![]() |
-İspat et!
Diyenlere derim ki: -Neyle ispat edeyim?.. ispat için kullanacağım her unsur onun mahlukutur. Haliki mahlukuna mı tastik ettireyim?.. NFK / mü'min - Kafir |
Hz. Ali Efendimiz'in buyurduğu gibi; bırakın Müslüman din kardeşi olarak birbirimizi incitmeyi, Adem kardeşi olarak diğer din mensuplarını bile kucaklayacak, yaratılanı Yaradan'dan ötürü hoş görebilecek erdemi gösterebilmeliyiz. Biz öyle bir yüce dinin mensubu ve öyle asil bir milletin mensuplarıyız ki düşmanımızın bile insan olduğunu hesaba katarak husumette aşırıya gitmeyecek; husumete vakit bile bulamayacak derecede muhabbet dostları olmak durumundayız. Çünkü bizler, bu söylenenlerin sadece lafta kalmayıp yüzlerce yıl her türden din ve ırk mensubu insanın bu coğrafyada kardeşçe, barış ve huzur içerisinde yaşadığını biliyoruz. Ve yine biz, "Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan medresede müderris olsa da Hakk'a âsidir." diyen Hacı Bektaş-ı Veli'yi biliyoruz. "Benim çadırım gökyüzüdür, içine herkesi alır." diyen Yunus Emre'yi biliyoruz. 'Kim olursan ol yine gel' diyen Mevlânâ'yı biliyoruz. Kimseyi ayırmadan herkesi kucaklayan, kendileri fakirlik içerisinde yaşarken başkalarını düşünen ve tercih eden Ehl-i Beyt'i biliyoruz. Ve tabii hepsinin menbaı ve kaynağı olan, kendisine taş ve diken atan insanlar için felaket emri istendiğinde; "Hayır onlar ne yaptığını bilmiyor, ben gazap peygamberi değil rahmet peygamberiyim." diyerek, insanlığa ne kadar düşkün olduğunu gösteren, âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa'yı biliyoruz. Bütün bunları bile bile, insanlığa kucak açıp bu evrensel hoşgörü ve zenginliğimizi göstereceğimiz yerde; kendi içimizde düşmanlıklar üreterek ve hayalî düşmanlar oluşturarak bir kısırdöngü içerisine saplanmamız ancak gerçek düşmanın işine yarar ve ekmeğine yağ sürer.
|
Binlerce cana mal olan terörün 12 Eylül sabahı bir anda nasıl bittiğini herkes sorardı. Belki de şimdi bu soruların cevabını bulma fırsatını yakalayabileceğiz. Sürekli adresi "dış parmaklar" olarak gösterilen ve failleri bir türlü bulunamayan olayların nasıl sahnelendiğini anlamaya başlayacağız. Kurumları çatıştıran, sokakları karıştıran, ihtiyaç duyulduğunda terörü azdıran ve belki de gerçekten askeri, müdahaleye mecbur bırakan gizli bir yapı vardı.
Asker "Darbe yapmaya mecbur kaldık" diyorsa, hükümetler "Şapkalarını alıp gitmek" zorunda kalıyorsa, dış ülkelerle yapılacak en kritik görüşmelerde Başbakan daha havadayken temaslarda yüzünü kızartıp, elini boşa çıkartacak haberler yayılıyorsa ve bütün bunlar TSK, güvenlik ve istihbarat kurumlarının varlığına rağmen her seferinde başarıyla tezgâhlanabildiyse bu işte bir sır yok mu? Varsa nerededir? Sokakta mı? Devletin içinde mi? Seferberliğin adı üstünde değil mi? Düşman istilasına karşı ülkemizi, devlet ve hükümetimizi korumak üzere teşkil edilmiş bir kurum. Eğer bu kurumda çalışanlar Başbakan Yardımcısı'nın, Meclis Başkanı'nın evini takip ediyorsa "Milletin seçtiklerini düşman gören kimdir?" diye sormak gerekmez mi? İnsanın gözüne en yakın olmasına rağmen asla göremeyeceği yer iki kaşının arasıymış. Ta ki karşıdan bir ayna tutuluncaya kadar... Ve devlet ilk defa aynasıyla kendisine bakma fırsatını buldu. Bakalım neler görecek. |
Genelkurmay farkında mı, pek anlaşılmıyor ama Türkiye çok derin ve kurumsal niteliği olan askerî nitelikli bir krizin içinden geçiyor. Ve bu kriz, yüksek komuta kademesi tarafından çok kötü yönetiliyor. Karşımızda, peş peşe patlak veren ve TSK'yı bir tedhiş organizasyonu durumuna düşüren skandallara kılıf hazırlamakla meşgul bir yüksek komuta heyeti görüntüsü duruyor. Kriz kötü yönetiliyor, yani Genelkurmay toplumdaki güvensizliği derinleştiriyor. Genelkurmay'ın krizi böyle yönetmesinin üç farklı açıklaması olabilir. Birincisi TSK masumdur, skandallar komplodur. Öyleyse TSK'nın tek çıkış yolu her şeyi denetime açmaktır. İkincisi TSK içinde bir darbe takvimi işliyor. Skandalların hepsi zaten bu darbe hazırlıklarında patlak veriyor. "G" gününe kadar mızrak çuvala gizleniyor. Ne diyelim? Türkiye'nin sahip olduğu her şeyi iktidar hevesi için heba edecek generaller gerçekten var mıdır? Ben pek sanmıyorum. Üçüncüsü, Ordu kendi içinde zaten bu çetelerle boğuşuyor ve tasfiye ediyor. Bu arada bu işi mümkün olduğu kadar ayağa düşürmeden, yani Ordu'nun itibarını sarsmadan yürütmeye çalışıyor. Yine bu iyiniyetli çabayla kamuoyuna yansıyan skandalların üzerini örtüyor. Eğer öyleyse söylenecek tek söz var: Genelkurmay bu iyiniyetli çabaları beceremiyor.
|
Oysa ne kadar güçsüz ve acizdir insan.. Aldığı havadan, içtiği bir damla suya kadar nasıl da muhtaç… Hayal yetisinden hafızaya, konuşmadan işitmeye kadar bunca kabiliyete nasıl da ihtiyacı var.. İhtiyacı var, ama farkında değil, çünkü eksikliğini hissetmemiş henüz..
