Siyaset Forum

Siyaset Forum (https://www.siyasetforum.com.tr/index.php)
-   Tasavvuf (https://www.siyasetforum.com.tr/forumdisplay.php?f=329)
-   -   ~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası// (https://www.siyasetforum.com.tr/showthread.php?t=46667)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:02

Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
Bütün bu yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur. Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan tüccararın müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürer. Oranın idarecileri de o malları alır. Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düş-manıdırlar. ALLAH Teâlâ´nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!

ALLAH Teâlâ´nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğim öğretmesine dikkat et! ALLAH Teâlâ´nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At´ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?

ALLAH Teâlâ´nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!

Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! ALLAH Teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:03

Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar

Bitkilerin ve hayvanların, olduğu gibi parçalanıp yenilmesi mümkün değildir. Her birinde ıslah etmek, pişirmek, bazısını bazısının içerisine atmak suretiyle terkib ve tasnif yapmak ve daha sayılmayacak kadar birçok işler lazımdır. Her yemek için bunu saymak uzar. Bu bakımdan biz her ekmeği ele alalım: O tek ekmeğin, tohumu yere ekilip yenecek dereceye gelinceye kadar nelere muhtaç olduğuna bakalım.

Bu bakımdan o ekmek, ekilmek için önce çiftçiye muhtaçtır, çiftçi önce toprağı ıslah etmelidir. Sonra çift sürecek öküz ve saban ile diğer şeylere ihtiyaç vardır. Bundan sonra bir müddet sulamaya ihtiyaç vardır. Sonra yeri yabanhi bitkilerden temizlemek, sonra biçmek, sonra dövmek, sonra samandan temizlemeye ihtiyaç vardır. Sonra öğütmek, sonra hamur yapmak, sonra ekmek yapmaya ihtiyaç vardır.

Bizim zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz, bu fiillerin sayılarını düşün. Bu hususta insanın muhtaç olduğu demir, ağaç, taş ve benzeri aletlerin sayısını düşün. Sanatkârların saban, öğütme ve ekmek aletlerini ıslah etmekte muhtaç oldukları şeyleri düşün! Marangoz, demirci ve benzeri kimseleri düşün! Demircilerin demire, bakıra, kalaya olan ihtiyacını düşün! ALLAH Teâlâ´nın dağları, taşları ve madenleri nasıl yarattığını, yeryüzünü nasıl komşu kıtalara böldüğünü düşün!

Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elindeng eçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevkeden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!

Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmibeş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer ALLAH Teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, ALLAH Teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl şevketmiş?! Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Birşeyi beraberce ve çabukça keserler. Eğer ALLAH Teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hz. Nuh (a.s) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun! O halde göz sahiplerini kör olanlara bu hususta ilhak eden, peygamberleri bu hususu açıklamaktan meneden ALLAH ortaktan münezzehtir.

Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan ALLAH ortaktan münezzehtir. Bununla meşiyeti yerini buldu ve hikmeti tamamlandı.

Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim. Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:04

Korku´nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık

Sabır iki türlüdür. Onlardan biri, bedenîdir. Bedenen meşakkatlere göğüs gerip tahammül etmek gibi... O da ibâdetler veya başka şeylerden meydana gelen zor amelleri yapmak gibi ya fiille olur veya korkunç yaralara, ağır hastalığa ve şiddetli darbeye sabretmek, göğüs germekle olur. Bu da eğer şeriata uygunsa bazen güzel olur. Fakat tam güzel olan sabır, öbür çeşididir. O da hevâ-i nefsin isteklerine ve tabiatın iştahlarına nefsin sabretmesidir.

Bu çeşit sabır, eğer midenin ve tenasül uzvunun şehvetine sabretmekse, buna iffet adı verilir. Eğer nahoş bir hâdiseye tahammül etmekten gelen bir sabır ise, halk nezdinde hâdiseye göre değişik isimler alır. Eğer bir musibette ise sadece sabır ismiyle iktifa edilir. Buna zıd ceza ve hele diye adlandırılan bir durum vardır. Bu zıd durum, hevâ-i nefsin isteğini sesi yükseltmek, yanaklara vurmak, yakayı yırtmak ve benzeri hareketlere nefsi bırakmaktır.

Eğer zenginliği göğüslemekte ise buna zabt´ün-nefs (nefsi zapt u rapt altına almak) adı verilir. Bunun zıddı olan hâle Batar (saldırganlık) ismi verilir. Eğer nahoş hâdiseyi, savaşta göğüslerse, buna şecaat (kahramanlık) adı verilr. Bunun tam tersine de cebanet (korkaklık) adı verilir. Eğer öfkeyi veya gayzı yutmak hususunda ise, bu takdirde sabra hilim adı verilir. Bunun zıddına tezemmür denir. Eğer zamanın musibetlerinden rahatsız edici bir musibete sabrediyorsa, bu tür sabra göğüsün genişliği mânâsına gelen siat´üs-sadr adı verilir. Bunun zıddına dacer, te-berrum ve göğüs darlığı mânâsına gelen dik´us-sadr denir.

Eğer bir konuşmayı gizlemek hususunda sabretmişse buna kitman´üs-sır (sırrı gizlemek) adı verilir. Bu sabrın sahibine de ketûm denir. Eğer yaşlılığa sabretmek ise, bunun adına zühd, zıddına da hırs denir. Eğer azla yetiniyorsa buna kanaat ismi verilir. Bunun zıddına oburluk mânâsına gelen şereh denir. Bu bakımdan imanın çoğu sabra dahildir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber´e imandan sorulduğunda şöyle demiştir: ´O, sabrın ta
kendisidir´. Çünkü imanın çoğu ve en aziz amelleri sabırdır.

Yine Hz. Peygamber ´Hac Arefe´dir´.15 buyurmuştur.

ALLAH Teâlâ, bunların bütün kısımlarını bir arada derleyerek hepsine birden sabır adını verip şöyle buyurmuştur:
Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar bunlardır. (ALLAH´ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)

Madem durum budur, o halde bunlar, ilgilendikleri konuların değişikliklerine göre, sabrın kısımlarıdırlar. Kim mânâları isim-lerden alıyorsa, o kimse zanneder ki bu durumlar, haddizatında ve hakikatlerinde de değişiktirler. Çünkü isimleri değişik görür. Fakat dosdoğru yolda yürüyen ve ALLAH´ın nûruyla bakan bir kimse ise, önce mânâları mülâhaza eder, dolayısıyla hakikatlerine muttali olur, sonra isimleri düşünür. Çünkü isimler mânâlara delâlet etmek için vaz´edilmişlerdir. Bu bakımdan mânâlar, asılların ta kendileridir. Lâfızlar ise tâbilerdir. Öyleyse asılları tâbilerde arayan bir kimse elbette haya eder.

Bu iki gruba şu ayetle işaret edilmiştir:
Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yol üzerinde düzgün yürüyen mi?
(Mülk/22)

Kâfirler, yanıldıkları yerlerde ancak böyle makûs kaidelerden ötürü yanılmışlardır. ALLAH Teâlâ´dan keremi ve lütfu sayesinde, hüsn-ü tevfîkini dileriz.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:05

Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar

Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et!
Ve onların kalplerinin arasını birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi herşeydin yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat ALLAH onların aralarını birleştirdi.(Enfâl/63)

Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Sonra bu sevgiyi, sürtüştükleri birtakım hedefler ortadan kaldırır. İnsanın tabiatında kabalık, hased ve başkası ile münakaşa etmek vardır. Bu da vuruşmaya, nefret etmeye sirayet eder. Bu yüzden ALLAH Teâlâ´nın onların üzerine saltanat sahiplerini nasıl musallat kıldığına, onlara kuvvet, silah ve sebeplerle nasıl yardım ettiğine, onların korkusunu kendilerine ister istemez itaat etsinler diye halkın kalbine nasıl attığına, sultanları memleketin ıslah yoluna nasıl hidayet ettiğine dikkat et! Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır. Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi...

Dikkat et! ALLAH Teâlâ peygamberi (a.s.) gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk arasındaki adalaeti korumak ve halkı zaptetmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık), saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler. Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.

ALLAH Teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah etti. Me-leklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle ALLAH arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.

Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir. Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.
Biz bizim (uğrumuz) da mücahede edenleri elbette yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69)

Eğer O´nun fazilet ve keremi olmasaydı muhakkak biz bu nimetlerin marifetine kendiliğimizden varamazdık. Eğer O´nun nimetlerinin künhünü ihâta etmek tamahkârlıktan bizi korumasaydı, muhakkak biz o nimetleri ihâta edip sonuna kadar saymaya heves ederdik. Fakat ALLAH Teâlâ, kudret hükmüyle bizi böyle yapmaktan uzaklaştırdı ve şöyle buyurdu:
ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız!(Nah/18)

Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının herbirinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: ALLAH şöyle buyurmaktadır: ´Mülk bugün kimindir?´ hiç kimse buna cevap veremez. ALLAH Teâlâ şöyle der:
Kahhar (her şeye galip olan) tek ALLAH´ındır.(Gâfir/16)

Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten ALLAH´a hamd olsun!

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:06

Havf - Korku

Din teşvikçisi, hevâ-i nefsin teşvikçisine nisbeten üç duruma sahiptir:

Bir
Bu, hevâ-i nefse çağıran gücü artık münazaa ve münakaşa edecek gücü kalmayacak derecede mağlup etmektir. Buna ancak sabrın devamıyla varılabilir. Bunun için ´Sabreden zafere ermiştir´ denir.

Bu rütbeye ulaşan çok azdır. Şübhe yoktur ki bunlar, mukarreb olan sıddîkların ta kendileridir. O sıddîklar ki ´RABBİMiz ALLAH´tır´ demişler, sonra dosdoğru hareket etmişlerdir. İşte bunlar dosdoğru yola yapışmışlar, kuvvetli yol üzerinde dimdik durmuşlar, nefisleri din teşvikçisinin isteği üzerine itminana kavuşmuştur. Onlar ´Ey itminana kavuşan nefis! rabbinden (nimetinden) razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!´ davetiyle çağırılmışlardır.

İki
Bu hâl, hevâ-i nefis davetçilerinin galebe çalması ve din teşvikçisinin mücadelesinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kişi nefsini tamamen şeytanların ordusuna teslim eder. Mücâhededen ümitsiz olduğu için, artık mücahede etmez hale gelir. Bunlar, gafillerin ta kendileridir ve insanların çoğunluğunu bunlar teşkil ederler! Bunlar o kimselerdir ki şehvetleri onları kul ve köle edinmiştir, şekavetleri kendilerine galebe çalmıştır.

Bu bakımdan ALLAH´ın düşmanlarını, ALLAH´ın sırlarından bir sır ve emirlerinden bir emir olan kalplerine hakim kılmışlardır. Şu ayette bunlara işaret vardır:
Dileseydik herkesi hidayete erdirirdik. Fakat benden ´Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, sözü çıkmıştır. (Secde/13)

İşte bahsi geçenler ahireti verip dünya hayatını satın alan ve alışverişinde zarar edenlerdir. Onları irşad etmek isteyen bir kimseye vahy lisanıyla şöyle denilmiştir:
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimseden yüz çevir. Onların ilimden erebildik-leri (son had) işte budur.(Necm/29-30)

Bu durumun alâmeti ümitsizlik ve kuruntularla aldanmaktır. Bu ise, ahmaklığın en son derecesidir.

Nitekim Hz. Peygamber seyyie buyurmuştur:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonraki hayatı için amel eder. Ahmak o kimsedir ki nefsim hevasına tabi kılar, (amelsiz) ALLAH´tan yüksek dereceler temenni eder16

Bu durumun sahibi, kendisine nasihat edildiği zaman der ki: ´Ben tevbeye müştakım. Fakat tevbe etmek bana zor geldiği için tevbe etmekten ümidimi kestim!´ veya tevbeye müştak olmadığı için şöyle der: ´Muhakkak ALLAH gafûr, rahîm ve kerîmdir. Benim tevbeme ihtiyacı yoktur!´

Bu miskin adamcağızın aklı, şehvetine köle olmuştur, O aklını şehvetinin ihtiyacını yerine getiren hilelerin inceliklerini elde etmek hususunda kullanır, Bu bakımdan onun aklı, kâfirlerin elindeki bir müslüman esîr gibi, şehvetlerin elinde esirdir. Onlar onu domuzları gözetmede, şarapları koruyup getirmede kullanırlar! Böyle bir kimsenin ALLAH katındaki durumu, bir müslümanı mağlup edip kâfirlere teslim eden bir kimsenin durumu gibidir.

Çünkü bu kimse, açık cürmü yoluyla eğlenceye alınmayacak olanı eğlenceye almış ve serbest kalması gerekeni de başkasının tahakkümüne vermiştir. Oysa müslümanın hakkı hâkimiyet, ALLAH´ı tanımayanın hakkı mahkûmiyet iken bunu tersine çevirmiştir. Başkası için bu hakka riayet gerektiği gibi, kendi hakkını koruması daha önceliklidir. Ne yazık ki ALLAH´ın tarafını tutarı meleğin askerini, şeytanın tarafını tutan orduya teslim etmiştir. Aklını şehvetine esir eden bu adamın bu tutumu, bir müslümanı bir kâfire köle yapan bir kimse gibi veya kendisine iyilikte bulunan padişaha kasteden ve padişahın en aziz evladını tutup düşmanlarından birine teslim eden bir kimse gibidir. Bu kimsenin ALLAH´ın nimetini inkâr edişine ve ALLAH´ın azabını davet etmesine dikkat et. Çünkü hevâ-i nefis ALLAH´ın nefret ettiği yeryüzünde ibâdet edilen en sevimsiz şeydir. Akıl ise, yeryüzünde yaratılmış en aziz varlıktır.

Üç
Üçüncüsü, akıl ve şehvetin kuvvetleri arasında savaşın sürüp gitmesidir. Bazen birinin, bazen diğerinin galip gelmesidir. Böyle bir şahsın benzeri, mücâhidlerden sayılır, zaferi elde edenlerden değil! Bu durumun ehli, salih ve kötü ameli karıştırmışlardır. Umulur ki ALLAH tevbelerini kabul etsin. Bu hüküm kuvvet ve zayıflık itibariyledir. Bunda kendisine karşı sabredilenin sayısı itibariyle üç hâl meydana gelir; zira bu şahıs ya bütün şehvetlere galebe çalar veya hiçbir şeye galebe çalamaz veya bir kısım şehvetlere galebe çalar, bir kısmına çalamaz.

Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir işle kötü işi birbirine karıştırdılar.(Tevbe/102)

Bu ayetin anlamının şehvetin bazısına galip, bazısına mağlup olan kimsenin üzerine hamledilmesi daha evladır. Mutlak mânâda şehvetlerle mücadeleyi terkedenler ise, hayvanlara benzerler. Hatta yol bakımından daha sapıktırlar; zira hayvanda şehvetle mücâhede eden kudret yaratılmamıştır. Böyle bir kimseye ise, bu meziyet verilmiş, fakat o bunu muattal bırakmıştır. Bu bakımdan bu kimse ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ve hakka arkasını çevirenin ta kendisidir. Nitekim şair şöyle demiştir:

Ben halkın ayıpları içerisinde hiçbir ayıp görmedim ki itmam etmeye kudretleri olup da eksik kalanların eksikliği gibi olmasın!

Sabır, kolaylık ve zorluk itibariyle de nefse zor gelen ve kendisine ancak büyük bir gayret ile devam etmek mümkün olan ki buna tesettür (zoraki sabır) adı verilir kısım ile fazla yorgunluk olmaksızın biraz nefse yüklenmekle meydana gelen kısma ayrılır. Bu ikinci kısma da sabır ismi verilir. Takvâ devam ettiği, neticedeki en güzel olanı tasdik etme kuvvet bulduğu zaman sabretmek kolaylaşır.

Bu sırra binaen ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kim verip korunursa ve en güzel kelimeyi tasdik ederse, onu en kolay yola muvaffak ederiz.(Leyl/75-7)

Bu tür sabır, kuvvetli olan bir kimsenin, âciz bir kimseye saldırışına benzer. Onu yenmek hususunda bir yorgunluk ve zorluk çekmez. Fakat hasmı da güçlü olursa bu kimse ancak yorgun
luk ve fazla çaba sarfetmekle, ter dökmekle onu alt edebilir.

İşte dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisi arasında da aynen bunun gibi savaş vardır. Bu savaş haddi zatında melek ve şeytan orduları arasındadır. Ne zaman şehvetler teslim olursa, dini teşvik eden güç galebe çalar, uzun zaman devam etmek sûretiyle sabretmek kolaylaşırsa bu durumda Rıza bahsinde geleceği gibi rıza makamını elde eder. Bu bakımdan rıza, mertebe bakımından sabırdan daha yücedir.

Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
ALLAH´a rızan ile ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte de çok hayır vardır.17

Ariflerden biri şöyle demiştir: "Sabır ehli üç makam üzerindedir. O makamların birincisi, şehvetin terkidir. Bu, tevbe edenlerin derecesidir. O makamların ikincisi de takdir edilene rıza göstermektir. Bu da zâhidlerin derecesidir. O makamların üçüncüsü de mevlâsı tarafından başına gelene muhabbet göstermektir. Bu da sıddîkların derecesidir. Biz Muhabbet bahsinde, muhabbet makamının rıza makamından, rıza makamının da sabır makamından daha yüce olduğunu beyan edeceğiz. Sanki bu taksim, özel bir sabır hakkında cari olmuş ki o da musibet ve belalar üzerindeki sabırdır.

Sabır da hükmü itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır. Bu bakımdan mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır. Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmek nafile sabırdır. Mahzurlu şeylere sabretmek mahzurlu´dur. Tıpkı kendi eli veya çocuğunun eli başkası tarafından kestirildiği halde sükût edip sabreden bir kimse gibi ve tıpkı ailesine veya himayesi altında bulunan kadınlara şehvetle yaklaşana karşı gayreti kabarır, fakat gayretini göstemeyip sabreden veya aile efradının başından geçene karşı sükût eden bir kimsenin sabrı gibi... Böyle bir sabır haramdır. Mekruh olan sabır ise, şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermektir. Bu bakımdan şeriat, sabrın mihenk taşı olmalıdır. Öyleyse sabır imanın yarısıdır hükmü sana sabrın hepsi güzeldir hayalini verirse bu uygun değildir. Aksine sabır´dan gaye; sabrın özel kısımlarıdır.

15) Sünen sahipleri, (Abdurrahman b. Ya´mer´den)
16) Gurur bölümünde geçmişti.
17) Tirmizî, (İbn Abbas´tan)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:07

Şükür

Daha önce, peygamberleri ıslah edip, hidayet etmek ve onlara vahyi tebliğ etmek ile meleklerin yaratılışındaki ilâhî nimetten anlattığımız şeyler senin malûmundur. Meleklerin sadece bunları yaptıklarını zannetme! Çokluğu ve mertebelerinin tertibi ile meleklerin tabakaları kısaca üç tabakaya inhisar eder:
A) Arzî (yeri idare eden) melekler,
B) Semâvi (gökleri idare eden) melekler,
C) Hamelet´ül-Arş (Arşı yüklenen) melekler.
ALLAH Teâlâ´nın melekleri sana hidayet, irşad ve başka vazifelerde değil yemeğe ve daha önce bahsettiğimiz gıdaya dönüşen hususlarda vekil kıldığına dikkat et! Fakat bunların herbir parçasını, bitki parçalarından her birini en az yedi melek, bazen on, bazen yüz, bazen de yüzden daha fazla melek, gıdalandırmakta vekil kılınmışlardır.

İzahı şudur: Gıdanın mânâsı, yok olan gıda parçasının yerine başka bir parçanın geçmesidir. Bu gıda, sonunda kan olur, sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olduğu zaman, gıdalanma tamamlanır. Kan ile et, marifet, kudret ve ihtiyarı olmayan cisimlerdir. Onlar kendiliğinden harekete geçmez. Kendi kendisine durup dururken bozulmaz, sadece tabiat da bunları değişik kalıplara sokmaya kâfi değildir. Nasıl ki buğday kendiliğinden un, hamur, ekmek olmazsa, ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olursa, işte öyle!

Tıpkı bunun gibi kan kendiliğinden, et, kemik, sinir ve damar olmaz. Ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olur. İç âlemdeki sanatkârlar meleklerin ta kendisidir. Nasıl ki zâhirdeki sanatkârlar memleketin ahâlisinin ta kendisi ise... ALLAH Teâlâ zâhir ve bâtında nimetlerini senin üzerine dökmüştür. Bu bakımdan onun bâtınî nimetlerinden gafil olman uygun değildir. Öyleyse derim ki gıdayı et ve kemiğe dönüştüren bir melek lâzımdır; zira gıda kendiliğinden hareket etmez. Başka bir melek lâzımdır ki onun komşuluğunda gıdayı tutsun. Üçüncü bir melek lâzımdır ki ondan kan yapsın. Dördüncü bir melek lâzımdır ki ona kan, sinir veya kemik şeklini versin. Beşinci bir melek lâzımdır ki gıdanın ihtiyacından fazla olan fuzulî maddeyi uzaklaştırsın. Altıncı bir melek lâzımdır ki kemik sıfatını kazananı kemikle, kan sıfatını kazananı da kanla birleştirsin. Böylece ayrı bir parça olması Yedinci bir melek lâzımdır ki yapıştırmada miktar ve hassas ölçüleri gözetsin. Yuvarlaklığını, enliğini, boşluğunu yapıştırsın ve her birini ihtiyaç miktarı kadar korusun, çünkü melek, mesela gıdadan, çocuğun burnu üzerine konması gereken parçayı baldırına koyarsa baldır oldukça büyür. Burun delikleri iptal olunur. Sûret ve yaratılış oldukça çirkinleşir.

İnceliğine rağmen göz kapaklarına, berraklığına rağmen gözbebeğine, kalınlığına rağmen baldırlara, katılığa rağmen kemiğe,miktar, şekil bakımından bunların herbirine uygun olanı sevketmesi gerekir, aksi takdirde sûret iptal olunur. Azaların bazısı büyük, bazısı zayıf ve küçük olur. Kısmet ve taksitte adil olan melek, eğer buna riayet etmezse, çocuğun başına ve bedeninin diğer yerlerine gıdadan ayaklarından birinin büyümesine vesile olan birşey
sevkederse o ayak, olduğu gibi kalır, bütün beden büyür. Şişman ve tek ayaklı bir şahsın ayağı çocuk ayağı gibi olursa bu kimse asla o ayaktan istifade etmez. Bu bakımdan taksimdeki bu ince hesabı gözetmek meleklerden birine havale edilmiştir. Zannetme ki
kan, kendi tabiatıyla şeklini tayin ediyor; zira bu işleri tabiata havale eden kimse ne dediğini bilmeyen bir cahildir.

İşte bu vazifeleri yapan arzî meleklerdir. Onlar sen uykuda istirahat edip, gaflet içerisinde dönerken seninle meşguldüler. Onlar senin içindeki gıdayı ıslah ettikleri halde sen onlardan haberdar olamazsın. Bu durum, parçalanmayan kısımlarının her birinde vardır. Hatta göz ve kalp gibi bazı parçalar yüz melekten daha fazlasına muhtaçtır. Biz kısa kesmek için bunun tafsilatını bıraktık. Arzî meleklerin imdadı, hakikati ancak ALLAH tarafından bilinen malûm bir tertip üzere semavî meleklerden gelir. Semavî melekler de hamlelet´ül-arş meleklerinden imdad alırlar. Teyid, hidayet ve tasdîd ile hepsine nimet eden Müheymin, Kuddüs, mülk ve melekûtun biricik sahibi, izzet ve ceberrûtun mâliki, gökler ve yerin cebbârı, mülkün, celâl ve ikramın sahibi olan ALLAH´tır!

Gökler, yer, bitkiler ve hayvanların parçalarını, hatta yağmur tanelerini, bir taraftan diğer bir tarafa kayan bulutların her birini idare eden melekler hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur. Bu nedenle hadislerle delil göstermeyi terkettik. Soru: Neden bu fiillerin tümü bir meleğe teslim edilmedi de yedi meleğe ihtiyaç duyuldu? Oysa buğday da önce öğütene, sonra eleyene, su katana, hamur yapana, ekmek yapana, inceltene, tandıra yapıştırana muhtaçtır. Fakat bütün bu vazifeleri tek başına bir kişi yapar. Neden meleklerin batınî amelleri, insanların zâhirî amelleri gibi olmadı?
Cevap: Meleklerin yaratılışı insanın yaratılışına muhaliftir. Onlardan hiçbir melek yoktur ki sıfatı müstakil bir şekilde olmasın. Asla onlarda terkib ve karışma bulunmaz, Bu bakımdan her melek için bir tek fiil vardır.
Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır. (Sâffât/164)

Bu nedenle melekler arasında mücadele ve kavga yoktur. Her´ birini bir mertebeye tayin etmenin, kendisine bir fiili havale etmenin misali, beş duyunun misâli gibidir; zira göz, sesleri idrâk etmekte kulakla sürtüşmez. Koku duyusu onlarla mücadele etmez. Onların ikisi de koku duyusu ile mücadele etmezler. El, ayak gibi değildir; zira sen ayağın parmaklarıyla ancak küçük birşey yapabilirsin. Böylece ayak elle sürtüşür. Bazen de başkasına başınla vurursun. Böylece baş, vurma aleti olan elle mücadele etmiş olur. Melekler, tek başına öğütmeyi, hamur yapmayı ve ekmek yapmayı yürüten bir insan gibi de değildir; zira bu, bir nevi eğrilmektir ve adaletten bir nevi kaymadır. Bunun sebebi de insanın sıfatlarının ve isteklerinin değişikliğidir; zira insanın sıfatı bir örnek değildir. Bu bakımdan fiili de bir olmaz.

Bu nedenle insanı, bazen ALLAH´a isyan eder, başka bir zaman da itaat eder görürsün. Çünkü insanda istekler ve sıfatlar değişiktir. Bu durum meleklerin tabiatında mümkün değildir. Melekler, itaat üzere yaratılmışlardır. Onlarda isyan imkânı yoktur. Şüphesiz ki onlar ALLAH´a, emrettiği hususta isyan etmezler. Kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar. Gevşemeden gece gündüz tesbih ederler. O meleklerden rükûa varan daima rükûdadır. Secdeye varan daima secdededir. Kıyamda olan melek de devamlı kıyamdadır. Onların fiillerinde ne değişiklik, ne de gevşeklik vardır. Herbirisinin malûm bir makamı vardır, onu geçemez. Onların ALLAH için taatları öyle bir durumdadır ki orada muhalefet edemezler. Onların itaati senin azalarının sana itaat etmelerine benzer; zira sen gözlerini açmayı kesinlikle irade ettiğin zaman, sıhhatli olan bir göz için bazen itaat etmede tereddüt etmesi, bazen etmemesi diye birşey yoktur. Aksine senin göz kapakların emrine veya yasağına hazır bir durumda bekler. Senin işaretinle hemen açılır ve kapanır. İşte bu, bir yönden meleklerin itaatına benzer. Fakat bir yönden de meleklere benzemez; zira göz kapağı gerek açmak, gerekse kapatmak hususunda kendisinden sadır olan hareketi bilmez. Melekler ise, diridirler ve ne yaptıklarını bilirler. Madem durum budur, bu arzî ve semavî melekler hususunda ve sadece yemek hakkındaki senin onlara olan ihtiyacın ALLAH´ın senin üzerindeki bir nimetidir. Diğer hareketler ve ihtiyaçlar da başka... Biz onları zikretmekle kitabı uzatmadık.

İşte bu tabaka, nimet tabakalarından başka bir tabakadır. O tabakaların tümünü saymak mümkün değildir. Acaba bu tabakaların altına giren fertler nasıl sayılabilir? ALLAH Teâlâ, zâhir ve bâtında senin üzerine nimetlerini akıtarak şöyle buyurmuştur:
Günahın gizlisini de açığını da bırakın! (En´âm/120)

Günahın gizlisini bırakmak, halkın bilmediği hased, kötü zan, bid´at, halk için kötü şeyler düşünmek ve kalplerin diğer günahlarından ibaret olanları terketmektir. Bu günahları bırakmak gizli nimetlerin şükrüdür. Azalarla yapılan açık günahı bırakmak da açık nimetin şükrüdür. Göz açıp kapamak kadar olsa dahi ALLAH´a isyan eden bir kimse mesela gözün kapatılması gereken bir yerde açılması gibi göklerde, yerde ve bunların arasındaki kendisine verilen ALLAH´ın her nimetini inkâr etmiş olur; zira melekler, gökler, yer, hayvanlar, bitkiler ve ALLAH Teâlâ´nın yarattığı herşey bütünüyle kulların her biri için nimettir. Onunla kulun faydalanması tamamlanmıştır. Her ne kadar başkası da ondan fayda görse bile; zira göz kapağı her açıldığında ALLAH Teâlâ´nın o kapakta iki nimeti vardır.

Bir de ALLAH Teâlâ her kapakta birçok adaleler yaratmıştır. Onların telleri ve dimağa bağlı ipleri vardır. O iplerle kapağın aşağı inmesi tamamlanır. Aşağı kapağın yükselmesi sağlanır. Her kapağın üzerinde siyah kıllar (kirpikler) vardır. Onların siyahlığındaki ilâhî nimet ise, onun gözün .ışığını toplamasıdır; zira beyazlık ışığı dağıtır. Siyahlık ise toplar. Onu bir saf halinde tertip etmekte ilâhî bir nimet vardır. Küçük böcekleri gözün içine girmekten menetmek ve havadaki pislikleri (mikropları) ALLAH Teâlâ´nın o tüylerin her birinde kökünün yumuşaklığı, yumuşaklıkla beraber dik bir şekilde konması bakımından iki nimeti vardır ve kirpiklerin birbirine geçmesinde hepsinden daha büyük bir nimet vardır. O da havanın tozu bazen gözü açmaktan meneder. Eğer kapatılırsa, göz görmez. Bu bakımdan alt ve üst kirpikleri birbirine girecek kadar sık bir şekilde bir araya getirmiştir. Dolayısıyla o kıllar harici bir kirin göze girmesine mâni olur. Ama görmeye mâni olmaz. Sonra göz bebeğine bir toz girerse kirpiklerin kenarları aynayı örten gibi, göz bebeğinin üzerine kapanıp koruyacak halde yaratılmıştır.

İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olur. Sivrisineğin göz kapağında kirpik yaratılmadığı için, sineğe iki el verildi. Onun o ellerle göz bebeklerini temizlediğini ve sildiğini görürsün!

Bu kitabın esasından daha fazla uzaklaşmamak için nimetle-rin tafsilâtını saymayı terkettik. Eğer zaman mühlet verir, tevfîk de yardım ederse onun için müstakil bir kitap yazmayı düşünüyoruz. O kitapta nimetlerin tafsilatını beyan edeceğiz. Biz o kitaba Acaib-i Sun´illah (ALLAH´ın Sanatının Acaiplikleri) adını vereceğiz. Bu bakımdan biz şimdi hedefimize dönelim.

Nâmahrem bir kimseye bakan, ALLAH´ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay´a muhtaçtır.
Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira hepsi birşey gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi....

Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasın. Bu sırra bianen haberlerde şöyle varid olmuştur: ´İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur´. Yine şöyle varid olmuştur: ´Âlim için herşey istiğfar eder. Hatta denizdeki balıklar bile´. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsun.Bu takdirde lanet, istiğfar ile
değiştirilir. Umulur ki ALLAH bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.

Nitekim bir rivayette şöyle buyurulmuştur;
Ey Eyyûb! İnsanlardan hiçbir kulum yoktur ki onun beraberinde iki melek bulunmasın. O kulum nimetlerime karşı şükrettiği zaman yanındaki iki melek ´Ey ALLAHım! Onun nimetini artır. Çünkü sen hamd ve şükür ehlisin´ derler. Bu bakımdan sen şükredenlere yakın ol! Benim nezdimde yüksek derece bakımından şükredenler kâfidir. Ben onların şükrüne teşekkür ederim. Meleklerim onlara dua eder. Üzerinde yaşadıkları yer onları sever. Ardında bıraktıkları onlar için ağlarlar!

Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının herbirinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?

Hz. Musa´ya (a.s) ´ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız´ (Nahl/18) ayetinin hakîkati keşfolunduğu zaman şöyle dedi: İlâhî! Sana nasıl şükredeyim? Bedenimdeki her tüyde senin iki nimetin vardır. Onun kökünü yumuşatmış, ucunu batmaz bir vaziyette yaratmışsın!´
Bir rivayette ´Yemek içmekten başka hususlarda ALLAH´ın nimetlerini bilmeyenlerin ilmi az, azapları hazırdır´ denilmiştir. Zira basiret sahibi bir kimse gözü neye ilişir, kalbine her ne gelirse, kesinlikle bilir ki orada onun için ALLAH´ın bir nimeti vardır. Bu bakımdan biz saymayı ve tafsilâtı bırakalım; zira bu mümkün olmayan birşeyi yapmaya çalışmaktır.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:07

Korku´nun Hakikati

Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildir. Onlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdır. Diğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydir. Kul bunların ikisinde de sabra muhtaçtır. Kul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildir. Bu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir.

Birinci Çeşit
Kulun hevasına uygun olanıdır. Bu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridir. Bu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür. ´Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder´. Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: "Bela karşısında mü´min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir´

Sehl et-Tüsterî şöyle der: ´Afiyet üzerinde sabır, bela üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir´. Dünyanın kapıları ashab-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: ´Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrede-medik!´ Bunun için ALLAH Teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitne-sinden sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi ALLAH´ı an-maktan, alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münâfikun/9)

Ey iman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının. Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki ALLAH gafûrdur (çok bağışlayandır), rahimdir (çok merhametlidir).(Tegâbün/14)

Hz. Peygamber de şöyle demiştir: ´Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir´.18 Hz. Peygamber, torunu Hasan´ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu:

ALLAH doğru söylemiştir: ´Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir bela ve imtihandır´. (Teğâbün/15)

Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım.19

İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardır. Bu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektir. Afiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ´be dalmamak, malında ALLAH´ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktır. ALLAH´ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktır. Bu sabır, şükre bitişiktir. İleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanır. Zenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır.

Hz. Ali (r.a) ´Güç yetmemek ismettendir demiştir. Hacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelir. Yemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildir. Bu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür.

İkinci Çeşit
İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektir. Bu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardır. Eziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi...

Birinci Kısım
Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdır. Bu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridir. Bunlar da iki çeşittir:
A) İbadet
Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtır. İbadette sabır şiddetlidir. Çünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürker. Rubûbiyyet arzusunda bulunur.

Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: ´Hiçbir nefis yoktur ki Firavun´un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın´. Firavun´un arzusu şu sözüdür:
Ben sizin en yüce rabbinizim!(Nâziat/32)

Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib etti. Onlar da kendisine itaat ettiler. Bu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur.

Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve ´Nasıl bu kusuru yapıyorsun?´ diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet eder. Madem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Namaz gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle on-dan hoşlanmaz. Zekât gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmaz. Hac ve cihad gibi...

Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektir. ALLAH´a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur:

1.Birincisi ibadetten öncedir. Bu, niyetin tashihinde, ihlasta,riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedir. Bu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır.20

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Oysa kendilerine, dini yalnız ALLAH´a hâlis kılıp O´nu birleyerek ALLAH´a kulluk etmeleri emredilmişti.(Beyyine/5)

Yine ALLAH Teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur:
Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l)

2.İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında ALLAH´tan gafil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidir. Amelin sonuna kadar edebe
riayet etmelidir. Bu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı,ameli bitirinceye kadar sabretmelidir.Bu sabır,sabrın şiddetlilerindendir.

Nitekim şu ayet-i celîle´den bu mânâ kastedilmiştir:
Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59)

3.Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır.Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır.
Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33)

Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın).(Bakara/264)

Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştır. İbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlar. Kişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır.

ALLAH Teâlâ bunları şu ayet-i celîle´de derlemiştir:
Muhakkak ki ALLAH adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.(Nahl/90)

Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir. ´Akrabalara vermek´ ise mürüvvet ve sılayı rahimdir. Bütün bunlar sabra muhtaçtır.

B) Masiyetler
Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardır. ALLAH Teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir:
ALLAH zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor.(Nahl/90)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir.

Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirler. Günahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattır. Ne zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve ALLAH´ın ordusuna karşı mücadeleye girişir. Bu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olur. Açıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi..

Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret mak-sadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi... Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektir. Bu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olur. Oysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdır. İki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabret-mek çok zordur. Oysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridir. Hatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır.
İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanır. Fakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmaz. Oysa haberde şöyle vârid olmuştur: ´Gıybet, zinadan daha şiddetlidir´.

Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olur. Çünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarır. Bu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordur. Günahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişir. Vesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydır. Şüphe yoktur ki insanoğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam eder. Onlara sabretmek mümkün değildir. Ancak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişir. Tıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi... Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez.

