![]() |
İstemeksizin Kendisine Verileni Kabul Etmekte Fakir´in Riayet Edeceği Âdâb
Bişr el-Hafî derdi ki: ´Fakirler üç kısımdır. Bir fakir vardır ki ne dilenir, ne de kendisine verildiği zaman alır. Bu fakir, ruhânilerle İlliyyin´dedir. Bir fakir vardır ki dilenmez, kendisine verildiğinde alır. Bu fakir, Firdevs cennetlerinde mukarrebîn´le beraberdir. Bir fakir vardır ki ihtiyaç anında dilenir. Bu fakir de ashab-ı yemîn´ den olan sıddîklarla beraberdir. Öyleyse bütün âlimler dilenmenin kötü olduğunda, ihtiyaca rağmen mertebe ve dereceyi düşürdüğünde ittifak etmişlerdir. Şakik el-Belhî, İbrahim b. Edhem Horasan´dan yanına geldiğinde ona şöyle dedi: - Horasan´daki arkadaşlarını ne şekilde bıraktın? - Onları şöyle bir durumda bıraktım: Eğer kendilerine verilirse şükrederler, verilmezse sabrederler. İbrahim onları, dilenmeyi terketmekle. vasıflandırdığı zaman kendilerini övdüğünü zannetti. - Ben de aynen senin dediğin gibi, Belh´teki köpekleri o şekilde bırakıp geldim. - Ey Ebu İshak! O halde, sence fakir nasıl olmalı? - Fakirler verilmezse şükreder, verilirlerse infak ederler. Bunun üzerine İbrahim, Şakîk´in başını öpüp ´Doğru söyledin hocam!´ dedi. Madem ki durum budur, öyle ise dilenmek, şükür, sabır ve rıza hakkında hâl sahiplerinin dereceleri pek çoktur. Bu bakımdan ahiret yolunun yolcusuna bu dereceleri, bu derecelerin kısımlarını ve değişik durumlarını bilmek gerekir; zira bunları bilmediği takdirde, derecelerin düşüklerinden yücelerine çıkamaz. Esfel-i sâfilîn´den a´lâ-yı illiyyîn´e yükselemez. Oysa insan ´ahseni takvîm´ üzere yaratılmıştır. Sonra esfel-i safilîn´e gönderilmiştir. Sonra a´lâ-yı illiyyîn´e çıkmakla emrolunmuştur. Kim alçaklık ile yükseklik arasını ayırdetmeye güç yetiremiyorsa, asla terakkiye gücü yetmez. Şüphe esasında bunu bilen hakkındadır; zira o bile bazen terakki edemez. Hallerin sahiplerine ise, sülûk esnasında bazen bir hâl galebe çalar ki o hâl, dilenmenin onların derecelerinde yüksel-tici bir rol oynamasını gerektirir. Fakat bu da ancak onların hallerine nisbeten böyledir; zira bu gibi ameller niyetlere bağlıdır. Biri dedi ki: Ebu İshak Ahmed b. Muhammed en-Nûri´yi65 gördüm. Elini uzatır, bazı yerlerde halktan dilenirdi. Ben onun bu hareketini büyük bir hata sayıp kınadım. Cüneyd´e gelip onun bu durumunu söyledim. Cüneyd ´Bu sana tuhaf görünmesin! Zira en-Nûrî, halktan alıp halka vermek için dilenmiştir. Halkı sevap sahibi kılmak için dilenmiştir. Onlar, ona zararı dokunmadan ecir sahibi olurlar´ dedi. Sanki Cüneyd-i Bağdadî, bu sözüyle Hz. Peygamber´in şu ha-dîs-i şerîfine işaret etmiştir: Verenin eli, yüce elin ta kendisidir.66 Seleften biri şöyle demiştir: ´Veren el, malı alan eldir. Çünkü sevabı veren odur. Takdir onun içindir, onun aldığı mal için değildir´. Sonra Cüneyd şöyle buyurmuştur: ´Teraziyi getir´ dedi ve yüz dirhemi tarttı. Sonra bir avuç alıp o yüz dirhemin üzerine atarak dedi ki: ´Bunları al, en-Nûrî´ye götür!´ Ben içimden dedim ki: ´Birşey, miktarı bilinsin diye tartılır. Cüneyd, hakîm bir kişi olduğu halde nasıl miktarı belli olmayan bir malı tartılan malakattı?´ Utandığım için Cüneyd´e bu durumu sormadım. Keseyi alıp en-Nûrî´ye götürdüm. ´Teraziyi getir!´ dedi. Yüz dirhemi tartıp aldı. "Bu fazlalıkları Cüneyd´e götür ve ona ´Ben senden artık hiçbir şey kabul etmem!´ de" dedi. Böylece Cüneyd yüz dirhemden fazlasını geri aldı. Hayretim gittikçe arttı. Bu durumu en-Nûrî´ye sordum. Dedi ki: ´Cüneyd hakîm bir kişidir. İstiyor ki ipin iki tarafını da elde etsin. Yüz dirhemi nefsi için tarttı. Sonra tartısız olarak sadece ALLAH için bir avucu tartılanın üzerine attı. Ben ise ALLAH için olanı aldım. Cüneyd´in kendi nefsi için verdiğini geri çevirdim!´ O parayı Cüneyd´e verdiğim zaman ağlayarak şöyle dedi: ´Malını aldı, malımızı geri çevirdi. Yardım eden ALLAH´tır!´ Onların kalplerinin ve hallerinin nasıl saflaştığına dikkat ediyor musun? ALLAH için olan amelleri nasıl riyadan kurtulmuştur? Hatta onların her biri, konuşmadan arkadaşının kalbini müşahede eder. Fakat onlar kalplerin görüşmesi, sırların münâcatı ile konuşurlar. Bu da helâl yemenin, kalbi dünya sevgisinden boşaltıp bütün gayretiyle ALLAH´a yönelmenin neticesidir. Kim bunu, yolunu denemeden önce inkâr ederse, o kimse cahildir. Tıpkı müshil´in ilaç olduğunu içmeden inkâr eden bir kimse gibi... Kim çok çalıştıktan sonra da vasıl olmayıp bu durumu inkâr ederse başkası da varamaz derse bu kimse tıpkı müshile benzeyen ilacı içen ve müsbet tesirini görmeyen bir kimse gibidir. Bu kimse, müshilin ilaç oluşunu inkâr eder. Bu kimsenin, cahilliği birincisinden daha hafifse de cehaletten doldurulmuş bir yükten uzak değildir. Belki basîret sahibi, iki kişiden biridir: Ya ahiret yoluna devam etmiş, başkalarına belirdiği gibi ona da belirmiştir. Bu kimse zevk ve mârifet sahibidir ve Ayn´el-yakîn derecesine vâsıl olmuştur, veya ahiret yolunda yürüyememiş veya yürümüş de hedefe varamamıştır. Fakat ona iman etmiş onu doğrulamıştır. Bu kimse de ´ilm´el-yakîn´ sahibidir. Bu kimse her ne kadar ´ayn´el-yakîn´ derecesine varmamışsa da ´ilm´el-yakîn´de bir rütbesi vardır. Bu rütbe ´ayn´el-yakîn´ rütbesinden aşağı olsa bile yine de bir rütbedir. Kim ´ilm´el-yakîn´ ve ayn´el-yakîn´den uzak ise, o kimse, mü´minler zümresinin haricindedir. Kıyamet gününde in-kâr edici ve mütekebbir olanlarla beraber haşredilir. Onlar öyle inkâr ediciler ki zayıf kalpleri ölü ve şeytanın tâbileridir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, bizi ilimde rasih olup ´Ona iman ettik, hepsi RABBİMizden gelmiştir. Ancak akıl sahipleri bunu anlarlar´ diyenlerden eylemesidir. 65) Bağdad´da doğdu ve büyüdü. Aslen Begavîlidir.Cüneyd´in çağdaşlarındandı. H. 295´de vefat etmiştir . 66) Müslim, (Ebu Hüreyre´den) |
Zaruret Olmaksızın Dilenmenin Haram Olması ve Dilenmeye Mecbur Olan Fakirin Âdâbı
Kendisine gelen şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur. 1. Malın kendisini, 2. Verenin hedefini, 3. Kendisinin almaktaki hedefini. Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik. Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da ALLAH için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur. Birincisi Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hz. Peygamber´in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber´e (s.a) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hz. Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi.50 Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi: Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim.51 Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî´ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ´nın Hz. Peygamber´den rivayet ettiği şu hadisi nakletti: Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu ALLAH´a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da ALLAH´ın ikramını kabul etmemek olur!)52 el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi. Hasan Basrî de bahsi geçen hadîsi rivayet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan´ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: ´Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyamet gününde nasibi olmadığı halde ALLAH´ın huzuruna varır´. Hasan Basrî´nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi. İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı. Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna ´Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım´ derdi. Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediye-sini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur. Bişr el-Hafî dedi ki: ´Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî´nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı olmuş olurum´. Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî´ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki: - Onu alıp fakirlere dağıtacağım. - Böyle yapmanı istemiyorum. - Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim? - Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum. Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki: - Bağdad´da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum. - Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur! İkincisi İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını ´Zekâtın Sırları´ bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle ALLAH´a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sada-kayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt´den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır! Üçüncüsü Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyan es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: ´Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!´ Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna cevap olarak şöyle dedi: ´Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!´ Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır. Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir.53 Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen ALLAH tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin.54 Âlimlerin biri şöyle demiştir: ´Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!´ Sırrî es-Sakatî? İmam Ahmed b. Hanbel´e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmam Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine ´Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfe-tinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir´ dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed ona ´Söylediğini bana tekrar et!´ dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmam Ahmed ´Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder´ dedi. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine gir-meye sevketmesinden korkulur´. Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve ahiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa ALLAH için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fa-kirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik. İmam Hanbel´in Sırrî es-Sekatî´nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmam´ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir! Mekke-i Mükerreme´de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: ´Yanımda biraz para vardı. Onları ALLAH yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe´yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim: - (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen ALLAH!? O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: ´Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!´ Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve ´Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur´ deyip gerisini bana iade etti. Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki: Bütün bunları ALLAH bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır! Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü ALLAH kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir. İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gafil olma! Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim!(Kehf/7) Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: 1. Belini doğrultan yemekte, 2. Avret mahallini örten elbisede, 3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır! Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer ALLAH´a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen ALLAH´ın azabına da mâruz kalırsın. ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, ALLAH´a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer ALLAH helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse ALLAH onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va´dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl´den ve zekâttan ödenmesi farzdır. Rızkı dar olan da ALLAH´ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7) Bu ayetin mânâsının ´İki elbisesinden birisini satsın´ veya ´Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın´ demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da ALLAH´ın kişiye vermiş olduğu nimettendir. Seleften biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. ALLAH´ın birtakım kulları da vardır ki ALLAH´a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler´. Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere... Kendisine ´bunların kimler olduğu´ so-rulunca cevap olarak ´Kuvvetliler ALLAH´a tevekkül eden kimseler-dir. Cömertler ALLAH´a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen ALLAH´ın ibâdetine veren kimselerdir´ dedi. O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları gö-rürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de ALLAH´tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir. Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî´yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi ´Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun´ diyor" dedi. Şakîk´in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk´e ´Ben bunu kasdetmedim!´ dedi. Şakîk ´Ben de arkadaşlarımın tevhid´ini denemek istedim!´ diye karşılık verdi. Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları´nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Musa´ya ´Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım´ diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve ALLAH tarafından me´cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir. ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz! 50) İmam Ahmed 51) Ebu Dâvud, Tirmizî 52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır. 53) Taberânî 54) Daha önce geçmişti. |
Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik
Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır.55 Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin.56 Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz ´dilencilik esasında haramdır´ sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik. 1.ALLAH Teâlâ´dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve ALLAH´ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de ALLAH Teâlâ´yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir. 2.Dilencilikte şahsın ALLAH´ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa mü´min bir kimse ALLAH´tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir. Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır. 3.Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır. Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir.Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır.Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde, Hz.Peygamber´in şu hadîsini anlamış olursun: Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de di-lenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57 Dikkat edersen Hz. Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi... Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyamet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde ALLAH´ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz.58 Başka bir lafızda ´Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur´ şeklinde gelmiştir. Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hz. Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm´ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: ´Halktan hiçbir şey dilenmeyin´. Hz. Peygamber (s.a) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi: Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa ALLAH onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdi-mizde daha sevimlidir.59 - Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır. - Senden istemekten de mi? - Benden istemekten de...60 Hz. Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine ´Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!´ dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye ´Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam ´Ben ona akşam yemeği yedirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: ´Sen dilenci değil tüccarsın!´ Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp ´İkinci bir defa dilenme!´ diye emir verdi. Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hz. Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hz. Ömer´in bu yaptığını uzak görür ve der ki: ´Hz. Ömer´in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta´zir cezası vardır. Hz. Ömer´in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hz. Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?´ Fakîhin Hz. Ömer´in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hz. Ömer´in fıkhı yanında nedir? Onun ALLAH´ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hz. Ömer´in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı ALLAH´a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hz. Ömer´i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hz. Peygamber´in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hz. Ömer´den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hz. Ömer´in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâ-mil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hz. Ali´nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gafil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hz. Ömer´in yaptığıyla delil getir! Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gafil olarak Hz. Ömer´in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu tak-dirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir. Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni´ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır. Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine ´mekruh´ denilmez. ´Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!´ derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer ALLAH dilerse kefaret olur. Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi... Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi... Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi... Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihti-yaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle be-raber dilenmesi mübahtır. Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur? Cevap: Şikayet, ALLAH´a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: ´Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor´. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi... Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir? Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığmda ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur. Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, ALLAH hükmeder! Hz. Peygamber´in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber´in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve dava-arı halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, ALLAH ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki ´Hâkim´, ´Ahkem´ül Hâkimîn´dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, ahiret âlimleridir. Onların fetvasıyla ahiret sultanının satvetinden kurtulur. Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi... Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey ALLAH katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, ALLAH katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur. Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir. Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî´den başka kimseden birşey almazdı. ´Biliyorum ki Sırrî, elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum´ derdi. Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi... Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hz. Peygamber´in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi. Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hz. Süleyman, Hz. Musa ve Hızır!61 Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir. İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez. Bu inceliklerle Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur: Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir. Hz. Peygamber´e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse ALLAH´tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir. 55) Ebu Dâvud, (Hüseyin b. Ali´den) 56) Ebu Dâvud, Tirmizî 57) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 58) Ebu Dâvud ve İbn Hibban 59) İbn Ebî Dünya 60) Bezzar, Taberânî. 61) Hızır´ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir. |
Dilencilerin Halleri
Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvas ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ ´Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür´ demiştir. Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ´ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ´nın başına bir musibet geldi. Biz bu meseleyi Sabır Kitabı´nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir. Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur. İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır. Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla ALLAH´a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hz. Peygamber´e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hz. Peygamber´e gelip haber verdiler. Hz. Peygamber ´O ALLAH´ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!´ dedi. İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: ´Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!´ Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: ´Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, ALLAH´ın faziletidir. ALLAH, faziletini dilediği kuluna verir´. Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik´ten şöyle rivayet etti: Fakirler Hz. Peygamber´e bir elçi gönderdiler. O elçi ´Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim´ dedi. Elçi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücü-müz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ec-rini ALLAH´tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir mü´min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin ´SübhânALLAHi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vALLAHü ekber´ (ALLAH´ı tenzih ederim. Hamd ALLAH´a mahsustur. O´ndan başka mâbud yoktur ve ALLAH herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir. Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hz. Peygamber´in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da ´Biz razı olduk, razı olduk´ dediler.42 Bu hadîs Hz. Peygamber´in ´O, ALLAH´ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir´ sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların ALLAH´ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder. Hz. Peygamber´in ´Muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır´ sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?´ Bunun üze-rine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: ´Kibir ALLAH´ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!´ Sonra şöyle dediler: ´Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi... Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun ALLAH ile münâzaa etmesi uygun değildir´. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım. Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta ALLAH ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarındandır´. Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te´vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimse-nin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet ALLAH´ın sıfatıdır. Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı´nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat ALLAH´a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde ALLAH´tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini ALLAH´tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (a.s), Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler... Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, ALLAH´ın sevgisi ve O´nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak ALLAH´ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber ALLAH´ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı ALLAH´tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi... Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber ALLAH´ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur. Dünya ise, gafillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulu-nan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashab-ı kiram şöyle demiştir: ´Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik´. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür´. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´Malların evrilip çevrilmesi imanın tadını emer´. Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür.43 Hz. Musa´nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, an-cak peygamberler (a.s) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ALLAH´ın fazileti tamamlanır; zira ALLAH´ın yüce peygamberi (s.a) dünyaya şöyle hitab etmektedir: Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hz. Peygamber´e süslerine bürünerek görünürdü. Hz. Ali şöyle derdi: ´Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır´.45 Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir.46 Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette ahiretten ürker. ALLAH´ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette ALLAH´tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp ALLAH´ın gayrısından uzaklaştığı zaman, ALLAH´a iman ettiği için, şüphesiz ki ALLAH´a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da ALLAH ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen ALLAH´tan, ALLAH´a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin iki-sinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır. İkisinin misali,doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, ALLAH´ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır. Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir. Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur. Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: ´Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir´. Ebu Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: ´Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir´. Dahhak´tan47 şöyle rivayet ediliyor: ´Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini ALLAH´tan isterse bu durum, ALLAH yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır´. Bir kişi Bişr b. Haris´e ´Benim için ALLAH´a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler´ deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana ´Evde ne un var, ne ekmek´ dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur". Bişr şöyle diyordu: ´İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir´. Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) ´Ey ALLAHım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum´. Hz. Ebubekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba ´Malın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir´ hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyamet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür. Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (r.a) cennetten gecikmiştir; zirâ Hz. Peygamber´in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur. Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Mescidin kapısında beni na-mazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip ALLAH yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim´. ´Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?´ denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum´. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!´ İbn Atâ´nın ´Zenginlik ALLAH´ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür´ sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ´nm hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik ALLAH´ın zenginliğine benzemez. Çünkü ALLAH Teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ´nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki ALLAH Teâlâ´nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. ´ALLAH Teâlâ´nın sıfatları kula lâyık değildir´ diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim ALLAH´ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta ALLAH´ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır. Şeyhin biri şöyle diyordu: ´ALLAH´a giden yolun yolcusu, yolu kat´etmeden önce, ALLAH´ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur´. Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek ALLAH´ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, mü´minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O´na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın vasfı değildir. ALLAH Teâlâ´nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan mü´minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve ALLAH´a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir. Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi iman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü ALLAH´ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, ALLAH Teâlâ´nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir. İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalan-mak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey ALLAHım! Muhammed´in âlinin nafakasını yetecek kadar kıl! Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik... Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dün-yaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, ahiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Rûh´ul-Kudüs (Cebrail) kalbime şöyle ilham etti: ´Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!´ Hz. Peygamber´in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da ALLAH Teâlâ´dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, ALLAH ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle ALLAH´ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir. O istisna edilen yerlerin biri, Hz. Âişe´nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur. İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı. İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de ALLAH´tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. ALLAH´a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim ALLAH´ın katındadır. 42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce´nin İbn Ömer´den bir hadîs rivayet ettiğini söylemiştir. 43) Deylemî, Müsned´ü1 Firdevs 44) Hâkim 45) İmam Ahmed, Zühd 46) Müslim, Buhârî 47) Dahhak b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir |
Zühd´ün Hakîkati
Kim zengin olmasına rağmen dilenirse o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın! Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir. ALLAH´ın zenginliği ile ALLAH´tan başka şeylerden müstağni olun!62 ALLAH´ın zenginliği nedir?´ denince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!´ Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63 Başka bir lâfızda ´Kırk dirhem´ diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev... Bundan fazlası hesaptır!64 Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, mik-tarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur. Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır. Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır. Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır: Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır. İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır. Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır. Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki ´Elli dirhem´le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır): Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur! Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, ALLAH ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel et-melidir. Eğer ahiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin ALLAH katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa ALLAH Teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir. O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun.(Âlu İmran/175) Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va´dediyor.(Bakara/268) Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve ALLAH´ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir.ALLAH´tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz. 62) Ebu Dâvud ve İbn Hibban 63) İbn Adîy 64) Tirmizî |
Zühd´ün Alâmetleri
Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilir. Oysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydır. Ruhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardır. Onların sevinci, halkın hallerini bilmesidir. Halkın kendilerine takdirle bakıp övmesidir. Böyle yapmaları, kesinlikle zühd´e delâlet etmez. Hem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekir. Hatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermez. Oysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir. Nitekim Havvas, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettiler. Elbisenin en iyisini giydiler. Bununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinler. Fakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesin. Zâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir. ´Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz´ derler. Onlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerler. Oysa bü-tün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdir. Ne kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdir. Onların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir ´hâl´ olarak iddia etmişlerdir. Oysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptir-ler". Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledir. Hatta zühd hali zâhide bile müşkil gelir. Bu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır: Bir Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir. (Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (ALLAH´ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü ALLAH, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.(Hadîd/23) Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek. İki İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Birinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidir. İkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir. üç Üçüncü alâmet ALLAH´a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya ALLAH sevgisi... Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim ALLAH´a ünsiyet vermişse, ancak ALLAH ile meşgul olur, O´ndan başkasıyla meşgul olmaz. Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: ´Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH´a ünsiyet etmeye kadar götürdü. Dünya ile ALLAH´a ünsiyet bir arada olmazlar´. Marifet ehli demişlerdir ki: ´İman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de ahireti birden sever ve ikisine de çalışır. İman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz´. Bu sırra binaen Hz. Âdem´in duasında şöyle vârid olmuştur: ´Ey ALLAH´ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir iman istiyorum!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirir. Bu ise, amel edenlerin makamıdır. Rabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirir. Bu ise, âriflerin makamıdır. Zâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdır. Zâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidir. Bu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin na-zarında birdir. Elinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez´. İbn Ebî Havarî der ki: Ebu Süleyman´a sordum: - Dâvud et-Tâî zâhid miydi? - Evet! - Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamış. Yirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?´. - Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin? Ebu Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştir. Çünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yoktur. Zühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddir. Zühdün en son noktası, ALLAH´tan başka herşeyi bırakmaktır. Hatta bir taşı bile İsa (a.s) gibi yastık yapmamaktır. ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidir. Çünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemez. Her ne kadar ALLAH´ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de... Biz ALLAH´ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki ALLAH Teâlâ´ya hiçbir şey büyük gelmez. Bu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak ALLAH´tan istemekte bir mahzur yoktur. Madem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdır. Bu da ALLAH´a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğar. Bu alâmetten birçok alâmetler doğar. Dünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi... Denildi ki: ´Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir´. Bu bakımdan ´Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim´ dememelidir. Yahya b. Muaz dedi ki: ´Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!´ İbn Hafif şöyle demiştir: ´Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır´. Yine şöyle dedi: ´Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir´. Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir. Ahmed b. Hanbel ve Süfyan es-Sevrî şöyle demişlerdir: ´Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanır. Arif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!´ Nasr el-Abazî150 dedi ki: ´Zâhid, dünyada gariptir (azdır), ârif ise âhirette gariptir´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir´. Yine şöyle demiştir: ´ALLAH için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatır. Arif ise misk ve anberi... (Çünkü kalbi mârifetul-lah ile doludur)´. Bir kişi Yahya´ya ´Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd´ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?´ diye sorunca, cevap olarak dedi ki: ´Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, ALLAH senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında... Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettir. Bununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünya gelin gibidir. Kim onu arzularsa onu süsler. Dünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtar. Arif kişi ise ALLAH ile meşgul olur. Dünyaya iltifat bile etmez´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zühd´ün bütün gereklerini yaptım. İstediğime vardım. Ancak insanlar hakkındaki zühd´e varamadım ve buna gücüm de yetmedi´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktı. Ona dünya sevgisini anahtar yaptı. Hayrın tamamını bir eve bırakıp zühd´ü de ona anahtar yaptı!´ İşte zühd´ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardır. Madem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde ALLAH´ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim! 150) Adı Ebu Kasım İbrahim b. Muhammed´dir. Horasan´ın şeyhi idi. Şiblî´nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke´de H. 376´da vefat etmiştir. |
Zühd Hakkında Rağbet Edilecek ve Kaçınılacak Hususlar
Ayetler (Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler ´Keşke Kârun´a verilenin bir ben-zeri de bize verilseydi. Gerçekten onun büyük şansı var´ dediler. Kendilerine ilim verilenler ´(Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır´ dediler. (Kasas/79-80) Burada görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştır. Bu, medhin en yüksek derecesidir. İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir.(Kasas/54) Bu ayet ´Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler´ diye tefsir edilmiştir. Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.(Kehf/7) Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: ´İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim´ demektir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği ´en güzel amellerden´ olmakla tavsif etmiştir. Kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur.(Şûra/20) Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131) Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. ALLAH yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3) İşte ALLAH Teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştır. Bu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp ahireti dünya hayatına tercih edenlerin mü´min olduklarıdır. Hadîsler Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çoktur. Biz bir kısmını Mühlikât bölümünün ´Dünyanın Zemmi´ kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandır. Biz şimdilik sa-dece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğiz. Çünkü dünyadan nefret etmek ´Münciyât´dandır. Zâhidlikten de zaten bu kastedilir. Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, ALLAH onun işini dağıtır. Onun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, ALLAH tarafından kendisi için yazılan gelir. Kim gayesi; ahiret olduğu halde sabahlarsa, ALLAH Teâlâ onun himmetini bir araya toplar. Onun derli toplu işini parçalanmaktan korur. Zenginliğini kalbinde kılar. Dünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!)70 Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşın. Çünkü o, hikmeti telkin eder. ALLAH dilediğine hikmeti ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269)71 Bu sırra binaen denildi ki: ´Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, ALLAH Teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur´. Ashab-ı kirâmın birinden şöyle rivayet edilmiştir: Biz ALLAH´ın Rasûlü´ne şöyle sorduk: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır? - Kalbi mahmum ve dili doğru olan mü´mindir. - Ya Rasûlullah! ´Kalbi mahmum´un mânâsı nedir? - O muttakî ve tertemiz olan insandır. O´nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur. - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider? - Dünyaya buğzedip, ahireti seven kimse!72 Hadîsin mefhumu ´İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever´ demektir. ALLAH´ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH´ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73 Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, ALLAH´ın sevgisine sebep kılmıştır. Bu bakımdan ALLAH kimi severse o, derecelerin en yücesindedir. O halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekir. Bu hadîsin mefhumu da ´Dünyayı seven bir kimse ALLAH´ın buğzuna mâruzdur´ demektir. Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir: Zahidlik ile takva her gece insanoğlunun kalbini gezip kontrol eder. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederler. Aksi takdirde giderler!74 Hârise b. Mâlik el-Ensârî ´Ben hakîkaten mü´minim!´ dediğinde Hz. Peygamber ona ´Peki imanın hakîkati nedir?´ diye sordu. Hârise ´Ben nefsimi dünyadan kopardım. Öyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, RABBİMin arşını bariz bir şekilde görüyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki ALLAH onun kalbini iman ile nûrlandırmıştır.75 İman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve ´O bir kuldur ki ALLAH onun kalbini imanla nûrlandırmıştır´ demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et! ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar. (En´âm/125) ´Ayet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!´ Dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?´ Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır.76 Hz. Peygamber´in ´aldatma evinden uzaklaşmaktan´ ibaret olan zâhidliği ´İslâm´ın hakîkatinin şartı´ olarak göstermesine dikkat et! Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Gereği gibi ALLAH´tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildir. Siz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yeme-yeceğiniz yemekleri topluyorsunuz.77 Hz. Peygamber, böyle yapmanın ALLAH´tan haya etmeye zıd olduğunu beyan etti. Hz. Peygamber´in huzuruna bazı elçiler geldiler. ´Siz necisiniz?´ diye sorduğunda dediler ki: ´Biz mü´minleriz!´ Hz. Peygamber ´İmanınızın alâmeti nedir?´ diye sordu. Onlar ´Bela anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek´ dediler. Hz. Peygamber şöyle dedi: Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayın. İçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyin. Kendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın.78 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber zühdü, imanın tamamlayıcısı kılmıştır. Câbir (r.a) Hz. Peygamber´in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: ´Kim içine hiçbir şey katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ ile ALLAH´ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur´. Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalkıp dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!´ ALLAH´ın Rasûlü şöyle buyurdu: O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidir. Bir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işler. Bu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, ´Lâ ilâhe illâllah´ ile (ALLAH´ın hu-zuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur.79 Cömertlik yakîndendir. Yakîni olan bir kimse ateşe girmez. Cimrilik şektendir. Şekke düşen bir kimse cennete girmez.80 Cömert, ALLAH´a, insana ve cennete yakındır. Cimri ALLAH´tan, insandan uzak ve ateşe yakındır.81 Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidir. Meyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir. İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî´den, Hz. Peygamber´in şu hadî-sini rivayet etmektedir: Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, ALLAH onun kalbine hikmeti sokar. Onun dilini o hikmetle konuşturur. Ona dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtır. Onu saf ve selîm ola-rak dünyadan çıkarır. Selîm olarak cennete gönderir.82 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a), ashabının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçti. Bu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardı. Çünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdi. Bu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: On aylık gebe develer terkedildiği zaman... (Tevkî/4) Hz. Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattı. Kendisine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridir. Neden bunlara bakmadın!´ diye sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ALLAH Teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!