(Rabia Nazik Kaya) |
[...] Yine de helal olana arzu duyan nefistir, hakikate saldırana öfkelenen nefistir, muhakeme edip hikmet damlatan nefistir. İnsanın nefsi bir alev gibi ona yaşam enerjisi verir. Nasıl ki afakta yıldızlar nurunu cennetten, narını cehennemden alıyorsa, enfüste insan da ışığı ruhundan, ısıyı ve harareti nefsinden alır. Yaşamak için ısı da ışık da elzemdir. Ancak alev nasıl sobanın yahut şöminenin içinde iyi, ancak döşemenin üstünde kötüdür, nefis de yerli yerince kullanıldığında iyi, yerinden edildiğinde kötü olsa gerek.
(Mona İslam) |
Bugün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma çok vahimdir
--- Bu bir soru olsaydı cevaplardım. Bu bir sorun, sorunlar ise cevaplanarak çözümlenemiyor maalesef. Hakikaten bu gün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma ve bölünme tarihte belki de hiç olmadığı kadar vahim sonuçlar üretiyor. Bugün Müslümanların en büyük problemi nedir diye sorsanız, “tefrikadır” derim. Bugün Müslümanlara yapılacak en büyük ikram nedir diye sorsanız, “vahdettir” derim. Ümmeti tefrikadan kurtaracak ve onları vahdete iletecek her türlü çaba ve gayretin gözleri, elleri ve ayakları öpülmelidir derim. Eğer vahdet yoksa temsil problemi kendiliğinden doğar. Çünkü mahşerin dört atlısı gibi herkes hakikatin elindeki parçası ile övünmeye başlar. Kur’an’ın ifadesi ile ‘Kullu hizbin bi-ma ledeyhim ferihun’ (her hizip kendi elindeki ile övünmeye başlar). Ve hakikatin bütününü temsil ettiğini düşünür. Çünkü hakikate ait olmak yerine hakikate sahip olmaya kalkar. Hakikat mülkiyet değildir --- Hakikat mülkiyet değildir. Hakikat kimsenin mülkiyetine geçmez ki. Hakikate sahip olmaya çalıştığınız da sahip olduğunuz yerden hakikati böler, parçalar ve kırarsınız. Ama hakikate ait olmaya çalıştığınızda bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna varırsınız. Bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna vardığınızda işte o zaman vahdet şuuru gerçekleşir, ümmet şuuru gerçekleşir ve fedakârlık yapabilirsiniz. O zaman sizin gibi düşünmeyenlere tahammül göstermekten öte zenginlik olarak bakabilirsiniz. O zaman kardeşlerinizin farklılıklarını, bizim bahçenin farklı çiçekleri ve kokuları diye görürsünüz. Ama öbür türlüsü kapalı havza toplumları üretir. İçine kapanır, kendisini kutsar başkasını yok sayar. En kötüsü de budur ve aslında bu bir iç cinayettir. İçinde cinayet işlemeyen adam eliyle cinayet işleyemez. Yüreğiyle önce cinayeti işler sonra onu eline bulaştırır. Dolayısıyla yüreğindeki harita parçalanmadan dışarıdaki harita parçalanmaz. Tersi de geçerlidir. İçimizdeki haritayı bütünleştirmeden dışımızdaki haritayı bütünleştiremeyiz. Mustafa İslamoğlu |
Ergenekon, eli silah tutan, gözü dönmüş, serseri bir gençlik grubunun oluşturduğu bir mahalle çeteleşmesi değil. Kökleri Tanzimata kadar giden bir zihniyet. Dün Menderes’i asanlarla, Ecevit’i ve Özal’ı kurşunlatanlar bugün Erdoğan’ı ve Arınç’ı ortadan kaldırmak isteyenlerle Kafes planları yapanlar aynı zihniyetin ürünü insanlar. Bu ülkede Sünni’nin sırtını sıvazlayarak Alevileri ezenler, sağcıya gaz vererek solcuları ortadan kaldıranlar, bugün solcuların ve milliyetçilerin sırtını sıvazlayarak özgürlükçüleri ezmeye niyetlenenler aynı zihniyetin ürünü insanlar. Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor gibi tepkileri paranoyak oldukları için değil alanlarını genişletmek için dillendiriyorlar. Neticede ulus devlet tutmadı. Ülkeyi dikensiz gül bahçesine çevirmek istiyorlardı olmadı. Bu kadar mazlumun iniltisinden bir ülke doğar mı? Bu kadar kanın aktığı, ahın olduğu bir toprak parçasında huzur olur mu? Ancak herkesin hak ve hukukunun tesis edildiği bir ülkede yaşanır, yaşanacaksa eğer. Birini alıp diğerlerini harcamakla olmadı işte.
|
Asimetrik savaş, psikolojik savaş gibi askerî deyimleri öğrenmekle kalmadık; hepimiz stratejist olduk. Fakat yedi bin civarında terörist hâlâ Kuzey Irak dağlarında dolaşıyor. Şehir terörü her zaman olabilir; ama polis güçlüyse, o da en az seviyeye inebilir.
