmasıyla ilgili olarak, Hz. Aişe (r.a.)’dan yapılan bir rivayete göre, “Adı geçen (Mekke’den arrılınca) beraberinde zemzem suyu taşır ve Resulullah (s.a.s.) efendimizin de taşıdığını söylerdi.”[2]

İbn Abbas’ın rivayet ettiği bir hadisi şerifte, Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünün en hayırlı suyu zemzemdir. Çünkü onda tadın tadı, (açlığı duyuran özelliği) hastanın şifası vardır...”[3]

Bu hadisten de anlaşıldığı üzere diğer sularda olmayan bir takım özellikler, Zemzem suyunda vardır, hasta için şifa, açlığı gidermede; yani hem duyurucu ve hem de susuzluğu giderici bir özelliği mevcuttur. [4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkam Hadisleri, Konya, 1992, IV/ 331.

[2] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. C. Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkam Hadisleri, IV/331.

[3] Tebarani, Hadis no: 5712, Nureddin Ali b. Ebi Bekr el-Heysemi, Mecma’z-Zevaid ve Menba’l-Fevaid, Beyrut, 1994, III/621 ; Rudani, Hadis Kulliyatı, II/168.

[4] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

dildade 05-23-2008 01:31

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Zemzem’i İçerken Niyetin Önemi :
İbn Abbas (r.a.) dedi ki: “Biz ona (zemzem) şefaat derdik. Onu biz çoluk çocuk için en güzel yardım olarak bulurduk”[1]

Bu su da;

Hz. İbrahim’in Bereketi,

Hz. Hacer’in gayreti, Sa’yı,

Hz. İsmail’in çığlığı ve gözyaşı,

Hz. Muhammed Mustafa’nın duası vardır.

Bu su zemzemdir,

Korkma, şifa niyetiyle,

Bereket niyetiyle,

Tüm günahlardan arınma niyetiyle,

Tüm dertlere karşı, bir antibiyotik olması niyetiyle iç.

Hem de kana kana iç, havz-ı Kevserden içmek niyetiyle,

Allah’ın gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı bir günde, kızgın güneşin etkisinden, o günün azametinin ve dehşetinden kurtulma niyetine,

Aşırı susuzluğunun giderilmesi niyetine iç,

Peygamberin şefaatına nail olmuş, cennete girmek için sırasını bekleyen şerefli müminlerden olmak niyetine iç.

Cehennemden azad olma müjdesini alma niyetine iç.

Gereği gibi davranınca, sa’yını gayretini Allah için sarf edince, teslimiyet ve tevekkülde kusur yapmayınca, gör ki Allah sana da nice zemzemler verir.

İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadisi şerifte, Allah Resulü şöyle buyurdu: “Münafıklarla aramızdaki alamet (fark) onlar, zemzemden kana kana içemezler.“[2] Münafık zahiren o sudan içse bile, susuzluğu asla bitmez, çünkü kalbinde hastalık olana, zemzem şifa vermez. Zemzemi içerken gönül dünyamızı hoş, kin ve nefretten ise boş tutmalıyız.

Niyetlerimiz halis olmalı, Allah için olmalı ki, zemzemi içtiğimizde ne için içtiğimizin gayesine erişelim, dualarımız makbul, günahlarımız mağfur, kalplerimiz nurlarla dolsun.

Hz. Cabir’den merfu bir hadiste “Zemzem ne için içilirse, onun içindir (yani ne niyetle içilirse ona iyi gelir).”[3] denilmiştir.

Abdest alıp dışımızı zemzemle yıkadığımız gibi, içimizi de zemzemle yıkamalıyız, günah kirlerinden arındırmalıyız, zemzem; göğsümüze, kalbimize şifa olmalıdır, onunla niyetlerimiz halisane bir duruma gelmelidir.

“İbn Abbas (r.a.)’a bir adam geldi ve ona nereden geldiğini sordu: Adam, dediki: Zemzem suyunu içmekten geliyorum. İbn Abbas (r.a.) ise ona dedi ki, Gerektiği şekilde (adabına riayet ederek) ondan içtin mi? Adam dedi ki: Bu nasıl olur? Ey İbn Abbas! İbn Abbas ise şöyle cevapladı: İçmeden önce Kıbleye dön, sonra Besmele getir, üç nefeste ve kanarak iç, bitirdiğinde ise Allah’a hamd et, şeklinde zemzemi içeni uyarmıştır.[4]

Yine İbn Abbas zemzemi içerken şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: “Allah’ım senden faydalı ilmi, geniş ve bol bir rızık, bütün dertlerden deva isterim.” [5]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Rudani, II/169; Mecma’, III/286.

[2] İbn Mace, Sünen, Menasik, 78, 3061.

[3] İbn Mace, Sünen, Hadis no: 3062.

[4] el-Mücediddin Ebi Berekat, b. Teymiyye, el-Münteka min Ahbari’l-Mustafa, Riyadh, 1982, II/289.

[5] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

dildade 05-23-2008 01:31

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. Hâcer’in Gayreti ve Tevekkülü :
Hacer, Mekke çevresindeki kuru ve yanık dağlar arasında, su bulabilmek için tek başına koşuşturmaya başladı. Tam bir arayışla, hareketle, gayretle, himmetle, kararlılıkla, kendine güvenle, kendi ayakları üzerinde durmakla, kendi iradesiyle kendi düşüncesiyle... Bir kadın bir anne ve yapa yalnız bir telaş ve büyük bir arayışla...

Hacer, perişan ve sancılı, korumasız, sığınmasız, evsiz, toplumsuz, sınıfsız ırksız, kabilesiz ve ailesiz ama ümitli... Umutlu bir esir, bir garip, bir cariye, kimsesizlerin kimsesine sığınarak, her şeyin ona döneceğine ilmi, ayni ve yakini imanla gayretini sürdürdü.

Yüksek tepelerde bağırıp çağırmadan, saçını başını yolmadan, umutlarını yitirmeden, büyük bir tevekkülün ardında, yapılması gereken gayretini konuşturmaya ve koşuşturmaya çalışıyor. Bebeği cancağızı için bir yudum su arıyor...

Peki burası susuz bir vadi, kupkuru bir yer değil mi? Suyun olmadığını Hacer bilmiyor mu veya unuttu mu? Unutmadıysa bu ne koşuşturma! Yerine otursa ve beklese ya...

Hayır hayır.. O bu şekilde oturmaz ve oturamaz. Oturursa iradesi sa’yı ve gayreti ne olacak?

İsmail, biricik yavrusu, su su diye ağlamıyor mu? Yoksa suyu gökten mi bekliyor, yerden çıkan bir su yok ki, yoksa tevekkülünden bir şey mi eksildi?

O bu şekilde emr olunmuştu, yani ilk önce gayret, sonra tevekkül, asla kolaycılığı seçemezdi, kesinlikle tembelliğe baş vuramazdı, kaderciler gibi davranamazdı. Bir şeyler yapmalı ve en azından su aramalıydı, Allah’ın yardımı için bir şeyleri yaptığını ortaya koymalı idi. Çünkü Allah bizden sa’y istiyor, ibadet istiyor, dünyayı ve ahireti mamur etmemizi istiyor.

Bu da ancak Hacer gibi koşuşturmakla mümkündür, yani biz bir adım atmalıyız ki, Allah da bize doğru on adım atsın, biz O’na koşacağız ki, O da bizi rahmetine gark etsin, biz O’nu sevmeliyiz ki O da bizi, cennetiyle kuşatsın.

Hacer gökten değil, yerden kaynayan bir suyu, manevi değil, maddi bir suyu yani içme suyunu bulmak için koşuşturuyordu.

Herkesin bildiği ve onsuz yapamadığı, yeryüzünde bulunan akıcı bir madde su. Maddi hayatın yanı başında olduğu halde susuzluğunu çektiği şey, bedenin maddi ihtiyacı ve kana kana içtiğimiz su, annede süte dönüşen bebeğin ağzındaki temel gıda olan su....

Su arama çabası; su mücadelesi, maddi hayatın ve yeryüzündeki yaşamın sembolüdür. Somut bir ihtiyaçtır. Ademoğlunun toprakla, dünyayla olan bağıdır! Bu dünyanın cennetidir. Yeryüzünün ziyafetidir![1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] A. Şeriatı, Hac, s. 73.

dildade 05-23-2008 01:31

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: Hz. HÂCER VE SAY
1. Say’ Yapmak :





Sa’yın sözlük anlamı, çabalamak ve gayret göstermektir.

Şer’i manası ise, hac ve umreye niyet edenlerin, Safa tepesinden, Merve tepesine kadar olan mesafeyi, yedi defa gidip gelmeleridir. Yani tavaftan sonra Safa ve Merve’yi yedi defa sa’y yapmaktır. Bu sa’y Safa tepesinde başlar, Merve tepesinde biter.