´ Sonra şu ayeti okudu: Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme!(Tâhâ/131) Mesrûk, Hz. Âişe´den şöyle rivayet ediyor: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Neden ALLAH´tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?´ dedim ve Hz. Peygamber´de gördüğüm açlıktan dolayı ağladım. Bana dedi ki: Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun! Eğer RABBİMden dünyanın dağlarını beraberimde altın ola-rak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtır. Fakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim. Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed´in ailesi için uygun değildir. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ, peygamberlerin ulu´l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuştur. ALLAH Teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur: O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme!(Ahkaf/35) ALLAH´a yemin olsun! ALLAH´a itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Muhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu´l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğim. Kuvvet ancak ALLAH´tandır.83 Hz. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine ´Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret´ dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?´ Hafsa ´Evet böyle olduğunu bilirim´ dedi. Hz. Ömer ´O halde sen Hz. Peygamber´in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hz. Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Ta ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hz. Peygamber´e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hz. Peygamber´e ağır geldi. Hz. Peygamber´in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hz. Peygamber´in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman ´Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettiniz. Onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın´ dediğini bilmez misin? Hz. Peygamber´in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hz. Peygamber için, Benî Züfer´den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptı. İkincisi daha bitmeden önce, birini Hz. Peygamber´e gönderdi. Hz. Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hz. Peygamber´in ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı". Hz. Ömer, böylece kızı Hafsa´yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hz. Peygamber´in menkıbelerini nakletti. Canının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı. Bazı rivayetlerde, Hz. Ömer´in sözünde bir fazlalık vardır. O da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittiler. Eğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurum. ALLAH´a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğim. Bu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim! Ebu Saîd el-Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdi. Normal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdi. Bu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi.84 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Musa (a.s) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: - Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun! - Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH Teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menetti. O halde biz neyi azık edinelim! Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve ahiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin.85 Huzeyfe Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kim dünyayı ahirete tercih ederse, ALLAH onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86 Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, imanın kemâline eremez. Bir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez.87 Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!´ Hz. İsa´ya denildi ki: - Ey ALLAH´ın elçisi! Eğer bize, içinde ALLAH´a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur! - Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız! - Su üzerinde temel durur mu? - O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: RABBİM (c.c) Mekke´nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben ´Hayır! Ey RABBİM! Ben birgün aç, birgün tok yaşamak istiyorum. Aç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim´ dedim.88 İbn Abbas´tan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber birgün, beraberinde Cebrail olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktı. Cebrail´e ´Ey Cebrail! Seni hak elçi olarak bana gönderen ALLAH´a yemîn olsun. Muhammed´in âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar´ dedi. Hz. Peygamber´in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´ALLAH kıyametin kopmasını mı emretti?´ diye Cebrail´e sordu. Cebrail ´Hayır! Bu, İsrafil´dir. Konuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!´ dedi. Böylece İsrafil, Hz. Peygamber´in yanına indi ve şöyle dedi: ´Senin söylediğini ALLAH işitti. Bana yer-yüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana ver-memi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin´ dedi. Cebrail bu esnada Hz. Peygamber´e ´Rabbine tevazu et!´ işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hz. Peygamber üç defa ´Kul bir peygam-ber olarak yaşamak istiyorum!´ dedi.89 ALLAH Teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, ahiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir.90 Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde ALLAH seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever.91 Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini ALLAH´tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92 Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93 Hz. Peygamber´den ve Hz. İsa´dan (ALLAH´ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivayet ediliyor: Dört haslet vardır. İnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir: 1. Sükut. Bu, ibâdetin başlangıcıdır. 2. Tevazû. 3. Fazla zikir. 4. Az mal!94 Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip ahirete yöneltmek için gelmişlerdir. Halka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadır. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidir. Yardım eden ALLAH Teâlâ´dır! 70) İbn Mâce 71) İbn Mâce 72) İbn Mâce 73) İbn Mâce 74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs´te haya ile iman´ diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut´ul-Kulûb´da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthaf´us-Saade, IX/336) 75) Bezzar ve Taberânî 76) İbn Mübârek, Zühd 77) Bezzar, Taberânî 78) Hâkim 79) Taberânî 80) Deylemî, (Ebû Derdâ´ dan) 81) Tirmizî 82) İbn Ebî Dünya 83) Deylemî, Müsned´ul-Firdevs 84) İbn Mâce 85) Tirmizî 86) Taberânî, (İbn Mes´ud´dan) 87) Ali b. Ma´bed´den 88) İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Sa´d, Taberânî ve Beyhakî 89) Daha önce geçmişti. 90) Deylemî 91) Daha önce geçmişti. 92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir 93) İbn Hibban |
Hayatın Zarûrî İhtiyaçları Hakkında Zühd´ün
Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır: Birinci Mertebe En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini... Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder. İkinci Mertebe Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi... Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir. Üçüncü Mertebe Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. ALLAH´a ve ahiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi... Ebu Yezid, Ebu Musa Abdurrahim´e96 ´Hangi şey hakkında konuşursun?´ diye sorunca cevap olarak ´Zühd hakkında!´ dedi. ´Hangi şey hakkında zühd?´ deyince de cevap olarak ´Dünya hakkında´ dedi. Bunun üzerine Ebu Yezid elini sallayarak şöyle dedi: ´Zannettim ki o, birşey´in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?´97 Dünyayı ahiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi? Bu bakımdan şeytanda ALLAH´ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey ahiret nimetine göre bir lokmanın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile... Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır. Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir. Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir. Birinci Derece Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mahzâ yoklukla mümkün olur. İkinci Derece İkinci derece ALLAH´ın sevabına, nimetine, cennette va´dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir. Üçüncü Derece Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin ALLAH´a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli ALLAH ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, ALLAH´tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü ALLAH´tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. ALLAH´tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, ALLAH´tan başkasını sevmez. Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, ALLAH´ı bilenin durumu da böyledir. ALLAH´ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse ALLAH´ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O´na tercih etmez. Zannetme ki cennet ehli, ALLAH´ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, ALLAH´ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir. Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün ko-nuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir. Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, ALLAH´tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın), ALLAH´tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulu-nan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bü-tün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür. Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse... Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa ALLAH Teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur: İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevk-lere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, ALLAH´ın yanındadır.(Âlu İmran/14) Sonra ALLAH Teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur: Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) Sonra başka bir yerde ALLAH Teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36) Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi´ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41) Ayette bahsi geçen ´heva´ terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yap-mak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar. Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevir-mektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için ALLAH Teâlâ onlara savaşı farz kıldığında ´Ey RABBİMiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?´ dediler. Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır.(Nisâ/77) Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. ALLAH Teâlâ´yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi ALLAH yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da ALLAH´ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (r.a) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir: Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen ko-cakarıların öldüğü gibi ölüyorum. Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. ALLAH onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki: De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen ALLAH´a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum´a/8) Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, ALLAH onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların ´Zühdün tarifi´ hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir. Bişr el-Hafî ´Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!´ demiştir. Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir. Kasım el-Cûî98 dedi ki: ´Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun´. Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir´. Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Zühd, emelin kısaltılmasıdır´. Bu tarif, şehvetlerin hep-sini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir. Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: ´Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!´ O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat ALLAH´a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur. Yine Üveys şöyle demiştir: ´Zühd, ALLAH tarafından va´dedilen tazminat için talebi terketmektir´. Bu söz, rızka işarettir. Hadîs alimleri dedi ki: ´Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet´e yapışmaktır´. Hadîs alimlerinin bu sözünden ´fâsid rey´, dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki ahirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta insanoğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde ´Bu benden daha üstündür´ der". Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır. Bazıları da, ´Zühd, helâli talep etmektir´ demiştir. Bu târif, ´Zühd, talebi terketmektir´ diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir... Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin ta-lebini terketmeyi kasdetmiştir. Yusuf b. Esbat derdi ki: ´Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır´. Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur. Bütün bunlar ´basiretlerinde kusur vardır´ diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez. Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin söylediğidir; o şöyle demiştir: ´Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, ALLAH´tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir´. Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: ´Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs ya-zarsa, o dünyaya meyletmiştir´. Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu ayeti okumuştur: Ancak ALLAH´a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür). (Şuarâ/89) Sonra şöyle demiştir: ´O öyle bir kalptir ki orada ALLAH´tan başkası yoktur!´ Yine şöyle demiştir: ´Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp ahirete yöneldiği için zâhidlik ettiler´. İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır. Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem´in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür. Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz ´Helâl ve Haram´ bahsinde Takva dereceleri´nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir. Mâlik b. Enes´e ´Zühd ne demektir?´ diye sorulduğunda ´takvadır´ cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri... Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır. Hz. İsa´nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki: - Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu? - Ne yaptım ki? - Taşı yastık yaptın ya? Bunun üzerine İsa (a.s) taşı atarak şöyle demiştir: ´Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!´ Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaç-mak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?´ Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü. Ahmed b. Hanbel der ki: ´Zühd, Üveys´in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi´. Hz. İsa (a.s) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: ´Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır´. Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir. Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir´. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir. Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir. Cevap: Dünyadan yüz çevirip ALLAH´a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren ALLAH´a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, ´ALLAH´tan gayrisiyle meşgul değilsin´; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır. Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. ALLAH yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine ALLAH´a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir. Belki zühdün şartıdır. Eğer ´Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir´ dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda ALLAH´tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de ALLAHile olan yakınlığı azalır! Dâvud-i Tâî´nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezze-tine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir´. İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korku-larıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez. Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. ALLAH onlardan razı olsun! 96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir. 97) Kût´ul-Kulûb 98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî´dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır. |
Muhabbet, Sevk ve Üns
İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılır. Fuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirler. Zârurî olanı da yemek ve içmek gibidir. Biz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değiliz. Çünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilir. Zarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olur. Bu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekir. Zârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir. Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendir. Daha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı ´Rîya´ bahsinde zikredilmişti. Şimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz.. I. Yiyecek İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdır. Fakat bunun bir sınırı vardır. Bu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsun. Bu sınır ömüre nisbetledir. Çünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmez. Genişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir. Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalır. Bu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektir. Hali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmaz. İşte bu derece, en yüce derecedir. İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektir.Üçüncü derece ise bir senelik azık edinmektir. Bu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemez. Ancak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna. Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde etti. Onu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmez. Ancak ´tevekkül zühdün şartıdır´ diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedir. Yirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadır. Normali bir batman, en üstün derecesi bir avuçtur. Bu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda ALLAH Teâlâ´nın takdir ettiği miktardır. Bunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektir. Kimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektir. Cinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydir. Normali arpadan ve darıdan yapılan ekmektir. En üstünü elenmemiş buğday ekmeğidir. Elenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz. Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedir. Ortancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydir. Onun en yüksek derecesi ise et yemektir. Bu da haftada bir veya iki kere olursa böyledir. Eğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkar. Bu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemez. Vakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadır. O da kişinin oruçlu olmasıdır. Normali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektir. Öbür gecede yemek yeyip su içmemektir. En yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktır. Yemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu ´Mühlikât´ bölümünde zikrettik. Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Âişe (r.a) demiştir ki: ´Bazen kırk gün geçerdi de ALLAH Rasûlü´nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!´ Bu söz üzerine Hz. Âişe´ye denildi ki: ´O halde siz nasıl yaşıyordunuz?´ Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma..´ Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir.99 Hasan Basrî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardı. Yemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu: Ben ancak kulum.Kulların yediği gibi yer,kulların oturduğu gibi otururum. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ciddî olarak size diyorum: Firdevs´i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!´ Fudayl b. İyaz diyor ki: ´ALLAH´ın Rasûlü, Medine´de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi´.100 Hz. İsa (a.s) şöyle derdi: ´Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz´. Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştik. Onun için bir daha tekrarlamayacağız. Hz. Peygamber, Kuba´ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdiler. Kadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorum. Fakat ALLAH´a tevazu olsun diye terkediyorum´. Hz. Ömer´e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: ´Onun hesabını benden uzaklaştırınız!´ Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendir. Meskeni, nerede bulunursa orasıdır. Dünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur´an konuşması, ALLAH Teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer ALLAH dilerse...´ II. Giyecek İkinci zarûret elbisedir. Onun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidir. Bu da kendisiyle örtülen bir abadır. Normali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçtur. Fazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdır. Miktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektir. Zâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdır. Elbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup bekler. Ne zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedir. Normali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedir. Zaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendir. En azı ise bir gün sırtında kalabilendir. Hatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştır. Her ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de... Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedir. Bu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşer. Ancak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip eder. Bu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundur. Eğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamaz. Aksine dünyanın talibi olur. Bu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdır. Onların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir. Ebu Bürde der ki: "Hz. Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izan çıkarıp bize gösterdi ve ´İşte ALLAH´ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!´ dedi".101 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever.102 Amr b. Esved el Ansî103 der ki: ´Hiçbir zaman kaliteli elbise giymem. Hiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmam. Hiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmem. Hiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr b. Esved´e baksın!´ ALLAH katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar ALLAH ondan yüz çevirir.104 Hz. Peygamber (s.a) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır.105 Hz. Peygamber´in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi.106 Hz. Peygamber´in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi.107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı.108 Hz. Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdi. Buna hülle denirdi. Bunlar aynı cinsten olan iki elbise idi. Bazen de Hz. Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi. Hz. Peygamber´in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idi. Hz. Peygamber (s.a) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdi. Bunun üzerine ashab-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?´ Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdi. Bu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti. Hz. Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs´a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hz. Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdi. Bundan sonra ipekli giyinmeyi haram etti. Sanki Hz. Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir. Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir. Hz. Âişe´ye de ´Bureyre´109 (Hz. Âişe´nin cariyesi) hakkında ´Onun ehline velâyı şart kıl!´110 dediği gibi... Hz. Âişe, Bureyre´yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hz. Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldı. Yine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut´a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir.111 Hz. Peygamber (s.a) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bu kürke bakmak beni meşgul etti. Onu Ebu Cehl´e112 götürün. Bana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin.113 Hz. Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih etti. Hz. Peygamber´in ayakkabısının bağı eskimişti. Onu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdi. Yenisiyle namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bana eski bağı getiriniz. Şu yeni bağı çözünüz. Çünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum! Hz. Peygamber altından bir yüzük taktı. Minber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bu beni meşgul etti. Ona bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz).114 Hz. Peygamber (s.a) bir ara bir çift yeni pabuç giydi. Güzelliği hoşuna gitmişti. Bunun üzerine derhal secdeye yapandı. Kalkarken şöyle buyurdu: Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak RABBİMe tevazu gösterdim.115 Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi. Sehl b. Sa´d´den rivayet şöyle ediliyor: Hz. Peygamber´e ´mar´ yününden bir cübbe ördüm. Etrafını siyah yaptım. Hz. Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: ´Bakın ne güzel, ne yumuşak!´ Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!´ Hz. Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdi. Bu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi: Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hz. Peygamber vefat etti.116 Cabir´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma´nın yanına girdi. Fâtıma´nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!´ Bunun üzerine şu ayet nâzil oldu: Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5) En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardır. ALLAH´ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirler. Fakat azabının korkusundan gizlice ağlarlar. Onların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdır. Onlar eskimiş elbise giyerler. Abidlere tâbi olurlar. Onların bedenleri yerde, kalpleri arştadır.118 İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hz. Peygamber´in elbiseler hususundaki halidir. Ümmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119 Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120 De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu İmran/31) Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´ye şöyle buyurmuştur: Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121 Hz. Ömer´in gömleği üzerinde oniki yama sayıldı. Bu yamaların bazısı deriden idi. Ali b. Ebî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldı. Halife olduğu halde onu giydi. Onun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: ´Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren ALLAH´a hamd olsun!´ Süfyan es-Sevrî ve başkaları dedi ki: ´Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!´ Yine Süfyan es-Sevri şöyle derdi: ´Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdım. Parlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Süfyan es-Sevrî´nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı´. İbn Şübrüme dedi ki: ´Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidir. En şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsın. Seni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Elbise üç kısımdır. Biri ALLAH içindir. O senin avret mahallini örten elbisedir. İkincisi nefis içindir. O da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedir. Üçüncüsü ise insanlar içindir. O da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir´. Seleften bazısı şöyle demiştir: ´Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!´ Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı. ´Havvas´ ise iki parçadan fazlasını giymezdi. Giydiği gömlek ve bir izardan ibaretti. Bazen de gömleğinin eteğini başına sarardı. Seleften biri şöyle demiştir: ´İbâdetin evveli elbisedir´. Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122 Kim kudreti olduğu halde, ALLAH´a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak ALLAH Teâlâ´ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur´.123 ALLAH Teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle bu-yurmuştur:. "Dostlarıma de ki: ´Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinler. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!´´ Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!" Râfî b. Hadîc,124 Bişr b. Mervan b. Hakem Kûfe minberinin üzerinde va´z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: ´Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va´zediyor!´ O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı. Abdullah b. Amir b. Rebia yeni bir elbiseyle, Ebu Zer´in yanına geldi. Başladı zühd hakkında konuşmaya... Bunun üzerine Ebu Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktı. Bu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebu Zer´i Hz. Ömer´e şikayet etti. Hz. Ömer İbn Amir´e ´Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebu Zer´in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?´ dedi. Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!´ Hz. Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: ´Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır´. Hz. Peygamber (s.a) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ´nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar.125 Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldü. Kendisine ´Sen emîrsin. Bunu nasıl yaparsın?´ diye sorulunca şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti´. Hz. Ali, Hz. Ömer´e (r.a) hitâben şöyle dedi: ´Eğer iki arkadaşına (Hz. Peygamber ve Ebu Bekir´e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!´ Mü´min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yoktur. Ondan daha aşağı sarkan ise ateştedir. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz.128 Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: ´Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!´ Evzâî şöyle demiştir: ´Sefer halinde yünlü giymek sünnettir. Hazerde yünlü giymek ise bid´at!´ Basralı bir âbid olan Muhammed b. Vasi!´, Kuteybe b. Müslim´in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdi. Kuteybe ona ´Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?´ diye sordu. Muhammed sükût etti. Kuteybe ´Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!´ dedi. Muhammed cevap olarak dedi ki: ´Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek RABBİMi şikayet etmekten de çekiniyorum´. Ebu Süleyman şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´i dost edindiği zaman ona ´Avretini yerden setret´ diye vahyetti". Hz. İbrahim´in (a.s) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurdu. Birini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun. Selman-ı Fârisî´ye (r.a) şöyle denildi: ´Sen neden güzel elbise giymiyorsun?´ Şöyle dedi: ´Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, ALLAH´a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir´. Ömer b. Abdülaziz´in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardı. Geceleyin ibâdet ederken onları giyerdi. Hasan, Ferkad b. Yakub es-Sebhî´ye129 dedi ki: ´Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir´. Yahya b. Maîn şöyle demiştir: Ebu Muaviye el-Esvedî´nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gör-düm. Bunun üzerine kendisine ´Sen bundan daha iyisini giyebilirsin´ dedim. Buna karşılık şöyle dedi: ´Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermez. ALLAH Teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!´ Yahya b. Maîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı. III. Mesken Zarûri olan üçüncü şey meskendir. Mesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidir. Cami köşelerine, ashab-ı suffe gibi kanaat etmesidir. Normali, kendine mahsus bir yer talep etmesidir. Hurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi... En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidir. Eğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmaz. Eğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira´dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektir. Kireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardır. Kısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekir.Dünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidir. Bunu geçen miktar ise dine ters düşer. Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektir. Buradaki derecelerin en azı malûmdur. Fazla olan fuzulîdir. Bütün fuzulî şeyler de ateştedir. Fuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır. Hz. Peygamber´den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştir. Tedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektir. Elbiseler Hz. Peygamber´in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydi. Teşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardır. Oysa Asr-ı Saadet´te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!´ Hz. Peygamber (s.a) amcası Abbas´a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti.130 Hz. Peygamber (s.a) yüksek bir kubbenin yanından geçerken ´Bu kimindir?´ diye sordu. ´Filân adamındır´ dediler. Ev sahibi Hz. Peygamber´e geldiğinde ondan yüzünü çevirdi. Eskiden olduğu gibi ona yönelmez oldu. Bunun üzerine kişi, ashaba, Hz. Peygamber´in neden değiştiğini sordu. Durum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashab Hz. Peygamber´e hâdiseyi anlattılar. Hz. Peygamber o adama hayır duada bulundu.131 Hasan der ki: ´Hz. Peygamber bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)i ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti.132 ALLAH bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder.133 Abdullah b. Ömer (r.a) der ki: Kamıştan bir ev yapıyorduk. Hz.Peygamber (s.a) yanımızdan geçerken ´Bu nedir?´ diye sordu. Bizde ´Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdir. Tamir ediyoruz!´ dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben ahiret işini bundan daha acele görüyorum´.134 Nuh (a.s) kamıştan bir ev yaptı. Kendisine ´Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Ölecek bir insan için bu da çoktur´. Hasan Basrî şöyle anlatıyor: Safvan b. Muhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdim. Kendisine ´Keşke bunu tamir etseydin!´ deyince, şöyle dedi: ´Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor´. Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyamet gününde o binayı sırtlaması istenir.136 Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılır. Ancak su ve çamura harcadığı hariç! İşte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır.(Kasas/83) Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her bina kıyamet gününde sahibinin boynuna bir vebâldir. Ancak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır.137 Hz. Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye ´Göktekini (cennette) genişlet´ buyurmuştur.138 Hz. Ömer, Şam yolunda, kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördü. ALLAHu Ekber diyerek şöyle dedi: ´Bu ümmette, Hâman´ın Firavun´a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum´. Hz. Ömer bu sözüyle Firavun´un şu sözünü kastediyor: Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap.(Kasas/38) Çamurdan pişirilen ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten maksad, binalarda kullanılan tuğladır. Deniliyor ki: Kendisi için kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten ilk bina yapan Firavun´dur. Bunu ilk kullanan da Hâman´dır... Sonra zâlimler onların izini takib ettiler. İşte ´Zuhruf´ budur. Seleften biri bir şehirde bir cami gördü. Dedi ki: ´Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştim. Duvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördüm. Şu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorum. Hurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılar. Onlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır´. Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdı. Onlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdi. Döndüğü zaman kendisine geri verilirdi. Selefin evleri ot ve deridendi. Bu tip evler şu anda da Yemen´de Arapların âdetidir. Tavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum´. Amr b. Dinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: ´Ey fâsıkların en fâsığı nereye?´ Süfyan es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: ´Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdı. Bu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorum. Fakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!´ İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!´ IV. Ev Eşyaları Dördüncüsü ev eşyalarıdır. Bu hususta da zühd´ün birçok dereceleri vardır. O derecelerin en yükseği Hz. İsa´nın halidir; zira Hz. İsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdı. Sakalını parmaklarıyla tarayan birini gördü. Yanındaki tarağı attı. Nehirden elleriyle su içen birini gördü. Yanındaki testiyi attı. İşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdür. Çünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de ahiret için kişinin boynuna vebâl olur. İnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidir. Çamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur. Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdır. Fakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılır. Tıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi... Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdi. Mertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdır. Eğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in (s.a) ve ashab-ı kirâmın (r.a) yaşantısına bakmalıdır! Hz. Âişe (r.a) der ki: ´Hz. Peygamber´in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı´.140 Fudayl b. Iyaz der ki: ´Hz. Peygamber´in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi´.141 Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna geldi. Hz. Peygamber de bir hasır üzerine yatıyordu. Hz. Ömer hasırın Hz. Peygamber´in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktı. Hz. Peygamber ´Seni ağlatan nedir ey Ömer?!´ buyurunca, Ömer ´Kisrâ ile Kayser´i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladım. Sen ALLAH´ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de ahiretin rahatlığına razı değil misin?´ Ömer ´Evet, ey ALLAH´ın Rasûlü! Razıyım´ deyince şöyle dedi: ´İşte o durum öyledir!´142 Bir kişi, Ebu Zer-i Gifârî´nin yanına girdi. Gözünü Ebu Zer´in evine gezdirdi ve dedi ki: ´Ey Ebu Zer! Senin evinde bir meta gör-müyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!´ Ebu Zer ´Bizim bir evimiz vardır. Güzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz´ dedi. Adam ´Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır´ dedi. Ebu Zer ´Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz´ dedi. Umeyr b. Sa´d143 Humus valisi iken Hz. Ömer´in huzuruna vardı. Hz. Ömer valiye ´Beraberinde dünyadan ne var?´ diye sordu. Vali ´Beraberimde âsam vardır. Ona yaslanarak gidiyorum. Rastlarsam onunla yılan öldürüyorum. Dağarcığım vardır. Onunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorum. Bunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ´ALLAH senden razı olsun! Doğru söyledin´ dedi.144 Hz. Peygamber (s.a) bir seferden gelip Fâtıma´nın evine girdi. Kapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördü. Geri döndü. Sonra Ebu Râfi, Hz. Fâtıma´nın evine girdi. Baktı ki Fâtıma ağlıyor. Fâtıma, ağlayışının sebebini Hz. Peygamber´in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebu Râfi Hz. Peygamber´e, bu dönüşün sebebini sordu. Hz. Peygamber ´O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim´ dedi. Bunun üzerine Fâtıma (r.a) o iki bileziği Bilâl´in eline verip Hz. Peygamber´e göndererek şöyle dedi: ´Bunların ikisini de sadaka verdim. İstediğin yerde harcayabilirsin!´ Hz. Peygamber Bilâl´e ´O halde git, bu bilezikleri sat. Parasını ashab-ı suffe´ye ver!´ dedi. Bilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashab-ı suffe´ye verdi. Bu hâdiseden sonra Hz. Peygamber Fâtıma´nın evine gidip şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsun. Güzel olanı yaptın, sen bendensin!´145 Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur: Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorum. Bu perdeyi filanın ailesine gönder.146 Hz. Âişe bir gece Hz. Peygamber´e yeni bir döşek serdi. Hz. Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyordu. Bütün gece durmadan yan değiştirdi. Sabahladığı zaman, Âişe´ye dedi ki:O yırtık abayı geri getir. Bu döşeği benden uzaklaştır. O beni bu gece uykusuz bıraktı.147 Hz. Peygamber´e geceleyin beş veya altı dinar geldi. Onları o gece evde bıraktı. Fakat uyuyamadı, onları gece dağıttı. Hz. Âişe diyor ki: ´Onları çıkarıp verdikten sonra uyudu. Hatta uykuda horladığını bile işittim´. Sonra şöyle demiştir: ´Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?´148 Hasan der ki: ´Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştim. Onların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktu. Hiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdı. Elbisesini üstüne atar, öylece uyurdu´. V. Kadın Beşincisi hanımdır. Birçok kimseler ´Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır´ demişlerdir. Sehl b. Abdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: ´Zâhidlerin efendisine (Hz. Muhammed´e) kadınlar sevdirilmiştir. O halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?´ İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: ´Ashab-ı kirâmın en zâhidi Hz. Ali idi. Oysa Hz. Ali´nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı´. En sıhhatli fetva, Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin şu sözüdür: ´Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni ALLAH´tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur´. Kadın da bazen insanı ALLAH´tan uzaklaştırıcı olur. Buradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündür. İşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktir. Evlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olur. Vâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilir. Bu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olur. Eğer kadının kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir. Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed´i çoğaltmak ALLAH´a yaklaştırcı ibâdetlerdendir. Hayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildir. Bu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir(!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yoktur. Çünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudur. Aynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudur. Bu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildir. Şüphesiz ki Sehl de bunu kastediyordu. Bunun için Hz. Peygamber evlendi. Bu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu ALLAH´tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdır. Fakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul eder. O halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundur. Eğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir´. Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldir. Aksi takdirde hali değişir. 1. Kazanç, 2. Hadîs talep etmek, 3. Evlenmek. Yine şöyle demiştir: ´Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldir. Çünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir´. Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı ALLAH´tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur. VI. Mal-Mertebe Altıncısı vesiledir. Zarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydir. O da mal ve mertebedir. Mertebe´nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektir. Böylece hedefle-rinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünür. Kim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olur. Çünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmaz. Kalplerde kıymetinin olması mertebe demektir. Bunun yakın bir başlangıcı vardır. Fakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürür. Çünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olur. Faydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılar. Çünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasın. Ancak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtır. Zararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olur. Çünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilir. Bu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamaz. Hele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudur. Halbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktır. Çünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar. Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamaz. Bunun tedavisi tahammül etmektir. Bu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdır. Durum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildir. Çünkü azı, insanı çoğuna götürür. Bunun zararı içkinin zararından daha korkunçtur. Bu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekir. Mala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorum. Eğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundur. Seleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdi. Bu, zühdün şartıdır. Eğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olur. Eğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmaz. Fakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekir. Ancak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılır. Eğer Üveys-i Karanî´nin (r.a) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd´de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz. Bizim daha önce ´zâhidlerin hududunu aşmış olur´ demekteki gayemiz, ahirette zâhidler için va´dedilen güzel makamlara vara-maz demektir. Yoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denir. Tek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir. Ebu Süleyman demiştir ki: ´Kişinin aile efradını zâhidliğe zor-laması uygun değildir. Onları zâhidliğe davet eder. Eğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder´. Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudur. Zâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemez. Evet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundur. Bu hususu, Hz. Peygamber´den öğrenmelidir; zira Hz. Peygamber Fâtıma´nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştür. Çünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstür. Fakat Fâtıma´yı bunları terketmeye zorlamamıştır. Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildir. Fakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdir. Sadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidir. Bu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardır. O derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidir. Zarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdır. Zehirin içilmesi mahzurludur. İlacın ise alınması farzdır. Bu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidir. Bu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştır. Gevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir. Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedir. Şüphesiz kurtuluşa eren zümredendir. Zarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildir. Aksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidir. Çünkü bu miktar dinin şartıdır. Şart ise meşrûtun cümlesindendir. Buna Hz. İbrahim´den gelen şu rivayet delalet eder: İbrahim´in (a.s) bir ihtiyacı başgösterdi. Bir dostuna gidip borç istedi. Dostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndü. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Eğer dostundan (ALLAH´tan) isteseydin muhakkak verirdi´. Hz. İbrahim ´Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordum. Bunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum´ dedi. Bunun üze-rine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´İhtiyaç dünyadan değildir ki!´ Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendir. Onun dışında kalan ise günahtır. Dünyada da günah ve sıkıntı vericidir. Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilir. Zenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlar. Bazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerler. İşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olur. Bu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştir. Bu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak ister. Fakat yol bulamaz. Kendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledir. O da kalbini mey-lettiği zincirleriyle sağlamca bağlar. Öyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedir. Bu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlar. Eğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamaz. Kalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görür. Eğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldür-meye yaklaşır. Bu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam eder. O zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu ahirete çeker. Bu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunur. Fakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyar. Acaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a´lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budur. Bu bakımdan dünyaya dalan kişi ALLAH´ın mülâkatından perdelenir. Perdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur. Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir.(Mutaffîfîn/14-16) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştır. Perdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! ALLAH´tan, Hz. Peygamber´in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hz. Peygamber´e şöyle denilmiştir: Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149 Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: ´İpek böceği gibi çok çalışır. Durmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!´ ALLAH´ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördüm. Sizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı´. Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdi. Eğer onları görseydiniz. ´Bunlar delidir!´ derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler ´Bunların ALLAH katında hiçbir nasibi yoktur´ derlerdi. Eğer sizin şerlilerinizi görseydiler ´Bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir´ derlerdi", şeklinde vârid olmuştur. Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve ´Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum´ derdi. Bu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkar. Kalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, ALLAH onlardan haber ve-rerek şöyle buyurmuştur: Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler...(Yunus/7) Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!(Kehf/28) 149) Daha önce geçmişti. Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur.(Necm/29-30) ALLAH Teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir. Bir kişi Hz. İsa´ya ´Seyahatında beni de beraberinde götür´ deyince şöyle demiştir: ´Malını elden çıkar! Bana yetiş!´ Kişi ´Buna gücüm yetmez´ dedi. Hz. İsa (a.s) şöyle dedi: ´Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!´ Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasın. Onların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırır. Doğuda olanların biri der ki: ´Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!´ Diğeri der ki: ´Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!´ Batıda olanların biri ´Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!´ der. Diğeri de ´Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der". 99) İbn Mâce 100) Daha önce geçmişti. 101) Daha önce geçmişti. 102) Deylemî 103)el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir. 104)İmam Ahmed 105)İbn Mâce 106) Ebu Yâ´lâ 107) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 108) Ebu Şeyh 109) Bureyre, Ensar´dan bir kavmin cariyesi idi. Hz. Âişe´ye hizmet ederdi, 110) Müslim, Buhârî 111) Müslim, (Seleme b. Ekva´dan) 112) Adl Ebu Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî´dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş´in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi. 113) Müslim, Buhârî 114) Daha önce geçmişti. 115) Daha önce geçmişti. 116) Ebu Dâvud et-Tayalisi, Taberânî 117) Ebubekir b. Lâl 118) İyad b. Gânem´den 119) Ebu Ya´lâ 120) Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce 121) Tirmizî 122) İmam Ahmed, İbn Mâce 123) Tirmizî 124) Ensar´ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud´a, sonra Hendek savaşınakatılmış ve H. 73´de vefat etmiştir. 125) İmam Ahmed 126) İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri); ´Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!´ 127) Taberânî 128) Mâlik, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban 129) Basralı bir âbiddir ve H. 31´de vefat etmiştir. 130) Taberânî, (Ebu Aliyye´den) 131) Ebu Dâvud, (Enes´ten) 132) İbn Hibban 133) Ebu Dâvud 134) Ebu Dâvud, Tirmizî 135)Doğrusu Saffan b. Muharriz´dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74´de Abdülmelik´in hilafeti döneminde vefat etmiştir. 136) Taberânî 137) Ebu Dâvud 138) Ebu Dâvud 139) Adı Ebu Muhammed el-Asrem el-Mekkî´dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126´da vefat etmiştir. 140) Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce 141) Tirmizî, Şemâil 142) Müslim ve Buhârî 143)Ensar´ın Evs kabilesindendir. Hz. Ömer kendisini takdîr ettiği için ´biricik şahıs´ mânâsına gelen ´Nesîcu vahdehu´ derdi. Ölünceye kadar Hz.Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir. 144) Ebu Nuaym, Hilye 145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir. 146) Tirmizî 147) İbn Hibban 148) İbn Hibban |
Tevhid ve Tevekkül Konusuna Giriş
Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût´un biricik sahibi olan, gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan ALLAH´a mahsustur. O ALLAH ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır. Onları kendisinden başka bir müdebbir´e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar O´ndan başkasına ibadet etmediler. Çünkü onlar O´nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh olduğunu bildiler. Bütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek zerreciğin ALLAH´a döneceğini, ve her mahluğun rızkının ALLAH´a ait olduğunu bildiler. O´nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman O´na tevekkül ettiler ve HasbunALLAH ve ni´me´lvekîl (ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!) dediler. Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hz. Peygamber´in, âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et! Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedir. Yakîn sahiplerinin makamlarından bir makamdır. ALLAH´a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendir. Tevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledir. Amel bakımından da pek zordur. Tevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktır. Sebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak ise, sünnetullah´a (ALLAH´ın kanununa) ta´n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına dalmak demektir. Şeriat, Nakil ve Tevhîd´in isteğine uygun bir şekilde tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilir. Öyle âlimler ki ALLAH´ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini sürmelemişlerdir. Oldukça derine dalmışlardır. Sonra ALLAH tarafından konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardır. Biz ise şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhid bahsini ekleyeceğiz. Tevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz. |
Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
Evinin eşyası elinden çıktığında tevekkül sahiplerinin yapmaları gereken birtakım âdâb vardır: Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına ´Siz de benim eşyamı koruyun´ demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: ´Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım´. İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın! Muğire, Mâlik b. Dinar´a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona ´ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!´ dedi. Muğire ´Neden´ dedi. Mâlik ´Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese ve-riyor´ dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir. Ebu Süleyman dedi ki: ´Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?´ Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: ´Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya ALLAH yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!´ Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl et-mekle haram yemenin günahından kurtarır. İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne za-man ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hz. Peygamber´in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder: Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30 Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır. Nitekim Hz. Peygamber´den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivayet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve ALLAH yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir. Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı ALLAH onu almazdı. Sonra o malı ALLAH yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer ALLAH yo-´ luna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak ahirete göndermiştir. Eğer o geri gelse dahi, ALLAH yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülkü-dür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir. Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer´in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra ´O ALLAH yoluna olsun!´ dedi. Camiye girip iki rek´at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip ´Ey Ebu Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!´ dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine ´Gidip deveni getirmeyecek misin?´ diye sorulunca ´Ben onu ALLAH yoluna adadım´ dedi. Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. ´ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı?´ diye sorunca ´Beni affedip cennete dahil etti!´ deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine ´ALLAH seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?´ diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: ´Evet! Ben kıyamete kadar böyle mahzun kalacağım´. Ben ´Neden mahzun kalacaksın?´ diye sordum. O ´Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden ´Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir´ diye seslendi. Ben ´Yolun geçilmesi de ne imiş?´ diye sorunca denildi ki: ´Sen dünyada birşey için ´Bu ALLAH yolundadır´ diyor, sonra vazge-çiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık´. Mekke´de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp ´kemerimi sen götürdün!´ dedi. Âbid, kişiye ´Senin kemerinde ne kadar para vardı?´ dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip ´Onlar helâli hoş olsun! Al, zira ALLAH için verdiğim bir malı geri alamam´ diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı. Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur. Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem´in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: ´Ben atın yularını çözerken onu gördüm!´ Kendisine ´O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?´ denilince, cevap olarak ´Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!´ dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî ´Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır´ dedi. Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki; - Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun? - Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum. - Acaba sana geri verirse ne yaparsın? - Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim. Bir başkasına denildi: - Sana zulmedene beddua et! - Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim? Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccac-ı Zâlim´e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: ´Haccac´a pek fazla küfretme! Haccac kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı ALLAH ondan nasıl intikam ala-caksa, Haccac´ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccac´ın hakkını alacaktır´. Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır. Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı ALLAH´a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı ALLAH´a hamdetmesidir. Biri bir âlime, ´yolum kesildi, malım alındı´ diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: ´Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın. Ali b. Fudayl b. İyaz´ın31 Kâbe´yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?´ dedi. Ali ´Hayır! ALLAH´a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyamet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!´ dedi Bir zâta ´Sana zulmedene beddua et!´ denildiğinde ´Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!´ dedi. İşte bun-lar selefin ahlâkı idi. ALLAH onların hepsinden razı olsun! Dördüncü Durum Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır. Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hz. Peygamber´in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder. Hz. Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır: Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32 Ey ALLAH´ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki ALLAH Teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır.33 Hz. Peygamber´den ´İlâç ile muska ALLAH´ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?´ diye sorulunca şöyle buyurmuştur: ´O da ALLAH´ın kaderindendir´. Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar´ dediler.34 Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin.35 İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve ALLAH´ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: ´Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır´. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: ´Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur´.36 Hz. Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir.37 Sa´d b. Muaz damarından kan aldırdı.38 Sa´d b. Zürare yarasını dağlattı. Hz. Ali´nin (r.a) gözleri ağrıdığı zaman Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39 Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi. Hz. Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb´i görünce ´Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?´ dedi. Bunun üzerine Suheyb ´Acımayan tarafla yiyorum!´ deyince Hz. Peygamber tebessüm etti.40 Hz. Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ´Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi´.41 İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür.42 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber´e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: ´Hz. Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü´.43 Hz. Peygamber´in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivayet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir. Âlimlerin biri İsrailiyat´ta Hz. Musa´nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları´nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona ´Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun´ dediklerini, onun da ´O (ALLAH) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım´ diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları´nın Musa´ya ´Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz´ dediklerini, onun da ´Ben tedavi olmam´ diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine ALLAH Teâlâ´nın kendisine ´İzzet ve celâ-lime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim´ şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa´nın (a.s) onlara ´Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!´ dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, ALLAH Teâlâ´nm ona ´Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?´ dediğim nakletmektedir. Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek ´Yumurta ye!´ dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. ALLAH Teâlâ kendisine ´Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır´ diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde ´Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!´ diye kayıt düşülmüştür. Rivayet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. ALLAH Teâlâ o peygambere ´Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir´ diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, ALLAH Teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi. Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar ALLAH´ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durum-lardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan ALLAH´ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez. Hz. Musa´nın şöyle dediği rivayet ediliyor: - Yârab! Hastalık ve deva kimdendir? - Bendendir. - O halde doktorlar ne yapabilirler? - Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye ka- dar kullarımı hoşnut ederler. Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir. Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir! Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir.Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir ya-radır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur. Hz. Peygamber (s.a) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivayet ediliyor ki İmran b, Huseyn hasta olduğunda kendisine ´dağlan´ dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: ´Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: ´Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. ALLAH´a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik´. Sonra tevbe edince ALLAH ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi. Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: ´ALLAH Teâlâ´nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?´ Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! ALLAH daha iyisini bilir. 30) İmam Ahmed 31) Babası gibi zâhid bir zâttı. 32) İmam İmam Ahmed, Taberânî 33) Tirmizî, İbn Mâce 34) Tirmizî, İbn Mâce 35) Tirmizî 36) Taberânî 37) Tirmizî, İbn Mâce 38) Müslim 39) Taberânî 40) Ebu Dâvud, Tirmizî 41) Daha önce geçmişti. 42) îbnAdîy 43) Müslim ve Buhârî 44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebu Bekr b. Semî´nin, diğeri ise Hafız Ebu Nuaym el-İsfehanî´nindir. |
Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi
Seleften, tedaviye başvuranlar sayılmayacak kadar çoktur. Fakat büyük insanlardan bir kısmı da tedaviyi terketmiştir. Bu bakımdan onların bu hareketleri eksiklik zannedilir. Çünkü bu hareket güzel olsaydı, muhakkak Hz. Peygamber onu terkederdi; zira tevekkül hususunda başkasının hali Hz. Peygamber´in halinden daha mükemmel olamaz. Hz. Ebubekir ölüm hastalığında iken kendisine şöyle denildi: ´Senin için bir doktor çağırırsak ne dersin?´ Hz. Ebubekir ise şöyle cevap verdi: ´Doktor bana baktı ve dedi ki: ´Ben istediğimi en güzel bir şekilde yaparım!´ Ebu Derdâ´ya hasta iken şöyle denildi: Sen nerenden şikayet ediyorsun? - Günahlarımdan. - Canın ne istiyor? - RABBİMin mağfiretini. - Senin için doktor çağıralım mı? - Doktor beni hasta düşürdü! Ebu Zer´in gözleri ağrıdığında kendisine şöyle soruldu: - Keşke gözlerini tedavi ettirseydin! - Onlarla meşgul olacak vaktim yok! - Keşke ALLAH´tan sana afiyet ihsan etmesini isteseydin! - Bu iki gözden benim için daha mühim olan bir hususta O´ndan âfiyet istiyorum! Rebî b. Hayseme´ye felç isabet etti. Kendisine denildi ki: ´Keşke tedavi olsaydın!´ Rebî ´Ben tedavi olmayı istedim. Sonra Ad, Semûd ve Ress kavmini hatırladım. Onların arasında gelip geçen birçok nesilleri hatırladım. Onların içinde doktorlar olduğu halde hem tedavi edilen, hem de tedavi eden helâk oldu. Afsun yapmak ve te-davi etmek onları kurtaramadı´. Ahmed b. Hanbel derdi ki: ´Tevekküle inanıp bu yolun yolcusu olan bir kimsenin tedavi olmayı terketmesini, tedavi olmaktan daha iyi görürüm´. Oysa Ahmed b. Hanbel´de de birçok hastalık vardı. O hastalıklardan tedavi olan bir kimse kendisine sorduğu zaman habervermezdi. Sehl et-Tüsterî´ye şöyle denildi: ´Kul için tevekkül etmek ne zaman sıhhatli olur´. Sehl et-Tüsteri ´Bedeninde zarar, malında eksiklik olduğunda haliyle meşgul olup onlara iltifat etmediğinde ve ALLAH´ın kendisini murakâbe ettiğine dikkat ettiğinde´ diye cevap verdi. Durum bu olduğu halde, seleften bazıları tedavi olup bu usulü bir yol olarak bırakmıştır. Bazıları da tedavi olmayı çirkin görmüştür. Hz. Peygamber ile onların fiilini birleştirmenin yolu insanı tedaviden uzaklaştıran mânilerin kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Bu bakımdan tedaviyi terketmenin birçok sebepleri vardır: 1. Hasta ehl-i keşiften olup keşif âleminde ecelinin geldiğini ve tedavinin fayda vermeyeceğini görmelidir. Bu da bazen salih rüyalarla, bazen de tahmin ve zan ile, bazen de kesin bir keşf ile malum olur. Bu Hz. Ebubekir´in (r.a) tedavi olmayı terketmesine benziyor; zira o ehli keşiftendi. Çünkü Hz, Âişe´ye mirası hakkında ´Onlar senin iki kız kardeşindir!´ dedi. Oysa o zaman Hz. Âişe´nin bir tek kızkardeşi vardı. Fakat Hz. Ebubekir´in hanımı o zaman gebeydi. Ölümünden sonra bir kız çocuğu doğurdu. Böylece anlaşıldı ki hanımının kız çocuğu doğuracağı Hz. Ebubekir´e keşfolunmuştu. Öyleyse ecelinin sona erdiğini de keşif yoluyla bilmesi uzak bir ihtimal değildir. Eğer böyle olmasa Hz. Peygamber´in tedavi olduğunu ve tedavi olmayı emrettiğini bildiği halde nasıl tedaviden kaçınırdı? 2. Hastanın kendi haliyle, sonucunun korkusuyla ve ALLAH´ın hâline muttali olduğunu bilmesiyle meşgul olmasıdır. Bu meşguliyet hastalık elemini ona unutturur. Bu bakımdan haliyle meşgul olduğundan dolayı kalbi tedaviyle meşgul olmaz. Ebu Zer Gıfârî´nin konuşması da buna delâlet eder; zira şöyle demiştir: ´Ben iki gözümle ilgilenmekten meşgulüm´. Ebu Derdâ´nın sözü de buna delâlet eder, zira o ´Ben ancak gü-nahlarımdan şikayet ederim!´ demiştir. Bu bakımdan günah korkusundan dolayı kalben hissettiği elem, hastalıktan dolayı bedenen hissettiği elemden daha fazla görünür. O halde bu kimse azizlerinden birinin ölümüyle musibettar olan veya öldürülmek için sultanlardan birinin huzuruna götürülen korkak bir kimse gibidir. Kendisine ´Sen acıkmışsın, yemek yemiyor musun?´ denildiğinde, cevap olarak ´Ben açlığın elemini duymaktan meşgulüm´ demiştir. Onun böyle söylemesi yemeğin açlığı gidermeye yaradığı´ haikatini inkâr etmek ve yemek yiyene ta´netmek değildir. Sehl´in meşguliyeti buna yakındır. Nitekim kendisine şöyle soruldu: - Kut (gıda) nedir? -Kut, Hayy ve Kayyûm olanın zikridir! - Biz bedenin ayakta durmasını sağlayan gıdayı soruyoruz! - O, ilmin ta kendisidir! - Biz senden gıdayı sorduk! - Gıda zikrin ta kendisidir! -Biz senden bedenin yemeğini sorduk! - Senin bedenle ne ilgin var? Başlangıçta bedeni koruyan, sonunda da onu korur. O halde bedenin yakasını bırak! Bedene bir illet geldiğinde onu yaratıcısına götür. Görmez misin, sanatkârın yaptığı şeyde bir kusur görüldüğünde, o düzeltilmek için ustasına geri götürülür. 3.İlletin müzmin olmasıdır. O illete nisbeten kullanılan ilâcın fayda vermesi mevhum ve dağlama ile efsun etmenin yerine geçmesidir. Bu bakımdan tevekkül sahibi bir kimse bu şekildeki bir tedaviyi terkeder. Rebî b. Hayseme´nin sözü buna işaret eder; zira o şöyle demiştir: ´Ad ve Semûd kavmini hatırladım! Oysa onların içeri-sinde dokorlar vardı. Tedavi eden de edilen de helâk oldu!´ Yani tedaviye güven olmaz. Bu da bazen esasında, bazen de hastanın gözünde böyledir. Çünkü tıp ile olan ilgisi ve denemesi azdır. Bu bakımdan faydalı olacağı zannî galip gelmez. Şüphe yok-tur ki ilaçları denemiş olan doktor, ilâçlar hakkında başkasından daha fazla inanç sahibidir. Öyleyse, güvenmek ve zannetmek inanç nisbetindedir. İnanç da deneme nisbetindedir. Âbid ve zâhidlerden tedaviyi terkedenlerin çoğunun dayanağı bu noktadır. Çünkü deva onun yanında asılsız ve mevhum birşey olarak kalmaktadır. Bu zan ise tıp ilmini bilen kimseler nezdinde bazı ilâçlar hakkında geçerli, bazısında da geçersizdir. Fakat´ doktor olmayan bir kimse bü-tün ilâçlara aynı nazarla bakar. Tedavi olmayı, dağlamak ve efsunlamak gibi şeylere dalmak olarak kabul eder. Böylece tevekkül ederek tedaviyi terkeder. 4. Kul tedaviyi terketmekle hastalığın devamlılığını sağlamak ister. Böylece ALLAH´ın belasına karşı sabretmekle hastalığın sevabını elde etmek veya sabır hususunda nefsini´ denemek ister! Zira hastalığa sabretmenin sevabı hakkında uzun uzadıya hükümler vârid olmuştur. Biz peygamberler topluluğu, insanların en fazla belaya uğrayanıyız. Bizden sonra en kuvvetli olanlar, belaya uğrar. Kul, imanı nisbetinde belaya maruz kalır. Eğer imanı sarsılmaz ise, ALLAH Teâlâ ona şiddetli bela gönderir. Eğer imanında zâfiyet varsa bela hafifletilir.45 ALLAH kulunu bela ile dener. Tıpkı sizin altını ateşle denediğiniz gibi... Sizden o altından tortusuz ve paslanmaz halis altın çıkaranınız olduğu gibi, kalitesi düşük altın çıkaranınız da olur. Kimisi de yanmış, simsiyah bir taş çıkarır.46 Muhakkak ALLAH Teâlâ herhangi bir kulunu sevdiği zaman, onu belaya maruz bırakır. Eğer sabrederse, onu kulluğuna kabul eder. Eğer razı olursa, onu seçer.47 Siz kaybolmuş merkepler gibi olmayı istiyorsunuz. Ne hasta olmayı ne de şifa bulmayı istiyorsunuz!48 İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Mü´mini kalp bakımından sıhhatli, beden bakımından da hasta görürsün! Münafığı ise bedenen sıhhatli, kalben hasta görürsün´. Hastalığı ve belayı övme arttıkça, bir grup medh u senâ bakımından hasta olmayı sevdiler ve bunu ganimet saydılar ki hastalığa sabretmenin sevabına nail olsunlar! Onların kimi hastalığını gizler, doktora söylemezdi. Onun elemini çeker, ALLAH´ın hükmüne razı olurdu ve hakkın kalplerine hâkim olduğunu ve hastalığın kendisini haktan uzaklaştırmayacağını bilirdi. Hastalığın ancak azalarının çalışmasını engelleyeceğini ve ALLAH´ın hükmüne karşı sabrettikleri halde oturarak namaz kılmalarının, sıhhatle beraber ayakta kılınan namazdan daha üstün olduğunu bilirlerdi. Haberde ALLAH Teâlâ´nın meleklerine şöyle ferman buyurduğu rivayet edilmiştir: Kulumun işlemiş olduğu salih ameli yazın! Zira kulum benim kudretimin ipine bağlı bulunur. Eğer onu bu hastalık ipinden bırakırsam, eski etinden daha hayırlı et, kanından daha hayırlı kan ihsan edeceğim. Eğer onu öldürürsem mutluluğa götüreceğim.49 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Amellerin en üstünü nefislerin yapmaya zorlandıkları ameldir.50 Bu hadîsin tefsiri hakkında ´Kendisine hastalık ve musibet karıştırılmış amellerdir´ denilmiştir. Bazen hoşlanmadığınız, birşey, hakkınızda hayırlı olabilir. (Bakara/216) Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Kişi hastalıktan dolayı ibadetlerden gevşemiş, farzlarda kusur etmiş ise de, tedaviyi terketmek sadece ibadetler için tedavi olmaktan daha üstündür´. Sehl´de ağır bir hastalık vardı. O hastalıktan tedavi olmuyordu. Fakat halkı aynı hastalıktan tedavi ederdi. Sehl, oturarak namaz kılan ve hastalıktan dolayı hayır işlerine koşmayan birini gördüğünde eğer bu kimse ayakta namaz kılmak ve ibadetlere zinde bir şekilde dalmak için tedavi olmak isterse onun haline hayret ederek şöyle diyordu: ´Haline rıza gösterip oturarak namaz kılması, ayakta namaz kılmak için tedavi olmaktan daha üstün-dür!´ Kendisine ilâç içilmesi hakkında sorulunca cevap olarak dedi ki: ´Tedavi olan kimse, zayıf kimseler için ALLAH´ın gösterdiği genişliğe girmiştir!´ Tedavinin herhangi bir şekline başvurmayan bir kimse daha üstündür; zira kişi, soğuk su olsa bile her tedaviden ´Neden tedavi oldun?´ diye hesaba çekilir. Oysa tedavi olmayan bir kimse bu hususta hesaba çekilmez. Gerek Sehl´in, gerekse Basralılarm âdeti, nefsi aç bırakmak ve şehvetlerini kırmak sûretiyle zayıf düşürmekti. Çünkü bunlar sabır, rıza ve tevekkül gibi kalplerin amellerinden olan bir zerrenin, azaların amellerinin bir dağ ka-darından daha üstün olduğunu bilirlerdi. Elemi çok dehşetli olmazsa, hastalık kalp amellerine mâni olmaz. Sehl şöyle demiştir: ´Bedenlerdeki hastalıklar rahmettir. Kalplerdeki hastalıklar ise cezadır!´ 5. Beşinci sebep kulun daha önce olan birtakım günahları olup kulun onlardan korkmasıdır. Onların kefaretini vermekten âciz olmasıdır. Bu bakımdan hastalık uzarsa bu günahların kefareti olacağını düşünür. Böylece iyileşmemek için tedaviyi terkeder; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sıtma ve harareti, kulun üzerinde bir günah ve hata kal-mayıncaya kadar kulun yakasını bırakmaz.51 Bir günlük sıtma bir senenin kefaretidir!52 Bu hadîsin illetini belirtenlerden kimisi ´Bir günlük sıtma, bir senelik kuvveti yokeder´, kimisi de ´insanın üç yüz altmış mafsalı vardır. Sıtma hepsine girer ve insanoğlu onların herbirinden bir elem duyar ve her elem bir günün kefareti olur´ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) sıtmanın günahlara kefaret olduğunu söyleyince Zeyd b. Sabit, ALLAH Teâlâ´dan daima sıtmalı olmasını talep etti. Ölünceye kadar sıtma, onun yakasını bırakmadı. Ensâr-ı kirâmdan bir cemaat aynı duayı ettiler ve sıtma onların da yakalarını bırakmadı. ALLAH kimin iki gözünü alırsa onun için cennetten başka hiçbir mükâfata razı olmaz.53 Hz. Peygamber (s.a) böyle buyurduğunda ensâr-ı kirâmdan iki gözlerinin kör olmasını temenni edenler oldu. Hz. İsa (a.s) ´Malına ve bedenine musibet ve hastalık isabet etmesine sevinmeyen bir kimse, bunların günahlarına nasıl kefaret olacağını bilmez!´ demiştir. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) büyük bir belaya uğrayan bir kula baktı ve ´Yârab! Buna rahmet et!´ dedi. ALLAH Teâlâ ´Kendisine varlığıyla rahmet ettiğim birşey hususunda ona nasıl rahmet edeceğim?´ dedi. 6. Altıncı sebep kulun kendinde, uzun zaman sıhhatli kalmasından dolayı saldırganlık ve aşırılık hissetmesidir. Bu bakımdan hastalık kalkar da gaflet, aşırılık ve saldırganlık geri gelir diye korktuğu için tedaviyi terkeder veya emelinin uzunluğu, geçmişi telafi etmek hususundaki gecikmesinden ve ibadetlerin tehir edilmesinden korktuğu için tedaviyi terkeder. Çünkü sıhhat, sıfatların kuvvetinden ibarettir. Bununla nefsin hevası kabarır, şehvetler harekete geçer, insanı isyana teşvik eder. Bunun en az derecesinin insanı mübah olan şeylerden faydalanmaya davet etmesidir. Oysa bu da vakti boşuna geçirmektir. Nefse muhalefet etmek ve ibadetlere yapışmak hususundaki büyük kârı ihmal etmektir. ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiğinde hastalık ve musi-betlerle onu uyarmaktan boş bırakmaz. Denildi ki: ´Mü´min bir kimse, illet (hastalık), kıllet (fakirlik) veya zilletten hali olmaz´. Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ ´Fakirlik benim hapsim, has-talık kaydımdır. Kullarımdan sevdiğimi onunla hapsederim´ buyurmuştur. Madem ki hastalıkta saldırganlık ve günah işlemekten alıkoymak vardır, acaba hastalıktan daha üstün ne olabilir? Bu bakımdan nefsin aşırılığından korkan bir kimse için hastalığı tedavi etmekle meşgul olmak uygun değildir. Öyleyse afiyet günahları terketmektedir. Ariflerden biri, bir kimseye şöyle sordu: ´Görüşmeyeli nasılsın?´ O ´Afiyet içindeyim!´ deyince, Ârif ´Eğer ALLAH´a isyan etmemişsen afiyettesin. Eğer O´na isyan etmişsen, isyandan daha korkunç bir hastalık var mıdır? ALLAH´a isyan eden bir kimse afiyet bulmamıştır!´ dedi. Hz. Ali (r,a) Irak´ta, bir bayram günü, Neptîler´in (bir kavimdir) süslendiğini görünce ´Şu süs nedir?´ diye sordu. Dediler ki: ´Ey mü´minlerin emiri! Bu, onların bayram günüdür´. Hz. Ali ´ALLAH´a isyan edilmeyen her gün bizim için bayramdır!´ dedi. ALLAH size sevdiğinizi gösterdikten sonra... (Âlu İmran/152) Ayetteki ´sevdiğinizden´ tâbirindeki gayenin, hastalıklardan şifa bulmak olduğu söylenmiştir. Doğrusu insan kendini müstağni görmekle azar!(Alak/6-7) İnsanoğlu kendisini sıhhatle de müstağni görürse tuğyan eder. Bazıları şöyle demiştir: ´Firavun ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ sözünü ancak uzun zaman hastalık görmediğinden dolayı söy-lemiştir. Çünkü Firavun´un, dört yüz sene başı bile ağrımadı. Hiçbir gün onu sıtma tutmadı. Hiçbir damarı atmadı. Böylece rub-ûbiyyet iddiasında bulundu. ALLAH ona lanet etsin! Eğer başağrısı bir gün kendisini yakalasaydı mutlaka ona rubûbiyet davasını bıraktırıp fuzulî şeylerle meşgul olmaktan alıkoyardı´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Lezzetleri paramparça eden ölümü çok yâd ediniz.54 Sıtmanın ölümün elçisi olduğu, ölümü hatırlattığı ve uzun yaşamak emelini yok ettiği söylenmiştir´.55 Kendilerinin her yıl bir iki kere sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar.(Tevbe/126) Denildi ki: Bu ´Onlar çeşitli hastalıklarla deneniyorlar´ demek-tir. Kul iki defa hasta olup sonra tevbe etmezse ölüm meleği ona ´Ey gâfil! Benden sana elçi üstüne elçi geldi. Sen icabet etmedin!´ diye çıkışır. Bunun için selef, bir sene geçip de nefislerine, ve mallarına herhangi bir bela gelmediği zaman ürkerek şöyle derlerdi: ´Mü´min bir kimse kırk günde bir defa korkutulmak veya bir bela ile mübtelâ olmaktan uzak olamaz! (Biz neden bir senedir hiçbir şey görmedik?)´ Rivayet ediliyor ki Ammar b. Yâsir (r.a) bir kadınla evlendi. Kadın hiç hasta olmuyordu. Bundan dolayı Ammar kadını boşadı.56 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber´e bir kadınla evlenmesi teklif edildi. Kadının vasıfları Hz. Peygamber´i kendisiyle evlenmeye teşvik edecek şekilde anlatıldı. Sonra denildi ki: ´Kadın hayatında hiç hastalık görmemiştir!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Böyle bir kadına ihtiyacım yoktur!´ buyurdu.57 Hz. Peygamber, başağrısı ve benzeri hastalıklar ve acılardan bahsetti. Bu esnada biri ´Başağrısı da neymiş? Ben onu hiç tanımadım!´ deyince Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Benden uzaklaş! Kim cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa şu kişiye baksın!58 Çünkü haberde şöyle vârid olmuştur: ´Sıtma her mü´minin cehennemden olan nasibidir9.59 Enes ve Hz. Âişe´nin (r.a) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber´e şöyle sorulur: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kıyamet gününde şehidlerle beraber olacak kimseler var mı?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Evet! Kim her gün yirmi defa ölümü hatırlarsa o şehidlerle beraber olur! Başka bir lâfızda ´Günahlarını hatırlayıp mahzun olanlar´ şeklinde vârid olmuştur. Şüphe yok ki hastanın ölümü hatırlaması daha fazladır. Hastalığın faydası çoğaldığında bir cemaat hastalığı bertaraf etmek için kullanılan tedaviyi terketmeye taraftar çıkmıştır; zira onlar manevî derecelerinin artışını hastalıkta görmüşlerdi. Yoksa onlar tedavi yöntemlerini yeterli görmedikleri için veya tedavi olmayı eksiklik kabul ettikleri için tedaviyi terketmemişlerdir. Tedavi olmak nasıl eksiklik olur? Oysa Hz. Peygamber tedavi olmuştur. 45) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ ve Hâkim 46) Deylemî 47) Taberânî 48) Beğavî 49) Taberânî 50) Daha önce geçmişti. 51) Ebu Yâ´lâ, İbn Adîy 52) Kuddaî 53) İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ 54) Nesâî, İbn Mâce 55) Ebu Nuaym, (merfû olarak da rivayet edilmiştir). 56) Kut´ul- Kulûb 57) İmam Ahmed, (Enes´ten) |
Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
İddia: Hz. Peygamber tedaviyi başkası için meşru kılmak için tedavi olmuştur. Aksi takdirde tedavi olmak zayıfların halidir! Kuvvetlilerin derecesi tedavi olmayı terketmek suretiyle tevekkül etmeyi gerektirir! Cevap: O zaman kanın pıhtılaştığı zaman kan aldırmayı ter ketmenin de tevekkülün şartından olması gerekirdi. İtiraz: Kan aldırmayı terketmek de tevekkülün şartıdır! Cevap: Bu takdirde akrebin ve yılanın sokması da tevekkülün gereği olmalıdır. Bunları kendinden uzaklaştırmaması gerekir. Zira akreb bedenin dışını, pıhtılaşan kan bedenin içini tahrip eder. O halde aralarında fark yoktur. Eğer ´Bu da tevekkülün gereğidir´ denirse, o zaman şöyle cevap verilir: Su ile susuzluğun, ekmek ile açlığın, elbise ile soğuğun giderilmemesi gerekir. Oysa hiç kimse bu görüşü müdafaa etmiş değildir ve bu dereceler arasında hiçbir fark da yoktur. Çünkü bütün bunlar, sebeplerdir. Sebeplerin müsebbibi olan ALLAH Teâlâ bunları bu şekilde tertib ve sünnetini de bu şekilde icra etmiştir. Tedaviyi terketmenirı tevekkülün gereği olmadığına Hz. Ömer ve ashab-ı kirâmdan tâun meselesinde nakledilen durum delâlet eder; zira ashab-ı kirâm Şam´a girmek istedikleri zaman Cabiye´ye vardılar. Şam´da korkunç bir ölüm ve yaygın bir veba hastalığının olduğu kendilerine haber verildi. Burada iki fikri savunan iki gruba ayrıldılar. Bazıları da ´Biz kaçmayacağız ve ALLAH Teâlâ´nın, haklarında şu hükmü verdiği kimseler gibi olmayacağız´. Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi?(Bakara/243) Bunun üzerine Hz. Ömer´e dönüp onun görüşünü sordular. Hz. Ömer ´Biz geri gideceğiz, vebanın bulunduğu yere girmeyeceğiz!´ dedi. Hz. Ömer´e muhalefet edenler dediler ki ´Biz ALLAH´ın kaderinden mi kaçacağız?´ Hz. Ömer ´Evet! ALLAH´ın kaderinden kaçıp onun kaderine sığınacağız´ diyerek onlara şöyle bir misal verdi: ´Bana söyler misiniz, eğer birinizin bir sürü koyunu olsa bir vâdiye gitse, o vâdinin bir tarafı otlu, diğer tarafı ise kupkuru olsa, bu koyun sahibi koyunlarını otlu yerde otlatsa ALLAH´ın kaderiyle otlatmış olmaz mı? Eğer kuru yerde otlatsa yine ALLAH´ın kaderiyle otlatmış olmaz mı?´ Dediler ki ´Evet! ALLAH kaderiyledir!´ Sonra Hz. Ömer, görüşünü sormak için mecliste bulunmayan Abdurrahman b. Avf´ı aradı, Abdurrahman ertesi gün geldiğinde Hz. Ömer, bu durumu ona sordu. O ´Ey mü´minlerin emiri! Bu hususta yanımda Hz. Peygamber´den dinlemiş olduğum birşey vardır´ dedi. Bunu duyan Hz. Ömer sevincinden ALLAHu Ekber diyerek tekbir getirdi. Bunun üzerine Abdurrahman Hz. Peygamber´ den şu hadîsi nakletti: Bir memlekette veba çıktığını işittiğinizde oraya girmeyin. Bulunduğunuz memlekette veba başgösterirse, vebadan kaçarak o memleketten çıkmayın! Bu hadîsi dinleyen Hz. Ömer sevindi. Görüşüne uygun olan hadîsten dolayı ALLAH´a hamdetti ve Cabiye´den halkla beraber geri dönüp gitti. Madem ki durum budur, öyleyse ashab-ı kirâm tevekkülün terkinde nasıl ittifak ederler? Oysa tevekkül, makamların en yücesindendir. Eğer tedaviyi terketmek ve korunmak tevekkülün şartından kabul edilirse... Soru: Neden Hz. Peygamber içinde veba bulunan memleketten çıkmayı yasak etmiştir? Oysa vebanın sebebi, tip ilminde havadır. Tedavinin de en açık yolu; zarar verenden kaçmaktır. Hava ise zarar vericidir. Neden Hz. Peygamber havadan kaçmaya ruhsat vermemiştir? Cevap: Zarar verenden kaçmanın yasak olmadığında ihtilâf yoktur; zira kan aldırmak zarar verenden kaçmaktır. Oysa bu gibi yerlerde tevekkülü terketmek mübahtır. Fakat bu maksuda delâlet etmez. Ancak ilim ALLAH´ın katındadır-burada zarar veren şudur: Hava bedenin zahirine çarpması hasebiyle zarar vermez, aksine teneffüs edilmek suretiyle zarar verir; zira havada bir ufunet bulunursa ve hava, teneffüs borusu ile kalbe varırsa, uzun zaman teneffüs edilince orada tesir eder. Bu bakımdan veba, içe uzun zaman tesir ettikten sonra dışta belirtileri görülen bir hastalıktır. Öyleyse veba hastalığı görülen memleketten çıkmak, yüzde altmış oranında daha önce yerleşen ve kökleşen mikroptan kurtarmaz. Fakat kurtuluş vehmedilir. Bu bakımdan çıkıp kaçmak, efsun yapmak, fala bakmak ve benzeri gibi mevhum olan şeylerin cinsinden olur. Eğer bu mânâ tecerrüd ederse, o zaman tevekküle zıt düşer. Fakat yasak olmaz. (Çünkü kesin değildir). Fakat bu mânâya başka birşey eklendiğinden dolayı veba olan yerden çıkmak ya-saklanmıştır. O eklenen ikinci durum şudur: Eğer sıhhatli kimselere vebalı memleketten çıkıp kaçmak ruhsatı verilirse, o memlekette vebadan dolayı yatağa düşen hastalardan başka kimse kalmaz, Böylece hastaların kalbi kırılır. Bakıcılar yok olur. Hastalara su verecek, yemek yedirecek kimse kalmaz. Hastalar da bunları bizzat yapamazlar. Böylece hastalar ölüme terkedilmiş olur. Oysa kaçıp memleketi terkedenlerin vebadan kurtulmalarının beklenildiği gibi hastaların da kurtulmaları ümit edilir. Bu bakımdan eğer sıhhatliler memlekette durup kaçmasalar, yüzde yüz ölecekleri kesin değildir. Çıkıp gitmekle de yüzde yüz ölümden kurtulmuş sayılmazlar. Fakat çıkıp gitmeleri, geri kalan hastaların kesinlikle ölümüne sebep olur. Müslümanlar binalar gibidir. Bazısı diğerini kenetler. Müslümanlar bir tek beden gibidir. O bedenin bir azası acıdı mı diğer azalar da acıyı paylaşırlar. İşte yasağın illetinde zarar verici durum bizce budur. Memlekette bulunmayan bir kimse hakkında bu, tam tersine işler; zira memleke-tin hastalıklı havası daha onların içlerine tesir etmemiştir ve memleketteki hastaların da bakıcıları olduğu için onlara ihtiyacı yoktur. Eğer memlekette hastalığa tutulmuş kimselerden başkası kalmamışsa ve bakıcılara ihtiyaçları varsa, bir grup da karantinaya rağmen onlara bakmak için oraya varmışsa, bu takdirde yardım için oraya girmek müstehab olur veya diğer müslümanlardan (kesin) bir zararı defetmek ümidiyle bu mevhum olan bir zarara maruz kalmak olduğu için oraya girmeleri yasaklanamaz. İşte bu münasebetle tâundan (vebadan) kaçmak, bazı haberlerde düşmanla çarpışan saftan kaçmaya benzetilmiştir. Çünkü bakıcı bulunmadığı takdirde tâundan kaçılırsa, hasta olan diğer müslümanların kalbi kırılmış ve onların yok olmalarına sebep olunmuş olur! İşte bunlar ince işlerdir. Bunları mülahaza etmeyen, sadece haber ve eserlerin zâhirine bakan bir kimse nezdinde, duyduk-larının çoğu birbirine çelişkili görünür. Bu hususta âbid ve zâhid-lerin yanılmaları pek çoktur. İlmin şeref ve fazileti işte bu noktadan ötürüdür. İtiraz: Tedaviyi terketmekte söylediğin gibi bir fazilet varsa, Hz. Peygamber bu fazileti elde etmek için neden tedaviyi terketmedi? Cevap: Tedaviyi terketmek, günahları çok olup da onları kefaretlendirmek veya nefsinin sıhhatten gelen saldırganlığından ve şehvetlerin galebesinden korkan bir kimseye nisbetendir veya gafletin galebe etmesinden dolayı ölümü hatırlatan bir şeye muhtaç olur veya tevekkül sahipleriyle, razı olanların makamlarına varamadığından dolayı bari sabredenlerin sevabına nail olmaya muhtaç olan veya ALLAH Teâlâ´nın devalar içerisinde koyduğu faydaların inceliklerini kavrayamadığından dolayı, bu devaların onun hakkında efsun gibi mevhum olduğundan veyahut da hali kendisini tedaviden meşgul ettiğinden veya (iki meşguliyeti) cem´etmekle zayıf olduğundan dolayı tedavinin kendisini halinden uzaklaştırmasından korkan kimseye nisbeten tedaviyi terketmekte fazilet vardır. Çünkü bu mânâlar tedaviyi terketmek hususundaki engelleri geri getirmişlerdir. Bunlar bazı mahlukata nisbeten kemâl dereceleridir. Fakat Hz. Peygamber´in derecesine nisbeten eksikliktir. Hz. Peygamber´in makamı bunların hepsinden daha yücedir; zira Hz. Peygamber´in hali sebeplerin var veya yok oluşu anlarındaki müşahedesinin aynı olmasını gerektirir; zira onun bütün hallerde sebeplerin müsebbibine yönelen nazarından başka bir nazarı yoktur. Makamı bu olan bir zata elbette sebepler zarar vermez. Nitekim mal hakkındaki rağbet eksikliktir. Eksiklik ve maldan uzaklaşma rağbeti de onun için kerahiyettir. Her ne kadar bu kemâl ise de, bu da nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşit olan bir kimseye nisbeten eksikliktir. Bu bakımdan taş ile altın eşit olsa bile taştan değil de altından kaçmak daha önemlidir. Hz. Peygamber´in hali toprak ile altının onun nezdinde eşit olmasıdır. Halka zühd makamını öğretmek için altın edinmezdi. Yoksa altına sahip olursa nefsinin azacağından korktuğu için altın edinmiyor değildi. Çünkü onun makamı, dünyanın kendisini aldatmasından müstağni idi. Çünkü yeryüzünün hazineleri kendilerine arzolunduğunda onları kabul etmekten imtina etti. İşte böylece onun yanında sebepleri yerine getirmek veya terketmek, bu görüşten dolayı eşitti. O, tedavi olmayı şu sebepten dolayı terketmemiştir: ALLAH´ın âdet ve sünnetinin üzerinde yürümek ve ümmeti için muhtaç oldukları bir şeye ruhsat vermek... Zaten tedavi olmakta bir zarar da yoktur. Fakat malı zahîre edinmek bunun tam hilâfınadır. Çünkü onun zararı pek büyük olur! Evet! Tedavi zarar vermez. Ancak ilâcın yaratanını değil de ilacın fayda verdiğini düşünmek zararlıdır ve yasaklanmıştır. Bir de günahlarda yardımcı olması için tedavi olmak da yasaklanmıştır. Mü´minlerin hiçbiri ilâcın bizzat fayda verici olduğunu düşünmez. Sadece ´ALLAH Teâlâ onu fayda vermeye sebep kılmıştır´ diyebilir. Nitekim suyu susuzluğu giderici, ekmeği doyurucu görmediği gibi... Bu bakımdan mü´minin maksudundaki tedavinin hükmü, çalışmanın hükmü gibidir. Mü´min ibadet veya günah hususunda sarfetmek için çalışıp kazanırsa bunun hükmü niyetine göredir. Eğer mübah niyetlerle çalışırsa mübahtır. Bu bakımdan zikrettiğimiz mânâlarla anlaşıldı ki tedaviyi terketmek bazı hallerde, tedavi olmak da bazı hallerde daha üstündür. Bu da haller, şahıslar ve niyetlere göre değişir. Yine anlaşıldı ki yapmak ve terketmekten herhangi biri tevekkülde şart değildir. Ancak mevhum olan dağlamak ve efsunlamak gibi durumların terki şarttır; zira bunlara başvurmak tevekkül sahiplerine lâyık olmayan şekilde tedbirlere dalmak demektir. 58) Ebu Dâvud 59) İmam Ahmed, Bezzar |
Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik hazinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü ALLAH´ın hükmüne razı olmak ve O´nun belasına karşı sabretmek kul ile ALLAH arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür: Bir Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. ALLAH´tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek kabilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman´a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: ´Ben ancak ALLAH´ın kudretini vasıflandırıyorum!´ İki İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflan dırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden ´güzel sabır´ öğrenmesi ve ´güzel şükür´ etmeye alışması içindir. Hastalığın ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hasta, önce ALLAH´a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belirtirse bu durum şikayet değildir´. Üç Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, ALLAH´a muhtaç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâatuygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir. Nitekim rivayet edildi ki Hz. Ali´ye (r.a) hastalığında ´Sen nasılsın?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Çok fenayım!´ dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hz. Ali´nin böyle söylemesini kerih görüyor ve bunu ´ALLAH´ı şikayet etmek´ şeklinde telâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hz. Ali ´Ben ALLAH´a karşı pehlivanlık mı göstereyim?´ dedi. Bu bakımdan Hz. Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta ALLAH Teâlâ´nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hz. Peygamber´in kulağına gitmişti: ´Ey ALLAHım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Sen ALLAH´tan bela istemiş oldun. Oysa ALLAH´tan âfiyetiste!60 Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetlerin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. ALLAH´tan şikayet etmek haramdır. Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve ALLAH´ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak ´Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır´ diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim ALLAH´a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını be-lirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir. Seleften biri şöyle demiştir: ´Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!´ ´Sabr-ı cemil!´ (Yusuf/83) ayetinin mânâsı hakkında ´İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır´ denilmiştir. Hz. Yakub´a şöyle denildi: ´Gözünün ışığını götüren nedir?´ Hz. Yakub şöyle dedi: Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik ha-zinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü ALLAH´ın hükmüne razı olmak ve O´nun belasına karşı sabretmek kul ile ALLAH arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür: Bir Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. ALLAH´tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek ka-bilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman´a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: ´Ben an-cak ALLAH´ın kudretini vasıflandırıyorum!´ İki İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflan- dırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden ´güzel sabır´ öğrenmesi ve ´güzel şükür´ etmeye alışması içindir. Hastalığın ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hasta, önce ALLAH´a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belir-tirse bu durum şikayet değildir´. Üç Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, ALLAH´a muh-taç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâat 716 İhya-i Ulûm´id-Din uygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir. Nitekim rivayet edildi ki Hz. Ali´ye (r.a) hastalığında ´Sen nasılsın?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Çok fenayım!´ dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hz. Ali´nin böyle söy-lemesini kerih görüyor ve bunu ´ALLAH´ı şikayet etmek´ şeklinde te-lâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hz. Ali ´Ben ALLAH´a karşı pehli-vanlık mı göstereyim?´ dedi. Bu bakımdan Hz. Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta ALLAH Teâlâ´nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hz. Peygamber´in kulağına gitmişti: ´Ey ALLAHım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Sen ALLAH´tan bela istemiş oldun. Oysa ALLAH´tan âfiyet iste!60 Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetle-rin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. ALLAH´tan şikayet etmek haramdır. Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve ALLAH´ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak ´Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır´ diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim ALLAH´a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını be-lirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir. Seleften biri şöyle demiştir: ´Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!´ Sabr-ı cemil!´ (Yusuf/83) ayetinin mânâsı hakkında ´İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır´ denilmiştir. Hz. Yakub´a şöyle denildi: ´Gözünün ışığını götüren nedir?´ Hz. Yakub şöyle dedi:´Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a ´Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!´ deyince, Hz. Yakub şöyle demiştir: ´Yârab! Sana tevbe ediyorum!´ Tavus ve Mücahid´den şöyle rivayet edilmiştir: ´Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!´ Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi. Denildi ki: İblis, Hz Eyyûb´den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!´ Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır. Kul hasta düştüğü zaman, ALLAH (c.c) iki meleğe şöyle emreder: ´Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!´ Eğer kul ALLAH´a hamdeder, ALLAH´ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona ´Sen öyle olasın!´ diye beddua ederler.61 Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı. Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!´ Yine şöyle demiştir: ´Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum´. ALLAH Fudayl´dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun! Tevhid ve Tevekkül bölümü ALLAH´ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan ALLAH Teâlâ´dır!´Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üze-rine ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a ´Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!´ deyince, Hz. Yakub şöyle demiştir: ´Yârab! Sana tevbe ediyorum!´ Tavus ve Mücahid´den şöyle rivayet edilmiştir: ´Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!´ Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi. Denildi ki: İblis, Hz Eyyûb´den ancak hastalık halinde inleme-sini elde etti!´ Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır. Kul hasta düştüğü zaman, ALLAH (c.c) iki meleğe şöyle emre-der: ´Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!´ Eğer kul ALLAH´a hamdeder, ALLAH´ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona ´Sen öyle olasın!´ diye beddua ederler.61 Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı. Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!´ Yine şöyle demiştir: ´Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum´. ALLAH Fudayl´dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun! Tevhid ve Tevekkül bölümü ALLAH´ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan ALLAH Teâlâ´dır! 60) Daha önce geçmişti. 61) Daha önce geçmişti. |
Tevekkül´ün Fazileti
Ayetler Eğer mü´min iseniz ALLAH´a tevekkül ediniz.(Mâide/23) Tevekkül edenler, ALLAH´a dayansınlar.(İbrahim/12) Kim ALLAH´a tevekkül ederse, ALLAH ona kâfidir.(Talâk/3) Çünkü ALLAH, kendine dayanıp güvenenleri sever.(Âlu İmran/159) ALLAH o makam sahibini sever. Onun sahibi ALLAH´ın zimmetindedir. O ne büyük makamdır. ALLAH´ın kendisine kâfi olup, sevip koruduğu kimse, muhakkak büyük bir zaferi elde etmiştir; zira mahbub, azap vermez, uzaklaştırmaz ve mahrum bırakmaz.ALLAH, kuluna kâfi değil mi? (Zümer/36) Bu bakımdan ALLAH´tan başkasına güvenen tevekkülü terkedendir. Böyle bir kimse bu ayeti yalanlayanın ta kendisidir. Çünkü bu ayet, hakkı söyletmek hususunda bir suâldir. İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?(İnsan/l) Kim ALLAH´a tevekkül ederse muhakkak ALLAH Aziz ve Hakîm Air,(Enfâl/49) ´Aziz´dir´; kendisine sığmanı zelîl ve cenâbına iltica edeni zayi etmez. ´Hakîm´dir´; tedbirine tevekkül eden bir kimsenin tedbirinde kusur etmez. ALLAH´tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın yanında arayın, O´na ibadet edin!(Ankebût/17) Oysa göklerin ve yerin hazineleri ALLAH´ındır. Fakat münâfıklar anlamazlar.(Münâfikûn/7) Bütün işleri O idare eder. O´nun izni olmadan hiç kimse şafâat edemez.(Yunus/3) Kur´an´da Tevhid´den her ne zikredilmişse o, ALLAH´tan başkasından ilgiyi kesip Vâhid ve Kahhâr olan ALLAH´a tevekkül etmeye çağırmaktadır. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) İbn Mes´ud´un rivayet ettiği bir haberde şöyle buyurmuştur: Mahşerde bana bütün ümmetler gösterildi. Ümmetimi dağ ve ovaları doldurduğu halde gördüm. Onların çokluğu ve görünüşleri hayretimi çekti. Bana denildi ki: - Razı oldun mu? - Evet! Razı oldum. - Bunlarla beraber yetmiş bin kişi vardır ki cennete hesapvermeden gireceklerdir. Ashab Hz. Peygamber´e şöyle sordu: - Onlar kimlerdir ey ALLAH´ın Rasûlü! - O kimseler dağlanmazlar, kuşları uçurmak suretiyle uğurtutmazlar ve başkasından muska istemezler. Ancak rablerine tevekkül ederler. Hz. Peygamber bunları söyledikten sonra Ukkaşe b. Mıhsan el-Esedî ayağa kalkarak dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´tan beni onlardan kılmasını dile!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Ey ALLAHım! Ukkaşe´yi onlardan kıl!´ Bu sözünden sonra başka bir sahabî ayağa kalktı ve ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´ın beni de onlardan kılmasını dile´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) ´Ukkaşe bu hususta seni geçti´1 buyurdu. Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer sizler gereği gibi ALLAH´a tevekkül etseniz, muhakkak kuşların rızkını verdiği gibi, sizin rızkınızı da verir. Kuş sabahleyin aç çıkar, akşam tok olarak yuvasına döner!2 Kim her şeyden yüz çevirip ALLAH Teâlâ´ya yönelirse, ALLAH Teâlâ her sahada ona kâfi gelir ve ummadığı bir yerden onun rızkını verir. Kim dünyaya yönelirse ALLAH Teâlâ onu dünyaya havale eder.3 İnsanların en zengini olmak kimin hoşuna giderse o, ALLAH´ın nezdindeki şeye elindekinden daha fazla güvenmelidir.4 Hz. Peygamber aile efradının başına bir sıkıntı geldiğinde şöyle buyururdu: Namaza kalkın! Çünkü RABBİM bana bunu emretti: ´Ailene namazı emret, kendin de ona devam et! Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz besliyoruz. Güzel âkibet takvâ sahiplerinindir´.(Tâhâ/132) Kim başkasından muska talep eder veya dağlanırsa o, tevekkül etmemiştir.5 Rivayet ediliyor ki: İbrahim (a.s) mancınıkla ateşe atıldığı zaman Cebrail yaklaşıp ´Bir ihtiyacın var mı?´ diye sorunca, İbrahim (a.s) ´Sana hiçbir ihtiyacım yoktur´ dedi. Bu sözünü daha önce HasbinALLAHu ve ni´mel vekîl (ALLAH bana kâfidir ve O ne güzel vekildir) sözünü yerine getirmek için haykırdı; zira İbrahim (a.s) ateşe atılmak üzere tutulduğunda böyle demişti. Bu nedenle ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi: Ve çok vefâkâr İbrahim´in...(Necm/37) ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! Herhangi bir kulum halktan yüz çevirip bana sığınırsa, o kuluma gökler ve yer ehli hile yapmak istese bile ona mutlaka bir çıkış yolu ihsan ederim!´ Ashab´ın ve Alimlerin Sözleri Tâbiînden Saîd b. Cübeyr şöyle anlatıyor: ´Bir defa beni akrep ısırdı. Bundan ötürü annem muska yapmam için bana yemin verdirdi. Bunun üzerine ben de ısırılmamış elimi muskacıya uzattım´. Ve (hiçbir zaman) ölmeyen (ALLAH´a) tevekkül et ve O´nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O´nun bilmesi yeter.(Furkan/58) İbrahim b. Ahmed el-Havvas bu ayeti sonuna kadar okuduktan sonra dedi ki: ´Bu ayetten sonra bir kul için, ALLAH´tan başka hiç kimseye sığınması uygun değildir´. Uyku âleminde bir âlime denildi ki: ´Kim ALLAH´a güvenirse o, kuvvetini veya nafakasını korumuş olur!´ Bir âlim şöyle demiştir: ´Senin için ALLAH´ın zimmetinde bulunan rızık, sana farz kılınan amelden seni alıkoymasın ki o zaman ahiretin zayi olur. Dünyadan da ancak ALLAH´ın sana takdir ettiğini elde edersin´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Talep etmeksizin kulun rızık elde etmesinde, rızkın kulu talep etmekle görevli olduğuna dair açık bir delil vardır!´ İbrahim b. Edhem dedi ki: "Bir rahibe şöyle sordum: ´Nereden yiyorsun?´ Bana ´Bunun ilmi bende değildir. Fakat bana nereden yedirildiğini RABBİMden sor´ diye cevap verdi". Harem b. Hayyam6 Veysel Karanî´ye şöyle sordu: ´Nerde olmamı emredersin?´ Veysel Karanî, Şam´a işaret etti. Harem ´Orada geçim nasıldır?´ deyince Veysel ´Şu kalplere yazıklar olsun! Onların içine şüphe düşmüştür. Nasihat olanlara fayda vermez´ dedi. Bazıları şöyle demiştir: ´Ne zaman ki ALLAH´a, vekil olmak yönünden razı olursan, her hayra giden yolu elde edersin´.. ALLAH Teâlâ´dan güzel edep talep ederiz. 1) Müslim,Buhârî 2) Tirmizî,Hâkim 3) Taberânî 4) Hâkim, Beyhâkî 5) Taberânî, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce 6)İbn Abdilberr Ashab ´ın küçüklerinden olduğunu söylemiş, İbn Ebî Hâtim ise bu zâtı Tabiîn´in sekiz zâhidi arasında saymıştır. |
Tevekkül´ün Esası Olan Tevhîd´in Hakikati
Tevekkül, imanın kapılarındandır. İmanın kapıları ancak ilim, hâl ve amelle düzene girer. Böylece tevekkül, esas olan ilim, meyve olan amel ve tevekkül ismiyle kastolunan bir hâl meydana getirir. Bu bakımdan esas olan ilmin beyanıyla meseleye başlayalım. Bu ilim, lisanın esasında iman diye adlandırılan ilimdir; zira iman tasdik (doğrulama) demektir. Kalple olan her tasdik ilimdir. Kuvvet bulduğu zaman adı yakîn olur. Fakat yakînin kapıları çoktur. Biz, üzerine tevekkülü bina edeceğimiz yakîne muhtacız. O da La ilâhe illALLAHü vahdehû lâ şerîkeleh (ALLAH´tan başka mabud yok! ALLAH birdir. O´nun ortağı yoktur) sözünün tercümesi olan Tevhid´dir. Lehül Mülk (Mülk ancak O´nundur) sözünün tercümesi ve tefsiri nisbetinde kudrete imandır. O cömertlik ve hikmet ki ona velehül hamd (hamd ancak O´nadır) sözü delâlet eder. Bu bakımdan kim ´Lâ ilâhe illALLAHü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey´in kadir´ (ALLAH´tan başka ilah yoktur. O tek, bir ALLAH´tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O´nundur. Hamd ancak O´na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir) dese, tevekkülün esası olan iman bu kimse için tamamlanır. Benim gayem; bu sözün mânâsının söyleyenin kalbinden ayrılmayan bir vasıf ve ona hâkim olan bir nitelik olduğunda, tevekkülün esası olan imanın onun için tamamlanacağını anlatmaktır. Tevhîd´e gelince, o esastır. Onun hakkında söz çok uzar. O, mükâşefe ilimlerdendir. Fakat mükâşefe ilimlerinin bir kısmı, haller vasıtasıyla amellere bağlıdır. Muamele ilmi de ancak onlarla tamamlanır, Bu bakımdan biz, ancak muameleye bağlı bulunan miktardan bahsedebiliriz. Tevhid, sahili bulunmayan engin bir denizdir. Tevhîd´in dört mertebesi vardır. Tevhid öze, özün özüne, kabuğa, kabuğun kabuğuna bürünür. Kavramaktan zayıf olan zihinlere yaklaştırmak için, biz buna kabuğunda bulunan cevizden bir misal verelim: Cevizin iki kabuğu ve özü vardır. Özünün de yağı vardır ki o, özün özü olur. Tevhîd´in birinci mertebesi, insanın diliyle Lâ ilâhe illâllah, kalbi gafil veya inkâr edici olmadan demesidir. Münafıkların Tevhîd´i gibi... Tevhîd´in ikinci mertebesi, lafzın mânâsını kalben tasdik et-mektir. Nitekim bütün müslümanlar bunu tasdik ederler. Bu ise halk tabakasının inancıdır. Tevhîd´in üçüncü mertebesi, hak nûrunun vasıtası ve keşif yoluyla, o mânâyı müşahede etmektir. Bu makam, ALLAH´ın dergâhına yaklaştırılan mukarreblerin makamıdır. Bunun mânâsı: Birçok şeyi müşahede ettiği halde onların çokluklarına rağmen, kahhâr ve bir olan ALLAH´tan sâdır olduklarını bilmek demektir. Tevhid´in dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını gör-memektir. Bu ise sıddîkların müşahedesidir. Sûfîler buna el-fenâ fıt-Tevhîd (Tevhîd´de fâni olmak) adını verirler. Çünkü şahıs, birden başkasını görmemek hasebiyle, nefsini dahi görmez. Tevhid´le müstağrak olduğundan dolayı, nefsini görmediğinden, Tevhîd hususunda nefsinden de fâni olur. Yani hem nefsini görmekten, hem de halkın görmesinden yok olur. Birincisi, sadece diliyle muvahhid´dir. Bu şekildeki tevhid, sadece dünyada sahibinin boynunu şeriatın kılıcından korur. İkincisi, söylediğine kalben inanan ve söylediğim kalbi yalanlamayan bir muvahhiddir. Bu tevhid, kalp üzerine vurulan bir düğümdür. Bunda kalp genişliği yoktur. Fakat sahibi eğer bu inanç üzerinde ölmüş ve imanı günahlarla zayıflamışsa ahirette onu azaptan korur. Bu düğümün birtakım hileleri vardır. Onların zayıflatılıp sökülmesi gerekir. O hilelere bid´at adı verilir ve bir takım hileleri vardır ki onlarla çözülmenin ondan uzaklaştırılması istenilir ve yine onlardan bu düğümün sağlamlaştırılması ve kalp üzerine iyice bağlanması kastolunuyr. Bu ikinci duruma da kelâm adı verilir. Kelâmı bilene de mütekellim adı verilir. Mütekellim, mübtedi´in (bid´atçı´nın) zıddıdır. Mütekellimîn gayesi, bid´atçıyı bu düğümü halk tabakasının kalplerinden çözmeyi istemekten uzaklaştırmaktır. Bazen mütekellime, muvahhid ismi de tahsis olunur. Çünkü kelâmıyla halk tabakasının Tevhîd´ini kalplerinden bu düğümün çözülmesi için korumak ister. Üçüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Hak, olduğu gibi kendisine keşfolunduğunda bir failden başkasını görmez. Hakîkat açısından ancak bir fail görür. Böyle gördüğü zaman hakîkat olduğu gibi kendisine keşfolunmuş demektir. Mânâsı; kalbini hakîkat lâfzının mefhumu üzerinde bağlamaya zorlamak değildir. Çünkü böyle bir mertebe, halk tabakasının ve kelâmcıların mertebesidir; zira kelâmcı, avâmdan inanç hususunda ayrılmaz. Yani ikisi de bu hususta eşittir. Kelâmcının avâm tabakasından üstünlüğü ancak bu düğümü çözmekte bid´atçının hilelerini defetmeye yararlı kelâm sanatını bilmesindendir. Dördüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhudunda birden başkası hazır olmamıştır. Bu bakımdan çok olmak hasebiyle değil, bir olarak görür. İşte Tevhîd´de en yüce gaye budur. Birinci derece, cevizin üst kabuğu, ikinci derece alt kabuğu, üçüncü derece özü, dördüncü derece de özden çıkarılan yağ gibidir. Cevizin üst kabuğu hayırsız, yenildiği zaman acıdır, içine bakıldığı zaman çirkin, odun olarak kullanıldığında ateşi söndürüp, dumanı çoğaltır, evde bırakıldığı zaman yeri daraltır. Ancak bir müddet cevizi korumak için üzerinde kalır, sonra atılır. İşte imanın birinci derecesi de aynen onun gibi kalben tasdik edilmeksizin sadece dil ile söylenen tevhidin de faydası yok, zararı çok, zâhir ve bâtını çirkin olan bir tevhîd´dir. Fakat bu tevhid, bir müddet ölüm anına kadar alt kabuğu korumakta faydalı olur Alt kabuk, burada, kalp ile bedendir. Münâfığın tevhîdi, bedenini şeriatın kılıcından korur. Çünkü İslâm gazileri kalpleri yarıp içindekine bakmakla mükellef kılınmamışlardır. Kılıç ise, ancak bedene dokunur ki bu da alt kabuktur. Ancak ondan ölümle soyunur. Ölümden sonra münâfığın tevhîd´inin hiçbir faydası kalmaz. Nasıl ki alt kabuğu üst kabuğa nisbeten menfaati zâhir ise (tıpkı onun gibi)... Çünkü alt kabuk özü korur. Zâhid onu edindiğinde, fesaddan korunur. Kabuk özün üzerinden soyulduğunda odun olarak kendisinden faydalanılabilir. Fakat öze nisbeten kıymeti pek düşüktür. İşte onun gibi, keşif olmaksızın sadece mücerred inanç, mücerred dil ile söylemeye nisbeten çok faydalıdır. Fakat göğsün genişlemesi ve hakkın nûrunun orada doğması ile elde edilen müşahede ve keşfe nisbeten kıymeti düşüktür. Çünkü şu ayetle ancak göğsün inşirahı kastolunmuştur. ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar.(En´âm/125) ALLAH´ın göğsünü İslâm´a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzere değil mi?(Zümer/23) Öz, kabuğa nisbeten daha güzeldir, fakat ikisi de gereklidir. Fakat kendisinden yağ çıkması için sıkılması gerekir, aynen onun gibi, fiil Tevhîd´i de sâlikler için gereklidir. Fakat başka şeylerin karışmasından uzak da değildir. Hak olan bir´den başkasını müşahede etmeyene nisbeten, çokluğa iltifat etmektir. Soru: Kişi göğü, yeri ve çok olduğu halde hissedilen cisimleri gördüğünde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl çok, bir olur? Cevap: Bu, mükâşefe ilimlerinin son noktasıdır. Bu ilmin sırlarını hiçbir kitapta yazmak caiz değildir. Arifler rubûbiyet sırrını ifşa etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir. Sonra bunun muamele ilmiyle ilgisi yoktur. Bunu imkânsız görmeni bir misal ile anlatmak mümkündür. O misal şudur: Şey, bazen bir nevi müşahede ve ibretle çok olur. Müşahede ve ibretin diğer bir çeşidiyle bir olur. Bu tıpkı şunun gibidir: Ruhuna, bedenine, azalarına, damarlarına kemiklerine ve iç organlarına bakıldığı takdirde, insan çok olur ve aynı insan başka bir itibarla ve başka bir müşâhede ile bir´dir; o zaman ´O bir insandır´ deriz. Bu bakımdan o, insaniyete nisbeten bir´dir ve nice şahıs vardır ki insanı gördüğü zaman, kalbine, insanın iç organlarının çokluğu, damarları, azaları, ruhunun tafsilâtı, bedeni hiç tesir etmez. Bu iki durumun arasındaki fark şudur: Kişi istiğrak (dalış) halinde bir ile müstağraktır. Ona dalar. Onda tefrik etmek yoktur. Sanki o, cem´in (birleşmenin) kendisindendir. Çokluğa bakan ise, tefrika içindedir. İşte bunun gibi, varlık âleminde olan herşey Hâlık´tan tut, mahluk´a kadar, birçok değişik müşahedeleri vardır. Bu bakımdan o, itibarlardan biriyle birdir. Başka itibarlarla onun masivası çoktur. Bu itibarların bazısı, kesret bakımından, diğerinden daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal hedefe tam uygun olmasa da... Fakat az da olsa bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiye-tine dikkati çeker! Bu misalden anlaşıldı ki varmadığın bir makamı inkâr etmeyip onu tasdik ederek varlığına inanman ve bu tevhidle ona inandığından dolayı inandığın şey senin sıfatın değilse de ondan nasibin olur. Nasıl ki sen, peygamberliğe inandığında, her ne kadar peygamber değilsen de imanının kuvveti derecesinde, senin o makamdan nasibinin olduğu gibi... Bu müşahede ki onda, hak olan Bir´den başkası görünmez. Bazen devam eder. Bazen da çakan şimşek gibi gelirgeçer. Bu sonuncu durum daha galiptir. Devamlılığı pek nadirdir. Hüseyin b. Mansur Hallac, Havvas´ın seferden sefere koştuğunu gördüğünde ´Sen hangi halin içindesin?´ diye sordu. O da ´Tevekkül hakkındaki hâlimi tashih etmek için dolaşıyorum´ dedi. Oysa Havvas tevekkül sahiplerindendi. Hallac-ı Mansur, ona ´Sen hayatını, iç âlemini tamir etmek hususunda tükettin. Acaba tevhîd hususunda fani olmak nerede kaldı?´ demekle buna işaret etti. Sanki Havvas, Tevhîd´in üçüncü makamını tashih etmek durumunda idi. Hallac ise, ondan dördüncü makamı istedi. İşte bunlar muvahhidlerin tevhîd´deki kısaca makamlarıdır. Soru: Bu miktarın öyle bir şekilde açıklanması gerekir ki onun üzerinde tevekkülün nasıl bina edileceği anlaşılsın! Cevap: Dördüncüsüne gelince, onun beyanına dalmak caiz değildir. Tevekkül de bu dördüncü dereceye bina edilmiş değildir. Tevekkül hali, tevhîd´in üçüncü derecesiyle hâsıl olur. Tevhîd´in birinci derecesinin ise nifak olduğu apaçıktır. İkincisi ki inançtır müslümanların avâm tabakasında mevcuttur. Onun kelâm ilmiyle perçinleşmesi ve bid´atçıların hilele-rinden korunmasının yolu, kelâm ilminde zikredilmiştir. Biz el-İktisad fi´l-İtikad adlı kitabımızda onun önemli bir miktarını zikrettik. Üçüncüsüne gelince, Tevekkülüm esasını o teşkil eder; zira itikadla hâsıl olan mücerred tevhîd, tevekkül halini kazandırmaz. Bu bakımdan biz tevekkülün bağlandığı miktarı kısa olarak zikrede-lim. Çünkü onun tafsilatını bu kitabın benzeri olan kitaplar kapsa-yamaz. Kısacası şudur: Sana keşfolunur ki ALLAH´tan başka fâil yoktur. Her mevcut yaradılış, rızık vermek, almak, hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik gibi isimlendirilen her şeyi tek başına yapan ALLAH Teâlâ´dır. Bunları yapmakta ALLAH´ın ortağı yoktur. Sana bu keşfolunduğu zaman ALLAH´tan başkasına nazar etmezsin. O´ndan korkar, O´nu umar, O´na güvenir ve O´na yaslanırsın. Çünkü tek başına yapan O´dur. Başkası değil! O´ndan başkası göklerin ve yerin bir zerresini bile kıpırdatmakta müstakil çalışmaya yetkili değildir, herşey O´nun emriyle hareket eder. Senin için mükâşefe kapıları açıldığında bu durum apaçık ve gözle müşahede etmekten daha mükemmel bir şekilde sana görünür. Şeytan, seni bu tevhîdden bir makamda geri bıraktırır ki bu geri bırakılışta iki sebepten dolayı kalbine şirk kokusu sokulmak istenir: A) Birinci sebep, hayvanların yaptıklarını bizzat yaptığınızainanmak. B) İkincisi cansız şeylere iltifat edip bakmaktır. Cemadâta iltifat etmeye gelince, bitkilerin yerden çıkışı, bitmesi ve gelişmesi hususunda yağmura, yağmurun yağışında buluta,bulutun teşekkülünde soğuğa, geminin seyrinde rüzgâra güvenmen gibi... Bütün bunlar tevhîdde şirktir. İşin hakikatini bilmemektir. Gemiye bindikleri zaman dini yalnız ALLAH´a has kılarak O´na dua ederler. Fakat (ALLAH) onları sâlimen karaya çıkarınca hemen (ALLAH´a) ortak koşarlar.(Ankebût/65) Bu ayetin mânâsı hakkında ´Eğer rüzgârın düz esmesi olmasaydı, biz kurtulamazdık!´ dedikleri söylenmiştir. Âlemin işi kime olduğu gibi keşfolunursa o, rüzgârın hava olduğunu, havanın bir hareket ettiricisi olmaksızın kendiliğinden harekete geçmediğini bildiği gibi havayı harekete geçireni de bilir. Bu, tâ ilk hareketlendirene varıncaya kadar böyle devam eder. Öyle bir muharrik ki onu harekete geçiren bir kuvvet olmadığı gibi O, haddi zatında da müteharrik değildir. Çünkü hareket hadîstir. O, aziz ve celîldir. Bu bakımdan kulun, denizden kurtuluşta rüzgâra güvenmesi, tıpkı boynu kesilmek için getirilen bir kimsenin sultanın affedilmesi için yazdığı fermana değil de mürekkebe, kâğıda ve fermanın yazılışında kullanılan kaleme güvenip bakmasına benzer. Kurtuluşunu kalemi tutana değil de kaleme bağlar ve der ki: ´Kalem olmasaydı ben kurtulamazdım´. Bu ise, katıksız cehalettir. Kim esasında, kalemin hiçbir hükmü olmadığını, ancak kâtibin elinde oyuncak olduğunu bilirse, kaleme hiç iltifat etmez, kâtipten başka hiçbir şeye teşekkürde bulunmaz. Çoğu kez kurtuluşun sevinci, imzalayan sultana teşekkür etmesi onu öyle sevince sokar ki ne kalem, ne mürekkep, ne de divit kalbine gelmez. Güneş, ay, yıldızlar, yağmur, bulutlar, yer, hayvanlar ve cemadât, kalemin, kâtibin elinde müsahhar olduğu gibi kudret kabzasında müsahhardırlar. İşte bu, senin için bir temsildir. Çünkü imza atan sultanın kâtibin kendisi olduğuna inanıyorsun. Hakîkat şudur ki ALLAH Teâlâ, kâtibin ta kendisidir. (Ey Rasûlüm) attığın zaman sen atmadın fakat ALLAH attı. (Enfâl/17) Göklerde ve yerde olanların tümünün müsahhar olduğu sana keşfolunduğu zaman, şeytan senden ümitsiz olur ve şirkini tevhîd´ine katmaktan ümidini keserek gerisin geriye döner. Fakat ikinci tehlikeli yoldan ki ihtiyarî fiillerde canlıların fiillerini bizzat kendi iradeleriyle yaptığını sanmaktır hulûl ederek der ki: ´Bütün bunları nasıl ALLAH´tan görürsün? Oysa insan kendi ihtiyarıyla sana rızkını isterse verir, isterse keser. Senin boynunu kılıçla vuran şu şahıstır. O´nun gücü sana yeter. İsterse keser, isterse affeder. Bu bakımdan sen O´ndan nasıl korkmazsın! Nasıl O´ndan ümit etmezsin! Oysa herşey O´nun elindedir. Sen de bunu müşahede edip şüphe etmektesin´. Yine ona der ki: ´Kalem, kâtibin elinde müsahhar olduğu için onu görmeyebilirsin. Fakat kalemle yazan ve kalemi teshir eden kâtibi nasıl görmeyebilirsin?´ İşte bu noktada birçok kimsenin ayakları kaymıştır. Ancak ALLAH´ın hâlis kulları bundan müstesnadır. Öyle kullar ki şeytan onlara tasallut etmez. Onlar basiret nûruyla kâtibin, kudretin elinde müsahhar ve mecbur olduğunu müşahede etmişlerdir. Zayıfların, kalemin kâtibin elinde müsahhar olduğunu müşahede ettikleri gibi.., O halis kullar, zayıfların buradaki yanılmasının, tıpkı karıncanın yanılması gibi olduğunu anlamışlardır. Karınca kâğıt üzerinde yürür ve kalemin kâğıda siyah şekiller yaptığını görür. Gözü kâtibin el ve parmaklarına bile uzanmayan karınca, el sahibini nasıl görecektir? İşte bu durumdan dolayı karınca yanılarak kağıda şekiller yapanın kalem olduğunu zanneder. Bu da onun görmesinin kalemin ucunu geçmeyecek kadar kısa olmasından ileri gelir! Aynen bunun gibi, göğsü ALLAH´ın nûruyla İslâm´a açılmayan bir kimsenin basireti, göklerin ve yerin cebbârı olan ALLAH´ı mülâhaza etmekten ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Hepsinin ötesinde kâhir oluşunu müşahede etmekten acizdir. Bu bakımdan zihni kâtibe takılır. Oysa bu, katıksız bir cehalettir. Kalp ve müşahede sahiplerinin hakkında ALLAH Teâlâ, yerde ve gökte olan bütün zerreleri konuşturan kudretiyle konuşturmuştur. Hatta onlar zerrelerin ALLAH´ı takdis ve tesbih ettiklerini işittiler. Keskin bir lisan ile harfsiz ve sessiz olarak nefislerinin aciziğine şahidlik ettiklerini dinlediler. Kalp kulağından mahrum olanlar bunu işitemezler. Bu kulaktan, seslerden başkasını işitmeyen kulağı kastetmiyorum. Çünkü merkep de böyle bir kulakta insanın ortağıdır. Hayvanın in-sana ortak olduğu şeyin ne kıymeti olabilir? Ben kulaktan öyle bir kulak kastediyorum ki o kulakla, harf ve ses, Arabî ve Acemi ol-mayan bir konuşmayı dinlemeli! Soru: Bu acaipliktir. Akıl bunu kabul etmez. Bu konuşmanın keyfiyetini bana vasıflandır! O nasıl konuştu, ne ile konuştu? Nasıl tesbih ve takdiste bulundu? Nefsinin azizliğine nasıl şahitlik ettiğini bana nitelendir! Cevap: Yerde ve gökte bulunan her zerrenin, kalp sahipleriyle gizlice münacâtı vardır. Bu da inhisar altına girmeyen ve nihayeti olmayan bir durumdur. Bu zerreler nihayetsiz olan ALLAH kelâmının denizinden imdat isteyen kelimelerdir. De ki: RABBİMin kelimelerini yazmak) için denizler mürekkeb olsa, RABBİMin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha getirsek bile!(Kehf/109) Sonra onlar mülk ve melekûtun sırlarını fısıldarlar. Sırrın ifşası iyi değildir. Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır. Sen hiç bir kimsenin mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz olsaydı, Hz. Peygamber ´Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız´7 der miydi? Belki Hz. Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için söylemiştir. Hem Hz. Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu sözünü söylemezdi: Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin). Kaderden bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakının. Ashabımın bahsi yapıldığı zaman dilinizi tutun.8 Hem de Huzeyfe´yi (r.a) bir kısım sırlara tahsis etmezdi.9 Bu bakımdan mülk ve melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye etmeye iki engel vardır: Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur. İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdır. Fakat biz, verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina edilmesinin keyfiyeti anlaşılsın. Biz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına dökeceğiz. Her ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse de... Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır. ALLAH, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: ´Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın! Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?´ Kâğıt ´Bu sözünle bana insaflı davranmadm. Ben kendiliğimden yüzümü siyahlatmadım. Fakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştı. Zulüm olarak yüzümün sahasına indi´ dedi. Bunun üzerine, o zat kâğıda ´Doğru söyledin!´ dedi. Bu sefer, mürekkebe sordu. Mürekkep de ´Bana karşı insaflı davranmadm. Çünkü ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordum. Oradan çıkmamaya niyetliydim. Kalem fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdı. Beni vatanımdan kopardı. Memleketimden uzaklaştırdı. Gördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı! Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!´ dedi. Kişi, mürekkebe ´Doğru söyledin!´ diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi vatanından çıkartmasının sebebini sordu. Kalem ´Elden ve parmaklardan sor! Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştım. Ağaçların yeşilliği arasında gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi yırttı. Beni kökümden kesti. Boğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni sivrileştirdi. Başımı ikiye ayırdı. Mürekkebin siyahına daldırdı. O beni çalıştırır, başımın üzerinde gezdirir. Bu suali sormakla benim yarama tuz ektin. Benden uzaklaş. Beni kahredenden sor´ dedi. Adam ona ´Doğru söyledin!´ deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el´e sordu: ´Neden kalemi çalıştırıyorsun?´ dedi. El, cevap olarak dedi ki: ´Ben, et kemik ve kandan ibaretim. Zulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebim. Kudret ve izzet adlı bir binici sırtıma binmiştir. Beni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gez-diren odur. Sen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden kıpırdamıyor. Kendiliğinden harekete geçmiyor. Çünkü bana binen kuvvetli ve kahhar binici gibi, onların sırtında biri yoktur. Sen ölülerine yine bakmaz mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem arasında hiçbir muamele yoktur. Benim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele yok. Benim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebim. Bana binen beni sürer!´ Kişi ona da ´Doğru söyledin!3 deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden çokça gezdirdiğini ve kullandığını sordu. Kudret ´Beni kınamaktan vazgeç´ Nice kimse vardır ki kınar. Oysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki günahı yoktur. Benim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun sırtındayım. Fakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdım. Ben uyumuş, sakin bir vaziyetteydim. Öyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi. Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdım. Bu esnada vekil kılınan biri geldi. Beni uyandırdı. Gördüğün hareketime beni zorladı. Onun dediğini yapmaya kuvvetim var. Fakat yapmamaya kuvvetim yoktur. Bu müvekkile irade adı verilir. Ben onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım´ dedi. Kişi ona da ´Doğru söyledin!´ deyip irade´ye ´Bu sakin kudreti hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?´ diye sordu. İrade dedi ki: ´Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardır. Oysa sen kınıyorsun. Ben kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildim. Uyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldım. O hüküm gelmeden önce sakindim. Fakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin elçisi bana geldi kudreti hazırla dedi. Ben de mecbur olarak onu hazırladım. Ben ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdir. Bilmiyorum hangi cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet içerisindeydim. Bu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar... O zaman bunun yanında durduruldum. Ona itaat etmek bana farz kılındı. Hatta artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktu. Hayatımla yemin ederim tereddüt edip, hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdir. Fakat onun hükmünü beklerken sakinim. Ne zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarım. Bu bakımdan benim durumumu bana değil ilim´e sor. Beni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği gibiyim: Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem, bu takdirde bil ki göç edenler onlardır! Kişi ´doğru söyledin!´ deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan talep etti. İradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir ettiklerinden dolayı onları kınadı. Bunun üzerine akıl dedi ki: ´Bana gelince, ben bir lambayım. Kendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım´. Kalp dedi ki: ´Ben bir levhayım. Kendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım´. İlim dedi ki: ´Bana gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının beyazlığına nakşedildim. Kendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice seneler boştu. Bu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle olur´. O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: ´Bu yoldaki kınanmam oldukça uzadı. Mertebelerim oldukça çoğaldı. Bu işi kendisinden öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyor. Fakat ben, kalpte makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime gezdirilmeme rağmen seviniyordum. Fakat senin ´Ben bir hat ve nakışım, ancak beni kalem yazmıştır´ demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmem. Oysa ben, bu evde, levha, lamba, yazı, kalem, konuşma dinliyorum. Bunlardan hiç birini görmüyorum. ´Değirmen gürültüsünü işitiyorum. Fakat un görmüyorum´. Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin sermayen azdır. Azığın az ve merkebin zayıftır. Bil ki girmiş olduğun yolda tehlikeli geçitler çoktur. O halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildir. O halde sen ondan çık! Herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olur. Eğer sen hedefe gitmek istiyorsan dinle! Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür: Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlar. Oysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin. İkincisi, melekût âlemidir. O da benim arkamdadır. Beni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcuttur. Bilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın? Üçüncüsü, ceberrût âlemidir. Bu âlem mülk ile melekût âlemleri arasındadır. Sen bu âlemin de baştan üç konağını kat etmiş bulunuyorsun. Kudret, irade ve ilim konakları.... Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadır. Çünkü yol bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket halinde bulunan gemiye benzer. O gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin üzerinde sâkin durur. Kim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürür. Eğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir kimse gibidir. Eğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak yapmaksızın melekût âleminde yürür. Eğer sen su üzerinde yürümeye muktedir değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsın. Senin önünde saf sudan başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde edilmesidir. Hz. Peygamberin (s.a) Hz. İsa hakkında sözünü dinlemedin mi? ´Eğer o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü´. Peygamber bu sözü, kendisine, İsa (a.s) su üzerinde yürüyordu´ denildiği zaman söylemiştir.10 Bunun üzerine, sual soran ´İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettim. Bilmiyorum, bana söylenilen bu tehlikeli sahaları geçe-bilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var mıdır?´ diye sorunca cevap olarak ´Evet vardır´ dedi. Gözünü aç! Gözlerinin ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun ehli olanlara benzemiş olursun; zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa, önce kalemi görür. Görmez misin, Hz. Peygamber (s.a) işin başlangıcında kalemin keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu ayet nazil oldu: Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.(Alak/1-5) Bunun üzerine sâlik dedi ki: ´Gözümü açtım ve keskinleştirdim. ALLAH´a yemin ederim. Ben ne kamış, ne de odun görmüyorum. Ben onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum´. Bunun üzerine, ilim dedi ki: ´Talebi pek uzak gösterdim. Bilmiyor musun, evin eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, ALLAH Teâlâ´nın zatı, diğer zatlara benzemez, o halde O´nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı da diğer yazılara benzemez. Bunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî işlerdir. ALLAH Teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildir. Fakat ALLAH´tan başkası böyle değildir. O´nun eli et, kemik ve kandan değildir. Fakat diğer eller öyle değil. O´nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften değildir. O´nun hattı rakam ve resim değildir. O´nun mürekkebi boyadan ibaret değildir. Eğer bunu böyle görmü-yorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürüm. Ne bunlardan, ne de onlardan... O halde sen, ALLAH´ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O´nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeye. Eğer sen Hz. Peygamber´in ´Muhakkak ki ALLAH Adem´i (a.s) kendi sureti üzerine yarattı´ hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen Müşebbihe´den (ALLAH´ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle denilir: Ya katıksız bir yahudi ol! Ya da Tevrat´la oynama! Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes olan Tuva vâdisinde bulunuyorsun. O halde yolu acele geç. Kalbinin sırrıyla, vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve yine umulur ki arşın çadırlarından Hz. Musa´ya haykırılan sesle sana da haykırılır! Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12) Sâlik bunları, ilim´den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdi. Teşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk etti. Bunun üzerine nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladı. Bunu da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptı. Onun kalbinin penceresinden olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecekti. İlim, hiddetle o yağa üflediği zaman yağ tutuştu. Nûr üzerine nûr oldu. İlim ona dedi ki: ´Şu anda bu fırsatı değerlendir. Gözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!´ Bunun üzerine sâlik gözünü açtı. Ona ilâhî kalem göründü. İlâhî kalemi, ilmin vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördü. O kalem ağaç ve kamıştan değildi. Ne ucu, ne kuyruğu vardı. Durmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini yazıyordu. Onun her kalpte ucu vardır, başı yoktur. Bunun üzerine ucub ve hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! ALLAH benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi, başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum´. İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: ´Senin yanında uzun kaldım. Senden istediklerim gayet çok oldu. Oysa ben kaleme gitmek azmindeyim. Gidip kendisine şânını sorayım!´ Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki: - Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye tahrik ediliyor? - Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu? - Hayır onu unutmadım! - O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir. - Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun? - Dinlemedin mi? ALLAH Teâlâ Adem´i (a.s) kendi sûreti üzerinde yarattı! - Evet! - O halde, benini durumumu, Yemin ´ül-Melik lakabıyla anılan zata sor. Çünkü ben onun kabzasmdayım. Beni getirip götüren odur. Ben onun emrindeyim. Teshir olmak mânâsında ilâhî kalem ile ademoğlunun kalemi arasında fark yoktur. Fark ancak suretin zâhirindedir! - Yemin ´ül-Melik kimdir? - Sen ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini işitmedin mi?Gökler de sağ elinde dürülmüştür. (Zümer/67) - Evet! Ben bu ayeti işittim. - Kalemler de O´nun sağ elindedir. Kalemleri gezdiren O´dur! Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin´e doğru yol aldı ve yemini müşahede etti. Onun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildir. Hatta ciltlerce kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile acizdir. Onun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri, ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktır. Kişi baktı ki kalem, onun kabzasında, hareket halinedir. Böylece kalemin özrü, kişiye belirdi. Bunun üzerine kişi, Yemin ´den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin nedenini sordu. Yemin ona ´Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den dinlediğin cevabın benzeridir. O da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında elin hükmü yoktur. Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir´ dedi. Bunun üzerine sâlik, kudret âlemine revan oldu. Orada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce görülen acaiplikler küçük kalır. Kişi, kudret´e yemin´i hareketlendirmesinin sebebini sordu. Kudret ´Ben ancak bir sıfat ve niteliğim. Kâdir (kudret sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine) güvenilir!