Kır teröristlerinin durumu ise farklıdır; dolaştıkları, yaşadıkları yerler bellidir. Muhatabı güçlü ise silip süpürülür. Demek ki yetmiş beş milyonluk milletimizin askerlik bilgisinin değeri on para etmiyor. Bir kanaldaki tartışmada bir gazeteci, ordumuzu savunmak ihtiyacı duydu: "Bu ordu Bulgar ordusu değil; Türk ordusudur. Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın kozmik odası silahlı kuvvetlerin kalbidir. Oraya ancak altı kişi girebilir. AK Parti hükümeti orayı yol geçen hanına çevirdi." Azıcık sağduyusu olan vatandaşımız ordumuza toz kondurmaz; çünkü varlığımızın devamı, bayrağımızın dalgalanması ordumuzla mümkün. Fakat iş yalakalığa dönüştü mü insanın midesi bulanıyor. Ordumuz Mete Han'dan beri sürüp geliyor; hiçbir milletin ordusu onun kadar erişilmez zaferlere imza atmadı. Özel Kuvvetler Komutanlığı ise Bülent Ecevit'in açıkladığına göre, yakın dönemde Amerikalılar tarafından kurulmuş, finansmanını da onlar üstlenmişler. İki bin iki yüz yıldan beri sürüp gelen ordumuzun Amerikalıların kurduğu Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın kozmik odası nasıl kalbi oluyor? Kozmik oda nedir, ne iş yapar bilmem; ama ordumuzun kalbinin yeni takılmadığını biliyorum. Hiçbir hükümet ordusuyla karşı karşıya gelmek istemez. Zaten ordu Yeniçeri Ocağı'nın son devrine dönmemişse, hükümetin emrindedir. Hükümetin en başta gelen görevi de bütçesine göre ordusunun ihtiyacını gidermek, onu gözbebeği gibi korumaktır. Hükümet ordunun kalbi olan (!) kozmik odayı yol geçen hanına çevirmedi. Durup dururken hükümet oraya girmedi veya bir adamını göndermedi. Ortada bir suikast iddiası var; cevap olarak da bir albayla bir binbaşının bilgi sızdıran bir subayı takip ettiği söylenmiş. Savunma savcılık makamını tatmin etmemiş olabilir. Her yerde suç delili aramaya hakkı vardır. Elbette devletin sırrı varsa, o da riayet edecektir. Aksi takdirde sigaya çekilir |
Bismillahirrahmanirrahim
35. Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru içinde bir kandil bulunan bir oyma hücre misalidir. Kandil, bir sırça içindedir. Bu sırça sanki inciden bir yıldızdır; ne doğuya, ne de batıya nisbet edilen mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile ışık verir; nur üstüne nur! Allah, dilediğini kendi nuruna yönettir ve insanlara birçok misaller verir. Allah, herşeyi bilendir. 36. O evlerdeki, Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Onlarda sabah ve akşam üstleri O'nu tesbih ederler. 37. Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar. 38. Çünkü Allah, kendilerini yaptıkları işlerin en güzeli ile mükafatlandıracak, onlara lütfundan daha fazlasını da bahşedecektir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. NUR SURESİ.... |
Sözlükte olmasa da gerçek hayatta varmış...
Genelkurmay'ın o odada günlerdir yapılan aramanın durdurulmasına ilişkin talebi, mahkeme tarafından reddedildi. Daha önce de aramayla ilgili haberlere yayın yasağı getirilmesi istenmiş, o talepler de kabul edilmemişti. Bir başka talep ise orada bulunan ve devlet sırrı niteliği taşıyan belgelerin imha edilmesiydi. * İnsanın kafası karışıyor. Belgelerin imha edilmesi gerekiyor ise, niye vaktiyle imha edilmedi? Gerekmiyorsa, niçin imha edilmesi isteniyor? Yargıdan bile saklanması istenen belgelerin mahiyeti nedir, ne olabilir? Yoksa elinde silah olan kuvvetlerin konumu, hukukun üstünde mi? Bu sorulara verilecek cevaplar ne olursa olsun, o odadan neler çıkacağını ve bulunanların ne zaman açıklanacağını merak ediyoruz ister istemez |
Şeytanın gücü yoktur. Onun gücü insandan aldığı güç transferidir. İnsanın şeytana verdiği güç iradesinden eksikliklerdir...
(Mustafa İslamoğlu) |
Ya CHP'nin tutumuna ne demeli?
CHP Lideri Bülent Ecevit 'kontrgerilla" iddialarını dillendirirken Deniz Baykal da aynı partinin yöneticilerinden idi. Aynı Baykal bir takım saldırılara maruz bırakılan ve köşeye sıkıştırılmak istenen CHP Hükümetlerinde iki kez de bakanlık yapmıştı. Gönül isterdi ki o günlerde yaşanan karanlık olayların tanığı ve mağduru olarak Baykal ve Partisi CHP, karanlık her noktaya hukukun ışığının tutulmasını hükümetten daha fazla desteklemeliydi. Ne ki CHP tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek yerine kurumlar arasında bir gerilim meydana getirme siyaseti yürütüyor. Kemal Kılıçdaroğlu'na bir faks gelmiş, Emekli Sandığı'na ait bir binanın Başbakanlığa devredilmesinde bit yeniği varmış. Sözkonusu bina Başbakanlığa devredilince hemen karşısındaki Genelkurmay Başkanlığı izlemeye alınacakmış! Memleket kafası komplo teorileriyle karışmış ve muhakeme yeteneğini kaybetmiş insanlarla dolu. CHP'liler akla ziyan getiren bu iddiayı ciddiye alarak bir soru önergesi haline getirmişler. Bir fakstan yola çıkarak "Siz Emekli Sandığı binasından Genelkurmayı mı izleyeceksiniz?" şeklinde bir soru sorulabilir mi? İlgili bakanlık(Maliye) böyle bir soruya cevap verebilir mi? Elleri mahkum, mevzuat gereği cevap vermişler. Aklıselime hitap etmek yerine paranoyayı besleyen bir siyasetin bu ülkeye ne zaman yararı oldu ki bundan sonra olsun? Koskoca Anamuhalefet Partisi'ne yakışıyor mu böyle muhalefet yapmak? |
"Kurumlararası çatışma" veya "kaos endişesi" gibi deyimler, yaşadığımız bu derin travmayı ifade etmek için yetersiz. Gerçeklik duygumuzu kaybedecek ölçüde derin bir güven bunalımı bu. Her şeyin anlamını yitirdiği, değersizleştiği ve ters-yüz olduğu bir psikolojik deformasyon süreci, tek tek bireyler olarak yaşadığımız.