Hacca veya umreye niyet edenler, bu sa’yı yaparlar, sa’y tavaf gibi birden fazla veya nafile olarak yapılmaz, Sa’y cumhura göre, umrenin ve haccın rüknüdür; Hanefilere göre ise sa’y, vaciptir. Kur’an-ı Kerimde, Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki “Safa” ile “Merve” Allah’ın nişanelerindendir. Kim Ka’be’yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gönülden bir iyilik yaparsa, karşılığını görür. Doğrusu Allah şükrün karşılığını verendir ve bilendir.[1]”

Hz. Peygamber efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Say’ı size yazdı, o halde sa’y ediniz.”[2]

Bu iki tepenin, Safa ve Merve adını nereden aldığı ile ilgili, özellikle tefsir kitaplarında bazı rivayetler vardır, bu rivayetlerden birinde; Hz. Adem kendisine yasaklanan ağaçtan yediğinde, cennetten atılmış ve Hz. Havva annemizden ayrı kalmıştır. Hz. Adem’in tevbesi kabul olunca da, günahlardan safi olduğu yani temizlendiği için Safa ismi; Havva annemizin Mer’e yani kadın olduğundan da Merve tepesinde oturmuş ve bundan dolayı da Merve tepesi de, Merve ismini almıştır.[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bakara: 2/158.

[2] Ahmed, Müsned; Neylu’l-Evtar, V/50.

[3] Kurtubi, Ahkam, II/180; Mehmet Peker, Hacc Nedir?

dildade 05-23-2008 01:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Safa İle Merve Arasında Sa’yin Önemi :


Kabe yakınında, iki tepe olan Safa ve Merve arasında sa’y; Allah tarafından Hz. İbrahim (a.s.)’e bildirilen hac ibadeti amellerinden biridir. Ancak müşrikler cahiliyyede, Safa ve Merve tepesine iki büyük put koymuşlardı. Birinin adı, Es’af diğerinin ise Naile idi. İslam’dan önceki hac geleneğinde, insanlar bu iki tepe arasında gidip geldiklerinde, bu putları elleyerek selamlıyorlardı. Müslümanlar da Ka’beyi ziyaret ettiklerinde, cahiliye müşriklerinin bu tutumlarından dolayı, sa’y yapmaktan kendilerini imtina etmeye başladılar.

Hz. Aişe’den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre, Medineliler İslam’ı kabul etmeden önce bile, Safa ve Merve arasında sa’y geleneğine karşı idiler. Bu nedenle Kabe, kıble yapıldıktan sonra Allah, onların Safa ve Merve arasındaki sa’y ile ilgili şüphelerini kaldırarak, Hz. İbrahim’in hac ibadetini yaptığından beri varolan bir ibadet şekli olduğunu, ondan sonra gelen cahil kimseler tarafından uydurulmadığını bildirdi.[1]

Bundan dolayı da Cenabı Hak “..bu ikisini de tavaf etmenizde bir beis yoktur....[2]” ayetini inzal buyurdu.

Sahabenin bu ihtiyatlı tutumları, aldıkları terbiyenin ve ruhlarındaki, imanın meydana getirdiği aydınlığın bir ifadesiydi. Bu şuur, cahiliyede yapılanlara karşı duydukları nefretin açık bir delili idi. Artık ne onlar, cahiliyenin insanı ve ne de kendileri o hayatın malı idiler. Onlar için o kokuşmuş ve şirkle, zulümle yoğrulmuş, aşağılık ve sapkınlık hayata dönüş diye bir şey düşünülemezdi.

Sahabe-i Kiramın, hayat yaşantılarını gözden geçirdiğimizde, inancın onların hayatında meydana getirdiği, müthiş tesirleri ve değişimleri hayretle müşahede etmekteyiz. Cahiliye hayatından kurtularak, İslam’la şereflendiklerinde, öyle bir değişiklik yaşandı ki, sanki Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) efendimiz, bunları tutup var gücüyle onları silkeliye silkeliye bütün çirkefliklerini dökmüş ve elektrik akımının atom parçalarına, yeni şekiller verdiği gibi, bünyelerindeki hücreleri, yeni bir düzene sokmuş ve yeni bir dokuyuş ile dokumuştu.

Evet işte İslam budur!.. Cahiliyeye ait yaşantıdan sıyrılıp, Allah’ın emirlerine tam teslimiyet göstermektir. Kalbinde cahiliye kalıntıları olanlar, bunlardan sıyrılmak zorundadırlar. Daha önce yapmaktan kaçındıkları şeyde “Şüphesiz ki “Safa” ile “Merve” Allah’ın nişanelerindendir. Kim Ka’be’yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gönülden bir iyilik yaparsa, karşılığını görür. Doğrusu Allah şükrün karşılığını verendir ve bilendir.” (Bakara: 2/158) emri gelince de bu emre uydular.[3]

Müslüman için Safa ve Merve’de Sa’y yapmak, cahiliye adetlerine ne derece nefret duyulduğunun bir göstergesi ve Allah’ın emirlerine olan saygının ve gösterilen itaatın bir nişanesidir.

Safa ve Merve tepesinde koşmak, Hz. Hacer’in bir arayışı, bebeğine su bulma gayreti, annelik sevgisi, ve şefkatinin bir sembolüdür.

Defalarca koşuşup yorulduğu, sımsıcak kumların çınlatan sessizliğine rağmen, hiç ümidini yitirmeyen, ümitliler zirvesinde oturan o yüce anne, yavrusu için kendisini feda etmeye hazır olan o güzel anne, azami gayret ve çabanın simgesi olan anne… Bütün benliğiyle sevgiyi, yokluğu, itaati içine sindirmiş çilekeş anne...[4]

Elini sıcaktan soğuğa sokmayan, hiçbir zorluğa hazırlıklı olmayan, her şeyi önünde hazır isteyen, tarihteki nice kutlu ve mutlu olan anneleri örnek alıp onların yolunda olmaya aday olmayan anneler!. Her şeyimi otomatik isterim. Ben falan gibi olamıyor muyum? Benden ne fazlaları var deyip aza kanaat etmeyen anneler? Anneliği kutsal kılan unsur! Acaba sadece doğurmak mıdır?

Evladını eğiterek, yetiştirmek ve büyütmek, Rabb’ine şükürdar olarak İslam’a bağışlamak var mıdır annelerimizin günlük programlarında? Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem, Hz. Musa’nın annesi Asiye, Yetim doğan Hz. Muhammed’in annesi Amine gibi annelerin hayat felsefeleri ile bizim hayat felsefemiz arasında ne gibi yakınlıklar var? Hiç düşündük mü? Ya babalarımız annelerimizden çok mu farklı bir konumdadırlar? Ya biz çocuklarımız için, yaşadığımız bu alemde duyduğumuz endişelerin ne kadarı, onların ebedi gelecekleri ile ilgilidir.

Safa ile Merve bize, nasıl bir anne ve nasıl bir baba olmamızı, yüce şiarlarla yetiştirip, bizi bize döndüren bir iman şuuru verir.

Sa’y; telaştır, arayış dolu bir harekettir. Bir amacın, bir davanın uğrunda olmanın ispatıdır.

Tavafta, Hacer’in,

Makam’da İbrahim ve İsmail’in

Sa’y’da yani Safa ve Merve arasında koşarken, yine Hacer’in rolündesin.

Söz konusu olan şekiller,

Rütbeler, görünüşler renkler ve modeller değildir,

Yalnız iman ve sevgi, inanç ve amel vardır.

Var olan hareket ve sebattır, insanlık ve Uluhiyettir.[5]

Safa ve Merve’de sürekli yönelmek ve hareket etmek,

Değişmek ve Allah’a doğru durmadan yürümek demektir.

Safa ile Merve bir teslimiyet ve bir itaat örneği,

Barınaksız ve himayesiz,

Yalnızlık, yoksulluk,

Sessizlik deryasından ümitsizliğe,

Tembelliğe ve acizliğe karşı meydan okumanın sembolüdür.

Bu sembol Kur’an-ı Kerimin ifadesiyle,

Yüce Allah’ın nişanesi olan, annelik sevgisine hürmet etmek,

Anne ve babaya gereken saygıda kusur etmemektir.

Allah’ın merhametine sığınmak,

Nimetlerinden dolayı, Rezzaku’l-Alemine şükür etmektir.

Safa ile Merve’de tıpkı annemiz Hz. Hacer gibi,

Aç ve susuz bekleyen yavrumuza, su aradığımız gibi sa’y etmemiz gerekir.

Tüm gayretlerimiz,

sevgilerimiz ve sevdalarımız,

Yüce Rabb’imiz ve onun rızasını kazanmak ve merhametine,

Şefkatine kerem ve ihsanına kavuşmak için olmalıdır.

Bu tepeler arasında tekbirlerle,

Tesbihlerle tehlillerle,

Salavat ve dualarla,

Dillerimizden ve gönüllerimizden,

Bunları hiç düşürmeden hervele ile koşmalıyız.

Ahdini yenilemiş bir iman ile, küfre asla boyun eğmeme sözünü vermeliyiz.

Burada ruhlarımızın yeniden canlanışını,

Dirilişini izzet ve şerefin kıymetini yeniden kendimizde sembolize etmeliyiz.

Safa’dan Merve’ye doğru;

Allahu Ekber... Allahu Ekber.. Allahu Ekber.. diyerek

Yürü ve de ki; Tüm hamd ve senalar,

Sana Ey Rabb’im!

Bizi hidayete eriştirdin,

Bize dost oldun.

Bizim Mevla’mız Sensin.

Bugün ne mutlu bize,

Senden başka ilah yoktur,

Rabb’im! Birsin şerikin ve ortağın yoktur.

Mülk Senin, hamd ancak Sanadır.

Öldüren ve dirilten Sensin,

Tüm hayırlar, Sendendir ve Sen her şeye kadirsin,

Sana inanan kullarına olan vaadini yerine getirdin.

Kulunu muzaffer kıldın.

Düşmanlarını ise hezimete uğrattın.