İkinci Kısım
Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı ol-mayan kısımdır. Fakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardır. Yani bu ´Karşılık vermemek için sabrediniz!´ demektir ve bunun için ALLAH Teâlâ, gerek kısas ve gerekse başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur:
Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir.(Nahl/126)

Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuştur:
Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zul-meden bir kimseyi affet!22

İncil´de Hz. İsa (as) şöyle demiştir: ´Muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildi. Ben ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyiniz. Aksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir. Senin abanı alana izarını ver. Kim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!´

Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedir. Bu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendir. Çünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar.

Üçüncü Kısım
Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdir. Azizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi... Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendir. Nitekim İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur´an´da sabır üç vecih üzeredir:
1. ALLAH´ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektir. Bunun üçyüz derecesi vardır.
derecesi vardır.
2.ALLAH´ın haramlarına karşı sabretmektir. Bunun altıyüz derecesi vardır.

Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi.. Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur.

Ashab-ı kirâmdan (r.a) biri şöyle demiştir: ´Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam iman olarak saymazdık´.

Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevek-kül edenler, yalnız ALLAH´a dayansınlar.(İbrahim/12)

Hz. Peygamber (s.a) bir defasında bir malı taksim etti. Bunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: ´Bu taksimle ALLAH´ın rızası kasdedilmemiştir´.

Bu söz Hz. Peygamber´e haber verildiğinde. Hz. Peygamber´in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: ´ALLAH kardeşim Musa´ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti´.21

Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, ALLAH´a dayan!
(Ahzab/48)

Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl!(Müzzemmil/10)

Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını bili-yoruz. Sen rabbini hamd ile tesbih et!(Hicr/97-98)

Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna-caksınız. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve ALLAH´a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir.(Âlu İmran/186)

3. İlk sadme anında musibete karşı sabretmektir. Bunun dokuz yüz derecesi vardır.

Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her mü´min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir.

ALLAH´tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdır. Çünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
(Ey ALLAHım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn saye-sinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23

İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır.

Ebu Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruz. Acaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?´ Hz. Peygamber (s.a) ALLAH Teâlâ´nın (c.c) şöyle dediğini nakleder

Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musi-bet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim.24

Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir.25

Bir musibetle karşılaştığında ´Muhakkak ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz´ (Bakara/156)

ve ´Ey ALLAHım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yap. O musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver´ diyen bir müslümana ALLAH Teâlâ dileğini verir!26

Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber´in (s.a) ALLAH Teâlâ´dan şöyle naklettiğini rivayet ediyor:
Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ´(Ey RABBİMiz!) sen ortaktan münezzehsin. Bizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır´, dedi. ALLAH Teâlâ (c.c) ´Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır´ dedi.27

Bir başka hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur:
Kulumu herhangi bir bela ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururum. Eğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim.28

Dâvud (as) şöyle demiştir: ´Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?´ ALLAH Teâlâ ´Onun mükâfatı, ona iman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır´.

Ömer b. Abdülaziz (r.a) bir hutbesinde şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür´. Sonra da şu ayeti okumuştur:

Ancak (ALLAH yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.(Zümer/10)

Fudayl b. İyaz´a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi:
- Sabır ALLAH´ın kazasına razı olmaktır!
- Bu nasıl sabır olabilir?
- Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez!

Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındı. Bunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldi. Onlara şöyle sordu: ´Siz kimsiniz?´ Onlar ´Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik´ dediler. Bunun üzerine başladı onları taşlamaya. Onlar kaçtığı zaman şöyle dedi: ´Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!´

Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardı. Her saat onu çıkarır ve mütalaa ederdi. O kâğıtta şu ayet yazılıydı:
Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın.(Tûr/48)

Feth el-Mevsilî´nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldü. Kendisine denildi ki: ´Tırnağınız acımıyor mu?´ Kadın ´Muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı´ diye karşılık verdi.

Hz. Dâvud (a.s), oğlu Süleyman´a dedi ki: Mü´min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır:
a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül
b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza
c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; ALLAH Teâlâ´ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir.29

Sâlih kullardan bir zât birgün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktı. Bir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladı. Bunun üzerine şöyle dedi: Falana ALLAH o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı´.

Ebu Huzeyfe´nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine ´Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?´ diyene şöyle cevap verdi: ´Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşalt. Çünkü oruçluyum. Eğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim´. İşte ALLAH´ın belasına ahiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi.

Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildir. İnsan istese de istemese de mecburdur. Eğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir.

Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirt-mekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olur. Bu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir.

Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundur. ALLAH´ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidir. Alınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır.

Ümmü Süleym de denilen Rümeysa´nın31 şöyle dediği rivayet ediliyor: Kocam Ebu Talha evde yokken oğlu vefat etti. Kalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttüm. Ebu Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladım. O başlayıp yemeğini yedi ve ´Çocuk nasıl?´ diye sordu. Ben ´ALLAH´ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadır. Hasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır´ dedim. Bunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptım. Kalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: ´Ey Ebu Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?´ Ebu Talha ´Onlara ne olmuş?´ dedi. Ben ´Bizden emanet birşey aldılar. Onlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü´ dedim. Ebu Talha ´Yaptıkları pek çirkin bir harekettir´ dedi. Bunun üzerine ben ´İşte şu senin oğlun, ALLAH´ın senin nezdindeki bir emaneti idi. Muhakkak ALLAH Teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü´ dedim.

Bunun üzerine Ebu Talha ALLAH´a hamdetti ve ´İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn´ (Biz ALLAH´ın kullarıyız ve muhakkak O´na döneceğiz)´ dedi. Sabahleyin kalkarak Hz. Peygamber´e gitti ve Hz. Peygamber´e aramızdaki hâdiseyi haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ey ALLAHım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle.32

Râvî der ki: ´Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördüm. Hepsi de Kur´an okuyordu´.

Câbir´in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle byurmuştur:
Rüyamda cennete girdim. Ebu Talha´nın hanımı Rümeysa da oradaydı.33

Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidir. Kalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülür. Bir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdır. Bu ise, insan olmanın gereğidir. Hiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz.

Hz. Peygamber´in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hz. Peygamber´in gözleri yaşardı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber´e denildi ki: ´Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?´ Hz. Peygamber ´Bu merhamettir. ALLAH Teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder´ dedi.
Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdır. Oysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyar. Bazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerin-den yaşlar akar. ALLAH´ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir.

İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: ´ALLAH´ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, ALLAH´ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedir. Bil ki senden önce giden ancak, senindir. Senden sonra kalansa senin hakkında me´cûr olandır. Bil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!´

Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, ALLAH´ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varır. Evet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir.
Şöyle denilmiştir: ´Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir´

Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir.

Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildir. Kalbe gelen fısıltılar dinmez. Hâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olur. Bu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir.

Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdür. Bu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste ALLAH´ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı ALLAH´ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gafil olursa zarar eder.

Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştır. Eğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budur. Oysa bu da çoğu zaman olma-yacak bir durumdur. Şehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele eder. Hatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele eder. Bununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür.

Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütür. Onların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranır. Bu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardır. Vesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden iba-rettir. Şehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettir. Bu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir:

Şeytan ateşten yaratılmıştır. İnsan ise yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştır. Yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)te ateşle beraber çamur bir araya gelmiştir. Çamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettir. Bu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten ya-ratılmış mel´un mahluk İblis´e ALLAH Teâlâ´nın çamurdan ya-rattığı Adem´e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildi. O ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan etti. İsyanın sebebini şöyle ifade etti:
Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76)

Madem durum budur, o mel´un, babamız Adem´e (a.s) secde etmediği için, onun Adem´in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmez. Ne zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olur. Oysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektir. Bu da, secdenin ruhudur. Alnını yere koymak, bu ruhun alametidir.

Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi... Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdır. Dolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursun. Şeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştir. Bu bakımdan kıyamete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermez. Ancak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız ALLAH ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamaz. Onun nazarında sen ALLAH´ın muhlis kullarından olursun. Öyle kullar var ki bu mel´unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır.

Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetme. Şeytan hareket halindedir. İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun durumu, bardaktaki hava gibidir. Sen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursun. Aksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olur. Aynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalır. Aksi takdirde, ALLAH´tan gafil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur.

Kim Rahman´ın zikrini görmezlikten gelirse biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun arkadaşı olur.(Zuhruf/36)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, boş duran gence buğzeder.
Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrular. İşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürer. Çünkü şeytanın tabiatı ateştir. Ne zaman kuru bitkiler bulursa üremesi
çoğalır. Ateş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam eder. Bu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidir. Nasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz.

Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindir. O da nefsinin sıfatıdır. Nitekim Hallac-ı Mansur´a asılacağı sırada tasavvuf un ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ´Tasavvuf senin nefsindir. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!´ Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektir. Bâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdır. Bu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır.

ALLAH Teâlâ´dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz!

18) Ebu Ya´la
19) Sünen sahipleri, (Bureyre´den)
20) Müslim, Buhârî, (Hz. Ömer´den)
21) Müslim, Buhârî (İbn Mes´ud´dan)
22) Daha önce geçmişti.
23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim
24) İbn Adîy, (Enes´ten zayıf bir senedle)
25) Müsned-i Şihab
26) Müslim, (Ümmü Seleme´den)
27) Taberânî, Evsat, (Enes´ten)
28) İmam Mâlik, Muvatta
29) İbn Ebî Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söy-
lemektedir).
30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems´dir. İlk müslümanlardan biri-
dir. Ashabın en çok Kur´an okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı.
´Eğer savaştan kaçarsam Kur´an´ın en kötü hâmili olayım´ demiş, sağ eli
kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır.
Efendisi Ebu Huzeyfe´nin yanına defnedilmesini istemiştir.
31) Ensar´dandır. Hz. Peygamber´in hizmetçisi Hz. Enes´in annesidir.
Künyesiyle şöhret bulmuştur.
32) Taberânî, Kebir
33) Nesâî, Kübra
34) Adı Yessar´dır. Ebu Dâvud ve cemaat kendisinden rivayette bu-
lunmuşlardır.


Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:11

Şükrün Fazileti
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd ALLAH´a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür ALLAH´a mahsustur) demek olduğunu zannederler.

Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.

Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü ALLAH´a şükrettiklerini görmezsin.

Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve ALLAH´a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı ALLAH´a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. ALLAH rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder.İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, ALLAH´ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar.

Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: ´Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?´ Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´Dilsiz olup onbin dirhe-min olmasını ister misin?´ dedi. Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?´ dedi.

Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: ´İster misin, biz sana Kur´an´ın En´âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?´ Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Hûd sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Yusuf sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: ´Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur´ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!´ Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı.

İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife ´Bana nasihat et´ dedi. İbn Semmak, halifeye ´Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife ´Evet! Alırım!´ dedi. İbn Semmak ´Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?´ Halife ´Evet, vazgeçerim´ dedi. İbn Semmak ´O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!´ dedi.

Böylece anlaşıldı ki ALLAH´ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, ALLAH´tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!

O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle or-taktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde...

Akıl
Akla gelince, ALLAH için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda ALLAH´tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. ALLAH´tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, ALLAH´a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir.

Halk/Yaratılış
Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman ALLAH´ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira ALLAH onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır.

İlim
İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki ALLAH´ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen ALLAH´ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? ALLAH onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.

İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder. Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde... Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim.
ALLAH Teâlâ´nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de mü´min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur.

Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir de-mektir. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir.

Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz?

Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, ALLAH bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, ALLAH onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66

Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, iman, ilim, Kur´an, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için ´Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!´ buyurulmuştur.
ALLAH´ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi ALLAH zengin etmez (veya etmesin).67

Bu söz ilim nimetine işarettir.
Kur´an öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur.68

ALLAH kime Kur´an´ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse ALLAH´ın ayetleriyle istihza etmiş olur.69

Kur´an´la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir.70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir.71

Seleften bir zat şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki: Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum:
1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından,
2. Tedavi için doktordan,
3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten!

Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir:
Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın!
Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hz. Peygamber´in şu sözüdür: ´Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir´.

Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde ALLAH´ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona ´Bunları ilminin bedeli olarak al´ dense veya ´Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al´ dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini ahirette ALLAH´ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona ´Ahirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!´ dense, yine almaz.
Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi...

Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi.

İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazan-makta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi ahirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise ahirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu ayeti okusun!
O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz ALLAH´tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.(Nisâ/104)

Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır.

Soru: Bu gafil kalplerin ilâcı nedir ki ALLAH´ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar?

Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, ALLAH Teâlâ´nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve ALLAH´a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı ALLAH´a emniyet nimetine karşı şükreder
Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra ALLAH´a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyamet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: ´Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş´.

Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça ALLAH´ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan ahiret için azık edinmektir. İşte bu gafil kalplerin ilacı, ALLAH´ın nimetlerini bilip ona şükretmektir.

Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu ayeti okurdu:

Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit ´RABBİM, der; ´beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım´.(Mü´minûn/99-100)

Sonra kalkar ve derdi: ´Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun´.
Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir.daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir.

Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır!

Seleften biri şöyle demiştir: ´Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın´. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´ALLAH´ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır´.

Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez.
(Ra´d/11)
İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır.

66) Tirmizî
67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir.
68) Ebu Ya´lâ, Taberânî
69) Buhârî, Tarih .
70) Tilâvet´ul´Kur´an bölümünde geçmişti.
71) Taberânî

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:11

Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları


Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va´detmiştir. Bu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündür. Bu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir.

Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtır. Nasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktir. İlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidir. Bunu teker teker saymak, oldukça uzun sürer. Fakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz.

Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olur. Oysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyar. Daha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştik. Boğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olur. Bu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir.

Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur:
Birincisi
Birincisi onun gıdasının maddesine bakmamızdır. O madde, çeşidi ve çokluğu bakımından şehveti harekete getiren lezzetli gıdalardır. Bu bakımdan devamlı oruç tutup, az ve lezzetsiz yemeklerle yetinmek gerekir. Bu bakımdan şehveti kabartan yemekten ve etten sakınmak gerekir.

İkincisi
İkincisi şehveti tahrik eden sebepleri kesmektir; zira o haram yerlere bakmakla tahrik olur. Çünkü bakış kalbi, kalp de şehveti tahrik eder. Tahrik edici sebeplerin kesilmesi, ancak uzlete çekilmekle ve insanı şehvete sürükleyen şeylere bakmaktan sakınıp onları tamamen terketmekle mümkün olur.
Bakış, İblis´in oklarından zehirli bir oktur.35

Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur.
Ancak gözleri kapatmak veya okun atıldığı taraftan kaçmak sûretiyle kurtulmak mümkün olabilir... Çünkü o, bu oku ancak sûret ve şekiller yayından atar. Bu bakımdan sûretlerin karşısından çekildiğin zaman, onun oku sana isabet etmez.

Üçüncüsü
Üçüncüsü, nefsin arzu duyduğu mübah şeylerle nefsi teselli etmektir. Bu da nikâhla olur. Çünkü tabiatın arzu duyduğu şeyler mübah yolla da elde edilebilir. İşte insanların çoğu için en faydalı tedavi budur; zira gıdayı kesmek insanı diğer amellerden de zayıf düşürür. Buna rağmen erkeklerin çoğunun şehvetini de dipten si-lip götürmez.

Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Evlenin, evlenmeye gücü yetmeyen bir kimse oruç tutsun Muhakkak ki orucun (şehveti kesmekte) tesiri vardır.36

İşte bunlar üç sebeptir. Yemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsin. İkinci tedavi, köpek-ten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesin. Üçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer.

Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur:
1. O yolların birincisi, din ve dünyadaki mücahedenin ve
sabrın dünya ve ahiretteki güzel neticeleri hususunda düşünmektir.

Sabrın dünya ve ahiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebe-biyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardır. Çektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektir. Bu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendir. Mârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflar. İman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirir. İman zayıflayınca dinî duygular da zayıflar. İmanın kuvvetine yakîn denir. İşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndir. İnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti´dir.

2. O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektir. Bu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve
zahmetli işlere yavaşça dalmak, o işlerin kaynağı olan kuvveti takviye eder. Bu nedenledir ki hammalların, çiftçi ve savaşçıların kuvveti artar.

Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olur. Bunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdır. Bu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzer. Firavun, sihirbazlarını Hz. Musa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir:
Evet! (Size hem mükâfat var) hem o vakit siz (kıymet ve şeref bakımından bana) yakınlardan olacaksınız.(Şuarâ/42)

Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzer. Bu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflar. Şehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmaz. Kim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalar. İşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildir. Ancak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektir. Bunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudur. Şöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuştur. Muhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerler. Bu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur.

Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirler. O bir olan hedef de ALLAH Teâlâ´dır. Sonra bu, kalbe ga-lip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildir. Gökler ve yerin melekûtunda, ALLAH´ın sanatının acaibliklerinde ve ALLAH´ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildir. Bu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur´an okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarır. Bütün bunlarla beraber,.kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtır. Çünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar.

Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamaz. Bu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyar. Bu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdur. İşte bu, meşgul edici şeylerden biridir.

İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdir. O da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul eder. Eğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir.

Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olur. Fakat ancak bütün alâ-kaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalır. Eğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum bu-dur. Bu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, ALLAH´ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!)

Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olur. Bazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olur. Çalışmanın ötesinde Rahman´ın cezbelerine güvenmek gerekir. Çünkü Rahman´ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktir. Bu ise, kulun ihtiyarıyla değildir. Evet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn´e doğru çekilen bir kimse a´lâyı illiyyîn´e doğru gidemez. Himmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilir. Bu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hz. Peygamber´in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır:

´Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardır. O nefhaları kapmaya hazırlanınız´.
Bunun hikmeti şudur: Çünkü o nefha ve cezbelerin semavî se-bepleri vardır; zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var.(Zâriyât/22)

Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidir. Semavî işler bizim için gaybtır. ALLAH´ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektir. Tıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi... Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verir. Kul ALLAH´ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemez. Ancak şu var ki kişi, ALLAH´ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez.

Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman ALLAH´ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olur. Öyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidir. Nitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi... Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekir. Çünkü himmetler ve nefisler ALLAH´ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridir. Hatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlar. Bu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederler. Hatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlar. Ancak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsin. Bu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuştur. Öyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsın. Bunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğar. Tıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi...

Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için ALLAH Teâlâ imanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur:
(Kur´ân´ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucusu da elbette biziz!
(Hicr/9)

Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir).(îbrahim/52)

Andolsun biz Kur´an´ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?(Kamer/17)

İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudur. Bütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur):

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Dünyadan ahirete gitmek, mü´min için kolaydır. ALLAH Teâlâ´nın ´sevgisi için halkı terketmek zordur. Nefisten ALLAH´a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidir. ALLAH ile beraber sabretmek daha şiddetlidir´.

Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştir. Nefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam top-lamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidir. Nasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, ALLAH´ın sıfatlarından olan bir sıfattır. O da rubûbiyet sıfatıdır. Rubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenir. Çünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardır. ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti bundan ibarettir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir´.(İsrâ/85)

Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildir. Ancak kalp, mel´un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştır. Kalp ahiret saade-tini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli ister. Bunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandır. Bunu istediği için kalp kötü değildir. Aksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de ister. Fakat mülk iki çeşittir. Birinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktür. Ona herhangi bir elem karışmaz. Hiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmez. Fakat bu mülk gelecektedir. Oysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatır. Hazır olanı insana süslü gösterir. Ahmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup ahireti de ona va´deder. Dünya mülküyle beraber ahiret mülkünü de ona sözverir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.

Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılar. ALLAH´tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur.

Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olur. Oysa ALLAH´ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilir. Böylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirir. ALLAH Teâlâ, mahrum olanların du-rumunu şu ayetle tasvir etmiştir.
Hayır siz çabuk (geçen şu dünyay)ı seviyorsunuz da ahiretibırakıyorsunuz.(Kıyamet/20-21)

Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar
(İnsan/27)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur.
(Necm/29-30)

Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, ALLAH Teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirir. Böylece peygamberler, halkı, mecazî ve

geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederler. O mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmez. Bu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar:
Ey iman edenler! Size ne oldu ki ´ALLAH yolunda topluca savaşa çıkın!´ dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz! Fakat ahiretin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek azdır.(Tevbe/38)

Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebur, Furkan (Kur´an), İbrahim´e gönderilen sahifeler ve ALLAH´tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştir. Halktan istenen şey, dünyada ve ahirette, padişah olmalarıdır. Dünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir.

Ahiret padişahlığına gelince, ALLAH´a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir.

Şeytan, ahiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira ahiret mülküyle dünya, kumadır.

Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilir. Onun için onu dünyaya davet eder. Eğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdi. Fakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildir. Rütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer.

Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.
(Yûnus/24)

Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırır. Zühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim
olması demektir. Böylece şehvet ile öfke, dinin teşvikçisine ve imanın işaretine itaat ederler. Bu mülk, istihlâk yoluyla edinilen bir mülktür; zira onunla sahibi hür olur. Şehvetin onu istilâ etme-siyle şahıs, tenasül uzvunun, midesinin ve diğer isteklerinin esiri olur. Bu bakımdan, hayvan gibi onlara uyar. Öyle bir köle olur ki şehvetin dizgini onu gırtlağından yakalar, istediği yöne çekip evirir çevirir. Bu bakımdan insanoğlunun aldanması ne büyüktür; zira insanoğlu köle olmasına rağmen mülkü elde edeceğini, kul olmasına rağmen rubûbiyet sıfatına ulaşacağını zanneder. Böyle bir kimse dünyada, ancak mâkûs (tepetaklak) ve ahirette de menküs (başı eğik) olur. Padişahlardan biri, zâhidin birisine şöyle der: ´Bir ihtiyacın var mı?´

Buna karşılık zâhid ´Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!´ der. Padişah ´Nasıl olur?´ deyince, zâhid ´Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir´ diye cevap verir. Padişah ´Bu nasıl olur?´ der. Zâhid ´Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!´

İşte dünyanın mülkü budur. Ahirette insanı mülke sevkeden budur. Bu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de ahirette zarar eder. Dosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem ahireti elde etmişlerdir.

Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü ahirette de padişah olmayı umarsın. Kim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildir. Aksine buna amel katması gerekir. Bunun ameli üç şeydedir:

1. Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordur. Nasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rüt-benin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdır. Bunu yapma-yan bir kimse, ALLAH´ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur!

ALLAH´ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya! (Nisâ/97)

2.İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdır. Bu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidir. Böylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidir. Onları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinler. Öyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını
yapmak demektir.

3. Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidir. Öyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemez. Çünkü tabiat ürkektir. Onu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilir. Bu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş
hareket eder. Bu tedrice, Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle işaret vardır:

Muhakkak bu din metin ve şedîddir. Bu bakımdan bu dinde sâkin hareket et. Sakın nefsini, ALLAH´ın ibâdetinden nefret ettirme. Muhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır.37

Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayın. Muhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder.38

Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sab-retmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanun-larına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasın. Çünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürer. Kim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelir. Tıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği
gibi. Bu takdirde işler tam tersine olur. Daha önce şahsın nezdinde sevimli olan bir şey bu sefer sevimsiz olur. Mekruh olan kolay bir meşreb olur ki onsuz sabredemez. Bu durum ise, ancak tecrübeyle ve tatmakla bilinir.

Âdetlerde bunun benzeri vardır. Çünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilir. Oynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledir. Bu duruma geldikten sonra iş tam aksine olur. Bu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelir. Oyun hususunda sabır göstermek zahmet olur. Ariflerin birinden rivayet edilen şu hikâye bu du-ruma işaret eder: Şiblî´den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu so-ruldu. Cevap olarak ´Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek husu-sundaki sabır´ dedi. Soran kişi ´Hayır! O değildir!´ deyince, Şiblî ´ALLAH için sabırdır!´ Soran ´Hayır!´ dedi. Şiblî ´ALLAH ile sabır!´ diye cevap verdi. Soran ´Hayır!´ dedi. Şiblî ´O halde hangisi?´ deyince, soran ´ALLAH´tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır´ dedi. Bunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı.

´Ey iman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve ALLAH´tan korkun ki felâh bulasınız´ (Âlu İmran/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: ´ALLAH´da sabrediniz! ALLAH ile sabır yarışı yapın ve ALLAH ile irtibat kurun´

Denildi ki: ALLAH için yapılan sabır meşakkat ve külfettir. ALLAH´ın yardımıyla olan sabır bekadır. ALLAH ile olan sabır vefadır. ALLAH´tan uzak olmaya dair olan sabır cefadır. Nitekim bu mânâda şair şöyle demiştir:
Senden olan sabra gelince, onun neticeleri kötüdür.
Senden başka diğer eşyalarda olan sabır ise güzeldir Başka bir şair de şöyle demiştir:
Sabır her yerde güzeldir.
Ancak senin aleyhinde olan müstesna! Sabır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.

35) Daha önce geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
37) İmam Ahmed, Beyhâkî
38) Daha önce geçmişti.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:12

Şükrün Tanımı ve Hakikati

Sabır ile Şük´rün Bir Yerde Birleşmeleri
Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler ALLAH´ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belanın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer bela mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları ´Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz´ iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin ´Muhakkak ALLAH için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır´ sözünüzün mânâsı nedir?

Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belanın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile bela zıddırlar. Bu bakımdan belanın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet ahirette kulun ALLAH´ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise iman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan bela da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Ahirette mutlak olan bela, bir müddet için veya daima ALLAH´tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed bela ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belanın diğer çeşitleri gibi belalardır,

Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir.

Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendi-sinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak bela olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir bela yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.
ALLAH kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi.(Şûrâ/27)

Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak ALLAH mü´min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi...72

Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.
Onaltı kısımda, iman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında bela olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet,kemâl ve nimettir. Çünkü ALLAH´ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için bela olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.

Bu da dünya ve ahirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan ALLAH´ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer ALLAH´ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.

Bu nimetlerden biri de ALLAH Teâlâ´mn kıyamet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.

İşte bunlar ALLAH Teâlâ´nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et!Biz nezaman nerede ´ALLAH´ın her mevcutta bir nimeti vardır´ dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi.., Bu da nimettir. Fakat bun-ların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer ALLAH Teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.

Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim ´ALLAH her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini ve-rir´ sözümüz doğrudur. Öyleyse ALLAH´ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına... O halde, ´mutlak bela´ ve ´mutlak nimet´ diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir.

Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?´

Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihe-tinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.

Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira ALLAH Teâlâ´nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer ALLAH o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.

İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.

Bir kişi Sehl Tüsterî´ye şöyle dedi: ´Hırsız evime girip eşyamı götürdü´. Sehl ´ALLAH´a şükret´ dedi; ´eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!´ Bu nedenle İsa (a.s) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: ´Ey ALLAHım! Benim musibetimi dinimde kılma!´

Hz. Ömer (r.a) ´Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka ALLAH´ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!´

Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona ´ALLAH´a şükret!´ dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü ´ALLAH´a şükret!´ oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî´nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî´nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu ´ALLAH´a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî´nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.

Dostundan ´ALLAH´a şükret´ diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak ´Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi bela olabilir?!´ dedi. Ârif kişi ona dedi ki: ´Eğer mecusî´nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?´
Madem durum budur, herhangi bir bela ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek ahirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.

Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal ALLAH´a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: ´Bu secde ne idi?´ Dedi ki: ´Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir´.

Birine şöyle denildi: ´Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?´ Cevap olarak dedi ki: ´Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.

Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görü-yorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?´

Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.

Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz.
(Âlu İmran/178)

Üçüncüsü: Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha gü-nahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman ALLAH´ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle ALLAH Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, ALLAH´ın katında büyük (bir günah)tır.(Nûr/15)

O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını ALLAH ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı ALLAH´a neden şükretmiyorsun?

Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki ahirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Ahiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira ahirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten ALLAH yücedir.

Dördüncüsü: Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz´da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir.

Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.

1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyamette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla ALLAH´ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için ALLAH hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira ALLAH´ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da ALLAH´a teşekkür ederler. ALLAH´tan gelen bela, kul için tedibdir. ALLAH´ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber´e ´Bana vasiyet et´ dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
ALLAH´ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!

Hz. Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin se-bebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:

ALLAH Teâlâ´nm mü´min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü´min kul için genişliği hükmederse, mü´min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü´min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!

2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için ha-pishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmuştur: ´Dünya mü´minin hapishanesi, kâfirin cennetidir´.

Kâfir, ALLAH´tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü´min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (ALLAH´ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir´i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belanın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de bela olur.

Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır.

İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır.O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi
düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.

Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn Abbas´a, babası Hz. Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:
Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas´tan sonra senin sabrın Abbas´tan daha hayırlıdır. ALLAH da Abbas için senden daha hayırlıdır.

Bunun üzerine İbn Abbas dedi ki: ´Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!´
Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
ALLAH kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.73

ALLAH Teâlâ (bir hadîs-kudsî´de) şöyle buyurmaktadır:
Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmak-tan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.

Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, ALLAH´ın buyurduğu gibi, ´Biz ALLAH içiniz ve biz O´na dö-neceğiz´ (Bakara/156) ve ´.Ey ALLAHım! Musibetimde beni me´cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!´ derse, muhakkak ALLAH Teâlâ onun için isteneni yapar.

ALLAH Teâlâ (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır:
Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır.74

Rivayet ediliyor ki bir kişi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!´ diye şikayette bulununca, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki ALLAH, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Ona bela verdiği zaman da kendisine sabır verir.75

Kişi ALLAH katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden bela ile o bela vasıtasıyla o dereceye varır.76

Habbab b. Eret´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Kâbe´nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey ALLAH´ın Rasûlü! Neden ALLAH´tan bizim için yardım dilemiyorsun?´ Bunun üzerine Hz. Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:

Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi.77

Hz. Ali´den şöyle rivayet ediliyor: ´Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!´

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, ALLAH´a olan tâziminden ve ALLAH´ın hakkını bilmendendir.

Ebu Derdâ (r.a) şöyle derdi: ´Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli bela yağdırır. Oluk halinde üzerine bela akıtır. Kul, ALLAH´ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: ´Bu ses belli bir sestir!´ İkinci bir defa çağırıp ´Ya rabbî!´ dediği zaman, ALLAH Teâlâ ona ´Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım´. Kıyamet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra bela ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada bela onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: ´ALLAH yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir´. (Zümer/10)78

İbn Abbas´tan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Yarab! Mü´min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyor-sun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)
Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:
Kul da benim, bela da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan mü´minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona bela veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da´sevaplarının mükâfatını ona veririm.

Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veri-rim ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!

Rivayet ediliyor ki ´Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır´ (Nisâ/123) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir şöyle demiştir: ´Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey Ebubekir! ALLAH seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.79

Ukbe b. Amir´in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir insanı günahta ısrar ettiği halde ALLAH ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.

Sonra Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur:
Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44)

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber´i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

ALLAH bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.80

Hz. Ali ´Size Kur´an´daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?´ dediğinde, dinleyenler ´Evet!´ dediler, o da şu ayeti okudu:

Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (ALLAH yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)

Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse ALLAH Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
ALLAH katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! ALLAH katında, ALLAH yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında ALLAH´tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. ALLAH katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır.31

Ebu Derdâ´dan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Süleyman´ın oğlu vefat etti. Süleyman (a.s) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: ´Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti´.

Hz. Süleyman (a.s) diğerine ´Sen ne diyorsun?´ diye sordu. Dedi ki: ´Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor´.
Hz. Süleyman (a.s) tarla sahibine ´Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?´ dedi. Ziraat sahibi ´Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm ahiret yoludur!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi.

Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: ´Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir´. Çocuk ´Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir´ dedi.
İbn Abbas´a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca´ da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; ALLAH onu örttü! Bir nafaka idi; ALLAH onu tekeffül etti. Bir ecirdi; ALLAH onu gönderdi´. Sonra iki rek´at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz ALLAH´ın emrini yaptık. Çünkü ALLAH şöyle buyurmaktadır:
Sabır ve namazla (ALLAH´tan) yardım isteyin. (Bakara/45)

İbn Mübârek´ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: ´Akıllı bir in-san için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!´ Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine ´Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ kulu beladan sonra bela ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder´.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´ALLAH imanlı kulunu bela ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!´

Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ kıyamet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hz. Süleyman´ı (a.s) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih İsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hz. Yusuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hz. Eyyûb ile delil getirir. ALLAH´ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun´.
Rivayet ediliyor ki Hz. Zekeriyya (a.s) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hz. Zekeriyya´nın (a.s) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. ALLAH Teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: ´Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!´ Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) ikiye biçilinceye kadar sabretti.

Ebu Mes´ud el-Belhî der ki: ´Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da ALLAH ile savaşmak istiyor gibidir´.

Lokman Hakîm, oğluna şöyle dedi: ´Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da bela ile denenir. Bu bakımdan ALLAH bir kavmi sevdiği zaman onlara bela verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır´.

Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Birgün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: ´Bu gece diş ağrısından uyumadım!´ Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: ´Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim´.

ALLAH Teâlâ, Üzeyir´e (a.s) vahiy gönderdi: ´Senin başına bir bela geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!´

ALLAH Teâlâ´nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve ahirette güzel örtüsünü talep ederiz!.

72) Tirmizî
73) Buhâri
74) Daha önce geçmişti.
75) İbn Ebî Dünya
76) Ebu Dâvud
77) Daha önce geçmişti.
78) İbn Ebî Dünya, (Enes´ten)
79) Tirmizî
80) İmam Ahmed, Taberânî
81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes´ten)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:13

ALLAH Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları

Şöyle diyebilirsin ´Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda ALLAH´tan bela isteyebilir miyiz?´ Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber´den (s.a) rivayet edildiğine göre duasında, dünya ve ahiret belasından ALLAH´a sığınıyordu.82

Hz. Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: ´Ey RABBİMiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve ahirette merhamet ihsan et!´ Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi.83

Hz. Ali ´Ey ALLAHım senden sabır istiyorum´ diye dua edince, Hz. Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu:
Ya Ali! Muhakkak ki sen ALLAH´tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!84

ALLAH´tan afiyet talep edin. Hiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştir. Ancak yakîn bundan müstesnadır.85

Ebubekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez´.

Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir´.

Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir.86

Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildir. Çünkü bela iki sebepten nimettir:
Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o bela nimettir. Bu da ya dünyada veya dinde olur.

İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten bela, nimet olur. Bu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belanın defini istemek uygundur. Nimete şükretmenin ahiretteki sevabını istemek uygundur; zira ALLAH Teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir.

Eğer bazıları şöyle diyor dersen: ´Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayım. Bütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım´.

Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir:
Senden başka hiç kimsede benim bir payım yok. Bu bakımdan dilediğin şekilde beni dene!
İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir.

Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldi. Bu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara ´Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!´ derdi.

İnsanoğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildir. Fakat bazen sevgi kalbe galebe çalar. Hatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zanneder. Bu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olur. Sarhoş olursa rastgele konuşur. Eğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilir. Bu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendir. Aşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez.
Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istedi. Dişisi engel oldu. Bunun üzerine erkeği dedi ki: ´Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman´ın mülküyle beraber dünya ve ahiretin altını üstüne getireyim. Senin için bunu yaparım´. Süleyman (a.s) onun bu sözünü işitti. Bunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadı. Serçe ona dedi ki: ´Ey ALLAH´ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez´. Hakîkat, kuşun dediği gibidir.
Şair şöyle demiştir:

Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor.
Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum.
Şairin bu sözü de muhaldir. Bunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorum. Çünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektir. Bu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur:

Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsun.Dolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olur.Rıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidir.Bu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidir. Malı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder.

İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdır. Sevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyar. Sevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenir. Bu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, ALLAH´ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır.

Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladır. Bu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman bela onlar için afiyetten daha sevimli olur. Bu öyle bir haldir ki aşkın ga-lebe çaldığında vâki olması uzak değildir. Fakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmaz. Bu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekir. Bunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmez. Daha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır.

Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden ALLAH´tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!

82) İmam Ahmed
83) Daha önce geçmişti.
84) Tirmizî
85) İbn Mâce, Nesâi
86) İbn Ebî Dünya
87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî´nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın
konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:14

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

ALLAH Teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir.

Ayetler
Andolsun! ALLAH´ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45)

Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.(Bakara/152)

Eğer siz ALLAH´ın nimetlerine şükredip´ iman ederseniz ALLAH size niye azap etsin?
(Nisâ/147)

Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz(Âlu İmran/145)

İblis şöyle dedi: ´Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım.
(A´raf/16)

Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştir. Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi:
Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A´raf/17)

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13)

ALLAH Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı.

Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.(İbrahim/8)

Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki ALLAH dilerse sizi fazlından zengin edecektir.
(Tevbe/28)

Hayır, yalnız O´na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır.
(En´am/41)

ALLAH dilediğine hesapsız rızık verir.(Bakara/212)

Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar.(Nisâ/48)

ALLAH dilediği kimseye tevbeyi nasip eder.(Tevbe/15)

Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira ALLAH Teâlâ şöyle bu-yurmuştur:
Eğer ALLAH´a güzel borç verirseniz, ALLAH onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. ALLAH karşılık verendir, halimdir.(Teğâbün/17)

ALLAH Teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır.
(Cennetlik olanlar şöyle) derler: ´Hamdolsun o ALLAH´a ki bize olan va´dini yerine getirdi´.
(Zümer/74)

Dualarının sonu ise ´Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!´(Yûnus/10)

Hadîsler
Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir.39

Atâ´dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Âişe´nin huzuruna girip ´Hz. Peygamber´den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!´ dedim. Bu söz üzerine, Hz. Âişe (r.a) ağladı ve şöyle dedi: ´Hz. Peygamber´in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebubekir´in kızı! Beni bırak ki RABBİMe ibadet edeyim! Bu sözü üzerine ´Sana yakın olmayı severim. Fakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim´, deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Göz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir´ dedim. Hz. Peygamber bana şöyle dedi:Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa ALLAH Teâlâ şu ayeti indirmiştir:

Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, ALLAH´ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (ALLAH´ın birliğine) deliller vardır.(Bakara/164)40

Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder.
Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret etti. ALLAH Teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: "Ben ALLAH´ın ´Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır´ (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum".

Bunun üzerine o peygamber, ALLAH Teâlâ´dan o taşı ateşten ko-rumasını diledi ve ALLAH Teâlâ da onu korudu. Bir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve ´Şimdi neden ağlıyorsun?´ dedi. Taş ´Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydı. Bu ağlama ise şükür vc sevinç ağlamasıdır´ diye cevap verdi. Kulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidir. Onun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde ´Çok hamdedenler ayağa kalksın´ denir. Bir grup ayağa kalkar. Onlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler.

´Bu çok hamdedenler kimlerdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bunlar her durumda ALLAH´a şükreden kimselerdir´.41 Başka bir lâfızda ´Bunlar hem genişlikte, hem. de darlıkta şükrederler´ şeklinde gelmiştir.
Hamd, Rahman´ın ridasıdır (abâsıdır).42

ALLAH Teâlâ Hz. Eyyûb´e (as) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum´. Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hz. Eyyûb´e (as) şöyle vahiy göndermiştir: ´Onların evleri selâm evidir (cennettir). Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederim. Şükür ise, sözlerin en hayırlısıdır. Şükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederim. Bana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm´.

İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir.
İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Şükür imanın yarısıdır!´

39) Buhârî
40) İbn Hibban, Ahlâk-ı Rasûl
41) Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî
42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh´de ´Kibriyâ O´nun
abasıdır´ şeklinde vârid olmuştur.
43) Nikâh bölümünde geçmişti.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:18

Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?

Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.

İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır.

Birinci Asıl
Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.

Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur.

Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir.
İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44

Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45

Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46

Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır.

Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur.

Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir.

Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz.

Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır.

Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür.

Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.

İkinci Asıl
İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet
verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir:

Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi.

İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı.

Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir.

Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır.

İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir.

İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir.

Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar.

Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´.

Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun!

Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.

Üçüncü Asıl
Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.

Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir.

Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu:
- Nasıl sabahladın?
- Hayır ile...
Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´

Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir.

ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17)

Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194)

Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir.
Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi.

İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır.

´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır.

Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir.

Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir.

Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir.

Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez.

Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır!

44) Dualar bölümünde geçmişti.
45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban
46) İbn Ebî Dünya
47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:20

Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.

İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır.

Birinci Asıl
Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.

Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, ALLAH´ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. ALLAH hakkında ise, bütün nimetlerin ALLAH´tan olduğunu bilmekle tamam olur.

Nimet veren ancak ALLAH´tır. Vasıtalar ALLAH tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O´ndan gelen nimettir.
İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim SübhânALLAH derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44

Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah´dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh´tır.45

Hiçbir zikir, Elhamdülillâh´ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46

Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene´lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan SübhanALLAH takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan ALLAH´tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır.

Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur.

Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir.

Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz.

Böylece ALLAH´ı bilen, ALLAH´ın fiillerini tanıyan güneş´in, ay´ın ve yıldızlar´ın ALLAH´ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında ALLAH´a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan ALLAH Teâlâ´dır.

Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi... Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle ALLAH´tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan ALLAH´tır. Onun kalbine ´Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu´ ilham eden ALLAH´tır. ALLAH ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan ALLAH´ı, ALLAH´ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, ALLAH´ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem´i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür.

Öyle ise sen ancak her nimetin O´ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O´nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.

İkinci Asıl
İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet
verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir:

Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi.

İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı.

Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir.

Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır.

İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için ALLAH´a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun ALLAH´ın nimetine, o nimet vasıtasıyla ALLAH´a yaklaşabilecek kudrette olması ve ALLAH´ın komşuluğuna erebileceği, daima O´nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir.

İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul eden, ALLAH´ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi... Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ´Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir´. Aliyyül-Havvas da ´Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir´ demiştir.

Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak ALLAH´ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde ALLAH´ın dışındaki şeylerden zevk duyar.

Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi... Şair şöyle demiştir: ´Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder´.

Öyle ise bu, ALLAH´ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun!

Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için ALLAH´ı kastedenle ALLAH´ın nimetlerini onlarla ALLAH´a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.

Üçüncü Asıl
Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.

Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da ALLAH´a delâlet eden hamdlerle ALLAH´a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da ALLAH´ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, ALLAH´a bu azalarla şükretmek demektir. ALLAH´tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir.

Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu:
- Nasıl sabahladın?
- Hayır ile...
Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ´hayır ile sabahladım. ALLAH´a hamdeder ve ona şükrederim´ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ´İşte senden söylemeni istediğim buydu!´

Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına ALLAH´ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O´nun kudret elindedir. O´nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini ALLAH´a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak ALLAH´tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir.

ALLAH´tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin ve O´na şükredin. Hepiniz O´na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17)

Çünkü ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´raf/194)

Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir.
Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz´in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ´Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)´ diye haykırdı. Genç ´Ey mü´minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır´ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ´Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!´ dedi.

İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ´Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır.

´Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir´ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ´Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır´ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır.

Hamdun Kassar´ın47 ´Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir´ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir.

Cüneyd´in ´Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir´ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir.

Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir.

Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz´ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez.

Rahmetiyle muvaffak kılan ALLAH´tır!

44) Dualar bölümünde geçmişti.
45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban
46) İbn Ebî Dünya
47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur´da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî´nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291´de vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:22

Korku Halini Temin Eden Çare

Belki sen ´Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir´ diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz.

Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden ALLAH hakkında muhaldir:

Birincisi
ALLAH Teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir.

Bu bakımdan O´na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur.ALLAH´ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur.

İkincisi
Kendi irademizle yaptığımız herşey ALLAH´ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, ALLAH´ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz.

-O´nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum´dan başkası yoktur. O, vahid ve samed´in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O´nda ve dönüşün de O´na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O´dur.

İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır.
Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.(Sâd/44)

ALLAH Teâlâ´nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: ´O´nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür´.
Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: ALLAH Teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O´nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O´dur.

Şeyh Ebu Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır.
(O) onları sever ve onlar da O´nu severler.(Mâide/54)

Bu ayet Şeyh Ebu Said´in yanında okunduğu zaman ´Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi ´Bu iki yönden de şükrün ALLAH hakkında muhal olduğuna´ götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir?

Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud´un (a.s) kalbine de gelmiştir. Musa´ya (a.s) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim´.

Başka bir lâfızda ´Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

´Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!´ Başka bir haberde ´Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim´ denmiştir.

Soru: Musa´nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, ALLAH için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de ALLAH´tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: ´Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir´. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır.

Cevap: Bu, (zevkî) marifetler(in kapıların)dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki: Burada iki görüş vardır:

1. Herşeyi katıksız tevhid gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, ALLAH´ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O´ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever´ demiştir.

Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin ALLAH olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur.

ALLAH´tan başka âlemde her ne varsa, hepsi ALLAH´ın tasviri ve sanatıdır. Eğer ALLAH onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki ALLAH esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, tevhid gözüyle bakıştır.

Sûfî taifesi bu hali, ´nefsin fâni olması´ diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de ALLAH´ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, ALLAH´tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: ´Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira´dır. O günde birkaç batman ekmek yer´.

Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu ayet-i celîle´de buna işaret vardır:
Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (mü´minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (mü´minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü´minleri gördükleri vakit ´İşte bunlar sapıklardır´ diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi.(Mutaffıfin/29-33)

Sonra ALLAH Teâlâ âriflerin yarın kıyamette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir.
İşte bugün mû´minler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34)

Nûh kavmi de Hz. Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi:
Nûh onlara ´Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.(Hûd/38)

2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir.

O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum´dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O´dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36), öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz.

İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece ALLAH ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile tevhidin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında ALLAH´tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür.

Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan ALLAH´tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. ALLAH´tan başkasını görmez olup dolayısıyla tevhidin kemâl derecesine varmış bulunur. ALLAH´tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, tevhidin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır.

İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. ALLAH´ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir.

Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız tevhide davet etmek için gelmişlerdir. O tevhidin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir´den başkasını görmemektir. Tevhid´in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar tevhidin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler:
Biz putlara, ancak bizi ALLAH´a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.(Zümer/3)

Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa tevhid kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara tevhidin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde tevhidin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir.

Şair şöyle demiştir: ´Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir´.

ALLAH Teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir:
Secde et! Yaklaş! (Alak/19)

Hz. Peygamber de secdesinde şöyle demiştir:
Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem.50

Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ´Senin ikabından affına sığınıyorum´ sözü, sadece ALLAH´ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hz. Peygamber, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O´nun fiiliyle O´nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: ´Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum´.

Bunlar iki sıfattır. Sonra tevhid hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: ´Senden sana sığınıyorum!´

Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, ALLAH´tan ALLAH´a kaçmak demektir. Ancak Hz. Peygamber nefsini, ALLAH´tan ALLAH´a kaçtığı, ALLAH´a sığındığı ve ALLAH´ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: ´Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez.

Bu nedenle Hz. Peygamber´in ´gücüm yetmez´ sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir.

´Senin kendi nefsini övdüğün gibi...´ sözüne gelince, ALLAH´ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin ALLAH´tan başladığı ve ona döndüğünü ve ALLAH´ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, ALLAH´tan ve ALLAH´ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hz. Peygamber´in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı.

Hz. Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü ALLAH´tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü.

Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır:
Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa ALLAH´tan af talebinde bulunurum.

Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İşte Hz. Peygamberin istiğfarı bunun içindi.

Hz. Aişe (r.a) ´ALLAH senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?´ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Ben şükreden bir kul olmayayım mı?´ Yani ´Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?´ Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir.

Yemin olsun.,eğer siz şükrederseniz muhakkak size(nimetimi) artırırım.(İbrahim/7)

Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim.
Peygamberler, vasfettiğimiz tevhidin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır.

Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir.

Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır.
Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların ALLAH katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, ALLAH hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir.

Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır.

Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır.

Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de...

Böylece ALLAH Teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla ALLAH´ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmak-tadır. Böylece ALLAH Teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derece-sine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. ALLAH Teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.(Tîn/4-6)

Durum bu iken, ALLAH Teâlâ´nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. ALLAH onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. ALLAH Teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitme-yen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr
olurdun.

Hz. Peygamber (s.a) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir:
Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur.

Hz. Peygamber bu sözü ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey ALLAH Teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir.

Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da ALLAH´ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O´nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hz. Peygamber´in, ´amel ediniz!´ sözü, her ne kadar Hz. Peygamber´in dilinden ise de ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın ´amelin faydalı olduğunu´ bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, ALLAH´ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de ALLAH´ın fiillerindendir. Fakat ALLAH´ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır.

Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir.

İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz tevhid derecesine yükselir.

Soru: Neden ALLAH Teâlâ, ´Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız´ buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi ALLAH´a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız?

Cevap: Bu sözün ALLAH´tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan,şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! ALLAH kulları için, küfür ve masiyete razı değildir.

Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla ahiret saadetine ermesi, ALLAH´a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle ALLAH´ın nimetine şükredici olur.

Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse ALLAH sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat ALLAH´ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani ALLAH´ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak ALLAH´ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, ALLAH´ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin ALLAH´tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle ALLAH seni övmüştür. ALLAH´ın seni övmesi ise, O´ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O´dur, öven de O´dur.
O´nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur.

Bu bakımdan her durumda şükür O´nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen,kendinin
´şeyliğini´ ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır.

Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da ALLAH´ın komşuluğuna varmanın sebebidir. ALLAH, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir.

Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri ´Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır´ cümlesiyle tâbir edilir. Kime ALLAH tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, ALLAH´ın kelâmını, Hz. Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır.

Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun.. O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır.

Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan ALLAH´tır. Melik ve cebbar olan ALLAH´tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gafillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar:
Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek ALLAH´ın.(Mü´min, Gafir/16)

Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan ALLAH´ın mülkü idi. Fakat gafiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gafiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan ALLAH´a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür.

48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebu Ömer´dir.
49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebu Hasan künyesiyle meşhurdur. H.
300´de vefat etmiştir.
50) Müslim

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:27

Su-i Hâtime´nin (Kötü Sonucun) Anlamı

Şükrün yapılması, küfrün terki, ancak ALLAH´ın sevdiğini, sevmediğinden ayırdetmekle tamam olur; zira şükrün mânâsı; ALLAH´ın nimetlerini, ALLAH´ın sevdiği yerde kullanmaktır. Küfrün mânâsı ise, bunun zıddıdır. Bu da ya nimeti kullanmayı tamamen terk etmekle veya ALLAH´ın sevmediği yerde kullanmakla olur! . ALLAH´ın sevdiğini sevmediğinden ayırmak iki şeyle olur.

Onlardan biri, kulaktır. Kulağın istinad ettiği ayet ve haberlerdir.

İkincisi, kalbin gözüdür. O da ibret gözüyle bakmak demektir. Bu sonuncusu zordur ve bunun için de pek nâdirdir. Bu nedenle ALLAH Teâlâ peygamberleri göndermiş, halk için yolu kolaylaştırmıştır. Bunun marifeti, kulların fiilerindeki şer´î hükümlerin tamamını bilmeye bina edilir. Öyle ise kim bütün fiillerinde şeriatın ahkamına muttali olmazsa, hakkıyla şükretmesine imkân yoktur.

İkincisine gelince, o da ibret gözüyle bakıp, her yarattığı mevcutta ALLAH´ın hikmetini idrâk etmektir; zira ALLAH, âlemde her ne yaratmışsa onda bir hikmet vardır. O hikmetin altında bir maksad vardır. O maksad da ALLAH´ın sevdiğidir. O hikmet, açık ve gizli diye iki kısma ayrılır:

Açık hikmet, güneşin yaratılışmdaki hikmeti, güneşle gece ile gündüz arasında fark meydana gelsin diye gündüzün maişet zamanı, gecenin istirahat zamanı olduğunu, gündüz sayesinde hareketin kolaylaştığını, gece sayesinde sükûnetin sağlandığını bilmektir.

İşte bu, güneşte bulunan hikmetlerin biridir; zira güneşte daha nice nice hikmetler vardır. Bulut ve yağmurun yağışındaki hikmet de böyledir. Bu, yerin bitki çeşitlerini fışkırtması, halka ekin yeri, hayvanlara da otlak olması içindir. Kur´an, halkın anlayışının tahammül edebileceği açık hikmetlerin birçoğunu kapsamıştır, Halkın anlamaktan âciz oldukları ince hikmetleri deşmemiştir:

Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.
(Abese/25-31)

İster seyyar, ister sabit olsun, diğer yıldızlardaki hikmetler gizli hikmettir. Ona herkes muttali olamaz. Halkın onların göklerin süsü olduğunu ve insanın onlara bakmaktan zevk duyduğunu bilmekten başka, anlayabileceği birşey yoktur.

Biz en yakın göğü ziynetle/yıldızlarla süsledik. (Sâffât/6)

Bu bakımdan âlemin bütün parçaları, göğü, yıldızları, rüzgârları, deniz ve dağları, madenleri, bitkileri, hayvanları, bütün bunların zerrelerinin herbiri için birçok hikmetler vardır. Bir hikmetten on hikmete kadar, bir hikmetten on bin hikmete kadar... Hayvanların azaları da, hikmeti bilinen ve bilinmeyen kısımlara ayrılır. Gözün saldırmak için değil, görmek için, elin yürümek için değil, tutmak için, ayağın koklamak için değil yürümek için yaratıldığını bilmek gibi misaller, hikmeti bilinen misallerdir. Barsak, öd, karaciğer, böbrek, damarlar, adeleler ve onlardaki borular, toplar ve atar damarlar, safranın bozulması, ince kalın barsaklar ve diğer sıfatlardan ibaret olan bâtınî azalara gelince, onlardaki hikmeti insanların çoğu bilmezler. Onları bilenler de ALLAH´ın ilmindeki hikmetlere nisbetle az birşey bilirler. (Bunlar da hikmeti bilinmeyenlerin misalleridir).

Ve size ilimden az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)

Madem durum budur, kim birşeyi onun yaratıldığı cihetin dışında ve ondan irade edilen yönde değil de başka bir yönde kullanırsa, o kimse kullandığı o şeydeki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur. Bu bakımdan kim eliyle başkasını döverse el nimetini inkâr eder; zira el, helâk edicileri uzaklaştırması için verilmiştir, faydalı olması için yaratılmıştır. Eliyle başkasına vurmak için yaratılmış değildir. Kim namahrem bir kadının yüzüne bakarsa, gözün ve güneşin nimetini inkâr etmiş olur; zira görmek, bunların ikisiyle tamam olur. Oysa bunlar, şahıs onlar vasıtasıyla din ve dünyası hakkında faydalı olan görsün diye yaratılmışlardır. Oysa kişi onları onlardan irade edilen maksadın dışında kullanmıştır.
Mahlukâtın, dünyanın ve sebeplerinin yaratılışından gaye; insanoğlunun onlar vasıtasıyla ALLAH´a ulaşması içindir.

ALLAH´a varmak da, ancak ALLAH´ın sevgisiyle ve dünyada O´nunla yakınlık kurmak, dünyanın gururundan uzaklaşmakla olur. Yakınlık da ancak zikrin devamıyla olur. Muhabbet ancak düşüncenin devamıyla sağlanan marifetle olur. Zikre ve tefekküre devam etmek, ancak, bedenin varolmasıyla mümkün olur. Beden de ancak gıda ile kalır. Gıda ancak yer, su ve hava ile tamamlanır. Bunlar da gök ile yerin yaratılışıyla tamamlanır. Diğer azaların zâhir ve bâtında yaratmasıyla tamamlanır. Bu bakımdan bütün bunlar beden içindir. Beden de nefsin bineğidir. ALLAH´a dönen, ibâdet ve marifetle mutmain olan nefistir.

Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye ya-rattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni beslemele-rini de istemiyorum.(Zâriyât/56-57)

Bu bakımdan kim bir şeyi ALLAH´ın isteği dışında kullanırsa o, ALLAH Teâlâ´nın, günahtan kaçınmak için gerekli olan sebeplerdeki nimetini inkâr etmiş olur. O halde gizliliği pek fazla olmayan hüküm için bir misal zikredelim ki onunla ibret alasın, nimet verenin şükrünü ve nimetini inkâr etmenin yolunu o misalle anlayabilesin: Altın ve gümüşü yaratmak ALLAH´ın nimetlerindendir. Dünya gidişatı onlara bağlıdır. Onlar haddi zâtında bizzat kendilerinde fayda olmayan iki taştırlar. Fakat halk onlara şu bakımdan muhtaçtır. Her insan yemek, giymek ve diğer ihtiyaçları hususunda birçok şeye muhtaçtır. Bazen muhtaç olduğunu temin etmekten aciz olur. Muhtaç olmadıklarını da elde eder. Mesela binmek için muhtaç olduğu bir deveyi değil de zaferan denilen mad-deyi elde eden kimse gibi... Deveyi elde eden kimse de, bazen deveye değil, zaferan maddesine ihtiyaç duyar. Bu bakımdan deve ile zaferan arasında bir bedelin bulunması gerekir. O bedelin miktarında da takdir gerekir; zira deve sahibi devesini bir miktar zaferanla değiştirmez. Zaferan ile deve arasında ne tartı açısından, ne de şekil bakımından bir münasebet olmadığı için ´tartarak veya bölerek karşılığı verilsin´denemez.

Herhangi bir evi elbise ile veya herhangi bir köleyi bir mest ile veya unu merkeb ile satın alanın durumu da böyledir. O halde bunlar aralarında münasebet olmayan şeylerdir. Kişi devenin ne kadar zaferan edeceğini bilmediği zaman alış veriş yapması gayet güçleşir.

Buna binaen bu biri diğerinden uzak ve aralarında münasebet olmayan şeylerin aralarını telif eden bir arabulucuya muhtaç olacaktır ki o arabulucu onların arasında adaletle hükmetsin ve dolayısıyla insanlar onların herbirinin derecesini bilmiş olsun! Bunların arasındaki dereceler tanzim edildiği zaman, eşitin eşit olmayandan farkı bilinir. Bundan dolayı ALLAH Teâlâ, altın ve gümüşü eşya arasında hâkim ve diğer mallar arasında arabulucu olarak yarattı ki mallar onlarla takdir edilsin. Bu bakımdan ´Bu deve yüz altına eşittir. Zaferanın şu miktarı yüz altına eşittir´ denir.

Bu sebeple deve ile zaferan aynı şeye eşit olmaları bakımından eşit olurlar. Oysa tabir, ancak nakdeyn (altın ve gümüş) ile mümkündür; zira onların bizzat kendilerinde hiçbir gaye yoktur. Eğer bizzat kendileri gaye olsaydı, çoğu zaman, gayenin özelliği, gaye sahibinin hakkında tercihi gerektirirdi. Dolayısıyla işler intizamlı olmazdı. Madem durum budur, (öyle ise) ALLAH Teâlâ onların ikisini ellerde tedâvül olunsunlar, mallar arasında hâkim bulunsunlar diye yaratmıştır ve başka bir hikmeti de onların ikisiyle diğer eşyayı elde etmektir. Çünkü onlar, haddi zatında değerlidirler. Fakat onların bizzat kendileri hiç kimsenin gayesi değildir. (Yani ne yenilebilirler, ne giyilebilirler, ne de maddelerinden bir lezzet alınır). Onların diğer mallara nisbetleri eşittir. Bu bakımdan onların ikisini edinen bir kimse sanki herşeyi mülk edinmiştir. Bir elbiseyi mülk edinen ise, sadece elbiseye sahiptir. Eğer elbise sahibi yemeğe muhtaç olsa, bazen yemek sahibi elbiseye rağbet göstermez. Dolayısıyla elbise ile yemek elde edilemez. Çünkü yemek sahibinin gayesi, bir hayvan edinmektir. Bu bakımdan elbise sahibi, bizzat maddesinde hiçbir şey olmayan, mânâsında da sanki herşey olan bir maddeye muhtaçtır.

Şey´in değişik şeylere nisbeti, ancak özel bir sûreti olmadığı ve özel sûretinden ötürü fayda vermediği zaman eşit olur. Ayna gibi... Onun rengi yoktur. O her rengi aksettirir. Nakit de böyledir. Onda da herhangi bir hedef yok. O, her hedefin vesilesidir. Sanat gibi... Onun haddi zatında bir mânâsı yoktur. Onun, vasıtasıyla başkasında mânâlar belirir.
İşte ikinci hikmet budur. Fakat altın ile gümüşte anlatması uzun sürecek daha nice hikmetler vardır. Bu bakımdan kim altın ile gümüşte, hikmetlerine uygun düşmeyen bir ameli işlerse ki o amel hikmetlerden kastedilene muhaliftir o kimse ALLAH´ın altın ve gümüşteki nimetini inkâr etmiştir.

Madem durum budur o halde, altın ile gümüşü istif eden bir kimse onlara zulmedip onlardaki hikmeti iptal etmiş olur. Böyle bir kimse müslümanların hâkimini bir hapse tıkadığından dolayı onun hüküm vermesine mâni olan bir kimse gibidir. Çünkü şahıs paraları istif ettiği zaman, paralardaki hikmeti zayi etmiş olur. Kastedilen hedef onunla hâsıl olmaz. Oysa altın ve gümüş, özel olarak ne Zeyd, ne de Amr için yaratılmıştır; zira insanların onların bizzat maddelerinden hiçbir istekleri yoktur. Çünkü onlar iki taştırlar. Ellerde dolaşsın diye yaratılmışlardır. Bu bakımdan onların ikisi halk arasında iki hâkim olurlar. Miktarın alâmeti, mertebelerin de değerlendiricisidirler. Bu bakımdan mevcudâtın sahifeleri üzerine harfsiz, sessiz, gözle değil ancak basiretle idrâk edilen ilâhî bir hatla yazılı bulunan mektubun satırlarını okumaktan aciz olanlara ALLAH Teâlâ haber verdi. Evet! O yazıyı okumaktan aciz olanlara ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´den dinledikleri bir kelâmla ki idrâk etmekten aciz kaldıkları harf ve ses vasıtasıyla onlara yetişir haber vererek şöyle buyurdu:
Altın ve gümüşü yığıp da onları ALLAH yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!(Tevbe/34)

Kim gümüş ve altından bir kab edinirse, o kişi nimeti inkâr etmiş olur. Bu kimsenin hâli onları istif edenin halinden daha haraptır. Çünkü bu kimsenin misali, bir memleketin hâkimini örücülükte, vergi toplamakta ve insanların düşükleri tarafından yapılan işlerde kullanan bir kimsenin durumu gibidir. Oysa altını hapsetmek, mesuliyet bakımından böyle yapmaktan daha hafiftir. Çünkü çömlek, bakır ve kalay da sıvı maddelerin dağılması hususunda altın ile gümüşün vazifesini görebilirler. Kablar, ancak sıvı şeyleri korumak içindir. Fakat çömlek ve demir, paradan kastedilen hedefte yeterli değildirler. Bu bakımdan bu sırra vâkıf olmayan bir kimse için bu sır ilâhî tercümesiyle inkişaf etti ve kendisine şöyle denildi:

Kim altın veya gümüşten yapılmış bir kaptan, herhangi birşey içerse, sanki o kimse karnında cehennem ateşini taşır.

Kim altın ve gümüşle faizcilik yaparsa o kimse nimeti inkâr edip zulmetmiştir. Çünkü bu iki madde, bizzat kendileri için değil, başka şeyler için yaratılmıştır; zira onların bizzat maddelerinde hiçbir hedef yoktur. Bu bakımdan kişi onların bizzat maddesinde ticaret yaparsa onların yaratılış hikmetine muhalif bir hedefte onları kullanmış olur; zira parayı hedefinden başka bir hedef için talep eden bir kimse, zulmetmiştir. Kimin beraberinde para yok da elbise varsa, o kimsenin yemek ve binek almaya gücü yetmez; zira çoğu zaman yemek ve binek elbise ile satın alınmaz. Bu bakımdan elbise sahibi, maksadına ulaşmak için elbisesini başka bir nakde tahvil etmeye mecburdur.

Çünkü onlar başkasının vesilesidir. Bizzat maddelerinde insanın herhangi bir hedefi yoktur. Onların mallardaki yerleri harfin konuşmadaki yeri gibidir. Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: ´Harf odur ki başkasındaki bir mânâ için gelmiştir!´ Paraların mallardaki yerleri, aynanın renklerdeki yeri gibidir.

Ama beraberinde nakit olan bir kimse, eğer o nakdi başka bir nakde satması caiz olursa, bu takdirde nakitler üzerinde muamele etmeyi, muamelesinin hedefi yapmış olur. Böylece nakit, onun yanında bağlı kalır ve istif etmenin yerine geçmiş olur. Hâkime ve başkasına giden postayı bağlamak zulümdür. Nitekim hâkimin hapsedilmesinin zulüm olduğu gibi...

Bu bakımdan nakdi nakitle satmanın mânâsı, nakdi azık etmek için istemek demektir. Bu ise zulümdür.

Soru: Neden nakitlerden birinin başkasıyla satılması caizdir? Neden bir dirhemi misliyle satmak caizdir?

Cevap: Nakitlerin her biri (hedefe) varma maksadında, diğerine muhaliftir; zira dirhemle (gümüş para) bazen çokluğu itibariyle onların biriyle hedefe varmak kolaylaşır. Böylece dirhemler azar azar ihtiyaçlara sarfedilir... Öyle ise bu mübadeleyi menetmekte, buna bağlı bulunan özel maksadı teşvik etmek vardır. O özel maksad da onunla başkasına varmanın sırrıdır. Bir dirhemi benzeri olan başka bir dirhemle satmaya gelince, o da caizdir.

Şu bakımdan ki onlar eşit olduğu zaman, akıllı bir insan kolay kolay böyle bir satışı yapmaz. Tüccar bununla meşgul olmaz. Çünkü bu gibi bir satış boş bir meşguliyettir. Âdeta bir dirhemi yere bırakıp tekrar almak demektir. Biz, akıllı insanların bir dirhemi yere koyup tekrar almak sûretiyle vakitlerini harcamalarından korkmuyoruz. Öyle ise nefsin istemediği bir fiili menetmiyoruz. Ancak takas edilenden biri diğerinden daha üstünse, o zaman menediyoruz. Bunun da cereyan etmesi düşünülemez; zira sağlam paranın sahibi, parasını sahte para ile değiştirmeye razı olmaz. Bu bakımdan akit intizam bulmaz. Eğer sahteyi fazlasıyla almayı talep eder ise, işte bu insanlar tarafından kastolunur. Şüphe yok ki biz bu şekil muameleyi menedip hükmediyoruz ki paranın güzeli, çirkini eşittir.

Çünkü güzellik ve çirkinliğin, ancak bizzat kendisinden dolayı kastolunan bir şeyde dikkate alınması uygundur. Artık bizzat kendilerinde insanın hedefi olmayan bir şeyin sıfatlarındaki inceliğe bakmak uygun değildir. Ancak sağlamlık vasfında çeşitli olan paraları basan kimse zâlimdir; zira bu ameliyeden ötürü paraların bizzat kendileri (maddeleri) maksud olmuştur. Oysa bizzat maddeleri gaye olmamalıydı. Bir dirhemi benzeri olan bir dirhemle borca sattığı zaman, bunun caiz olmaması şu noktadan ileri geliyor:

Zira böyle birşeye, ancak müsamahakâr, karşısındaki insana iyilik yapmak isteyen bir kimse yanaşır. Bu bakımdan şeref olan borç verme, insanı bundan müstağni kılar. Böyle bir muameleye ihtiyaç kalmaz ki müsamaha sûreti olduğu gibi kalsın. Dolayısıyla bu müsamahayı yapan övünsün ve ALLAH katında ecri olsun! Oysa takasta ne övmek var, ne de. ecir...

Bu bakımdan bu şekildeki bir takas da zulümdür. Çünkü bu şekildeki değiştirme, müsamahanın hususiyetini zayi etmek ve onu bedel alma şekline sokmaktır. Nitekim yemekler de kendileriyle gıdalanılsın veya tedavi olunsun diye yaratılmışlardır.

Bu bakımdan onları başka yönlerde kullanmak uygun değlidir. Eğer yiyecekleri (zengin) ellerde bağlamayı gerektiren ve hedefleri olan yemekten kendilerini geciktiren muamele kapısı açılırsa Oysa ALLAH Teâlâ yemekleri ancak yenilsin diye yaratmıştır, yemeklere ihtiyaç da şiddetlidir bu takdirde yiyecek maddesine ihtiyacı olmayanın elinden çıkıp muhtacın eline girmesi lâzımdır. Oysa yiyecekler üzerinde ancak yemekten müstağni olan bir kimse muamele yapar; zira beraberinde yemek olan bir insan, eğer ona muhtaç ise neden onu yemesin? Neden onu bir ticaret metaı yapsın? Eğer onu ticaret metaı yaparsa, yemeğin dışındaki bir sermaye ile yemeğe muhtaç olan bir kimseye satsın. Ama o yemeğin bizzat maddesini isteyen bir kimse ise, o yemekten müstağni demektir. İşte bunun için şeriatta ihtikârcının lanetlenmesi vârid olmuştur.51

Yine şeriatta Kesb (Çalışma) Âdâbı bahsinde zikrettiğimiz tehditler vârid olmuştur.
Evet! Buğdayı hurma ile değiştiren mâzurdur; zira biri gayede diğerinin yerine geçmez. Buğdaydan bir ölçeğini, bir ölçekle değiştiren ise mâzur değildir. Aksine fuzulî bir iş yapıyor demektir. Bu bakımdan bu kimseyi menetmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü nefisler böyle bir muameleye ancak değiştirilen malların farkı varsa müsamaha eder. Oysa iyinin sahibi, kötü ile değiştirmeye razı olmaz. İyiyi iki kötü ile takas etmek bazen kastolunur. Fakat yemekler zarurî maddelerden oldukları için, iyinin esasında kötüye denk olup ancak nimetlenme yönlerinde ona muhalefet ettiği için, şeriat, kıvam (direk ve nizam) olan bir şeyde nimetlenme gayesini itibardan düşürmüştür. İşte faizin haram edilmesindeki şer´î hikmet budur.

Biz fıkıh ilminde çalışmayı bıraktıktan sonra bize bu hakîkat keşfolundu. Bu bakımdan biz bunu fıkıh ilmine ilhak edelim. Çünkü bu, hilâfiyat hususunda irad ettiğimiz her meseleden daha kuvvetlidir. Bununla faizi ölçülen maddelere değil sadece yiyecek maddelerine tahsis etmekteki Şâfiî mezhebinin rüchaniyeti vüzuha kavuşur; zira eğer kireç faizli maddelere girmiş olsaydı, elbisenin, hayvanların girmesi daha evlâ olurdu. Eğer tuz meselesi olmasaydı, Malikî mezhebi bu hususta mezheblerin en kuvvetlisi olurdu; zira o, faizi gıda maddelerine tahsis etmiştir. Fakat şeriatın gözettiği her mânânın elbette ki bir hudud ile zaptedilmesi gerekir. Bunun sınırlandırılması ise (Mâlikî mezhebinde olduğu gibi) gıda maddeleri ile mümkündür, (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) yenilen şeyler ile mümkündür. Bu bakımdan şeriat, hayatın zarurî ihtiyacı olan herşey için yenilenin cinsi ile tahdidin daha uygun ve daha kapsayıcı oluduğunu münasip görmüştür. Şeriatın sınırlandırmaları bazen öyle tarafları kapsar ki hükme teşvik eden mânânın aslı o taraflarda kuvvetli olmaz. Fakat tahdid de böylece zarurî olarak vâki olur. Eğer sınırlandırmazsa, şahıs ve hallerden ötürü değişmesine rağmen, mânâ cevherine tâbi olmakta halk şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu bakımdan mânânın aynısı kuvvetinin kemâli sayesinde, haller ve şahısların değişmesiyle değişir, öyle ise sınır koymak zarurîdir.
Bunlar ALLAH´ın hududlarıdır. Kim ALLAH´ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur.
(Talâk/l)

Bir de bu mânâların asıllarında şeriatlar değişmez. Ancak tahdidin yönlerinde değişirler.

Nitekim Meryem´in oğlu İsa´nın (a.s) şeriatı içkinin ´hahamlığını sarhoşlukla tahdid eder. Bizim şeriatımız ise, sarhoş edici olmasıyla tahdid etmektedir. Çünkü içkinin azı çoğuna davet eder. Hududa dahil olan cinsin hükmünden ötürü, haramlığa dahil olmuş olur.

Nitekim mânânın aslının hikmet-i asliyeden ötürü dahil olduğu gibi... Bu bakımdan bu misal, nakitlerin hikmetlerinden gizli bir hikmetin misalidir. Öyleyse nimetin şükrü ve inkârına bu misal ile itibar edilmesi uygundur. O halde, bir hikmet için yaratılan şeyin o hikmetten uzaklaştırılması uygun değildir. Bunu, ancak hikmeti bilen bir insan bilir.
Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269)

Fakat şehvetlerin mezbelelikleri, şeytanların oyun sahaları olan kalplere hikmetlerin cevherleri girmez, bunları ancak akıl sahipleri anlar.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.
Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür ve küfür (nankörlük). Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemez. Bunun bazısını halk tarafından konuşulan fıkıh lisanında kerahetle, bazısını da hazerle nitelendi-ririz. Oysa onun tamamı kalp erbabı yanında hazerle vasıflandırılmıştır. Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira ALLAH iki eli yarattı. Birini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüchaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktır. Oysa ALLAH ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur´an´ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur´anı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan birşeye tahsis etmiş olursun.

Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursun. Kıble tarafına tükürdüğün veya defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Çünkü ALLAH cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.