En zor kazanılan şey güvendir; aynı zamanda çok kolay harcanan ve tüketilen. Toplum olarak bizi, bu ülkeyi bir arada tutan bu çok değerli sermayemizi hızla tüketiyoruz. Bu güven bunalımının arkasında ise tek sebep var: TSK içinde arka arkaya patlak veren skandallar. Türkiye'nin başka herhangi bir kurumuyla ilgili değil, askerle ilgili bir güven bunalımı söz konusu olan. Adı üzerinde, güvenliğimizden sorumlu kurum. Şimdi bu kurum bireysel dünyamızı alt-üst eden güvensizliğin yegâne kaynağı. Daha büyük endişe olabilir mi? Güvenliğimizi sağlamakla görevli kurumun güvenliğimizi tehdit ettiği kuşkusunu taşıyoruz. Her akşam televizyon ekranlarında, Kirazlıdere'deki Özel Harp Karargâhı'nın kapısını seyrederken, bu kapıdan cinayet işlemek üzere birilerinin vaktiyle çıkmış oldukları ve aynı kapıdan işlerini görüp dönmüş oldukları kuşkusunu taşımak, insanı nereye götürür? Küçük çocukların hayatına kasteden caniler, katliam planları yapan muvazzaf askerler kovuşturulurken, bu işler için kullanılmak üzere toprak altına gömülen silah ve mühimmatın dökümü çıkartılırken ne düşünmemiz bekleniyor? Askerin itibarı mı? Ordunun güvenilirliği mi? Ülkeyi korumak üzere eline silah teslim ettiğimiz görevlilerin namluyu bize çevirdikleri endişesi yaşarken neyin itibarı, neyin güvenilirliği? |
“Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
Rabbim bizleri her türlü fitneden muhâfaza buyursun. Âmin. |
Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.
EN'AM 116 |
Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir.
NİSA 4/85 |
Bu ülkede daha yakın zamanlara kadar "memleket yönetimi" yüksek siyasetin işi olarak görülür, halka da takdir edildiği ölçüde bilgi verilirdi. Hatta demokrasimiz bile bir tür yüksek siyaset demokrasisiydi. Güncel tartışmaların diliyle söyleyecek olursak geçmişte bütünüyle siyaset kozmik bir alandı, devlet demek her aşamada gizlilik demekti, şimdi kozmik alan anladığımız kadarıyla bir odaya kadar inmiş, oraya da hukuk girmiş durumda. Devletin sırları olmaz denilmiyor, elbette olur. Ama bu sırrın, içerdiği amaca matuf olup olmamasını nasıl denetleyeceksin? Yoksa üstü örtülü her alanda potansiyel olarak farklı işler yapmak mümkün. Denetimi ancak "başka bir akıl" marifetiyle yaparsın. Denetimsiz güç olmaz. Cumhurbaşkanının bile denetimden muaf olmadığı bir devlet düzeninde özerk, hesap vermesi düşünülemeyecek iktidar alanları olamaz. Bir ülkede hem insanlar tarihi, toplumsal, siyasi gelişmelerle reşit bireyler olacaklar, böylelikle kendi hayatlarının ve geleceklerinin faili haline gelecekler, hem de iktidar ilişkileri gizli kapaklı sürecek. Bu mümkün değil. Haberlerdeki "kozmik oda"ya giren, hukukla birlikte Türkiye'nin değişen sosyal ve siyasi yapısıdır.
|
Türküm gayet doğruyum, çalışkanım veya değilim. İnandığım din sahip olduğum ırktan öndedir. Üstünlüğümü belirleyecek olan kudret Allah’ın elindedir. Önce İslam milleti olduğumuzu savunur ve toprağın İslam medeniyeti üzerine inşasını bilirim aksini iddia etmek adına Türkçülük perdesinden elitist martavallar okuyan kutsal şairlerin şiirini bir Müslüman genç olarak yüce kılmak zorunda olmadığım gibi bugün neredeyse mütefekkir tanrı kabul edilmiş adamlara ve yalakalarına karşı zil zurna el pençe perest duruşunu alacak insan hiç değilim.
"İslam Birliği" kavramına alternatif oluşturmaya çalışan ırkçı cambaz etiğine dayalı Türkçü söylemin çığırtkanı olan paçavradan vatanseverlik kusan ve bunu Türk millet çatısına dayandırarak sömürmeye çalışanların müridi olan İslamcıların şiirsel ilah kabul ettikleri bu tarz adamların cümle atraksiyonlarından ziyade cümlemizi birbirine düşürecek ayrıksı manifestolarını acıyarak dinlerim. "Bu ülkede Türkçülük sorunu çözülmeden Kürtçülük sorunu çözülemez" diyenlerin en dürüst alkışçısı olduğumu da, bayrağın altına helalinden not olarak düşerek belirtmek isterim. Aksi takdirde bu tarz gavur testinden geçmeye çalışan Müslümanların yerleşik alanı olan Türk toprakları üzerinde ne dalgalanan bayrak gözlerimi yaşartır ne de yeşil bere göğsümü kabartır. Ağızda pipo eskiterek Türk olmayan Müslüman’ı aşağılamak, şairliğin konforuna sığınarak entel tekkeler oluşturmaya benzemez. Oldu olacak bütün kutsal liderleri peygamberleri de Allahuekber birliğinden çıkartıp Türkçü söylemlerinize ortak edin. Olmadı andımızı "ihlas" bilelim üfürelim. İsrail’in kafa kopardığı cesetlerinde kan çizdiği Müslüman dayanışmayı da Türklük normlarına uymadıkları için içimizde bir kez daha gebertelim. Paket putçuluğa, fason milliyetçiliğe, ırk tekelciliğine boyun büken pek kıymetli müritlerin bu duruma toprak yemiş cengaver gibi ses çıkarmamalarının tek sebebini "ooo kutsal şair ne derse doğrudur o bizim tanrıdan en küçük tapınağımız" gözüyle bakmalarına yoralım |
Düştüğün yer burası ve yükselişin yine buradan olacak. Bunun için önce gözündeki perdeleri aralayıp ‘hayret’e uyanmak gerek. Hayret’e uyanmak için önce varlığa varoluşa eşyaya olaylara hayata insanlara ağaca kuşa suya toz tanesine alışıldık bayat gözlerle bilimin kafanı ve gönlünü buzdolabına koyan dondurucu tanımlarıyla bakmamak gerek. Eskiler buna ‘ülfet ve ünsiyet’ diyorlar dostum. Her şeyi sıradan görmek bir takım izahların cenderesine sıkıştırmak. Görüntüdeki tekrar eden durumları göre göre ‘bu zaten böyledir bu böyle olur’ zevzekliğinin alışkanlığına indirgemek.