Senden başkasına asla ibadet edecek değiliz.

Din senindir ve Senin olacaktır, kafirler bunu istemese de…[6]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kurtubi, Ahkam, II/180; Mehmet Peker, Hacc Nedir?

[2] Bakara: 2/158.

[3] Bkz. Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, Terc; Komisyon, (M.E.Saraç..), Hikmet Neşr. İst., I/311.

[4] Vehbi Unal, Peygamber Efendimizin Veda Hutbeleri, İst, 1998, s. 32.

[5] A. Şeriati, Hac; s. 70.

[6] Mehmet Peker, Hacc Nedir?

dildade 05-23-2008 01:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: Hz. HÂCER VE KADIN
1. Hz. Hâcer’in Günümüze Kadar Ulaşan Mirası : “ Zem zem / Say / Hıtan” :
Hz.Hâcer’in bizlere en büyük mirası “Zem zem” ve Safa ile Merve arasında yedi kere yapılan “Say” ve “hıtan”dır.

Hz. Hâcer, kulakları delinen ilk kadın olduğu gibi, kadınlardan, ilk sünnet olunanıdır.[1] Bu, kadınlar hakkında sünnet ve âdet olmuş, fakat bu daha sonradan, terk edilmiştir.[2]

Allah Rasûlünün Aleyhisselam’ın şu kavline bak: "Hz. Hâcer'in safa ile merve arasında yedi kere gidip, gelmesinden dolayı, insanlar, bu iki tepeciğin arasında sa'y ederler" diye buyurmuştur.[3]

Her yıl insanların Safa ile Merve arasında tıpkı Hâcer gibi say yapmalarından Hâcer için daha büyük bir ikram ve yüceltme olabilir mi? Allah O’ndan razı olsun. Bu nasıl bir şuur ortaklığı ki en uzak yerler müslümanların koşarak geliyorlar. Say’da bütün kalpleriyle Hacerle birlikte aynı duyguları, hisleri ve hareketleri yaşıyorlar. Bu ne büyük bir hedef birliğidir?[4]

Üstad Ebu’l Hasan Ali El Hasani En Nedvi şöyle diyor: Mü’min ve muhlis bir kadından açığa çıkan bu mecburi hareketleri Cenab-ı Hak ebedi kıldı. Her asırdaki ve her nesildeki akıllıların, felsefecilerin, dahilerin, lider ve meliklerin en büyüklerinin yapmakla mükellef oldukları ihtiyari hareketler yaptı. Öyle ya, onların hac ibadetleri bu iki dağ arasında say yapmadan tamam olmuyor. O iki dağ ki, her sevenin ve her itaat edenin miykatıdır.

Say, müslümanı bu alemde en güzel bir şekilde temsil etmektedir. O, akıl ile duyguyu, güzellik ile inancı bir araya toplamaktadır. Müslüman akıldan yardım alır ve onu hayatının menfaatleri yolunda kullanır. Fakat bazen de duygularına boyun büker. O duygular ki, akıldan daha derinlerdedir. Müslüman şu alemde yaşar ve bazen olur ki, şehvetler tarafından kuşatılır ve süslerle ve gösterişle etrafı dolar. Fakat o, bunların aralarından yürür gider. Tıpkı Safa ve Merve arasındaki Say yapan gibi. Herhangi bir şeye takılmaz ve hiçbir şeye bağlanmaz. Sadece onun hedefi ve işi kendisini karşılayan şeydir (ahiretidir). O, hayatını belirli şavt’lar (Kabe etrafında tavafta her bir dönme) olarak kabul eder. Hayatını Rabbine itaata hasreder. Kendinden önceki salih müminlere uymaya tayin eder. İmanı, onu çalışma ve araştırma yapmaktan asla men etmez. Çalışması da Allah’a olan tevekkülünü ve O’na olan güveninin engellemez.

Öyle bir harekettir ki, kıymeti, ruhu ve mesajı “Sevgidir” ve “teslimiyet”tir.”[5]

Peygamberimiz as. "Allah, İsmail'in Annesi, Hâcer'e rahmet eylesin! Eğer, o, Zemzem'i, kendi haline bıraksaydı da, suyu avuçlamasaydı, mahakkak ki zemzem, akar bir kaynak olurdu!" buyurmuştur. [6]

Hz. Hâcer, Cebrail as.’ın konuşmasına ve kendisini teselli etmesine mashar olmuştur: Melek, Hz.Hâcer'e "zayi ve helak oluruz diye sakın, korkmayınız! İşte, şurası, Beytullah'ın yeridir. O Beyt'i, bu çocukla Babası yapacaktır! Muhakkak ki, Allah, o işin ehlini zai etmez!" dedi. Hz.Hâcer, bu sudan içti, sütü gelince de çocuğunu, emzirdi.[7]

Bazı toplumlarda, kızlarda erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan müslümanların bir kısmında halen mevcuttur. Bu toplumlarda İslâmiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. İslâmiyetin zuhuruyla İslâmi bir anlam kazanmıştır. Bütün İslâm dünyası dikkate alınırsa azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak görülür.[8] Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti rivayete göre Hz. İbrâhim zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hâcer'dir.[9]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Süheyli-Ravdülünüf c.1, s.91; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.154; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[2] M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.171.

[3] Buhari-Sahih c.4, s.114; Ezraki-Ahbaru Mekke c.1, s.55; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.103; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.178.

[4] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 301.

[5] El Erkanu’l Erbeatü (Dört Rükün) adlı kitaptan alınmıştır. s.237; M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 302.

[6] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.1, s.253; Buhari-Sahih c.4, s.114; Taberi-Tarih c.1, s.131; Sâlebî-Arais s.82; Beyhaki-Delâil c.1, s.323; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.103; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.179.

[7] Buhari-Sahih c.4, s.115; Taberi-Tarih c.1, s.131; Sâlebi-Arais s.82; Beyhaki-Delâilünnübüvve c.1, s.323, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.9, s.369; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.155; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.180.

[8] A.J. Wensinck, Hiton, IA, VlI, s. 543; Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi, c.5.

[9] Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. K. Uğan, Ankara 1954, I, 371; Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi, c.5.

dildade 05-23-2008 01:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Siyah Bir Kadın : HACER
Siyah bir kadın: Hz. İbrahim’in çocuğu olmayan Sare’nin üzerine nikâhladığı bir Habeş’li bazı rivayetler kendisine Mısır’da yönetimince sunulduğunu söylüyorlar. Onemsiz birisi yani; köle, siyah, hizmetçi, hattâ alınıp satılabilecek bir meta...

Kimsesiz bir vadide, ekin bitmez çorak bir toprakta, kuç uçmaz kervan geçmez bir yörede memedeki oğlu İsmail’le yapayalnız bırakılmış; bırakılmasını emretmiş Allah. Bu emir karşısında asla “Hayır” dememiş, demeyi aklından bile getirmemiş belki... Teeslimiyetin en büyük örneği, Allah’a bağlanışın sembolü. Ne yiyeceğini, ne içeceğini düşünmemiş, başını sokacak bir ev istememiş, yapacağı bir yatak ve hattâ, hattâ yiyeceği bir lokma ekmek ve içeceği bir yudum su dahi yoktur. Ne yapacak yapayalnız dağlarda, ne yiyecek, ne içecek? Düşünmemiştir bunları, madem ki, Allah böyle istemiştir, o halde boyun eğmelidir.

Ama bilmektedir. Allah’ın sünnetini... Oturup gökten su istememnin, yatıp ekmek dilenmenin bu Sünnet’te yeri olmadğını bilmektedir. Memedeki yavrunsun kur toprağın üzerine yatırıp su aramaya koşmuştur. Bu dağlarda ve bu güneşin altında susuz yamanın imkânı yoktur. Bugün, Safa ve Merve denilen tepelerin arasında gidip gelmiştir.. Kendisinin oğlucuğu ile birlikte buraya bırakılmasın isteyen Rabb’nin çalışmasını (sa’y) sonuçsuz bırakmayacağına inanmaktadır. Gözleri ufukları taramış, bir gelen geçen aramış belki, ama boş dönmüştür. Kızgın güneşin altında ve kızgın toprağın üstünde, belki yalın ayak yedi kez gidip gelmiştir. Safa ile Merve arasında.. Evet teslimiyetle sa’yin, dua ile amelin birleşmesi gerektiğinin bilincindedir ve Allah’ın adaletine olan güveni de tamdır.. Yedinci gidip gelişinin sonunda hiç ummadığı bir yerden İlahi El’in kendisine uzandığını görmüştür.

Teslimiyetinin ve bu teslimiyetle birleşen çabasının sonuçsuz kalmadığını görmüştür; ummadığı bir yerden kaynaklanmıştır su; Hiç dinmemecesine, Kıyamet’e kadar dinmeden, kesilmeden devam edecek şekilde.

Bu kadın öğretmiştir gerçeği görmek isteyenlere.. O, tartışma içinde bocalayıp duran, hem teslimiyetten, hem de gerekli çabadan habersiz filozoflara asırlarca önce öğretmiştir gerçeği.. Akla güvenip ruhu göremeyen ruha bağlanıp aklı bulamayan zahitliğe dalıp dünyayı sömürgecilere bırakan, dünya hayatını amaç edinip Ebediyet’e boş veren, insanın iradesini ve gücünü tanrılaştırıp Allah’ı insanların işinden ve dünyadan uzaklaştıran, insana hiç güvenmeyip gücünü hiçe sayıp herşeyi oturup Allah’tan bekleyen, idealizm mi, realizm mi karanlıkları içinde el yordamıyla yol arayan sözde bilim adamlarına, sözde abid ve zahitlere, sözde filozoflaraa gerçeği asırlarca önce öğreten işte bu Habeş’li siyah cariyesidir. Akılla ruhun, idealle realitenin, çabayla teslimiyetin, duayla amelin, ruhla bedenin, dünya ile Ahiret’in uyum içinde birleştirilmesi gerektiğini ortaya koyan bu kadın olmuştur.