O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun. Böylece senin fiillerin ibâdetler gibi şerefli olan kısıma def-i hâcet ve tükürmek gibi pis olan kısımlara ayrıldı. Öyleyse ne zaman tükürüğünü kıble tarafına atarsan, ona zulmetmiş olursun. Yapılmasıyla ibâdetinin kemâli sağlanan kıblenin varlığından gelen ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Mestini giyerken, sol ayağından başlarsan zulmetmiş olursun. Çünkü mest ayağı korumak içindir. Bu bakımdan ayağın mestte nasibi vardır. Oysa nasipler hususunda şerefli olanla başlamak uygundur.

Böyle yapmak adalet ve hikmeti yerine getirmektir. Bunun zıddı zulüm ve mestle ayak nimetine karşı nankörlüktür. Böyle yapmak, ârifler katında büyük bir günahtır. Her ne kadar fakih buna mekruh adını vermiş olsa da...

Nitekim âriflerden biri birkaç yük buğdayı toplar ve onu sadaka verir. Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman cevap olarak der: ´Bir defasında unutarak soldan başlayarak giydim..İşte sadaka ile bunun kefaretini vermek istiyorum´.
Evet! Fakih bir kimsenin bu işleri büyütmeye gücü yetmez. Çünkü o, dereceleri hayvanların derecelerine yaklaşan halk taba-kasının ıslahıyla uğraşan bir fakirdir. Oysa halk tabakası bu zulmetlerden daha baskın ve daha büyük nice vehmî zulmetlere dalmışlardır. Bu bakımdan halk tabakası için ´şarab içen ve kadehi sol eline alan bir kimse iki yönden şerî hududu tecavüz etmiştir: Bir yönü şarap, öbürü sol eline almaktır´ demek çirkindir. Cuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman, şarab satın alan bir kimse için ´Bu iki yönden hainlik yaptı. O yönlerden biri şarabı almak, öbürü de Cuma ezanı vaktinde alışveriş yapmaktır´ demek de çirkindir. Kim arkasını kıbleye çevirerek mescidin mihrabına def-î hacet yaparsa artık bunun def-i hacet yaparken edebi terkettiğini söylemek çirkindir; yani kıbleyi sağına almadı diye onu kınamak çirkindir. Bu bakımdan günahların tümü karanlıktır. Bazıları diğerinin üzerine teraküm eder. Bazıları diğerinin yanında yok olur.

Efendi bazen izni olmaksızın bıçağını kullanan kölesini cezalandırır. Fakat eğer köle o bıçak ile efendisinin en aziz evladını öldürürse, artık bıçağı izinsiz kullanmanın hükmü ve bundan dolayı verilen herhangi bir cezanın mecali kalmaz. Bu bakımdan peygamberler ve velî kulların gözettikleri, bizim de fıkıhta halk tabakasına müsamaha gösterdiğimiz her edebin sebebi bu zarurettir. Aksi takdirde bütün bu çirkinlikler adaletten dönüş, nimeti inkâr, kulu yakınlık derecelerine ulaştıran derecelerden yoksunluktur.

Evet! Bazıları yakınlığın eksikliğiyle ve mertebenin düşüklüğüyle kulda tesir eder. Bazıları da tamamen kulu yakınlık hududlarından çıkarır, şeytanların istikrar yeri olan uzak âlemlere götürür. Böylece gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.

El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca gelince, ALLAH Teâlâ ağacı ve ağaç için. damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olu-cudurlar. Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.

Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi.(Casiye/13)

Evet! Eğer o dalı başkasının mülkü olan ağaçtan kırarsa o dala muhtaç olsa bile zâlim olur; zira her ağaç ALLAH´ın bütün kullarının ihtiyaçlarını yerine getiremez. Ancak birinin ihtiyacını yerine getirir. Eğer birincisi tercihsiz ve özelliksiz o ağacı nefsine tahsis ederse bu hareketi zulüm olur. Bu bakımdan ihtisas sahibi o kimsedir ki tohumu elde etmiş, ekmiş, sulamış ve korumuştur. Öyle ise bu ağaçtan istifade etmek hususunda başkasından daha evlâdır. Böylece onun tarafı daha kuvvet buldu. Eğer ağaç sahipsiz arazide kendiliğinden biterse, onu diken veya tohumunu eken bir insanın çalışması ile gelişmemişse, bu takdirde başka bir özelliği olması lâzımdır. O da daha önce o ağacı almaktır. Daha önce alana önce almanın özelliği tanınır. Adalet, onun o ağaçtan istifade etmesinin daha evlâ olmasını gerektirir.

Fâkihler bu tercihi mülk diye isimlendirmişlerdir Bu katıksız bir mecazdır; zira mülk, ancak padişahlar padişahınındır. Öyle padişah ki göklerde ve yerde her ne varsa O´nundur. Kul nasıl mülk sahibi olabilir? Oysa haddi zatında nefsine bile sahip değildir. Hatta kendisi başkasının mülküdür.

Evet, halk ALLAH´ın kulları, yeryüzü de ALLAH´ın sofrasıdır, onlara ihtiyaçları kadar sofrasından yeme izinini vermiştir. Tıpkı sofrasını kölelerine yayan padişah gibi. Sağ eliyle bir lokmayı alıp, parmakların bükümleri o lokmayı ihtiva ettiği halde başka bir köle gelip onun elinden o lokmayı almak isterse, birinci köle ikinci köleye fırsat vermez. Fakat vermemesinin sebebi, eliyle lokmayı aldığından, lokma onun mülkü olduğundan değildir: zira daha önce lokmayı alan el de, o elin sahibi de başkasının mülküdürler. Fakat muayyen bir lokma bütün kölelerin ihtiyacına kâfi gelmediğinden, adalet bir nevi tercihin var olduğu anda tahsiste tecelli eder. Lokmayı almak da bir tahsistir. Sadece alan kula tahsis edilmiş olur. Bu bakımdan bu ihtisasa sahip olmayan bir kimse, bu ihtisasın sahibi olanla mücadele etmekten menedilir. İşte kulları hakkında ALLAH´ın emrini bu şekilde anlaman uygundur ve bunun için de deriz ki: ´Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir´.

Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü ALLAH yolunda infak etmeyenlerdendir. Oysa ALLAH´ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.

Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arzeder. Ömürlerin sonları malum değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terketmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez. Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.

Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur´an buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı cimrilik ederdiniz ve (bu) kinlerinizi ortaya çıkarırdı.(Muhammed/37)

Kulların ALLAH´ın malından sadece yolcunun azığı kadar al-ması hak ve zulümsüz adalettir... ALLAH´ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir. Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur´an, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de ahirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki ALLAH´ın nimetini inkâr ettiği ortadadır. Bu bakımdan kim mevcudatın bütün çeşitlerindeki ilâhî hikmeti anlamış ise, şükür vazifesini yerine getirmeye kudreti vardır. Bunu saymak birkaç cild kitaba muhtaçtır. Sonra birkaç cild kitab yazılsa, yine de birazını ancak ifade eder. Biz bu kadarını burada ALLAH´ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik.
Kullarım içinde şükreden azdır. (Sebe/13)

İblis şu sözüyle .sevindi: ´Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın´. Bu bakımdan bizim bu söylediğimizi bilmeyen bu ayet-i celîlenin mânâsını bilmez. Bunun ötesinde birçok şeyler vardır ki onların başlangıçlarını saymaya bile ömürler yetmez. Onlar bilinmedikçe ayetin mânâsı bilinmez. Ayetin tefsirine ve lâfzının mânâsına gelince, Arapça´yı bilen herkes onu bilir. İşte bununla, mânâ ile tefsir arasındaki fark belirmiş olur.

Soru: Bu konuşmadan şu sonuç ortaya çıktı: ALLAH Teâlâ´nın her şeyde bir hikmeti vardır. O, kullarının bir kısım fiillerini o hikmetin tamam olmasına ve kendisinden kastolunan amaca varmaya sebep kılmıştır. Onların bazı fiillerini de hikmetin tamamlanmasına mâni kılınıştır. Bu bakımdan hikmet gayesine varıncaya kadar hikmetin isteğine uyan her fiil şükürdür. Muhalefet eden ve hikmetten istenilen gayeye varmasındaki sebepleri engelleyen her fiil, şükrün inkârıdır. Bütün bunlar anlaşılır, fakat müşkilât yine de kalır. Şöyle ki: Kulun, hikmeti tamamlayıcı ve hikmeti ortadan kaldırcı kısımlara ayrılan fiili de ALLAH´ın fiilindendir. Öyleyse kul nasıl bir defasında şükredici, bir defasında da küfredici olur?

Cevap: Bu husustaki tahkikin tamamı büyük bir deniz olan mükâşefe ilimlerinin dalgalarından alınır. Biz daha önceki bahislerde, bunların işaretlerine değinmiştik. Şimdi ise sonucunu ve gayesini kısa ve ancak kuş dilini anlayan tarafından anlaşılan, kuşların dolaştığı gibi melekûtun fezasında dolaşmak şöyle dursun, süratle yürümekten bile aciz olan tarafından inkâr edilen veciz bir ibare ile anlatalım: ALLAH Teâlâ için celâlinde ve kibriyasında bir sıfat vardır. Yaratılış ve icat ondan çıkar. O sıfat, lûgati vazeden bir kimsenin ona bakıp onun celâlinin künhüne ve hakikatinin özelliğine delâlet eden bir ibare ile onu tabir etmekten yüce ve yüksektir. O sıfatın yüce şanından ilk parıltılarına bile gözlerini uzatamayan lûgat erbabının mertebesi eksik olduğu için, o sıfatı ifade eden bir ibare yoktur. Bu bakımdan yarasaların güneşin ışığından gözlerinin kapandığı gibi onların gözleri o sıfatın zirve sine bakmaz gözleri kapanır. Yarasalar güneşin ışığında bir derinlik olduğu için ona bakmıyor değildirler. Aksine gözlerinde zafiyet vardır diye bakamazlar.

Bu bakımdan o sıfatın celâlini mülâhaza etmek için gözleri açılanlar lûgatlarla konuşanların düşük âlemlerinden gerçekten zayıf olan birşeyi o sıfatın hakikatlerinin başlangıcını bildiren bir ibareyi emanet olarak alıp kullanmaya mecbur oldular!

Bu bakımdan ona kudret ismini emaneten ve mecburiyetten verdiler. Onların emanet olarak verdikleri bu isimden ötürü biz de konuşmaya cesaret ederek ´ALLAH´ın bir sıfatı vardır. Ona kudret denir. Yaratılış ve icad ondan sudur eder´ dedik.

Yaratılış, varlıkta birçok kısım ve özel sıfatlara ayırlır Bu kısımlara bölünmenin ve o özel sıfatlarla özelleştirmenin masdarı (kaynağı) başka bir sıfattır. Daha önce bahsi geçen zaruretin benzeriyle o sıfata emaneten meşiyet ibaresi isim olarak verilmiştir. Bu sıfat harf ve seslerden ibaret olan lûgatlarla konuşan ve anlaşanların nezdinde mücmel bir şeyi vehmettirir. Meşiyet kelimesinin o sıfatın künhüne ve hakikatine delâlet etmekten eksik olması, tıpkı kudret kelimesinin eksik olması gibidir. Sonra kudretten sadır olan fiiller, kudretin hikmetinin zirvesine varan ve varmayan kısımlara ayrılır. Her birinin meşiyet sıfatına bir nisbeti vardır.

Çünkü taksimin ve değişikliğin tamamlanmasında rol oynayan ihtisas ve özelliklere dönüşürler. Bu bakımdan zirveye varana muhabbet ibaresi emaneten isim olarak verilir. Zirveye varmayana kerahet ibaresi kullanılır. ´Onların ikisi de meşiyet vasfına dahildir´ denilmiştir. Fakat nisbette her birinin ayrı bir özelliği vardır. Kerahet ve muhabbet lâfızları, lûgat ve lâfızlardan anlayış bekleyenlerde mücmel bir mânâ vehmettirir. ALLAH´ın yarattığı ve icadı olan kulları da şu kısımlara ayrılır:
1. Ezelî meşiyeti hikmetinin zirvesine varmak için değil, istiabı için kullanması sebkat eden kimselerdir. Böyle yapmak, onların hakkında davetçilerin ve teşvikçilerin onlara musallat kılınması sûretiyle zorakidir.
2. Bazı kulların, bazı işlerde hikmetin zirvesine çıkacakları ezelde sebkat etmiştir. Bu bakımdan iki grubun da meşiyete özel bir nisbeti vardır. Hikmetin tamamlanmasında kullananlara rıza ibaresi emaneten kullanılmıştır. Diğer gruba da gazab ibaresi kullanılmıştır.

Bu bakımdan ezelde gazaba maruz kalacağı yazılmış bir kimseyi hikmetin zirvesine varmaktan meneden bir fiil belirir. Buna küfran ibaresi verilir. Küfranın akabinde azabın fazlalığı için kınama ve lanet cezasına çarptırılır. Ezelde rızaya mazhar olan bir kimseye hikmetin zirvesine varacak bir fiil verilir. Buna da şükür ibaresi verilir. Arkasından ikbalin artışına sebep olması için övgü ve senâ gelir.

Sonuç olarak ALLAH Teâlâ güzelliği vermiş, sonra övmüş, azab vermiş, sonra çirkin saymış ve helâk etmiştir. Onun misali şu misâl gibidir: Padişah, kirlenmiş kölesini kirlerden temizler, sonra en güzel elbiselerinden ona giydirir. Onun ziyneti tamam olduğu zaman ona ´Ey güzel! Sen ne kadar da güzelsin! Elbisen, yüzün ne kadar da temizdir!´ der. Oysa hakikatte güzelleştiren padişahın kendisidir. Güzellikten dolayı öven de her durumda odur, övülen de odur. Sanki o, mânâ bakımından, kendisinden başkasını övmemiştir. Kul ise, ancak zâhir ve şekil bakımından övmenin hedefidir. İşte emirler, ezelde böyledir. Sebepler ve müsebbibler böylece zincirleme gelirler. Erbabın Rabbi, sebeplerin müsebbibinin takdiriyle bu nizam böyle meydana gelmiştir.

Böyle olması, tesadüf ve araştırmaktan değildir. Aksine irade, hikmet ve hak olan hükümden, kesin olan emirden sâdır olmuştur. Buna kaza lâfzı verilir ´Bu, çakan bir şimşek gibi veya ondan daha hızlıdır!´ denilmiştir! Bu bakımdan o kesin kazanın hükmü ve daha önce takdir edilenden ötürü mukadderatın deniz leri taşmıştır. Böylece takdir edilenlerin yerine gelmesine kader denilmiştir. Öyle ise kaza lâfzı, küllî ve bir olan emrin karşılığı, kader lâfzı ise nihayetsizliğe doğru uzanan tafsilâtın karşılığıdır.

´Hiçbir şey kaza ve kader den hariç değildir´ denilmiştir. Bu bakımdan bazı kulların kalbine şu soru geldi: Taksim neden bu tafsilâtı iktiza etti? Bu farklılığa rağmen adalet nasıl mümkün oldu?´

Kulların bazısı kusurlu oluşundan dolayı, bu işin hakikatini düşünmeye güç yetiremez. Onun derleyicilerini ihâta etmeye takat getiremez. Bu bakımdan derinliğine dalmaya güç yetinemeyeceği şeylerden yasaklık gemi ile gemlendiler ve onlara ´Susunuz! Siz bunun için yaratılmadınız!´ denilmiştir. (

Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle demiştir): ´ALLAH yaptığından sorumlu değildir. Oysa mahluklar sorumludurlar´.

Bazıları da ALLAH´ın yerde ve göklerdeki nûrundan lambalarını doldurdu. Onların yağları daha önce saf idi. Neredeyse ise ateş dokunmadan parlayacaktı. Bir de ateş dokundu, nûr üzerinde nûr oldu. Melekûtun etrafı rabbinin nûruyla onların önünde pırıl pırıl parladı. Onlar hallerini olduğu gibi idrâk ettiler. Bu bakımdan onlara denildi ki: ´ALLAH´ın edebiyle edeblenin, sükût edin. Kader zikredildiği zaman ona dalmaktan çekinin´.52

Çünkü duvarların (bile) kulakları vardır. Sizin etrafınızda gözleri zayıf olanlar vardır. Öyleyse siz en zayıfınızın yürüyüşüyle yürüyünüz. Yarasaların gözleri için güneşin perdelerini kaldırmayın. Kaldırmayın ki onların helâk olmasına sebep olmayın. O halde ALLAH´ın ahlâkıyla ahlâklanın. Yüceliğinizin zirvesinden yeryüzüne, en yakın göğe inin ki zayıflar sizinle yakınlık kursunlar. Yarasaların gecenin kanadı altında, yıldızların ve güneşin nûrundan kalan kalıntılardan istifade ettikleri gibi, perdelerinizin arkasından par-layan nûrlarınızın kalıntılarından zayıflar istifade etsinler de bu sayede şahıs ve durumları bakımından tahamül edebilecekleri bir hayat ile yaşasınlar Şairin tavsif ettiği kimselerden olun:
İyiler meclisinde iyi şarap içtik, zira iyilerin şarabı güzel olur! İçtik! Fazlasını yere döktük, zira büyüklerin kadehinden yerine de nasibi vardır.

Bu işin ilki ve sonu böyledir. Bunu ancak ehli olursan anlarsın. Ehli olduğun zaman, gözünü açar, (yolu) görürsün. Seni götürecek bir rehbere muhtaç olmazsın. İki gözden kör olan çekilip götürülebilir fakat onun da bir sınırı vardır. Bu bakımdan yol daraldığı, kılıçtan keskin, kıldan ince olduğu zaman, üzerinden ancak kanadı olan kuşlar geçebilir. Fakat âmâyı sırtında götürmeye muktedir değildir. Kendisinin dermanı olup suyun durgun aktığı, karşıya geçmenin yüzmekle mümkün olduğu zamanda yüzmesini bilen karşıya geçebilir, fakat genişlikle başkasını beraberinde götüremez. Bunlar, su üzerinde yürüyenle yer üzerinde yürüyenin birbirine nisbeti gibidir Suda yüzmek öğrenilebilir ama suda yürümek öğrenmekle elde edilemez. Ancak yakîn kuvvetiyle elde edilir. Bunun için Hz. Peygamber´e (s.a) "İsa (as) için ´Su üzerinde yürüyordu´ deniliyor! (Ne dersiniz?)" denildiğinde şöyle buyurmuştur: .
Eğer daha kuvvetli yakîne ulaşsaydı havada yürürdü. İşte bunlar küfran, şükür, gazab, rıza, muhabbet ve kerahet mânâlarına işaretler ve remizlerdir. Muamele ilmine bunlardan daha fazlası uygun düşmez!

ALLAH Teâlâ, insanların anlayışlarına yaklaştırmak için darb-ı meseller de vermiştir. ALLAH cinleri ve insanları kendisine ibâdet etsinler diye yarattığını bildirmiştir. Bu bakımdan cinlerin ve insanların ibâdetleri, onlar için hikmetin sonudur. Sonra iki kulu olduğunu, onlardan birini sevdiğini, onun isminin Cebrail, Ruh-ul Kudüs ve Emin olduğunu, nezdinde mahbub, itaat edilir, emin ve metin olduğunu bildirmiştir. Diğer kulundan nefret ettiğini, onun isminin İblis olduğunu, lanete uğrayıp kıyamete kadar mühlet verildiğini bildirmiştir. Sonra ALLAH irşad vazifesini Cebrail´e havale ederek şöyle buyurmuştur:
Onlara şöyle de: İman edenlere sebat vermek, müslümanlara yol gösterici ve bir müjde olmak üzere onu Rûh´ul-Kudüs rabbinden hak olarak indirdi´.(Nahl/102)

Emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı (insanları) uyarsın.(Mü´min/15)

İğvayı (saptırmayı) İblis´e havale ederek şöyle buyurmuştur: O´nun yolundan saptırmak için... (Zümer/8)

İğva (sapıtmak), kulları hikmetin zirvesinden alıkoymaktır. ALLAH Teâlâ´nın bu vazifeyi, kendisine öfkelendiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! İrşad ise onları gayeye doğru sevketmesidir.

İrşad vazifesini sevdiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! Hayatta bunun misali vardır: Padişah, hem kendisine sâkîlik hem de hacamat yapan ve evin önünü temizleyen birine muhtaç olduğu ve iki kölesi bulunduğu zaman muhakkak bu hacamat ve süpürgecilik vazifesine onlardan sevmediğini tayin eder. Güzel şarabın sâkiliğini nezdinde en sevimli olana verir.
Senin ´Bu benim isimdir, onun işi benim işimden daha aşağı değildir´. demen uygun değildir; zira o fiili nefsine izafe ettiğinde hataya düşmüş olursun. Aksine çirkin işi, çirkin şahsa, güzel işi de güzel şahsa tahsis etmek için senin gönlünü evirip çeviren odur. Bunu da adaletin tamamlanması için yapmıştır; zira onun adaleti, bazen senin hiç müdahalenin olmadığı birtakım işlerle tamam olur. Bazen de seninle tamam olur; zira sen de onun fiillerindensin.

Bu bakımdan senin çağırıcı kuvvet ve kudretin, ilmin ve amelin ve hareketlerinin diğer sebepleri tabirde O´nun fiilidir. Öyle ki onu adaletle tertiplemiştir ve o fiilden adaletli fiiller sudur eder. Ancak sen, nefsinden başkasını görmezsin. Şehâdet aleminde senin üzerinde beliren fiilin gayb ve melekût âleminden herhangi bir sebebinin olmadığını zannedersin ve bu zannından dolayı bu fiili kendi nefsine izafe edersin! Oysa sen ancak geceleyin hokkabazın oyununa bakan çocuk gibisin. Öyle hokkabaz ki perde arkasından birçok sûretler çıkarır. O sûretle oynar, zıplar, kalkar, oturur. Oysa o sûretler, kıpırdamayan paçavralardan tertip edilmiştir. O sûretleri ancak ince ve kıldan mamul ipler harekete geçirir. O ipler gecenin karanlığından ötürü gözükmezler. Onların uçları hokkabazın elindedir. O ise çocukların gözünden perdelidir.Çocuklar sevinirler, hayrete düşerler. Çünkü oynayanın, oturup kalkanın o paçavralar olduğunu zannederler.

Akıllılar onların hareket etmediğini, hareket ettirildiğini bilirler. Fakat akıllılar da çoğu zaman onun ayrıntılarını bilmezler. Onun bazı ayrıntılarını bilen de işi yapan ve ipin ucu elinde bulunan hokkabaz gibi bilmez!

İşte böylece dünyanın çocukları âlimlere nisbeten diğer insanlar çocuktur bu görüntülere bakarlar, hareket edenin o görüntüler olduğunu zannederler. Dolayısıyla eşyayı onlara havale ederler. Âlimler ise onların hareket ettirildiklerini bilirler. Ancak hareket ettirmenin keyfiyetini bilmezler. Bu tip âlimler ekseriyeti teşkil ederler. Ancak ârifler ve ilimde râsih olan âlimler müstes-nadırlar. Çünkü onlar, gözlerinin keskinliğiyle örümcek ağına benzer incecik ipleri idrâk etmişlerdir. Hatta örümcek ağından çok daha ince olan göklerden sarkıtılmış ve uçları yeryüzündeki şahıslara bağlanmış ipleri görürler. Öyle ki inceliklerinden dolayı zâhirî gözlerle o ipler idrâk olunmazlar.

Sonra ârifler o iplerin uçlarını, bağlı bulundukları yerleri görürler ve o iplerin bağlı olduğu yerlerin gökleri harekete geçiren meleklerin elinde olduğunu müşahede ederler. Ariflerin göklerin meleklerinin de arşı yüklenen meleklere bağlı olduklarını, ALLAH´tan inen emri nasıl beklediklerini müşahede ettiler, ALLAH´ın emrine muhalefet etmemek için nasıl dikkatli davrandıkların gördüler. Kur´an´da bu müşahedeler tabir edilerek şöyle denilmiştir:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız da var. (Zâriyat/22)

Gök meleklerinin kendilerine kader´den inecek emri bekleyişleri tabir edilerek şöyle denildi:
ALLAH´tır ki yedi (kat) göğü ve arzdan da onlar kadarını ya-rattı. ALLAH´ın emri bunlar arasında iner ki ALLAH´ın her şeye kâdir olduğunu ve herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz .(Talâk/12)

Bunlar birtakım ilâhî emirlerdir. ALLAH´tan ve (ALLAH´ın tâlimiyle) ilimde rusuh sahibi olanlardan başkası onların tev´ilini bilmez.

İbn Abbas (r.a) ´ALLAH´ın emri bunlar arasında inip duruyor´ (Talâk/12) ayetini okuduğunda ´Eğer ben bu ayet-i celîle´nin mânâsından bildiğimi söylesem muhakkak beni taşa tutarsınız´ demek sûretiyle, ilimde râsih olanların ihtisaslarını halk tabakası tarafından güç yetirilemeyecek ilimlerle tabir etmiştir.

İbn Abbas´ın yukarıda geçen sözü başka bir rivayette ´Muhakkak İbn Abbas kâfir oldu derdiniz´ şeklinde vârid olmuştur.

O halde biz bu kadarıyla iktifa edelim; zira konuşmanın dizgini ihtiyarın kabzasından çıkmış, muamele ilmine aynı ilimden olmayan hususlar karışmıştır. Bu bakımdan biz şükrün maksatlarına dönelim. Şükrün hakikati, ALLAH´ın hikmetinin tamamlanmasında kulun kullanmasına dönüştüğü zaman, kulların en fazla şükredeni ALLAH nezdinde en sevimlisi ve ALLAH´a en yakın olanıdır. ALLAH´a en yakın olanlar meleklerdir. Meleklerin de derecesi vardır. Belli bir makamı olmayan hiç bir melek yoktur.

Yakınlık rütbesinde meleklerin en yücesi, ismi İsrafil53 olan melektir. Meleklerin derecesinin yüceliği şu noktadan gelir: Onlar haddi zatında keremli ve hayırlıdırlar. ALLAH, onlar vasıtasıyla peygamberlerini ıslah etmiştir. Oysa peygamberler yeryüzünde en şerefli mahlukturlar.

Meleklerin derecesini peygamberlerin derecesi takip eder.54 Çünkü peygamberler haddizatında hayırlı insanlardır. ALLAH diğer insanları onların vasıtasıyla hidayete getirmiştir. Onlarla ALLAH´ın hikmeti tamam olmuştur. Rütbe bakımından peygamberlerin en yücesi bizim peygamberimizdir. Zira ALLAH onunla dini ikmal ederek peygamberlik zincirini kapatmıştır. Peygamberleri, varisleri olan âlimler takip etmektedir. Çünkü âlimler de haddi zatında salihtirler; zira ALLAH onlarla diğer insanları ıslah etmiştir. Âlimlerin derecesi, nefislerin takvası ve başkasına yararlı olması nisbetindedir. Sonra âlimleri adaletli sultanlar takip eder. Çünkü âlimler halkın dinini ıslah ettikleri gibi, sultanlar da milletin dünyasını ıslah etmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed´e din, mülk ve saltanat bir arada verildiği için o diğer peygamberlerden üstündür. Çünkü ALLAH onunla insanların hem din, hem dünyalarını ıslah etmiştir. Kılıç55 ve mülk diğer peygamberlere verilmemiştir.

Sonra âlimler ve sultanların derecesini, din ve nefislerini ıslah eden, salih kulların derecesi takip eder. Bu sayılan sınıfların dışında kalanlar ise, basit insanlardır. Bil ki din sultanla ayakta durur. Bu bakımdan zâlim ve fâsık da olsa sultanın tahkir edilmesi uygun değildir. Amr demiştir ki: ´Zâlim bir imam (sultan), devam eden bir fitneden daha hayırlıdır´.
Gelecekte sizin başınıza birtakım emirler geçecektir. Onlardan sâdır olanın bir kısmı hoşunuza gider, bir kısmı hoşunuza gitmez. Onlar ifsad ederler. Fakat onlar vasıtasıyla ALLAH´ın ıslah edeceği daha fazladır. Eğer onlar iyilik yaparlarsa, onlar için ecir vardır. Size de teşekkür etmek düşer. Eğer kötülük yaparlarsa, onlar mesuldür. Size de sabır düşer.56

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´Sultanın imametini (önderliğini) inkâr eden bir kimse zındıktır. Sultanın çağrısına icabet etmeyen kimse bid´atçıdır. Kim davetsiz olarak sultana gelirse o cahildir´.
Sehl´e şöyle soruldu:
- İnsanların hangisi daha hayırlıdır?
- Sultan daha hayırlıdır!
- Biz sultanları insanların en şerlisi olarak görüyoruz.
- Acele etme! (Hemen hüküm verme!) muhakkak ki ALLAH
Teâlâ iki şeye bakar: Onlardan biri müslümanların mallarının selâmetine bakmasıdır. ALLAH (ce) bu vazifeleri yapanın sahifesinebakar. Bütün günahını bağışlar.

Yine Sehl şöyle demiştir: ´Sultanların kapılarına asılı bulunan siyah ağaçlar, kıssalar nakleden yetmiş kıssacıdan daha hayırlıdır?´

51) ´Muhtekir (karaborsacı/istifçi) mel´undur!´ Hâkim, (İbn Ömer´den) Bkz. İthaf us-Saade, IX/67"
52) Taberânî, Ebu Nuaym ve İbn Bekri, (İbn Mescid ve İbn Ömer´den)
53) Bkz. İthaf ´us-Saade, IX/77
54) Her halukârda peygamberlerin mertebesi fazilet bakımından meleklerin mertebesini takip etmez. Çünkü Akaid´de ´Peygamberler meleklerden daha üstündürler´ kaidesi vardır. Buradaki tâbiiyet başka yönden olsa gerek. Dikkat edilirse metine ´Onların rütbesi peygamberlerin rütbesinden sonra gelir´ mânâsını vermek de ihtimal dahilindedir.
55) ´Kıyametin öncüsü olarak kılıçla gönderildim ki kendisine şirk koşulmaksızın ALLAH´a ibadet edilsin.Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime muhalefet edene zillet ve meskenet kılındı´. (İmam Ahmed) Hâkim, Ebu Ya´la, Taberânî ve Beyhâkî, (İbn Ömer´den)
56) Müslim, (Ümmü Seleme´den), Tirmizî

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:29

Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile İlgili Halleri

Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi...

Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.

Birinci Kısım
Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem ahirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup ahirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat ahirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi...

Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).

Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu bela zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu....Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.

İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi... Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu ALLAH yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.

Üçüncü Kısım
Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, ALLAH´ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.
İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.

Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla ALLAH´ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.

Dördüncü Kısım
Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.

Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.

İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi...

Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!
Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi... Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır.

Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: İman ve güzel ahlâk gibi... Ahiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin ye-rine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.

Beşinci Kısım
Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.

Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.

Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da... O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne ahirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:

İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.

Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.
Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır..

Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi... Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:
a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.
b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.
c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.
Onların kalplerinde hastalık vardır.(Bakara/10)

Bu ayet akılların hastalığına işarettir.
(Bu Kur´an Muhammed´e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun!(Yâsin/70)

Bu ayet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.
Bedenen diri, kalben ölü olan kimse ALLAH´ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de... Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de...

İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi... Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.

Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi... Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gafil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.

Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.
Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.
O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.

Evet, ALLAH marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sı-fatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır:
1. ALLAH´tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak ALLAH´ın fazla marifetiyle ve ALLAH hakkındaki düşünce ile rahat bulur.
2- Marifetin lezzetini, ALLAH ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.
3. Genellikle ALLAH ile ünsiyet eden kalp! ALLAH´ın marifetinden lezzet duymak ve ALLAH hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!
4.Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.

Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.
İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (a.s) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyamet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri ALLAH Teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.

Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu ahiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen ahiret için de durum budur; zira dünya ahiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Ahiret ise, gayb âleminden... Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi... Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir.
Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)

Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir..

Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur.´ Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü ALLAH Teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar ´cennet ile cehennem yaratılmıştır´ dediler. Fakat cehennem bazen, ilm´el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn´el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla...

Ayn´el-yakîn ancak ahirette olur. İlm´el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr´ul yakîn´den nasiblerini alanlara verilir.

Hayır ilme´l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne´l-yakîn (açıkça) göreceksiniz.(Tekâsür/5-7)

Madem durum budur, anlaşıldı ki ahiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.

Altıncı Kısım
Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise ahiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:
a) Yokluğu olmayan bekâ
b) Üzüntüsü olmayan sevgi
c) Beraberinde cehalet olmayan ilim
d)Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur.

Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak ahiret hayatıdır.
Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine´nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.

Zatın biri ´Ey ALLAHım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum´ deyince Hz. Peygamber (s.a) ´Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?´ diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hz. Peygamber şöyle dedi:Nimetin tamamı cennete girmektir.

Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler.

En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, iman ve güzel ahlâka dönüşür. İman da ALLAH´ın, ALLAH´ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.
Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.
A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir.
B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen
şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.
Aksine dalışı ve çekilişi, ALLAH Teâlâ´nın Hz. Peygamber´in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.
Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.(Rahman/8-9)

Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazi-nin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.

Öyleyse nefse mahsus ve ALLAH´a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:
a) Mükâşefe ilmi
b) Muamele ilmi
c) İffet
d) Adalet

Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.

Bedenin faziletleri de dört kısımdır:
a) Sıhhat
b) Kuvvet
c) Güzellik
d) Uzun ömür
Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır:
a) Mal
b) Aile efradı
c) Mertebe
d) Aşiretinin ve soyunun şerefi
Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.

Telif eden sebepler de dört çeşittir:
a) ALLAH´ın hidayeti
b) ALLAH´ın irşâdî
c) ALLAH´ın doğrultması
d) ALLAH´ın teyididir.
Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı onaltıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular).

Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç ahiret saadetinin iman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak iman ve güzel ahlâkla ahiret saadetine varılabilir. Öyle ise, insanoğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için ahirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.

Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!

Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?

Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.

Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.57

Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.58

Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.

Hûkemadan birine ´Nimet nedir?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: ´Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur´. ´Bize daha fazla izah et´ denilince, dedi ki: ´Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!´ Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, ahirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.

Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.

Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.

İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: ´Din ve sultan ikizdirler´. ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Eğer ALLAH insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü.(Bakara/251)

Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse...Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki insanoğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.

Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (a.s) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine ALLAH Teâlâ´nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği ni-metten daha azdır.

Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?

Cevap: Evet nimettir.

Bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İmamlar Kureyştendir.59

Adem (a.s) nesebinde insanların en şereflisi idi.60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae´d-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.
Bunun üzerine şöyle denildi: ´Hadrae´d-demen hangi kadındır?´
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir.62

Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hz. Peygamber´in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer ´Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: ´Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre insanoğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir´.

Saadetlerin en üstünü ALLAH´a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.
Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: ´Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir´.

Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir.Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.

Birinci Nevi
Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey ahirete de yardımcı olur.

İkinci Nevi
O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: ´Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir´ ve yine bunun için şöyle denilmiştir: ´Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır´. Denildi ki: ´Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın´.

Halife Me´mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: ´Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir´. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!

Hz. Ömer (r.a) de ´Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz´ demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman ´Yüz bakımından en güzeli imam olmaya en uygunudur´ demişlerdir.

ALLAH Teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:
ALLAH onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.(Bakara/247)

Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.

Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa ALLAH Teâlâ mal ve mertebeyi kötü-lemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.

Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının.
(Teğabün/14)

Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır).(Teğabün/15)

Hz. Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır´ demiştir.

Yine denildi ki: ´Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir)´. Madem şer´an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir?

Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse ALLAH´ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.

Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan bela ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle ALLAH Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.

Hz. Peygamber (s.a) malı övmüş ve şöyle demiştir:
Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.

Hz. Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.

İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed´e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman´a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.

İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söyle-mesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.

Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.

Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.63

Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.64

Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir...

Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.

Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!
Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece ´nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun´ demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivayet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.

Hz. Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (r.a) Hz. Peygamber´den, bütün servetini ALLAH yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hz. Peygamber de bu hususta Abdurrahman´a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber´e gelip ´Abdurrahman´a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!´ dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak ALLAH Teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.

Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?
Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, ALLAH´ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, ALLAH Teâlâ´dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir.... İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: ´Kula ALLAH´tan yardım olmadığı zaman onun ALLAH´a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır´.
Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen ahiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat ahiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.
(Musa) ´RABBİMiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!´ dedi.
(Tâhâ/50)

Eğer size ALLAH´ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat ALLAH dilediğini temizler. ALLAH işitendir, bilendir.(Nûr/21)

ALLAH´ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.
´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: ´Ben de ancak ALLAH´ın .rahmetiyle girebilirim´.

Hidayetin üç mertebesi vardır:
Birincisi ´Bir de ona iki yol gösterdik!´ (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.

ALLAH Teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:
Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.(Fussilet/17)

Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)

Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu ayet ile buna işaret edilmiştir:
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz(Zuhruf/22)

Kabir ve hasede de şu ayet ile işaret etmiştir:
´Bu Kur´an iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?´ dediler,(Zuhruf/31)

Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?´(Kamer/24)

İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.

İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, ALLAH Teâlâ´nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)

Hidayet bulanlara gelince, ALLAH onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir.(Muhammed/17)

Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, ALLAH Teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü ALLAH tarafından geliyorsa da...

Onlara de ki: ´Asıl doğru yol, ALLAH´ın yoludur´. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet,

şu ayette bildirilen hidayettir:
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?
(En´âm/122)

ALLAH´ın göğsünü İslâm´a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22)

Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla insanoğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur.

Andolsun biz daha önceden İbrahim´e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk.(Enbiyâ/51)

Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir.

Tasdik´e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te´yid´e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.
Hani seni Rûh´ul-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim... (Mâide/110)

İsmet de te´yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu ayeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:
Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24)

İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, an-cak ALLAH´ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!

Bu onaltı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalan-ların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:
Eğer ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk ALLAH´tandır!

57) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ, Taberânî
58) Deylemî
59) Nesâî, Hâkim, (Enes´ten sahih bir senedle)
60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.
61) İbn Mâce
62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebu Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adîy;Kuddâî ve Kâtib
63) Müslim, (Ebu Hüreyre´den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre´den)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:30

Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası´nın Korku ile İlgili Halleri

Biz nimetleri onaltı çeşitte topladık. Beden sıhhatini son mertebeye ait bir nimet saydık. Bu biricik nimetin tamamlanmasında rol oynayan sebepleri saymaya kalkışsak bunu saymaya bile gücümüz yetmez. Fakat yemek sıhhatin sebeplerinden biridir. Bu bakımdan biz yemek nimetinin tamamlanmasında rol oynayan sebeplerden biraz bahsedelim.

Yemeğin fiil olduğu açıktır. Bu çeşitten olan her fiil harekettir. Her hareket için, hareketin aleti olan bir hareket ettirici cisim lâzımdır. O aletin de hareket etmesi için kudret lâzımdır. Kastolunanın bilinmesi ve idrâk olunması lâzımdır. Yemek için yiyecek olması lâzımdır. Yenilen yiyecek için bir asıl lâzımdır. O asıl için onu ıslah edici bir sanatkâr lâzımdır. Bu bakımdan biz önce idrâkin sebeplerini, sonra iradelerin sebeplerini, sonra kudretin sebeplerini, daha sonra yenilen yiyeceğin sebeplerini kısaca zikredelim:


Duygu'Seli~ 03-08-2009 03:32

Fakr ve Zühd

Biz burada nimetin hakikatini kısımlarını, derece ve sınıflarını, hususî ve umumî olan derleyici yerlerini zikredeceğiz. Çünkü ALLAH Teâlâ kullarına olan nimetlerinin hepsini saymak, beşerin gücü dahilinde değildir.

Eğer ALLAH´ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız,(Nahl/18)

Bu bakımdan biz, nimetlerin marifetinde kanunların yerine geçen küllî emirleri zikredip sonra fer´î hususların zikriyle meşgul olalım. Doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 21:45

Nimet´in Hakikati ve Kısımları

Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan bela (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır.

Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hz. Peygamber´in (ve diğer peygamberlerin), âlinin, ashabının ve zürriyetinin üzerine olsun!

Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; ALLAH´ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; ahiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir.

Rahman´ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (insanoğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz. Birinci şık recâ (ümit), ikinci şık da havf (korku) hakkındadır. Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 21:49

ALLAH´ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu

Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarmdandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.

Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.

Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.

Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.

ALLAH Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra ALLAH´tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.

Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.

Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.

Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da ALLAH´ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip ALLAH´tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ´dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur´dur.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. ALLAH´tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.

Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59)

Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169)

ALLAH Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer ALLAH´a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.

Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, ALLAH´tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.

Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için ALLAH´tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.

Onlar ki inandılar, hicret ettiler, ALLAH yolunda savaştılar, işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar.(Bakara/218)

Yani onlar ALLAH´ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da ALLAH´ın mağfiretini umarlar. ALLAH Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz ALLAH´a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.

Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: ´Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez´.

Recâ´nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ´nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.

Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.

Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima ALLAH´a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.

Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde ALLAH´ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin.

Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ´nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.

Recâ´nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl´in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle dedi: ´Senden ALLAH´ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim´. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Sen nasıl sabahladın?´ Zeyd ´Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

İşte bu, ALLAH´ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer ALLAH sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 21:55

İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.

Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira ALLAH katında kulların en sevimlisi ALLAH´ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde.
Sakın ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53)

Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştır. Hz. Yakub´un haberlerinde vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek "Biliyor musun seninle Yusuf´un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen ´Siz gafil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum´ dedin. Neden kurttan korktun da benden ümidini kestin. Neden Yusuf´un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yusuf´u koruyacağımı düşünmedin" dedi.

Sizden bir kimse ALLAH hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.1

ALLAH Teâlâ (c.c) (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir.2

Hz. Peygamber (s.a) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu:
-Kendini nasıl hissediyorsun?
-Günahlarımdan korktuğumu, RABBİMin rahmetini umduğumu hissediyorum!
- Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse ALLAH o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.3

Hz. Ali ´Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: ´Ey kişi, senin ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir´.

Süfyan es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve ALLAH´ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve ALLAH´ın affını dilerse, ALLAH Teâlâ o günahını bağışlar. Çünkü ALLAH Teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur:

İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.(Fussilet/23)

Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz.(Feth/12)

ALLAH Teâlâ kıyamet gününde kuluna der ki: ´Münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?´ Eğer ALLAH o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: ´Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım´. ALLAH Teâlâ ´Seni affettim´ der.4

Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdi. Bu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde ALLAH´ın huzuruna vardı. ALLAH Teâlâ ona ´Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?´ dedi ve onu, ALLAH hakkındaki güzel zannından ötürü affetti. Oysa o ibadet yönünden iflas etmişti.

ALLAH´ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar.(Fâtır/29)

Hz. Peygamber ´Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınız. Tepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız´ deyince Cebrail indi ve şöyle dedi: "Rabbin sana ´Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?´ diyor". Bunun üzerine Hz, Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları ALLAH´ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti.
ALLAH Hz. Dâvud´a ´Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir´ diye vahiy gönderdiğinde Hz. Dâvud ´Yarab halkıma nasıl sevdireyim?´ diye sordu. ALLAH Teâlâ da şöyle buyurdu:

Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler.

Eban b. Ebi Ayyaş rüya âleminde birisine göründü. O ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdi. O kişiye dedi ki: ´ALLAH beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?´ Dedim ki: ´Seni kullarına sevdirmek istedim´. ALLAH da ´Seni affettim´ dedi.

Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründü. Ona denildi ki: ´ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı?´ Dedi ki: ´ALLAH beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?´ Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: ´Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım´. ALLAH Teâlâ ´Benden nasıl bahsettin?´ dedi. Dedim ki: "Abdürrezzak bana Muhammed´den, o da Zührî´den, o da Enes´den, o da senin peygamberinden, o da Cebrail´den rivayet etti ki sen şöyle demişsin:

Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin.
Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum". Bunun akabinde ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

Cebrail doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun.

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildi. Cennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdüler. Ben dedim ki: ´(Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur´.

İsrailoğulları´ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdi. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde ona şöyle dedi: ´Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım´.5

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır.ALLAH Teâlâ Cebrail´e der ki: ´Git bana kulumu getir´. Kul getirilir, ALLAH´ın huzurunda durdurulur. ALLAH Teâlâ kula, ´Yerini nasıl buldun?´ diye sorar. Kul da ´Çok kötü bir yer olarak buldum´ der. ALLAH Teâlâ ´Bu kulu geriye götürün´ emrini verir. Kul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakar. ALLAH Teâlâ ´Sen niye dönüp bakıyorsun?´ deyince, kul ´Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim´ der. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: ´Onu cennete götürün´.6

Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder.
ALLAH Teâlâ´dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz!

1) Müslim
2) İbn Hibbaıı
3) Tirmizî
4) Müslim
5) Beyhâkî
6) Eeyhâkî

Duygu'Seli~ 03-08-2009 21:56

İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.

Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen ALLAH´tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olur. O ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçer. Oysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdir. Mağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılır. İşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldir. İşlerin hayırlısı itidâlli olandır.

Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.

Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.

Nitekim Hz. Ali ´Âlim ancak o kimsedir ki halkı ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz´ demiştir.

Biz Kitab´a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla kor-kuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit´in sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.

Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridir. Fakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdır. Recâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise ayet, hadîs ve eserleri araştırmaktır. İbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir.

O zaman, ALLAH´ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir. Dünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir.

Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine ´Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!´ denilse bile yine de ölümü hoş görmez.

Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelir. Ölümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder.

Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise ALLAH´ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve ahireti tedvir eden Bir´dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ´nın sebepleri kuvvet bulur.

Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir.

Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdü. Kendisine denildi ki: ´Bu ayette ümidin nesi var?´ Cevap olarak dedi ki: ´Dünyanın tamamı azdır, insanoğlunun dünyadaki rızkı azdır. Borç ise rızıktan daha az birşeydir. ALLAH Teâlâ´nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!´ O. halde ALLAH Teâlâ (dünya ve ahiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz.

İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.

Ayetler
De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. ALLAH´ın rahmetinden ümidi kesmeyin. ALLAH bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûr ve rahim´dir.(Zümer/53)

Hz. Peygamber bu ayeti okuduğunda ´O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir´7 demiştir.
Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler.(Şûrâ/5)

ALLAH Teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.

O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var. İşte ALLAH kullarını bundan korkutuyor.(Zümer/16)

Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının!(Âlu İmran/131)

Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O ki yalanladı ve döndü.(Leyl/14-15-16)

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra´d/6)

Hz. Peygamber´in (s.a) ümmeti hakkında ALLAH´tan (rahmet) istediği ve ona ´Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu ayet inmiştir´ dendiği söylenmiştir.

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra´d/6).

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!
(Duhâ/5)
Bu ayetin tefsiri sadedinde ´Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz´ denilmiştir. Ebu Cafer Muhammed b. Ali derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki ALLAH´ın kitabında en ümit verici ayet şu ayettir:
De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü ALLAH bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır), rahimdir (çok merhametlidir).

Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur´an´da en ümit verici ayet, şu ayettir:
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)

Hadîsler
Ebu Musa, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet etmektedir:
Benim ümmetime rahmet edilmiştir. Ahirette ümmetime azap yoktur, ALLAH Teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştir. Kıyamet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki ´Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır´.8

Bu ümmetin her biri bir yahudi veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: ´Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır´. O getirilen hristiyan veya yahudi ateşe atılır.9

Sıtma, cehennemin nefesindendir. Bu bakımdan sıtma mü´minin ateşten olan nasibidir.10
ALLAH´ın peygamberleri ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde..(Tahrim/8)

Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
"Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim´. Peygamber ´Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: ´Madem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız´.11

Enes´ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, ümmetinin günahları hakkında ALLAH Teâlâ´dan af dileğinde şöyle demiştir:
Ey RABBİM! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın!

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdır. Onlar için senden daha merhametliyim. Onların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız.12

Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Ölümüm (de) sizin için hayırlıdır. Hayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorum. Ölümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktır. Onların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı ALLAH´a hamdederim.. O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için ALLAH´tan af talep ederim.13

Hz. Peygamber ´Ya Kerîm´ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!)´ diye ALLAH´ı çağırınca, Cebrail ´Sen Kerîm´ul-Afiv´in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir´dedi.14

Hz. Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: ´Ey ALLAHım! Ben senden nimetinin tamamını isterim´. Hz. Peygamber ona ´Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?´ dedi. O Hayır!´ dedi. Hz. Peygamber ´O, cennete girmek demektir´ buyurdu.15

Âlimler dediler ki: ALLAH Teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm´ı seçtim.(Maide/3)

Kul bir günah işleyip ALLAH´tan af talep ettiğinde, ALLAH Teâlâ meleklerine şöyle der: ´Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.16

Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim.17

Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.18

Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmaz. Eğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmaz. Eğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar.19

Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: ´Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım´. Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur.

Enes´in rivayet ettiği bir hadiste ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılır. Bunun üzerine bir bedevî şöyle sordu:
- O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır?
- O zaman defterinden o günah silinir!
- Eğer tekrar o günahı işlerse...
- Defterine yazılır!
- Eğer tevbe ederse...
- Defterinden silinir!
- Bu ne zamana kadar böyle devam eder?
-Kul, af talep edip ALLAH´a tevbe edinceye kadar devam eder. Çünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça ALLAH affetmekten usanmaz. Kul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki
melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydeder. Eğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunur. ALLAH Teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarır. Kul bir gü-
nah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmaz. Onu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılır. Fakat o günahın arkasında ALLAH Teâlâ´nın güzel affı vardır.20

Bir kişi Hz. Peygamber´in huzuruna gelerek şöyle dedi:
Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorum. Ondan fazlasını tutmam. Beş vakit namazdan fazla namaz kılmam. Malımda ALLAH´ın sadaka ve haccı yoktur. Öldüğüm zaman ben nerede olurum?
Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur:
Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü ALLAH´ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin.21

Enes´in rivayet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi:
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek?
- ALLAH Teâlâ görecektir!
- Bizzat ALLAH mı görecektir?
- Evet!
Bunun üzerine bedevî tebessüm etti. Hz. Peygamber bedeviye şöyle sordu:
- Ey bedevî! Neden güldün!
- Kerîm, kudreti yettiği zaman affeder.Hesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır.

Bu söze binaen, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki ALLAH´tan daha kerîm olan biri yoktur. ALLAH Teâlâ kerîmlerin en kerîmidir.
Bunu söyledikten sonra ´Bedevî bunu anladı´ dedi.22

ALLAH Teâlâ, Kâbe´yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı ALLAH´ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez.

Bedevî dedi ki: ´ALLAH´ın velî kulları da kimlerdir?´ Hz. Peygamber ´Mü´minlerin tümü ALLAH´ın velî kullarıdır. Ey bedevî! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini işitmedin mi?´ dedi.
ALLAH iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.(Bakara/257)

Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur:
Mü´min kişi Kâbe´den daha üstündür.23

Mü´min temiz ve tahirdir.24

Mü´min ALLAH katında meleklerden daha kıymetlidir.25

ALLAH Teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattı. Onunla kullarını cennete sevkeder.26

ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmaktadır:

insanları benden kâr etsinler diye yarattım. Onların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27

Ebu Said el-Hudrî´nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
ALLAH´ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasın. Rahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır.28

ALLAH Teâlâ, halkı yaratmadan önce ´rahmetim öfkemi geçmiştir´ diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.29

Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik´ten şöyle rivayet ediliyor: Kim ´Lâ ilâhe illâllah´ derse cennete girer.30

Kimin konuşmasının sonu ´lâ ilâhe illâllah´ ise ateş onu yakmaz.31
Kim ALLAH´a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde ALLAH´ın hu-zuruna varırsa, ateş ona haram olur.32

Kalbinde zerre kadar imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.33

Eğer kâfir ALLAH´ın rahmetinin genişliğini bilseydi, ALLAH´ın cennetinden ümitsiz olmazdı.34
Çünkü saatin (kıyametin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir.(Hacc/l)

Hz. Peygamber bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem´e ´Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!´ denir. Adem ´Onlar ne kadardır?´ diye sorunca, Adem´e ´Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir´ denir.
Bu söz üzerine, Hz. Peygamber´i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanlarına çıkıp ´Neden amel etmiyorsunuz?´ dedi. Dediler ki: ´Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?´

Hz. Peygamber şöyle dedi:Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye´cüc ve Me´cüc nerededirler? Bunlar ALLAH´tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.35

Hz. Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle ALLAH´a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye´se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti.

Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber birincisinde ´Şifaya sebep olacağını´ gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi. Bu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktır. Öyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdır. Eğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur!
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, ALLAH, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.30

Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdi. Muhakkak ki ALLAH çokça affeden ve çokça merhamet edendir.

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: ´O nedir?´ Şöyle cevap verdi: ´Ucub (nefsini beğenmek) tir´.37

Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun! Mü´min kulu hakkında ALLAH, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.38

ALLAH (c.c) kıyamet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildir. Hatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır. 39

ALLAH´ın yüz rahmeti vardır. Onlardan doksan dokuzunu bekletmiştir. O yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştir. Halk birbirine o rahmetle rahmeder. Bu nedenle ana evladına şefkat gösterir. Kıyamet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayar. O rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır.

Râvi dedi ki: ´O halde, o günde, ALLAH´ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!´40
Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.
- Sen de mi?
- Ben de! Ancak ALLAH´ın rahmeti beni örtmüştür.41

Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.42

Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladım. Siz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir.43

Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim.44
İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum.45

Bu hadîsin mânâsına, ALLAH Teâlâ´nın mü´min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder:
RABBİMiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!(Bakara/286)

Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.(A´raf/157)

Muhammed b. Hanefiyye46 Hz. Ali´den (r.a) şöyle rivayet eder: ´Veya güzel muamelede bulun!´ (Hicr/85) ayeti nazil olduğu za-man, Hz. Peygamber, Cebrail´e şöyle sordu:
- Ey Cebrail! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele)
ne demektir?
- Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama!
- Ey Cebrail! ALLAH Teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir.
Bunun üzerine Cebrail de, Hz. Peygamber da ağladılar. ALLAH onların ikisine Mîkâil´i gönderdi. Mikâil dedi ki:

Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ´Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir´.47

Recâ´nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur.

7) Tirmizî
8) Ebu Dâvud
9) Müslim, (Ebu Musa´dan)
10) İmam Ahmed .
11) İbn Ebî Dünya
12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir.
13) Bezzar
14) Irâkî bu konuşmanın Hz. Peygamber ile değil, Hz. İbrahim ile Cebrail
arasında geçtiğinin rivayet edildiğini gördüğünü söylemiştir.
15) Daha önce geçmişti.
16) Müslim, Buhârî
17) Tirmizî
18) Müslim
19) Beyhâkî, Şuab
20) Beyhâkî
21) Daha önce geçmişti.
22) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
23) İbn Mâce
24) Müslim, Buhârî
25) İbn Mâce
26) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
27) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 28)İbnHibban
29) Müslim, Buhârî
30) Taberânî
31) Ebu Dâvud, Hâkim
32) İmam Ahmed
33) İmam Ahmed
34) Müslim, Buhârî
35) Tirmizî, (İmran b. Hüseyin´den)
36) Müslim
37) Bezzar, İbn Hibban
38) Müslim, Buhârî
39) İbn Ebî Dünya
40) İbn Ebî Dünya
41) Müslim, Buhârî
42) Müslim, Buhârî
43) Daha önce geçmişti.
44) İmam Ahmed
45) Ebu Ubeyde, İmam Ahmed


Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:03

ALLAH Teâlâ´nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti

Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir!

Oysa bu zan yanlıştır. Korku ALLAH´ın kamçısıdır. Onunla kul-larını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle ALLAH´a yakınlık rütbesine varsınlar. Hayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdır. Çocuk için de böyledir. Fakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmez. Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur. Korkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudur. Kadın bir ayeti dinlemekle rikkate gelir. Bu ise ağlamayı gerektirir. Şiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledir. O sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidir. Bu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz.

Bütün insanların korkusu da böyledir. Ancak ârif ve âlimler hariçtir. Âlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildir. Çünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla ALLAH´ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; ALLAH´ı, ALLAH´ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdir. Böyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana ´ALLAH´tan korkar mısın?´ denildiği zaman sus! Çünkü eğer ´Hayır! Korkmam´ dersen kâfir olursun. ´Evet! Korkuyorum´ dersen, yalan söylemiş olursun!".

Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez.

Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı. Çünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktir. Cehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidir. Eğer bilseydi korkmazdı. Çünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir.

Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mah-zurlu bir şeye maruz kalmasıdır. Öyleyse korku, ademoğlunun ek-sikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattır. Haddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettir. ALLAH´ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir.

ALLAH´ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildir. Ancak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülür. Nitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi...

Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdür. Korku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürür. Bazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdür. Bu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir!
Hz. Peygamber (s.a) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştir. Bir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülür. Hedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdur. Korkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve ALLAH´a vardıran diğer sebeplerdir. Bütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlar. Bu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir.

Soru: Kim (ALLAH´tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidir. Madem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir?

Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdır. Eğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdı. O mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olur. ALLAH´a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildir. Çünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla ALLAH´a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurdu. Oysa bu muhaldir. Bu bakımdan böyle sanmak uygun değildir. Saadetlerin en üstünü, ALLAH´a itaat ederek uzun yaşamaktır. Bu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktir. Tabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledir. Her ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de... Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettir. Fakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir.

Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdir. Hayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidir. Eğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardır. Eğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin is-teklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardır. Eğer tak-vayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidir. Bu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) ALLAH´tan başka her şeyden selbetmektir; yani ALLAH´tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktır. İşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidir. Bu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedir. Eğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olur. Eğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olur. Eğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi.

Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: ´Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira ALLAH´ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!´

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:04

Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında

Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim ALLAH´a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk´ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler.

Vâsıtî51 buna işaret ederek şöyle demiştir: ´Korku, ALLAH ile kul arasında bir perdedir!´
Yine şöyle demiştir: ´Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca´nın bir fazileti kalmaz´.

Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir.

Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir.
İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır.
Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur.

Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi...

Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de...

Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi... Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, ALLAH´tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen ALLAH´ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve ALLAH´ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben sizin içinizde ALLAH´tan en fazla korkanınızım. 52 ALLAH´tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar.(Fâtır/28)

Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. BAzen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür.

Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir´.

Hakîm Ebu Kasım53 ´Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. ALLAH´tan korkan da ALLAH´a kaçıp sığınır´ demiştir.

Zünnûn-i Mısrî´ye şöyle denildi:
- Kul ne zaman ALLAH´tan korkmuş olur?
- Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın
yerine koyduğu zaman ALLAH´tan korkmuş olur.
Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi...

Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.

Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, ALLAH´ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.

Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. ALLAH´tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur.

Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir.

Bundan daha yücesi verâ dır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ´dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hz. Ali´nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir.

Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun.

Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: ´O, müttakî, veri´ ve afiftir!´ Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir.

51) Sonraları Mısır´a gelen bu zat, H. 310´da orada öldü.
52) Buhârî
53) Adı Ebu Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî´dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:06

Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet

Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.

Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi...

Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, ALLAH´ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, ALLAH´ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, ALLAH´ın gayrısıyla meşgul olup ALLAH´dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin ALLAH tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde ALLAH´ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!

İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken ALLAH´ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm´ül-Kitab´daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.

Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. ´Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi´ düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:

Şu ALLAH´ın kitabıdır. ALLAH bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.
Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:

Bu ALLAH´ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta ´Şekavet ehlinin ta kendileridir´ denilir. Sonra ALLAH Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce ALLAH Teâlâ bir devenin iki sağımı arası ka-dar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki ALLAH´ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, ALLAH´ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54

Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü ALLAH´ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, ALLAH´tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, ALLAH´ın marifetinin meyvesidir. Kim ALLAH´ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla ALLAH´ı tanımış olsaydı günahından değil, ALLAH´tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı ´Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi´ diye düşünmelidir.

Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya ALLAH´a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber´i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a´lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil´i esfel-i sâfilîn´e düşüren ALLAH´ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü ALLAH´a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.

İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş...

Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.

ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!´55

İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur.

Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye kor-karsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel ALLAH içindir. Fakat ALLAH´ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki ALLAH Teâlâ ´Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem´ sözünde sâdıktır. ALLAH´ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.

Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, ALLAH´ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya ALLAH´tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, ALLAH´tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.

55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat´tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.

Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine ´Ârif ateşten değil, ancak ALLAH´tan mahcub olmaktan korkar´ denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, ALLAH´ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.

ALLAH Teâlâ´dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!

54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir´den)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:07

Yemeklerin Islahı
Korku´nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O´nunla yakınlık kurmakla mümkündür.

Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkün-dür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir.

Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, ALLAH´a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.
Ayet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku´nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. ALLAH Teâlâ´nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin ma-kamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir.

Ayetler

Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.(A´raf/154)

Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (hakkıyle) korkar.(Fâtır/28)

ALLAH Teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.
ALLAH onlardan razı olmuş,onlar da O´ndan razı olmuşlardır.İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.(Beyyine/8)

İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hz. Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir´.

Hz. Musa´nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile ALLAH´ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur:Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56

Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin ALLAH´a, salâtın Rasûlullah´a mahsus olduğu gibi...

Öyle ki ´Hamd âlemlerin rabbi olan ALLAH´a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed´e ve onun bütün âline mahsustur´ denir.
ALLAH Teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur:
Onların ne etleri, ne kanları ALLAH´a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O´na ulaşır.(Hacc/37)

Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir.
ALLAH katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.(Hucurât/13)

Sizden önce kitab verilenlere de size de ´ALLAH´tan korkun!´ diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH´ındır.(Nisâ/131)

Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!(Âlu İmran/175)

Görüldüğü gibi, ALLAH korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü´minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü´minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.

Hadîsler
Hz. Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: ´Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur´.

Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben ´ALLAH katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır´ dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: ´Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!´
Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek ALLAH tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.57

Hikmetin başı ALLAH korkusudur!58 Hz. Peygamber, İbn Mes´ud´a hitaben şöyle demiştir:
Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra ALLAH´tan çokça kork!59
Fudayl b. Iyaz der ki: ´ALLAH´tan korkan bir insanı, ALLAH kor-kusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: ´ALLAH´tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!´

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Hiçbir mü´min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi...

Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem´.

Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler.
Zikr´in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. ALLAH Teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur:
ALLAH´a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır). (Alâ/10)

Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.(Rahmân/46)

ALLAH Teâlâ (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır:
İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım.60

ALLAH´tan korkan bir kimseden herşey korkar.61

Aklı en fazla olanınız, ALLAH´tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız ALLAH´ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.62

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Âdemoğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!´

Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan korkan bir insanın kalbi erir. ALLAH´a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir´.

Yine Zünnûn şöyle demiştir: ´Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur´.
Ebu Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: ´Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, ALLAH ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur´.

Yahya b. Muaz´a şöyle soruldu:
- Yarın kıyamette insanların en emini kimdir?
- Bugün en fazla korkandır.

Sehl şöyle demiştir: ´Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!´Hasan´a şöyle denildi:
- Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz.
- ALLAH´a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.

Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: ´Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur´.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber´e şöyle sorar:
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! ´Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler´(Mü´minûn/60)
ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir?
- Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir.63

ALLAH´ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ´nın zıddının havf olması gibi...

Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ´nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür.

Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiyâ/90)

Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rab-lerine dua ederler.(Secde/16)

Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size ne oluyor ki ALLAH için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nuh/13)

Çoğu kez Kur´an´da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku´nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab´ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse ALLAH korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.(Tevbe/82)

Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar vc Kur´an onların derin saygısını artırır.(İsrâ/109)

Şimdi siz bu Kur´an´a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?(Necm/59-61)

Mü´min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi ALLAH korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki ALLAH onu ateşe haram kılar.64

Mü´minin kalbi ALLAH´ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.65

ALLAH korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66
Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hz. Peygamber´e şöyle sordu:
- Kurtuluş yolu nedir?
- Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67

Hz. Aişe Hz, Peygamber´e şöyle sordu:
- Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı?
- Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer.68

ALLAH´ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya ALLAH yolunda akıtılan bir damla kandan ALLAH katında daha sevimli bir şey yoktur.69

Ey ALLAHım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz dam-laları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.70

Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde ALLAH Teâlâ onları gölgelendirir.
Hz. Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir:
O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde ALLAH´ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.

56) Müslim, Buhârî
57) Taberânî
58) Beyhakî
59) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
60) İbn Hibban, Beyhakî
61) İbn Hibban
62) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
64) Taberânî, Beyhakî
65) Taberânî, Beyhakî
66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
67) Daha önce geçmişti.
68) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
69) Tirmizî, (Ebu Ummâme´den)
70) Müslim, Buhârî

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:08

Islah Edicilerin Islahı

Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: ´Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın´.

Muhammed b. el-Münkedir, ALLAH korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır:
ALLAH korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz!

Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! ALLAH korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı´.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyamet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, ALLAH Teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet mü´min ise fazla azap çekmez´.

Ebu Süleyman der ki: ´Ağlamak, ALLAH korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise ALLAH Teâlâ´nın cemâlinin şevkinden doğar´.

Ka´b´ul-Ahbar der ki: ´Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun, ALLAH korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir´.

Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir!

Hanzele şöyle anlatıyor: Birgün Hz. Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hz. Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hz. Peygamber´in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hz. Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: ´VALLAHi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hz. Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı´. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine´nin sokaklarından ´Hanzele münafık oldu´ diye bağıra bağıra mecsidi nebevî´ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebubekir Sıddîk (r.a) ile karşılaştım. Bana ´Hayır! Hanzele münafık olmadı´ dedi. Böylece Hz. Peygamberin yanına vardım. ´Hanzele münafık, oldu´ diyordum. Bu sözlerimi duyan Hz. Peygamber ´Hayır! Hanzele asla münafık olmaz´ dedi. Bunun üzerine dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur.71

Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve ALLAH´ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler ALLAH korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun se-bebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.

71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:09

Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet

Korku ve ümid´in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin ´Korku mu daha üstündür, recâ mı?´ suali yanlış bir sualdir. Tıpkı ´Ekmek mi üstündür yoksa su mu?´ diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı ´Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler´ demektir.

Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum ALLAH´ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum ALLAH´ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.

Fakat ´Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür´ te´viline binaen böyle denilebilir.

Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında ALLAH´ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.

Kim ALLAH´ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.

Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; ´Eğer mü´minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar´.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine ´Ey oğul! ALLAH´tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O´nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve ALLAH´tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O´nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün´ demiştir.

Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!´

Hz. Ömer´in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.

Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer ´Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer´in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur´ dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.

Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.

Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.

Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de...

Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.

Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.

Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe´den ´Acaba bende münafıklık var mı?´ diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe´ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice ALLAH´a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, ALLAH´a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, ALLAH´ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72

Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, ALLAH´tan korkması ile ALLAH´ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için ALLAH Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem´ederek şöyle buyurmuştur:
Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90)

Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve ALLAH´ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.

Böyle bir durum, korku değil, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kim sadece korkudan ALLAH´a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile ALLAH´a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde ALLAH´a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür´.

Mekhûl şöyle demiştir: ´Sadece korkudan ötürü ALLAH´a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle ALLAH´a kulluk yapan, Mürcie´dir. Sadece muhabbetten ötürü ALLAH´a kulluk yapan zmdık´tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü ALLAH´a ibadet eden ise muvahhiddir.73

Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve ALLAH hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!

Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir.
ALLAH´ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan ALLAH´ını sevmelidir. Çünkü ALLAH ile mülâki olmayı sevenle ALLAH da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan ALLAH´ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, ALLAH´ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; ALLAH´ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O´na döner.

Ölümle insan O´nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.

Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin ALLAH´tan, O´nun zikri, mârifeti ve O´nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da ALLAH Teâlâ´nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.

Bu bakımdan biz ALLAH Teâlâ´dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak ALLAH´ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve ALLAH sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, ALLAH´tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber´in ALLAH´ı çağırdığı dua ile dua etmektir:

Ey ALLAHım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74

Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.

Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.
Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75

ALLAH Teâlâ da bir hadîs-i kudsî´de şöyle demiştir:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76

Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna ´Ey oğul! Bana ALLAH´ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben RABBİMe hüsn-i zan ile mülâki olayım!´ dedi.

Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı.

Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret´ dedi.

Bütün bunlardan gaye; ALLAH´ı, nefsine sevdirmektir.
ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.
- Beni kullarıma sevdir!
- Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?
- Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.

Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın ALLAH´ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.

Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî´yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî ´Şimdi kurtuldum!´ diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî´nin durumunu sordu. Ona ´Dün gece vefat etti´ denildi.

72) Bezzar ve Taberânî
73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)
74) Tirmizî, (Ebu Derdâ´dan)
75) Müslim
76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî


Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:10

İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler

Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki ALLAH´a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere ta-hammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak kor-kunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır´. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. ALLAH´ın zikrine koyulmak, ALLAH´ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima ALLAH´ı anmak insanı ALLAH ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve ALLAH ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur.

Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan ALLAH için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O´nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür.

Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar.

Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, ALLAH´tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri ALLAH´ın azabından, ikincisi O´nun zatından korkmaktır.

ALLAH´ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O´nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler:
ALLAH sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28)

Ey mü´minler! ALLAH´tan O´na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102)

Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak ALLAH´ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.

Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın ALLAH´ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, ALLAH´tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O´na yakın olmayı umar.

Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: ´Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!´Bu korku, âlimlerin korkusudur.

Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kullarından ancak âlimler, ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Âlimler gibi, bütün mü´minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder.

Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak ALLAH´tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi... Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar,

ALLAH (c.c) Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork´.
Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde ALLAH´ı tanıyan, ALLAH´ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis´i uzaklaştırdığını bilmiş olur. ALLAH Teâlâ´nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: ´Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem´.

Eğer kalbine ´ALLAH ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder´ düşüncesi gelirse, ALLAH Teâlâ´nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira ALLAH Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti.

Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa´yı mağlûp etti. Musa dedi ki: ´Sen o Ademsin ki ALLAH seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin´. Bunun üzerine Adem, Musa´ya şöyle dedi:
- Sen o Musasın ki ALLAH seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce ALLAH´ın Tevrat´ı yazdığını gördün?
- Kırk sene önce!
- Acaba o Tevratta ´Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı´ hükmünü gördün mü?
- Evet!
- Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce ALLAH´ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun?

Hz. Peygamber ´Adem böylece Musa´yı, delil bakımından mağlûb etti´ buyurdu.77

Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü´minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi...

Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer ALLAH´ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, ALLAH´ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer ALLAH ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer ALLAH o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben ALLAH´tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, ALLAH´tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden ALLAH´tır.78

Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. ALLAH azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza´nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu
bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır.

ALLAH´ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79

Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80

Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu:

Ey ALLAHım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81

İkinci bir rivayette ´Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun´ diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? ALLAH´a yemin ederim, ben ALLAH´ın Rasûlüyüm. Buna rağmen ALLAH´ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82

Hz. Peygamber´in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz´un´un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben ´Cennet sana mutlu olsun!´ dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir.

Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim. Ben, Osman´dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!´83

Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 ´ALLAH´a yemin ederim Hz.
Peygamber´den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali´nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı.

´Suffe´ ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için ´Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber´e hicret ederek geldin. ALLAH yolunda öldürüldün´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85

Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. ´Cennet senin için mutlu olsun!´ dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
- Şu, ALLAH namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! O benim annemdir.
Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86

Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87

Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir:
İyi bilin Hûd´un kavmi Ad, (ALLAH´ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60)

İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68)

İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95)

Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki ALLAH dileseydi insanların hiçbiri O´na ortak koşmazdı; zira ALLAH dileseydi herkese hidayet verirdi.
Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir.:(Vâkıa/1-3)

Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.

Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır.
Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14)

O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: ´Ah! Keşke ben toprak olaydım!´(Nebe/40)

Rahman´ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38)

Kur´ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur´an´da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi:
Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Zira ALLAH Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir:
Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67)

(Böyle yaptık) ki (ALLAH), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8)

Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31)

ALLAH´ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, ALLAH´ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99)

İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O´nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102)

Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân´a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...(Meryem/85-86)

İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71)

Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40)

Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20)

Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)

Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23)

Asr´a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi)

İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar ALLAH´ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim ALLAH´ın azabından emin olabilir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail ALLAH korkusundan ağladılar. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu:
- Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz?
- Senin azabından kim emin olabilir!

Sanki bu iki zat, ALLAH´ın gaybın âlimi (allâm´ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için ALLAH´ın ´Ben ikinizi de emin kılmışım´ sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde ALLAH´ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler.

Nitekim Hz. İbrahim mancınık´a konulduğu zaman ´ALLAH bana kâfidir´ dedi. Hz. İbrahim´in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı ´Senin bana ihtiyacın var mıdır?´ dedi. Hz. İbrahim ´Sana ihtiyacım yoktur!´ dedi.

İbrahim´in böyle söylemesi ´ALLAH bana kâfidir´ sözünü yerine getirmesi demektir.
ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ve çok vefalı İbrahim´in...(Necm/37)

Yani ´ALLAH bana kâfidir´ sözünün gereğini yerine getiren İbrahim´in...
ALLAH Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa´dan da haber vermiştir:
Dediler ki: ´RABBİMiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz´. ´Korkmayın´ dedi; ´ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm´.(Tâhâ/45-46)

Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa ALLAH´ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta ALLAH yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu:
Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen!
Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti:
Ey ALLAHım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber´e ´Kendini bu kadar harap etme! Çünkü ALLAH sana va´dettiğini yerine getirecektir´88 dedi.

Hz. Ebubekir´in makamı, ALLAH´ın va´dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber´in makamı ise, ALLAH´ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber´in makamı, Ebubekir´in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, ALLAH´ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse ALLAH´ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa´ya şöyle söylemiştir:

ALLAH demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara ´Beni ve annemi, ALLAH´tan başka iki ilah edinin´ dedin?"

Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir:
Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116)

Sonra Hz. İsa şöyle demiştir:
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118)

Hz. İsa, durumu ALLAH´ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin ALLAH´ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır?

Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını´ sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Rabbinin ´Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım´ sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119)

Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur.

Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile ALLAH´a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü´minin kalbi, Rahman olan ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir.
Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28)

Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki ´ALLAH´ın azabından emin olmaktan sakın!´ dendiği halde o, ALLAH´ın azabından emin olur. Eğer ALLAH ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, ALLAH´ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.

Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir´ diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!´

Bir kişi şöyle demiştir: ´Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!´

Ebu Derda ´Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır´ diye yemin ederdi.

Sehl derdi ki: ´Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar´. Sıddîklar o kimselerdir ki ALLAH onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60)

Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira ALLAH´ın affı senin günahından daha büyüktür´. Karşılık olarak şunları söyledi: ´Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla ALLAH´a mülâki olmaktan korkmazdım´.

Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek ´Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!´

Arkadaşı dedi ki: ´Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?´
ALLAH´tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı.

Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar´.
Ebu Yezîd der ki: ´Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim´.

Hz. İsa ´Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz´ demiştir.
Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, ALLAH Teâlâ´ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?´ Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: ´Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!´

Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid´at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: ´Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur´.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve ´ben müslümanım´ desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89

Hadîsin başka bir lâfzında ´Söz verdiği zaman hile yaparsa´ diye varid olmuştur.
Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî ´Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır´ demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî´nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) ´Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim´ demiştir.

Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: ´Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir´.
Şöyle denilmiştir: ´Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır´.
Bir kişi İbn Ömer´e dedi ki:
- Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz.
- Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk!

Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman´ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe´nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe ´Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!´ dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe ´Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber´in zamanında nifak kabul ediyorduk!´ dedi.

İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur.
Huzeyfe derdi ki: ´Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar´.

İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid´at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü ´Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir´ denilmiştir.
Ariflerden biri diğerine dedi ki: ´Ben nefsim için nifaktan korkuyorum´. O da cevap olarak ´Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!´ dedi.

Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü´min kul iki korku arasındadır: ALLAH´ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile ALLAH´ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90

Yardım edici ALLAH´tır.

78)Bazı nüshalarda ´aynısı´ yerine ´gayrisi´ geçmektedir. Fakat illet ile ma´lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: ´Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih´e mutabık değildir!´ En yüce misâl ALLAH içindir. ALLAH temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224).
79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur".
(İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce)
80) ´ALLAH´a yemin olsun, içinizde en fazla ALLAH´tan korkanınız benim!´
(Müslim)
81) Taberâni
82) Müslim, (Hz. Âişe´den)
83) Buhârî, (Ümm´ül-Ulâ el-Ensârîye´den)
84) Künyesi
85)Beyhakî ve Ebu Ya´lâ.
86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den); İbn Humeyd, Ebu Ya´la
87) Tirmizî, Hâkim
88) İbn Şahin, Şerh´üs-Sünne
89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr´dan)
90) Beyhakî, Şuab

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:11

Sabır ile Şük´rün Bir Yerde Birleşmeleri

Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, kötü sondan korkmaya dönüşür. Peki su-i hatimenin mânâsı nedir?

Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur.
Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, insanoğlu ile ALLAH arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir.

Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü ALLAH´tan çevrilirse, ALLAH ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira ALLAH´ın alev alev yanan ateşi ancak ALLAH´tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti ALLAH´a yönelen bir mü´mine ise, ateş şöyle haykırır: ´Ey mü´min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek´. Bu bakımdan ne zaman mü´minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır.

Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak imanın aslı ve ALLAH sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin imanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur.

Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden ALLAH onun azabını kıyamete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir?

Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid´atçı, ALLAH´ın nûrundan perdelenmiş, Kur´an ve iman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür.
Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.91

Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92

Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine bela indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır.

Bu bakımdan Nekir ve Münker´in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyamet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar...

Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki ALLAH´ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va´dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, imanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların´havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar.

Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir?

Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder:

Birincisi
Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid´atçı gibi; zira zâhid olan bid´atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid´at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid´attan gayem; kişinin ALLAH´ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder.

Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde ALLAH ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. ALLAH Teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)

De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri?(Kehf/103-104)

Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, ay-nen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim ALLAH´ın zatı, sıfatları ve
fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kur-tarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde ALLAH´a, Rasûlüne ve son güne iman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir.

Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, ALLAH´ın indirmiş olduğu hükümlere, ayet ve hadîslerin zâhirlerine, ALLAH´ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların ALLAH´ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm...

Yakîn nûruyla ALLAH´ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledik-leri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir.

Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. ALLAH ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin ´ilm´el-yakîn´ ve ´ayn´el yakîn´ olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur:

Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun.
Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu.

Her kim ALLAH´a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız imandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir!

Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardık-ları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse ALLAH´ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da ´kibrit-i ahmer´ gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının ALLAH´a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur.

İkincisi
İkinci sebebe gelince, o aslında imanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman iman zayıf düşerse ALLAH sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte ALLAH sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir.

Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan iman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu ALLAH´tan görür. Böylece ALLAH tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de ALLAH´tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine ALLAH´tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki imanın zâfiyeti, ALLAH sevgisinin zâfiyetini gerektirir.

Bu bakımdan kalbinde, ALLAH´ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket ALLAH´ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira ALLAH´ı ancak tanıyan bir kimse sever.

De ki: ´Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size ALLAH ve Rasûlünden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24)

Öyleyse kimin, kalben ALLAH´ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle ALLAH´ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefre-tini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi ALLAH´ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir.

Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının hu-zuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı...

Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri iman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur.

İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun imanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine ALLAH´ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve ALLAH´a karşı mahcup olur.

Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir.

Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce insanoğlunda me´lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zarure-tin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar imanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da...

Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak ALLAH´ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da ALLAH katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi...

Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi... Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır.İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir.

Bu duruma binaen ilim ALLAH´ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur.

Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi.

Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: ´Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyamet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur´.

Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz´dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak ALLAH´tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da...

Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de...

Hatta ben şeyh Ebu Ali el-Farmedî´den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu es-nada dedi ki: ´Ben şeyhim Ebu Kasım el-Kirmanî´ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: "Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için ´şöyledir´ dedin. Ben de ´Neden öyle olsun!´ diye sordum". Bunun üzerine şeyh Ebu Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: ´Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.´95

Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira insanoğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: ´Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin ALLAH´ın ibadetine sarfetmektir´.

Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette arif-lerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.

Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine an-ladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle bera-ber selâmet kalması gerçekten zordur.

Mutarrıf b. Abdillah96 şöyle demiştir: ´Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!´

Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler mü´min kulun ruhunu huzur-u ilâhî´ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki ´Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?´

Süfyan es-Sevrî birgün ağlıyordu. ´Neden ağlıyorsun?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum´.

Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa mü´minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir.

O da öyle bir düşüncedir ki Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:
Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır.
Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir.

Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: "Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara ´Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?´ diye sordum, onlar ´Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler". İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.

Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.

Şehâdet mertebesi ise, kalpte ALLAH sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgi-sinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak ALLAH´ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahi-retini satın almak ve ALLAH ile yapmış olduğu alış verişe razı ol-mak halinde o mertebeye ulaşılır.
ALLAH, mü´minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.
(Tevbe/111)

Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh´un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, ALLAH´ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. "Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip ´Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım´ deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu!

ALLAH´ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uyku-dan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, se-nin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi...

Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar ALLAH´tan gafil ol-maktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?

Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir
tehlike üzerindedirler.97

Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur ka-lan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın ALLAH´ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde...

Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.

Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez.

Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavan-ları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur!

İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, ALLAH´a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine ALLAH Teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!

Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (r.a) akıl, amel ve ALLAH´ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!

Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki ALLAH korkusundan aşağı düşer. ALLAH yaptıklarınızdan gafil değildir!(Bakara/74)

91)Tirmizî
92) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
93) Tam adı Ebu Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî´dir. Farmid, Tûs´a bağlı bir köydür. H. 377´de Tûs´.da vefat etmiştir.
94) Künyesi Ebu Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî´dir.
Horasan´a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan´dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî´nin şeyhidir, Nisbeti Ebu Yezid el-Bistâmî´nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye´nin büyük simalarındandır.
95) Bu cevaz ve vücûb şer´î değil, tarîkat âdâbındandır.
96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır.
97) Sehl et-Tüsteri´nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthaf´us-Saade, IX/243)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:12

Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti

Aişe (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hz. Peygamber´in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları ALLAH´ın azabının korkusundan yapıyordu.98

Hz. Peygamber Vakıa sûresinde bir ayet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A´raf/143)

Hz. Peygamber (s.a) el-Ebtah´da (bir dere) Cebrail´in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.

Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu."

Cebrail bana her geldiğinde Cebbar olan ALLAH´tan korktuğundan tir tir titriyordu!100

Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrail ile Mikâil ağlamaya başladılar. ALLAH Teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
- Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
- Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
- İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir´den şöyle rivayet ediliyor: ´Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!´

Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Cebrail´e sordu:
- Neden ben Mîkâil´i gülerken hiç görmüyorum?
- Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir.101

Deniliyor ki ALLAH Teâlâ´nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, ALLAH´ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hz. Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
- Ey Ömer´in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
- Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer RABBİMden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ´nın mülkünü verirdi. Ey Ömer´in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: ALLAH´a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu ayet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de ALLAH besler. O semi´dir, alîm´dir!
(Ankebût/60)

Enes der ki: Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; ALLAH´ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam.102

Ebu Derdâ der ki: ´ALLAH´ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu´.

Mücahid diyor ki: Hz. Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra ´Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?´ diye seslenildi. Bunun üzerine Hz. Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra ALLAH Teâlâ, Davud´un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: "Yarab! Benim hatamı elime yazdır!´ Bu dilek üzerine, Dâvud´un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud´a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hz. Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. ALLAH´tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!´

Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hz. Dâvud´un, birgün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara ´Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!´ dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: ´Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve RABBİM bana şiddetli, katı, ALLAH´ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!´
Hz. Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı´.

Hz. Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebur´u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine ALLAH Teâlâ,ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Adem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.

Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hz. Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan birgün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman´a ´Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır´ derdi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman memlekette ´Dâvud´un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!´ diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hz. Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hz. Süleyman onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hz. Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hz. Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hz. Dâvud kıyametin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hz. Süleyman, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: ´Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.

Israiloğulları´ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu´. Bunun üzerine Hz. Dâvud duaya başlardı. Hz. Dâvud dua ederken İsrailoğulları´nın âbidlerinden
biri şöyle seslendi: ´Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin´.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.

Hz. Süleyman; Hz. Dâvud´a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: ´Kimin Dâvud´la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud´la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür´. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: ´Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey ALLAH´ın korkusu kendi-sini öldüren!´. Sonra Hz. Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: ´Ey Dâvud´un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?

Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi.Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: ´Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!´ Bunun üzerine Hz. Dâvud, ALLAH´ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları´nın arasına katılırdı.

Yezid er-Rekkaşi dedi ki: ´Hz. Dâvud birgün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi´.

Hz. Dâvud´un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsal-ları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis´e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. ´Beyt-ül Makdis´in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona ´Ey Yahya! Gel de oynayalım´ dedi-ler. Yahya onlara ´Ben oyun için yaratılmadım´ dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya´nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis´e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis´e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: ´Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım´.

Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu ´Beyt-ül Makdis´e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine ´Ey´ oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım´ dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı za-man annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem... Ben kulunum. Sen erham´ür râhimînsin´.

Babası Zekeriyya birgün kendisine şöyle dedi: ´Ey oğul! Ben ancak RABBİMden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim´. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: ´Cebrail bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir´. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: ´Ey oğul! O halde ağla!´

Hz. İsa şöyle demiştir: ´Ey havâriler topluluğu! ALLAH Teâlâ´nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebret-meyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: ´Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!´.

Şöyle denilmiştir: Hz. ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrail kendisine gelir ve şöyle derdi:
- Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: ´Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?´
- Ey Cebrail! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (ALLAH´ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar ALLAH´ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim
selerdir. Salât onlara ve ALLAH´a yakın olan her kulun üzerine ol sun! ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzar, (İbn Abbas´tan)
100) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Ebî Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:15

Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?

Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben ´Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!´ demiştir.

Ebu Zer ve Talha ´Isınlan bir ağaç olmak isterdim!´ demişlerdir.
Hz. Osman ´Öldüğüm zaman dirilmemek isterdim!´ demiştir. Hz. Aişe ´Unutulmuş olmayı isterdim!´ demiştir.

Hz. Ömer Kur´an´dan bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: ´Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı´.
Hz. Ömer´in yanağında göz yaşlarından iki siyah iz vardı. O şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´tan korkarsa öfkesini dindirmez, tüm ALLAH´tan ittika ederse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyamet olma-saydı muhakkak sizin gördüğünüzün hilâfı olacaktı!´

Hz. Ömer ´Güneş durulduğu (ve ışığı söndürüldüğü) zaman´ ayetini okuyup ´Defterler açıldığı zaman´ (Tevkir/10) ayetine varınca bayılıp düştü. Birgün başkasının evinin yanından geçti. Ev sahibi namaz kılıyor ve Tûr suresini okuyordu. Hz. Ömer durup dinledi. Kişi ´Rabbinin azabı muhakkak vukû bulacaktır. Onu geri çevirecek hiçbirşey yoktur (Tûr/7-8) ayetine gelince, merkebinden indi, duvara yaslandı. Bir zaman durduktan sonra evine dönüp bir ay hasta yattı. Halk durmadan onu ziyaret etti ve hastalığının sonucunu bilmiyorlardı.

Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu ´Ben Hz. Muhammed´in ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle ALLAH´ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, ALLAH´ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!´

Hz. Ali bunları söyledikten sonra kalkıp meclisten ayrıldı. Artık İbn Mülcem denilen adam tarafından vuruluncaya kadar güldüğü görülmedi.

İmrân b. Hüseyin der ki: ´İstiyordum ki bir kül olaydım. Şiddetli bir günde rüzgârlar beni saçıp savursaydı!´

Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (r.a) şöyle demiştir: Bir koç olup ailemin beni kesip etimi yeyip suyumu içmelerini isterdim´.

Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin´in abdest aldığı zaman, beti benzi sararırdı. Ehli kendisine ´Abdest anında sende meydana gelen bu durum nedir?´ diye sorunca, şöyle demiştir: ´Siz kimin huzurunda duracağımı biliyor musunuz?´

Musa b. Mes´ud der ki: ´Biz Süfyan es-Sevrî´nin yanına oturduğumuzda sanki ateş bizi çepeçevre sarmıştı. Bu da onun gözümüze görünen korku ve üzüntüsünden ileri geliyordu´.
Mudir el-Karî birgün ´İşte kitabınız! Aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk!´ (Câsiye/29) ayetini okuduğunda Abdülvahid b. Zeyd bayılıncaya kadar ağladı. Ayıldığında şunları haykırdı: ´Senin izzetine yemin olsun. Gücüm yettiği müddetçe artık ebediyyen sana isyan etmeyeceğim. Bu bakımdan tevfîkinle taatin üzerinde bana yardımcı ol!´

Onun yanında bir ayet okunduğu zaman gür bir çığlık atar ve birkaç gün ne yaptığını bilmez olurdu. Hatta ´Husâm´ kabilesinden bir kişi onun yanına vardı ve kendisine ´Takva sahiplerini binek üzerinde ikram ile Rahman´´ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme süreceğiz´. (Meryem/85-86) ayetini okuduğunda dedi ki: ´Ben mücrimlerde-nim, muttakîlerden değilim. Ey hafız! Bu ayeti bana ikinci bir defa okur musun?´ Bunun üzerine hafız ayeti ikinci bir defa okudu. Adamdan bir çığlık koptu ve ahirete iltihak etti.

Yahya el-Bekka´nın103 yanında "Sen onların rablerine arzedildiklerini (hesaba çekildiklerini) göreydin´ (En´âm/30) ayeti okunduğunda bir çığlık atarak bayıldı ve dört ay hasta yattı. Onu Basra´nın civarında yaşayanlar bile ziyarete geldiler.

Mâlik b. Dinar der ki: Ben Kâbe-i Muazzama ´yi ziyaret ederken ibadet eden bir cariye gördüm. Kâbe´nin örtüsüne sarılmış şöyle diyordu: ´Yarab! Nice şehvetler vardır ki lezzetleri gitti, mesuliyetleri kaldı. Yarab! Acaba ateşten başka senin vereceğin bir cezan yok mudur?´ Bunu hem söylüyor, hem ağlıyordu. Fecir doğuncaya kadar bu hale devam etti.
Mâlik dedi ki: Bunu gördüğüm zaman elimi başıma koyup çığlık kopararak şöyle dedim: ´Ey Mâlik! Annen senin matemini tutsun! (İşte bu kadından ibret al)!´

Rivayet ediliyor ki Fudayl b. Iyaz, Arefe günü, halk dua ederken, o ciğeri yanmış ve ilk evladını kaybetmiş bir anne gibi, güneş bâtıncaya kadar ağladı. Güneş battıktan sonra sakalını tutup başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: ´Eğer affetmişsen de onun (kendi nefsini kastediyor) senden duyduğu mahcubiyeti ne korkunç!´ Bunları söyledikten sonra halka katıldı.
İbn Abbas´a (r.a) korkanların hali sorulunca şöyle dedi: "Onların kalpleri, korkudan ötürü yaralıdır. Gözleri yaşlıdır. Onlar ´Biz nasıl sevinelim? Zira arkamızda ölüm vardır! derler. Kıyamet ise "bizim va´dolunduğumuz yerdir. Cehennem üzerinde yolumuz vardır. RABBİMiz olan ALLAH´ın huzurunda duracağımız yer vardır".

Hasan Basrî, katıla katıla gülen bir gencin yanından geçip onun bir kavimle beraber bir mecliste oturduğunu gördü ve şöyle dedi:
- Ey genç! Sen sırat köprüsünü geçtin mi?
- Hayır!
- Sen cennet veya cehenneme gideceğini biliyor musun?
- Hayır!
- O halde, bu gülmek nereden geliyor?
Râvî diyor ki o genç, o günden itibaren gülerken görülmedi.

Hammâd b. Abdirabbihi, oturduğu zaman bacakları üzerinde otururdu. Kendisine ´Bağdaş kurarak otursan olmaz mı?´ diye soruldu. O da ´Bağdaş kurarak oturmak, ALLAH´ın azabından emin olanın oturuşudur. Ben ise, emin değilim! Çünkü ALLAH´a isyan etmişimdir´ diye cevap verdi!

Ömer b. Abdülâziz ´ALLAH Teâlâ, bu gafleti kullarının kalbine bir rahmet-i ilâhîsi olarak bırakmıştır ki kullar, ALLAH´ın korkusundan ölmesinler´ demiştir.

Mâlik b. Dinar derdi ki: ´Ben isterdim ki öldüğüm zaman etrafımdakilere emredeyim. Beni bağlasınlar, boynuma zincirler taksınlar. Sonra kaçan kölenin efendisine götürüldüğü gibi RABBİMin huzuruna götürsünler´.

Hatem el-Esamm şöyle derdi: ´Elverişlidir diye hiçbir yere aldanma! Çünkü cennetten daha elverişli yer yoktur. Oysa Adem´in başına gelen felâket cennette geldi. İbadetin çokuğu ile aldanma! Çünkü, İblis, uzun ibadetten sonra o düçar olduğu felâkete maruz kaldı. İlminin çokluğu ile aldanma! Çünkü Bel´am b. Baura ALLAH´ın. İsmi azamini biliyordu. Buna rağmen neye uğradığını dikkatle izle! Salih kimseleri görerek mağrur olma. ALLAH katında Hz. Muhammed Mustafa´dan daha büyük dereceli bir kimse olmadığı halde, kâfir akrabalarıyla düşmanları onun mülakatından fayda görmediler´.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Muhakkak ki ben, hergün burnuma birkaç defa bakıyorum. Bunu da yüzümün kararması korkusundan yapıyorum´.

Ebu Hafs dedi ki: ´Kırk seneden beri ALLAH Teâlâ´nın bana öfke nazarıyla baktığını düşünüyorum. Benim amellerim de buna delâlet eder´.

İbn Mübârek, birgün arkadaşlarının huzuruna çıktı ve şöyle dedi: ´Ben dün akşam ALLAH´a karşı cüretkârlık yaptım. Ondan cennet istedim´.

Muhammed b. Ka´b el-Kurazî´nin annesi, oğluna dedi ki:
- Ey oğul! Ben seni küçük iken de büyük iken de iyi bilirim. Sanki sen helâk edici bir yoldasın. Gördüklerimden anladığım kadarıyla bunu da gecen ve gündüzünde yapmış
olduklarından hissediyorum.
- Anneciğim! ALLAH Teâlâ´nın, ben günah işlerken muttali olup da benden nefret ettiğini, ´izzet ve celâlime yemin ederim seni affetmeyeceğim´ dediğini işitmediğimden ben nasıl emin olabilirim?

Fudayl b. Iyaz der ki: ´Ben ne gönderilmiş bir peygamberin haline, ne de dergâh-ı izzete yakın olan bir meleğin haline ve ne de salih bir kulun haline gıpta ederim. Acaba bunlar kıyamet gününü görmeyecekler mi? Ancak ben, yaratılmamış bir kimsenin haline gıpta ediyorum´.

Rivayet ediliyor ki; Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır.104

İbn Meysere105 yatağına yattığı zaman şöyle derdi: ´Keşke annem beni doğurmasaydı´.
Bunun üzerine annesi kendisine ´Ey Meysere! ALLAH Teâlâ sana ihsân etmiştir. Seni İslâm dinine hidayet etmiştir´ dedi.
O cevap olarak ´Evet! Fakat ALLAH Teâlâ bize ateşe varacağımızı bildirdi! Ateşten çıkacağımızı ise bildirmedi´ dedi.

Ferkad b. Yakub es-Sebhî´ye şöyle soruldu: İsrailoğulları´ndan kulağına gelen en acaip şeyi bize haber verir misin?´ Cevap olarak şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, ´Beyt´ulMakdis´e beşyüz bakire kız girdi. Elbiseleri yün ve mesuh idi. Onlar ALLAH Teâlâ´nın vereceği sevap ve cezayı müzakere ettiler ve hepsi bir günde öldüler´.

Atâ es-Sülemî korkan kullardan biriydi. Hiçbir zaman ALLAH´tan cenneti istemezdi. Ancak ALLAH´tan af isterdi. Ona, hastalığında denildi ki: ´Senin canın hiçbir şey istemiyor mu?´ O dedi ki: ´Cehennem korkusu, kalbimde şehvet için yer bırakmamıştır´. Deniliyor ki: Atâ ne başını kaldırıp göğe bakmış ne de kırk sene boyunca gülmüştür. Birgün başını kaldırdı, ürktü, düştü. Karnında büyük bir kopma meydana geldi. Gecenin bir kısmında mesh olma korkusundan bedenini yokluyordu. Onlara bir rüzgâr veya bir şimşek veya bir yiyecek kıtlığı isabet ettiği zaman derdi ki: ´Bu musibet, benden dolayı, halka isabet etmiştir!´
Derdi ki: ´Eğer Atâ (yani kendisi) ölseydi halk rahata kavuşurdu´.

Atâ der ki: Utbet´ül Gulâm ile beraber yola çıktık. İçimizde ihtiyar ve gençler vardı. Bunlar yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı. Uzun zaman ayakta kaldıklarından dolayı ayakları şişti. Gözleri çukurlaştı. Derileri kemiklerine yapıştı. Damarları tambur teli gibi kaldılar. Derileri kavun kabukları gibi olduğu halde sabahlarlardı. Sanki mezardan çıkmışlardı. ALLAH´ın itaat eden kullarına nasıl ikrâm ettiğini, âsî kullarını nasıl perişan ettiğini anlatırlardı. Yürüdükleri sırada, onlardan biri bir yerden geçerken bayılarak düştü ve arkadaşları etrafında toplanıp ağlaştılar. Şiddetli soğuğa rağmen alnından ter dökülüyordu!

Arkadaşları su getirip onun yüzünü sildiler. O, gözlerini açınca arkadaşları durumunu sordular. Dedi ki: ´Ben ALLAH´a fiilen isyan ettiğimi hatırladım da ondan böyle oldum!´

Salih el-Murrî der ki: Âbid kişilerden birinin yanında "Yüzleri ateşin içinde "Vah bize! Keşke ALLAH´a itaat etseydik! Peygamber´e itaat etseydik´ diyeceklerdir". (Ahzab/66)
ayetini okuduğumda o kişi bayıldı. Ayıldıktan sonra ´Ey salih! Bana biraz daha okur musun? Ben kalbimde üzüntü görüyorum´ dedi. Bu dilek üzerine şu ayeti okudum:
Oradan (o) gamdan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine ´Haydi tadın yangın azabını!´ denir.(Hacc/22)

Bunun üzerine ölerek yere düştü.
Zurare b. Ebî Evfa106 cemaatin önünde sabah namazınıkıldırırken ´O sûr´a üfürüldüğü zaman...´ (Müddesir/8) ayetiniokurken vefat etti.

Yezîd er-Rakkaşî, Ömer b. Abdülâziz´in huzuruna girdi. Halife dedi ki:
- Ey Yezidî Bana nasihat et!
- Ey mü´minlerin emîri! Sen ilk ölecek halife değilsin!
Bunun üzerine Halife ağladı ve dedi ki:
- Daha fazlasını söyle!
- Ey mü´minlerin emîri! Seninle Adem arasında ölmeyen hiçbir baba yoktur.
- Fazlasını söyle, ya Yezid!
- Ey mü´minlerin emîri! Seninle cennet ve cehennem arasında bir konak yoktur. (İkisinden biridir konağın). Bunun üzerine, halife baygın olarak yere düştü.

Meymun b. Mehram der ki: ´Şüphesiz ki cehennem onların hepsinin buluşma yeridir´ (Hicr/43) ayeti nazil olduğu zaman, Selmân-ı Fârisî (r.a) bir çığlık atarak elini başına koydu, çıkıp üç gün kaçtı. Bir türlü onu zaptedemediler.

Davud et-Tâî, çocuğunun mezarı başında ağlayan ve şunları söyleyen bir kadını gördü: ´Ey oğul! Keşke bilseydim. Kurtlar önce hangi yanağından başladılar?´ Bunu duyan Dâvud, bağırıp yere yığılı verdi.

Süfyan es-Sevrî hastalandı. Onun bevli zimmî bir doktora göste-rildi. Doktor ´Bu bevlin sahibi, korkudan ciğeri parçalanan bir kimsedir!´ dedi. Sonra gelip Süfyan´ın nabzını ölçtü. Sonra ´Ben hanifler (bâtıldan hakka yönelen) içerisinde böyle birini daha görmüş değilim´ dedi.

Ahmed b. Hanbel (r.a) der ki: "ALLAH Teâlâ´dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı. Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: ´Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!´ Böylece kalbim sükûnete kavuştu".

Abdullah b. Amr b. el-Âs der ki: ´Ağlayın! Eğer ağlamanız gelmiyorsa, ağlar görünün! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz ilmi bilseydi sesi kesilinceye kadar bağırırdı. Beli kırılıncaya kadar namaz kılardı´..

Sanki o şu hadîsin mânasına işaret etti: ´Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız´,

el-Anberî dedi ki: Muhaddisler Fudayl b. İyaz´ın kapısında toplandılar. Ağladığı ve mübarek sakalı titrediği halde pencereden başını çıkarıp onlara baktı ve şöyle nasihat etti: ´Kur´an´dan ayrılmayın! Namazdan ayrılmayın! Rahmet olasıcalar, bu zaman, hadîs zamanı değildir. Bu zaman ancak ağlamak, sızlamak, ALLAH´a karşı zillet göstermek, boğulmakta olan bir kimsenin duası gibi dua etmek zamanıdır. Bu zamanda ancak dilini koru, mekânını hafîfleştir, kalbini tedavi ettir. Bildiğini al, bilmediğini bırak´.

Fudayl b. İyaz birgün yürürken görüldü ve kendisine ´Nereye gidiyorsun?´diye sorulunca Bilmiyorum!´ dedi. Korkudan, sersemleyerek yürüyordu.

Zerr b. Ömer, babası Ömer b. Zürare´ye107 dedi ki:
- Şu kelâmcıların durumu nedir ki konuşurlar.Hiçbiri ağlamaz. Sen konuştuğun zaman her taraftan ağlamak sesi geliyor.
- Ey oğul! İlk çocuğu ölen matemci kadın, para ile tutulan ağıtçı kadın gibi değildir!´.
Hikâye olunuyor ki bir kavim, ağlayan bir âbidi durdurup şöyle sordular:
- Rahmet olasıca! Seni ağlatan nedir?
- Beni ağlatan, korkan kimselerin kalplerinde hissettikleri bir çıbandır.
- O çıban nedir?
- O çıban, ALLAH´ın huzuruna arzolunmak için çağırılmamkorkusudur!

el-Havvas108 ağlayarak münâcâtındâ şöyle yalvarırdı: ´Kocadım, hizmetinden bedenim zayıf düştü. Beni âzâd eyle!´

Salih b. Bişr el-Murrî der ki: Bir ara, İbn Semmak bize misafir geldi. Dedi ki: ´Abidlerinizin acaipliklerinden bana birşey göster´. Onu, kamıştan yapılmış kulübeciğinde oturan bir kişiye götürdüm. Girmek için izin istedim. Baktık ki kişi selek örüyor, kişiye şu ayeti okudum:

Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüleneceklerdir; kaynar suda... Sonra da ateşte yakılacaklardır.(Mü´min/71-72)

Ayeti dinleyen kişi bir çığlık kopardı ve bayılarak yere serildi. Onun yanından çıkıp onu o halde bıraktık. Başkasının yanına girdik. Aynı ayeti okudum. O da bir çığlık attı ve baygın olarak yere serildi. Biz gidip üçüncü bir kişinin huzuruna girmek için izin istedik. O ´Eğer bizi RABBİMizden meşgul etmeyecekseniz, giriniz!´ dedi. Ona şu ayeti okudum:
Ve onlardan sonra sizi o yurda yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir.(İbrahim/14)

Ayeti dinleyen kişi bağırdı. Burun deliklerinden kan fışkırdı. Kan kesilinceye kadar, o kanın içinde kıvrandı. Biz onu da öylece bırakıp çıktık. Havvas´ı altı kişinin yanına götürdüm. Hepsinin yanından çıkıp onları baygın halde bırakıyorduk. Sonra onu yedin-cinin yanına götürdüm. İzin istedik, kulübenin içinden bir kadın ´Giriniz!´ dedi. İçeri girdik. Namazgâhının üzerinde oturan bir pîr-i fânî vardı. Ona selâm verdik. Bizim selâmımızı hissetmedi. Ben yüksek bir sesle ´İyi bilin ki halk için yarın bir makam vardır´ dedim. Bunun üzerine ihtiyar ´Rahmet olasıca! O makam kimin huzurundadır?´ dedi. Sonra o ihtiyar ağzı açık, şaşkın bir vaziyette donakaldı. Gözlerini yükseklere dikmiş, sesli bir şekilde çağırıyordu. Zayıf bir sesi vardı ´Eyvah! Eyvah!´ diyordu. Sesi kesilinceye kadar devam etti. Kadını bize dedi ki: ´Çıkınız! Artık bu saatte ondan fayda göremezsiniz!´

Sonra o kimselerin durumunu sordum. İşittim ki üç tanesi ayılmış, üçü de ölüp rabbine varmıştır. O ihtiyar ise, üç gün şaşkın ve hayretler içeresinde o halde kalmış, farz namazları bile edâ edememiş, üç günden sonra aklı başına gelmiştir.

Yezid b. Esved109 Abdallardandı. Hiçbir zaman gülmeyeceğine, yatarak uyumayacağına, yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etti. Bu yemin üzerinde iken güldüğü, uzanarak yattığı ve yağlı yemek yediği görülmedi. Ölünceye kadar bu durumda devam etti.

Haccac-ı Zâlim, Said b. Cübeyr´e dedi ki: ´Kulağıma geldiğine göre sen hiç gülmezmişsin?´ Said ´Ben nasıl güleyim? Cehennem alevlendirilmiş, zincirler hazırlanmış, zebaniler de hazır beklemektedir´ dedi.
Bir kişi Hasan Basrî´ye hitaben dedi ki:
- Ey Ebu Said! Nasıl sabahladın?
- Hayırla sabahladım!
- Halin nasıldır?
- Hâlimi benden soruyorsun. Gemiye biinip denizin ortasına varan, orada gemileri parçalanan ve her biri geminin bir tahtasına sarılan insanların halini ne sanıyorsun?
- Onlar çok tehlikeli bir haldedirler.
- İşte benim hâlim onların halinden daha tehlikelidir.

Ömer b. Abdülâziz´in bir cariyesi huzuruna vardı. Kendisine selâm verdi. Sonra efendisinin evinde bulunan mescide girip iki rek´at namaz kıldı. Uyku galebe çalıp uyuyakaldı. Uykusunda ağladı. Sonra uyandı ve şöyle dedi:
- Ey mü´minlerin emîri! Yemin olsun, ben acaip birşey gördüm.
- Ne gördün?
- Cehennemi gördüm.Ehlinin üzerine alev dalgaları,saçıyordu. Sonra köprü getirildi. Ateş üzerine kuruldu.
- Devam et!
- Abdülmelik b. Mervan getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı, o cehenneme yuvarlandı.
- Devam et!
- Sonra Velid b. Abdülmelik getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı ve o da cehenneme doğru yuvarlandı.
- Devam et! Sonra Süleyman b. Abdülmelik getirildi. O da köprünün üzerinde az bir müddet yürüdükten sonra köprü onu kaydırdı. O da cehenneme düştü.
- Devam et!
- Sonra sen getirildin. ALLAH´a yemin ederim ki ey mü´minlerin emîri...

(Cariye bunu söyler söylemez) Ömer (r.a) bir çığlık koprarak bayılıp yere serildi. Cariye kalkıp onun kulağına şunları haykırdı: ´Ey mü´minlerin emîri! Seni gördüm. VALLAHi kurtuldun. Seni gördüm. VALLAHi kurtuldun´.

Ravi der ki: Cariye çağırıyordu. Ömer ise, korkusundan bağırıp ayaklarını yere vuruyordu.
Hikâye olunuyor ki Üveys el-Karanî kıssacının yanına gidip onu dinleyip ağlıyordu. Ateşi zikrettiği zaman, Üveys, çığlık attıktan sonra koşarak giderdi. Halk arkasına düşüp ´deli, deli´ derlerdi.

Muaz b. Cebel (r.a) şöyle der: ´Mü´min bir kimse cehennem köprüsünü arkasında bırakmadıkça korkusu dinmez´. Tavus için yatak serilir o da uzanırdı, sonra buğday tanelerinin saçta zıpladıkları gibi zıplardı. Sonra kalkıp yatağı toplar, kıbleye yönelir, sabaha kadar ibâdete devam eder ve şöyle derdi: ´Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu kaçırmıştır´.
Hasan Basrî şöyle demiştir: Bir kişi bin sene sonra cehennemden çıkacaktır. Keşke o kişi ben olaydım´.

O bu sözü, ebediyyen cehennemde kalmak ve son nefeste imansız gitmek korkusundan söylüyordu.
Rivayet ediliyor ki Hasan Basrî kırk sene gülmemiştir.

Ravî der ki: Ben onu oturarak gördüğüm zaman sanki boynu vurulmak için getirilmiş bir köle, bir esir gibiydi. Konuştuğu zaman sanki ahireti görüyormuş gibi onun hallerinden haber veriyordu. Sustuğu zaman sanki ateş gözleri arasında kızıştırılmıştı. Şiddetli üzüntü ve korkusundan dolayı kınandı. Bunun üzerine şöyle dedi: "ALLAH Teâlâ´nın bende hoşuna gitmeyen birtakım hallere muttali olup benden nefret edip ´Ey Hasan git! seni affetmiyorum´ demeyeceğinden kim beni emin edebilir? Ben, garantisiz bir şekilde amel ediyorum".
İbn Semmak der ki: Birgün bir mecliste vaaz ettim. Oradan bir genç ayağa kalkıp şöyle dedi:
- Ey Ebu Abbas! Bugün bir kelime ile vaazettin ki biz ondan başkasını dinlemeseydik perva etmezdik.
- Rahmet olasıca! O kelime ne idi?
- O kelime senin ´ya cennette veya cehennemde uzun bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etti´ sözüdür.
Bunu söyledikten sonra yanımdan ayrıldı. Onu başka bir mecliste aradım, göremedim. Halini sordum. Bana hasta yattığını söylediler. Onu ziyaret etmek üzere yanına vardım kendisine şöyle sordum.
- Ey kardeşim! Senin hastalığın nedir?
- Ey Ebu Abbas! Bu hastalık senin ´Cennet veya cehennemde uzunca bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etmiştir´ sözünden geliyor.
Sonra vefat etti. Kendisini rüyamda gördüm ve şöyle sordum:
- Kardeşim, ALLAH Teâlâ sana nasıl bir muamele yaptı?
- Beni affetti. Bana rahmet etti ve cennete mazhar kıldı.
- Ne ile ALLAH Teâlâ seni cennete müstahak kıldı?
- O, meşhur kelime ile!