(Yusuf Özkan Özburun) |
Biri derki 'Aklini birak, bende cok!'
Digeri derki 'Aklini kullan, bende yok!' Atan tutar, tutan atar. Satan katar, herkez yatar. Gece biter, yatan gider. Akli gider, yol biter. |
" Düşünmek bir an "
.. İbrahim'in güneşi gibi senin de nice güneşin var akşam olunca batacak.. Düşüneceksin o vakitta bir an. Ve batanlardan geçeceksin. Seni terk edeceklerden geçeceksin. Kendini de terk edip, asla seni terk etmeyecek olana varacaksın... ... SEMERKAND Dergisi / Ocak 2010 Çok güzel bir yazıydı ilk harfden son noktaya dek. |
Yargı’da yıllarca nasıl bir sol ideolojik(hatta mezhepçi) kadrolaşmanın yapıldığını herkes biliyor. Yargı reformu için ayrı bir meşruiyet gerekçesine ihtiyaç yok.Her şey ortada.Danıştay’ın bazı kararlarının mercek altına alınıp incelenmesi bile hukukun nasıl ikinci, üçüncü plana itildiğini göstermeye kafidir.
Her kararname döneminde millete bağırsak düğümlenmesine benzer krizler yaşatarak –HSYK nun- yapısını, konumunu teşhir etmek, gereği yapılmadığı müddetçe hiç bir anlam ifade etmiyor. Bir HSYK üyesinin, bir Ergenekon sanığı ile sıra dışı dostluğu ortaya çıkmadı mı? Kent otel toplantılarına katıldığını aynı kişi kendi ağzından ikrar etmedi mi? O toplantılara katıldığı için yargılanan onlarca insan var. Yaz kararnamesinde HSYK nın ETÖ davasının gidişatına tesir edecek değişiklikler için gösterdiği çaba , gazetelere, TV lere yansıyan açıklamalar hala arşivlerde duruyor. Bütün bunlar Yargı’ya neşter vurmak için kafi değil mi? |
1930'larda "On yılda on beş milyon genç yaratıyorduk". Ama şimdi gençlerin her biri bir telden çalıyor. Metal biblo döker gibi kalıplara basıp basıp çıkartarak seri üretim yapma imkânı yok. Modern insan devlet kadar birey diyor şimdi. Bu sonuç neyin neticesidir? Rusya, Fransa ya da ABD'deki rejimlerin mi? Yoksa Türk modernleşmesinin mi?
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek bu "yaratma" mevzusuna ters açıdan yaklaşıp "Bir Adam Yaratmak" adlı eserini yazıyordu o yıllarda. Kısakürek'e göre bu proje üçüncü nesil hayata atılırken "intihar" etmek durumunda kalmaya mecburdu. Bu gün "yaratılmış nesiller" de aramızda, "intihar" buhranı yaşayanlar da... Ama hepsi bundan ibaret değil. Bir de ülkenin şartlarıyla sınırlı kalmamış, dünyanın gidişatını yakalayarak milli değerlerinin üzerinde doğrulup rekabet edebilecek azim ve kuvveti iliklerinde hissedenler var. Onların açısından bakınca devlet hiç de çözülmüyor. Tam tersine anayasasında yazıldığı gibi "sosyal hukuk devleti" olma yolunda dev adımlar atıyor. Onlar kozmik belgeleri görmek isteyen hâkimin kararlılığını, Genelkurmay itirazını reddeden mahkemenin kararını kurumlar arası çatışma olarak görmüyor. Hukukun gereği olarak biliyor ve bildiğini yapmayı devletin bekâsı açısından olmazsa olmaz kabul ediyor. Tıpkı başlıkta olduğu gibi merkeze hukuk yerleşiyor. Çok yakın bir geçmişte her gün sabah akşam ilaç alır gibi durmadan andığımız "çelik çekirdek" yerini hukuka bırakıyor. Devlet onun etrafında örgülenmeye başlıyor. Sabih Kanadoğlu bile talimat vermeyi bırakıp, ifade veriyor ve bunu hukukun gereği olarak açıklıyor. Bunlar güzel şeyler değil mi? |
Gerisini Akyol şöyle anlatıyor: "Ona, 'Atatürk 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' dedi mi? dedi. O zaman bu söylediklerinizi bilim adamlarının bir eleştirisinden geçirin. Doğru olduğu nereden belli? Türkiye'de sosyologlar var. Yurtdışında sosyologlar var. Bu konuda araştırma yapın..."
Sosyolog olarak da uluslararası düzeyde kabul gören Elizabeth Özdalga, Nilüfer Göle ve Nur Vergin gibi akademisyenlerin ismini verir. Ve Bir'e 'Bunları çağırın, 'Türban olayı nedir, Türkiye'de irtica var mıdır diye bir sorun.' der. Bir bakıma askere yol gösterir, akıl verir... 'Biz Ege'deki askerî strateji konusunda size danışıyoruz. Siz neden sosyologlara danışmıyorsunuz?' diye de ekler. Doğrusu Bir Paşa'nın o ana kadar duymadığı ve duymaya tahammül edemeyeceği bir çıkış. Yazarları ikna etmeye çalışırken kendisinin ikna edilmekte olduğunu gören Bir, kızgın şekilde şöyle der: "Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok. Biz askeriz. Komutandan talimatı alır, gereğini icra eder, tekmil veririz. Sosyologlarla, şunlarla bunlarla konuşarak kafamızı karıştırmayız." Taha Akyol'la Çevik Bir'in tartışması burada bitmez. Devamı daha çarpıcı: "Çevik Bir'e 'Siz buraya üniformayla geldiniz. Biz kapıya 'Askerî üniformayla girilmez' diye yazı assaydık, kendinizi hakarete uğramış hissetmez miydiniz?' Bir, 'Böyle şey olur mu? Bu, şerefli bir üniformadır.' dedi. Ben de bunun üzerine, "Kızlarınki de öyle. Başörtü de kızların onurlarıyla ilgili. Kızları gözyaşları içinde okul kapısından geri çeviriyorsunuz.' dedim." Taha Akyol'un söyledikleri tarihe geçecek. O yüzden uzun alıntı yaptım. O zor günlerde Türk toplumunun hissiyatına tercüman olmuş; ağzına sağlık Taha Akyol... |
Askerimiz her zaman aynı ordunun askeri değildi. Adında "yeni" sıfatı olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin en eski ordusu idi. Zamanla bir çıkar şebekesine ve fesat ocağına dönüştü. Savaş meydanlarında hezimet üstüne hezimet yaşarken, iktidar mücadelesinde zaferler kazandı. Biraz zora gelince kazan kaldırıp, doğrudan yönetime el koydu. Sultan III. Selim çareyi Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurmakta buldu. Napolyon'un Akka kuşatmasında başarılı olan bu yeni ordu, Yeniçerilerin gadrine uğradı. Hile, desise ve suret-i haktan görünen nümayişlerle ülke iç savaşın eşiğine getirildi ve yeni ordu dağıtıldı. 20 yıl kadar sonra tekrar kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya geldiğini ve birinin diğerini imha ettiğini unutmamalıyız. Ve tarihimizin bu olayı "vak'a-yı hayriyye" (hayırlı olay) olarak kaydettiğini de..."