Bu kadın annedir, bu kadın öğretmendir, bu kadın öncüdür, liderdir... Ama, bir başka açıdan soruna yaklaşacaklar için, kadını ve onun taşıdığı değerleri yerle bir edecekler için bu kadır cariyedir, Habeş’lidir, siyahtır... Ama, bu tür değerlendirmelerle işimiz yok bizim... Hayır, teslimiyetin, itaatin, aşkın, bağlılığın, imanın, güvenin ve bunların yansıra çabanın, direnmenin, ümidin, iradenin sembolüdür bu kadın.

Bu Hacer’dir, ismi “Hicret” kelimesiyle ayın kökten gelir; Resûl’ün, “örnek muhacir Hacer gibi davranandır.” Diye Hicret’e örnek seçtiği kadındır. Hatırasının hem Allah’ın Evi’nin eteğine doğru uzatılarak bu Ev’le birlikte tavaf edilerek ölümsüzlerştirildiği ve hem de Hacc’da Sa’yla birlikte ebedileştirildiği ve “menasik”ten bir parça yapıldığı kadındır.

Allah’ın Evi’nin yanında yalnızca bu kadının mezarı vardır. Hacca gidenler onun su arayışının tekrarlar, yedi kez Safa ile Merva arasında onun gibi çaba gösterirler ve sonunda Allah’ın ona bahşettiği sudan içerler.

Allah’ın kulları arasında bir kadın, kadınlar arasında bir cariye ve cariyeler arasında Habeş’li bir siyahi.. Bu kadın tüccarlarının, kadın hakları savunucularının, kadını, arzularını doyurmada bir araç görenlerin, mallarının tüketiminde pazarlayıcı olarak kullananların, görünüşe, ırka, bölgeye değer verenlerin suratına indirilmiş en büyük bir şamardan başka nedir?

Ya, din adına, İslâm adına kadına çocuk yedirtip içirmekten ve altını temizletmekten başka görev vermeyenlerin, onu kocasının sadık bir bendesi olarak görenlerin bu şamardan hisseleri yok mudur?

Bu kadın Hacer’dir... Tevhid’in tarih boyunca tebliğini yapan insanlık katarının lokomotifleri rasüllerin babası İbrahim’in oğlu İsmail’in annesidir.. Allah onunla Sare arasında hiçbir ayrım yapmamış, Kitab’ın da “İshak Oğulları’na İsmail Oğulları”ndan hiçbir şekilde üstünlük tanımamış, hattâ Rasûller’in sonuncusu, en büyüğü ve Alemler’e rahmet olan Hz.Muhammed Mustafa s.a.v onun soyundan gelmiştir.

Müslüman kadını bir Hacer olmalıdır; insanlığa yol gösterecek liderlere anne olmalıdır; karanlıklarda ışık olmalıdır.. Allah’a teslim olmalı, ama bu teslimiyetin ne demek olduğunu iyi bilmelidir. Hacer gibi yalnız olduğu anlarda bil imanını ve ümidini yirmemeli, iradesi ve sabrıyla kuru topraktan su çıkarmalıdır. Susuz kuşakları sulayacak olan odur; onun gerçek değeri yaşadığı toprakta, doğduğu yerde, ırkanda, renginde ve fiziki yapısında değil ruhda ve aklındadır.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mustafa Yağmurlu, Çağımızda Kadın Sorunu, Beyan Yayınları; s.61-66.

dildade 05-23-2008 01:32

Hazreti İbrahim (a.s)
 
. İslâm’ın Kadına Verdiği Hürriyet :
Avrupa’nın dışındakiler, geleneklerinin derece ve seviyesi farklı da olsa Avrupa’ya uyup onu taklide koyuldular. Durumları ne olursa olsun taklit yolunda yürüdüler. Zira, bağımsız kişilikleri tam anlamıyla belirlenmemişti. Çünkü herhangi bir toplumun bağımsız kişiliği birinci derecede tarihi dayanaklarına sarılmasıyla ayakta durur. Bu dayanaklar her ne kadar liderlik anlamında değilse bile, toplumun müstakil şahsiyeti olarak yerini alır.

“Kadının Hürriyeti” davası, Avrupa dışındaki toplumlarda da böylece revâç buldu. Devrimin şekil yonü, daha çok kabul gördü. Çünkü bu yön kadına yaymaya çalıştığı hürriyetinde çabuklaşma bilinci veriyordu. Kadının erkeğe karşı özgürlüğünü duyurması tam hür olması bile, mazinin gelenek ve ilkelerinden kurtulması demekti. Gerçekte özgür olma, meydanlarda hürriyet bildiriminde bulunmadan önce, psikolojik bir gelişimin ifadesi olmaktadır.

Kadının hür olması harekti ki; kadın bunu başka bir toplumda, meselâ, İslâm toplumunda taklit ettiğinde, o zaman taklitçi kadının, aile için başka bir nizamı anlaması güç olmaktadır. Her ne kadar bu başka nizamın kadının hürriyete kavuşturma, bizzat aşağılanmasına ve değerinin yitirilmesine karşı koyma hususlarının ihtiva ettiği belirtilmiş olsa da sonuç vermemektedir. Çünkü kadın taklitçidir, aşağılanıp değerinin düşürülmesi pahasına da olsa taklit ettiği yolda yürümeye özen gösterecektir.

İslâm gelmiş ve evlilik akdini tamamlama konusunda kadının erkekle tam eşitlik hürriyetine kavuşturmuştur.

İslâm, eşlerin tekrar dönemeyecekleri karşılıklı zarara uğrama durumunda aralarındaki bağı kopararak erkeğe boşamayı, kadına da bir çeşit boşama hakkını tanımıştır.

İslâm gelmiş, kocası İslâm inancında iken karısının yahudi veya hıristiyan olarak inancının sürdürmesi hürriyetini tanımıştır.

İslâm gelmiş, erkeğin kendi malındaki tasarruf hürriyeti gibi kadına da özel malından tasarruf hürriyeti vermiştir.

İslâm gelmiş, kadına evlilik ilişkilerinde erkeklere benzer haklar vermiştir. Ayrılmış olsalar bile özellikle talakta İslâm, erkeğin daha çok insanlık ve güzel davranış göstermesini istemiştir.

İslam gelmiş, karı-koca ilişkilerinde cinsi uyumun olmasını zorunlu görmüştür. Yani, evliliğin duyurulması kadının güç durumda bırakabilecek gizli ilişkisinin haramlığı konularına özen gisterilmiştir. İslâm, çok kadınla evlenmeye izin verirken erkeğe, karısına ve çocuğuna karşı açık ve tam bir sorumluluk yüklemiştir.

İslâm gelmiş, kadına kadınlığının bir parçası olan hayâyı vermiş ve insan olarak üstünlüğünü belirtmiş, kocasından da evlilik isteğinin ifadesi olarak mihri, hediye ve bağış olarak takdim etmesini istemiştir.

İslam gelmiş, kadın ve erkekle ilgili bütün bu konuları yerine getirmiştir. Ama Avrupa’daki kadın hürriyeti davasının taklitçisi kadına göre bütün bunlar devrimin gayesi olan ve bugünkü devrimin gerçekleştirse de, insanî fazileti kazandırsa da geçmişin geride bıraktığı artıklardır.

Bu hareket, kadını caddede, plajda, salonda ve karışık toplantı yerlerinde iffetli halinden “soyulmuş et” durumuna düşürürken, kadının üstünlüğünü korumasının nasıl isteyebilir?

Bu devrim, kendi isteğiyle de olsa erkekle türlü giysileriyle karşılaşarak ve haya duygusundan uzaklaşarak onu teşvike zorlarken nasıl kadının asâletini koruyabilir?

İslâm, erkeğin erkekliğini ve iradesinin kabul ettiği gibi, kadının da kadınlığını, sevgi ve merhametini sürekli kılmıştır. Kadının erkekleşmesine, erkeğin de kadınlaşmasına engel olmuştur. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşağın, kadın hürriyeti hareketinde tam anlamışla eşitlik istemelerine ve çağımızdaki ilmi ilerlemenin erkeği kadına, kadını da erkeğe organ değişimiyle dönüştürmeye fiilen girişmiş olmalarına rağmen; İslâmın kadın ve erkekteki uygulaması belirtildiği gibidir.