İşte bunlar, peygamberlerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker. Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket meydana getirmez. ALLAH´tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!

ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda veriyorsa...
Acaipliklerdendir ki biz dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, ALLAH Teâlâ´nın bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak oturmuyoruz. ´Yarab! Bize rızık ver´ demiyoruz. Sonra gözerimizi mukim ve daim olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle ´Ey ALLAHım! Bizi affet, bize rahmet et! ALLAH o ALLAH´tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz´ demekle iktifa ediyoruz. O zaman ALLAH Teâlâ bizi çağırarak şöyle der:
Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. (Necm/39)

Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) ALLAH´ın affına güvendirmek) suretiyle sizi aldatmasın.(Fâtır/5)

Ey insan! Kerîm olan rabbına karşı seni aldatan ne?(İnfitar/6)

Sonra bütün bunlar bizi uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer ALLAH Teâlâ, nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O´ndan dileğimiz kalplerimizin gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!

ALLAH Teâlâ´dan minnet ve faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz. Korkanların hallerini hikâye etmek hususunda verdiğimiz misallerle iktifa edelim. Çünkü bu dürten olan az birşey kabiliyetli kalpte yerleşip, tesir etmeye yeterlidir. Gafil kalbin üzerine denizler akıtılsa yine fayda vermez!

İsa b. Mâlik el-Hevlânî´nin sözünü ettiği rahib, rahiblerin hayırlılarındandır. Şunları söylemekle doğru söylemiştir: İsa, rahibin Beytül-Makdis´in kapısında hayran hayran ve mahzun ola-rak durduğunu görür. Nerdeyse rahib fazla ağlamaktan ötürü göz yaşlarını silemeyecek durumdaydı, İsa b. Mâlik dedi ki: Onu gördüğüm zaman görünüşü beni korkuttu ve dedim ki:
- Ey rahib! Bana ezberleyeceğim bir nasihat yap!
- Kardeşim! Ne ile sana nasihat edeyim? Eğer gücün yetiyorsa yırtıcı hayvanların ve zehirli haşeratın, kıskaca aldıkları bir kişinin yerinde olma! O kişi gaflete dalarsa yırtıcı hayvanların kendisini parçalamasından korkar! Bu kişinin kalbi ürkek ve kor kar bir vaziyettedir. Mağrur olanlar emin olurlarsa da o kişinin bütün gecesi korku içindedir. Tenbel olanlar sevinirlerse de o kişi bütün gün üzüntü içindedir.
Rahib bunları söyledikten sonra arkasını çevirip beni terketti. Dedim ki:
- Keşke bana daha fazlasını söyleseydin, belki bana fayda verirdi.
- Susamış bir kimseye az su da kifayet eder.

Rahib doğru söylemiştir. Çünkü saf olan kalp, az bir korku ile harekete geçer. Taşlaşmış kalpten ise, bütün nasihatlar kayar. Rahibin yırtıcı hayvanlar ve zehirli haşerat tarafından çepeçevre sarılmış takdirinin farazî olduğunun zannedilmesi uygun değildir. Aksine bu hakikattir; zira eğer sen basiret nuruyla iç âlemini görseydin onu yırtıcı ve zehirli hayvanların her çeşidiyle öfke, şehvet, hıkd, hased, kibir, ucub, riya ve benzerleri ile dopdolu görürdün. Oysa bu yırtıcılar durmadan seni parçalar, ciğerini sökerler, eğer bir an onlardan gafil kalırsan sana öldürücü darbeler indirirler. Ancak senin gözün onları görmekten perdelidir. Ne zaman ki perde kalkarsa ve kabrine konulursan, o yırtıcıları gö-rürsün. Hem de sûretler ve mânâlarına uygun şekillerine bürünerek sana görünürler. Akrep ve yılanları gözünle göreceksin! Kabrinde etrafını çepeçevre sarmışlardır. Oysa onlar senin şimdiki vasıfların niteliklerindir. Senin için onların sûretleri keşfolunmuştur. Eğer onları öldürmek ve yoketmek istiyorsan ki ölümden önce buna kudretin vardır derhal yap! Aksi takdirde kendini onların ısırması ve sokması için hazırla! Bedenine değil, kalbinin tam ortasına zehirlerini akıtacaklardır. Vesselâm!

103) Künyesi Yalıya b. Müslim veya İbn Süleym olan bu zat Basralıdır. H. 130´da vefat etmiştir.
104) İbn Ebî Dünya
105) Adı Amr b. Şurahbil olan bu zat Kûfelidir.
106) Kendisi Basra´nın kadısıydı. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
107) Tam adı Zer b. Ömer b. Zürare el-Hemedanî el-Kûfî´dir.
108) Ebu İshak İbrahim b. Ahmed el-Havvas
109) Doğrusu Esved b. Yezid´dir. Kays en-Nehaî´nin oğludur. Kûfelidir. Bu zatın yaptığı İslâmî bakımdan bir vecibe değildir. Belki zühddür. İsteyen yapar, istemeyen yapmaz; zira nimetlerden nefsin azmayacağı şekilde istifade etmek caizdir.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:18

Fakr ve Zühd Konusuna Giriş

Fakirlik şahsın muhtaç olduğu şeyin yokluğundan ibarettir. İhtiyaç olmayan şeyin yokluğuna ise fakirlik denilmez. Eğer ihtiyaç olan şey var ve gücü yettiği şekilde ise, ona muhtaç olan kişi fakir sayılmaz. Bu hakikati anladığın zaman, ALLAH´tan başka her varlığın fakir olduğunda şüphen kalmaz, çünkü her varlık, ikinci durumda, varlığının devamına muhtaçtır. Varlığının devamı ise, ALLAH´ın faziletinden kaynaklanır. Eğer varlık âleminde varlığı başkasından istifade edilmiyen bir var varsa işte o mutlak mânâda zengindir. Böyle bir varın varlığı ancak bir zat için düşünülebilir. Bu bakımdan varlık âleminde bir zenginden başkası yoktur. O´ndan başka olan herkes O´na muhtaçtır. Devamlı olarak O´nun cömertliğinden imdat beklerler. Bu hasr´a. (ancak ile ifade edilen kaide ve cümle) şu ayet-i celîle ile işaret edilmiştir:
ALLAH zengindir, sizler fakirsiniz. (Muhammed/38)

Bu mânâ, mutlak fakirliğin mânâsıdır. Fakat biz burada mutlak fakirliğin beyanını kasdetmiyoruz. Özel olarak mal fakirliğinden bahsediyoruz. Aksi takdirde kulun, ihtiyaçlarının sınıflarına göre fakirliği, kaide altına alınmayacak kadar çoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları sayılamayacak kadar çoktur. Mal ile vardığı hedefler onun ihtiyaçlarının bir kısmıdır. İşte biz şimdilik, sadece bu son ihtiyacın beyanını yapmak istiyoruz. Bu bakımdan her mal kaybedene kaybettiği mala göre eğer kaybedilen mal, onun için bir ihtiyaç ise- ´Fakir´ adı veriyoruz. Sonra fakirlik anında onda beş halin olması gerekir. Biz bu halleri ayırır ve her hale bir isim tahsis ederiz ki bu ayırım sayesinde onların hükümlerini belirtebilelim:

Birinci Hâl
Hâllerin en yücesi olan bu hâl, kişinin malı olduğunda maldan hoşlanmayıp eziyet çekecek durumda olmasıdır. Malı almaktan kaçacak, ondan nefret edecek, onun şerrinden ve meşguliyetinden sakınacak durumda olmasıdır. Bu durum zühd, bu durumda olanın ismi de zahid´dir.

İkinci Hâl
Kişi öyle bir durumdadır ki malın varlığıyla sevinecek şekilde malı istemediği gibi, eziyet çekecek şekilde maldan nefret de etmez. Eğer mal kendisine gelirse, zâhidlik de göstermez. Bu halin sahibine razı denir.

Üçüncü Hâl
Malın varlığının yokluğundan daha fazla hoşuna gitmesidir. Mala rağbeti vardır. Fakat kalkıp da malı talep edecek kadar rağbeti kabarmamıştır. Eğer mal saf ve helâl olarak kendisine gelirse, alır ve onunla sevinir. Eğer kazanmak için yorulmaya muhtaç olursa, onunla meşgul olmaz. Bu halin sahibine kanî (kanaatkâr) adı verilir; zira bu kimse malı talep etmeyi terkedecek kadar, var olanla nefsini ikna etmiştir. Buna rağmen kendisinde zayıf bir rağbet de vardır.

Dördüncü Hâl
Malı talep etmeyi terketmesinin acizliğinden kaynaklan-masıdır. Eğer acizliği olmasaydı malı edinmeye rağbet gösterirdi. Öyle bir rağbet ki yorgunlukla olsa dahi, malın talebine yol bulduğu takdirde, çekinmeden talep eder veya talep etmekle meşgul olurdu. Bu halin sahibine harıs adını veriyoruz.

beşinci Hâl
Kaybettiği mala, ekmeği kaybeden aç, elbiseyi kaybeden çıplak gibi muhtaç oluşudur. Bu halin sahibine muztar adı verilir. Artık bunun mal talebindeki rağbeti nasıl olursa olsun, ister zayıf, ister kuvvetli bulunsun vardır. Çünkü böyle bir halin rağbetten uzak bulunması az görülür. İşte bunlar beş haldir. En yüceleri zahidliktir. Izdırara zahidlik de eklenirse ileride de bahsi geleceği gibi zâhidlik derecelerinin en yücesidir. Bu beş halin ötesinde zâhidlikten daha yüce olan bir hâl vardır ki o da kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğunun bir olmasıdır. Eğer malı bulursa, onunla sevinmez ve eziyet duymaz. Eğer bulmazsa yine böyledir. Bunun hali, Hz. Âişe´nin hali gibidir; zira Hz. Âişe´ye Beytülmal´daki hakkından yüzbin dirhem geldi. Onu aldı, aynı günde fakirlere dağıttı. Cariyesinin ´Sen bugün dağıttığın paralardan bir dirhemle bize et aldırıp etle iftar etmemizi sağlayamaz miydin?´ demesi üzerine Hz. Âişe ´Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım!´ demiştir.

Hali bu olan bir kimse, eğer bütün dünya elinde ve dünya hazineleri onun olsa, ona zarar vermez; zira o, malları kendisinin değil, ALLAH´ın hazinesinden görür. Kendi elinde veya başkasının elinde olması arasında fark görmez. Bu halin sahibine müstağni demek uygundur. Çünkü o hem malın yokluğundan, hem de varlığından müstağnidir. Bu isimden öyle bir mânâ anlaşılmalı ki hem ALLAH´a verilen mutlak ganî, hem de malı çok olan kullara verilen zengin adından ayrılsın; zira malı çok olan kul, malıyla sevindiği takdirde o malın elinde olmasına muhtaç bir fakirdir. O, ancak malın eline geçmesinden dolayı zengindir. Elinde durmasından dolayı değil! Bu bakımdan o, bir de kalacağından ve elinden çıkacağından ötürü müstağnidir; zira bu şahıs, malın bu-lunmasıyla eziyet duymaz ki onun elinden çıkmasına muhtaç olsun. Onunla sevinmez ki onun devamlılığına ihtiyacı olsun. Onu kaybetmemiş ki eline geçmesine ihtiyaç duysun. Bu bakımdan bu-nun zenginliği mutlak zenginliğe daha yatkındır. O halde o, ALLAH Teâlâ´nın vasfı olan müstağniliğe öbüründen daha yakındır. Ancak kulun ALLAH´a yakınlığı, mekân yakınlığı değil, sıfatların yakınlığıdır. Fakat biz bu halin sahibine ganî (zengin) demeyiz, müstağni deriz ki zenginlik, mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan ALLAH´a isim olarak kalsın. Bu kul ise varlıkla yokluk yönünden, her ne kadar, maldan müstağni ise de maldan başka olan birçok şeyden müstağni değildir. Kalbini süsleyen zenginliğinin bâki kalması için ALLAH´ın tevfîkini talep etmekten müstağni değildir; zira mal sevgisiyle bağlı bulunan kalp köledir. Maldan müstağni olan kalp ise hürdür. O kalbi kölelikten âzâd eden ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan o şahıs, bu âzadlılığın devamına muhtaçtır. Kalpler, sık sık hürriyet ile kölelik arasında evrilip çevrilmektedir. Çünkü kalpler, Rahman´ın kudret parmak-larından ikisi arasındadır. Bu sırra binaen ´Mutlak zenginlik´ ismi, bu kemâlle beraber kişiye ancak mecazen verilir.

Zâhidlik bir derecedir. O da Ebrar´ın kemâlidir. Bu halin sahibi Mukarrebîn´dendir. Şüphe yoktur ki zâhidlik bunun hakkında ek-sikliktir; zira ebrarın iyilikleri mukarrebler için kötülük sayılır. Bunun hikmeti de şudur: Dünyadan nefret eden, tıpkı dünyaya rağbet gösterenin dünya ile meşgul olduğu gibi dünya ile meşguldür... ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmak ALLAH´tan perdelenmektir; zira seninle ALLAH arasında uzaklık yoktur ki perde ol-sun. Çünkü ALLAH sana şah damarından daha yakındır! ALLAH bir mekânda değildir ki gökler ve yer seninle O´nun arasında perde olsun. Bu bakımdan seninle O´nun arasında perde, ancak ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmandır. Kendi nefsin ve şehvetlerinle meşgul olman, ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmaktır. Oysa sen durmadan nefsinle ve onun şehvetleriyle meşgulsün.

Bu bakımdan devamlı ALLAH´tan perdelisin. Öyleyse nefsinin sevgisiyle meşgul olan bir kimse, ALLAH Teâlâ´dan yüz çe-virmiştir. Nefsinin buğzuyla meşgul olan da ALLAH´tan uzaktır.

ALLAH´tan başka herşeyin misâli, aşık ile mâşuku bir araya getiren bir mecliste hazır olan râkibin misâlidir. Eğer âşıkın kalbi râkibe iltifat ederse, onun nefretiyle onu sakil telâkki edip oradaki huzu-runun kerahetiyle meşgul olursa aşık, kalbini onun buğzuyla meşgul ettiği halde mâşukun müşahedesiyle alması gereken lezzetten kalbini çevirmiş demektir.

Eğer aşk onun bütün vaktini almış olsaydı o, mâşukun hazır bulunduğu bir yerde, aşkta mâşuka şirk koşmazdı ve bu sevgide bir eksiklik ise, tıpkı onun gibi sevgiliden başkasına buğzettiğinden dolayı bakmak da bir tür aşkta şirk ve eksikliktir. Fakat biri diğerinden biraz daha hafiftir. Kemâl, kalbin ne buğz, ne de sevgi yönünden sevgiliden başkasına iltifat etmemesidir; zira nasıl ki kalpte bir halde iki sevgi bir araya gelmiyorsa, aynen onun gibi, bir halde sevgi ile buğz da bir araya gelemez. Dünyadan nefret etmekle meşgul olan, sevgisiyle meşgul olan gibi, ALLAH´tan gafildir. Ancak sevgisiyle meşgul olan gafildir ve gafleti içerisinde uzaklaşma yolunda yürümektedir. Nefretle meşgul olan ise gafildir. Fakat gafleti içerisinde ALLAH´a yakınlaşma yolunu tâkip etmektedir; zira bu kimse için sonunda bu gafletin kalkması, yerini şuhûda bırakması umulur. Bu bakımdan bu şahıs için kemal derecesi beklenilir. Çünkü dünyanın nefreti, ALLAH´a götüren bir binektir.

O halde seven ile buğzeden, iki yoldan hacca giden iki yolcu gibidir. Bu yolcuların ikisi de deveye binmek devenin yemiyle, deveyi yürütmek ile meşguldürler. Fakat biri, Kâbe´ye yönelip de Kâbe´nin tam ters istikametinde gidiyor. Bu iki gafil, bu hale nisbeten eşittirler. Her ikisi de Kâbe´den perdeli olmak ve onu unutmak durumunda eşittirler. Fakat Kâbe´ye yönelip gidenin hali, sırtını çevirip gidenin haline nisbeten daha övülür bir haldir. Zira bu kimsenin Kâbe´ye varması umulur. Fakat Kâbe´nin içinde itikâfta bulunan bir kim-senin haline nisbeten övülmez. Bu bakımdan dünyadan nefret etmenin, esasında hedef ve maksut olduğunu sanman uygun değildir. Dünya, insanı ALLAH´tan alıkoyar. ALLAH´a varmak ancak engeli geçmekle olur.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Dünya hakkında zâhidlik edip sadece zâhidlik vasfıyla iktifa eden, onunla meşgul olan bir kimse gibi acele istirahat istemektedir. Oysa ahireti temin etmekle meşgul olması gerekir´. Bu bakımdan ahiret yolunun sülûku zâhidlik vasfının ötesindedir. Nitekim hac yolunun sülûkunun, hacca mâni olan alacaklının hakkını vermenin ötesinde olduğu gibi...

Madem ki durum budur, dünyada zâhidlik, eğer dün-yanın varlık ve yokluğundaki rağbeti hedef ediniyorsa kemâlin zirvesidir. Eğer onunla dünyanın yokluğundaki rağbet kastediliyorsa, bu takdirde, razı, kanî ve haris´in derecelerine göre kemâl sayılır. Müstağni´nin derecesine göre eksikliktir. Mal hakkındaki kemâl derecesi, mal ile suyun senin nezdinde eşit olmasıdır. Denizin kenarında olan suyun ne bolluğunun ne de azlığının zarurî miktar hariç sana sıkıntı vermediği gibi, sıkıntı vermemesidir. Bununla beraber mal, insanın muhtaç olduğu bir şeydir.

Nitekim suya da ihtiyacı vardır! Oysa kalbin bol sudan kaçmak veya bol suya buğzetmekle meşgul olmaz. Aksine ´İhtiyaç kadar ondan içer ve ihtiyaç kadar ondan ALLAH´ın kullarına içiririm. Hiç kimseyi ondan cimrilik yaparak mahrum etmem!´ dersin. İşte mal da senin için aynen bunun gibi olmalıdır. Zira ekmek ile su, ihtiyaç husu

kuvvetli kimse zayıfların derecesine indiğini göstermek için maldan kaçtığını belirtmiş olur ki zayıflar da malı terketmek hususunda kendisine uysunlar; zira eğer zayıflar mal edinmekte ona uyarlarsa helâk olurlar! Nitekim afsunlu bir kimse, çocuklarının yanında yılandan korkuyormuş gibi yapar. Oysa bu kaçışı, yılanı tutmaktan korktuğu için değildir.

Fakat çocukların yanında yılanı tutarsa, çocukların da ona bakarak yılanı gördüklerinde tutmaya çalışarak helâk olacaklarını bildiği için böyle davranır Zayıfların adımlarına adımlarını uydurmak, peygamberler, velîler ve âlimler için zarurîdir. Bu bakımdan mertebelerin altı olduğu ve o mertebe-lerin en yücesinin de müstağnî´nin, sonra zâhid´in, sonra râzî, sonra kanî, sonra haris ve sonra muztarr´ın mertebesi olduğu anlaşıldı.
Muztarr hakkında zühd, rıza ve kanaat tasavvur edilebilir. Onun derecesi, hallerin değişmesi nisbetinde değişir. Fakir ismi bu beş mertebeye ıtlak olunur.

Müstağnî´ye fakir demeye gelince, bu mânâyla fakir denmez. Eğer fakir denirse başka bir mânâ ile denir. O mânâ da kendisinin bütün işlerde, hassaten mal hususunda ALLAH´a muhtaç olduğunu bilmesidir. Bu bakımdan müstağnî ´ye fakir ismini vermek, tıpkı nefsini kul olarak bilen ve kulluğunu ikrar eden bir kimseye ´el-Abd´ ismini vermek gibidir; zira böyle bir kimseye ´el-Abd´ ismini vermek, gafillere vermekten daha evlâdır. Her ne kadar ´el-Abd´ ismi, bütün halka ıtlak olunan umumî bir isim ise de durum yine de böyledir.

İşte bunun gibi fakir ismi de umumî bir isimdir. Kim nefsini ALLAH´a muhtaç kabul ederse, ona fakir ismini vermek, başkasına vermekten daha haklı olur. Bu bakımdan fakir ismi bu iki mânâ arasında müşterek bir isimdir.

Bu iştirâk ve ortaklığı bildiğin zaman, Hz. Peygamber´in (s.a) ´Fakirlikten sana sığınıyorum´,2 ´Fakirlik neredeyse küfür olacaktı!´3 hadîsleriyle ´Beni miskin (fakir) olarak yaşat! Beni miskin olarak öldür´4 hadîs-i şerîfi arasında çelişki olmadığını anlarsın. Zira Hz. Peygamber, yukarıdaki hadîs-i şeriflerde, muztarr ve muhtacın fakirliğinden
ALLAH´a sığınmış, ALLAH´a karşı meskenet (fakirlik) ve zilleti ikrar etmek ve ALLAH´a muhtaç olmaktan ibaret olan fakirliği de duasında ALLAH´tan talep etmiştir. ALLAH´ın salât ve selâmı hem onun, hem de yerin ve göğün ehlinden seçilmiş kulların üzerine olsun!

2) Taberânî
3) Beyhâkî ve İbn Adîy
4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said´den)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:19

Birinci Bölüm

Ebu Derdâ (r.a) dedi ki: ´İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker´.

Hz. Ömer, Said b. Âmir´e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm´da bir hâdise mi oldu?´ diye sordu. Said ´Ondan daha şiddetlisi oldu!´ deyip şöyle devam etti: ´Eskimiş entarini bana getir!´ Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum:

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır.30

Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1.Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse.31

Bir fakir Süfyan es-Sevrî´nin meclisine vardı. Süfyan ona ´Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!´ dedi. Süfyan es-Sevrî´nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyan, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!

el-Müemmil32 dedi ki: ´Süfyan es-Sevrî´nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim´.

Hukemadan biri şöyle demiştir:´Fakir olan âdemoğlu, fakirlikten korktuğu kadar ateşten korksaydı ikisinden birden kurtulurdu. Eğer zenginliğe rağbet ettiği gibi cennete rağbet etseydi ikisini birden elde ederdi. Eğer zâhirde ALLAH´ın mahlûklarından korktuğu kadar bâtında ALLAH´tan korksaydı dünya ve ahiret saadetine ererdi´

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Lokman (a.s) oğluna ´Hiç kimseyi elbisesinin eskiliğinden ötürü tahkir etme! Muhakkak ki seninle onun rabbi birdir´ dedi.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Fakirleri sevmek, peygamberlerin ahlâkındandır. Onların meclisinde oturmayı tercih etmek, sa-lihlerin alâmetindendir. Onların sohbetinden kaçmak mü-nafıkların alâmetindendir!´

Haberlerde, daha önce indirilen kitablardan alındığına göre, ALLAH Teâlâ peygamberlerinden birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Senden nefret edip seni gözümden düşürmemden sakın! Bu takdirde dünyayı oluk halinde üzerine akıtırım.

Hz. Âişe, bir günde yüzbin dirhem dağıtıyordu. Bu parayı Muaviye, İbn Amr ve başka idareciler kendisine gönderirlerdi. Oysa sırtındaki entarisi yamalıydı. Cariyesi ´Keşke bize bu para-dan bir dirhemlik et alıp da oEbu Derdâ (r.a) dedi ki: ´İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker´.

Hz. Ömer, Said b. Âmir´e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm´da bir hâdise mi oldu?´ diye sordu. Said ´Ondan daha şiddetlisi oldu!´ deyip şöyle devam etti: ´Eskimiş entarini bana getir!´ Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır.30
Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1.Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse.31

Bir fakir Süfyan es-Sevrî´nin meclisine vardı. Süfyan ona ´Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!´ dedi.
Süfyanı es-Sevrî´nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyan, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!
el-Müemmil32 dedi ki: ´Süfyan es-Sevrî´nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim´.

Hukemadan biri şöyle demiştirnunla iftar etmiş olsaydık´ deyince, oruçlu bulunan Hz. Aişe de şöyle dedi: ´Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım´.
Hz. Peygamber, Âişe´ye nasihat ederek şöyle buyurmuştur:

Eğer bana iltihak etmeyi istiyorsan fakirlerin hayatından ayrılma! Zenginlerle beraber oturmaktan kaçın. Sırtındaki entariyi yamalamadıkça çıkarma!33

Bir kişi İbrahim b. Edhem´e onbin dirhem getirdi. İbrahim kabul etmedi, kişi ısrar etti. İbrahim ona ´Sen ister misin ki onbin dirhemle ismimi fakirlerin defterinden sildirteyim. Hiçbir zaman o parayı kabul etmem´ dedi,

30) İmam Ahmed
31) Ebu Şeyh, Sevab, (Ebu Said´den)
32) Adı el-Müemmil b. İsmail el-Basrî, künyesi Ebu Abdurrahman´dır.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:20

Fakirliğin Hakîkati, Fakir´in Çeşitli Halleri ve İsimleri

Fakirin, bâtınında, zâhirinde, ihtilât ve fiillerinde uyması ge-reken birtakım edepleri vardır. Onları gözetmesi gerekir. Bâtın edeplerine gelince, kalbinde ALLAH Teâlâ´nın kendisine bir deneme olarak vermiş olduğu fakirliği hor görmemesidir; yani ALLAH´ın fiilini, ALLAH´ın fiili olmak hasebiyle her ne kadar fakirliği hor görse de hor görmemesidir. Tıpkı kan aldıran bir kimse gibi...

Kan aldırmaktan ötürü eziyet çektiğinden onu hor görür. Fakat kan alıcıya ve kan alma aletine hor bakmaz. Aksine kan alıcıya karşı minnet duyar. İşte derecelerinin en azı budur ve böyle yapmak farzdır. Bunun zıddı ise haram ve fakirlik sevabını yakıcıdır.
Ey fakirler cemaati! ALLAH´ın fiiline razı olun! (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde etmiş olursunuz. Aksi takdirde mahrum kalırsınız.

Hz. Peygamber´in bu hadîs-i şerîfinin mânâsı şudur. Bu derecelerin daha yücesi, fakirliği de hor görmeyip, aksine fakirliğe razı olmasıdır. Fakirliği talep etmek, zenginliğin tehlikelerini bildiğinden dolayı, fakirliğe sevinmek, bâtınında ALLAH´a tevekkül edip zaruret miktarını kendisine vereceğine güvenmek ve ihtiyaç miktarından fazlasını hor görmek daha yüce bir derecedir.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´Muhakkak ki ALLAH Teâlâ´nın, fakirlik-ten ötürü birtakım azapları ve yine fakirlikten ötürü birtakım sevapları vardır´.

Bu bakımdan fakirlik, sevabı kazandırdığı zaman onun alâmetlerinden biri, onunla ahlâkını güzelleştirmek, rabbine itaat etmek, halinden şikayet etmemek ve kulluğundan dolayı teşekkür etmektir. Cezayı gerektirmesinin alâmetlerinden biri fakirlikte ahlâkını kötüleştirmek, ibadetini bırakmak sûretiyle rabbinden şikayet etmek, kaza ve kaderine küsmektir! Bu her fakirin durumunun övülmediğine delâlet eder. ALLAH´ın kaderine kızmayıp, razı olan veya fakirliğe sevinen ve meyvesinin ne olduğunu bildiğinden dolayı razı olan fakir övülür; zirâ şöyle denilmiştir: Herhangi bir kula dünyadan birşey verildiği takdirde ona ´Bunu üç şey üzerine al´ denir:
1. Meşguliyet
2. Üzüntü
3. Ahirette uzun hesap.
Zâhirinin edebine gelince, iffet ve güzelliğini belirtip, fakirlik ve
şikayetini belirtmemelidir. Hatta fakirliğini örtbas etmelidir. Örtbas ettiğini de örtbas etmelidir.

ALLAH Teâlâ çoluk çocuk babası olduğu halde iffetli olan fakiri ve mü´min kulunu sever.48
Bilmeyen, utangaçlıklarından ötürü onları zengin zanneder. (Bakara/273)

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Amellerin en faziletlisi, meşakkat anında tahammül göstermektir´.

Bir başka zat da şöyle demiştir: ´Fakirliği örtmek, sevabın hazinelerindendir!´ Amellerdeki edebi, hiçbir zengine zenginliğinden dolayı tevazu göstermemesidir. Aksine zengine karşı gururlanmalıdır.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH´ın sevabına rağbet etmek bakımından zenginin fakire tevazuu ne güzeldir!´
Bundan daha güzeli, ALLAH´a güvenmek bakımından, fakirin zengine karşı gururlanmasıdır! Bu bakımdan bu bir rütbedir. Bu rütbeden daha azı, zenginlerle oturmaya rağbet göstermemesidir. Çünkü böyle yapmak tamahkârlığın başlangıçlarındandır.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: Fakiri, zenginlerle oturup kalktığı zaman görürsen onun riyakâr olduğunu bil! Sultanla otu-rup-kalktığı zaman görürsen hırsız olduğunu bil!´
Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Fakir zenginlerle oturup kalktığı zaman kulpu kopar, ismeti kalkar. Onlara gönül verdiği zaman sapıtır!´ Zenginlere yağcılık yapmak ve vereceklerine ta mah etmek bakımından, hakkın zikrinden sükût etmesi uygun değildir.
Fiillerindeki edebine gelince, fakirlikten ötürü ibâdetten gevşememeli, kendisinde fazla olanın birazını vermekten imtina etmemeli; zira bunu vermek, yoksulun takati nisbetinde çaba sa fetmesidir. Bunun fazileti çok ve zenginlikten dolayı verilen birçok mallardan daha fazladır.

Zeyd b. Eslem´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
- Sadakanın bir dirhemi, ALLAH katında, yüz bin dirhemden daha üstündür.
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu nasıl olur?
- Bir kişi malının fazlalığından yüz bin dirhem çıkarıp, sadaka verirse, bir kişi de iki dirheminden birini gönül rızasıyla çıkarıp, sadaka olarak verirse, işte bir dirhemin
sahibi yüz bin dirhemin sahibinden (bu takdirde) daha üstün olur.49

Hiçbir malı istif etmemesi uygundur. İhtiyaç miktarını alıp gerisini çıkarıp vermelidir. Malı istif etmekte üç derece vardır:
Biricisi: Sadece bir gün, bir gece için istif etmesidir. Bu de-rece, sıddîkların derecesidir.

ikincisi: Kırk gün için azık edinmelidir; zira kırk günden fazla olanı uzun emel beslemeye dahildir. Kırk günlük müddeti ise, âlimler Hz. Musa´ya (a.s) tayin edilen miaddan anlamışlardır.

Bu bakımdan o miaddan kırk gün yaşamayı ümit etmenin ruhsatlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu derece, muttakîlerin derecesidir.

Üçüncüsü: Bir sene için istif etmesidir. Bu ise, ruhsatta mertebelerin en uzağıdır ve salihlerin mertebesidir.

Kim azık edinmekte bu son mertebeyi geçerse o, halk tabakasının bilgisizlik ve sarhoşluğuna girer. Tamamen hususîliğin hudutları dışına çıkar! Bu bakımdan zayıf olan bir salihin zen-ginliği, kalbinin bir senelik azığı bulunması sebebiyle itminana kavuşmasıdır. Havass´tan olan bir kimsenin zenginliği, kırk günlük bir azıktadır. Havass´ül-Havass´ın zenginliği, birgün bir gecelik azıktadır. Hz. Peygamber (s.a) bu kısımların benzeri üzerinde kadınlarına taksimat yapmıştır. Mal olduğu zaman bazılarına bir senelik azık verir, bazılarına kırk günlük, bazılarına da bir gün ve bir gecelik... Bir gün ve bir gecelik verilenlerden biri de Hz. Âişe ile Hz. Hafsa´dır.

48) İbn Mâce, Taberânî, İbn Adîy ve Beyhakî
49) Nesaî, (Ebû Hüreyre´den muttasıl olarak)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:20

Mutlak Fakr´ın Fazileti

Hamd o ALLAH´a mahsustur ki kumlar O´nu tesbih eder, gölgeler O´na secde ederler. O´nun heybetinden dağlar paramparça olur. İnsanı yapışkan çamur ile kuvvetli balçıktan yarattı. Şeklini en güzel sûrette süslendirdi. Boyunu posunu güzel biçimde yaptı. Kalbini hidayet nûruyla dalâletin bataklıklarından korudu. Sabah akşam hizmet kapısını çalmaya kendisine izin verdi. Sonra hizmetinde muhlis olanın basiretini ibret nûruyla sürmeledi ki ziyasıyla celâlin huzurunu görsün.

Dolayısıyla doğduğu andan itibaren her güzeli çirkin bırakan kemâl ve güzellik ona göründü. O´nu müşahedesinden ve kapısından uzaklaştıran herşey ona ağır geldi. Dünyanın görünür tarafı ona, kırıtan kendisini beğenen bir kadının sûretinde göründü. İç tarafı ise, ona beli kamburlaşmış ve yüzü buruşmuş, zillet çamurunda yoğrulmuş, azabın kalıbına dö-külmüş bir acûze kadın gibi göründü. Hile ve sihrin incelikleriyle sır ve çirkinliklerini gizlemek için elbiselerine ağlarını kurmuştur. Onları hilenin çeşitleriyle avlar. Sonra visal va´dine sadece muhalefet etmekle kalmaz, onları zincir ve halkalarla bağlar. Belâ ve azap çeşitlerini onlara tattırır. Arif kişilere, onun çirkin sır ve fiilleri göründüğünde onu sevmeyen bir kimenin zühdüyle onda zâhid oldular. Servetlerle böbürlenmeyi terkettiler. Bütün gayretleriyle celâlin huzuruna yönelip o huzurun kesilmez visaline bel bağladılar. Fena ve zevâle mâruz kalmayan ebedî bir müşâhedeye güvendiler!

Salât ve (selâm) peygamberlerin, Efendimiz Muhammed´in ve hayırlı olan âlinin üzerine olsun!
Muhakkak ki dünya ALLAH´ın düşmanıdır. Sapıtanlar onun sapıtmasıyla, kayanlar onun hilesiyle kaymışlardır. Onun sevgisi bütün hataların başıdır. Ondan nefret etmek ibâdetlerin esası ve ALLAH´a yaklaştırıcı hareketlerin temelidir. Onun vasfıyla ilgili olan hususları sonuna kadar izah ettik.

Mühlikât bölümününDünyanın Zemmi bahsinde onu sevmenin kötülüğünü be-lirtmiştik. Şimdi de ondan nefret etmenin faziletini, onun hakkında zâhidliğin faziletini zikredeceğiz. Çünkü bu durum, Münciyât´ın başıdır. Öyle ise kurtuluş ancak dünyadan uzaklaşmaya bağlıdır. Fakat dünyayı bırakmak, ya dünyanın kuldan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma fakirlik denir veya kulun dünyadan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma da zühd denir. Bunların her birinin saadete ulaşmakta tesiri, kurtuluşta nasibi vardır. Şimdi fakirlik ve zühd´ün hakîkatini, derecelerini, kısımlarını, şart ve hükümlerini zikredelim. Bu bölümün birinci kısmında fakr´ı, ikinci kısmında zühd´ü zikredeceğiz.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:20

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Bir rivayette şöyle vârid olmuştur: ´Kullar, dinleri için dünyalarından eksik olana aldırmadıkça ´Lâ ilâhe illALLAH´ demeleri ALLAH´ın gazabını onlardan uzaklaştırır!´
Başka bir lâfızda ´Dünyalarının kârını dinlerine tercih etmedikçe´ şeklinde vârid olmuştur.
Hem bunu yaptıkları, hem de ´Lâ ilâhe illALLAH´ dedikleri zaman ALLAH Teâlâ onlara ´Yalan söylüyorsunuz! Bu kelimeyi doğrulukla söylemiyorsunuz!´ karşılığını verir.

Ashabın biri şöyle demiştir: ´Bütün amelleri tedkik ettik. Ahiret işinde dünyadaki zühdden daha verimli bir amele tesadüf etmedik´.
Ashabtan biri tâbiînin büyüklerine hitab ederek şöyle demiştir:
- Siz amel ve gayretiniz bakımından Hz. Peygamber´in as-habından daha çok görünüyorsunuz. Fakat onlar sizden daha hayırlı idiler.

- Bu neden böyle idi?
- Onlar, dünya hakkında sizden daha zâhid idiler!
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Dünyadaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır´.