|
Şimdi, AK Parti hükûmeti, yapmayı öngördüğü Anayasa değişikliklerini referandum yoluyla halkoyuna onaylatmaya hazırlanıyor. Bana sorarsanız, gerçek anlamda 'Demokratik Açılım' budur. Budur, evet çünkü, referanduma gidilirse halka sunulacak olan değişiklikler arasında, YAŞ Kararlarının yargı denetimine açılması (bilindiği gibi YAŞ kararıyla TSK'den ihraç edilenler yargı yoluyla bu karara itiraz etme hakkından yoksundurlar); memurlara toplu sözleşme ve grev hakkının verilmesi; Yargıtay başsavcısının siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin iddianamesinin TBMM'de onaylanması; Parti kapatmak için Anayasa Mahkemesi üyelerinin en az dörtte üçünün oyunun gerekli olması; parti kapatma yerine davaya konu eylemleri gerçekleştirenler hakkında dava açılması... gibi hususlar bulunuyor. Türkiye'nin demokratikleşmesinin sivilleşmeye bağlı olduğunu; sivilleşmenin demokrasinin olmazsa olmaz ve vazgeçilemez koşulu olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Türkiye'nin meselesi, artık sivil ve asker bürokrasinin hâkimiyetini tahkim edip pekiştirecek darbelerin önünü bir daha gerçekleşmeyecek biçimde kesmek, buna karşılık 'Hâkimiyetin Kayıtsız Şartsız Millete' ait olduğunu şüphe götürmeyecek biçimde restore edecek sivilleşme kararlarını alıp hayata geçirmektir.Şunu unutmamak gerek: Askerî Vesayeti tahkim etmenin tek yolu Politik toplumu (ve onun yaptırımcı ve ideolojik aygıtlarını) egemen kılmaktan geçiyorsa, Sivil Faşizmi önlemenin tek yolu, Sivil toplumu Demokratik hayata egemen kılmaktan geçer. Sivil Faşizmi önleme, Askerî vesayeti devletin yaptırımcı ve ideolojik aygıtlarıyla tahkim ederek değil, sivilleşme ile gerçekleşir. Sivil Faşizmin panzehiri, Sivil Toplumdur.
|
Nicholas Taleb, dünyada beklenmeyen şeyler olabileceğini anlatmak üzere ilginç bir örnek seçiyor: Siyah Kuğu. Beyazlıkla özdeşlemiş bir numaralı hayvan, birçokları için kuğudur. Kuğular beyaz olur. Başka türlüsü de pek ihtimal dahilinde değildir. Üstelik o güne kadar gördüğünüz bütün kuğular beyazsa, kuğuların hepsinin beyaz olduğuna ilişkin kişisel gözlemleriniz bu konudaki delillerinizi oluşturur. Ne var ki, dünyamızda sayıları çok az da olsa 'Siyah Kuğu'lar da vardır. Türkiye'de bir tane görmek isterseniz İzmir Doğal Yaşam Parkı'na gidebilirsiniz. Siyah Kuğu, beklenmeyendir; önceki genellemelerimizi altüst edendir. Bizi hazırlıksız yakalayandır. Hindi öyküsündeki, hindinin sahibinin elinde bıçakla geldiği gün, hindinin yaşam öyküsünün Siyah Kuğu günüdür. Hindinin tüm yaşam öyküsüyle bütünleşmiş inancının kırıldığı gündür.
Nicholas Taleb, 11 Eylül olaylarının da dünya tarihindeki bir Siyah Kuğu anı olduğunu belirtmektedir. Her alanda, ekonomide, teknolojide, biyolojide ve özel hayatımızda Siyah Kuğu anları vardır. Giderek yükseliş gösteren bir borsanın aniden çökmesi bir Siyah Kuğu anıdır. 2000'lere kadar yükseliş gösteren internet şirketlerinin 2000 yılında aniden batmaları, internet alanının Siyah Kuğu'sudur. Amerikan ekonomisinde kapanmaz, batmaz, yok olmaz denilen şirketlerin kapanması, batması birer Siyah Kuğu örneğidir. Siyah Kuğu şu ana kadar verilen örneklerde olumsuz gibi görünse de, her zaman olumsuz olmak zorunda değildir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu yok olurken Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkıp dünyaya örnek olacak bir ülke kurması, bir Siyah Kuğu'ydu. Avrupa, Osmanlı topraklarını paylaşırken Mustafa Kemal diye bir liderin çıkıp tüm beklentilerini boşa çıkarmasını beklemiyordu. Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Siyah kuğuları tahmin etmek bu kadar zorsa, ne yapacağız? Bu dünyadaki işlevim insanları düşündürmek. Görevimi yaptım, iş size kalıyor; iki kulağın arasındakini çalıştırıp Siyah Kuğu teorisini ne yapacağımızı bulmak sizin işiniz. |
" En büyük özgürlüğün, heveslerin tutsaklığından kurtulduğun zamandır.. "
|
Bazen ölüm gelip gurbette yakalar. Ansızın, beklenmedik bir şekilde. Öteki âleme hazırsanız hiçbir önemi yok Azrail'in sizi nerede bulacağının.Yavaşça, gönül rahatı içinde verirsiniz can denen emaneti. Belki bir telefon açar, "Doktorlar 'altı saatin kaldı' diyorlar. Bana hakkınızı helal edin." dersiniz. Bazen ona da gerek kalmaz. Nasıl olsa gözlerinizi yumduğunuzda yeniden doğacağınıza, rahmet-i Rahman'ın sizi sımsıcak saracağına inanırsınız. Çünkü ölüm, bir son değil, bir başlangıçtır. Yokluk değil, varlıktır. Bitiş değil diriliştir... Bazen de ölüm haberi sizi kıskıvrak eder. Bu, daha büyük bir çaresizliktir. Ani bir göç haberiyle sarsılırsınız. Daha düne kadar yanınızda hissettiğiniz bir dost, birden uçup gitmiştir. Haber vermeden, elveda demeden, 'Hakkınızı helal edin' deme fırsatını vermeden. Beklenmedik haber bazen sizi bir otel odasında yakalar, bazen bir dost meclisinde, bazen gurbetin tam kalbinde. İçinizde derin bir boşluk açar her vefat haberi. Kalbiniz burkulur, yüreğiniz sızlar, çaresizlik ve tevekkül içinde çırpınır durursunuz...