İslâm, bir cinsin karşı koymasına rağmen insanlığın dini olacaktır. Çünkü bu karşı koyma, çözülme ve başıboşluk hareketidir. İslâm başıboşluk medeniyeti değil, insan medeniyeti olarak, insanlık uygarlığının kaynağı olacaktır.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Yöneliş Yayınları; s.288- 291.

dildade 05-23-2008 01:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: RABBE ADANAN OĞUL İSMAİL
1. İsmail as. Kimdir ?
İsmail kelimesi süryanice olup “Allah’a itaatkâr” anlamına geldiği nakledilmekle birlikte kelimenin aslı ibrânice Yişmâ’êl’dir. “Tanrı işitir” mânasındadır. Tevrat’ta Yişmael kelimesi meleğin “İşte sen gebesin ve bir oğul doğuracaksın ve onun adını İsmâil koyacaksın, çünkü Rab sana olan cefayı işitti”[1] sözünden haraketle İbranice’de “işitmek, bir dilek veya isteği kabul etmek” anlamına da gelmektedir. [2]

Kur’ân-ı Kerîm'de adı zikredilen peygamberlerdendir. Kendisine "Allah'ın kurbanı" anlamına gelen "Zebihatullah" da denir.

Hz. İbrâhim'in, Mısırlı cariye Hâcer’den doğma oğludur. Kur’ân'da on iki yerde ismi zikredilmekte ve aynı zamanda kendisine vahiy indiği bildirilmektedir.[3] Hz. İsmail (a.s)'ın bir Resul ve Nebi olduğu, ümmetine Allah'ın emirlerinden olan namaz, zekât gibi emirleri bildirdiği anlatılmaktadır. Aynı şekilde Hz. İbrâhim ve Hz. İshak ile birlikte Hz. Ya' kub a.s'ın ecdadından birisi olduğu[4] ve İsmail a.s'ın babası İbrâhim a.s ile birlikte Kâbe'nin temelini yükselten ve O'nun temizliğinden sorumlu kimseler olarak anlatıldığı görülmektedir.[5]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bkz. Tekvin, 16/11.

[2] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi İsmail maddesi c.23 s.76.

[3] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/136; Âl-i İmran, 3/84; Nisa, 4/163.

[4] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/133.

[5] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/125-127; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi. c

dildade 05-23-2008 01:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail as.’ın Şemâili :
İslâmi kaynaklardaki bilgilere göre İsmail uzun boylu, ak saçlı, güzel yüzlü, kırmızımsı tenli, küçük başlı kalın boyunlu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları uzun, çok güçlü ve kuvvetli birisi idi.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23 s.80, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

dildade 05-23-2008 01:33

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail as.’ın Ok Atıcılığı, Avcılığı ve Ata Biniciliği :
Hz. İsmail Mekke'ye yerleşen Cürhümîlerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını öğrenmiştir.[1] Eslem kâbilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Peygamber s.a.v onlara şöyle demiştir: "Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi."[2] Hz. İsmail iyi bir atıcı ve avcıydı.[3] Mekke'nin harem bölgesinin dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi çok severdi. Rivayete göre İsmail as. yabani atları yakalayıp ehlileştiren ve onlara binen ilk insandı. Ondan önce, vahşi hayvanlara binilmez ve binilemezdi.[4] Peygamber s.a.v "At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu size babanız İsmail'in mirasıdır" buyurmuştur.[5]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi c.10, s.292; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23, s.80; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

[2] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.4, s.50; Buhari-Sahih c.4, s.119; Belâzürî-Ensabüleşraf c.1, s.5; İbn.Abd.Rabbih-Ikdülferid c.1, s.190; Mes’ûdî-Murucuzzeheb c.2, s.70; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.193.

[3] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23 s.80, M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.193; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

[4] Yâkubî-Tarih c.1, s.221; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.192; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194.

[5]Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.192; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

dildade 05-23-2008 01:34

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail as. Davarcılığı :
Cürhümiler, Mekke'ye gelip yerleştikleri zaman, İsmail as.'a yedi tane dişi keçi vermişlerdi ki, İsmail as'ın ilk malı, bu olmuştur.[1] İsmail as.’ın davarları, Haremin sınırları içinde yayılırlar, Harem sınırlarını, aşmazlardı. Yayıla yayıla her taraftan Harem sınırlarına kadar varırlar, oradan topluca geri dönerlerdi.[2]



--------------------------------------------------------------------------------

[1]İbn.Kuteybe-Maarif s.16; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.193.

[2] Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1, s.128; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.193.

dildade 05-23-2008 01:34

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail as.’ın Sünnet Oluşu ve Arapça Öğrenişi :
İsmail as. on üç yaşına vardığında sünnet emri gelir ve sünnet edilir.[1]

Hz.İsmail ana dili İbraniceden başka Araplardan Arapçayı çok güzel konuşan fasih bir insandı.[2] Arapçayı öğrendiği zaman, on üç yaşında olup İbrâhim as.'ın oğullarından Hicaz'da Arapça konuşan,[3] dili, açık ve düzgün Arapçaya döndürülen ilk kimse idi.

Peygamberimiz as.’a, Sahâbîleri; “Yâ Resulallah! Sen, bizim dilce, en fasâhatlımız ve ifâdece, en açık ifâdelimiz nasıl oldun?” diye sormuşlardı.

Peygamberimiz as: “Arapça, bozulmağa yüz tutunca, Cebrâil, Babam İsmâil as.’ın lügatını, kendisinin konuştuğu gibi yepyeni ve tâze olarak getirip bana telkin etti.” Buyurmuştur.[4]

Arapların el-Musta'rebe grubu Hz. İsmail (a.s)'in oğullarından çoğalmış olup, bunların kökü Adnan'a dayanır.[5]

Bu yüzden İsmail as’ın soyundan gelenlere, Araplaşmış Arap mânasında “el- Arabu’l- mütearribe” denildi. Araplar bölgesel şecerelere göre üç gruba bölünmüşlerdir: el-Bâ’ide (helak olanlar), el-‘Âribe (yerliler), el-Musta’rabe (Araplaşanlar).

İsmail bu sonuncu grubun ceddi sayılmaktadır ki bunların Atası Adnân’dır. İsmail ile Adnan arasındaki silsile, birbirine benzer, birçok biçimde ve kısmen de Tekvin 25’ deki sırayı anımsatan bir şekilde nakledilmektider.[6]

İbrâhim as. ise, Kûsa'dan ayrılıp Fırattan geçince, Yüce Allah tarafından, İbranca konuşmağa başlamıştı.[7]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yâkubi-Tarih c.1, s.221, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.192; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları:s.194; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23, s.76 “Ondört yaşıda öken İshak as. doğmuştur.”

[2] İslâm Tarihi İbnü’l-Esîr El Kâmil Fi’t -Tarih Tercümesi c.1,s.96, Peygamberler Tarihi, M.Asım Köksal, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194.

[3] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.50; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194.

[4] Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.11, s.490; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194.

*Adem as. ile Şis, idris ve Nuh as. dilleri Süryanca idi. Aliyyülmuttakî-Kenzül’ummal c.16, s.132.

*Tufanda sonra, Babil'de toplanmış olan insanlar da, Süryanca konuşuyorlardı. Mes’ûdî-Ahbaruzzaman s.80.

[5] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

[6] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c 20, s 293, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.2, s.1111.

[7] İbn sa’d-Tabakat c.1 s.50; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.194.

dildade 05-23-2008 01:34

Hazreti İbrahim (a.s)
 
I. BÖLÜM: İSMAİL AS.’I KURBAN ETME KISSASI
1. Kurban Hadisesinin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılması :
"Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!"

Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.

Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: "Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?" dedi. Çocuk da: "Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.

Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı.

Biz de ona şöyle seslendik: "Ey İbrahim! "

"Rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız."

"Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı." (dedik)

Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.

Kendisine sonradan gelenler içinde iyi bir nâm bıraktık.

Selam olsun İbrahim'e...

İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.”[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/100-111.

dildade 05-23-2008 01:34

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Kurban İbadeti :
Kurban, insanın yaklaşmak maksadıyla yaratıcısına takdim ettiği bir sadaka olarak nitelenebilir. Bu sadece “Kesme” eylemiyle değil, her çeşit “Bağışla” da gerçekleşebilir. Ancak insanlık tarihinde daha yaygın olanı, bir canlıyı keserek Yüce varlığa kurban sunma şeklinde açığa çıkmıştır. Din, kurban adetini ilk insanla başlatır. Peygamberlerin rehberlik ettiği bu adet zamanla bozularak dejenere edilir. Kur’ân-ı Kerim de bunu doğrular.