´ dedi. Fakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip sual lisanını cüretle açsın. Fakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldı. Huzûr-i Rabbânî´nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı. O (ALLAH) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar (Enbiya/23) Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladı. O baygın olarak, heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında ´Sen ortaktan münezzehsin. Senin şanın ne büyüktür. Sana tevbe ettim. Sana tevekkül ettim. Senin Cebbâr, Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandım. Bu bakımdan senden başkasından korkmam, senden başka hiç kimseden ummam. Ancak cezalandırmandan affınla sana sığınırım. Rızana bürünerek öfkenden sana sığınırım. Benim çıkar yolum ancak senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak ´Göğsümü benim için genişlet ki seni tanıyayım. Dilimden düğümü çöz ki seni öveyim´ dememdir. Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldı. Övgüye tamah etmekten ve peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dön. Emredileni yap, yasaklananı bırak. O sana ne demişse sen de onu söyle. Çünkü o bu huzurda şundan fazlasını söylemedi: ´Sen ortaktan münezzehsin. Senin kendini övdüğün gibi seni övmeye takatim yetmiyor´. Bunun üzerine kişi dedi ki: ´Yârab! Eğer dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır? Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?´ Bunun üzerine şöyle seslenildi: "Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk´ın (Hz. Ebu Bekir´in) yanına dön. Ona uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashabı yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsan doğru yolu bulursun. Sen onun şöyle dediğini duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz olduğunu bilmen de sana kâfidir". Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür diledi. Yemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere ´Benim özrümü kabul ediniz. Çünkü ben garib bir kimseydim. Bu memlekete yeni gelmiştim. Her yeni gelenin bir şaşkınlığı olur. Sizi kınamam, kusur ve cehaletten geliyordu. Şimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründü. Bana göründü ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr olandır. Sizler ancak O´nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O´nun kabzasında gidip gelenlersiniz. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O´dur´. Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki: ´O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftır. O nasıl hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir´. Cevap olarak dedi ki: ´O, mevcutlara nisbeten evveldir. Çünkü bütün mevcudât, tertip üzere O´ndan sâdır oldu. O, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar... Bu bakımdan O, seferin âhiridir. Öyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş duyu ile O´nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındır. Melekût âleminde geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O´nu talep edene nisbeten zâhirdir. İşte fiilde tevhid yolunun yolcularının tevhid´i böyledir. Benim bu tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin tevhîd´idir. Soru: Bu tevhid, öyle bir hududa gelmiştir ki melekût âlemine olan iman onun üzerine bina edilir. O halde, bunu anlamayan veya inkâr edenin durumu ne olur? Cevap: İnkâr edene gelince, onun tedavisi ancak ona şöyle demektir. Melekût âlemini inkâr etmen Semniye fırkasının ceberrût âlemini inkâr etmesi gibidir. Semniye fırkası ilimleri, beş duyuya hasretmişlerdir. Bu bakımdan beş duyu ile idrâk olunmadığı için ilim, irade ve kudreti inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beş duyudan ötürü şehadet âlemine yapışıp ötesine gitmemişlerdir. Eğer ´Ben de onlardanım! Çünkü ben ancak beş duyu ile şehadet âlemine varırım. Onun ötesinde birşey bilmiyorum´ dersen bu takdirde cevap olarak denilir ki: Beş duyunun ötesinde bulunan metafizik hâdiseleri biz basiretle müşahede etmişizdir. Onları inkâr etmen Sofistlerin beş duyuyu inkâr etmesi gibidir. Çünkü Sofistler ´Görmediğimize inanmayız. Belki biz onu rüyada görürüz´ demişlerdir. ´Ben sofistlerdenim. Beş duyu ile idrâk olunduğundan da şüphedeyim!´ derse, kendisine denilir ki: Bu şahsın mizacı fesada uğramıştır. Tedavisi mümkün değildir. Bu bakımdan birkaç gün o haliyle terkedilir. Çünkü her hastanın tedavisine doktorların gücü yetmez. İşte bu, inkârcının hükmüdür. İnkâr etmeyen, fakat anlamayan bir kimseye gelince, sâliklerin ona karşı takip edecekleri yol melekût âlemini müşahede ettiği gözüne bakmaktır. Eğer gözünün sağlam olduğunu, fakat göze siyah suyun indiğini, o suyun temizlenmesinin de mümkün olduğunu görürlerse, bu takdirde sürmecinin zâhirî gözle meşgul olduğu gibi, onun gözünü temizlemekle meşgul olmalıdır. Onun gözü, sıhhat bulduğunda yürümesi için yola irşad olunacaktır. Nitekim Hz. Peygamber bunu ashabının havassına uygulamıştır. Eğer gözünün tedavi edilmesi mümkün değilse, tevhid hususunda zikrettiğimiz yolda onu yürütmek mümkün değildir. Mülk ve melekût´un tevhîd´i ilan edişlerini duyması mümkün değildir. Bu bakımdan onunla harf ve sesle konuşunuz. Tevhîd´in zirvesini onun anlayışına indirin. Çünkü şehadet âleminde de bir tevhid vardır; zira herkes bilir ki ev iki sahipli oldu mu düzeni bozulur. Şehirde iki vali oldu mu fesada gider. Bu bakımdan onun aklına göre kendisine denir ki: ´Âlemin ilahı birdir. Alemi tedbir eden birdir; zira yer ve gökte ALLAH´tan başka ma´budlar olsaydı, mu-hakkak yer ile gök fesada uğrardı´. Bu bakımdan bu, onun şehadet âleminde gördüğüne uygun düşer. Böylece aklına uygun olan bu yollar sayesinde onun kalbinde tevhid inancı dikilmiş olur. Çünkü ALLAH Teâlâ, peygamberlere ve varislerine, insanların akıllarına göre konuşmalarını zorunlu kılmıştır. Bunun için Kur´an, Arapların konuşmalarındaki âdetleri üzerine Arap diliyle inmiştir. Soru: Bu itikadî tevhîd´in benzeri, tevekkül için esas olmaya elverişli midir? Cevap: Evet, elverişlidir. Çünkü inanç kuvvet bulduğunda, keşfin halleri kabarttığı gibi halleri kabartır. Ancak çoğu zaman bu itikadî tevhid zayıf olup ona sallantı ve sarsıntılar hücum eder. Bunun için bu inancın sahibi, konuşmasıyla kendisini koruyan bir kelâmcıya muhtaçtır veya hocasından almış olduğu akideyi muhafaza etmek için o kelâmcıdan öğrenmeye muhtaçtır. Anne ve babasından ve memleketinin halkından aldığı akidesi için de buna ihtiyacı vardır. Yolu görüp bizzat yürüyen bir kimse ise, onun için bu şeylerin hiç birinden korkulmaz. Hatta perde kalksa bile onun yakîni her ne kadar vuzuh bakımından artsa bile (son raddede olduğundan) artmaz. Sabah olduğu zaman bir insanı gören bir kimse, güneş doğduktan sonra onun insan oluşunda yakîn bakımından bir artış kaydetmez. Ancak onun yaratılışının tafsilatında, vuzuh bakımından yakîni artar. Keşif sahipleriyle inanç sahiplerinin misali Firavun´un sihirbazları ile Sâmirî´nin arkadaşları gibidir. Çünkü Firavun´un sihirbazları sihrin tesirininin sonucuna vâkıf olduklarından zira çok görmüş ve denemişlerdi Hz. Musa´dan sihrin hududunu geçen bir mu´cize gördüklerinde işin hakikatini anladılar. Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size sihir öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim.(Tâhâ/71) Onlar ise Firavun´un bu tehdidine aldırış etmeyip şöyle dediler: Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. (Tâhâ/72) Çünkü beyan ve keşif, tağyir ve ifsadı önler. Sâmirî´nin arkadaşlarına gelince, onların imanları ejderhanın zâhirine bakıştan geldiğinden dolayı Sâmirî´nin buzağısına bakıp onun böğürmesini dinlediklerinde, imanları bozuldu ve onun ´işte sizin de Musa´nın da ilâhı budur!´ (Tâhâ/88) sözünü dinlediler ve onlardan bir zararı defedip onlara bir fayda sağlamayacağını unuttular. Bu bakımdan ejderhaya bakmakla iman eden herkes, şüphesiz ki buzağıya baktığında küfre saplanır. Çünkü ejderha da buzağı da şehadet âlemindendir. Şehadet âleminde ise ihtilaf ve tezatlar çoktur. Melekût âlemi ALLAH katından olduğundan onda asla ne bir ihtilâfa ne de bir tezada rastlamazsın. Soru: Senin söylediğin tevhid vasıtaların ve sebeplerin müsahhar oldukları anlaşılırsa zâhirdir. Bütün bunlar da zâhirdir. Ancak insan fiillerinde böyle değildir. Çünkü insan isterse yapar, isterse yapmaz. Bu bakımdan insan nasıl müsahhar olabilir! Cevap: Eğer, o buna rağmen dilemek istiyorsa diler, eğer dilemek istemiyorsa dilemez. İşte burası ayakların kaydığı ve yanlışlığın yapıldığı bir yerdir. Fakat şu anlaşılmıştır ki ALLAH dilediği zaman, o ister dilesin ister dilemesin, ALLAH´ın dilediğini yapmak mecburiyetindedir. O halde dilemek kulun elinde değildir; zira onun elinde olsaydı, onun dilemesi ikinci bir dilemeye muhtaç olurdu ve böylece sonsuza doğru zincirleme giderdi. Dilemek kulun elinde olmadığı zaman, kudreti makdûra yönelten dilemek meydana geldikçe, kudret, kendisine tevdi edilen vazifeyi yapmak mecburiyetinde kalır. Muhalefet edemez. Bu bakımdan hareket, kudretle zarurîdir. Kudret de meşiyyetin kesinliği anında zarurî olarak harekete geçer. O halde meşiyet, kalpte bir zaruret meydana getirir. İşte bunlar birtakım zaruretlerdir. Bazısı bazısına bağlıdır. Kul meşiyetin varlığını bertaraf edemediği gibi, meşiyetten sonra kudretin makdura yönelmesini de bertaraf edemez. Meşiyet, kudreti harekete geçirdikten sonra hareketin varlığını da kaldıramaz. Bu bakımdan kul, bütün bunlarda mecburdur. Soru: Senin bu söylediğin katıksız cebrdir.11 Cebr ise ihtiyar mezhebine zıd düşer. Oysa sen ihtiyarın varlığını kabul ediyorsun. Bu bakımdan kişi hem mecbur, hem de muhtar nasıl olabilir? Cevap: Eğer perde kalksaydı, anlardın ki kul bizzat ihtiyarda da mecburdur. O halde ihtiyar´ı anlamayan bunu nasıl anlar? Bu bakımdan biz, kelâmcıların lisanıyla ihtiyar´ı kısaca izah edelim ki daha önce zikrettiğimize bir sonuç olsun. Çünkü bu kitabda muamele ilminden başka bir hedef güdülmemiştir. Fiil lâfzı insanda üç vecihe hamledilir: Zira denir ki: İnsan parmaklarıyla yazar! Teneffüs borusu ve hançeresiyle nefes alır. Bedeniyle su üzerinde durursa suyu ikiye böler. Bu bakımdan insana suyu yarmak, nefes almak ve yazmak nisbet edilir. Bu üç sıfat mecburiyet ve cebr hakikatinde birdirler. Fakat bunun ötesinde birçok işlerde değişik manzaralar arzederler. Üç ibare ile bunu izah edelim: Yüzü koyun suya girdiğinde suyu yarmasına tabiî fiil adını veririz. Nefes al-masına irâdî fiil, yazmasına ihtiyarî fiil adını veririz. Tabiî fiilde cebr zâhirdir; zira insanoğlu ne zaman suya girerse veyahut da duvardan boşluğa atılırsa, şüphesiz ki hava ikiye bölünür. Bu bakımdan atıldıktan sonra havanın ikiye bölünmesi zarurîdir. Nefes almak da bu mânâdadır; zira hançerenin hareketini nefes alma iradesine nisbet etmek, tıpkı suyun bölünmesini bedenin ağırlığına nisbet etmek gibidir. Bu bakımdan ağırlık ne zaman mevcut olursa suyun bölünme hâdisesi meydana gelir. Oysa ağırlık da insanın fiili değildir. İşte irade de bunun gibi, insanın fiili değildir. Bir insanın gözüne iğne batırılmak istense mecburî olarak göz kapakları kapanır. Eğer gözlerini açık bırakmak istese buna gücü yetmez. Oysa mecburî olarak kapanan göz kapakları irade ile olan bir fiildir. Fakat iğnenin sureti, idrâk ile, gözün müşahedesinde görüldü mü, göz kapanması iradesi ve bu kapan-manın hareketi zarurî olarak meydana gelir. Eğer kapatmayı ter-ketmek istese buna gücü yetmez. Oysa bu onun kudret ve iradesiyle yapılan bir fiildir. Bu bakımdan bu fiil, zarurî olmasında, tabii fiile iltihak eder. Üçüncüye gelince, o da ihtiyarîdir. Yazı ve konuşma gibi. Burası karışıklığın ve şüphenin hâkim olduğu bir yerdir. Bu durumda ´Eğer dilerse yapar, eğer dilerse yapmaz. Bazen diler, bazen dilemez´ denilir. Bu bakımdan bu ibareden işin kulun elinde olduğu zannedilir. Oysa böyle zannetmek ihtiyar´ın mânâsını bilmemektir. Biz şimdi ihtiyar´ın mânâsının yüzüne gerilen perdeyi kaldıralım: İrade, şeyin sana uygun olmasını öğreten ilme tâbidir. Eşka ise, tereddütsüz, sana uygun olması zâhir ve bâtın müşahedenle kuvvet bulan kısımlar ile aklın hakkında tereddüt ettiği kısma ayrılır. Bu bakımdan tereddütsüz kabul ettiğinin misali, gözüne iğne sokulmak istenildiğinde veya sana kılıç ile saldırıldığmda, bunun defedilmesinin senin için daha hayırlı ve uygun olduğunu bildiren ilimde zerre kadar tereddüt yoktur. Madem ki böyledir, şüphesiz ilim ile irade, irade ile de kudret ha-rekete geçer. Defetmekle göz kapaklarının hareketi meydana gelir. Kılıcı uzaklaştırmak için el gayr-i ihtiyarî harekete geçer. Bu hareket, düşüncesiz meydana gelir, fakat yine de irade ile olur. Eşyadan öylesi vardır ki akıl orada kalakalır. Uygun olup olmadığını bilmez. Bu bakımdan yapmasının mı yapmamasının mı daha iyi olduğunu anlamak için düşünceye mecbur kalır. Düşünce ile birinin daha hayırlı olduğu anlaşılınca bu, tereddütsüz kabul edilene iltihak eder. Burada da irade kılıç ve mızrağı uzaklaştırmak için akla, hayırlı olmadığı beliren bir fiil için irade harekete geçtiğinde, o iradeye hayır masdarından (kökünden) gelen İrade-i ihtiyariye adı verilir. Yani o, akıl için daha hayırlı olduğu anlaşılan bir şeyi harekete geçirdiğinde iradedir. O bu iradenin aynısıdır. Ancak şu var ki bu iradenin harekete geçmesi, kişinin yapılmasında hayırlı gördüğünü yapmasını sağlayan düşünce neticesinde olmamıştır. Ancak kılıcın uzaklaştırılmasındaki hayır, kendiliğinden belirmiş, ilk görüşte tebellür etmiştir. Bu ise, düşünceye muhtaç olmuştur. Bu bakımdan ihtiyar özel bir iradeden ibarettir. O öyle bir iradedir ki idrâkinde aklın duraksadığı şey hakkında, aklın işaretiyle harekete geçmiştir. Bundan dolayı denilmiştir ki iki hayrın daha hayırlısını ve iki şerrin daha şerlisini seçmek için akla ihtiyaç vardır. İradenin ancak his, hayal veya akıldan gelen kesin bir hükümden ötürü meydana gelmesi düşünülür. Bunun için bir insan, kendi boynunu kesmek istese, bu çok zaman imkânsızdır. Fakat bu imkânın yokluğu ´elinde kudret yoktur´ veya ´bıçak yoktur´ demek değildir. Ancak ´kudreti yönelten ve davet eden irade yoktur´ demektir. Bu iradenin yok olması da şu illettendir: İrade, aklın hükmüyle veya fiilin daha uygun olmasını hissetmesiyle meydana gelir. Kişinin kendi nefsini öldürmesi ise, kendisine uygun değildir. Bu bakımdan azaların kudretine rağmen kendisini öldürmesi imkân yoktur. Ancak tahammül edilmez bir ceza içinde ise (o zaman hüküm değişir). Çünkü akıl burada duraklar; zira aklın buradaki tereddüdü, iki şerrin hangisinin daha şerli olduğunu seçmek içindir. Düşünceden sonra öldürmemenin kendisine daha az şerli olduğu görünürse, o vakit nefsini öldürmesi mümkün olmaz. Eğer öldürmenin daha az şerli olduğuna hükmederse ve hükmü de kesinse, engel de yoksa, irade ve kudreti harekete geçer ve kendini öldürür. Tıpkı kılıçla kova-landığında kendisini damdan atan bir kimse gibi.. Her ne kadar damdan atlamak öldürücü ise de, kişi buna perva etmez. Çünkü kendini atmamaya gücü yetmez. Eğer sopa gibi bir şeyle kovalanıyorsa duvarın kenarına vardığında, aklı, yiyeceği sopanın, duvardan atlamaktan daha kolay olduğuna hükmeder, azalar durur. Kendini atma imkânına sahip olmaz ve hiçbir zaman kendini atmaya davet edici bir his de içinde bulunmaz. Çünkü iradeyi çağıran akıl ve hissin hükmüne boyun eğmiştir. Kudret de iradeyi çağırana boyun eğmiştir. Hareket de kudrete... Bu bakımdan bütün bunlar, zarurî olarak, insanoğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiştir. O ancak bu işlerin uygulama merkezidir. Bunların ondan olmasına gelince, bu mümkün değildir. Madem ki durum budur, kişinin mecbur olmasının mânâsı şu demektir: Bütün bun-lar kendisinden değil, başkası tarafından onda meydana getirilmiştir. Kişinin muhtar olmasının mânâsı ise şudur: Aklın, fiilin kendisine uygun ve katıksız bir hayır olduğuna hükmetmesinden sonra, kendisinde bir cebr meydana getiren bir iradenin merkezidir. Hüküm de cebren meydana gelir. Bu bakımdan kişi ihtiyarında da mecburdur. Mesela ateşin yakması katıksız bir cebrdir. ALLAH´ın fiili katıksız bir ihtiyardır. İnsanın fiili ise bu ikisi arasında bir yerdedir; zira insana ihtiyarla cebredilmiştir. Bu bakımdan hak ehli, bunun için üçüncü bir ibare aradı. Çünkü bu üçüncü bir durumdur. Bunu da ALLAH´ın kitabına uyguladılar ve adına kesb dediler. Bu kesb ne cebre, ne de ihtiyara zıt değildir. İkisini bir araya getirir. ALLAH Teâlâ´mn fiiline ihtiyar adı verilir. Fakat bir şartla ki ALLAH´ın ihtiyarından, hayret ve tereddütten sonra, ihtiyar etmesi anlaşılmalıdır. Çünkü hayrete düşüp tereddüt etmek ALLAH hakkında muhaldir. Lûgatlerde zikredilen bütün lâfızların ALLAH hakkında kullanılması mümkün değildir. Ancak bir tür istiare ve mecaz yoluyla kullanılır ki onu zikretmek bu ilme uygun düşmediği gibi oldukça da uzun sürer. Soru: Sen ilmin iradeyi, iradenin de kudreti, kudretin de hareketi doğurduğuna kaail misin? ´Her son gelen önce gelenden meydana gelmiştir´ mi diyorsun? Eğer bunu söylersen, ALLAH´ın kudreti olmadığı halde bir şeyin meydana gelmesine hükmetmiş olursun! Eğer bunu söylemekten çekinirsen, bu söylediklerimizden bazısının diğeri üzerine terettüb etmesinin mânâsı nedir? Cevap: ´Bunların bazısı bazısından meydana gelmiştir´ demek katıksız cehalettir. İsterse, bu mânâ doğurmak ile, isterse başka tabirlerle ifade edilsin. Bütün bunlar ezelî kudret ile ifade edilen mânâya havale edilir! O ezelî kudret öyle bir esastır ki ilimde râsih olanlar hariç, insanlar onu çözmekten âcizdirler. İlimde râsih olanlar ise, onun mânâsının künhüne vâkıf olmuşlardır. Halk tabakası, bizim kudretimize bir tür benzetmekle beraber onun mü-cerred lâfzı üzerinde durmuşlardır. Oysa böyle sanmak hakikatten uzaktır. Bunun izahı oldukça uzar. Fakat meşrûtun tahakkuku, şartın tahakkukuna terettüp ettiği gibi, meydana gelmekte de makdûratın (kudretin dahilinde olanların), bir kısmı diğer kısınma mütevakkıftır. Bu bakımdan ezelî kudretten ilim olmadan önce irade, irade olmadan önce de hayat sudur etmez. Nasıl ki hayatın şartı olan cisimden hayatın meydana geldiğini söylemek caiz değilse, onun gibi tertip derecelerinin diğeri de düşünülmelidir. Fakat bazı şartlar bazen halk tabakasına görünür. Bazıları da ancak hakkın nûruyla keşfe mazhar olan havas tabakasına görünür. Aksi takdirde önde olanın öne geçmesi, geride olanın da geriye itilmesi, ancak hak ve lüzumla olur. ALLAH´ın bütün fiillerinde böyledir. Eğer bu olmasaydı takdim tehir, delilerin yaptığı gibi mânâsız bir hareket olurdu. ALLAH Teâlâ cahillerin sözünden yücedir. Buna şu ayetle işaret edilmiştir: Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56) Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, hak ile yarattık.(Hicr/85) Bu bakımdan yer ve gök arasında her ne varsa bir tertip üzerine yaratılmıştır. Ancak bu var olan tertip üzerinde düşünülebilir. Bu bakımdan geciken ancak şartının beklemesi için gecikmiştir ve şarttan önce meşrûtun (şartlının) oluşu muhaldir. Muhale makdûr denilmez. Bu bakımdan meni damlasından ilim, ancak hayat şartının olmayışından ötürü gecikir. İlimden sonra irade ancak ilim şartının olmamasından gecikir. Bütün bu vâcibin yolu, hakkın tertibidir. Bunun hiçbir şeyinde tesadüf yoktur. Bütün bunlar, belîğ bir hikmet, gizli bir tedbir iledir. Bunu anlatmak zordur. Fakat kudretin varlığına rağmen makdûrun şartın varlığı üzerinde durması için bir misal verelim ki hakkın başlangıçlarını zayıf zihinlere yaklaştırsın. Şöyle ki: Boğazına kadar suya dalmış, abdestsiz bir insan farzedelim. Abdestsizlik hükmü bu insanın su içinde bulunan azalarından kalkmaz. Her ne kadar su ile temas etmiş olsa da durum böyledir. Bu bakımdan ezelî kudretin hazır makdûrlarla temas etmesini, tıpkı suyun azalara temas etmesi gibi ve onlara yapışık olarak kabul et. Fakat şartı beklemek için su ile abdestsizliğin hükmünün kaldırılması meydana gelmediği gibi, o ezelî kudretle de makdûr meydana gelmez. Buradaki şart yüzün yıkanmasıdır. Bu bakımdan suda duran insan ne zaman yüzünü yıkarsa su diğer azalarına da tesir eder ve abdestsizliği ortadan kaldırır. (Bu izah tarzı Şâfiî´nin abdestteki görüşüne göredir; zira Şâfiî´ye göre abdestte tertip yani önce niyet, sonra yüz, sonra elleri dirseklere kadar yıkamak, sonra başı meshetmek, sonra ayakları topuklara kadar yıkamak farzdır). Bu bakımdan cahil bir kimse, çoğu kez yüzden abdestsizlik hükmünün kalkmasıyla, ellerden de hükmün kalktığını zanneder. Çünkü o hükmün ellerden kalkması yüzden kalkmasından sonra meydana gelmiştir. Zira o cahil der ki: Su daha önce azalara temas etmişti. Fakat abdestsizliği kaldırmadı. Su, daha önce olduğu gibi kaldı. O halde daha önce yapmadığı bir işi, yüzün yıkanmasından sonra neden yaptı? Kollarda abdestsizliğin hükmü, yüzün yıkanması anında hâsıl olduğuna göre, kollardan abdestsizliği kaldıran, yüzün yıkanmasıdır. Bu söz, hareketinin kudretle meydana geldiğini, kudretin irade, iradenin de ilimle meydana geldiğini zanneden bir kimsenin zannına benzer bir cehalettir. Bu zanların tamamı yanlıştır. Çünkü yüzden abdestsizliğin hükmü kalktığında, yüzün yıkanmasıyla değildir ve ellere ulaşan su ile ellerden de abdestsizlik kalkmıştır. Oysa su bozulmamıştır. Eller de olduğu gibi duru-yor. Onlarda bir değişiklik yoktur. Fakat şartın varlığı meydana gelmiş ve böylece illetin eseri belirmiştir. İşte mukadderatın ezelî kudretten sâdır oluşu böyle anlaşılmalı. Oysa kudret kadîm´dir. Mukadderat ise hadîs! Bu, keşif âleminden başka bir âlemin kapısını çalmaktır. Bu bakımdan biz bütün bunları terkedelim. Çünkü bizim maksadımız, fiildeki tevhid yoluna dikkati çekmektir; zira hakikatte fâil birdir. Kendisinden korkulan, ümit edilen o fâildir. Ona tevekkül edilir, O´na güvenilir. Biz tevhid denizlerinden ancak Tevhid makamlarının üçüncü makamının denizinden bir katre zikrettik. Bunu tamamen anlatmak, Hz. Nuh´un uzun ömründe bile muhaldir. Bu tıpkı denizden damla almak suretiyle denizin suyunu boşaltmak gibidir. Bütün bunlar Lâ ilâhe illâllah kapısına dercolunur. Bunu söylemek dile ne kadar kolay! Bu lâfzın mânâsına inanmak kalbe kolay gelir. Bunun hakikatinin ve ilimde râsih olan âlimler nezdinde özünün bulunması ne kadar zor bir şeydir. Acaba râsih olmayanların yanında nasıl bulunabilir? Soru: Tevhid ile şeriatın arasını birleştirmek nasıl mümkün olur! Oysa Tevhîd´in mânâsı ´ALLAH´tan başka fâil yoktur´ demektir. Şeriatın mânâsı ´fiilleri kullara isnad etmektir´. Eğer kul fâil ise, ALLAH nasıl fâil olur? İki fâil arasında bir mef´ûlün bulunması aklın almayacağı bir şeydir. Cevap: Evet! Eğer fâilin bir tek mânâsı olursa bu anlaşılmaz. Eğer failin iki mânâsı olup da fâil terimi, bu iki mânâ arasında mücmel ise o vakit biri diğerine zıt düşmez. Nitekim şöyle denilir: ´Emir filanı öldürdü!´ ve yine şöyle denilir: ´Cellât onu öldürdü!´ Fakat, emîr, burada bir mânâ ile kâtildir. Cellât ise başka bir mânâ ile kâtildir. İşte böylece kul bir mânâda fâil, ALLAH Teâlâ başka bir mânâda fâildir. ALLAH Teâlâ´nın fâil olmasının mânâsı, O´nun varedici ve mûcid olmasıdır. Kulun fâil olmasının mânâsı, kul kendisinde ilim, ilimden sonra irade yaratıldıktan sonra kudretin yaratılmış olduğu bir merkezdir. Bu bakımdan kudret, iradeye, hareket de kudrete, şartın meşrûta bağlı olması gibi bağlıdır. Malûl´un illete, yapılanın yapana bağlanması gibi, gelip ALLAH´ın kudretine bağlanır. O halde ne şekilde olursa olsun, kudretle bağlantısı olan herşey için ´kudretin merkezi onun fâilidir´ denir. Nitekim hem cellâda, hem de emîre kâtil denildiği gibi... Çünkü katl (öldürmek) ikisinin kudretine bağlıdır. Fakat değişik yönlerden bağlıdır. İşte bunun için de ikisinin fiili olmakla isimlendirilir. İşte makdûratın iki kudrete bağlanması da böyledir. Bunun tevafuk ve tetabuku için ALLAH Teâlâ, Kur´an´da fiilleri bazen melek-lere, bazen kullara nisbet etmiş, başka bir zamanda da aynı fiilleri kendi nefsine nisbet etmiştir. Ölüm hakkında şöyle buyurmuştur: De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır.(Secde/11) ALLAH Teâlâ nefisleri öldürür. Ölmekte olan canları alır.(Zümer/42) Ektiğinizi gördünüz mü?(Vâkıa/63) ALLAH Teâlâ, ´tohum ekmeyi´ bize izafe etti. Sonra şöyle buyurdu: Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik taneler, üzümler, yoncalar...(Abese/25-28) Nihayet ona ruhumuzu (Cebraili) gönderdik de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü.(Meryem/17) Ona ruhumuzdan üfürdük. (Tahrîm/13) Oysa ona üfüren Cebrail´dir. O halde sana Kur´an´ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et!(Kıyamet/18) Bunun mânâsı ´Cebrail, Kur´anı sana okuduğu zaman onun okuyuşunu takip et!´ demektir. Onlarla savaşın ki ALLAH sizin ellerinizle onlara azap etsin! (Tevbe/14) Görüldüğü gibi ALLAH, katli onlara, azap vermeyi kendi nefsine izafe etti. Azap vermek katlin ta kendisidir. ALLAH Teâlâ açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: Onları siz öldürmediniz, fakat ALLAH öldürdü. (Enfal/17) Bu ayet, zâhirde nefyi (olumsuz) ve isbatı cem´etmiştir. ALLAH Teâlâ´nın attığı mânâ ile sen atmadın; zira sen kulun atıcı olduğu mânâ ile attın demektir. Çünkü bunların ikisi değişik mânâlardır. Yine ALLAH şöyle buyurmuştur: O kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.(Alâk/4-5) Rahman Kur´an´ı öğretti.(Rahmân/1-2) Sonra onu açıklamak bize düşer.(Kıyâmet/19) Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan?(Vâkıa/58-59) Hz. Peygamber (s.a) rahimleri kontrol eden meleğin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur: O, ana rahmine girer, meni damlasını eline alır. Sonra onu beden hâline getirir ve şöyle der: ´Yârab! Bu erkek mi yoksa dişi mi olacak? Boyu düzgün mü olacak yoksa eğri mi?´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, dilediğini meleğe söyler, melek de yapar.12 Başka bir lâfızda: ´Melek suretlendirir, sonra ona saadet veya şekavetle ruhu üfürür´ demiştir. Seleften bir âlim şöyle demiştir: ´Kendisine Ruh adı verilen büyük melek cesedlere ruhları üfürür! Onun her nefesi cesede giren birer Ruh olur ve ona Ruh ismi verilir. Bu melek ve sıfatı hakkında söylenenler hakikattir. Kalp erbabı, basiret gözüyle bunu görmüşlerdir. Bunun bundan ibaret olması cihetine gelince, bu ancak nakille anlaşılır. Nakilsiz hüküm vermek mücerred bir tahmin olur. Böylece ALLAH Teâlâ, Kur´an´da yer ve gökler hakkında delil ve ayetlerden bir kısmını zikrederek şöyle buyurdu: Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussılet/53) ALLAH kendisinden başka ilah bulunmadığına dair şahidlik etti.(Âlu İmran/13) Kendi nefsi üzerinde delilin ta kendisi olduğunu beyan etmiştir. Bu ise, zıddiyet arzetmez. Delil getirme yolları değişiktir. Nice talip vardır ki ALLAH´ı mevcûdata bakarak tanımıştır. Nice ta-lip vardır ki bütün mevcudatı ALLAH ile tanımıştır. Nitekim bazısının şöyle dediği gibi: RABBİMi RABBİMle tanıdım. Eğer RABBİM olmasaydı RABBİMi tanımazdım. Bu söz şu ayetin mânâsıdır: Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53) ALLAH Teâlâ nefsini, biricik diriltici ve öldürücü olmakla vasıflandırmıştır. Sonra ölüm ve hayatı iki meleğe havale etmiştir. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur: ölümle hayat melekleri cedelleştiler. Ölüm meleği şöyle dedi: - Ben dirileri öldürürüm! - Ben ölüleri diriltirim! Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, ikisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: İkiniz de işinize, sizi memur kıldığım sanata devam edi-niz! Öldürücü ve diriltici benim. Benden başka öldüren dirilten yoktur´.13 Madem ki durum budur, o halde fiil değişik yönlerde kullanılır. Böyle anlaşıldığında bu mânâların, biri diğerine zıt düşmez. Bu nedenle kendisine hurma verilen kimseye ´Al bu hurmayı! Eğer sen onun ayağına gelemeseydin o muhakkak sana gelecekti´ denir.14 Görüldüğü gibi, gelme fiilini, hem o hurmaya, hem de o adama izafe etmiştir. Oysa hurmanın insanın kendisine geldiği şekilde gelmediği malumdur. Tevbe eden bir kişi ´Ben Muhammed´e değil, ALLAH´a tevbe ediyorum´ dediğinde, ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Hakkı, ehli için tanıdı (hakkı ehline verdi).15 Bu bakımdan kim bütün fiilleri ALLAH´a izafe ederse o, hak ve hakîkati bilen hakîkat sahibidir. Kim ALLAH´tan başkasına izafe ederse o, konuşmasında mecaz ve istiare kullanan bir kimsedir. Hakikatin bir yönü olduğu gibi, mecazın da bir yönü vardır. İsmi faili lugat ilmini tedvîn eden mucid için vaz´etmiştir. Fakat insanın da kudretiyle mûcid olduğu zannedilmiştir. Böylece hareketinden ötürü insana da fâil adı verilmiş ve bunun hakîkat olduğu zannedilmiştir. Aynı zamanda vehmetmiştir ki fiilin ALLAH´a nisbeti, katlin sultana nisbeti gibi mecaz yoluyladır. Çünkü cellâda nisbet edilmesine bakılırsa katlin sultana nisbet edilmesi mecazdır. Ne zaman ki hakîkat ehline keşfolundu, emrin tam aksine olduğunu anladılar ve dediler ki: ´Ey lugatçi! Muhakkak ki fâil onu mucid için vazetmiştir. Bu bakımdan ALLAH´tan başka fâil yoktur. İsim hakîkaten O´nundur. Mecazen başkasına verilir´. Yani lugat ehlinin kastettiği mânâyı geçmek suretiyle başkasına bu isim verilir dediler. Nitekim ki mânânın hakîkat!, bilerek veya bilmeyerek bir bedevinin lisanı üzerine câri olduğunda Hz. Peygamber onu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: Şairin söylediği en doğru şiir, Lebid´in şu sözüdür: İyi bilin ki ALLAH´tan başka herşey bâtıldır. Yani nefsi ile kaim olmayan, varlığı başkasına bağlı olan herşey nefsi itibarıyla bâtıldır. Onun hakikatı, kendi nefsiyle değil başkasıyladır. O halde, hakîkat açısında benzeri olmayan Hayy ve Kayyum´dan başkası nefsiyle kaim değildir! Çünkü zatıyla kaaim olan O... Onun masivası olan herşey O´nun kudretiyle kaaimdir. O halde O, hakkın ta kendisidir, O´ndan başkası ise bâtıldır. Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´Ey miskin! Sen olmadığın halde O vardı! Olmayacağın zaman da O varolacaktır. Bugün olduğunda başladın Ben, Ben demeye.... Şimdi de olmadığın gibi ol! Zira O, bugün olduğu gibidir´. Soru: Anlaşıldı ki herşey cebrdir. Öyleyse sevap, ıkab, öfke ve rıza´nın mânâsı nedir? O, kendi nefsinin fiilinden ötürü nasıl öfkelenir? Cevap: Bunun mânâsına Şükür bahsinde işaret etmiştik. Tekrar etmekle kitabı uzatmak istemiyoruz. İşte tevekkül halini gerektiren tevhîd´den işaret etmek istediğimiz bu kadardır. Bu ancak rahmet ve hikmete iman etmekle tamam olur. Çünkü tevhid, sebeplerin müsebbibine bakmayı gerektirir. Rahmet ve sebeplerin müsebbibine güvenmeyi gerektiren imanı gerektirir, ileride geleceği gibi, vekile güvenmekle tevekkül hali tamamlanır. Kefilin güzel bakışına kalbin mutmain olmasıyla tamama erer. Bu imanda imanın kapılarından büyük bir kapıdır. Bu husustaki keşif ehlinin yolunu hikâye etmek oldukça uzun sürer. Bu bakımdan biz bunun özetini zikredelim ki tevekkül makamına talip olan bir kimse, kesin bir şekilde inansın. İçinde şüphe ve zâfiyet olmayan bir yakîn ile ALLAH Teâlâ bütün insanları akıllı ve âlim yaratsaydı, onlara nefislerinin taati yok edecek kadar ilim yaratıp vasfına ni-hayet olmayacak kadar hikmeti onların üzerine yağdırsaydı, sonra ilim, hikmet ve akıl yönünden tümünün sayısını fazlalaştırsaydı, sonra onlara işlerin neticelerini bildirseydi ve onları melekûtun sırlarına muttali kılsaydı, onlara lütfun inceliklerini ve neticelerin gizliliklerini bildirseydi, onun vasıtasıyla hayır ve şerre, fayda ve zarara muttali olsaydılar, sonra onlara mülk ve melekûtu, kendilerine verilen ilim ve hikmetle tedbir etmeyi emretseydi, tümü birleşip işleri düzene sokmaya çalışsaydı yine de ALLAH Teâlâ´nın dünya ve ahirette halkı tedbir ettiği gibi, bir sivrisinek kanadı kadar, ne artış, ne de düşüş kaydedemezlerdi. Bundan ne bir zerreyi kaldırabilirler, ne de bir zerreyi alçaltabilirlerdi. Ne bir hastalığı, ne bir ayıbı, ne bir eksikliği, ne bir fakirliği veya bir kimsenin derdini, sıhhatli olan bir kimsenin sıhhatini, kemâli, zenginliği, faydayı kaldırmaya da güçleri yetmezdi. ALLAH Teâlâ´nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylere dikkatle bakarlarsa, uzun uzun düşünürlerse orada ne bir fazlalık ve eksiklik ve ne de sanatta bir gevşeklik göremezler. ALLAH´ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ecel, sevgi, üzüntü, âcizlik. |
Tevekkül Hali Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş, ilim´in ne olduğunu da beyan etmiştik. Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül´ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül´den bahsetmiştir. Nitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur. Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından türemedir. Denir ki: ´Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir´. Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir. Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir. Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir: 1. Hidayetin zirvesinde olması, 2. Kuvvetin zirvesinde olması, 3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması, 4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması. Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir. Hidayet´e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez! Fesâhat´a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir. Şefkat´in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez. Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar... Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi... Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir. Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi.. Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde ALLAH´a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi ALLAH´tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber ALLAH´ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O´nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece ALLAH´a tevekkül eder, hiçbir yönden ALLAH´tan başkasına iltifat etmez. Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü ALLAH´tan başka kimseye dönüş ve ALLAH´tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken, tevhid bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, ALLAH´ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez... Nasıl ki ALLAH Teâlâ´nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, ALLAH´ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi... Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür. Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla beraber itminan yoktur. Nitekim ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e şöyle buyurmuştur: ALLAH ´inanmadın mı?´ demişti. İbrahim ´Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum´ dediKullarla aziz olmayı talep edeni ALLAH zelîl eder.16 Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır: Birinci Derece Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, ALLAH hakkındaki halinin ve ALLAH´ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır. İkinci Derece Bu daha kuvvetlisidir. ALLAH ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı ALLAH´a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da ALLAH´a bağlanır ve hakkıyla ALLAH´a tevekkül eder. Çünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez. Sadece kendisine tevekkül edilen ALLAH´a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde kendisine tevek-kül edilenden başkasına yer kalmamıştır. Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur. Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mü-lâhazasından çeviren bir meşguliyettir. Sehl et-Tüsterî´den, ´Tevekkülün en alt derecesi nedir?´ diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: ´istekleri terketmektir!´ ´Orta derecesi nedir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: ´İhtiyar´ı terketmektir!´ Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden soru-lunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: ´En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!´ Üçüncü Derece Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, ALLAH´ın huzurunda öyle olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar... Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, ALLAH´ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, ALLAH´ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur. Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez. Ancak sadece ALLAH´tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir. Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi? Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur. İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam et-mesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir. Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuv-vet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi... Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir. Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin in-celiğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder. Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır. Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir. Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu? Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla ALLAH´a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi... Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır. Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi... Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: ´Ben ancak senin huzurunda konuşurum!´ Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir. Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur. Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve si-cilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır. Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır´ demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz. Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da ALLAH Teâlâ´dır; zira tevhid bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı ALLAH´tır! Onları faydalı kılan da ALLAH´tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da ALLAH´tır... Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden ALLAH´tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır. Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: ´Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir´. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen mükafat, Tevhid bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime´nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah´ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ kelimesinde sadece iki şey ALLAH´a mal edilmiştir. ´Lâ ilâhe illâllah´ kelimesine gelince o, herşeyi ALLAH´a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki ´Lâ ilâhe illâllah´ın ´Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesin. Daha önce ´Tevhîd´in iki kabuğu ve iki özü vardır´ dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir: Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, ´Lâ ilâhe illâllah´ derse ona cennet vâcib olurAltın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır.(Vâkıa/15-16) Ashab-ı yemîn´in bahsinde su,gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir. Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a´lâyı illiyyîn ´e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı. Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a´lâyı illiyyîn´de rabb´ülâlemîn´in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrail (a.s) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrail´in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur! Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18 Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gafiller onlardır.(A´raf/179) Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce ´Lâ ilhahe illâllah´ ve ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: ´Müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez´. Soru: Senin ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünden ALLAH´a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri ´Gökle yer ALLAH´ın yaratığıdır´ dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir? Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet´in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, ALLAH´ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasma makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır. Burada gafiller helâk olmuşlardır! Zira gafiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd´de şirk ve ALLAH´tan başka bir yaratıcı is-bat etmektir. Kim ALLAH´ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ sözünde doğru olur. Nitekim daha önce ´Tevhîd´de iki gedikten başkası yoktur´ demiştik. Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhid sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer ALLAH dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır. 16) Ukaylî ve Ebu Nuaym 17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam´dan); Ebu Yâ´lâ, (Ebu Hüreyre´den) 18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı ´Ruhlar hazırlanan askerlerdir...´ hadîsinden alınmıştır. |
Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
Şeyhlerin bu sözlerinin hiç birinin daha önce zikrettiğimiz mânâ hududununun dışına çıkmadığı bilinmelidir. Fakat şeyhlerin her biri hallerin bazılarına işaret etmiştir. Ebû Musa ed-Deybilî (veya Deybülî) dedi ki: Ebu Yezid el-Bistamî´ye ´tevekkülün ne olduğunu´ sordum. Dedi ki: ´Sen tevekkül hakkında ne diyorsun?´ Dedim ki: "Arkadaşlar, ´Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağından ve solundan seni sarsalar bile kalbin kıpırdamamalıdır´ dediler". Ebu Yezid ´Evet! Bu tarif, tevekkülün hakîki tarifine yakındır. Fakat eğer cennet ehlinin cennette nimetlendiğini, ateş ehlinin de ateşte azap gördüğünü gördükten sonra nefsin için birini tercih edersen tevekkülün esasından çıkmış olursun. (Çünkü ALLAH´a tevekkül, herhangi bir fiili kendi nefsine nisbet etmene zıd düşer)´. Ebu Musa´nın söylediği, tevekkül hallerinin en büyüğünden haber vermektir. O da üçüncü makamdır. Ebu Yezid´in söylediği ise, tevekkülün esaslarından olan ilmin çeşitlerinin en aziz ve en az bulunanınıdır. Bu da, hikmeti ve ALLAH Teâlâ´nın yaptığını vâcib olarak yapmış olduğunu bilmektir. Bu bakımdan cehennem ile cennet ehli arasında, adalet ve hikmetin esasına göre ayrım yoktur. Bu ilim çeşitlerinin en giriftidir. Bunun arkasında kader sırrı bulunur. Ebu Yezid ise, makamların en yücesinden, derecelerin en yükseğinden konuşur. Yılanlardan korunmayı terketmek tevekkülün birinci makamında şart değildir. Çünkü Ebubekir Sıddîk (r.a) mağarada yılanların deliklerini kapatmak suretiyle onlardan korundu. Ancak Ebubekir Sıddîk (r.a), bu delikleri ayağıyla veya eliyle kapattı. Bundan dolayı da onun sırrı bozulmadı, denilebilir! Veya şöyle de denilebilir: Ebubekir Sıddîk bunu nefsi için değil Hz. Peygamber´e olan şefkatinden dolayı yaptı. Oysa tevekkül ancak kişinin sırrını harekete geçirip, kendisine ait bir iş için bozulursa, ortadan kalkar. Bu hususa bakmak için bir fırsat vardır. Bunun emsalinin ve bundan daha fazlasının tevekküle zıt düşmediğinin beyanı ileride geleceği gibi yılanlardan ötürü kalbin harekete geçmesinin korku olduğunu, tevekkül sahiplerinin hakkının da yılanları kendisine musallat kılandan korkmak olduğunun beyanı da gelecektir; zira yılanların kuvveti yoktur. Bunlar ancak ALLAH´ın emriyle olur. Eğer kişi yılandan korunursa, tedbirine ve korunma hususunda, kudretine yaslanmış olmaz. Tedbir, kuvvetin yaratanına yaslanmak demektir. Zünnûn-i Mısrî´den tevekkülüm mânâsı sorulduğunda cevap olarak demiştir ki: ´ALLAH´tan başka bütün bâtıl rableri atmak ve sebepleri kesmektir!´ Bu bakımdan bâtıl rableri atmak, Tevhîd ilmine, sebepleri kesmek ise, amellere işarettir, Zünnûn-i Mısrî´nin sözünde, her ne kadar lâfzın zımnında varsa da açıkça hale dokunmak yoktur. Bunun üzerine ona denildi ki: ´Biraz daha izah eder misiniz?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Nefsi kulluğun ahkâmına atmak ve rubûbiyet davasından çıkartmaktır!´ Bu ise, sadece kuvvetten teberri etmeye işarettir. Hamdün (b, Ahmed b. Ammâre) el-Kassar´a tevekkül soruldu. Dedi ki: ´(Tevekkül şudur) eğer senin 10.000 dirhemin varsa, aynı zamanda üzerinde bir danik de borç varsa ölüp de o borcun üzerinde kalacağından emin olmamandır. Eğer boynunda 10.000 dirhem borç varsa ve ona karşılık birşey bırakmazsan, onu ödemek hususunda ALLAH´tan ümidini kesmemendir´. Onun bu sözü, sadece ALLAH´ın kudretinin genişliğine ve kudret dahilindeki şeylerde şu görünen sebeplerin haricinde daha nice gizli sebeplerin bulunduğuna inanmaya işarettir. Ebu Abdullah (Muhammed b. Ahmed) el-Karaşî´ye tevekkül soruldu. Dedi ki: ´Tevekkül, her durumda ALLAH Teâlâ ile irtibat kurmaktır´. Soran ´Bana da izah eder misin?´ deyince şöyle dedi: ´Başka bir sebebe vardıran sebebi terketmektir ki bunu sevk ve idare eden hakkın ta kendisi olsun!´ Birinci cevap, üç makamı da kapsamına almaktadır. İkinci ce-vap ve tarif ise, sadece en yücesi olan üçüncü makama işarettir. Bu tevekkül, Hz. İbrahim´in (a.s) tevekkülü gibidir; zira Cebrail (a.s) ona ´Bir şeye ihtiyacın var mı?´ diye sorunca dedi ki: ´Sana ihtiyacım yoktur!´ Zira Cebrail´in suali İbrahim´i korumak gibi, başka bir sebebe götürücü bir sebeptir. Bu bakımdan İbrahim (a.s) bunu ´Eğer ALLAH dilerse Cebrail´i bu hususta musahhar eder. Öyleyse bunu bizat sevk ve idare eden ALLAH´tır´ hakikatine güvenerek terketti. Bu hâl, ALLAH´ı gördüğünden dolayı nefsinden geçmiş, ALLAH´ın beraberinde başkasını görmemiş ve öylece kalakalmış bir kimsenin halidir. Bu hâl, esasında vukûu pek nadir bir haldir. Eğer olursa, devamlılığı, oluşundan daha uzak ve daha nadir bulunan bir durumdur. Ebu Said (Ahmed b. İsa) ´Tevekkül, sükûnetsiz sallantı ve sallantısız, sükûnettir!´ demiştir. Onun bu tarifiyle, ikinci makama işaret etmesi mümkündür. Bu bakımdan kişinin sallantısız sükûneti, kalbin vekile karşı sükûnete kavuşmasına ve güvenmesine işarettir. Sükûnetsiz sallantı ise, kalbin vekile sığınması, çocuğun annesinin önünde sallanması ve annesinin kendisi hakkında tam şefkate sahip olduğuna kalben inanması gibi vekilin huzurunda yalvarmasına işarettir. Ebu Ali (Hasan b. Ali) ed-Dekak şöyle demiştir: Tevekkül üç derecedir: A) Önce tevekkül, B) Sonra teslim olmak, C) Sonra tefvîzdir. Tevekkül sahibi bir kimse ALLAH´ın va´dine güvenir. Teslim olan bir kimse ilmiyle iktifa eder. Tefviz sahibi ise, hükmüne razı olur. Bu söz kendisine bakılana nisbeten kişinin bakış derecelerinin değişik olmasına işarettir; zira ilim esastır. Va´d ona tâbi olur. Hüküm ise, va´de tâbidir. Tevekkül sahibi bir kimsenin kalbine bunlardan birinin mülâhazasının hâkim olması, uzak bir ihtimal değildir. Bu söylediklerimizden başka, şeyhlerin tevekkül hususunda daha nice sözleri vardır. Biz onları nakletmekle kitabı uzatmayalım; zira keşif, düşünce ve nakilden daha faydalıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz, tevekkül haliyle ilgili olan şeylerdir. Rahmet ve lütfuyla muvaffak kılan ALLAH´tır. |
Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül´ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir. Böyle zannetmek, şer´an haramdır. Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle deriz. Tevekkül´ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer´î delillerle beraber zikredelim: Birinci Durum Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir: Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir. 1. Derece Kesin olan birinci derece, ALLAH´ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el uzatmayıp ´Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül´ün şartı da çalışmayı terketmektir. Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir´ demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer ALLAH, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ´ bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, ALLAH´ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden ALLAH Teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hz. Meryem´in (a.s) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir. Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir. İlm´e gelince, ALLAH Teâlâ´nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir. Hal´e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının ALLAH´ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa ALLAH Teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller olduğundan ve ALLAH´ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O´nunla sevin ve ancak O´na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir. 2. Derece İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi... Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce dediğimiz gibi, azığa değil de ALLAH´ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir. Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvas böyle yapardı. Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve teh-likeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı? Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar. Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve ALLAH´ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir. İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir. Havvas buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi. Havvas´ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdı. Derdi ki: ´Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez´. Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da ALLAH´ın sünnetine muhaliftir. İp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında ken-disine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki derece arasında fark vardır. Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip ALLAH´a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim rivayet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde bir hafta durdu ve ´RABBİM´benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!´ dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: ´Ey RABBİM! Eğer beni diri bırakacaksan, bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle ilham etti: İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim! Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi. Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti: Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana! Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve ALLAH´ın sünnetini bilmemektir. ALLAH Teâlâ´nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber ALLAH´a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez. Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duy-mamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir. Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur? Cevap:Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer kalbi ALLAH ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, ALLAH´ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın ALLAH ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi... Eğer kul, ALLAH´tan ´bana rızık verme´ diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! ALLAH Teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona ´Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak ALLAH´tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir´. Hz. Peygamber (s.a) ´Eğer sizler gereği gibi ALLAH´a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz tak-dirde) dağlar yerinden oynar´ diye buyurmuştur. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! ALLAH Teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer ´Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür´ derseniz, hayvanlara bakın! ALLAH Teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?´ Ebu Yakub es-Susî19 der ki: ´Mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!´ Seleften bir zat şöyle demiştir: ´Bütün kullar ALLAH tarafından rızıklanırlar. Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla... Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla... Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan ALLAH´ı müşahede ederler. Rızıklarını O´nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler´. 3. Derece Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk tabakasının tümü bu derecededir. |
Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl
Mahlukâtın ALLAH ile olan misali, bir dilenci grubunun misaline benzer ki sultan sarayının önünde bulunan bir meydanda durmuş ve yemeğe muhtaçtırlar. Sultan onlara birçok hizmetçi göndermiş, hizmetçilerin beraberinde ekmekler vardır. Bazısına ikişer bazısına da birer tane vermeleri ve hiç birini ihmal etmemeleri için çaba sarfetmelerini emretmiştir. Aynı zamanda bir dellâla da "Ey millet! Sakin olun! Hizmetçilerim size yemek dağıtmak hususunda çıktıklarında onların yakasına yapışmayın. Usluca bekleyin. Çünkü hizmetkârlar hepinize yemek vermeye memurdurlar. Buna rağmen hizmetkârların yakasına yapışan, onlara eziyet veren ve iki ekmek alanları cezalandıracağım. Açılınca çıkıp gideni hizmetkârlara eziyet vermeyen ve kendisine verilen bir ekmekle kanaat eden uslu bir kimse hakkında ise başkasını cezalandırdığım günde kendisine değerli hediyeler ihsan edeceğim. Kim yerinde durup, iki ekmeğini alırsa, onun için ne ceza vardır, ne de mükafat! Hizmetkârların yanılıp da birşey vermediği kimse de aç yatıp hizmetkârlara kızmazsa, ´Keşke bana ekmeğimi verseydi´ de demezse, ben yarın onu vezir yapacağım. Memleketimin idaresini onun eline vereceğim!" diye ilan ettirdi. Bu ilandan sonra, is tekçiler dört kısma ayrıldı: Bir kısmı işkembelerine mağlup olup va´dedilen cezaya iltifat etmedi. ´Yarma kadar çok zaman vardır. Biz ise şimdi açız´ deyip hizmetçilere saldırdı, onlara eziyet vererek ikişer ekmek aldılar ve gereken cezaya çarptırıldılar. Kendilerine pişmanlık fayda vermediği halde pişman oldular! Bir kısmı da ceza korkusundan hizmetçilere sataşmadılar fakat çok acıktıklarından dolayı ikişer ekmek aldılar. Bunlar cezadan kurtuldular, ancak, mükafata nâil olamadılar. Bir kısmı da ´Biz hizmetçilerin görebileceği bir yerde oturalım. Bizi unutmasınlar. Fakat bize verirlerse bir ekmek alıp kanaat edelim. Umulur ki sultanın hilatına mazhar oluruz´ dediler. Bunlar da hilata mazhar oldular. Dördüncü bir kısım ise, o meydanın köşelerine çekilip hizmetçilerin gözlerinden kaybolup şöyle dediler: ´Eğer bizi arayıp bize verirlerse bir ekmekle kanaat edelim. Eğer bizi yanlışlıkla ihmal ederlerse, bu gece açlığın şiddetine tahammül edelim. Umulur ki biz, hizmetçilere kızmayı terketmeye de güç yetiririz. Böylece vezirlik mertebesine, sultana yakınlık derecesine nâil oluruz!´ Fakat onların bu tedbiri kendilerine fayda vermedi; zira hizmetçiler her köşeyi araştırdılar. Onlara birer ekmek verdiler. Bu durum, birkaç gün devam etti. Hatta ender olarak üç kişinin bir köşede saklanması ve hizmetçilerin gözlerine görün-memesi, hizmetçileri uzun uzun teftiş etmekten alıkoyan bir meşguliyet başgösterdi. Bu bakımdan bu üç kişi şiddetli bir açlık içerisinde gecelediler. Onlardan ikisi ´Keşke biz hizmetçilere görünüp yemeğimizi alsaydık. Bizim sabrımız kalmadı!´ dediler. Üçüncüsü ise sabaha kadar sustu. Yakınlık ve vezirlik derecesine nâil oldu. İşte bu, halkın misalidir. Meydan, dünyadaki hayattır. Meydanın kapısı ölümdür. O meçhul olan mîâd kıyamet günüdür, vezirlik va´di kıyamet mîâdma tehir edilmeksizin razı ve aç olarak öldüğünde tevekkül sahipleri bir kimsenin şehadet mertebesine varmasının va´didir. Çünkü şehidler, rablerinin katında diridirler ve rızıklanırlar. Hizmetçilerin yakasına yapışan ise sebeplerde pek ileri giden kimsedir. Sultanın emrindeki hizmetçiler ise sebeplerin ta kendisidir. Hizmetçilerin gözüne görünecek şekilde meydanda oturanlar ise, sükûnetle camiler ve tekkelerde ve mamur yerlerde ikamet edenlerdir. Zaviyelerde gizlenenler ise, tevekkülle çöllerde seyahat edenlerdir. Sebepler onların arkasına düşüp müstesna haller hariç rızık kendilerinin ayağına gelir. Eğer onlardan biri ALLAH´ın hükmüne razı olarak ölürse, ona şehadet ve ALLAH´a yakınlık mertebesi vardır. Halk, bu dört kısma ayrılmıştır. Yüzde doksanı sebeplere sarılmış, geri kalan onda yedisi, sırf hazır bulunmak ve´ şöhret kazanmak suretiyle sebeplere yapışarak meskûn yerlerde ikamet etmiştir. Onda üçü de çöllerde seyahat etmiş, onların ikisi bu durumuna küsmüş, ALLAH´a olan yakınlığı, sadece bir kişi elde etmiştir. Geçmiş zamanlarda durum bu idi. Şimdi ise, sebepleri terke-den, onbinde bir kişi bile yoktur. İkinci Durum Azık edinmek suretiyle sebeplere başvurmak hakkındadır. Bu bakımdan kimin eline şer´î veraset veya kazanmak, dilenmek veya herhangi bir meşru sebeple bir servet geçerse, o serveti edinmekte üç hali vardır. Birinci Hâl Hâl-i hazırda ihtiyacı kadarını almasıdır. Bu bakımdan aç ise yemeli, çıplak ise giymelidir. Muhtaç ise, yetecek kadar bir mesken satın almalıdır. Gerisini derhal fakirlere dağıtmalıdır, istif etmemelidir. Ancak müstehak ve muhtaç olan bir kimseye yardım edecek miktarı bu niyetle bekletebilir. Böyle bir kimse, kesinlikle, tevekkülün gereğini yerine getiren bir kimsedir. Bu derece, en yüksek derecedir. İkinci Hâl Yukarıda bahsi geçen dereceye tam zıt ve insanı tevekkülün hududundan dışarı çıkaran haldir. O hâl, bir veya daha fazla seneler için istif yapmasıdır. Böyle yapan, asla tevekkül sahibi kimselerden olamaz. Bu hususta şöyle denilmiştir: Hayvanlardan ancak üç grup istif eder: a) Fare b) Karınca c) İnsan. Üçüncü Hâl Kırk veya daha az gün için zahîre edinmektir. Bu durumun ahirette tevekkül sahiplerin va´dedilen Makam-ı Mahmûd´dan mahrumiyeti gerektirip gerektirmeyeceği hakkında ihtilâf edilmiştir: Sehl et-Tüsterî tevekkül hududundan dışarı çıktığına, Havvas ise kırk günle çıkmadığına, fakat kırk günden fazlası için azık biriktirdiği takdirde tevekkül sınırından çıkacağına kail olmuşlardır. Ebu Talib el-Mekkî ´Kırk günden fazla azık edinirse yine tevekkül hududundan çıkmaz!´ demiştir. Bu ihtilâf, azık edinmenin esası caiz olduktan sonra mâ-nâsızdır. Evet! Biri ´azık edinmenin kökü tevekkülün aslına zıddır´ diye düşünülebilir. Bundan sonra ´Bu kadar gün için caiz, bu ka-dar gün için caiz değildir´ diye ihtilâfa düşmenin mânâsı anlaşılmaz. Bir mertebeden ötürü va´dedilen her sevap o mertebe üzerine tevzi edilir. Oysa o mertebenin başlangıcı ve sonucu vardır. Sonucun sahiplerine Sâbıkûn başlangıçların sahiplerine ise Ashab-ı Yemin denir. Sonra ashab-ı yemin´in de çeşitli dereceleri vardır. Sabikûn da böyledir. Ashab-ı yemin´in derecelerinin en yücesi, sâbikûnun en alt derecelerine yetişmesidir. Bu bakımdan zaman takdirine gerek yoktur. Aksine hakîkat şudur: Zahireyi terketmek suretiyle tevekkül etmek, ancak emeli kısaltmakla tamamlanır. Yaşama emelinin yok olmasının ise tevekkülde bir an için olsa dahi şart koşulması uzak bir ihtimaldir; zira bu emellerin yokluğu, varlığı düşünülmez birşey gibidir. Yani bu emellerin yokluğunu düşünmek bile mümkün değildir. Halka gelince, onlar tûl-i emel, kasr-ı emel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Emel derecelerinin en kısası, bir gün bir gece ve bundan daha az saatlerdir. En uzunu ise, insanoğlunun ömrü kadar düşünülen zamandır. Bu iki derece arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. Bu bakımdan bir aydan fazlasını istemeyen, bir seneyi isteyenden daha fazla hedefe yakındır. Zahîre edinmeyi Hz. Musa´nın miadı olduğu için kırk günle kayıtlandırmak uzak bir ihtimaldir; zira Hz. Musa´nın hâdisesi, ne kadar zaman için emel beslemeye ruhsat olduğunu beyan etmek için değildir. Fakat o, va´dolunanı elde etmek için Hz. Musa´nın (a.s) müstehak olduğu bir zamandı ki o ancak kırk günden sonra tamam olurdu. Bu da eşyanın tedricî bir şekilde tahakkukunda bu ve buna benzer hâdiselerde ALLAH´ın sünnetinin cereyan ettiği bir sırdan ötürüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, Âdem´in (a.s) çamurunu kırk sabah kudret eliyle yoğurdu.21 Zira o çamurun kıvama gelmesi, kırk sabah beklemeye bağlı idi. Anlaşıldı ki bir seneden fazlası için ancak kalbin zâfiyeti ve sebeplerin zâhirine meyletmenin hükmüyle istif yapılır. Bu bakımdan böyle yapan kişi tevekkül makamının dışındadır. Hakîki vekilin gizli sebepleri elinde tutan tedbirine güvenmemektedir! Zira gelirin yükselme ve düşüş sebepleri çoğu kez senelerin tekrarıyla durmadan yenilenmektedir. Öyle ise bir seneden az bir za-man için tedbir alanın emelinin kısalığı nisbetinde derecesi vardır: Emeli iki ay olanın derecesi, bir aylık emele sahip olanın derecesi ile üç aylık emeli bulunanın derecesi bir olmaz. Onun derecesi, mertebe yönünden bu iki şahsın arasındadır. Zahîre edinmekten insanı ancak emelin kısalması alıkoyar. Bu bakımdan şahıs için hiç zahîre edinmemek daha faziletlidir. Eğer kalbi zayıf ise, bu takdirde zahîre edinmesi ne kadar azalırsa o nisbette fazileti artar, Hz. Peygamber´in Hz. Ali ve Usame b. Zeyd´e ´Cenazesini yıkayın´ diye emir verdiği fakir hakkında şöyle rivayet ediliyor: O fakirin cenazesini yıkadılar ve abasıyla kefenlediler. Hz. Peygamber onu defnettiğinde ashabına şöyle dedi: ´O kıyamet günüde, yüzü dolunay gibi olduğu halde haşrolunacaktır. Eğer onda eksik bir haslet olmasaydı yüzü pırıl pırıl parlayan güneş gibi olduğu halde haşrolunurdu´. (Râvî der ki): Biz Hz. Peygamber´den ´O haslet nedir?´ diye sorduk, şöyle buyurdu: Bu kişi çok oruç tutar, çok namaz kılar, ALLAH´ı çokça anardı. Ancak kış mevsimi geldiğinde yaz elbisesini, yaz için saklardı. Yaz geldiğinde kış elbisesini ikinci bir kışa saklardı! Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Size az verilen şey yakîn ile sabrın azimetidir.22 Su testisi, bıçak ve daima muhtaç olduğu âletler böyle değildir. Çünkü bunları edinmek dereceyi eksiltmez. Kış elbisesi ise, insanın yazın muhtaç olmadığı şeydir. Bu durum ancak zahîre edinmeyi terketmekten kalbi ürkmeyen, halkın eline bakmayan, ALLAH´tan başkasına iltifat etmeyen bir kimse için sözkonusudur. Eğer böyle yaptığı takdirde nefsinin muzdarip olmasını, dolayısıyla kalbini ibadet, zikir ve düşünceden meşgul edeceğini seziyorsa, böyle bir kimse için zahîre edinmek, edinmemekten daha evlâdır. Eğer geliri ile idare edecek bir gayr-i menkul edinirse, kalbi de ancak bununla ALLAH´tan başka şeylerden boşalıyorsa, böyle bir gelir kaynağını edinmek, kendisi için edinmemekten daha iyidir. Çünkü maksat, ALLAH´ın zikri için kalbini tecerrüd edip ıslah etmesidir. Bazı şahısları malın varlığı, bazı şahısları da malın yokluğu meşgul eder. Mahzurlu olan şey, insanı ALLAH´tan uzaklaştıran şeydir. Yoksa esasında ne dünyanın varlığı, ne de yokluğu mahzurlu değildir! Bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber tüccarlara, çalışanlara ve sanatkârlara sanatını terketmesini emretmedi. Bunları terkedene de ´bunlarla meşgul ol!´ demedi. Sadece, bütün insanları ALLAH´a davet etti. Kurtuluşlarının kalplerini dünyadan kesip ALLAH´a bağlamaya bağlı olduğunu telkin etti. ALLAH ile meşgul olmanın temeli kalptir. Bu bakımdan zayıf bir kimsenin yapması gereken en doğru hareket, ihtiyacı kadar rızık edinmektir. Kuvvetli bir kimsenin yapması gereken en doğru hareketinin de azık edinmeyi terketmek olduğu gibi... Buraya kadar söylediklerimizin hepsi çoluk çocuk sahibi olmayan bir kimsenin hükmüdür. Aile sahibi bir kimse ise ailesi için bir senelik yetecek zahîre edinirse tevekkül hududunun dışına çıkmaz. Çünkü bunu onların zayıf hallerini dikkate alıp kalplerini sükûnete kavuşturmak için edinmektedir. Bir sene yetecek miktardan fazla edinmek ise, tevekkülü bozar. Çünkü sebepler, seneler tekerür ettikçe tekrarlanır. Bu bakımdan bir sene yetecek miktardan fazlasını edinmenin sebebi, kalbin zâfiyetidir. Kalbin zafiyeti ise, tevekküle zıt düşer. Bu bakımdan tevekkül sahibi demek, kalbi kuvvetli, nefsi ALLAH´ın faziletine itimat eden, zâhirî sebeplere değil ALLAH´ın tedbirine güvenen muvahhid kimse demektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) aile efradının bir senelik yiyeceğini zahîre olarak koymuştur.23 Oysa dadısı Ümmü Eymen´e ve başkasına yarın için birşey saklamalarını yasaklamıştır,24 Hz. Bilâl´in, iftar etmek için sakladığı bir parça ekmeğini görünce onu böyle yapmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur: Ey Bilâl! İnfak et! Arş sahibinin az vereceğinden korkma!25 Yine Hz. Peygamber Bilâl´e şöyle buyurmuştur: Senden birşey istenilirse vermemezlik etme! Sana birşey ve-rilirse onu saklama!26 Bunu, tevekkül sahiplerinin efendisi Hz. Muhammed Mustafa´ya uymak bakımından böyle yapmalıdır. Hz. Peygamber´in emeli o derece kısaydı ki küçük taharetini yaparken su yakın olmasına rağmen teyemmüm eder ve şöyle derdi: Bana, suya yetişeceğimi kim garanti edebilir? Belki de suya yetişemem!27 Hz. Peygamber eğer zahîre edinmiş olsaydı, onun bu hareketi tevekkülünde bir eksiklik olmazdı; zira o, zahîre edindiği şeye güvenmiyordu. Fakat Hz. Peygamber zahîre edinmeyi, ümmetinin kalben kuvvetli olanlarına ders vermek için terketti; zira ümmetinin kuvvetlileri, onun kuvvetine nisbeten zayıftır. Hz. Peygamber, ailesine bir senelik nafaka edindi. Fakat bunu kendisinin veya ailesinin kalplerinde zâfiyet olduğu için edinmedi. Ümmetinin zayıflarına bu durumu meşru kılmak için bunu yaptı. ALLAH Teâlâ (c.c) insanlara emrettiği ağır vazifeleri yapmalarını istediği gibi, vermiş olduğu ruhsatları da yapmalarını ister diye zayıfların kalbini hoşnut etmek için zayıflığın, onları ümitsizliğe sürüklememesi için haber vermiştir ki onlar zirveye çıkmaktan aciz oldukları için imkânları dahilinde olan hayrı yapmayı da bırakmasınlar. Çünkü Hz. Peygamber sınıf ve dereceleri ne olursa olsun, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu anladığında bilirsin ki zahîre edinmek, bazı insanlara zarar verir, bazı insanlara da zarar vermez. Buna Ebu Ümâme Bahîlî´nin rivayet ettiği hadîs delâlet eder: Ashab-ı suffeden biri vefat etti. Kefeni yoktu. Hz. Peygamber ´Onun elbisesini arayın´ dedi. Onun izarının iç kısmında bağlı bulunan iki dinar buldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Bunlar iki dağdır!´ buyurdu.28 Yani bu zat, bunlarla dağlanacaktır. Oysa diğer müslümanlardan, ölüp de geride servet bırakanlar olduğu halde Hz. Peygamber onlar hakkında hiç de böyle demiyordu. Bu durumun iki yönü vardır. Çünkü bu şahsın hali, iki ihtimal taşır: Birincisi: Hz. Peygamber´in ´Bunlar ateşten yapılmış iki dağdır´ demesidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak.(Tevbe/35) Bu durum, kişi, zühd, fakirlik ve tevekkül sahibi olduğunu söy-lediği halde bunlardan müflis ise tahakkuk eder. Öyle ise bu bir tür aldatmadır! İkincisi: Bunu aldatmak için yapmamasıdır. Bu takdirde Hz. Peygamber´in bu sözü, onun kemâl derecesinin eksikliğine işaret olur. Nitekim iki dağın eserinin yüzün güzelliğini eksilttiği gibi... Bu, aldatmadan ötürü değildir; zira kişinin arkasında bıraktığı herşey, onun ahiret derecesinde bir eksikliktir. Çünkü bir kimseye dünyada birşey verildi mi onun nisbetinde ahireti eksilir. Kalbin, zahîre edinenin sevgisinden uzak olmasıyla beraber, zahîre edinmenin, tevekkülü bozmasının mecburi olmadığının beyanına gelince, bu duruma Bişr´den rivayet edilen haber şehadet eder. Râvi şöyle anlatır: Bişr´in yanında bulunuyordum. Sakalına ak düşmüş, esmer, hafif sakallı biri Bişr´in huzuruna girdi. Hiç kimsenin önünde ayağa kalktığını görmediğim Bişr, onun önünde ayağa kalktı. Bişr bana bir avuç dirhem verip ´En güzel yemeklerden ne bulursan bize onu satın al´ dedi. Oysa hiçbir zaman bana böyle birşey söylememişti. Hüseyin der ki: Yemeği getirdim, önlerine koydum. Bişr misafîriyle beraber yemek yedi. Oysa başkasıyla birlikte yemek yediğini görmemiştim. Muhtaç olduğumuz kadarını yedik. Yemekten bir-çok şey kaldı. Misafir kalanı alıp elbisesine sardı ve gitti. Onun bu durumuna hayret edip kınadım. Bişr bana O´nun bu yaptığını niçin kınadın?´ dedi. Ben ´Evet! İzin almadan sofrada kalan yemeği alıp gitti! Bu nasıl olur? dedim. Bişr ´O kardeşimiz Feth el-Mevsılî´dir. Bugün Musul´dan ziyaretimize geldi. O bize zahîre edinip de zarar görmeyeceğimiz tevekkül´ü öğretmek istedi!´ dedi. Üçüncü Durum Bu durum, korku arzeden zararı bertaraf eden sebeplere teves-sül etmek hususundadır. Zarar, bazen nefiste veya malda insanı korku ile karşı karşıya getirir. Oysa korkuyu defedici sebepleri terketmek tevekkülün şartlarından değildir. Nefis hakkındaki kor-kuya gelince, yırtıcı hayvanın bulunduğu bir yerde, selin akıntı yerinde, yıkılmaya yüz tutan duvarın gölgesinde veya tavanı yıkılmış evin altında uyumak gibi... Bütün bunlar yasaklanmıştır. Böyle yapan bir kimse, faydasız bir şekilde, nefsini tehlikeye maruz bırakmıştır. Evet bu sebepler bazen kesin, bazen zannedilen, bazen da vehmedilen kısımlara ayrılır. Bunlardan vehmedileni terketmek tevekkülün şartıdır. O öyle bir sebeptir ki onun zararı defetmeye olan nisbeti, dağlanmak ile muska yaptırmaya nisbeti gibidir; zira dağlanmak ve muska, olacağı ümit edilen bir şeyi (sözde) defetmek için bazen mahzurlu bir hareketi insana yaptırtır. Bazen de mahzurlu şey tahakkuk ettikten sonra kaldırılması için kullanılır. Oysa Hz, Peygamber tevekkül sahiplerini dağlamayı, muskayı, fal açmayı bırakmakla vasıflandırmıştır. Onları ´soğuk bir yere çıkarken cübbe giymezler´ diye vasıflandırmamıştır! Oysa cübbe de olabilecek soğuk algınlığını bertaraf etmek için giyilir. Cübbe durumunda olan sebeplerin hepsi böyledir. Evet! İçten gelen hararetin kuvvetini artırmak için kış mevsiminde sefere çıktığında sarımsak yemekle kuvvet almayı düşünmek, çoğu kez sebepler hususunda derinliğine dalmak ve sebeplere fazlasıyla güvenmek olur. Nerdeyse dağlanmaya yaklaşacak bir duruma gelir. Ama cübbe giymek böyle değildir. Kesin iseler defedici sebepleri terketmek için bir yön vardır. Öyle ise kendisine bir insandan zarar dokunduğunda, sabretmek imkânı olduğu gibi zararı defetmek ve intikam almak imkânı da olursa, bu takdirde tevekkülün şartı zararı sineye çekmek ve sabretmektik. Yalnız onu (ALLAH´ı) veli edin! Onların dediklerine sabret! (Müzzemmil/9-10) Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler ALLAH´a tevekkül etsinler!(İbrahim/12) Onların eziyetlerine aldırma, ALLAH´a dayan. (Ahzâb/48) O halde, azim sahipleri olan peygambeleriıı sabrettiği gibi sabret!(Ahkâf/35) Böyle salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59) Bu hüküm, insanlara eziyet hakkındadır. Yılanlar, yırtıcı hayvanlar akreplerin eziyetine karşı sabretmeye gelince, onları defetmeyi terketmenin tevekkülle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur! Çünkü hiçbir faydası yoktur; zira çalışma veya çalışmayı terketmek, ancak dine yardım etmesi açısından istenir. Bizzat kendisi için istenmez. Burada sebepleri sıralamak, tıpkı kesb ve faydayı celbetmek hususundaki sebepleri sıralamak gibidir. Bu bakımdan onları tekrar etmek suretiyle sözü uzatmayacağız. Maldan zararı defeden sebeplerde de durum böyledir. Evden çıkarken kapıyı kilitlemek, deveyi bağlamak tevekküle bir eksiklik getirmez; zira bu sebepler, ya kesin veya zanla ALLAH´ın sünnetiyle bilinmektedir. Hz. Peygamber´e (s.a) bir bedevî, devesini başıboş bırakıp ´ALLAH´a tevekkül ettim´ dediğinde Hz. Peygamber bedevîye ´Deveni bağla da öyle tevekkül et!´ demiştir.29 Korunma tedbirinizi alın!(Nisâ/102) Silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisâ/102) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla ALLAH´ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de ALLAH´ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfâl/60) O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü siz takip edileceksiniz!(Duhân/23) İsrâ (geceleyin yürümek) düşmanın gözünden kaybolmak ve bir nefsin korunma sebeplerine başvurması demektir. Bir de Hz. Peygamber´in zararı defetmek için düşmanların gözünden, Sevr mağarasında gizlenmesi vardır. Korku namazında silah taşımak, yılan ve akrebi öldürmek gibi kesin bir müdafaa değildir; zira ikincisi kesinlikle tahakkuk etmiştir. Fakat silah taşımak, zannedilen bir şeyden dolayıdır, Daha önce zannedilenin kesin sebep gibi olmadığını, tevekkül´ün ancak mevhum bir sebebi bırakması olduğunu izah etmiştik. Soru: Bir cemaattan hikâye olunduğuna göre, tevekkül sahiplerinden öyleleri varmış ki aslan pençesini onun iki omuzu arasına koyduğu halde tınmamış!? Cevap: Onlardan bir cemaatten hikaye edildiğine göre, onlar aslana da binerlermiş!? Dolayısıyla bu makam, yani böyle yapma yetkisine sahip olmak, seni aldatmasın. Bu, her ne kadar esasında mümkün ise de, başkasından öğrenmek yoluyla böylelerine uymak uygun değildir. Bu makam kerametlerin yüksek bir makamıdır. Fakat tevekkülde şart değildir. Tevekkül´de öyle sırlar vardır ki o sırlara ancak vâsıl olanlar vakıf olurlar. Soru:Bir alamet var mıdır ki ben onun vasıtasıyla bu sırlara vardığımı bilmiş olayım? Cevap: Vâsıl olan, alâmetleri aramaya muhtaç değildir. Fakat bu makamdan daha önce belirtilen makamın alâmetlerinden biri, senin içinde bir köpek vardır, adına öfke denir. Onun sana boyun eğmesi bu makamın alâmetlerindendir. O köpek durmadan hem seni, hem başkasını ısırır. Bu köpek, kışkırtıldığında ancak senin işaretinle harekete geçebilecek şekilde sana boyun eğiyorsa, yırtıcı hayvanların sultanı olan aslanı sana boyun eğdirecek kadar derecen yücelir. O vakit, ev köpeğinin sana musahhar olması yaban köpeğinin boyun eğmesinden daha evlâ değil midir? Postunun içindeki köpek sana boyun eğdiği zaman, bu kapında bekleyen köpeğin boyun eğmesinden daha iyidir. Senin içindeki köpek (öfke) sana musahhar değilse, zahirî köpeğin sana boyun eğmesine aldanma! Soru: Tevekkül sahibi bir kimse düşmandan sakınmak için si-lahına sarıldığında, hırsızdan korunmak için kapısını kilitlediğinde, çöllere düşmekten çekindiği için devesinin ayağını bağladığında acaba nasıl tevekkül sahibi olur? Cevap: İlim ve hâl ile tevekkül sahibi olur! İlm´e gelince, hırsızın kapıyı kilitlemesiyle değil, ALLAH Teâlâ´nın onu defetmesiyle hırsızın içeriye giremediğini bilmesidir. Çünkü nice kilitli kapı vardır ki fayda vermez. Nice deve vardır ki ayağı bağlanır, ya ölür veya ayağını çözer de kaybolur. Nice silahlı kişi vardır ki öldürülür veya mağlup olur. Bu bakımdan hiçbir zaman bu şeylere güvenme, husumet hususundaki vekil için belirttiğimiz gibi müsebbib´ul-esbab´a (ALLAH´a) güven; zira tevekkül sahipleri eğer mahkemede bulunup sicilleri getirirse, kendi nefsine ve getirdiği sicillere değil, vekilinin maharetine güvenir! Hâl´e gelince, kişinin evinde ve nefsinde ALLAH´ın hükmüne razı olup şöyle demesidir: Ey ALLAHım! Eğer evde bulunan şeylere, onları alacak birini musallat edersen, o senin yolundadır ve ben de senin hük-müne razıyım; zira bana verdiğin geriye alınmayacak bir hibe mi olduğunu veya geri istenilecek bir emanet mi olduğunu bilmiyorum ve yine bilmiyorum ki bu rızık benim midir veya ezelde meşiyetin o başkasının rızkıdır diye mi sebkat etmiştir? Sen nasıl hükmedersen ben o hükme razıyım. Senin hükmünden korunmak ve kaderine kızdığım için kapıyı kilitlemiş değilim. Sebeplere yapışmam, senin sünnetine göre hareket etmek içindir. Bu bakımdan ey sebeplerin müsebbibi, güven ancak sanadır! Kişinin hali ve ilmi böyle olduğunda, devenin ayağını bağlamak, silah taşımak ve kapıyı kapatmak, onu tevekkül hududundan dışarı çıkarmaz. Kişi eve dönüp de eşyalarını evde bulunca, bu onun nezdinde ALLAH´tan gelen yepyeni bir nimet olmalı, böyle telâkki etmelidir. Eğer eşyayı çalınmış görürse, kalbine bak-malıdır: Eğer kalbinin buna razı olduğunu, bununla sevindiğini görür ve ´ALLAH Teâlâ bunu benden ancak ahirette rızkımı fazla vermek için almıştır´ derse, onun tevekküldeki makamı sıhhatli ve doğru olur. Eğer kalbi bundan elem duyar, bununla beraber sabrının kuvvetliliğini görürse, tevekkül davasında doğru olmadığı anlaşılır. Çünkü tevekkül zühdden sonra gelen bir makamdır. Zühd, kaybettiği dünyasından dolayı üzülmeyen ve elde ettiğiyle sevinmeyen bir kişinin işidir. Bu kişi ise bunun tam aksinedir. Madem ki zühd budur, o halde bu kişinin tevekkülü nasıl doğru olabilir? Evet! Eğer gizleyip şikayetini açığa vurmazsa, aramak ve tecessüste gayreti çoğalmazsa, sabır makamı kendisi için sıhhatli olur. Eğer buna gücü yetmeyip kalbi eziyet duyar, dili şikayet eder ve bedeniyle çalışırsa, böyle kimse için, malının çalınması günahını daha artırıcı olur! Çünkü kendisi, bütün makamlardan eksik ve bütün davalarda yalancıdır. Bundan sonra nefsini iddialarında doğrulamamaya var kuvvetiyle çalışması ve gururunun ipiyle hiçbir kuyuya inmemesi gerekir. Çünkü nefis kandırıcı, kötülüğü emredici ve hayrı iddia edicidir. Soru: Tevekkül sahibi bir insanın malı olur mu ki malı çalınsın? Cevap: Onun evi, yemek yediği kap kacak, su içtiği ve abdest aldığı testi, azığını muhafaza ettiği dağarcık, düşmanını uzaklaştırdığı gibi ev eşyalarından hâli değildir. Bunlardan başka hayatın zarurî gereklerinden olan ev eşyası da vardır. Bazen da bir muhtacı görüp kendisine vermek için eline geçen malı yanında bırakır. Bu niyetle yanında mal bırakmak onun tevekkülünü bozmaz. Su testisini, içinde azığı bulunan dağarcığı elden çıkarmak tevekkülün şartlarından değildir. O ancak yemek hususunda zaruret miktarından fazla olan mal hakkında geçerlidir. Çünkü ALLAH´ın sünneti, malı mescidlerin köşelerinde bulunan fakir tevekkül sahiplerine yetiştirmekle cari olmuştur. Testileri ve ev eşyalarını her gün veya her hafta dağıtması ALLAH´ın sünnetine uygun değildir. ALLAH´ın sünnetinden çıkmak tevekkülün şartı değildir. Bunun için Havvas, sefere çıktığında beraberinde ip, kova, makas ve iğne götürürdü. Yiyecek maddesi götürmezdi. Fakat ALLAH´ın sünneti (âdeti) bu iki işin arasındaki farklılıkla cari olmuştur. Soru: Kişinin muhtaç olduğu eşya çalınırsa üzülmemesi nasıl düşünülür? Zira eğer kişi, onu istemiyorsa neden onu edinmiş, neden onun üzerine kapıyı kilitlemiştir? Eğer ona ihtiyacı olduğu için istemişse, çalındığında kalbi nasıl ondan eziyet duymaz ve üzülmez? Oysa ihtiyacı ile bu hâdise arasında bir perde olmuştur. Cevap: Kişi o eşyayı dini hususunda ondan yararlanmak için korur; zira eşyanın kendisi için hayırlı olduğunu düşünür. Eğer bu eşya kendisi için hayırlı olmasaydı ALLAH kendisine rızık olarak vermezdi. Böylece ALLAH´ın bu eşyayı edinmeyi kendisi için kolaylaştırmasıyla o eşyanın hayırlı olmasına delil getirdi. Bu eşyanın bulunmasının dinin sebepleri hususunda kendisine yardımcı olduğunu zannetmekle beraber, ALLAH hakkında hüsn-i zan etmesiyle delil getirdi. Bunun kesinlikle böyle olmasını bilmiyor; zira o eşyanın elinden alınmasıyla belalandırılmasmda hayır olması, hedefine varmak için yorulup yorgunluk sebebiyle sevabının daha fazla olma ihtimali vardır. ALLAH Teâlâ hırsızı mu-sallat kılmak suretiyle o eşyayı ondan alınca bu zannı değişti. Çünkü bütün durumlarda ALLAH´a güvenir, ALLAH hakkında hüsn-i zan sahibidir. Bu takdirde der ki: Eğer şu ana kadar olmasında benim için hayrın olduğunu ve şundan sonra da yokluğunda hayrın olduğunu ALLAH bilmeseydi bunu benden almazdı. İşte bu gibi zan ile ondan üzüntünün uzaklaşması düşünülür; zira bu zannıyla sebeplere sevinir, fakat sebep olmalarından değil, sebeplerin müsebbibinin bir lütfu olması hasebiyle sevinir. Bu kişi tıpkı şefkatli ve her yaptığına razı olunan bir doktorun huzurunda bulunan hasta gibidir. Eğer doktor kendisine gıda verirse buna se-vinir ve şöyle der: ´Eğer doktor gıdanın bana faydalı olduğunu ve gücümün bu gıdaya yeteceğini bilmeseydi bana vermezdi". Eğer doktor, bundan sonra, gıdayı kendisinden alsa yine sevinir ve der ki: ´Eğer gıda bana zararlı olup beni ölüme doğru sevketmeseydi, doktor gıdayı benden menetmezdi´. Bu bakımdan kim ALLAH´ın ihsânı hakkında bu hastanın tıp ilminde mahir ve şefkat sahibi doktor hakkında inandığı gibi inanmazsa o kimsenin tevekkülü asla doğru değildir. Kim ALLAH´ı bilir, O´nun fillerini tanır, kullarının ıslahındaki sünnetini sezerse, onun sevinmesi sebeplerle değildir. Çünkü o, hangi sebeplerin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Zengin veya fakir olmama aldırmam. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum´. İşte tevekkül sahibi bir kimse de eşyasının çalınmasına veya çalınmamasına böylece aldırmalıdır. Çünkü dünya ve ahirette hangisinin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilemez. Nice eşya vardır ki dünyada insanoğlunun helâk olmasına sebep olur ve nice zengin vardır ki zenginliğinden dolayı bir belâya uğrar ve ´Keşke fakir olsaydım!´ der. 21) Deylemî, Müsned´u1-Firdevs 22) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme´den) 23) Müslim, Buhârî, (Daha önce de geçmişti). 24) Daha önce geçmişti. 25) Bezzar 26) Taberânî, Hâkim 27) İbn Ebî Dünya 28) İmam Ahmed 29) Tirmizî |
Muhabbet Konusuna Giriş
Velîlerinin kalplerini dünyanın süslerine ve iltifat etmekten münezzeh kılan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki onların sırlarını, huzurundan başkasını düşünmekten tasfiye etmiştir. Sonra o sırları izzetinin yaygısı üzerine dürmeleri için edinmiş ve hâlis kılmıştır! Sonra isimler, sıfatlar ve marifetinin nûrlarıyla pırıl pırıl parlayacak derecede onlara tecelli etmiştir. Sonra onlara mübarek vechinin nûrlarını keşfettirmiştir ki sevgisinin ateşiyle yansınlar. Sonra onlardan celâlinin künhüyle perdelendi. Öyle ki onlar kibriyasının ve azametinin sahrasında şaşkın kalakaldılar. Bu bakımdan onlar ne zaman ki celâlinin künhünü mülahaza etmeye yeltenmek isteseler, onları akıl ve basiretlerinin yüzünü kaplayan dehşet kaplar. Ne zaman ki ümitsiz olarak o meydandan çekilmek isterlerse, cemalin çadırlarından ´Ey cehaletinden ve aceleciliğinden ötürü hakkı elde etmekten ümitsiz olan! Sabret!´ diye çağrılır. Böylece onlar red, kavuşma, kabul, kovulma arasında, muhabbetinin ateşiyle tutuştukları halde marifetinin denizinde kalakalmışlardır. Salât ve selâm nübüvvetinin kemâliyle peygamberlerin sonun-cusu olan Hz. Peygamber´in, halkın efendileri, imamları, önder ve rehberleri olan âlinin ve ashabının üzerine olsun! (Yârab!) onlara çokça selâm et! Muhakkak ki ALLAH´ın muhabbeti, makamlardan en yüce makamın, derecelerden en yüksek derecenin ta kendisidir. Muhabbetin idrâkinden sonra hiçbir makam yoktur ki onun meyvelerinden bir meyve, Şevk, Üns, Rıza ve benzerleri gibi onun etbaından biri olmasın. Muhabbet´ten önce hiçbir makam yoktur ki muhabbetin mukaddimelerinden biri olmasın! Tevbe, Sabr, Zühd ve başkaları gibi.... Diğer makamlara, ulaşmak pek zor ise de kalpler onun imkânına inanmaktan boş bulunmazlar. ALLAH´ın muhabbetine inanmak pek az ve nadirdir. Hatta bir kısım âlimler onun imkânını inkâr ederek şöyle demişlerdir: ´ALLAH´ın muhabbetinin mânâsı, ALLAH´a ibadet etmeye devam etmekten başka birşey değildir! Muhabbetin hakikati muhaldir. Bu ancak sevenin cinsinden olursa mümkün olur´. Bu âlimler, muhabbeti inkâr ettiklerinden üns, şevk, münacât lezzeti ve muhabbetin diğer durumlarını da inkâr etmişlerdir. O halde, bu konunun üzerinden perdeyi kaldırmak gerekir. Biz bu kitapta muhabbet hakkındaki şeriat delillerini, sonra muhabbetin hakîkat ve sebeplerini, sonra ALLAH´tan başkasının muhabbet´e müstehak olmadığını, sonra lezzetlerin en büyüğünün ALLAH´ın vechi kerimine bakmanın lezzeti olduğunu, sonra ahiret´teki bakış lezzetinin dünyadaki marifetten daha fazla olmasının sebebini, sonra ALLAH muhabbetini takviye eden sebepleri, sonra insanların muhabbet hususunda neden değişik olduklarını, sonra ALLAH´ın marifetinde zihinlerin kusurluluğundaki sebebi, sonra şevk´in mânâsını, sonra ALLAH´ın kuluna olan muhabbetini, sonra ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetleri hakkındaki sözü, sonra ALLAH ile olan ünsiyetin mânâsını, sonra ünsiyetteki inbisat mânâsını, sonra rıza mânâsındaki sözü, sonra rıza´nın fazileti ile hakikatini, sonra duanın ve masiyetlerden tiksinmenin buna zıt düşmediğini, günahlardan kaçmanın da böyle olduğunu, sonra muhiblerin çeşitli hikâye ve sözlerini beyan edeceğiz. İşte bu kitabın bütün beyanları bunlardan ibarettir. |
Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi
Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni ALLAH Teâlâ´dır. Öyleyse ALLAH´ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir. ALLAH Teâlâ´nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik. Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi... Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz. Bu bakımdan eğer biz âlemde O´ndan başkalarına bakarsak onlarla O´nun sıfatını bile-meyiz. Öyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa ALLAH´ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder. Hatta ALLAH Teâlâ´nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır. Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler. İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum budur, ALLAH Teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O´nun varlığına şahitlik eder, O´nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır. Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimi-zin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak... Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O´nun büyüklüğüne şahitlik eder, O´nu tanıtır. Böylece akıllar dehşete kapıldığından O´nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez. İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu. Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen ALLAH ortaktan münezzehtir. Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen ALLAH ortaktan münezzehtir. Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir. Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk ettik. Dolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendik. Güneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır. Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir. Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir. Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse ALLAH Teâlâ eşyanın en zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir. Eğer O´na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın bir kısmı O´nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O´nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda ALLAH´tan başkasını görmez ve O´ndan başkasını bilmez. Varlıkta ALLAH´tan başkasının olmadığını bilir. Fiilleri ise ALLAH´ın kudret eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller ALLAH´a tâbidir. ALLAH olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir´in varlığıdır. Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O´nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür. Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir´in sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, ALLAH´ı geçip de başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi... Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz! Bütün âlem ALLAH´ın tasnifidir. Bu bakımdan ALLAH´ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin ALLAH´ın fiili olduğunu bilen bir kimse, ALLAH´ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, ALLAH´tan başkasına bakmış, ALLAH´tan başkasını tanımış ve ALLAH´tan başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse ALLAH´tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, ALLAH´ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi´t-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhidde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! ´Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık´ diyenin sözünde bu mânâya işaret vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir. Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir. Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların ALLAH´ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budur. Bir de bu sebebi (ALLAH´ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür. İnsanoğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup FesübhânALLAH der. Oysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığındanbunların şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer se-bepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu bakımdan insanlar, ALLAH´ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir.27 Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: ´Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?´ 27) Bu, halkın ´Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor´ demesine benzer. |
ALLAH´a Olan Şevk´in Mânâsı