(Ekrem Dumanlı) |
Bir taraftan cehennem bütün şiddetiyle bizi kendine çekerken, diğer taraftan cennet daha büyük bir güçle bizi kendine çekmektedir. Bugün kabirleri mermerler ve çiçeklerle süslüyorlar. Kabrin içini de cennet bahçesi yapmak istiyorsak, bu, ibadetlerle mümkündür. Nasıl ki dikenin tohumu diken verir, gülün tohumu gül verir; insan cenazesi bir tohum gibi... Mezara girince diken gibi de yeşerebilir, gül gibi de yeşerebilir. Musalla taşındaki her cenaze, kürsüye çıkmış en büyük hatiptir. HEKİMOĞLU İSMAİL |
herhangi bir makama ve mevkiye elin yetişmediği zaman ayağının altına başka bir vasıta bul.sakın kuranı kerimi vasıta yapma..üstad saidi nursi.
|
Heyhât!.. Bugünkü ve yakın tarihin şeriat mümessillerine baktığımız zaman bu ahlak ve terbiyeden eser göremiyoruz!
Şeriat vecdi, aşkı, ahlakı ve terbiyesinden... Birçok insanlar, günümüzün ve yakın günün, yani bu seyrin insanları, bir çilingirin kırk-elli tane anahtarla cebinde gezmesi gibi, bildiği basit şeylerin gururu ve yanlış tefsiriyle gezer durur. Keser, biçer ve en öne geçer, sofrada en çok yemeği yer, ölünün başında nutuk çekr, kendinden hikmet savurur... Nasıl yetiştirilecek şeriat adamı?.. Bütün gaye bu.., Yani içi Allah korkusuyle dolu, şeriate kainat nizamının anahtarı diye bakan... Ahlak ve terbiyede üstün... Yine heyhat!.. Maalesef batılı kendi papazına batıl tarafından bu terbiyeyi veriyor. Papaz, esasında bir yanlışı güzellik klişeleriyle cazibeli kalarken, biz, hakikati kabalaştırma yolunda asırlarca mesafe aldık. Niçin bu terbiye yok?.. Teşekküllerimiz var!.. İşte önümde o teşekküllerden birçokları var... öğretmen, İmam-ı Hatip, Enstitü mensupları, vesaire... Niçin İslam muaşereti, İslam edebi, İslam zevki üzerinde telkinler yok?.. Öğretmen, verdiği dersin sadece dış kanavasından ibaret kalıyor. Böyle şey olur mu? |
Bir aralık Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalığım oldu. Kültür dersi hocalığı... Girdim sınıfa... Sınıfın gayet enteresan, hepsi kibarzâde Galatasaray mezunu malum tipleri...Karşılıklı oturduk. Talebede usûldür, hocasını imtihan eder. Hoca da talebesini... İki taraf evvelâ bir göz düellosu yapar. Konferanslarda da aynı şeydir. Evet; sınıf konuşmamı bekliyor, sesime kadar merakta...
Şöyle bir yoklama yaptım; döndüm dedim ki: - Çocuklar garibinize gidecek ama sorayım; İslamın kaç mezhebi vardır? Bunu bana söyleyecek var mı? - Tıss... - Hayret! dedim; yahu, fenalaşıyorum, hepiniz Müslüman çocuğusunuz; hepsi mezhep ismi istiyorum o kadar... Bir müddet sonra -şimdi gülenler ağlasın- bir delikanlı kalktı: - Efendim müsaade ederseniz ber söyleyeyim! Dedi. - Niçin söylemedin? Diye mukabele ettim. - Sebebi var efendim! - Söyle! Söyledi... Tek tek... Sordum: - İsmin ne? - Dimitro... Buyurun!.. Hayasından da önce müslümanların cevabını bekliyor. Bakın inceliğe... - Tûh suratınıza, dedim; utanmazlar!.. :) Necip Fazıl / Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu / sayfa 187-188 |
Aşk eksikliğimiz, arafda kalma sebebimiz..