“Onlara Âdem’in iki oğlununun haberini de gerçek olarak oku. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti.”[1]

Arkeologlar, tarihte “İnsan’ın da kurban edilmesinden söz etmektedirler. Hatta bu uygulamayı (M.Ö. 10.000’li yıllara tekabul eden, taş devrinin son kısmı olan yeni taş devri ) neolitik döneme kadar indirirler. Nitekim Moğollar’ın, atalarının ruhlarına “İnsan” kurban ettikleri bilinmektedir. Mısır, Cerhem ve Yunan geleneğinde de insan kurban etme adeti vardı. Amerika’da Aztekler, kurbanlarının genelde askerlerden ve çocuklardan seçerlerdi. Batı Afrika’da İbolar, çocuklarını kurban ettikten sonra kendileri yerlerdi. Kartacalılar ve Fenikeliler ateşten geçirilen çocuk kurbanın anne ve babanın bedeli olduğuna inanırlardı. İnsanın kurban edilmesi, eski Sâmi kavimlerde (Hz.Nuh’un oğullarından Sâm’ın soyundan gelen insan topluluğu) çok yaygındı. Urlular, kralları öldüğü zaman, ölüm yolculuğunda ona eşlik edeceği düşüncesiyle, onun için sarayın kadın ve askerlerinden kurban ederlerdi. Batı Sâmilerinde çocukların yakılmak suretiyle kurban edilmesi âdeti yaygında. Onların inancına göre, Tanrılar insandan her şeyin ilkini istemekteydiler. Bu nedenle ailenin ilk çocuğunun Tanrılara ait olduğunu kabul ederlerdi.[2]

Hz.İbrâhim de Sâmi kavimlerden bir fertti. Herkes kendi öz çocuğunu, elleriyle yaptıkları putlara kurban edebiliyorken, O Allah için nasıl bir fedekârlık yapması gerektiğini bilemiyordu. Eğer bir kimsenin Tanrısı için kendi çocuğunu kurban etmesi bir fedâkarlık ölçüsü ise, her şeyi yaratan Allah, fedâkârlıkların en büyüğüne layık olmalıydı. Fakat acaba böyle bir şey doğru olur muydu? Her hangi birşeye ihtiyaç duymaktan yüce olan Rab, sevdiği bir kulundan bu cins bir fedâkârlık bekler miydi? O güzel ahlâkla donatılmış olan seçkin bir insandı. Dahası, anlamsız ve zulüm dolu geleneklerle savaşmada da öncüydü. Allah’ın rızası bulunmayan her işten elbette uzak kalması gerekirdi. Fakat bütün bunların yanında O, cemiyet içinde bir fertti. İnanaçta zihni berrak ve yalnızdı. Ama, sosyal hayatta herkesle birlikteydi. Üstelik çok hisli bir kimseydi. Çevresinde olup bitenlere seyirci kalamaz, duyarsız olamazdı.[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an-ı Kerim: Maide, 5/27.

[2] Bkz. Ahd-i Atik; Yeremya, 7/31, Hezekiel, 20/24-26, Çıkış, 34/19-20.

Hakim Yeftah’ın, kızını Tanrı için kurban ettiği nakledilir. Hakimler;11/29-40.

Bir söylentiye göre de; Sâmi kavimden olan Hz.Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib de, eğer Zemzem kuyusunun temizlenmesinde kolaylık olursa, on oğlundan birini Kâbe çevresinede kurban edeceğinin adamıştı. Adağını yerine getirmek için oğulları arasında kur’a çekmiş ve bu kur’a Rasûlullah’ın babası olan Abdullah’a isabet etmişti. Fakat Abdulmuttalib, daha sonra bu kurban fikrinden vaz geçmişti. Yerine, on (yahut yüz) deve fidye vererek onu bağlışlamıştı.

[3] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.51-53.

dildade 05-23-2008 01:35

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Kurban Edilecek Kişi Kim ?
Selef dönemindeki müslüman alimler, kurban edilecek kişinin kim olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu alimlerden bir kısmı kurban edilecek olan kişinin Hz. İsmail olduğunun, diğer bir kısmı da bunun Hz. İshak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber as.’dan bu her iki görüşle ilgili iki hadis rivayet edilmiştir.[1]

Yahudiler Hz. İbrâhim (a.s)'ın kurban ettiği oğlunun Hz. İsmail değil Hz. İshak olduğunu iddia ederler.[2]

Kurban edilecek kişinin Hz. İshak olduğunu bildiren hadisi, Ahnef, Abbas b.Abdul-Muttalip vasıtasıyla Rasullullah as.’tan rivayet etmiş ve Rasullullah içerisinde: “Biz (oğluna bedel olarak) onu büyük bir kurban verdik.”[3] ayetin zikrettiği bu hadiste “oğlum” sözünü İshak olarak açıklamıştır.

Ayrıca bu hadis Abbas b. Abdul b. Muttalib’den mevkuf olarak da rivayet edilmiştir.

Kurban edilecek kişinin Hz.İsmail olduğunu bildiren hadise gelince:

Sunâbihih rivayet ediyor: Biz Muaviye b.Ebu Süfyan’ın yanında bulunuyorduk. Söz kurban edilecek kişiden açılınca Muaviye:"Meselenin içyüzünü bilen birisine rastladınız." Dedikten sonra şöyle söyledi: Biz, Rasulullah’ın yanında bulunuyorduk. Birisi gelerek:"Ey iki kurbanlığın oğlu! Allah’ın sana ganimet olarak ihsan ettiklerinden bana da ver!" dedi. Rasulullah ise onun bu sözüne güldü. Muaviye’ye iki kurbanlıktan ne kasdedildiği sorulduğunda o şunları söyledi:"Abdul-Muttalib Zemzem kuyusunun kazısını başarı ile tamamladığı takdirde oğullarından birisini kurban etmeye adamıştı. Kur’a ise Hz. Peygamber as’ın babası Abdullah’a çıkmıştı. Fakat Abdul-Muttalib yüz deve fidye ederek Abdullah’ı kurban etmekten kurtarmıştı. İkinci kurbanlık ise Hz. İsmail’dir."dedi.[4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] İslâm Tarihi İbnü’l-Esîr El Kâmil Fi’t -Tarih Tercümesi c1,s 101.

[2] Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.11, s.490; Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.23, s.78.

[3] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/107.

[4] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.101.

dildade 05-23-2008 01:36

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. İsmail’in Babasına Olan Teslimiyetinin Sebebi ?
Muhakkak insanlardan bir çoğu harp meydanlarında şehid düşüyor, mal ve evladını Allah yolunda feda ediyorlar. Fakat hiçbir şehadet ve fedekarlık, ibrahim ve ismail’in yaptığına benzemez, benzeyemez...

Oğluna tam bir incelik ve şefkatle: “Ey oğulcuğum! Muhakkak rüyada seni keserken gördüm” diyen merhametli babaya bak. Ve büyük bir sevgi ve itaatle çocuğun itaatine: “Ey babacağım! Emrolunduğunu yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

Oğlunua söyle deseydi: “Allah yolunda cihada git. Umulur ki Cenab-ı Hak senin şehadetinle beni şereflendirir...” Eğer buna benzer bir şey söyleseydi, şüphesiz ki olay daha hafif olurdu. Çünkü Allah düşmanları O’nu öldüreceklerdi. Ama burada bir davetçi mü’min baba, davetçi mü’min bir oğlunu keserek öldürecek ve O da hiçbir günaha bulaşmamış veya kendisine had cezası uygulanmasını gerektirmeyen bir iş yapmış olacak!

Şüphesiz, İsmail as.’ın hayatı tamamen babasının her emrettiği şeye itaat etmek ve tutunmakla geçmiştir. O biliyordu ki, O’na itaat etmek Allah’a itaat etmektir.

Hiçbir zaman unutmayacağız ve nasıl unuturuz ki, İsmail as. Allah’a, sıkı sıkıya bağlı ve O’nun emrine teslim olmuş bir kadının evinde büyümüş ve yetişmiştir. O’nun Allah’ın emirlerine teslimiyeti her türlü özellikten çok daha büyük ve yücedir... [1]

“İkisi de (Allah’ın emrine) teslim oldular. İbrahim O’nu yüz üstü yatırdı.”[2] Teslim oldular: Yani baba ve oğul boyun büküp kabul ettiler. İbrahim as. işin sırrından Rabb’ine sormadı bile.

Uzun süredir beklediği biricik oğlunu nasıl kesebileceğini de sormadı. İbrahim as. saçı başı ağardıktan sonra Allah o çocuğu ihsan etti ve yanında koşup yürüyecek çağa geldi. Gençlik çağına geldikten sonra O’nu kesecek. Babası O’na çalışma ve iş olarak her şeyi yaptırabiliyordu. İsmail de babasına; “Ben, hayatım boyunca sana asi olmadığım halde, niçin, nasıl beni kesersin?” demedi.

“Beni annemin kucağında çocukken susuz ve ekinsiz bir vadiye atman ve bizi yırtıcı hayvanlara yem olarak bir vadiye atman ve bizi yırtıcı hayvanlara yem olarak terketmen sana yetmedi mi? (Şimdi de beni keseceksin)” dahi demedi. Bu gibi şeyleri söylemesi Allah korusun, asla olmadı. Çünkü O mü’mindir ve biliyor ki babası her yaptığı işinde Allah’ın emirlerini yerine getiriyor. Müslümanların en belirgin sıfatlarından biri de Cenab-ı Hakk’ın kaza ve kaderine rızadır...[3]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 323, 324.

[2] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 103.