ALLAH´a olan muhabbetin hakikatini inkâr eden elbette şevk´in hakikatini de inkâr etmek mecburiyetindedir; zira şevk, ancak se-vilen biri hakkında tasavvur olunabilir. Biz ise ALLAH´a karşı olan şevk´in varlığını ârif kişinin ibret, basiretlerin nûrlarıyla bakmak, haberler ve eserler yoluyla ona mecbur olduğunu ispat edeceğiz. İbreti isbat etmeye gelince, sevginin isbatı hususunda geçen hüküm kâfidir. Her sevilen kendisinin bulunmadığı yerde de sevilir. Hazır bulunana ise iştiyak yoktur. Çünkü şevk, aramak ve bir şeyi beklemek demektir. Hazır olan ise aranmaz. Şevk ancak bir yönden idrâk edilen, diğer bir yönden idrâk edilmeyen bir şeye karşı tasavvur edilir. Hiç idrâk edilmeyen bir şeye karşı ise iştiyak yoktur. Ona karşı şevk sözkonusu değildir; zira bir şahsı görmeyen ve onun vasfını duymayan bir kimsenin, o şahsa karşı müştâk olması düşünülemez. Kemâlinden ötürü idrâk olunana ise, iştiyak sözkonusu değildir. İdrâkin kemâli, görmekle tahakkuk eder. Bu bakımdan sevdiğinin müşahedesine ve ona bakmaya devam eden bir kimse için bu mahbuba karşı şevk´inin varlığı sözkonusu değildir. Fakat şevk ancak bir yönden bilinen, başka bir yönden bilinmeyen bir şeye bağlanır. Bu durum, iki yönden ötürü ancak gözle görülen şeylerden bir misal vermek suretiyle inkişaf eder. Mesela mâşukası kendisinden kaybolup kalbinde onun hayali bulunan bir kimse, görmekle, o hayali kemâle erdirmeye müştaktır. Eğer onun kalbinden mâşukun zikri, hayali ve marifeti unutulacak derecede silinirse, artık ona karşı iştiyakı düşünülemez. Eğer onu görürse, gördüğü anda ona iştiyakı tasavvur edilemez. Bu bakımdan şevk´in mânâsı; nefsinin hayalini tekâmüle erdirmeye müştak olması demektir. Bazen mâşuku kendisine hakîki sureti görülmeyecek şekilde bir karanlıkta görür. Bu bakımdan rüyetinin tamam olmasına iştiyakı olur. Suretindeki inkişafın tamamı ancak üzerine ışığın doğmasıyla mümkündür. İkincisi, sadece mahbubunun yüzünü görmesi, mesela onun saçını ve diğer güzelliklerini görmemesidir. Böylece bunları da görmeye iştiyakı hâsıl olur. Eğer hiç görmemiş ve görmeden sadır olan bir hayal de nefsinde sabitleşmiş ve mahbubun güzel bir uzvu olduğunu bilir, fakat görmekle cemâlin tafsilatını idrâk etmemişse, bu takdirde hiç görmediğinin kendisine keşfolunmasına müştâk olur. Bu vecihlerin ikisi de ALLAH hakkında düşünülür. Bunların ikisi de zarurî olarak her ârif kişiye lâzımdırlar; zira ârifler için ilâhî işler her ne kadar parlak bir şekilde belirmişse de sanki ince bir perdenin arkasındadır. Bu bakımdan tam ve parlak bir şekilde belirmez, ona karışık hayaller katışmıştır; zira hayaller bu âlemde bütün malumatı temsil ve hikâye etmekten kurtulmaz. Bu bakımdan bu hayaller marifetleri bulandırıp karıştırırlar. Bunlara dünya meşgaleleri de eklenir. Öyleyse vuzuhun kemâli, ancak müşahede ve tecellinin tam doğuşuna bağlıdır. Bu da ancak ahirette olur. Bu durum zarurî olarak ALLAH´a karşı iştiyakı gerektirir. İştiyak ise âriflerin mahbubunun müntehasıdır. İşte bu, şevk´in iki çeşidinden biridir. Bu da az olan bir şeyi kemâle götürüp tam vuzuha kavuşturmasıdır. İkincisi, ilâhî işlerin sonuçları yoktur. Ancak kullardan her birine bir kısmı görünür. Sonu olmayan birçok işler de çözülmeden kalır. Ârif kişi onların varlığını ve ALLAH´a malum olduklarını bilir ve ilminin dışında kalan malumatların, bildiklerinden daha çok olduğunu bilir. Bu bakımdan ârif kişi, hiç tanımadığı malumatlardan elde etmediklerinin hakkında durmadan, marifetin aslını elde edinceye kadar iştiyaklı olur. Birinci şevk rüyet, mülâkat ve müşâhede diye adlandırılan şeyler ancak ahirette sonuçlanır. Bu şevk´in dünyada sükûnete kavuşup durgunlaşması düşünülemez. İbrahim b. Edhem (şevk sahiplerindendi) şöyle diyor: Birgün ´Yârab! Eğer seni sevenlerden birisine seninle mülâki olmadan önce kalbini teskin edecek birşey vereceksen onu bana ver; zira kıvranmak beni bîtab düşürdü´ dedim. Bu konuşmadan sonra rüyamda gördüm ki ALLAH Teâlâ beni huzuruna almış ve şöyle diyor: ´Ey İbrahim! Benden utanmadın mi ki benimle mülâki olmadan önce kalbini sükûnete kavuşturacak bir şeyi sana vermemi istedin. Müştâk bir kimse dostuyla mülâki olmadan önce nasıl durur?´ Bunun üzerine dedim ki: ´Ey RABBİM! Senin sevgine hayran kaldım. Bilmiyorum! Beni affet ve ne diyeceğimi bana öğret!´ ALLAH şöyle buyurdu: ´De ki: Ey ALLAHım! Beni kazâna râzı, belâna karşı sabırlı kıl. Nimetlerinin şükrünü yapanlardan kıl!´ Zira bu şevk (ancak) ahirette sükûnet bulur. İkinci şevke gelince, bu şevk ne dünyada, ne de ahirette sonu olmayacağa benziyor! Zira bunun nihayeti (sonu) ahirette ALLAH´ın celâlinden, sıfat, hikmet ve fiillerinden ALLAH´a malum oları şeyin kula keşfolunmasıdır. Oysa bu muhaldir. Çünkü bunun nihayeti yoktur. Kul durmadan ALLAH´ın cemâl ve celâlinden kendisine keşfolunmayan olduğunu bilir. Hiçbir zaman onun iştiyakı durmaz. Hele derecesinin üstünde birçok derecenin olduğunu gören bir kimsenin iştiyakının durması mümkün değildir. Ancak bu kimse visalin aslı olduğu için visalin kemâline iştiyak duyar. Bu kimse bunun için lezzetli bir şevk hisseder ki onda bir elem görünmez. Keşif ve nazarın lütûflarının sonsuza kadar arka arkaya gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Öyle ise nimet ve lezzet kesilmeden, ebede kadar artış kaydeder. Nimetlerin incelerinden yeni yeni verilenlerin lezzeti, verilmeyene karşı olan şevk´i hissetmekten insanı alıkoyar. Bu da dünyada hakkında hiçbir zaman keşif hâsıl olmayan birşey hakkında keşfin vukûunun mümkün olması şartıyladır. Eğer bu mebzul değilse, bu takdirde nimet artış kaydetmeksizin bir sınırda durur. Fakat kesilmez bir şekilde devam eder. (O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: ´RABBİMiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!´(Tahrim/8) Bu ayet şu mânâyı muhtemildir: Kişi dünyada nûrun esasıyla azıklanırsa, nûrunu tamamlamak kendisine minnet etmek olur. Şu mânâya da gelme ihtimali vardır: Dünyada tekâmülün fazlasına muhtaç olacak bir şekilde parlamayanın gayrisindeki nûrun tamamlanmasıdır. Bu bakımdan nûrun, tamamlanandan maksadı o olur! Bize bakın da yararlanalım. Onlara ´Arkanıza dönünde nûr arayın!´ denilir.(Hadîd/13) Bu ayet nûru dünyada edinmenin gerekli olduğuna delâlet eder. Sonra o nûrun parlaklığı ahirette artar. Ahirette yeni bir nûr verilmez. Bu hususta zan ile hükmetmek tehlikelidir. Bizim için hâlâ güvenilir bir hüküm belirmiş değildir. Öyleyse ALLAH Teâlâ´dan bizi ilim ve rüşd bakımından geliştirmesini, hakkı hak olarak göstermesini diliyoruz. İşte basiret nûrlarının bu kadarcığı, şevk´in hakîkat ve mânâlarının keşfedilişidir. Haberlere ve eserlerin delillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir. Ey ALLAHım! Senden, kazadan sonra rızâyı ve ölümden sonra maişetin serinliğini, kerîm yüzüne bakmanın zevkini ve mülâkatın olan şevk´i talep ediyorum.28 Ebu Derdâ (r.a) Ka´b´ul-Ahbar´a: ´Tevrat´taki en hususî ayeti bana haber ver!´ dedi. Ka´b dedi ki: Tevrat´ta şöyle buyurulmuştur: Ebrârın, mülâkatıma olan iştiyakı uzadı. Oysa ben onların mülâkatına, şevk bakımından daha şiddetliyimdir. Ka´b dedi ki: Bu ayetin yanında da şöyle yazılıdır: ´Beni arayan beni bulur. Benden başkasını arayan beni bulamaz!´ Bunun üzerine Ebu Derdâ şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber´in de bunu söylediğine şehadet ederim´. Dâvud´un haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın Hz. Davud´a şöyle bu-yurduğu vârid olmuştur: Ey Dâvud! Arzımın ehline tebliğ et ki ben beni sevenin dostu-yum. Benimle oturanın arkadaşıyım. Zikrime ünsiyet ede-nin mûnisiyim. Bana arkadaşlık yapanın arkadaşıyım. Beni seçeni seçerim. Bana itaat edeni severim. Ne zaman kulu-mun beni sevdiğini bilirsem, onu nefsim için kabul eder, onu öyle bir sevgi ile severim ki mahlukâtımdan hiçbiri bu hu susta onun önüne geçemez. Kim hak ile beni ararsa bulur. Kim gayrimi ararsa bulamaz! Ey yeryüzünün ehli! Dünyanın aldanışında sizde olanı terkediniz. Benim kerametime, arkadaşlığıma, benimle oturmaya geliniz! Benimle ünsiyet ediniz ki sizinle ünsiyet edeyim ve muhabbetinize koşayım! Muhakkak ki ben, dostlarımın çamurunu dostum İbrahim´in, kurtardığını (kulum) Musa´nın ve seçtiğim Muhammed´in çamurundan yarattım. Müştakların kalplerini nûrumdan yaratıp, celâlimden nimetlendirdim. Seleften bir zattan rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, sıddîklardan birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Benim birtakım kullarım vardır, beni severler. Ben de onları severim. Onlar bana müştaktırlar, ben de onlara müştakım. Beni anarlar! Ben de onları anarım. Bana bakarlar! Ben de onlara bakarım. Eğer onların yolundan gidersen seni sever, ayrılırsan senden nefret ederim.O zat ´Yârab! Onların alâmetleri nedir?´ diye sorunca ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Onlar şefkatli çobanın sürüsünü gözetmesi gibi, gündüzleyin gölgeleri gözetirler. Kuşun, güneş battığı zaman yuvasına müştâk olduğu gibi, güneşin batışına müştaktırlar. Ne zaman ki karanlık gelir, yataklar yayılır, tahtlar kurulur ve her dost dostu ile başbaşa kalırsa, onlar ayaklarının üzerine dikilirler. Yüzlerine doğru yayılırlar. Kelâmımla bana müracaat ederler. Kendilerine vermiş olduğum nimetlerimden ötürü bana yalvarırlar. Onlar bağıran ve ağlayanlar, ah çekenler ve şikayet edenlerdir. Ayakta duran, oturan, rükû ve secdede bulunanlardır. Benim gözümle benim için tahammül ederler, benim kulağımla benim sevgimden şikayet ederler. Onlara ilk vereceğim üç şeydir: Nûrumdan onların kalbine atarım. Onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler. İkincisi, eğer gökler ve bunlarda bulunan şeyler onların terazilerinde olsa bunları onlar için az görürüm. Üçüncüsü, yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle kendisine yöneldiğim bir kimseye vermek istediğimi kim bilebilir? Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın ona şöyle vahyettiği vârid olmuştur: - Ey Dâvud! Ne zamana kadar cenneti hatırlamayacaksın? Benden bana olan şevk´i istemeyeceksin? - Yârab! Sana müştâk olanlar kimlerdir? - Bana müştâk olanlar o kimselerdir ki onları her bulanıklıktan arındırmış, sakındırmakla uyandırmışımdır. Kalplerinden bana açılan bir delik yaratmışımdır ki bana bakarlar. Onların kalplerini elimle kaldırır, semanın üzerine koyarım. Sonra meleklerimin ileri gelenlerini çağırır, onlar bir araya geldiklerinde bana secde ederler, kendilerine derim ki: ´Bana secde edesiniz diye sizi çağırmadım! Fakat size bana müştâk olanların kalplerini arzedeyim diye ve size karşı onlarla iftihar edeyim diye çağırdım. Çünkü onların kalpleri, benim göğümde, güneşin yeryüzündekilere ışık verdiği gibi meleklerime ışık verir´.Ey Dâvud! Ben müştakların kalbini rıdvanımdan yaptım, vechimin nûruyla nimetlendirdim. Onları kendime yâr ve bedenlerini yerde bakışımın merkezi yaptım. Onların kalplerinden bir yol açtım. Onunla bana bakarlar. Her gün şevkleri artar. - Yârab! Muhabbetinin ehlini bana göster! -Ey Dâvud! Lübnan dağına git! Orada ondört kişi vardır. İçlerinde genç,ihtiyar,orta yaşlılar vardır. Onlara vardığında benden selâm söyle ve kendilerine de ki: ´Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ´Siz bir ihtiyaç talebinde bulunmayacak mısınız? Muhakkak ki siz benim muhiblerim, seçilmiş kullarım ve velilerimsiniz. Sizin sevginize seviniyor, sizin muhabbetinize koşuyorum´. Bunun üzerine, Dâvud (a.s) onlara vardı. Baktı ki onlar bir pınarın başında ALLAH´ın azametini düşünüyorlar. Dâvud´u gör-üklerinde kendisinden kaçmak için ayağa kalktılar. Dâvud dedi ki: ´Ben ALLAH´ın size gönderilmiş elçisiyim. ALLAH´ın emrini size tebliğ etmeye geldim!´ Bunun üzerine onlar Dâvud´a yönelip kulaklarını ona diktiler, gözlerini çevirdiler. Bunun üzerine Dâvud (a.s) dedi ki:Ben ALLAH´ın size gönderilmiş peygamberiyim. ALLAH size selâm ediyor. Size diyor ki: ´Benden neden bir ihtiyacınızı, bir hacetinizi istemiyorsunuz? Neden beni çağırmıyorsunuz ki sesinizi ve konuşmalarınızı dinleyeyim? Muhakkak sizler benim dostlarım, velî kullarımsınız. Sevmenize sevinir, muhabbetinize koşarım. Her saat şefkatli ve ince kalpli bir annenin evladına bakışı gibi size bakarım´. Bu söz üzerine gözyaşları yanaklarından dökülmeye başladı. İhtiyarlar dedi ki: ´(Ey RABBİMiz!) Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin. Biz senin kullarınız. Kullarının evlatlarıyız. Geçmişte kaplerimizin senin zikrinden kesilmesini bağışla!´ Diğeri dedi ki: ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz senin kullarınız ve kullarının evlatlarıyız. Bizimle senin aranda olan muamelelerimizde bize bakmakla bize minnet et!´ Başka biri ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz kullarınız. Kullarının evlatlarıyız! Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildiğin halde nasıl senden istemeye cesaret ederiz? Bu bakımdan senin yolunda yola devam etmeyi bize nasip eyle! Bununla bizim üzerimizdeki nimetini tamamla!´ Başkası ´Bizler senin rızanın talebinde kusurluyuz. Cömertliğinle bize yardım et!´ dedi. Başkası Bir damla meniden bizi yarattın. Azametini düşünmekle bize minnet ettin. Senin azametinle meşgul, celâlini düşünen bir kimse seninle konuşmaya cesaret edebilir mi? Bizim isteğimiz senin nûruna yaklaşmaktır´ dedi. Diğeri ´Dillerimiz seni çağırmaktan yoruldu. Çünkü şânın yücedir. Çünkü sen velî kullarına yakınsın. Çünkü muhabbet ehlinin üzerinde senin minnetin çoktur´ dedi. Bir diğeri ´Sensin kalbimizi zikrine hidayet eden! Seninle meşgul olmaya kalbimizi boşaltan. O halde, şükründeki kusurumuzu bize bağışla!´ dedi. Bir başkası ´Bizim ihtiyacımızı biliyorsun. İhtiyacımız sadece senin yüzüne bakmaktır!´ Bir başkası ´Kul nasıl efendisine karşı cüretkâr olur? Zira cömertliğinle dua etmeyi sen bize emrettin. O halde göklerin tabakalarmdan gelen bir karanlıkta bize rehber olacak bir nûru bize bağışla!´ dedi. Bir diğeri ´Senden dileğimiz bize yönelmen ve bunu bizim nezdimizde devam ettirmelidir!´ dedi. Bir başkası ´Senden bize hibe ettiğinde nimetinin tamamını istiyoruz´ dedi. Başkası ´Senin yarattıklarının hiçbirinde bizim gözümüz yoktur. Bu bakımdan cemâline bakmayı bize minnet et!´ dedi. Bir başkası ´Arkadaşlarımın arasında senden bir dileğim var! Dünya ve ehline bakmaktan gözlerimi kör etmeni, ahiretle meşgul olmaktan da kalbimi menetmeni istiyorum´ dedi. Başkası ´Sen müşriklerin dediğinden yücesin! Senin velî kullarını sevdiğini biliyorum. O halde kalbimizin senden başka herşeyden dönüp seninle meşgul olmasın bize minnet et!´ dedi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, Dâvud´a vahiy göndererek dedi ki: - Onlara de ki: Sizin konuşmalarınızı dinledim. İsteklerinizi verdim. Bu bakımdan her biriniz arkadaşlarından ayrılsın. Kendi nefsine bir yol edinsin! Muhakkak ben kendimle sizin aranızda bulunan perdeyi kaldıracağım ki siz benim nûruma ve celâlime bakasınız. - Onlar ne ile senin bu lûtfuna mazhar oldular? - Güzel zan, dünya ve dünya ehlinden kaçıp benimle başbaşa kalmak, benimle münacât etmekle! Muhakkak bu bir mertebedir. Ona ancak dünya ve dünya ehlini terkeden varabilir. Dünyanın hiçbir şeyiyle meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan, beni bütün kullarıma tercih eden bunu elde eder. İşte böyle bir durumda ona şefkat eder, nefsini boşaltır, benimle onun arasındaki perdeyi kaldırırım. Öyle ki kişi, gözüyle birşeye baktığı gibi bana bakar. Her saat ona kerametimi gösteririm. Onu yüzümün nûruna yaklaştırırım. Hasta düşerse şefkatli annenin evladına bakması gibi ona bakarım! Susarsa su içiririm. Ona zikrimin tadını tattırırım. Ey Dâvud! Ona bunu yaptığımda nefsini dünya ve ehlinden körleştiririm. Dünyayı ona sevdirtmem. Benim (sevgim)le meşgul olmaktan artık o gevşemez. O hemen huzuruma gelmek ister. Oysa ben onu öldürmeyi hoş görmem. Çünkü o, mahluklarımın arasında bakışımın merkezidir. Ben ondan başkasına bakmam. Ey Dâvud! Onun nefsi eridiği, cismi zayıfladığı, azaları fersude olduğu, kalbi zikrimi dinlediği zaman onu bir görsen! Onunla meleklerime ve gök ehline karşı iftihar ederim. O, korku ve ibadet bakımından artar. Ey Dâvud! İzzet ve celâlime yemin ederim! Onu cennette otur-tacağım. Bana bakmaktan onun sabrına şifa vereceğimi Öyle ki rızanın üstünde razı oluncaya kadar... Yine Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: Benim sevgime yönelen kullarıma de ki: ´Yarattıklarımdan gizlendiğimde, sizinle aramdaki perdeyi kaldırıp kalp gözlerinizle bana bakacak derecede size imkân verdiğimde size hiçbir zarar gelmez. Dininizi size yaydığımda sizden aldığım dünyanın size ne zararı olabilir? Benim rızamı talep ettiğinizde halkın öfkesi size nasıl zarar verir?´ Yine Hz. Dâvud´un haberlerinde vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Beni sevdiğini iddia ediyorsun. Eğer beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkart. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir arada bulunamaz. Ey Dâvud! Dostunla ihlâslı ol. Dünya ehliyle az ihtilât et! Dinini (veya borcunu) bana havale et, başkalarına değil! Benim muhabbetime uygun görünene yapış, senin için müşkil olan hakkında da bana yaslan, o zaman seni düzeltmeye acele etmem bana hak olur! Senin önderin ve delilin ben olurum. İstemeden sana veririm. Zorluklara karşı yardım ederim. Ben nefsime, ancak talebinin varlığını huzuruma atmak olduğunu bildiğim bir kulu doğruya iletmeyi gerekli kıldım. Oysa o kul bunu huzuruma getirmekle benden müstağni olamaz. Sen böyle oldun mu, zillet ve vahşeti senden uzaklaştırıp zenginliği kalbine yerleştiririm. Çünkü kulum nefsine güvenir ve fiillerine bakarsa onu nefsine havale etmeyi gerekli kılarım. O nefis ki eşyanın en zayıfıdır. O nefis senin ameline zıt düşmez ki sen zorluk çekesin. Arkadaşın da bu durumda senden fayda görmez. Benim marifetime bir hudud bulamazsın. Marifetin sonu da yoktur, Ne zaman benden fazlalık istersen sana veririm. Benden gelen fazlalığın hududunu bulamazsın. Sonra İsrailoğullarna bildir ki benimle kullarımın arasında bir soy yoktur ki onların benim katımdaki istek ve iradeleri alabildiğine büyük olsun. Onlara gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin kalbine gelmeyen şeyleri mübah kılacağım. Beni iki gözünün arasına koy. Kalbinin gözüyle bana bak! Akıllar: benden perdelenmişlere bakma! Çünkü onlar akılları alabildiğine salıverdiler. Ben izzet ve celâlime yemin ettim ki tecrübe niyetiyle benim ibadetime girene sevabımı açmayacağım. Öğrettiğine tevazu et! Müridlere pek fazla serzenişte bulunma. Eğer muhabbetimin ehli, müridlerin katımdaki derecelerini bilseydiler müridler için kendilerini toprak yapar, müridleri üzerlerinde yürütürlerdi Ey Dâvud! Eğer bir müridi, içinde bulunduğu bir sarhoşluktan çıkarırsan, onu kurtarırsan seni var kuvvetiyle çalışıp cihad eden bir kimse olarak kaydedeceğim. Kimi böyle kaydedersem artık onun üzerinde bir vahşet ve insan-ların ihtiyacı sözkonusu olmaz. Ey Dâvud! Sözüme yapış. Nefsinden nefsin için azık edin. Sakın ondan getirmeyesin ki senden muhabbetimi perdelemeyeyim. Kullarımı rahmetimden ümitsiz etme ki bana (rahmetime) olan şehvetini kesmeyeyim; zira ben zevkleri ancak mahlukâtımm zâfiyetinden ötürü mübah kıldım. Kuvvetlilere ne oluyor ki zevk peşinde koşuyorlar. Muhakkak ki zevkler, münacâtımm halâvetini eksiltir. Zevklere dalan kuvvetlilerin en az cezası olarak onların akıllarını kendimden perdelerim; zira ben dünyayı dostum için münasip görmem. Dostumu dünyadan uzaklaştırırım. Ey Dâvud! Benimle arana bir âlimi sokma ki o, sarhoşluğuyla seni muhabbetimden perdelemesin. Onlar, mürid olan kullarımın yolunu kesenlerdir! Şehvetleri terketmek hususunda,daima oruç tutmaktan yardım iste!Oruçyemeyi tecrübe etmekten kaçın! Zira oruca olan sevgim, onun devam ettirilmesidir. Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık yapmak suretiyle bana kendini sevdir. Ondan şehvetleri menet ki sana bakayım ve aramızda perdelerin kalktığını göresin. Sevabımla sana minnet ettiğimde, ona gücün yetsin diye seninle müdaraat ediyorum. Sen ibadetime yapışmış olduğun halde onu senden esirgeyecek miyim? ALLAH Teâlâ (c.c) yine Hz. Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Ey Dâvud! Eğer bana sırt çevirenler onları nasıl intizar ettiğimi, onlara nasıl şefkat gösterdiğimi, onların günahı terketmelerine nasıl iştiyak duyduğumu bilseydiler, bana olan şevklerinden ölürlerdi. Muhabbetimden azaları paramparça olurdu. Ey Dâvud! İşte benden yüz çevirenler hakkındaki iradem budur. Acaba bana yönelen hakkındaki iradem nasıldır? Ey Dâvud! Kulumun bana en muhtaç olduğu zaman, benden kendisini müstağni gördüğü zamandır. Kuluma en fazla merhamet ettiğim zaman da benden yüz çevirdiği za-mandır. Benim katımda en büyük olduğu zaman bana dönüş yaptığı zamandır! İşte bu ve buna benzer sayılmayacak kadar çok olan haberler Muhabbet, Şevk ve Ünsiyet´in isbatma delâlet ederler. Oysa onların mânâsının tahkiki ancak daha önce söylediklerimizle inkişaf eder. 28) Taberânî |
ALLAH´ın Kulu Sevmesi ve Bu Sevginin Mânâsı
Kur´an´ın delilleri ALLAH´ın kulunu sevdiği hususunda birbi-rini takviye etmektedir. Bu bakımdan bu sevginin mânâsını bilmek gerekir. Biz önce sevginin delillerini takdim edelim. ALLAH onları sever, onlar da ALLAH´ı severler! (Mâide/54) ALLAH, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4) ALLAH tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever.(Bakara/222) ALLAH Teâlâ ´Ben ALLAH´ın habibiyim´ diye iddia eden bir kimseyi reddederek şöyle buyurmuştur: De ki: ´O halde niçin günahlarınızdan ötürü (ALLAH) size azap ediyor?´(Mâide/18) Enes (r.a) Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor. ALLAH Teâlâ bir kulunu sevdiğinde o kula günah zarar vermez. Günahtan tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.29 Bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: ALLAH tevbe edenleri sever! (Bakara/222) Ayetin mânâsı şudur: ALLAH onu çok sevdiği zaman ölmeden önce ona tevbe nasip eder. Ne kadar çok olursa olsun geçmiş günahlar ona zarar vermez. Nitekim İslâm´dan sonra geçmiş küfrün insana zarar vermediği gibi... ALLAH Teâlâ, sevgi, için günahın affını şart koşarak şöyle buyurmuştur: De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu îmran/31) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH için tevâzu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim böbürlenirse, ALLAH onu alçaltır. Kim ALLAH´ın zikrini çokça yaparsa ALLAH onu sever.31 Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kul, nafile ibadetlerle bana yaklaştığında onu öyle severim ki duyan kulağı, gören gözü olurum.32 Zeyd b. Eslem şöyle demiştir: ALLAH kulunu sever ki ona şöyle diyecek dereceye varır: ´İstediğini yap! Seni bağışladım!´ Muhabbet hakkında söylenenler hadde hesaba gelmez. Biz kulun ALLAH´ı sevmesi mecazî değil de hakikattir dedik; zira muhabbet, sözlük anlamı olarak nefsin kendisine uygun olan bir şeye meyletmesinden ibarettir. Aşk ise galip ve müfrit meyilden ibarettir. Biz daha önce ihsanın nefse uygun olduğunu belirttik. Cemâl de uygundur. Cemâl ile ihsanın bazen gözle idrâk edildiğini, bazen de basiretle bilindiğini belirttik. Sevgi bunların her birine tâbi olur. Sadece gözle idrâk olunana has değildir dedik. ALLAH´ın kulunu sevmesine gelince, bütün isimler ALLAH´a ve ALLAH´ın gayrisine ıtlak olunduklarında her ikisine de aynı mânâ ile ıtlâk olunmaz. Hatta iştirak bakımından isimlerin en umumîsi olan vücûd ismi bile aynı yönde Hâlık ile mahluku kapsamaz. ALLAH´tan başka her şeyin varlığı ALLAH´ın varlığından istifade eder. Bu bakımdan tâbi olan varlık, metbû olan varlığa hiçbir zaman eşit olamaz. Ancak ismin ıtlak olunmasında eşittirler. Bunun benzeri, at ile ağacın cisim isminde ortak olmasıdır; zira cismiyetin mânâ ile hakikati ikisinde de birbirine benzer. Fakat hiçbir zaman birinin asıl olmasını gerektirmez. Bu bakımdan bunların birinin cismiyet! diğerinden alınmış değildir. Bu uzaklık diğer isimlerde daha belirgindir. İlim, irade, kudret ve diğerleri gibi... Bu bakımdan bütün bunlarda yaratanı mahluka benzetme. Lugat bu isimleri önce mahlukât için vazetmiştir; zira bu isimlerden, hâliktan önce mahlukât akla gelir. Bu nedenle bu isimlerin Hâlık hakkında kullanılması istiare, mecaz ve nakil yoluyladır. Muhabbet kelimesi, lügatta nefsin kendisine uygun ve münasip olana meyletmesinden ibarettir, Bu mânâ ancak eksik ve kendisine uygun olan maksadı elinden kaçmış bir nefis hakkında düşünülür. Bu bakımdan bu nefis o şeyi elde etmek suretiyle bir kemâli elde eder. Dolayısıyla onu elde etmekle lezzetlenir. Oysa bu mânâ ALLAH için muhaldir; zira her kemâl, her cemâl, her güzellik ve celâl, ilâhlık hakkında mümkündür. Bu bakımdan o, hâzır ve hâsıldır. Ezelde ve ebedde onun husulü farzdır. Onun yenilenmesi ve giderilmesi ALLAH hakkında düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH için başkasına, başkası olmak hasebiyle bakılmaz. ALLAH´ın nazarı sadece zatına ve fiillerinedir. Oysa varlıkta onun zat ve fiillerinden başkası yoktur.33 İşte bunun için Şeyh Ebu Said Mihenî34 kendisine ´ALLAH onları, onlar da ALLAH´ı severler´ (Mâide/54) ayeti okunduğu zaman demiştir ki: ´Hakkıyle ALLAH onları sever; zira o, nefsinden başkasını sevmez´. Bu mânâya binaen O küll´dür. Varlıkta O´ndan başkası yoktur. Bu bakımdan nefsinden, nefsinin fiillerinden, nefsinin tasniflerinden başkasını sevmeyen bir kimsenin sevgisi, zatını zati ile ilgili olmaları bakımından zatının tâbilerini geçmez. Bu bakımdan o ancak nefsini sever! (Mahluk ancak hâlikın fiili ve eseridir). O´nun kullarını sevmesi hakkında vârid olan lâfızlar tevil edilir. Mânâsı ´Kulun kalbinden perdeyi basiretiyle kendisini görsün diye kaldırmaya veya kendisine yaklaşmak imkânını ona vermeye ve ezelde bunu onun hakkında irade etmeye´ dönüşür. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın sevmiş olduğu kimseye olan sevgisi ezelîdir. Bu sevginin, kulunu bu yakınlık yollarında yürütmek isteyen ezelî iradesine her izafe edildikçe mânâsı budur. Kulunun kalbinden perdeyi kaldıranın fiiline izafe edilirse hâdistir. Kendisini isteyen sebebin meydana gelmesiyle oluşur. Nitekim bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kulum kendisini seveyim diye durmadan nafile ibadetlerle bana yaklaşır.35 Nafilelerle ALLAH´a yaklaşması, iç âleminin durulmasına sebep olur. Kalbinden perdenin kalkmasına, rabbine yakın olmasına vesile olur. Bütün bunlar ALLAH´ın fiili ve o kulu için lütfudur. İşte ALLAH sevgisinin mânâsı budur. Bu ancak bir misal ile anlaşılır. O misal de şudur: Sultan bazen kölesini kendine yaklaştırır. Her zaman huzuruna girmeye müsade eder. Çünkü sultan ona meyleder. Ya kuvvetiyle kendisine yardım etmek veya müşahedesiyle müsterih olmak veya reyinde onunla istişare etmek veya yeme ve içmekte yardım etmesi için ona bu izni verir. Bu bakımdan ´Sultan onu sever´ denir. Sultan´ın onu sevmesi, sultan´ın tabiatına uygun bir şeyin onda bulunduğu için ona meyletmesi demektir. Bazen sultan bir kölesini huzuruna yaklaştırır. Huzuruna girip çıkmaktan onu menetmez. Bu ondan bir fayda gördüğü veya onun yardımına muhtaç olduğu için değildir. Fakat o kul haddi zatında insanı razı edecek ahlâk ve güzel hasletlerle donatılmıştır. Öyle hasletler ki onların yüzünden sultanın huzuruna yakın olmaya ve onun yakınlığından bolca nasip almaya lâyık olur. Oysa hiçbir şekilde sultan´ın ondan bir çıkarı yoktur. Sultan onunla arasındaki perdeyi kaldırdığında ´Sultan onu sevdi´ denilir. Ne zaman kişi, perdeyi kaldırmayı gerektiren güzel ahlâkı elde ederse, ´Huzura varmış, kendini sultana sevdirmiştir´ denir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kulu sevmesi ancak ikinci mânâ iledir. Birinci mânâ ile değildir. Ona ikinci mânâyı misal olarak vermekle zihnine yaklaştıkça bir değişiklik meydana gelir. Mânâsı sebkat etmemek şartıyla doğru olabilir; zira habîb, ALLAH´a yakın olandır. ALLAH´a yakın olma da hayvanların, yırtıcıların ve şeytanların sıfatlarından uzak olmaktır. İlâhî ahlâktan ibaret olan güzel ahlâklarla ahlâklanmaktır. Bu yakınlık mekan bakımından değil, sıfat bakımından yakınlıktır. Kim yakın değilse, yakın olduğunda mutlaka onda bir değişiklik olur. İşte çoğu kez bu sebepten dolayı zannedilir ki yakınlık her yenilendikçe hem kulun,hem de ALLAH´ın sıfatında değişiklik meydana gelir (!) Zira önce yakın değilken sonra yakın olmuştur. Oysa bu değişiklik ALLAH hakkında muhaldir. ALLAH Teâlâ ezelde olduğu gibi daima kemâl ve cemâl sıfatları üzerindedir. Bu ancak şahıslar arasındaki yakınlık hakkında bir misal vermekle tam vuzuha kavuşur: İki şahıs, bazen hareket etmekle birbirine yaklaşırlar. Bazen biri yerinde sabit, diğeri hareket eder, dolayısıyla birinde hiçbir şey olmaksızın diğerinde meydana gelen bir değişiklikle yakınlık oluşur. Sıfatlardaki yakınlık da böyledir; zira talebe, ilim ve güzelliğin kemâlinde hocasının derecesine yakın olmayı ister. Oysa hocası ilminin kemâlinde durmaktadır. Talebenin derecesine inmek için herhangi bir hareketi yoktur. Talebe ise çalışarak cehaletin ta dibinden ilmin yüceliğine doğru terâkki etmektedir. Bu bakımdan talebe, durmadan değişiklik ve terakkide hocasına yaklaşıncaya kadar gayret eder. Hoca ise değişmez ve sabit bir vaziyettedir. İşte kulun yakınlık derecesindeki terakkisinin böyle anlaşılması uygundur. Bu bakımdan kul her ne zaman sıfat bakımından kâmil, ilim bakımından tamam, eşyanın hakikatini ihâta etmek bakımından mükemmel, şeytanı kahretmek ve şehvetleri yenmekte sabit, rezaletlerden uzaklaşmakta nezih oldukça kemâl derecesine daha yakın olur. Kemâl derecesinin zirvesi ALLAH´ındır. Her birinin ALLAH´a yaklaşması kemâli nisbetindedir. Evet! Bazen talebe, hocasına yaklaşmaya ve onunla eşit olmaya, hatta onu geçmeye muktedir olur. Fakat bu ALLAH hakkında muhaldir. Çünkü ALLAH´ın kemâli sonsuzdur. Kulun kemâl derecelerindeki sülûkünün ise sonu vardır. O ancak belli bir sınıra ka-dar varır. Hiçbir zaman ALLAH ile eşit olmaya çalışmamalıdır. Sonra yakınlık dereceleri sonsuz bir şekilde değişiktirler. Çünkü o kemâlin sonu yoktur. Madem durum budur, ALLAH´ın kulunu sev-mesi, onu zatına, meşgaleler ve günahları kendisinden uzaklaştırmak suretiyle yaklaştırmasıdır. İç âleminin, dünyanın bulanıklıklarından arındırması, kalbi ile görüyor gibi müşahede etmesi için kalbinden perdeyi kaldırmasıdır. Kulun ALLAH´ı sevmesi ise, yoksun olduğu kemâli idrâk etmeye meyletmeşidir. Kendisinde bulunmayan bu kemale yönelmesidir. Şüphe yoktur ki o, elinden kaçırdığı kemâle müştaktır. O kemâlden birşey elde ettiğinde onunla lezzetlenir. Bu mânâ ile şevk ve muhabbet ALLAH için muhaldir. Eğer ´ALLAH´ın kulu sevmesi karışıklık meydana getiren bir şeydir, kul ALLAH´ın dostu olduğunu nasıl bilecek?´ dersen,cevap olarak derim ki: Bunun alâmetleriyle buna istidlâl edilir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Onu mübalağalı bir şekilde sevdiğinde onu edinir.36 - ´Onu edinir!´ ne demektir? - Ona ne aile efradı bırakır, ne de mal! Bu bakımdan ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmeti, onu başkasından uzaklaştırması, onunla başkasının arasına girmesidir. Hz. İsa´ya ´Neden binmek için bir merkeb satın almıyorsun?´ denilince, şöyle demiştir: ´Beni bir merkeple zatından meşgul etmesinden ALLAH katında kıymetim daha yücedir!´ ALLAH Teâlâ bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Eğer o kul belaya karşı sabrederse onu seçer. Eğer o razı olursa onu tercih eder.37 Bazı âlimler şöyle demiştir: ´Sen ALLAH´ı sevdiğini, onun da seni belalandırdığını gördüğünde, bil ki ALLAH seni arındırmak istiyor´. Müridlerden biri hocasına dedi ki: ´Ben muhabbetin bir şeyine muttali kılındım´. Hocası dedi ki: ´Ey oğul! O kendisinden başka bir mahbubla seni mübtela kılmış mıdır ki sen de O´nu o mahbuba tercih ettin?´ Talebe ´Hayır!´ dedi. Hoca ´O halde, muhabbete tamah etme! Zira ALLAH Teâlâ bir kula bela verip denemedikçe ona muhabbeti vermez´ dedi. ALLAH bir kulu sevdiğinde o kulun nefsinden ona bir vâiz kılar. Onun kalbinde onu kötülüklerden sakındırıcı bir kuvvet kılar ki o kuvvet onu kötülüklerden meneder.38 ALLAH bir kula hayrı irade ettiğinde ona nefsinin ayıplarını gösterir.39 Bu bakımdan onun en güzel alâmetleri ALLAH´ı sevmesidir; zira bu sevgi ALLAH´ın onu sevdiğine delâlet eder. Onun ALLAH katında sevildiğine delâlet eden fiil ise, ALLAH´ın onun zâhir, bâtın, gizli, aşikâr her işini bizzat idare etmesidir. Bu bakımdan ona yön veren, işini tedbir eden, ahlâkını güzelleştiren, azalarını çalıştıran, zâhir ve bâtınını düzelten, isteklerini bir istek kılan, dünyadan nefret etmeyi kalbine yerleştiren, kendisinden başkasından onu uzaklaştıran, tenhada münâcât lezzetiyle ona ünsiyet veren, onunla marifetinin arasındaki perdeyi onun gözünden kaldıran ALLAH´tır. İşte bu ve benzeri şeyler ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetidir. Şimdi de kulun ALLAH´ı sevmesinin alâmetini zikredelim; zira bu da ALLAH´ın kulu sevmesinin alâmetleridir. Muvaffak kılan ALLAH´tır! 29) Deylemî 30) Hâkim 31) İbn Mâce 32) Buhârî 33) Bu Vahdet´ul-Vücûd görüşüdür. Nitekim Şeyh Muhyiddin b. Arabî de Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu görüşü defalarca tekrar etmiştir. {İthaf´us-Saade, IX/612). Bu hususta daha tatminkâr malûmat için bkz. İmâm Rabbânî, Mektûbât 34) Adı Fudayl b. Ahmed b. Muhammed´dir. 35) Buhârî, (Ebu Hüreyre´den) 36 taberânî 37) Deylemî 38) Deylemî |
Kulun ALLAH´ı Sevmesinin Alâmetleri
Herkes muhabbet iddia eder. İddia etmek ne kadar kolay! Fakat mânâlar çok çetindir! Bu bakımdan insan, şeytanın kandırmasına ve nefsin aldatmasına kanmamalıdır. Nefis ne zaman ALLAH´ın sevgisini iddia ederse, onu alâmetlerle denemedikçe, ondan delil ve burhanlar istemedikçe ona kanmamalıdır. Muhabbet güzel bir ağaçtır. Kökü sabit, dalları göklerde, meyveleri kalpte, dil ve azalarda belirir. Ondan kalp azalan üzerine feyezân eden eserler dumanın ateşe, meyvenin ağaca delâlet etmesi gibi, muhabbetin varlığına delâlet eder. O eserler çoktur. Onlardan biri cennette keşif ve müşahede yoluyla habibin mülakatını sevmektir. Bu bakımdan kalbin bir mahbubu sevip de onun müşahede ve mülakatını sevmemesi düşünülemez. Seven kalbin, o mahbuba varmasının ancak dünyadan ayrılmakla mümkün olduğunu bildiğinde derhal ölüme dost olması, ondan kaçmaması gerekir; zira seven bir insana vatanından sefer edip mahbubunun vatanına gitmek, ona kavuşmak ağır gelmez. Ölüm, mülakatın anahtarı,müşahedeye giriş kapısıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH´ın mülakatını severse ALLAH da onun mülakatınısever.40 Huzeyfe ölüm döşeğinde şöyle haykırdı: ´Bir habib ki fakirlik üzerine geldi. Pişmanlıktan kurtulamam´.41 Seleften bir zat şöyle demiştir: ´ALLAH kulda, ALLAH´ın mülakatını sevmekten sonra, fazla secdelerden daha sevimli bir haslet yaratmamıştır!´ Görüldüğü gibi bu bahis, ALLAH ile mülâki olmayı sevmeyi, secdeye takdim etmiştir. ALLAH Teâlâ, sevgideki doğruluğun hakikati için ALLAH yolunda ölmeyi şart koşmuştur; zira onlar ´Biz ALLAH´ı seviyoruz´ dediler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, ALLAH yolunda ölmeyi ve şehidlik mertebesini talep etmeyi bu sözün doğruluğuna alâmet kılarak şöyle buyurdu: ALLAH kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4) ALLAH mü´minlerden canlarını ve mallarını, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.(Tevbe/111) Hz. Ebubekir´in kendisinden sonra halife olan Hz. Ömer´e yazdığı vasiyetinde şu cümleler yer almaktadır: ´Hak ağırdır, ağırlığına rağmen kolaydır. Bâtıl hafiftir, hafifliğine rağmen ağırdır. Eğer benim vasiyetimi hıfzedersen hiçbir şey sana ölümden daha sevimli gelmez. Nasıl olsa ölüm gelip yakana yapışacaktır. Eğer vasiyetimi zayi edersen sana ölümden daha ağır gelen hiçbir şey olmaz. Zaten sen ölümü sana yetişmekten aciz bırakamazsın!´ İshak b. Sa´d b. Ebî Vakkas babasından şöyle rivayet ediyor: "Abdullah b. Cahş Uhud gününde bana dedi ki: ´Biz ALLAH´a dua etmeyelim mi?´ Böylece bir kenara çekildiler. Abdullah b. Cahş şu duayı yaptı: ´Yârab! Israrla senden istiyorum. Yarın düşman ile karşılaştığımda karşıma kuvveti ve öfkesi şiddetli olan bir kişiyi çıkar ki senin yolunda onunla çarpışayım. O da benimle çarpışsın. Sonra benim burnumu ve kulağımı kessin. Karnımı yarsın. Yarın senin huzuruna vardığımda ´Ey Abdullah! Senin burnunu ve kulağını kim kesti?´ diye sor. Ben de ´Ey RABBİM! Senin ve Rasûlü´nün yolunda oldu!´ diyeyim. Sen o zaman ´Doğru söyledin!´ de. Ben akşama doğru Abdullah´ı gördüm. Burnu ve kulağı kesilmiş ve ipe takılmıştı". Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: ´Ümit ederim ki ALLAH Teâlâ onun yeminin başını yerine getirdiği gibi sonunu da yerine getirmiştir!´ Süfyan es-Sevrî ve Bişr el-Hafî derlerdi ki: ´Ancak şüpheli bir insan ölümden hoşlanmaz; zira dost, her durumda dostu ile mü-lakattan hoşlanır´. Büveytî42 zâhidlerden birine ´Ölümü sever misin?´ diye sordu. Zâhid durakladı. Bunun üzerine Büveytî ´Eğer doğru olsaydın muhakkak ölümü severdin´ deyip şu ayeti okudu: De ki: ´Eğer (dediğiniz gibi) gerçekten ALLAH katında âhiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin!´(Bakara/94) Bunun üzerine kişi dedi ki: ALLAH´ın yüce Rasûlü buyurmuştur: ´Sakın sizden hiçbir kimse ölümü temenni etmesin´. Kişinin bu itirazına karşı, Büveytî ´ALLAH Teâlâ, bu sözünü insanlara isabet eden bir zarardan ötürü ölümü temenni etmemeleri için söylemiştir. Çünkü ALLAH´ın kaza ve kaderine râzı olmak, ondan kaçmayı talep etmekten daha üstündür´. Soru:Ölümü sevmeyen bir kimsenin ALLAH´ın muhibbi olması düşünülebilir mi? Cevap: Ölümü sevmemek, bazen dünyayı sevmekten, aile ef-radından, mal ve evlattan ayrılmaya dayanamamaktan ileri gelir. Bu ise, ALLAH´ı kemâl derecesinde sevmeye zıddır. Çünkü kâmil sevgi, kalbin tamamını kapsayan sevgidir. Fakat aile efradının ve çocuğunun sevgisiyle beraber kişide ALLAH sevgisinden zayıf bir kokunun bulunması, uzak bir ihtimal değildir; zira insanlar sevgi hususunda değişik derecededirler. Onların değişik derecede olduklarına rivayet edilen şu hadîs delâlet eder: ´Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rabia b. Abdişşems, kızkardeşi Fâtıma´yı azadlısı Sâlim´e nikâh ettiği zaman, Kureyşliler onu bu hâdiseden dolayı kınayarak şöyle dediler: Sen Kureyş´in soylu kadınlarından birini bir köleye nikâh ettin!´ Bunun üzerine, Ebu Huzeyfe şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, Sâlim´in kızkardeşimden daha hayırlı olduğunu bildiğim için kardeşimi ona nikâh ettim´. Ebu Huzeyfe´nin bu sözü Kureyşlilere, yaptığından daha fazla ağır geldi. Bunun üzerine dediler ki: ´Bu nasıl olur? Fatma senin kızkardeşin, Sâlim ise azadlındır!´ Ebu Huzeyfe dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: Kim kalbinin tamamıyla ALLAH´ı seven bir kimseye bakmak istiyorsa, Sâlim´e baksın! Bu hadîs, insanlardan bir kısmının bütün kalbiyle ALLAH´ı sevmediğine delalet eder. Kişi hem ALLAH´ı, hem de ALLAH´ın gayrisini sever. Şüphe yoktur ki bu kimse, ALLAH´ın huzuruna vardığında o huzurdan dolayı olan nimeti, sevgisi nisbetinde olur. Ölüm ânında çekeceği azap da dünyaya olan sevgisi nisbetinde olur. Ölümü sevmemenin ikinci sebebine gelince, o sebep kulun muhabbet makamının başlangıcında olmasıdır. Kul ölümden çekinmez. O ancak ALLAH ile mülâki olmaya hazır olmadığı için ölümü sevmez. Bu isteksizlik onun sevgisinin zâfiyetine delâlet etmez. O tıpkı kulağına dostunun yanına geleceği haberi gelen ve dostunun evini düzeltip ziyafet hazırlamak için bir saat gecikmesini isteyen bir muhib gibidir. Bu gecikmeden dolayı dostunu istediği şekilde, kalbi meşgalelerden boş olduğu, sırtı yüklerden hafif bulunduğu halde dostunu karşılar. İşte bu sebepten ötürü olan istememezlik, asla sevginin kemâliyle tezat teşkil etmez. Bu sebebin alâmeti amel için daimî çalışması ve bütün himmetini hazırlığa sarfetmesidir. O alâmetlerden biri de ALLAH Teâlâ´nın sevdiğini, kendisinin sevdiğine hem zâhirde, hem bâtında tercih etmesidir. Bu bakımdan amelin meşakkatine göğüs gerip, hevâ-i nefsin arkasına takılmaktan sakınmalı, tembellikten yüz çevirmeli, durmadan ALLAH´ın ibadetine devam etmelidir. Nafilelerle ALLAH´a yaklaşmaya çalışıp, O´nun nezdindeki derecelerin meziyetlerini aramalıdır. Nitekim muhib bir kimsenin mahbubunun kalbindeki yakınlığın fazlalığını aradığı gibi... ALLAH Teâlâ muhibleri ALLAH´ın dediğini kendi dediğine tercih etmek ile vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler ve onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları) nefislerine tercih ederler.(Haşr/9) Kim hevâ-i nefsin peşine takılmaya devam ederse onun sevdiği hevasıdır. Muhib bir kimse, sevdiğinin isteği için nefsinin isteğini bırakır. Ben ona kavuşmayı arzuluyorum. O ise benden uzaklaşmayı! Bu nedenle kendi isteğimi onun isteği için terkediyorum! Sevgi galebe çaldığında, hevâ-i nefsin arzûlarını silkip atar, kişi için sevdiğinden başkasından zevk almak diye birşey kalmaz. Rivayet ediliyor ki Hz. Zeliha iman edip Hz. Yusuf (a.s) kendisiyle evlendiğinde Yusuf tan uzaklaşıp ibadete koyuldu ve ALLAH ile başbaşa kaldı. Yusuf (a.s) onu gündüz yatağına davet ediyor, o ise bu daveti geceye tehir ediyordu. Gece davet edince gündüze bıraktırıyordu. Hz. Yusuf´a şöyle dedi: ´Ey Yusuf! O´nu tanımadan önce seni seviyordum. O´nu tanıdıktan sonra O´nun sevgisi başkasına yer bırakmadı. O´nun yerine geçecek bir bedel de istemiyorum!´ Bu durum, Yusuf (a.s) ona şunları bildirinceye kadar devam etti: "Muhakkak ki bu arzumu ALLAH Teâlâ bana emretti. ALLAH Teâlâ bana ´Senden iki çocuk yaratacağım ve onları peygamber kılacağım´ dedi". Bunun üzerine Zeliha ´ALLAH Teâlâ sana bunu emretmiş, beni de bu işe yol kılmışsa, ALLAH Teâlâ´nın emrine itaatim vardır´ dedi. İşte böylece Yusuf a teslim oldu. Durum bu olduğunda ALLAH´ı seven bir kimse ona isyan etmez. Bunun için İbn Mübârek, isyan eden hakkında şöyle demiştir: ALLAH´a isyan ediyorsun! Oysa O´nu sevdiğini söylüyorsun! Senin bu yaptığın hayatımla yemin ederim fiiler içerisinde gariptir! Eğer senin sevgin doğru olsaydı O´na itaat ederdin. Muhakkak ki seven sevdiğine mûtidir. Bu mânâda yine şöyle demiştir: Canımın istediğini senin istediğin şey için terkediyorum! Sen ne ile razı olursan ben de onunla râzı olurum, nefsim hoşlanmasa bile!Sehl et-Tüsterî dedi ki: ´Sevginin alâmeti, sevileni nefsine tercih etmektir. ALLAH´a itaat eden herkes ALLAH´ın dostu olmaz. Dost, ancak yasaklardan kaçınan kimsedir´. Hakîkat Sehl´in dediği gibidir. Çünkü ALLAH´ın muhabbeti, ALLAH´ın kulu sevmesine vesiledir. Nitekim ALLAH şöyle buyurmuştur: Onlar ALLAH´ı severler, ALLAH da onları sever.(Mâide/54) ALLAH Teâlâ ne zaman kulunu severse, onun velisi olur. Düşmanlarına karşı ona yardım eder. Kulun düşmanı ise nefsi ve şehvetleridir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ ne onu mağlub eder, ne de onu hevasına ve şehvetlerine havale eder. ALLAH sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Dost olarak ALLAH yeter, yardımcı olarak da ALLAH yeter!(Nisâ/45) Soru: İsyan muhabbetin esasına zıt düşer mi? Cevap: İsyan muhabbetin esasına değil, kemâline zıt düşer. Nice insan vardır ki hasta olduğu halde nefsini sever! Sıhhatli olmayı ister. Oysa kendisine zarar vereni yer. Zarar verdiğini bile bile bunu yapar. Böyle yapması nefsini sevmediği mânâsına gelmez. Fakat marifet bazen zayıf olur. Şehvet de galebe çalar. Böylece sevginin hakkını yerine getirmekten aciz olur. Buna şu rivayet delâlet eder: Nuayman b. Amr b. Rifa el-Ensâri içki içip Hz. Peygamber´e her getirilişinde had uygulanırdı. Birgün yine getirildi. Hz. Peygamber ona had uyguladı. Bu esnada bir kişi ona lanet okuyarak ´içki içip durmadan Peygamber´in huzuruna getiriliyor´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Sakın ona lanet okuma! Muhakkak o, ALLAH ve Rasûlü´nü sever!43 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, günahtan dolayı onun sevgisini yok saymadı. Evet! Günah onu sevginin kemâlinden yoksun bırakır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´İman kalbin zâhirinde olursa, şahıs ALLAH´ı normal bir derecede sever. Kalbin derinliklerine girdi mi beliğ bir sevgi ile ALLAH´ı sever, günahları terkeder´. Kısacası; muhabbet davasında tehlike vardır. Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "Sana ´ALLAH´ı sever misin?´ diye sorulduğunda sükût et. Zira eğer ´hayır´ dersen kâfir olursun. Eğer ´evet´ dersen senin vasfın sevenlerin vasfı değildir. Bu bakımdan gazaptan sakın!" Alimlerden biri şöyle demiştir: ´Cennette marifet ve muhabbet ehlinin nimetinden daha yüce bir nimet yoktur! Cehennemde de yapmacık olarak marifet ve muhabbet iddia edenin azabından daha şiddetli bir azap yoktur!´O alâmetlerden biri de ALLAH´ın zikriyle müstağrak olmaktır. Öyle ki kişinin dili ve kalbi zikirden boşalmaz. Bu bakımdan bir şeyi çok seven kimse, zarurî olarak, ondan ve onunla ilgili şeylerden çokça bahseder. O halde, ALLAH sevgisinin alâmeti O´nun zikrini sevmektir. O´nun kelâmı olan Kur´an´ı sevmektir. O´nun rasûlünü sevmektir ve ALLAH´a nisbet edilen herkesi sevmektir. Çünkü bir insanı seven onun mahallesinin köpeğini bile sever. Bu bakımdan sevgi arttıkça sevgiliden, sevgilinin etrafına sirayet eder. Bu ise sevgide ortaklık değildir; zira sevgilinin elçisini onun elçisi olduğu için seven bir kimsenin, onun kelâmını seven bir kimsenin sevgisi mahbubun gayrisine geçmiş sayılmaz. Aksine bu sevgi sevgisinin kemâline delâlet eder. ALLAH sevgisi kimin kalbine galebe çalarsa ALLAH´ın yarattığıdır diye ALLAH Teâlâ´nın bütün mah-lukâtını sever. Öyleyse böyle bir kimse Kur´an´ı, peygamberi, ALLAH´ın salih kullarını nasıl sevmez? Biz bunun hakikatini uhuvvet ve arkadaşlık bahsinde zikretmiştik! De ki: Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH´da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!(Âlu İmrân/31) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Size gıda olarak vermiş olduğu nimetlerinden dolayı ALLAH´ı seviniz. Beni de ALLAH için seviniz. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir ´ALLAH´ı seveni seven, ancak ALLAH´ı sever! ALLAH´a ikram eden ancak ALLAH´a ikram eder´. Bir müridden şöyle hikâye edildi: "İrade yaşında münacâtın tadını tatmıştım. Gece gündüz Kur´an okumaya devam ettim. Sonra bana bir gevşeklik yapıştı. Kur´an okumayı bıraktım. Rüyamda bana şöyle haykıran birini gördüm: ´Eğer sen beni seviyorsan neden kitabıma cefa verdin? Kitabımdaki ince itâbımı (serzenişimi) hiç düşünmedin mi?´ Bunun üzerine uyandım. Gördüm ki kalbime Kur´an´ın muhabbeti yerleştirilmiştir. Böylece eski hâlime döndüm". İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Hiçbirinizin nefsine Kur´an´dan başkasını sorması uygun değildir. Eğer nefsi Kur´an´ı seviyorsa, o ALLAHı seviyor demektir. Eğer Kur´an´ı sevmiyorsa ALLAH´ı da sevmez´. Sehl şöyle demiştir: ´ALLAH sevgisinin alâmeti, Kur´an sevgisidir. ALLAH ve Kur´an sevgisinin alâmeti, peygamber sevgisidir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünnet (hadîs) sevgisidir. Sünnet sevgisinin alâmeti, ahiret sevgisidir. Ahiret sevgisinin alâmeti, dünyadan nefret etmektir. Dünyadan nefret etmenin alâmeti, ondan sadece kendisini ahirete ulaştıracak kadar bir azık edinmektir´.O alâmetlerden biri de tenhada ALLAH´a olan münacâtlarına ve ALLAH´ın kitabını okumaya rağbet etmektir. Böyle bir kimse teheccüd namazına devam edip gecenin sükûnetini fırsat bilir. Dünyevî meşgalelerin kesilmesiyle vaktin dürülmesini ganimet sayar. Sevgi derecelerinin en azı, dost ile başbaşa kalmaktan zevk duymak, onun münacâtından nimetlenmektir. Bu bakımdan bir kimseye uyku ve boş sözlerle iştigal etmek ALLAH´ın münacâtından daha hoş gelirse onun sevgisi nasıl sıhhatli olabilir? İbrahim b. Edhem, dağdan inerken kendisine ´Nereden geldin?´ diye sorlunca ´ALLAH ile ünsiyetten geldim´ diye cevap vermiştir. Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Sakın kullarımdan birine ünsiyetini verme, muhakkak ki ben kendimden iki kişiyi ayırırım: Vereceğim sevabı geç verilecek sanarak ibadetten ayrılan kişiyi ve beni unutmuş, haline râzı olmuş kişiyi kendimden uzaklaştırırım. Bunun alâmeti; onu kendi nefsine havale etmemdir. Onu dünyada taşkın bir vaziyette bırakmamdır´. Şahıs ne zaman ALLAH´ın gayrisiyle ünsiyet peyda ederse, ALLAH´tan başkasıyla olan ünsiyeti nisbetinde ALLAH´tan korkar, yine o nisbette ALLAH muhabbetinden uzaklaşır. Hz. Musa siyah köle Berhî´nin yüzü suyu hürmetine ALLAH´tan yağmur istedi. Onun kıssasında vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´ya (a.s) ´Muhakkak Berhî benim en güzel kulumdur. Ancak onda bir kusur vardır´ dedi. Hz. Musa ´Yârab! Onun kusuru nedir?´ diye sorunca, ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Seherlerde esen nesim rüzgârı onun hoşuna gider. O rüzgâra gönül kaptırır. Oysa beni seven bir kimse hiçbir şeye gönül kaptırma malıdır. Rivayet ediliyor ki bir âbid uzun seneler bir ormanda ALLAH´a ibadet etti. Bir ara ağacın tepesine yuva yapıp akşamları gelip yuvaya sığınan bir kuşa baktı. Kalbinden ´İbadetimi, kuşun yuva yaptığı şu ağacın altında yapsam, kuşun sesini dinlesem ne güzel olur´ dedi. Bunun üzerine o ağacın altına gitti. ALLAH Teâlâ o zamanın peygamberine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Filan âbide de ki: ´Sen bir mahluka ünsiyet verdin. Muhakkak senden öyle bir derece alacağım ki ebediyyen amelinden hiçbir şeyle artık o dereceye varamayacaksın!´ Durum böyle olduğu zaman muhabbet´in alâmeti, mahbubun münacâtıyla ünsiyet etmek ve mahbub ile tenhada kaldığında en güzel şekilde nimetlenme ve sevdiği ile arasındaki halveti bu-landıran, kendisini münacâtın lezzetinden alıkoyan herşeyden kaçmaktır. Ünsiyet´in alâmeti; akıl ve idrâkin münacâtın zevkinde müstağrak olmasıdır. Tıpkı mâşukuna hitab ve mâşuku ile münacât eden bir kimse gibi... Bu tür zevk bazılarını öyle bir raddeye getirmiştir ki namaz kılarken evi yandığı halde haberi olmaz. Bazılarının ayağı kendisine isabet eden bir hastalıktan dolayı na-maz kılarken kesilir, bundan haberdar olmaz. Sevgi ve ünsiyet kendisine galebe çaldığında halvete çekilmek ve münâcat etmek onun için gözaydınlığı olur. Onunla bütün üzüntülerini bertaraf eder. Ünsiyet ve sevgi onun kalbini öyle kaplar ki dünya meseleleri birkaç defa tekrar edilmedikçe onlardan hiçbir şey anlamaz. Tıpkı donakalmış aşık gibi... Böyle bir aşık diliyle konuşur, fakat kalbi sevgilisinin zikriyle meşguldür. Bu bakımdan muhib odur ki an-cak sevdiği ile mutmain olur. Onlar inanmışlardır ve kalpleri ALLAH´ı anmakla yatışır; iyi bilin ki kalpler ancak ALLAH´ı anmakla yatışır.(Ra´d/28) Katâde bu ayetin tefsirinde ´Kalplerin itminanı ALLAH´ın zikriyle ünsiyet peyda etmeleri demektir´ der. Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´ın muhabbetinden zevk alırsa bu zevk onu dünya talebinden meşgul eder. Bütün insanlardan onu uzak tutar´. Mutarrıf b. Ebî Bekr ´Dost, dostunun konuşmasından usanmaz!