Genelde insan, özelde daha çok kadın için bir hayâ ilkesi olan örtünün şekil ve muhtevası ayet ve hadisler ile sabit olduğu halde bugün örtüden çıkma, sıyrılma törenlerinin başrol oyuncusu haline getirildik. Bunun farkında mıyız, bilemiyoruz fakat asıl hüviyetinden uzakda bir avuntuyla oyalandığımıza şahitlik etmek güç değil. ): Semerkand /Aile ( sayı 33 ) |
Robert Kolej'de de edebiyat hocası idim. Onların bir takım sınıfları var. Yüksek sınıfmış... Gayet mağrur talebe... Sınıfa girince ne göreyim? Talebeden herbirinin ayağı omuzunda desem caiz... Birden irkildim:
- İndirin ayaklarınızı!.. Size bu terbiyeyi kim verdi?.. İsteksiz isteksiz indirdiler. - Türk çocuklarısınız, Türk terbiyesi istiyorum sizden!.. Kalakaldılar. Ders böyle açıldı. İkinci ders: - Niçin Amerikalılar bu mektebi bu kadar yer varken, hisarın yanında yapmıştır? Bir vazife veriyorum size... Zekânızı anlamak için... Dedim. Gelen vazifeler entipüften şeylerdi. Talebelerden hiçbirinde, Batı kültür emperyalizmasının gizli niyetlerini ayırd etmeye kabiliyet yoktu. Sınıfa dedim ki: - Amerikalı bu binayı Fatih Sultan Mehmed'in büyük fethine nazire olarak kendi ruh fethini gerçekleştirmek için bir remz olarak bina etmiştir. Gaye, Türk'ü milli kökünden koparmaktır! Bu manaya biraz yaklaşan bir talebe dikkatimi çekti. Hatta bir gün bir baba, o talebenin babası beni yolda durdurdu. Elimi öpmeye kalktı. Çocuğuna verdiğim terbiyeden dolayı... Ama ben ne yapayım ki, yaptığım iyi veya doğru, her tarafından su alan bir gemidğ potinlerimle denize su boşaltmaya çabalar gibiydim. Potin potin dökmekle su bitirilemez gemiden... İslâm terbiyesi, İslâm terbiyesi!.. Necip Fazıl / Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu / 188 - 189 |
Açıkça görülüyor: Gazi Mustafa Kemal Paşa, sivil otoritenin dayatması karşısında, Anayasa'da istediği değişiklikleri yapmasına imkân bulamamış, onu, kendi deyişiyle 'o zaman için beis görmediği tavizleri' vermek zorunda bırakmıştır. Bu, 1924 Anayasası'nın, şeksiz ve şüphesiz, sivil bir anayasa olduğunu gösterir.
Bir defa daha söyleyeyim: Gerek 1921 Anayasası gerekse 1924 Anayasası, askerî vesayetin hâkimiyetini mümkün, hatta meşru kılacak koşullara rağmen, sivil anayasalardır. Birinci ve İkinci Büyük Millet Meclisleri, 1925 yılına, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıncaya kadar sivil ve elbette demokratik meclislerdir. Ve 1920 ile 1925 yılları arası Türkiyesi'nde ne askerî vesayet ne de sivil faşizmden söz edilebilmesi mümkün değildir. Türkiye'de 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası olsun, 1980 darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası olsun, askerî vesayet altında hazırlanmış anayasalardır. İlginç değil mi? Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın tartışma götürmez iktidarı sırasında ve elbette milletvekili seçimleri müntehib-i sânî'ler (ikinci seçmenler) vasıtasıyla, bir başka deyişle doğrudan millet iradesiyle yapılmıyor olmasına rağmen Birinci ve İkinci TBMM'lerin askerî vesayet altında olmamaları ve bu Meclislerce hazırlanan anayasaların, askerî vesayetle bir ilişkisi bulunmaması? Buna karşılık, Türkiye'nin çok daha demokratik bir hayat tarzını sürdürdüğü 1960 ve sonrasında yürürlüğe konulan anayasaların, 1961 ve 1982 Anayasalarının, askerî vesayet altında hazırlanmış olması? Kısaca şu: Sivil anayasa, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın karakteridir. İki sivil anayasanın (1921, 1924) Gazi Mustafa Kemal Paşa döneminde, iki anayasanın da (1961, 1982), cuntaların askerî vesayeti döneminde yürürlüğe konulmuş olmasından çıkarılacak dersler olmalıdır... |
Dostumla konuşurken ona ilişkilerimden, ailemden oradan buradan bahsettiğimde kendimi bir rekabetin içine düşmüş gibi hissetmediğimi, benimle aşık atmadığını ve benimle kendisini kıyaslamadığını farkettim. Beni dinliyor ve söylediklerimi önemsiyor.
|
Bugün siyaset olmadan yaşayabilir miydik, sorusunun cevabını maalesef olumlu şekilde veremiyorum. Öylesine karmaşık bir sosyal sistem var ki, bu sosyal sistem için idare politikaları ve siyaset gerekiyor. Okul açmaktan, öğretmen maaşı vermekten, yol yapmaktan telekomünikasyon altyapısı düzenlemeye kadar yüzlerce değişik konuda karar almak gerekiyor. Ancak yine de sıradan insan ve vatandaş, siyasi kararlar üstündeki etkisi neredeyse hiç yokken kendi yaşamsal amaçlarıyla uğraşmak yerine siyaset meselelerine konuşmaya zamanını harcıyor. Kendi hesabıma siyaset konuşmak yerine, kitap okuyorum, işim her ne ise onu en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Çünkü bunlar benim kontrol edebildiğim unsurlar. Etkimin olduğu konulara odaklandığımda sonuç alabildiğim için mutlu oluyorum
|
Böyle bakıldığında 27 Mayıs'tan bugüne uzanan darbelerle şu an yaşamakta olduğumuz sürecin niteliksel olarak farklı olduğunu söylemek durumundayız. Geçmiş darbelerde dizginler ordunun elindeydi. Zamanlamasını kendileri saptadılar, olayları yönlendirdiler ve koşulların olgunlaşmasını beklediler. Öyle ki darbe noktasına gelindiğinde risk de asgariye inmiş, kurumun yıpranma ihtimali kalmamış, hatta Silahlı Kuvvetler'in bir kurtarıcı olarak görülmesi, demokrasinin temel direği olarak sunulması mümkün olmuştu. Öte yandan darbe yapmamanın da riski son derece azdı. Kimse yaşananlardan dolayı askeri sorumlu tutmadığı gibi, ordu yıpranmayan tek kurum olarak ayakta durmaktaydı. Diğer bir deyişle Türkiye'de darbeler her zaman eyleme geçmenin de, geçmemenin de kurumsal riskinin minimumda olduğu noktada yapıldı. Bu müdahale geleneğine rağmen, ama belki de tam bu nedenle, orduya duyulan 'güven' sürdü. Eğer bir benzetme gerekirse, ordu, balığın oltasına gelmesini sabırla bekleyen balıkçı gibiydi...
|
All times are GMT +3. The time now is 00:39. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025