[3] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 325.

dildade 05-23-2008 01:36

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz. İbrâhim’e Oğlunu Kurban Etmekle Emredilmesinin Sebebi :
Yahudi dini metinlerine göre; birgün İbrâhim as.’ın misafirleri gelir. Onlara yiyecek getirip yemelerini teklif eder. Fakat misafirler, yemeğin bedelini vermeden yemeyeceklerinin söylerler. Peygamber de onlara, yemekten önce ve sonra yapacakları duanın bedel olarak kendisine yeteceğinin belirtir. Ancak misafirler bununla yetinmezler. O’na, bir oğlu olacağı müjdesini de verirler. O da ihtiyar yaşına rağmen böyle bir haber alınca sevincinden: “Ben de onu kurban ederim” der. Böylece bir “Adak” yapmış olur.[1] Bu gelişmelerden sonra birgün rüyasında bir kurbanlık kesmesi emredilir. O da ertesi sabah bir boğa keser. Ancak yine rüyasında, Allah’ın kendisinden daha kıymetli bir kurban istediği söylenir. Bu sefer de bir deve keser. Fakat üçüncü kez bir rüya daha görür. Bu sonuncusunda açıkça, “Oğlunu kurban etmesi” emredilir.[2]

Görülüyor ki, Tevrat’ta Hz.İbrâhim’in oğlunu kurban etme teşebbüsü, kendisinin adaması üzerine, Rabb’ın O’na doğrudan ve açıkça bir emir vermesine dayandırılır. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da kurban edilmek istenen çocuğun İshak olduğunun Tevrat’ta açıkça belirtilmiş olduğudur.[3] Hıristiyan kaynaklarına göre de, o Sâra’dan doğan ve İsrâil oğullarının atası olan İshak’tır.[4]

İbrâhim Baydar bu hususda ki izahı; Kur’ân’ın beyanında İbrâhim peygamberin oğlunu kesme teşebbüsünde bir buyruk söz konusu edilmez. Aksine, Kur’anda belirtilen şey; İbrâhim as.’ın oğlunu “Rüyasında kestiğini” gördükten sonra, bu işe karar verdiğidir. Yani “Kesme” kararının temelinde sadece bir rüya vardır. Ortada ilahi vahye dayalı kesin bir emir yoktur. Hatta, kendisi bu karardan önce durumu oğluyla da konuşmuştur. Eğer bu hususda açık bir emir olsaydı, bundan sonra o hususda istişâre etmesi anlamsız olurdu. İşte Kur’ân’ın uslûbunda bundan sonra devreye giren açıkça ve anlaşılır olan, “Kesmekten vazgeç” buyruğudur. Bu durumun İbrâhim’e bir “Sınav” olarak gösterildiği, “Rüyasını” doğruladıktan sonra, artık kesme işini durdurması buyurulur. Kesme işini hazırlayan şeyin, İlahi bir emir değil de bir “Sınav” olarak nitelenmesi, başlagıçta bu konuda önceden verilmiş bir İlâhi hüküm bulunmadığını göstermektedir. Bu bir emir değil, belki de, kalbî ya da lafzî bir adaktan dolayı Hz.İbrâhim’e sorumluluğunu hatırlatacak bir sınav vesilesidir. Bunun da bir “Rüya” olduğu açıkça belirtilmiştir.[5]

Muhammed Esed diyor ki: Saffat 103’üncü ayette geçen “Eslemâ” fiili Kur’ân terminolojsinde “kendini Allah’a yahut Allah’ın iradesine teslim etti” anlamına gelir. Bu nedenle, yukarıdaki ayette geçen ikil eslemâ hali de, İlk bakışta, bu anlama sahip görünmektedir. Ancak, ayetin devamı, Hz.İsmail’in kurban edilmesinin Allah’ın emri olmadığını açıkça gösterdiğinden, onun ve babasının “Allah’ın iradesine kendilerini teslim etmeleri”, bu bağlamda, yalnız sübjektif bir anlama sahip görünmektedir. Yani “Allah’ın iradesi olarak düşündükleri/gördükleri isteğe” teslim olmaları anlamını taşımaktadır. Hz.İbrâhim’in rüyasının manevi/ahlâki anlamı, O’nun hayattaki en değerli varlığın Allah’ın iradesi olarak gördüğü bir işaret üzerine kurban etmeye hazır olup olmadığının denenmesinede yatmaktadır. Bu şiddetli imtihan açıkça Hz.İbarihm’in onu yüklenebileceğine işaret etmekte ve böylece, bizâtihi Allah’ın bir ödülü olan yüksek bir ahlaki imtiyaz oluşturmaktadır. Hz.İbrâhim’in daha sonra bulup Hz.İsmail’in yerine kestiği “koç” olduğu yorumu zayıftır. Bana göre, burada sözü edilen kurban, her yıl yüzbinlerce müminin Mekke’ye yaptıkları hacc ziyaretinde tekrarladıkları kurbandır ki, bu, Hz. İbrâhim ve İsmail’in yaşadıkları tecrübenin anılması demek olup İslâm’ın “beş esası”ndan birini oluşturmaktadır.[6]

“Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: "Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?" dedi. Çocuk da: "Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı.”[7]

İslâmi Kaynaklara göre; Allah Hz.İbrâhim’e oğlunun kurban etmesini emretti. Anlatıldığına göre, bunun sebebi şu idi: Hz.İbrâhim kendisine Allah’tan erkek ve salih bir evlad bağışlamasının istedi ve "Ey Rabbi’im! Bana salihlerden olacak bir evlat ver"[8]diye duada bulundu. Bunun üzerine melekler kendisine halim tabiatli bir oğlan çocuğunun verildiğini müjdelediklerinde o:”O halde bu çocuk Allah rızası için kurban olsun” dedi. Nihayet çocuk büyüyüp babası İbrâhim as. ile konuşup gezecek hale gelince ona:"Vaat edip adamış olduğun adağını (kurbanını) yerine getir" diye vahyedildi.[9]

Bu hâdise: İsmail as. yedi yaşına bastığı sıralarda, İbrâhim as, Şam’daki evinde uyurken, rüyasında, oğlu İsmail as.’ı kurban ettiğini görmesi üzerine gerçekleşmiştir. Bunun üzerine oğlunun yanına Mekke’ye gitmiştir.[10]



--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 53, Dipnot 151;

“Adak (Kur’an’da Nezr olarak geçer) kişinin dini psikolojik bazı sebeplerden dolayı, Tanrı’nın teklif emediği bir sorumluluğu üstlenmesidir. Bu tanıma göre “Adak” bir ibadettir. Diğer ibadetlerden farkı; bunun cinsini, yerini, zamanını ve miktarını kulun tercih ederek Allah’a ahid vermesidir. Eğer hiçbir şarta bağlı olamadan, “Mutlak adama” suretiyle yapılırsa bu güzel de bir ibadet olur. Fakat, Tanrı’nın kendisine vereceği bir iyiliğe karşı yapılan “Muallak adak” pek ahlâki görülemez. Bu nedenle bazı İslâm bilginleri bu ikinci türü mekruh sayarlar. Bu ikinci türü teşvik eden dini bir nass da yoktur. Aksine bazı hadislerde menfi görülür. O hadislerde; adamanın Allah katında bir tesiri olmayacağı, uhrevi bir faydasının da bulunmadığı belirtilir. (Buhari, Eyman. Bab, 26; Müslim, Nezr, No; 2.)”

[2] Ahd-i Atik, Tekvin , 22/2; Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 54; Diyanet İslâm Ansikhopedisi, İshak Maddesi.

[3] Bkz. Tekvin ,22.

[4] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 54..

[5] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/104-107; Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 54-55.

[6] Muhammed Esed Kur’an Mesajı meal-tefsir Saffat, 37/104-107. Ayetlerin açıklamasına bkz.

[7] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/102-103.

[8] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/100.

[9] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.104, 105.

[10] Taberi-Tarih c.1, s.140; Sâlebi-Arais s.93; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.186

dildade 05-23-2008 01:36

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hz.İbrâhim’in Oğlu İsmail as.’ı Kurban Ediş Şekli ve Şeytan’ın taşlanması :
Hz. İbrâhim zaman zaman Şam'dan gelip oğlunu ve hanımı Hâcer'i ziyaret ederdi. Bir defa rüyasında oğlu İsmail'i kurban ettiğini görmüştü. Rüya üç gece aynen tekerrür edince[1] Hz. İbrâhim durumunu oğluna açmıştır.

Muhammed b.İshak anlatıyor: “Hz.İbrâhim oğlunun kurban etmekle emrolunduğu zaman oğluna:“Ey oğulcağızım! Yanına büyük bıçakla ipi al, ailemiz için odun toplamak üzere şu dağdaki vadiye gidelim.” Dedi. Hz.İbrâhim ile oğlu dağa gitmek üzere yola çıktıklarında İblis Hz.İbrâhim’i geri çevirmek için onun yolunu kesti. Bunun üzerine Hz.İbrahim ona:"Ey Allah’ın düşmanı! Benden uzak dur; Allah’a yemin edirim ki, mutlaka O’nun emrini yerine getirceğim.” Dedi. Bu defa İblis Hz.İsmail’in yolunu keserek ona, babasının kendisini keseceğinin söyledi. Bunun üzerine Hz.İsmail:"Ben Rabb’imin emrini dinler, O’na itaat ederim." Dedi. Hz.İsmail’den de ümidini kesen İblis son olarak Hâcer’e gidip durumu ona bildirdi. Hâcer:"Eğer İbrâhim’in Rabb’i ona oğlunu kurban etmesini emretmiş ise, Allah’ın emrini teslim olmak gerekir” karşılığını verdi. Bunun üzerine İblis oradan öfkeli bir vaziyette ayrıldı ve onları hiçbir şekilde saptıramadı.”[2]

Süleyman Ateş diyor ki: "İbrâhim as.’ın oğlunu kurban etmeğe götürürken şeytanın, yoluna çıkıp çocuğu kandırmağa ve babasına isyana çalıştığı ve İsmail’in, onun sözüne uymayıp taşlayarak onun gözünü kör edip kovduğu hakkındaki yaygın rivayetin doğru olmadığını söylemektedir. Bu rivayetlerin hadis değil, aslında bunların, Araplar arasında üretilen efsanevi rivayetler olduğunu ileri sürmektedir."[3]

Bir diğer rivayet de şöyledir: "Ey oğulcuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, buna ne dersin? dedi. Hz. İsmail; "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın, diye cevap verdi" [4]Sonra o, babası İbrâhim’e: "Ey babacığım! Eğer beni boğazlayıp kurban edecek isen, el ve ayaklarımı sıkıca bağla ki, kanımdan sana bir şey sıçramasın; aksi takdire sevabım eksilir; çünkü ölüm tahamülü ağır ve şiddetli bir hadisedir. Aynı zamanda bıçağını iyice bile ki, keserken beni rahat ettiresin. Yine beni boğazlamak için yatırdığında yüzükoyun yatır; zira ben, senin bakıp da merhamete kapılarak Rabb’inin emrini yerine getirmemenden korkar ve endişe duyarım. Eğer gömleğimi annem Hâcer’e götürmeyi münasip görürsen, bunu yap. Zira bu, annem için daha teselli edici olabilir." Dedi. Bunun üzerine Hz.İbrâhim:"Ey oğulcağızım! Allah’ın emrini yerine getirmem hususunda sen ne güzel yardımcısın" dedi.