Bilâl b. Sa´d95 şöyle demiştir: ´Şu durum, günah bakımından, insan için yeter de artar. ALLAH Teâlâ bizi dünya hakkında zâhid kılıyor. Oysa biz gittikçe dünyaya dalıyoruz´.
Bir kişi Süfyan es-Sevrî´ye ´Ben zâhid bir âlimi görmek istiyorum´ deyince, Süfyan ´Rahmet olasıca! O, bulunmaz bir kayıptır!´dedi.

Vehb b. Münebbih dedi ki: ´Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet ehli oraya gittikleri zaman kapıcılar şöyle haykırırlar: ´RABBİMizin izzetine yemin olsun! Dünyada zâhid ve cennete aşık olanlardan önce buraya kimse giremez!´

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ´dan üç haslet istiyorum
a) Öleceğim zaman tereke olarak mülkümde bir kuruş paranın bulunmamasını,
b) Boynumda bir kuruş borcum olmamasını,
c) Kemiğimin üzerinde bir çiğnem et bulunmamasını...

Yusuf b. Esbat´ın bütün bu istekleri ALLAH tarafından kendisine verildi.
Rivayet ediliyor ki Abbasî halîfelerinden biri fakîhlere çeşitli hediyeler gönderdi. Onlar kabul ettiler. Fudayl´ın çocukları babalarına ´Bütün fakîhler halifenin hediyesini kabul ettikleri halde sen bu fakirliğine rağmen hediye kabul etmiyorsun!´ deyince, Fudayl b. İyaz ağlayarak şöyle dedi: ´Benimle sizin misaliniz, tıpkı bir öküzü olup onunla nadas eden, kocadığı zamanda kesip deri-sinden faydalanan bir kavmin misâline benzer. Sizler de böylesiniz. Beni, kocadığım için kesmek istiyorsunuz. Ey aile efradım!

Açlıktan ölmeniz, sizin için Fudayl´ı kesmenizden daha hayırlıdır´.
Ubeyd b. Umeyr der ki: ´Hz. İsa (a.s) yünden yapılmış bir elbise giyer, ağaç yapraklarını yerdi. Ölecek bir evladı, harap olacak bir evi olmadığı için yarına da birşey bırakmadı. Nerede akşam olsa orada yatıyordu.

Ebû Hâzım´ın hanımı kendisine ´İşte kış mevsimi geldi! Yiyecek, giyecek ve yatacak lâzımdır´. Bunun üzerine, Ebu Hâzım, hanımına ´Evet! Bütün bunlar lâzımdır. Fakat (unutma) ölüm için hazırlanmak da lâzımdır. Ölümden sonra dirilmek, ondan sonra ALLAH´ın mahkemesinde muhakeme olmak, ondan sonra ya cennet veya cehennem için de tedbir almak lâzımdır´ dedi.

Hasan Basrî´ye ´Elbiselerini sık sık niçin yıkamıyorsun?´ denildiğinde ´Daha acil işlerim var da ondan!´ cevabını vermiştir

İbrahim b. Edhem der ki: Kalplerimiz üç perde ile perdelenmiştir. Bu perdeler kalbin önünden kalkmadıkça kul için yakîn keşfolunmaz:
1. Var olan servetle sevinmek,
2. Yok olduğundan dolayı üzülmek,
3. Övülmeye sevinmek.

Bu bakımdan mevcuda sevindiğin zaman harîs olursun. Yok olandan ötürü mahzun olduğunda ALLAH´ın kaderine küsmüş olursun. Kadere küsen ise, azap görür. Övülünce sevindiğinde nefsini beğenmiş olursun. Oysa nefsi beğenmek ve kibire kapılmak ameli yakıp kül eder.

İbn Mes´ud (r.a) der ki: ´Kalbi zâhid olanın iki rek´at namazı, onun için, ALLAH nezdinde zâhid olmadığı halde dünyanın sonuna kadar var kuvvetiyle ibâdet eden âbidlerin ibâdetinden daha hayırlıdır!´

Seleften biri şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ´nın bizden uzaklaştırdığı şeyler hakkındaki nimeti, bize tevcih ettiği şeylerdeki nimetinden daha fazladır´.
Sanki bu zat, Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin mânâsına bakarak bu sözü söylemiştir:

ALLAH, mü´min kulunu o kul dünyayı sevdiği halde dünyadan, sizin hastanızı koruduğunuz gibi korur.

Bu anlaşıldığı zaman, insanı sıhhate götüren perhizde, hastalığı meydana getiren şeyden daha büyük bir nimet olduğu bilinir.

Süfyan es-Sevrî der ki: ´Dünya doğruluk evi değil, eğrilik evidir. Sevinç değil üzüntü evidir. Dünyayı tanıyan bir kimse ne onun genişliğine sevinir, ne de sıkıntısına üzülür.
Sehl et-Tüsterî şöyle dedi: İbâdet eden bir kimsenin ibâdeti dört şeyden kalbini tasfiye etmedikçe, hâlis olmaz: Açlık, Çıplaklık, Fakirlik ve Zillet´.
Hasan Basrî der ki:

Ben bir kavme (Ashâb-ı kirâm) yetiştim. Bir çoklarıyla ar-kadaşlık yaptım. Dünya onlara yöneldiği zaman hiç sevinmezlerdi. Sırt çevirip gittiği zaman da hiç üzülmezlerdi. Yemin olsun, dünya onların gözünde topraktan daha kıymetsizdi. Onlar elli, altmış sene yaşadığı halde, katlanmış bir elbiseleri, kaynamış bir çanakları bile yoktu. Yattıkları zaman onlarla toprak arasında bir örtü de yoktu. Evindekilere hiçbir zaman yemek yapmayı emretmezlerdi. Gece olduğunda ayakta el pençe divan dururlardı. Yüzlerini toprağa koyar, gözyaşları yanaklarından akardı. Kölelik zincirinden âzad etmesini rablerinden dilerdi. İyilik yaptıkları zaman, bunun şükrünü edâ ederler, ALLAH´tan kabul etmesini isterlerdi.

Kötülük yaptıkları zaman da üzülür, ALLAH´tan affetmesini talep ederlerdi. Onlar bu hal üzere devam ettiler. ALLAH´a yemin olsun, onlar bile günahtan kurtulamadılar. Ancak ALLAH´ın mağfireti ile kurtuldular.
ALLAH´ın rahmeti onların üzerine olsun ve rızası onlarla beraber bulunsun!

94) Taberânî, Hâkim
95) Adı İbn Temîm el-Ensari veya el-Kindî´dir. Künyesi Ebu Amr ed-Dimeşkî olan bu zat, faziletli bir âbid idi. Hişam´ın hilâfeti döneminde vefat etmiştir.

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:21

Taksime Razı Olan, Rızkına Kanaat Eden ve Doğru Olan Fakirlerin Fazileti

Ayetler
(Bir de o mallar) şu muhacir fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. ALLAH´ın lütuf ve rızasını ararlar; ALLAH´a ve peygamberine (mal ve canlarıyla) yardım ederler. İşte bunlar doğru olanlardır.(Haşr/8)

(Sadakalar) şu fakirlere mahsustur ki onlar ALLAH yolunda kapanıp kalmışlardır. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar.. Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin zanneder.(Bakara/273)

ALLAH Teâlâ onları över mahiyette kelâmını sevketti. Sonra on-ların fakirlik vasfını hicret etmek ve ALLAH yolunda mahsur kalmak vasıflarına takdim etti. Bu takdim edişte fakirliğin faziletine dair bir delil vardır.

Hadîsler
Fakirliğin faziletine delâlet eden hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Abdullah b. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor. Hz. Peygamber (s.a) ashabına insanların hangisinin daha hayırlı olduğunu sorunca cevap olarak şöyle dendi:
-O zengin ki nefsinde ve malında olan ALLAH´ın hakkını verir!
- Bu kişi pek güzel kişidir. Fakat insanların en hayırlısıdeğildir.
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! O halde insanların en hayırlısı kimdir?
Öyle bir fakirdir ki gücü yettiği kadar ALLAH yolunda verir.5

Hz. Peygamber (s.a) Bilâl´e hitaben şöyle buyurmuştur:
ALLAH´ın huzuruna fakir olarak var, ALLAH´ın huzuruna zengin olarak varma!6

Muhakkak ki ALLAH, çocuk babası olan ve dilenmekten sakınan fakiri sever.7

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce cen-nete girecektir.8

Başka bir hadîste ´Kırk sene´ diye vârid olmuştur.9

Bu hadîsten gaye, bu ikinci rivayete göre, haris olan fakirin haris olan zengine tekaddüm etmesinin takdiridir. Beşyüz sene ile takdîr ise, zâhid fakirin ahirete tâlip olan zengin üzerindeki tekaddüm takdiridir. Fakirliğin derecelerinin değişikliğinden zikrettiğimiz, zarurî olarak sana fakirler arasında da derecelerinde farklılık olduğunu bildirir. Haris olan fakir zâhid olan fakirin yirmibeş derece altındadır. Zira kırkın beşyüze nisbeti yirmibeştir. Zannetme ki Hz. Peygamber´in takdîr etmesi rastgeledir. Hz. Peygamber haktan başkasıyla konuşmaz. Çünkü onun konuşması, kendisine gelen vahiydir. Onun bu sözü tıpkı şu sözü gibidir:
Salih rüya (doğru rüya), peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür.10

Hz. Peygamber´in bu takdiri, şüphesiz ki bir hakîkat takdiridir. Fakat Hz. Peygamber´den başka hiç kimse bu nisbetin illetini hakkıyla bilemez. Ancak tahmin edebilir; zira bilir ki peygamberlik, peygambere mahsus olan vasıftan ibarettir. Peygamber´in dışındaki insanlarda yoktur. Peygamber hususiyetlerin birçok çeşitleriyle tahsis olunur:

Birincisi, ALLAH, ALLAH´ın sıfatları, melekler ve ahiretle ilgili şeylerin hakîkatini bilir. Onun bildiği, başkasının bildiği gibi değildir. Onun bilgisi malûmatın çokluğu, yakîn, tahkik ve keşfin fazlalığı ile, başkasının bilgisine muhaliftir.

İkincisi, peygamberin nefsinde öyle bir sıfatı vardır ki âdetleri paramparça eden fiiller onunla kendisi için tamamlanır. Nitekim bizim sıfatımızın irade ve ihtiyarımızla beraber olan hareketleri-mizin onunla tamamlandığı gibi... O sıfat kudrettir. Her ne kadar kudret ile kudretin meydana getirdiği şeyin ikisi birden, ALLAH´ın fiili ise de...

Üçüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki onunla melekleri görür. Nitekim gözü olan bir insan öyle bir sıfat vasıtasıyla görünen şeyleri idrâk eder.

Dördüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki o sıfat vasıtasıyla gayb âleminde, gelecekte olan şeyi ya uyanıklık veya uyku halinde idrâk eder. Çünkü o sıfatla Levh-i Mahfuzu idrâk eder, oradaki gaybı görür. İşte bunlar birtakım kemalât ve sıfatlardır. Peygamberler için sabit oldukları bilinir ve her birinin bir kaç kısma ayrıldığı da bilinir. Bazı kere kırka, elliye, altmışa kadar bölme imkânına sahibiz, hatta kırk altıya kadar da bölmeye kendimizi zorlayabiliriz. Sıhhatli rüyanın kırk altı parçasından bir parça olabilecek şekilde zorlayabiliriz. Fakat mümkün olan taksi mat yollarından bir yolu tayin etmek ancak zan ve tahminle olur. Biz tahkikî olarak Hz. Peygamber´in o yolu kasdettiğini veya etmediğini bilmiyoruz. Bizce malûm olan ancak peygamberliğin taksimatının esası kendileriyle tamam olan sıfatların derleyicileridir. O da bizi takdirin illetini bilmeye irşâd etmez ve yine böylece biliriz ki daha önce geçtiği gibi fakirlerin çeşitli dereceleri vardır. Fakat mesela şu haris fakir neden zâhid fakirin derecesinin altıda birinin yarısı üzerindedir ki kırk sene önce cennete girmesine hükmedilmedi. Öbürü beşyüz senelik bir tekaddümü iktiza etti ki peygamberlerin dışındaki insanların kuvvetinde bu sırra varmak ancak bir tür tahminle olur. Oysa tahmine güvenilmez. Bütün bu konuşmalardan gaye; bu işlerin benzerlerinde takdir yoluna dikkati çekmektir; zira zayıf imanlı bazen zanneder ki bu söz Hz. Peygamber´in dilinden tesadüfî olarak çıkmıştır. Oysa peygamberlik mertebesi böyle olmaktan yücedir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin en hayırlısı fakirleridir. Cennette ilk yatanları zayıflarıdır.11

Benim iki sanatım vardır. Kim onların ikisini severse beni de sevmiş olur. Kim onlardan nefret ederse benden de nefret etmiş olur. (Onlar) fakirlik ile cihaddır.12

Rivayet ediliyor ki Cebrail (a.s) Hz. Peygamber´e inerek dedi ki: Ey Muhammed! ALLAH Teâlâ sana selâm ediyor ve şöyle diyor: ´Şu dağları altın etmemi ve seninle beraber gezdirmemi ister misin? Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), başını eğerek bir an düşündü ve sonra şöyle dedi:

Ey Cebrail! Muhakkak dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan dünya için toplar.

Bu cevap karşısında Cebrail ´Yâ Muhammed! ALLAH seni sabit söz ile korudu!´ dedi.13
Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) seyahatinde, abasına bürünmüş, uyuyan bir insanın yanından geçti. Onu uyandırarak şöyle haykırdı: ´Ey uyuyan! Kalk! ALLAH´ı an!´ Adam, Hz. İsa´ya ´Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ve dünya ehlini terketmişim!´ dedi. Bu cevap üzerine İsa (a.s) ona ´Ey dostum! Öyleyse uyu!´ dedi.

Hz. Musa (a.s) toprak üzerinde yatan bir kişinin yanından geçti. Onu, başının altında bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)i yastık yapmış, yüz ve sakalı toprak içerisinde kalmış olduğu halde abasına bürünmüş olarak gördü, Bu manzara karşısında şöyle haykırdı: ´Yarab! Senin şu kulun, dünyada zâyi olmuştur!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek ´Ey Musa! Sen bilmez misin, ben cemâlimin tamamıyle kuluma nazar ettiğim zaman bütün dünyayı ondan dürer alırım´ dedi.14

Ebu Râfi´den rivayet ediliyor ki: Hz. Peygamber´e bir misafir geldi. O misafiri ağırlamak için Hz. Peygamber´in yanında birşey olmadığından beni (Hayber) yahudilerinden birine gönderdi ve dedi ki: ´Git yahudiye söyle! Muhammed sana der ki: ´Receb ayına kadar bana biraz un borç olarak veya satarak versin´. Ebû Râfi der ki: Yahudiye varıp istedim. Yahudi Hayır! ALLAH´a yemin ederim. Ancak yanımda rehin bırakması şartıyla veririm´ dedi. Bunun üzerine, hâdiseyi Hz. Peygamber´e haber verdim. Şöyle buyurdu:
ALLAH´a yemin olsun. Ben gök ehli arasında eminim. Yer ehli arasında eminim. Eğer yahudi bana satsaydı veya borç verseydi, muhakkak ona hakkını öderdim. Benim şu kürkümü yahudiye götür. Yanına rehin bırak!
Hz. Peygamber´in yanından çıkarken şu ayet nazil oldu:
Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Tâhâ/133)

Bu ayet-i celîle, dünya hususunda Hz. Peygamber için bir tâziye (ve teselli) olarak inmiştir.15

Fakirlik, mü´min için, atın yanakları üzerine inen güzel kâkülünden daha süslüdür.16

Sizden bir kimse sağlıklı, cemaati içerisinde emîn olduğu ve günlük nafakası yanında bulunduğu durumda sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla onun için toplanmış ve ona verilmiştir.17

Ka´b´ul-Ahbar dedi ki: ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya ´Ey Musa! Fakirliğin sana yönelip geldiğini gördüğünde de ki: Salihlerin alâmet-i fârikasına merhaba!´

Atâ el-Horasanî der ki: Peygamberlerden biri bir deniz sahilin-den geçerken baktı ki balık tutan biri besmele çekip ağını balık tutmak için suya atıyor. Fakat hiçbir şey ağa girmiyor. Sonra başka birinin yanından geçti. O da ´şeytanın ismiyle´ deyip ağını denize attı. Ağ o kadar balıkla doldu ki neredeyse çekip çıkarmaktan aciz kaldı! Bunun üzerine Peygamber (a.s) şu münâcatta bulundu: ´Yarab! Bu ne acaipliktir? Oysa bütün bunların elinde olduğunu biliyorum´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ meleklere dedi ki: ´O iki kişinin nezdimdeki derecelerini peygamberime gösterin!´ O peygamber fakir için ALLAH katındaki kerameti, o şerir için de rezaleti görünce ´Yarab! Razı oldum!´ dedi.

Cennete baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu fakirlerdir. Cehenneme baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu zenginler ve kadınlardır.

Başka bir lâfızda: ´Zenginler nerededir?´ diye sorulunca ´Çok çalışmak onları geride bırakmıştır´ denilmiştir.18

´Ateş ehlinin çoğunu kadınlar olarak gördüm´. Bunun üzerine ´Kadınlara ne oluyor?´ denildi. Denildi ki: ´Onları altın ile zaferan meşgul etmiştir´.19

Mü´minin dünyada hediyesi fakirliktir.20

Peygamberlerin en son cennete gireni Süleyman b. Dâvud´dur. Çünkü dünya mülkü vardı. Ashabımın en son cennete gireni Abdurrahman b. Avf´tır. Çünkü zengindi.21

Onun sürünerek cennete girdiğini gördüm.22

İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Zengin şiddetle (zorla) cennete girer´.

Ehl-i Beyt´ten gelen bir haberde, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH bir kulu sevdiği zaman, ona belâ verir. Onu çok sevdiği zaman, kendi nefsi için edinir.

Denildi ki: ´Ya RasûlALLAH! Bundan maksad nedir?´ Şöyle buyurdu: ´Ona ne aile efradı, ne de dünya malı bırakır´.23

Fakirliğin yönelip geldiğini gördüğünde ´salih kimselerin alâmet-i fârikasına merhaba!´ de. Zenginliğin yönelip geldiğini gördüğünde de ki: ´Bir günah ki cezası peşin verildi´.24

Hz. Musa (a.s) ALLAH´a şöyle seslendi: ´Yarab! Halkından sevdiklerin kimlerdir ki senin için onları seveyim?´ ALLAH şöyle cevap verdi: ´Her fakir, her fakir´.

Hadîs-i kudsî´de, ikinci defa söylenilen fakir kelimesinin diğerinin tekidi olması mümkündür ve yine ondan, şiddetli fakirliğin kastedilme ihtimali de vardır.

Mesih (a.s) şöyle demiştir: ´Muhakkak ben fakirliği sever, nimetler içerisinde yüzmekten nefret ederim´. Mesih´in nezdinde isimlerin en sevimlisi kendisine ´Ey miskin!´ denmesiydi.
Arapların zenginleri Hz. Peygamber´e ´Bize bir gün, fakirlere de bir gün tayin et! Onların geldiği gün biz gelmeyelim. Bizim sana geldiğimiz gün de onlar gelmesinler!dediler. ´Onlar´ ile Bilâl, Selman, Süheyb, Ebû Zer, Habbab b. Eret, Ammâr b. Yâsir, Ebû Hüreyre ve ashab-ı suffe´den olan fakirleri kastediyorlardı. Peygamber (s.a) onların dediğini kabullendi. Çünkü onlar fakirlerin kokularından eziyet duyduklarından şikayet etmişlerdir.

Fakirlerin giydikleri yün elbiseydi. Terledikleri zaman elbiselerinden ter kokusu geliyordu ve bu durum zenginlere gayet ağır geliyordu. Akra b. Habis et-Temimî, Uyeyne b. Hısn el Fezzarî, Abbas b. Mirdas es-Sülemî ve benzerleri zenginlerden idiler. Hz. Peygamber onlarla fakirlerin bir mecliste bir araya gelmemesine razı oldu. Bunun üzerine şu ayet-i celîle nâzil oldu:
Nefsini sabah ve akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme. De ki: Kur´ân, rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin!´
(Kehf/28-29)

İbn Ümmi Mektûm, Hz. Peygamber´in yanında, Kureyş´in eşrafından bir kişi varken, Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istedi. Bu durum Hz. Peygamber´e ağır geldi.

Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayetleri gönderdi:
Surat astı ve döndü, âma geldi diye... Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecek? Kendisini müstağni görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.(Abese/1-6)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde kul getirilir. ALLAH Teâlâ, dünyada birinin başka birinden özür dilediği gibi kuluna arz-ı mazeret ederek şöyle der: ´İzzet ve celâlim hakkı için, senin katımda kıymetsiz olduğundan dolayı senden dünyayı esirgemiş değilim. Fakat ben, senin için hazırladığım nimetlerden dolayı dünyayı senden esirgedim! Ey kulum! Şu saflara çık. Kim benim için sana yedirmişse veya seni giydirmişse, yedirdiği ve giydirdiğiyle sadece benim rızamı kasdetmişse, onun elinden tut. Onu sana bağışladım´. Oysa o gün ter insanları gemlemiştir. O kişi ALLAH Teâlâ´nın emriyle safların arasına girer. Dünyada kendisine yardım edeni gözetler. Onun elinden tutar ve cennete götürür.25
- Fakirleri iyi tanıyın. Onlara iyilik yapın. Onların bir devleti vardır.
- Ya RasûlALLAH! Onların devleti ne demektir?
- Kıyamet günü olduğu zaman onlara şöyle denilir: ´Size bir parça ekmek yedirene veya bir yudum su içirene veya bir elbise giydirene bakın! Onun elinden tutun! Sonra onu cennete
götürün!´26

Cennete girdim. Önümde bir tıkırtı işittim. Baktım Bilâl´i gördüm. Cennetin en yüksek tabakasına baktım. Ümmetimin fakirleriyle evlatlarını gördüm. Cennetin alt tabakasına baktım ve gördüm ki orada, pek az zengin ve kadın vardır. Dedim ki: ´Yarab! Bunların durumu nedir?´ Şöyle buyurdu: Kadınlara iki kırmızı; altın ile ipekli zarar verdi. Zenginler mal ile meşgul oldular´. Bu arada ashabımı kontrol ettim. Abdurrahman b. Avf´ı göremedim. Sonra ağladığı halde bana geldi. Kendisine şöyle sordum:
- Seni benden geri bıraktıran nedir?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´a yemin ederim, ihtiyarlatıcı birçok musibetlerle mülâki olmazdan önce sana varamazdım. Zannettim ki ben seni göremeyeceğim!
- Neden böyle oldu?
- Malımdan ötürü hesaba tutuldum!27

Şu duruma bak! Abdurrahman ki ALLAH´ın Rasûlüyle beraber büyük şerefe nail olmaya sahip olduğu ve cennet ehlinden olan on kişiden biri bulunduğu ve ´ancak malıyla şöyle hükmeden müstesnadır´ hadîsine mazhar olan zenginlerden biri olduğu halde durumu böyledir. Buna rağmen zenginlik onu bu kadar zarara uğratmıştır.

Hz. Peygamber fakir bir kişinin yanına girdi. Hiçbir şeyini görmedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Eğer bu kişinin nûru yeryüzündeki bütün insanlara taksim olunsa hepsini zengin ederdi.28

Size cennet ehlinin padişahlarından haber vereyim mi?
- Evet, ey ALLAH´ın Rasûlü!
- Onlar, her zayıf ve başkası tarafından zulme uğrayan saçı sakalı tozlu topraklı bulunan ve iki eskimiş elbise sahibi olan bir kimse gibidir ki ona kıymet verilmez. Eğer o, ALLAH
Teâlâ´nın üzerine (ondan birşey istemek sûretiyle) yemin ederse, muhakkak ALLAH onu yemininde doğrular.

İmran b. Husayn (r.a) dedi ki: Hz. Peygamber´in katında benim bir değerim vardı, bana şöyle buyurdu:
- Ey İmran! Muhakkak katımızda bir derece ve kıymetin vardır. Acaba kızım Fâtıma´yı hastalığından dolayı ziyaret etmek ister misin?
- Evet! Anam-babam sana feda olsun ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunun üzerine Hz. Peygamber kalktı. Ben de onunla beraber kalktım. Fâtıma´nın kapısına geldi. Kapıyı çaldı ve ´Selâm üzeri-nize olsun! Gireyim mi?´ diye izin istedi.
- Ey ALLAH´ın Rasûlü gir!
- Yanımdaki insanlarla beraber mi girelim?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! Beraberinde kim var?
- İmran vardır!
- Seni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin olsun, sırtımda bir abadan başka birşey yoktur.

Hz. Peygamber ´Abayı şöyle yap´ diyerek eliyle abayı bedenine sarmasını işaret etti. Fâtıma ´Abayı bedenime sardım. Başımı ne yapacağım!´ deyince, Hz. Peygamber üzerinde bulunan eskimiş bir ageli Fâtıma´ya attı ve ´Bununla da başını ört!´ dedi. Sonra Fâtıma,

Hz. Peygamber´e izin verdi. Hz. Peygamber içeri girdi ve şöyle buyurdu:
- Ey kızım! Selâm üzerine olsun. Sen nasıl sabahladın?
- ALLAH´a yemin ederim. Hasta bir vaziyette sabahladım! Birşey yemeyişim hastalığımı daha da artırdı. Açlık bana zarar verdi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber ağlayıp şöyle buyurdu:
Ey kızım! Üzülme! ALLAH´a yemin olsun, ben de üç günden beri bir yemek tatmış değilim. Oysa ben ALLAH katında senden daha şerefliyimdir. Eğer RABBİMden isteseydim mutlaka bana yedirirdi. Fakat ben ahireti dünyaya tercih ettim.
Sonra Hz. Peygamber eliyle Fâtıma´nın omuzunu okşayarak ona şöyle dedi:
- Müjde sana! ALLAH´a yemin olsun! Muhakkak sen cennetkadınlarının hatunusun.
- Ya Firavun´un hanımı Asiye, İmran´nın kızı Meryem nerede?
- Asiye kendi âlemindeki kadınların hatunu, Meryem de kendi âlemindeki hanımların hatunudur. Sen ise, kendi âlemindeki kadınların hatunusun. Muhakkak hepiniz (cennette) kamıştan yapılmış köşklerde oturacaksınız. Orada ne eziyet var, ne kalabalık
ve ne de yorgunluk!
Sonra Hz. Peygamber Fâtıma´ya dedi ki: ´Amcamın oğluyla kanaat et! ALLAH´a yemin olsun, seni dünyada efendi olan, ahirette efendi olan biriyle evlendirdim!´29

Hz. Ali´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Halk, fakirlerini kızdırdıkları, dünyanın imarına fazla önem verdikleri ve dirhemlerin istifine daldıkları zaman,

ALLAH onlara dört bela verir: Zamandan kıtlık... Sultandan zulüm... Hükümlerin infazcılarından hiyanet... Düşmandan da üstünlük...

4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said´den)
5) Deylemî
6) Hâkim
7) İbn Mâce
8) Tirmizî
9) Müslim
10) Buhârî
11) Irâkî bu hadisîn aslına rastlamadığını söylemektedir.
12) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
13) Irâkî´ye göre bu hadîs iki hadîsten meydana gelmiştir. (Birincisini Tirmizî, ikincisini Şirâzî ve Beyhakî rivayet etmiştir).
14) Kût´ul-Kulûb
15) Taberânı, İbn Ebî Şeybe, İbn Rahuveyh, Bezzar, Ebû Yâ´lâ, İbn Münzir
16) Taberânî
17) Taberânî
18) İmam Ahmed
19) Nikâh bahsinde geçmişti.
20) Muhammed b. Hafif eş Şirazî, Deylemî
21) Daha önce geçmişti.
22) İmam Ahmed, Taberânî
23) Taberânî
24) Deylemî
25) İbn Hibban
26) Ebû Nuaym
27) Taberânî
28) Müslim, Buhârî
29) Cimriliğin Zemmi bölümünde geçmişti.İmam Ahmed,(Ma´kel b. Yesâr´dan)

Duygu'Seli~ 03-08-2009 22:22

Fakirliğin Zenginliğe Üstünlüğü

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Yetecek kadar nafakaya kanaat edip İslâm dinine hidayet edilmiş kişiye cennet vardır.34

Ey fakirler kitlesi! Kalplerinizden ALLAH´a (hükmüne) razı olunuz. (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde edersiniz! Aksi takdirde mahrum kalırsınız!35

Birinci hadîste bahsi geçen kişi, kanaat eden kişidir. Bu son hadîste bahsi geçen ise, ALLAH´ın hükmüne razı olan kişidir. Sanki bu hadîsin mefhumu şunu sezdiriyor: ´Harîs bir kimse, fakirliğinden ötürü hiçbir sevap kazanmaz!´

Oysa fakirliğin fazileti hakkındaki umumî hükümler delâlet eder ki fakir, harîs ise de sevabı vardır. Nitekim bunun tahkiki ileride de gelecektir. Bu bakımdan buradaki ´razı olmak´tan gaye; ALLAH´ın dünyayı kendisinin esirgemesini kerih görmesidir. Nice mal isteyen vardır ki onun kalbinde ne ALLAH´a karşı bir inkâr ve ne de fiiline karşı bir nâhoşluk vâki olur! İşte fakirliğin sevabını yakıp yok eden nâhoşluk bu demektir.

Hz. Ömer´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Herşeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı ise, fakir ve miskinlerin sevgisidir. Bu sevgi de sabırlarından ötürüdür. (Zira) onlar kıyamet gününde ALLAH ile sohbet edeceklerin ta kendileridir.36

Hz. Ali´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle bu-yurmuştur:
ALLAH katında kulların en sevimlisi, rızkına kanaat eden ve ALLAH´ın hükmüne razı olan fakirdir.37

Ey ALLAH´ım! Muhammed´in âlinin rızkını yetecek kadar kıl.38

İster fakir, ister zengin olsun, hiç kimse yoktur ki kıyamet gününde, ´keşke dünyada bana yetecek kadar mal verilseydi´ temennisinde bulunmasın!39

ALLAH Teâlâ Hz. İsmail´e vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
- Beni kalpleri kırılmışların yanında ara!
- Onlar kimlerdir?
- Doğru olan fakirlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fakir razı olduğu zaman ondan daha faziletlisi yoktur.40

ALLAH Teâlâ kıyamet gününde şöyle der: ´Mahlûklarımdan seçtiğim kullarım nerede?´ Melekler ´Ey RABBİMiz! Onlar kimlerdir?´ diye sorarlar. ALLAH Teâlâ ´Onlar müslümanların, benim verdiğime kanaat eden, kaderime razı olan fakirleridir. Onları cennete sokun!´ der. Bu emir üzerine, melekler fakirleri cennete sokarlar. Fakirler yerler, içerler. Oysa halk, hesap içerisinde hâlâ kıvranmaktadır.41

Bu hüküm, kanaat eden ve kadere razı olan fakir hakkındadır. Zahidin faziletini, eğer ALLAH dilerse, kitabın ikinci şıkkında zikredeceğiz. Rıza ve kanaat hakkındaki eserler ise pek çoktur. Tamahkârlığın kanaata zıd düştüğü açıktır.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Tamahkârlık fakirliktir. Halkın servetinden ümidi kesmek zenginliktir. Halkın elindeki servetten ümidini kesen, rızkına kanaat eden bir kimse onlardan müstağni olur´.

Ebu Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: Hergün bir melek arşın altından şöyle çağırır: ´Ey Âdemoğlu! Sana kifayet edecek az mal, azdıracak çok maldan daha hayırlıdır´.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Sebebi de dünya fazlasıyla kişiye geldiği zaman sevinir. Oysa gece ve gündüz, onun ömrünü tüketmek için durmadan çalışırlar. O da buna hiç üzülmez! Âdemoğluna yazıklar olsun! Artan mal, eksilen ömür fayda vermez!´

Hükemadan birine şöyle denildi: ´Zenginlik ne demektir?´ Cevap olarak ´Senin az temennin ve sana yetene razı olmandır!´ dedi.

İbrahim b. Edhem, Horasan´ın zenginlerindendi. Babası Belh emîrlerindendi. Birgün köşkünden çıkarken köşkün bahçesinde duran bir kişiye baktı, kişinin elinde ısırdığı bir ekmek vardı, kişi ekmeği yediği zaman bulunduğu yerde uyudu. İbrahim hizmetkârlarından birine ´Bu kişiyi, uyandığı zaman bana getir!´ emrini verdi. Adam uyandığı zaman hizmetkâr onu İbrahim´in huzuruna çıkardı.

- Ey kişi! Aç olduğun için mi ekmeği yedin?
- Evet! ..
- Doydun mu?
- Evet!
- Sonra güzel uyudun mu?
- Evet!
Bunun üzerine İbrahim içinden şöyle dedi: ´Madem ki nefis bu kadarla kanaat eder, artık ben dünyayı neyleyim!´

Amr b. Abdikays, tuz ile yeşillik yiyen bir kişinin yanından geçti. Bunun üzerine Amr ona ´Ey ALLAH´ın kulu! Sen dünyanın bu kadarcığına razı oldun mu?´ dedi. Kişi Amr´a ´Bundan daha kötüsüne razı olan birini sana göstereyim mi?" dedi. Amr ´Evet, göster´ dedi. Kişi ´Kim ahiret yerine dünyaya razı olursa, işte o bundan daha kötüsüne razı olmuş demektir´ dedi.

Muhammed b. Vâsi´ kuru bir ekmeği çıkarır, su ile ıslatır ve tuz ile yiyerek şöyle derdi: ´Kim dünyanın bu kadarcığına razı olursa, o hiç kimseye muhtaç olmaz´.
Hasan Basrî şöyle derdi: ´ALLAH Teâlâ bazı kavimlere lânet etmiştir (etsin). ALLAH onlar için yemin etmiş, onlar ALLAH´a inanmamışlardı´. Bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu:
Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var! Semanın ve yerin rabbine yemin olsun ki bu iş, sizin konuşmanız gibi gerçektir.(Zâriyât/22-23)

Ebu Zer (r.a) birgün halk arasında oturuyordu. Bu sırada hanımı gelerek şöyle haykırdı: ´Evde kepek bile yokken hâlâ bunların arasında oturuyorsun?´ Ebu Zer ´Ey kadıncağız! Önümüzde geçilmez bir gedik vardır. O gedikten ancak yükü hafif olan kurtulur´ dedi. Bunun üzerine hanımı, durumuna razı olarak dönüp gitti.

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: ´İnsanların küfre en yakını sabırsız fakirdir´.

Hakîmlerden birine şöyle denildi: ´Senin malın nedir?´ Hakîm şöyle dedi: ´Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket etmek ve halkın elindeki servetten ümitsiz olmaktır´.
Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ geçmiş peygamberlere gönderdiği semavî kitabların birinde şöyle buyurmuştur: ´Ey Âdemoğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa ondan ancak yiyeceğin senindir. Bu bakımdan sana dünyanın tamamından yiyeceğini verdiğimde ve onun hesabını da başkasına yüklediğimde muhakkak (bilmelisin ki) sana iyilik yapmışımdır´.
Kanaat hususunda ise şöyle demiştir:

İnsanlara değil ALLAH´a yalvar! Başkasının malından ümi-dini kes, kanaat et. Muhakkak ki azizlik ümitsizliktedir. Her akraba ve yakınından müstağni ol! Muhakkak ki zengin, halktan müstağni olan kimsedir.

Yine aynı mânâda şair şöyle demiştir:
Ey cem´eden ve cem´ettiğini de başkasından meneden! Oysa zaman, kapılarından hangisini yüzüne kapatacağını takdir ettiği halde kendisini gözetir. Düşünür ki ölümü kendisine nasıl gelecektir? Sabah mı gelecek veya ölümle geceleyip ölüm kapısını mı vuracaktır? Sen mal topladın! Ey mal toplayıcı! Bana söyle! O mal için o malı dağıtacak günleri de topladın mı? Mal senin yanında varislerin için depolanmıştır. Mal ancak onu infak ettiğin gün senin malındır! ALLAH´a güvenerek sabahtan işine giden bir gencin kalbi ne kadar da müreffehtir. Muhakkak ki rızıkları taksim eden ALLAH ona rızık verecektir. O gencin namusu korunmuştur. Onu kirletmez. Yüzü yepyenidir, onu eskitmez! Kanaatin sahasına inen bir kimsenin, kanaatin gölgesinde kendisini uykusuz bırakan bir üzüntüsü kalmaz!

33) Tirmizî, (garib olarak); Hâkim, (sahih olarak)
34) Müslim
35) Ebu Mansur ed-Deylemî
36) Dârekutnî
37) İbn Mâce, (bir benzerini)
38) Müslim
39) İbn Mâce
40) Irâkî bu hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.
41) Deylemî


All times are GMT +3. The time now is 13:40.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025