Nihayet Hz.İbrâhim oğlununun isteğine uyarak onun ellerini ve ayaklarının sıkıca bağladıktan sonra bıçağını biledi ve:"Onu alnı üzerine yatırdı."[5] Bundan sonra bıçağı eline alıp oğlunun boğazına bastırdı: Fakat Allah Celle bıçağın ağzını tersine çevirdi. Hz.İbrâhim boğazlama işini bitirmek için tekrar bıçağı oğlunun boğazına bastırdı. Bu esnada kendisine:"İbrâhim!Rüyayı doğruladın"[6] buyuruldu ve:"işte bu oğlunun yerine gönderilen kurbanlıktır; onu boğazla” denildi. Rivayet edildiğine göre, Allah Celle boğazlanma esnasında Hz.İsmail’in boğazına bir bakır levha yerleştirmişti.[7]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İsmail Maddesi, c.3.

[2] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.105; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.142, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.2, s.128,129; Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.57, “Hacıların, şeytan taşlama mahâllerinde yaptıkları temsili şeytan taşlama olayı da,bu olayın sembolik bir ifadesidir.”.

[3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.142.

[4] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/102.

[5] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/103.

[6] Kur’an-ı Kerim: Saffat, 37/104-105.

[7] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.105.

dildade 05-23-2008 01:37

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Cemre Atmanın Hikmeti :
Bu, insanları günahlara düşürmeye çalışan ve bu yolda sürekli çaba sarf eden şeytana karşı bir tepki, ona karşı direnmenin sembolik bir ifadesi, yani şeytana karşı bir eylem planıdır.

Çünkü şeytanın saptırma planları, eylemleri sadece o zamana özgü olmayıp, her zaman geçerli ve söz konusudur. Bir de duyularla hissedilen, makul olan şeylere delalet edebileceği düşünülürse, bunun hikmeti daha da iyi anlaşılır.

Ayrıca bu fiil, koca, eş ve çocuğun yani iman etmiş, bir toplumun ve bir ailenin, şeytana karşı tevhid mücadelesini simgelemektedir. Babanın mücadelesinde anne ve babayla beraber çocukların ebeveynle yani aileleriyle, bu tevhidi mücadeleye katılmaları, şeytani izimleri ve şeytani ahlak ve bozgunculuğa karşı direnmenin ve bu kutlu ailenin şanlı mücadelesini bayraklaştırmanın en büyük sembolüdür.

Önce Hz. Hacer sonra Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in, Allah’a olan iman ve itaatın kalplerindeki sebatı ve her birinin ayrı ayrı yerlerde, şeytana karşı kazandıkları imtihan sahnesini her bir hacının an be an ve bir bir anması ve yeniden yaşamasıdır. Onların hissettiklerini hissetmeye ve hatıralarına saygıyı ifade etmeye çalışmalarıdır.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mehmet Peker, Hacc Nedir?

dildade 05-23-2008 01:37

Hazreti İbrahim (a.s)
 
1. Hac’da Şeytan Taşlama Eylemi :
Hz. Hacer’in Allah’a tevekkülü,

Hz. İbrahim’in, Allah’ı her şeyden, hatta oğlu İsmail’inden daha fazla sevdiğinin isbatı ve dostluk beraatının Hz. İbrahim’e verilmesi,

Hz. İsmail’in babasının isteğine ram olup, büyük itaatin gerçekleşmesindeki imtihanın kazanılmasına vesile olması için, bir nişane ve semboldür. Bu kutlu ailenin verdiği tevhid mücadelesinde, hep beraberce aynı siperi ve aynı cepheyi paylaşmanın bir ifadesidir. Kendisine karşı duran şeytanlara tıpkı, tarihteki bu kutlu ailenin verdiği mücadele bizler için büyük bir direniş ve güç kazanma provasıdır.

Hz. İbrahim’in oğlunu Allah için kurban etmesine şeytanın verdiği mücadelede, şeytanı vesveseleri takmama ve onu taşlayarak yolunda engel gibi duran tüm şeyleri reddetmiştir. Hz. İbrahim bu hareketiyle, Allah’ın gerçek dostluğunu kazanmıştır.

Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail’in ısısız ve kimsesiz bir vadide, insanın yaşamadığı bir yerde, Hz. İbrahim’in Allah’ın emrine uymak için, onları orada bırakarak gitmiştir. Şeytan bu olayı fırsat bularak Hacer’e vermek istediği vesvese, isyan ve itaatsızlığı ve kocasına karşı isyanda bulunması için, yaptığı tüm plan ve tuzaklar, Hz. Hacer tarafından reddedilir. Şeytanın yüzüne gözüne kalbine hançer saplar gibi taşları fırlatmıştır.

Şeytan taşlama; oğlunu kurban etmesi yolunda vahye muhatap olan Hz. İbrahim’in o müthiş davasında, onun yanında şeytana karşı yer almaktır. Şeytana ve ona tabi olan tüm yandaşlarına karşı, aynı cephede siper almaktır. Bu cemrelerin her biri kurbanı, gerçekleştirmeye engel olmaya çalışan, şeytana çakıl taşları atmaktır.

Bu küçücük taşın hükmü ve kuvveti ne olur deme! Ebrehe’nin ordularına karşı, Ebabil kuşlarının attığı taşları hatırlasana! Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve askerlerini küçücük çamurdan yapılmış taşlar, Allah’ın izniyle nasıl onların helak olmasını gerçekleştirmişse özünü ve sözünü halis kıl! Ya bismillah ve şeytanın ve ona tabi olanların şerrinden, Allah’a sığınarak taşlarını at, şeytan taşın tesirini kalbinin derinliğinde ve acısını tüm benliğiyle yaşayacaktır.

Böylece müminler, şeytanın verdiği vesveselerini ve desiselerini reddetmek ve buna karşılık, Hz. İbrahim gibi tereddütsüz bir şekilde emre imtisal etmek gayreti içinde olmaktır.

İçindeki şeytanları taşlaman, dışındaki şeytanlara karşı koyma arzusu ve şeytana karşı olanlarla aynı cepheyi paylaş.

Euzu billahi mine’ş-Şeytani’r-Racim ve hizbihi diyerek,

Ya Bismillah,

Artık hazırladığın cephaneliğe sarıl ve usulüne göre,

Aldığın savaş talimatına göre,

Disiplini elden bırakmadan,

Heva ve hevesine kapılmadan,

Cepheni düşmanına terk etmeden,

Seni her tarafından kuşatmaya fırsat vermeden,

Şeytanı, şeytanları, nefsini, kibrini, gururunu;

Kardeşliğe engel olan sınırdaşlık iplerinden kurtulmak için taşını at,

Taşla, durma,

Taşlarken sakın kardeşlerini incitme,

Şeytanın yerine,

Onların kafasını ve gözünü yarma.

Terlik ve şemsiyeni taş diye fırlatma.

Yazıktır, ayıptır yapma,

Şeytan taşlamada,

Şeytanı sevindirme,

Fusuk ve cidala girme.

Çünkü bunlar sana haramdır,

Ve sen haremdesin ihramdasın,

Ölmek için ölüm yolunda,

Arasat’a doğru Arafat’tan geldin,

Rabb’ine söz verdin.

Biraz daha gayret biraz daha sabır,

Necat için, diplomayı almaya ramak kaldı.

Tümseğin ortasındaki hedef kulesine var, gücünle taşı ulaştır.

Bütün kuvvetini elinde topla,

Şeytana ve onun arkasında duran nefsine, atom bombası yağdırırcasına,

Asırlarca kafasını ezmek isteyip de bir türlü ezemediğin,

Arayıp da bulamadığın,

Karşına dikemediğin şeytan;

İşte karşında duruyor,

Sen niye duruyorsun

Alsana ondan hıncını,

Taşlasana İbrahim, İsmail ve Hacer gibi,

Taşlasana Peygamberler sultanı Muhammed Mustafa gibi..

Görüldüğü gibi haccın bütün görevlerinde, maddi görünüşten öteye ancak remz ve sembollerle ortaya konulabilen eylemler vardır. Bunların arkasında ise remz ve sembollerin çok ötesinde, derin mana ve hakikatler vardır. Örnek olarak, Mina’da şeytana taş atacak elin bilmesi gereken ilk şey, nefsin o eli tutup da kendisini ve hocası şeytanı kendi eliyle taşlatmasıdır. Yoksa hiçbir anlam taşımaz, hiçbir şey ifade etmez, olsa olsa bu şekilcilikten, nefsi tatmin etmekten öteye bir şey değildir. [1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mehmet Peker, Hacc Nedir?


All times are GMT +3. The time now is 11:07.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025