´ dedi. ALLAH Teâlâ Hz. Davud´a (a.s) vahyederek ´Gece olunca uyuyan benim sevgimi iddia etmekte yalancıdır. Acaba muhib, habibiyle mülâki olmayı sevmez mi? Ben, beni arayan için varım!´ Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yârab! Sen neredesin ki senin yanına gelelim?´ ALLAH Teâlâ ´Sen kasdettiğine muhakkak varırsın!´ demiştir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´ALLAH´ı seven bir kimse nefsinden nefret eder!´ Yine şöyle demiştir: ´Kimde şu üç haslet yoksa o muhib değildir: 1. ALLAH´ın kelâmını, halk kelâmına tercih etmek, 2. ALLAH´ın mülâkatını, halkın mülâkatına tercih etmek, 3. ALLAH´ın ibadetini, halkın hizmetine tercih etmek!´ O alâmetlerden biri de ALLAH´tan başka elden kaçırdığı hiçbir şey için esef etmemesidir. Teessüfünün ibadet ve zikirsiz geçirdiği zamanlar için olmasıdır. Bu bakımdan arada sırada meydana gelen gafletler için de nefsini kınamak ve tevbe etmek suretiyle çokça dönüş yapmalıdır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki ALLAH´ı sevmiş ve O´na ünsiyet vermişlerdir. Böylece elden kaçırdıkları şeyler için gam yemek onlardan giderilmiştir. Onlar nefislerinin zevkiyle meşgul değildirler; zira onların sultanının (ALLAH´ın) mülkü geniştir. O Sultan ne dilerse o olur. Bu bakımdan onlar için ne takdir edilmişse o onların eline gelir. Onların elinden kaçan ise o Sultanın onlar için takdir buyurduğu tedbirledir´. Muhibbin yapması gereken şey gafletinden kurtulduğunda mahbubuna yönelmektir. Nefsini kınamakla meşgul olmak, rabbinden şöyle dilemesidir: ´Ey RABBİM! Hangi günah ile lütfunu benden kestin? Beni huzurundan uzaklaştırdın? Nefsimle ve şeytanın arkasına düşmekle beni meşgul ettin?´ Nefsini böyle bu kınamak onda berrak bir zikir ve incelmiş bir kalp meydana getirir ki daha önceki gafletinin kefareti olur. Onun düşüşü, zikrinin ve kalp temizliğinin yenilenmesine sebep olur. Muhib, mahbubdan başkasını görmeyince ve her gördüğünü ondan görünce üzülmez, şikayet etmez ve herşeyi rıza ile kucaklar ve bilir ki mahbub, kendisi için faydalı olanı takdir etmiştir. Derhal ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlar: Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bizden hoşlanmadığınız birşey hakkınızda iyi olabilir.(Bakara/216) O alâmetlerden biri de ibadetle nimetlenmesi, ibadeti ağır say-maması ve ibadetten gelen yorgunluğunun gitmesidir. Biri şöyle demiştir: ´Yirmi sene gecenin acısını çektim. Sonra yirmi sene ondan nimetlendim´. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Muhibbin alâmeti canlılığın devamıdır. İstek ile ibadete koyulan bir kimsenin kalbi değil bedeni fersûde olur!´ Bazıları şöyle demiştir: ´Sevgi üzerindeki çalışmaya gevşeklik karışmaz!´ Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim, ALLAH´ın dostu olan bir kimse büyük vesilelere konsa bile ALLAH´ın ibadetinden usanmaz´. İşte bu ve buna benzer şeyler müşahedelerde mevcuttur; zira aşık, mâşukunun isteğine koşmayı ağır görmez! Onun hizmetini bedenine ağır gelse bile kalben lezzetli bulur. Onun bedeni her ne kadar aciz düşse de, onun nezdinde en sevimli şey bedeni tekrar kuvvetlendirmek, ondan aczi ALLAH´a ibadetle meşgul olması için gidermektir. İşte ALLAH sevgisi böyle olur; zira sevgi hâkim olduğu zaman, şüphesiz altındaki şeyi istila eder. Bu bakımdan mahbubu, tembellikten kendisine daha sevimli gelen bir kimse, o mahbubun hizmetinde tembelliği bırakır. Maldan daha sevimli ise onun sevgisi uğruna malı bırakır. Muhiblerden biri malını vere vere kendisine hiçbir şey bırakmaymca,kendisine şöyle denildi: - Senin muhabbetteki bu halinin sebebi nedir? - Birgün bir muhib gördüm. Mahbubu ile başbaşa kalmış şöyle diyordu: ´ALLAH´a yemin ederim ben, kalbimin tamamıyla seni seviyorum! Oysa sen yüzünün tamamıyla benden yüz çeviriyorsun´. Mahbub ona ´Eğer beni seviyorsan bana ne infak ediyorsun?´ dedi. O cevap olarak dedi ki: ´Ey efendim! Mülkümde olan her şeyi sana mülk edeceğim. Sonra senin için, helâk oluncaya kadar, ruhumu sana infak edeceğim´. Sonra ben kendi kendime dedim ki: ´Bu bir mahluktur, bir mahluka böyle hitap ediyor. Bu bir kölenin kölesidir. Acaba bütün bunların sebebi olan bir ilahın kölesi nasıl olmalıdır? O alâmetlerden biri de bütün kullara şefkatli olmasıdır. Onlara merhamet etmesi, ALLAH´ın düşmanlarına karşı şiddetli olması, ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeylerden birini yapandan nefret etmesidir. Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29) Ona hiçbir kınayıcının kınaması tesir etmez. ALLAH için öfkelenmekten hiçbir mâni onu çevirmez. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de velî kullarını bununla vasıflandırarak şöyle bu-yurmuştur: Öyle kimselerdir ki çocuğun bir şeyle mükellef kılındığı gibi benim sevgimle mükellef olmuşlardır. Nesir denilen kuşun yuvasına döndüğü gibi onlar benim zikrime dönerler. Kaplanın kışkırtıldığı zaman öfkelendiği gibi onlar da benim haram kıldıklarım yapıldığında öfkelenirler; zira böyle bir kimse insanların çok veya az olmalarına perva etmez! Bu bakımdan şu misale dikkat et: Çünkü çocuk, herhangi birşeyle mükellef kılındığı zaman, asla ondan ayrılmaz. O şey çocuğun elinden alındı mı çocuğun işi ancak ağlamak, o şey geri gelinceye kadar bağırmaktır. Eğer uyursa elbiselerinin arasında onunla beraberi uyur. Uyandığında geri dönüp ona yapışır. Ondan ayrılınca ağlar. Onu her buldukça güler. O şey hususunda kendisiyle mücadele edenden nefret eder. Onu kendisine vereni çocuk sever. Kaplana gelince, o öfkelendiğinde nefsine hâkim olamaz. Bazen nefsini helâk edecek kadar öfkesi kabarır. İşte bunlar muhabbetin alâmetleridir, kimde bu alâmetler tamam olursa onda muhabbet tam ve berraktır. Ahirette onun içkisi berrak ve tatlıdır. Kim ALLAH´ın sevgisine başkasının muhabbetini katarsa ahirette sevgisi nisbetinde nimetlenir; zira onun içkisine mukarreblerin içkisinden bir miktar katılır. Nitekim ALLAH Teâlâ ebrar hakkında şöyle buyurmuştur: İyiler nimet içindedirler. (İnfitâr/13) Onlara mühürlü, saf bir şaraptan içirilir ki sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar. Karışımı tesnîmdendir. Bir çeşme ki (ALLAH´a) yaklaştırılanlar ondan içerler. (Mutaffifîn/25-28) Ebrarın şarabı mukarreblerin katıksız şarabı ona katıldığı için hoş oldu. Ayetteki şarab, cennetlerin tüm nimetlerinden ibarettir. Nitekim (Kur´an), bütün amelleri bununla ifade buyurmuştur. Hayır! İyilerin yazısı illiyyîn´dedir.(Mutaffifîn/18) (ALLAH´a) yaklaştırılmış olanlar onu görürler.(Mutaffifîn/21) Onların kitabının yüceliğinin alâmeti, mukarreblerin onu müşahede edecek kadar yükselmesidir. Nasıl ki ebrar, mukarreblere yaklaşmak suretiyle, hâl ve marifetlerinde artış hissederler, onları müşahede etmekle gelişirlerse, tıpkı ahiretteki halleri de böyle olacaktır: Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman/28) İlk yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz.(Enbiyâ/104) Yaptıklarına uygun bir ceza olarak...(Nebe/26) Yani ceza, onların amellerine uygun olur. Bu bakımdan hâlis amel, katıksız şarap ile, karışık amel de saf olmayan şarap ile karşılanır. Her şarabın katığı, şahsın sevgi ve amellerindeki saflık nisbetindedir: Artık kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onun müka-fatını görür ve kim zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür.(Zilzâl/7-8) Bir kavim kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez, ALLAH zerre kadar haksızlık etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir.(Nisâ/40) (İnsanın yaptığı amel) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz!(Enbiyâ/47) Bu bakımdan dünyadaki sevgisi cennet nimeti, elâ gözlü hûrî ve cennet köşkleri için olan kimse cennette dilediği şekilde kendisine yer yapması, cennet vildanlarıyla oynaması, kadınlarından faydalanması için cennete girme imkânına sahip olur. İşte orada ahiretteki lezzeti sona erer; zira insanoğluna ancak muhabbet hususunda nefsinin isteği olan şeyler verilir. Maksadı evin sahibi ve mülkün mâliki olan ve o mâlikin ihlâslı ve doğru sevgisi kalbine galebe çalan bir kimse ise, kudret sahibi bir sultanın katında, rıza gösterilen bir yerde misafir edilir. Bu bakımdan ebrar, cennet bahçelerinde dolaşırlar. Cennetlerde elâ gözlü huriler ve vildanlarla nimetlenirler. Mukarrebler ise, ALLAH´ın huzurundan ayrılmaz. Gözleriyle daima O´na bakarlar. O huzurun bir zerresine nisbeten cennetin bütün nimetlerini hakir sayarlar. Bazı gruplar, işkembesi ve tenasül uzvunun şehvetiyle meşguldür. Bazı gruplar da sohbetle meşguldür. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Cennet ehlinin çoğu saflardır. İlliyyîn ise akıl sahiplerinindir. Zihinler illiyyîn´in mânâsını idrâk etmekten âciz olduk-larından ALLAH Teâlâ illiyyîn hakkında şöyle buyurdu: İlliyyîn´in ne olduğunu sana bildiren nedir? (Mutaffifîn/19) (Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hadise! Nedir o çarpan hâdise? O çarpan hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin?(Kâria/ 1-3) O alâmetlerden biri de sevgisinde korkak, ALLAH´ın heybet ve azameti karşısında küçülmektir. Bazen zannedilir ki korku, sevginin zıddıdır. Oysa hiç de öyle değildir. Azametin idrâki heybeti gerektirir. Nitekim cemâli idrâk etmenin sevgiyi gerektirdiği gibi... Muhiblerin muhabbet makamında özel korkuları vardır ki başkası için o korku sözkonusu değildir. Onların korkularının bazısı diğerinden daha şiddetlidir. O korkuların ilki ALLAH´ın yüz çevir-mesinden (iltifat etmemesinden) korkmaktır. Hicabın korkusu bundan daha şiddetlidir. Uzaklaştırmanın korkusu ise ondan da şiddetlidir. Hûd suresinde olan bu mânâ muhiblerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa´yı (s.a) ihtiyarlatmıştır. İyi biliniz ki Semûd (kavmi) nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti.(Hûd/95) Uzaklaşmanın heybeti ve korkusu ancak yakınlığa alışmış yakınlığın tadını tatmış bir kimsenin kalbinde büyür. Bu bakımdan uzaklaştırılanlardan bahsedilince, bu ALLAH´a yakın olanları ihtiyarlatır. Yakınlığa ancak uzaklığa alışan bir kimse iştiyak duymaz! Uzaklık korkusundan ancak yakınlık sergisine konmak imkânını bulamayan bir kimse ağlamaz! Sonra (bundan daha şiddetlisi) huzurunda durmanın ve fazla bırakılmamanın korkusudur! Zira biz daha önce yakınlaşmanın dereceleri sonsuzdur demiştik. Kulun yapması gereken şey, her nefeste biraz daha yaklaşmak için var kuvvetiyle çalışmaktır. Benim de kalbimin üzeri paslanır. Hatta, yetmiş defa ALLAH´tan af talep ederim.45 Hz. Peygamber´in af talep etmesi, ancak ilk adımdandır. Çünkü ilk adım, ikincisine nisbeten uzaklıktır. Bu da sâlikler için yolda vâki olan gevşeklik ve sevgiliden başkasına iltifat ettiği için bir cezadır. Kudsî haberlerde rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Alim kişi dünyayı benim taatime tercih ettiğinde ona vereceğim en az ceza, ondan münacâtımın zevkini almaktır´. Şehvet sebebiyle fazla nimeti selbetmek, halk tabakasına verilen bir cezadır. Havassa gelince, onları sadece ucub ve beliren lütfun başlangıçlarına meyletmek, fazla nimetten mahrum eder. Kendisinden ancak ayakları marifet zemininde yerleşmiş kimselerin sakınabildiği gizli mekr budur. Sonra (ondan daha şiddetlisi), telâfi edilmeyenin korkusudur. İbrahim b. Edhem, seyahatte iken dağın tepesinde birinin şu şiiri okuduğunu duydu: ´Senden gelen herşey bağışlanır. Ancak bizden yüz çevirmen hariç! Fevt olunanı sana hibe ettik! Bizden fevt olunan kaldı´. Bunun üzerine İbrahim tirtir titreyip düştü ve bayıldı. Bir gün bir gece ayılmadı. Onda birçok haller meydana geldi. Sonra dedi ki: "Dağdan bir ses işittim: ´Ey İbrahim! Kul ol´ (diyordu). Bunun üzerine kul olup rahata kavuştum". Bir öncekinden daha şiddetlisi, aşktan mahrum olmak veya bir derecesine kanaat etmek korkusudur; zira muhib için daha şevk ve amansız bir talep gerekir. Aşık bir kimse daha fazla istemekten hiçbir zaman gevşemez. O ancak yeni bir lütuf ile teseli bulur. Eğer mahbubun yerine başka bir şey ile teselli olursa onun bu teselli oluşu duraklamasının veya dönüşünün sebebi olur. Teselli olmak, onun haberi olmaksızın, kalbine girer. Nitekim haberi olmadığı halde sevginin kalbine girmesi gibi... Muhakkak ki bu değişikliklerin gizli ve semavî sebepleri vardır. O sebepleri çözmek insanın kudreti dahilinde değildir. ALLAH Teâlâ bir insanı aldatmak istediğinde ondaki ´Başkasıyla kanaat etme´ özelliğini gizler. Dolayısıyla o ümitle başbaşa kalır. Güzel bakışla veya gafletin galebe çalmasıyla veya heva-i nefisle veya unutkanlıkla aldanır. Oysa bütün bunlar şeytanın ordularıdır. Öyle ordular ki meleklerin ilim, akıl, zikir ve beyandan müteşekkil ordularına galebe çalarlar! ALLAH Teâlâ´nın vasıflarından lütuf, rahmet ve hikmet gibi bir kısmının sevginin heyecanını gerektirdiği gibi, ceberrût, izzet ve istiğna vasıfları gibi bir kısmı da vardır ki görünür, dolayısıyla başkasıyla kanaat etmeye sevkeder. Başkasıyla kanaat etmekse mekr´in, şekavet ve mahrumiyetin başlangıcıdır. Sonra bütün bunlardan daha şiddetlisi kalbin ALLAH´ın sevgisinden, başkasının sevgisine intikal etmesiyle ALLAH´ı başkasıyla değiştirme korkusu gelir. Bu da makt´ın ta kendisidir. ALLAH´ın yerine başkasıyla kanaat etmesi; bu durumun başlangıcıdır. ALLAH´tan yüz çevirmek, O´nun cemâlinden perdelenmek, başkasıyla kanaat etmenin başlangıcıdır. İyilik yapmak hususunda göğsün daralması, zikrin devamında inkıbaza uğraması, virdlerdeki vazifelerini yapmakta usanması, bunun sebep ve başlangıcıdır. Bu sebeplerin belirmesi sevgi bakımından makd makamına nakledilmenin delilidir. Bunlardan korkmak, bunlardan doğru bir murakabe ile sakınmak, doğru sevginin delilidir; zira bir şeyi seven bir kimse, şüphesiz ki onun yok olmasından korkar. Öyleyse muhib bir kimse mahbubunun yok olması mümkün olan şeylerden olduğunu bildiğinde kor-kudan emin olmaz. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Kim korku olmaksızın, katıksız muhabbetle ALLAH´a kulluk yaparsa o, nimetlerin kendisi için yayılmasıyla ve naz etmekle helâk olur. Kim ALLAH´a, muhabbeti olmaksızın (sadece) korku ile kulluk yaparsa o, uzaklık ve ürk-mekle ALLAH´tan ayrılır. Kim muhabbet ve korku ile ALLAH´a kulluk yaparsa ALLAH onu sever ve kendine yaklaştırır. Mütemekkin kılar ve öğretir´. Bu bakımdan muhib bir kimse korkudan kurtulamaz. Korkan bir kimse muhabbetten uzak değildir. Fakat alabildiğine muhabbet denizine dalacak kadar muhabbetin kendisine galebe çaldığı bir kimsenin korkusundan kendisinde birazcık varsa o muhabbet makamındadır ve muhiblerden sayılır. Korkusunun katıştığı muhabbet, sarhoşluğunun azını teskin eder. Eğer sevgi galebe çalarsa, marifet istilâ ederse, buna tahammül etmeye beşerin tâkati kalmaz. Bu bakımdan bunu normale ancak korku çevirir. Kalbe vuruşunu hafifletir. Nitekim bazı haberlerde rivayet edildi ki sıddîkların birine ebdaldan biri şöyle ricada bulundu: ´ALLAH Teâlâ´ya bana marifetten bir zerre vermesi için rica et´. Sıddîk da ALLAH´tan bunu diledi. Bunun üzerine ebdaldan olan zat dağlara düştü. Aklı dehşet içerisinde kaldı. Kalbi muzdarip oldu. Yedi gün gözlerini semaya dikti, yemedi, içmedi. Bunun üzerine sıddîk rabbinden, onun için dilekte bulunarak şöyle dedi: ´Yârab! O marifetin zerresinden bir miktarını kaldır´. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, sıddîka şöyle ilham etti: ´Biz ona marifetin bir zerresinin yüz bin parçasından bir parçasını verdik! Bunun sebebi de şudur: Yüz bin kul, bu kulumun istediği anda, benden muhabbetten birşey istediler. Onların dualarını kabul et-meyi, sen şu ebdal için benim nezdimde şefaatta bulununcaya kadar geciktirdim. Senin dileğini kabul ettiğimde onlara da şu ebdala verdiğim kadarını verdim. Böylece marifetin bir zerresini yüz bin kulum arasında taksim ettim. İşte ona isabet eden bu yüz bin parçadan biridir!´ Bunun üzerine sıddîk hayret ederek şöyle haykırdı: ´Ey hâkimlerin hâkimi! Sen ortaktan münezzehsin. Ona verdiğin o parçadan da eksilt! (Çünkü onun buna da tahammülü yoktur)´. Bu dilek üzerine ALLAH Teâlâ ondan o parçanın bir kısmını giderdi. Böylece onun yanında bir zerresinin yüz bin cüzünden bir cüzünün on bin parçasından bin parçasını bıraktı. Bunun üzerine onun korkusu, sevgi ve ümidi normale döndü. Sükûnet buldu. Diğer ârifler gibi oldu. Arifin hâli hakkında şair şöyle demiştir: ´Vecdi yakındır. İnsanların hür ve kölelerinden uzak hedefe, garip vasıflı ve garip ilme sahiptir, onun kalbi kuvvetli demir gibidir. Mânâları gözlerle görülmekten yüceldi. Ancak hazır bir kimseye görünür. Bayramlar belli vakitlerde olur. (Oysa) onun için her gün bayramdır. Ahbablar için uzak aralıklı sevinçler vardır, fakat onun sevinci uzak tanımaz´. Cüneyd-i Bağdadî birkaç beyit okuyarak âriflerin sırlarına işaret etti. Her ne kadar bunu belirtmek caiz değilse de... Onlar şu beyitlerdi: ´Bazı insanları kalpleri gayb´ta yürüttü. Dolayısıyla onlar nimet veren cömerdin yakınma kondular. ALLAH´ın yakınında bir meydana, onun kudsünün gölgesine (kondular). O meydanda onların ruhları cevelân eder, yer değiştirir. Onların o meydana varışları izzet ve akıl iledir. Oradan çıkışları ise, bundan daha kâmil olanadır. O´nun sıfatlarından tek olan izzetle O´na giderler. Tevhîd´in hüllelerinde yürürler. Bundan sonra da sıfatların daha incesi vardır. Onun nezdinde ketmedilmesi daha evlâ ve daha adaletli olan vardır. Ona olan ilminden onu koruyanı ketmedeceğim. Ondan verilmesi doğru olanı vereceğim. Ondan ALLAH´ın kullarına haklarını vereceğim. Ondan menedilmesi gerekenleri menedeceğim. Bütün bunlara ilaveten Rahman´ın bir sırrı vardır. Onu ehli için gizli bir yerde korur. Onu korumak daha güzeldir´. Kendisine işaret edilen bu marifetlerin emsaline halkın müdahalesi ve iştirak etmesi caiz değildir. Bu marifetlerden birşey bir kimseye keşfolunursa, başkasına belirtmesi caiz değildir. Eğer bütün insanlar burada iştirak ederlerse, dünya harap olur. Bu bakımdan hikmet; dünyanın imarı için gafletin şümulünü gerektirir. Hatta bütün insanlar kırk gün helâl yerlerse, dünyada zâhidlik edeceklerinden dolayı dünya harap olur. Pazarlar ve maişetler iptal olur. Eğer âlimler helâl yeseler, nefisleriyle meşgul olup dil-leri durur, ilimleri yaymaktan çekinirler. Fakat zâhirde şer görünen bir şeyde ALLAH´ın birçok sır ve hikmetleri vardır. Nitekim hayırda da onun sır ve hikmetleri olduğu gibi... Hikmetinin sonu yoktur, kudretinin sonunun olmadığı gibi... O alâmetlerden biri de sevgiyi terketmek, iddialardan sakınmak, mahbubun tâzim, iclâl, heybet ve sırrını gizleme gayreti için muhabbet ve vecdi göstermekten kaçınmaktır. Zira sevgi, dos-tun sırlarından bir sırdır ve hem de iddialara mânânın hududunu aşan ve mânâdan fazla olan şeyler girer. Bu ise iftiradır. Ahirette bunun cezası pek büyür. Böyle bir kimsenin belası dünyada acelece verilir. Evet! Bazen muhibbin sevgisinde bir sarhoşluğu olur ve dehşete kapılır. Durumları sarsılır. Böylece sevgi onun üzerinde belirir. Eğer bu yapmacık ve kendi kazancının eseri değilse, burada mazurdur. Çünkü sevgiye mağlup olmuştur. Çoğu kez sevginin ateşi buram buram yanar. Onu zaptedemez. Bazen de kalp sevgi ile fezeyan eder. Fezeyanının önüne geçemez. Bu bakımdan gizlemeye kudreti olan kimse der ki:Dediler yakındır! Dedim ki: Güneş ışığı odamda olsa bile onun yakınlığını neyleyeyim! O´ndan benim kalbime gelen ve sevgi ateşini kabartan bir anmadan başka ne faydam vardır? Oysa şevk benim göğsümdedir. Bu sırrı gizlemekten aciz olan bir kimse ise der ki: Gizlenir. Fakat gözyaşı onun esrarını açığa vurur. Ona olan vecdi, alınan nefes belirtir. Yine şöyle der: O kimse ki ki onun kalbi başkasıyla beraberdir, onun hali nice olur? O kimse ki onun sırrı göz pınarındadır. O nasıl sırrını gizleyebilir? Âriflerden biri şöyle demiştir: İnsanların ALLAH´tan en uzağı, ALLAH´a çokça işaret yapanıdır´. Sanki bu kimse herşeyde ALLAH ile târiz eden ve herkesin nezdinde O´nu anmak için yapmacık harekette bulunan bir kimseyi kasdetmiştir. Böyle bir kimseden muhibler ve ALLAH´ı bilen âlimler nefret eder. Zünnûn-i Mısrî bir arkadaşının yanına girdi. O zat muhabbetten bahsediyordu. Zünnûn onun bir belâ ile mübtela olduğunu görünce şöyle dedi: ´O´ndarı gelen bir zararın elemini hisseden bir kimse O´nu sevemez!´ Kişi cevap olarak dedi ki: Fakat ben şöyle diyorum: ´O´nun zararıyla nimetlenmeyen bir kimse O´nu sevemez!´ Buna karşılık olarak Zünnûn Takat ben de nefsini onun sevgisiyle teşhir eden onu sevmez derim´ deyince, kişi, estağfirullah (ALLAHtan af talep ediyorum) ve ona tevbe ediyorum´ dedi. Soru: Sevgi, makamların zirvesidir. Onu izhar etmek hayri iz-har etmektir. Bu bakımdan onu izhar etmek neden iyi görülmesin? Cevap: Sevgi güzeldir. Onu belirtmek de güzeldir! Kötü olan, onunla kendini belirtmektir. Çünkü buraya iddia ve büyüklük taslama girer. Muhibbin hakkı; gizli sevgisinin temeli üzerinde sözlerini değil fililerini ve hallerini tamamlamaktır. Uygun olan odur ki sevgisini izhar etmek kastı olmaksızın sevgisi kendiliğinden açığa çıksın. Sevgisini belirtmeye kastı olmadıği gibi sevgiye delâlet eden fiiline de kastı olmamalıdır. En uygun olan şudur: Muhibbin kastı, sadece dostunu muhabbetine muttali kılmaktır. Başkasını sevgisine muttali kılmak için birşey söylerse, bu sevgide şirk koşmaktır ve zarar verir. Nitekim İncil´de şöyle vârid olmuştur: ´Sadaka verdiğinde öyle bir şekilde ver ki sol elin sağ elinin yaptığını bilmesin! Gizlileri gören ALLAH (c.c) açık olarak seni mükafatlandıracaktır. Oruç tuttuğunda yüzünü yıka! Saçlarını yağla ki orucunu rabbinden başkası bilmesin!´46 Bu bakımdan söz ve fiilin izharı tüm olarak kötüdür. Ancak muhabbet sarhoşluğu galebe çalıp dil kendiliğinden konuşursa, azalar titrerse bu takdirde sahibi kınanmaz. Hikâye ediliyor ki bir kişi mecnunların birinden cahilce bir hareket gördü ve bunu Mâruf-u Kerhî´ye haber verince Mâruf-i Kerhî tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey kardeşim! Onun küçük, büyük, akıllı, deli muhibleri vardır. İşte bu gördüğün kimse o muhiblerin delilerindendir!´ Mekruh olanlardan biri de sevgi ile gösteriş yapmaktır. Bu sebeple eğer muhib ârif ise, meleklerin daimî sevgilerindeki hallerini ve gevşemeden, isyan etmeden gece gündüz ALLAH´ı tesbih ettiklerini ve ALLAH´ın emrini yapmaktaki şevklerini biliyorsa, muhakkak muhabbetini izhar etmez ve kendisinin muhabbetinin ALLAH´ın diğer muhiblerinin muhabbetinden daha eksik olduğunu bilir. Muhiblerden ve ehl-i keşiften olan biri şöyle demiştir: ´Kalp ve azalarımla otuz sene ALLAH´a var kuvvetimle kulluk yaptım. Hatta ALLAH katında benim bir kıymetim olduğunu zannettim´. Sonra, göklerin alâmetlerinden keşfolunan birkaç şeyi uzun bir hikâye içinde anlattı. O kıssanın sonunda dedi ki: "Ben ALLAH Teâlâ´nın bütün yarattıkları kadar olan bir melek safına vardım. Onlara ´Siz kimsiniz? diye sordum. Onlar dediler ki: ´Biz ALLAH´ın muhibleri-yiz. Şurada üç yüz bin seneden beri O´na ibadet ediyoruz. Buna rağmen hiç birimizin kalbine O´ndan başkası gelmiş değildir ve O´ndan gayrisini anmadık!´ Kişi diyor ki: Bu söz üzerine amellerimden utandım ve amellerimi cehennem azabına müstehak olan kimseye, azabı hafifletilsin diye hibe ettim!" Öyleyse nefsini ve rabbini bilen ve rabbinden gereği gibi utanan bir kimsenin dili iddialardan uzak olur. Evet! O´nun sevgisine hareketleri, sekeneleri, atılganlık ve geri çekilmesi ve mütereddid olması şahidlik eder. Cüneyd-i Bağdadî´den şöyle hikâye edilmiştir. Hocamız Sırrî es-Sekatî hastalandı. Hastalığının ilâcını bir türlü bilemedik ve hastalığının sebebini de çözemedik. Bunun üzerine bize hâzık bir doktor tavsiye edildi. Hocamızın idrarından bir şişe alıp doktora gösterdik. Doktor uzun uzun o idrarı tedkik ettikten sonra bana ´Bu idrarın aşık bir kimsenin idrarı olduğunu görüyorum!´ dedi. Bunun üzerine bir çığlık attım ve düşüp bayıldım. İdrar şişesi de elimden düştü. Sonra dönüp Sırrî es-Sekâtî´ye durumu anlattım. Tebessüm ederek şöyle dedi: ´ALLAH müstehakını versin ne de hâzık bir doktor imiş!´ Dedim ki: ´Ey üstad! Sevgi insanın bevlinden de belli olur mu?´ ´Evet !´ dedi. Sirrî es-Sekatî bir defasında ´Eğer istesem, derimin kemiğime yapışıp kuruması ve cismimin çekilmesi O´nun sevgisinden olmuştur diyebilirim´ dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılması delâlet eder ki Sırrî bu durumu vecdin galebe çaldığı ve baygınlığın başlangıcında söylemiştir. İşte bunlar muhabbetin alâmet ve meyvelerinin esas noktalarıdır. O alâmetlerden biri de ileride geleceği gibi ünsiyet ve rıza dır. Kısacası; dinin güzel saydığı bütün ahlâklar ve iyilikler sevginin semeresidir. Sevginin meyvesi olmayan birşey, hevâ-i nefsin arkasından gitmektir ve ahlâkların düşüklerindendir. ALLAH Teâlâ bazen kuluna ihsan ettiğinden dolayı kulu tarafından sevilir. Bazen de kul sadece O´nu celâlinden ve cemâlinden ötürü kula o anda bir ihsanı olmasa bile sever, velev ki kula o anda herhangi bir ihsanı yoksa bile... Muhibler de bu iki kısımdan hariç değildirler. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İnsanlar ALLAH muhabbeti hakkında genel ve özel olarak ikiye ayrılırlar. Genel olanlar o muhabbeti, ALLAH´ın ihsanının devamlılığında ve nimetlerinin çokluğunda temin ettikleri marifetle elde etmişlerdir. Onlar O´nu râzı etmekten kendilerini tutamamışlardır. Ancak şu kadar vardır ki onların muhabbeti nimet ve ihsanın nisbetinde azalır ve çoğalır. Havassa gelince onlar muhabbeti kudret, ilim, hikmet ve mutlak saltanatın büyüklüğünden ötürü elde etmişlerdir. Onlar ALLAH Teâlâ´nın kâmil sıfatlarını, en güzel isimlerini tanıdıklarında O´nu sevmemek artık onların elinden gelmez; zira ALLAH bu kâmil sıfatlardan dolayı onların katında muhabbete müstehak olur. Çünkü onlar muhabbetin ehlidir. Eğer ALLAH Teâlâ onlardan bütün nimetlerini alsa bile yine de O´nu severler´. Evet! İnsanlardan bir kısmı vardır ki hevâ-i nefsini ve ALLAH´ın düşmanı İblis´i sever. Buna rağmen cehâletlerinden ötürü kendilerini kandırarak ALLAH´ın muhibbi olduklarını zannederler. İşte bu kimse öyle bir kimsedir ki onda bu saydığımız alâmetler yoktur. Münafıklıktan, riyakârlık ve gösterişten dolayı o alâmetlere bürünür. Oysa gayreti dünyanın peşin verilen nasibi içindir. O kötü âlimler, kötü kurralar gibi olduğunun hilâfını gösterir. İşte bunlar yeryüzünde ALLAH´ın buğzettiği kimselerin ta kendileridir. Sehl bir insanla konuştuğunda ona ´ey dost!´ diye hitap ederdi. Sehl´e ´Ey dost diye hitab ettiğin kişi bazen senin gerçek dostun değildir. Sen ona nasıl böyle dersin?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: "Söyleyenin kulağında bir sır vardır! Kendisine ´ey dost´ diye hitap ettiğim kişi, ya mü´min, ya münâfıktır. Eğer mü´min ise, o ALLAH´ın dostudur. Eğer münâfık ise, o şeytanın dostudur". Ebu Turab eni-Nahşubî, muhabbetin alâmetleri hakkında şu beyitleri söylemiştir: ´Sakın zillet gösterme! Zira habibin delilleri vardır. Habibin yanında habibinin hediyelerinden vesileler vardır. O delillerden biri habibinden gelen belanın acısıyla nimetlenmek-tir. Habibinin her yaptığına sevinmektir. Habibin vermemesi, (onun katında) makbul bir atiyyedir. Fakirlik bir ikram ve acelece verilen bir ihsandır. Tenkidçi ne kadar ısrar ederse habibine itaate azimli olmak delillerindendir. Kalbinde habibten gelen ızdıraplar dopdolu olduğu halde onu mütebessim olarak görmen delillerdendir. Nezdinde dilencinin nasip aldığı bir zatın konuşmasını an-layışla karşılamasını görmen de delillerdendir. Delillerden biri de zahmetlere katlandığını, her söylenenden korunduğunu görmendir. Yahya b, Muaz şu şiiri okumuştur: ´Onu sahillerin kenar-larında, iki beze bürünerek görmen, delillerdendir. Tenkidçisi olmadığı halde karanlığın içinde üzüntü ve ağlayışı delillerdendir. Onun cihada doğru ve her güzel fiile doğru koştuğunu görmen de delillerdendir. Geçici nimet ve zillet evinden her görünen şey hakkında zâhidliği de delillerdendir. Delillerden biri de mevlâsı kendisini kötü fiiller üzerinde gördüğünden dolayı onu ağlarken bulmandır. Delillerden biri de onun bütün işlerini âdil olan Sultana teslim ettiğini görmendir. Delillerden biri de Sultanın hükmüne razı olduğunu görmendir. Delillerden biri de kalbi matemli kadının kalbi gibi üzüntülü olduğu halde onun insanlar arasında gülmesidir´. 40) Müslim, Buhârî 41) Ebu Nuaym, Hilye 42) Adı Ebû Yakub b. Yahya el-Mısrî´dir. Bu zat İmam Şafii´nin arkadaşı ve kendisinden sonraki halifesidir. H. 231´de Kur´an´m mahlûk olmadığını savunduğundan dolayı Bağdad´da zincirle bağlı iken vefat etmiştir. 43) Buhârî 44) Bu sadece Abdülazîz b. Ebî Revvad´ın rüyasında vâki olan bir hadîstir, Bu zat der ki: "Hz. Peygamber´i rüyada gördüm ve dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!´ O da bana bunu emretti". Beyhakî, Zühd. 45) Müslim, (Ahmed b. Humeyd´den), Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban (Irâkî) Deylemî de merfû olarak zayıf bir senedle rivayet etmiştir ve bu rivayet rüya hadîsi değildir. (Bkz. Îthaf´us-Saade) 46) İmam Ahmed, Zühd |
ALLAH ile Ünsiyet´in Mânâsı
Biz ünsiyet´in, korku ve şevk´in muhabbet eserlerinden olduğunu zikrettik. Ancak bunlar değişik eserlerdir. Muhibbin bakışı ve kendisinde galip bulunan şeyden ötürü değişir. Bu bakımdan muhib gayb perdelerinin arkasında cemâlin müntehasına muttali olmak hâli galebe çaldığında, celâlin künhüne muttali olmaktan kusurlu olduğunu sezdiğinde, kalp talebe yönelir ve onun için kıpırdanır ve ona koşar. Bu hale şevk adı verilir. Bu şevk ancak gaib bir şeye izafetendir. Kişinin üzerine mahbuba yaklaşmaktan ötürü sevinmek, keşften hâsıl olan şey ile huzurun müşahedesi galebe çalmış, bakışı da görünen ve hazır bulunan cemâli mütalaa etmenin üzerine teksif edilmiş ise ve görmediğine iltifat etmiyorsa, kalp düşündüğüyle müjdelenir ve onun müjdelenmesine ünsiyet adı verilir. Eğer izzet, istiğna ve pervasızlık sıfatlarına bakarsa, kalmak ve uzaklaşmak imkânı kalbe gelirse kalp bundan elem duyar. Kalbin bu elemine havf (korku) adı verilir. Bu haller, bu düşüncelerin sebeplerine tâbidir. Bu bakımdan ünsiyetin mânâsı, kalbin cemâli mütalaa etmekle müjdelenmesi demektir. Öyle müjdelenir ki bu seziş galebe çaldığında ve kalp kendisinden gaib olanın ve ileride gelip yakasına yapışacak olan zeval tehlikesinin düşüncesinden tecerrüd ettiğinde nimet ve lezzeti oldukça büyür. İşte bu noktada bazıları düşünmüştür. Nitekim kendisine ´Sen müştak mısın?´ diye sorulan ´Hayır! Şevk ancak gaib olan bir şeye karşıdır. Gaib olan hazıra ise kişi niçin müştak olsun?´ diye cevap vermiştir. Bu elde ettiği makamın sevgisinde müstağrak, imkân dahilinde kalan diğer lütûfların meziyetlerine iltifat etmeyen bir kimsenin konuşmasıdır. Ünsiyet hali her kime galebe çalarsa onun isteği tek başına bulunmak ve halvete çekilmek olur. Şöyle hikâye ediliyor: İbrahim b. Edhem dağdan inip gelince kendisine ´Nerden geliyorsun?´ diye soruldu. Cevap olarak ´ALLAH ile ünsiyetten geliyorum!´ dedi. İbrahim b. Edhem´in bu sözü şu hikmete binaendir: ALLAH ile ünsiyet, ALLAH´ın gayrisinden tevahhuş etmeyi, hayrete mâni olan her şeyden kaçmayı ve nefret etmeyi gerektirir. Bu bakımdan ünsiyet, kalp üzerindeki şeylerin en ağırıdır. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) rabbi ile konuştuğunda bir müddet herhangi bir insandan bir ses duyar duymaz düşüp bayılıyordu. Çünkü sevgi, mahbubun konuşmasının tatlı olmasını, onu anmanın tatlı olmasını gerektirir. Bu bakımdan mahbubtan gayrisinin tatlılığı kalpten çıkar! Hükemadan biri şöyle dua etmiştir: ´Ey beni zikriyle me´nûs kılan ve kullarından uzaklaştıran (seni çağırıyorum)!´ R abia el-Adevîye´ye şöyle denildi: ´Sen bu dereceye ne ile ulaştın?´ ´Beni ilgilendirmeyeni terketmek, lâyezâl bir zatla ünsiyet kurmakla!´ dedi. Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçtim ve kendisine şöyle sordum: - Ey rahib! Tenhalık pek hoşuna gidiyor mu? - Ey kişi! Eğer tenhalığın zevkini tatsaydın nefsinden ürküp ona sığınırdın. Tenhalık ibadetin sermayesidir. - Tenhalıkta en az gördüğün nedir? - Halkla yaşamaktan rahat olmak ve onların şerrinden selâmetbulmaktır. - Ey rahib! Kul ne zaman ALLAH ile ünsiyetin zevkini tadar? - Sevgi arındığı, ALLAH ile arasındaki muamele halis olduğuzaman! - Ne zaman sevgi durulur? - Ne zaman ki himmet birleşip taatta bir himmet olursa o zaman sevgi durulur. Hükemadan biri dedi ki: ´Mahluklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasına yönelirler? Kalplere hayret ediyorum. Nasıl senin yerine başkasıyla ünsiyet ederler?´ Soru:Ünsiyet´in alâmeti nedir? Cevap: Ünsiyet´in özel alâmeti, halkın muaşeretinden sıkılmak ve onlarla oturup kalkmaktan nefret etmek ve zikrin tatlılığına kendisini tamamen kaptırmaktır. Eğer halkın arasına katılırsa, cemaatta olduğu halde tek başına gibi olur. Halvette bir cemiyet, hazerde bir garip, seferde bir hazır, gaibde bir şahid, huzurda bir gaib gibidir. Nitekim Hz. Ali bunların vasıfları hakkında şöyle demiştir: ´Onlar bir kavimdir ki ilim onları işin hakikati üzerine üşüştürmüştür. Onlar yakînin ruhuna yapışmışlar, nimetler içerisinde kıvrananların haşin gördüklerini yumuşak telâkki etmişler, cahillerin tevahhuş ettiklerine ünsiyet vermişlerdir. Bedenleriyle dünyaya arkadaşlık yaparlar, fakat ruhları en yüce merkeze bağlıdır. Onlar ALLAH´ın yeryüzündeki halifeleri ve dinine çağıranlardır´. İşte ALLAH ile ünsiyet´in mânâsı budur. Bu onun alâmeti ve söylediklerimiz de onun delilleridir. Kelâmcıların bazısı, ünsiyeti; şevk ve sevgiyi inkâr etmeye yeltenmişlerdir. Bunların oluşunun teşbihe delâlet ettiğini zannetmişlerdir. Bu kelâmcılar, basiretlerle idrâk olunanların cemâli, gözlerle görülenlerin cemâlinden daha kâmil olduğunu, bunların marifetinin lezzetinin kalp sahiplerine daha galib olduğunu bilememişlerdir. Bu kelâmcılardan biri de ´Halil´in Gulâmı´47 diye bilinen Ahmed b. Galib´tir. Bu zat, Cüneyd-i Bağdâdî´ye, Ebu Hasan en-Nûri´ye ve diğerlerine sevgi, şevk ve aşk meselesini inkâr ederek hücum etmiştir. Hatta kelâmcılardan bazıları rıza makamını bile inkâra yeltenip ´Sabırdan başkası yoktur.Rızaya gelince bu düşünülemez´ demiştir! Bütün bu sözler eksik, kusurlu dînî makamların ancak kabuğuna muttali olmuş ve kabuktan başka varlığın olmadığını sanmış bir kimsenin sözüdür; zira duyularla hissedilen şeyler ve din yoluyla hayale giren herşey sırf bir kabuktur. Esasen istenilen öz, onun ötesindedir. Bu bakımdan cevizin kabuğundan başka şey görmeyen bir kimse zanneder ki cevizin hepsi kabuktur. Bu kimsenin katında cevizden yağ çıkarmak şüphesiz muhal görünür. Bu kimse mazurdur. Fakat onun özrü makbul değildir. ALLAH ile olan ünsiyeti tembel bir kimse idrak edemez. Hileci bir kimse pazu kuvvetiyle onu idrâk etmez. Ünsiyet verenler birtakım kişilerdir ki hepsi necibdirler. Hepsi tertemiz ve ALLAH için var kuvvetiyle çalışan kimselerdir. 47) Uzun zaman Nahiv alimi Halil b. Ahmed´in hizmetinde ve refakatinde bulunduğundan ve yanında okuduğundan bu ismi almıştır. Bu zat da Nahiv ve Kelâm ilminin ileri gelenlerindendi. |
ALLAH´ın Kazasına Rıza Göstermenin Mânâsı
Rıza´nın Hakikati ve Fazileti Hakkında Vârid Olan deliller Rıza, sevgi meyvelerinden bir meyvedir. Mukarreblerin makamlarının en yücesidir. Onun hakikati çok kimselere kapalıdır. Ona bir çok benzerlik ve belirsizlik karışmıştır. Ancak ALLAH Teâlâ tarafından tevil ilmi öğretilen, din hususunda kesin anlayışlı bir kimseye bu hakîkat keşfolunur. Bu bakımdan münkirler, hevâ-i nefse muhalif olmaktan ibaret olan rızayı inkâr ettiler. Sonra dediler ki: ´Eğer ALLAH´ın fiilidir diye her şeye razı olmak mümkün olsa o zaman küfre ve günahlara razı olmak da gerekir!´ Bu düşünceden hareket eden bir grup aldanarak fısk ve fücura razı oldular. Fısk ve fücurda bulunan kimseye itirazı terketmeyi, ALLAH´ın kazasına teslim olduğunu iddia ederek savundular. Eğer bu sırlar sadece şeriatın zâhirlerini dinlemekle iktifa eden bir kimseye keşfolunsaydı Hz. Peygamber İbn Abbas için ´Ey ALLAHım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret!´ diye duada bulunmazdı. Bu bakımdan biz rızanın faziletinden başlayalım. Sonra olanların hikâyelerini nakledelim. Sonra rızanın hakikatini, hevaya muhalif olan yerde nasıl tasavvur olunduğunu zikredelim. Tıpkı duayı ter-ketmek ve günahlara karşı sükût etmek gibi... |
Rıza´nın Fazileti
Ayetler ALLAH onlardan razı olmuş,onlar da O´nd.an razı olmuşlardır.(Beyyine/8) İyiliğin karşılığı yalnız iyilik değil midir? (Rahmân/60) İhsan´ın son noktası, ALLAH´ın kulundan razı olmasıdır. Bu ise kulun ALLAH´tan razı olmasının sevabıdır. Adn cennetlerinde güzel meskenler va´dedilmiştir. ALLAH´ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte bu en büyük saadettir.(Tevbe/72) Görüldüğü gibi, ALLAH rızayı Adn cennetinin üstüne çıkarmıştır. Nitekim onun zikrini namazın üstüne çıkararak şöyle buyurmuştur: Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette ALLAH´ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45) Zikri yapılan zatı namazda görmek namazdan daha büyükse, onun gibi, cennet sahibinin rızası da cennetten daha yücedir. Hatta o, cennet sakinlerinin isteklerinin en yücesidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ mü´minlere tecelli ederek şöyle buyurur: ´Benden isteyiniz´! Onlar da ´Senin rızanı istiyoruz!´ derler.53 Bu bakımdan cennet ehlinin ALLAH´ın cemâline baktıktan sonra rızasını istemeleri rızanın fazilette en son zirve olduğunu gösterir. Kulun rızasına gelince, onun hakikatini ilerdeki bahislerde zikredeceğiz. ALLAH´ın kuldan razı olmasına gelince, o başka bir mânâ ile ALLAH´ın kulu sevmesi hakkında söylediklerimize yaklaşır. Fakat o mânânın hakikatini keşfetmek caiz değildir; zira halkın anlayışı onu kavramaktan acizdir. Kimin ona gücü yeti-yorsa onu bizzat nefsinden idrâk etmekle müstakil olur. Kısacası; ALLAH´ın cemâline bakmanın üzerinde bir mertebe yoktur. Cennet ehli cemâle bakmaktan sonra rızayı şundan dolayı istediler: ´Rıza bakışın devamlılığını sağlar! Sanki onlar bakış nimetine mazhar olduklarında bakışı gayelerin gayesi ve isteklerin son merhalesi olarak gördüler. ALLAH Teâlâ onlara ´isteyiniz´ diye emredince onlar cemâline bakmanın devamından başkasını istemediler ve bildiler ki rıza perdenin daimî bir şekilde kalkmasına vesiledir. Katımızda daha fazlası da var! (Kaf/35) Bu ayet hakkında bazı müfessirler dediler ki: ´Cennet ehline bu ziyadelik sırasında rabb´ül âlemîn´in katından üç hediye gelir. O hediyelerden biri, öyle bir hediyedir ki onların katında cennetlerde onun benzeri yoktur. O da şu ayetle ifade edilmiştir: Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!(Secde/17) İkincisi, ALLAH´ın onlara selâmıdır. Bu ilâhî selâm, daha ön-ceki hediyeyi kat kat artırır. O da şu ayetle ifade edilmiştir: Çok merhametli rab´den (onlara) söz ile selâm vardır. (Yasin/58) Üçüncüsü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ben sizden razıyım! Bu bakımdan bu, hem hediyeden, hem de selâmdan daha üstün olur. İşte bu da şu ayetle ifade edilmiştir: ALLAH´ın rızası ise, daha büyüktür. (Tevbe/72) Yani onların içinde bulunduğu nimetten daha büyüktür. İşte bu, ALLAH´ın rızasının faziletidir. ALLAH rızası da kul rızasının meyvesidir. Hadîsler Rivayet edildi ki Hz. Peygamber (s.a) ashabından bir gruba şöyle sordu: - Siz necisiniz? - Biz mü´minleriz! - İmanınızın alâmeti nedir? - Belaya karşı sabreder, genişliğe karşı şükreder ve kazayada razı oluruz! - Kâbe´nin rabbine yemin ederim, mü´mindirler.54 Hâkimdirler, âlimdirler. Fıkıh ve anlayışlarından ötürü öyle yaklaştılar ki neredeyse peygamber olacaklardı.55 Rızkı yetecek kadar olduğu ve buna razı bulunduğu halde İslâm dinine hidayet olunan bir kimseye ne mutlu! Kim ALLAH´tan gelen az rızka razı olursa, ALLAH Teâlâ da ondan gelen az amele razı olur!56 ALLAH bir kulunu sevdiği zaman, ona belâ verir. Eğer o kul belaya karşı sabrederse, onu kul edinir. Eğer rıza gösterirse onu seçkin bir kul yapar.57 Hz. Peygamber şöyle anlatır: Kıyamet günü geldiğinde ALLAH Teâlâ, ümmetimin bir taifesine kanatlar verir. Onlar kabirlerinden cennetlere uçarlar. Cennetlerde diledikleri şekilde gezer ve diledikleri şekilde nimetlenirler. Bunun üzerine melekler onlara şöyle sorarlar: - Sizin hesabınız görüldü mü? - Hayır! Hesap görmedik! - Sis köprüyü geçtiniz mi? - Hayır! Herhangi bir köprü görmedik! - Siz kimin ümmetindensiniz? - Biz Muhammed´in (a.s) ümmetindeniz! - Siz ALLAH´a da böyle söyleyin, dünyada ameliniz neydi? - Bizde iki haslet vardı. Biz bu makama ALLAH´ın rahmetininfazlıyla ulaştık. - O iki haslet neydi? - Biz tek başımıza kaldığımızda O´na karşı gelmekten utanırdık. Bizim için taksim buyurduğu aza razı olurduk! - Siz bu nimete müstehaksınız!58 Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey fakirler cemaati! Kalplerinizde ALLAH´a (hükmüne) razı olun! Bunu yaptığınızda fakirliğinizin sevabını elde edersiniz. Aksi takdirde mahrum kalırsınız.59 Hz. Musa´nın (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: İsrailoğulları Musa´ya. ´Rabbinden bizim için bir şey iste ki biz onu işlediğimizde bizden razı olsun´ dediler. Musa (a.s) ´Ey ilâhî! İsrailoğullarınm dediğini işittin!" dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Ey Musa! Onlara de ki: Benden (kazamdan) razı olsunlar ki ben de onlardan razı olayım! Buna Hz. Peygamber´den rivayet edilen şu hadîs şahidlik eder: Kim ALLAH katında kendisi için hazırlananı bilmek istiyorsa, ALLAH için yanında ne olduğuna baksın. Zira müşriklerin dediklerinden yüce ve münezzeh olan ALLAH kul onu nefsinin neresine indirirse, O da kulu katında oraya indirir!60 Dâvud´un haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Benim velî kullarımın dünyaya ihtimam etmekle ne işleri vardır? Dünyaya ihtimam etmek, münacâtımın tadını velî kullarımın kalplerinden giderir. Ey Dâvud! Velî kullarımdan sevdiğim durum, dünyanın hiçbir şeyi için gam yemeyen ruhânî kimseler olmalarıdır´. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) şöyle dua etti: - Yâ rabbî! Beni öyle bir şeye muttali et ki onda senin rızan olsun! Ben de onu işleyeyim! - Benim rızam senin hoşlanmadığındadır. Oysa sen istemediğin bir şeye karşı sabretmezsin. - Yâ rabbî! Beni bunun üzerine muttali kıl! - Muhakkak ki benim rızam, senin kaza ve kaderime razı olmandadır. Hz. Musa´nın (a.s) münacâtında şöyle dediği vârid olmuştur: - Ey RABBİM! Mahlukunun hangisi sence daha sevimlidir? - O kimse ki ondan mahbubunu aldığımda benimle sulh yapar. - Hangi mahlukuna kızgınsın? -O mahlukuma kızgınım ki benden işin hayırlısını ister. Ona hayırlısını verdiğimde kaderime küser! Bundan daha şiddetlisi rivayet edildi. O da şudur: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben ALLAHım! Benden başka ilah yoktur. Kim verdiğim belaya karşı sabretmez, nimetime şükretmez ve kazama rıza göstermezse, o benden başka bir rab edinsin!61 Şiddette bunun benzeri ALLAH Teâlâ´nın Hz. Peygamber tarafından haber verilen şu hadîs-i kudsî´deki sözüdür. Kaderleri takdir ettim. Tedbiri düzenledim. Sanatı sağlam yaptım. Kim razı olursa, benimle mülâki oluncaya kadar benden de ona rıza vardır. Kim kızarsa, benimle buluşuncaya kadar, ben de ona kızarım.62 ALLAH Teâlâ (c.c) bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmaktadır: Hayır ve şerri yarattım. Hayrı kendisi için yarattığım ve hayrı onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cennet vardır. Şer için yarattığım ve şerri onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cehennem vardır. Sonra neden ve niçin diyen kimseye de cehennem vardır.63 Geçmiş haberlerde şöyle vârid olmuştur: Peygambierlerden biri ALLAH Teâlâ´ya açlık, fakirlik ve eziyet hakkında on sene şikayet etti. Onun dileği kabul olunmadı. Sonra ALLAH Teâlâ ona şöyle vahyetti: ´Ne kadar daha şikayet edeceksin? Yer ve gökleri yaratmadan önce levh´ul-mahfuz´da senin başlangıcın böyleydi. Benden sana kader böyle sebkat etmiştir. Dünyayı yaratmadan önce senin için böyle hükmetmişim. Dünyanın yaratılışını senin için yeniden iade etmemi veya senin için takdir ettiğimi tebdil etmemi mi istiyorsun? Böylece senin sevdiğinin benim sevdiğimin üstüne çıkmasını, senin iradenin benim irademe galip gelmesini mi istiyorsun? İzzet ve celâlime yemin olsun! Eğer bu durum senin göğsünde ikinci bir defa kıpırdanırsa, muhakkak seni peygamberlik defterimden sileceğim!´ Rivayet ediliyor ki Adem (a.s) küçük çocuklarının bazısıyla beraberken çocuklar onun sırtına biner ve inerdi. İçlerinden biri, merdivene basar gibi, Adem´in (a.s) kaburga kemiklerine basar, başının üstüne çıkar, sonra yine kaburgalarına basa basa inerdi. Adem de başını yere eğer, ne konuşur, ne de başını kaldırırdı. Bunun üzerine, büyük çocuklarından biri kendisine ´Babacığım görmüyor musun bu sana neler yapıyor?! Neden bunu azarlamıyorsun?´ dedi. Âdem (a.s) ´Ey oğul! Sizin görmediğinizi ben gördüm. Sizin öğrenmediğinizi öğrendim. Ben bir hareket yaptım da keramet evinden zillet evine, nimet evinden şekavet evine indirildim. İkinci bir hareket daha yapıp bana bilmediğim bir şeyin isabet etmesinden korkuyorum´ dedi. Enes b. Mâlik (r.a) der ki: Hz. Peygamber´e on sene hizmet ettim. Bu on sene zarfında yapmış olduğum birşey için ´Neden yaptın?´ ve yapmamış olduğum birşey için de ´Neden yapmadın?´ demedi. Olan hiçbir şey için ´Keşke olmasaydı´ olmayan hiçbir şey için de ´Keşke olsaydı´ demedi. Onun aile fertlerinden biri benimle cedelleştiğinde şöyle derdi: ´Onun yakasını bırakın! Eğer birşeye hükmedilmiş ise muhakkak olacaktır´.64 Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! Muhakkak sen de irade ediyorsun ben de! Ancak benim irade ettiğim olur! Bu bakımdan benim irade ettiğime teslim olduğunda senin irade ettiğinden seni müstağni kılarım. Eğer irade ettiğime teslim olmazsan, senin irade ettiğin şey hususunda seni yorarım. Sonra benim irade ettiğimden başkası da olmaz´. Ashâb´ın ve Alimlerin Sözleri İbn Abbas (r.a) dedi ki: ´Kıyamet gününde cennete ilk davet edilen insan herhalde ALLAH´a hamdedenlerdir´. Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: ´Benim için kaderin vuruş noktalarından başka hiçbir yerde sevinmek kalmamıştır´. Kendisine şöyle soruldu: - Senin iştahın ne çekiyor? - ALLAH neye hükmetmişse onu çekiyor! Meymun b. Mehram şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kazasına razı olmayan bir kimsenin ahmaklığına deva yoktur!´ Fudayl b. Iyaz da şöyle demiştir; ´Eğer sen ALLAH´ın takdirine sabretmezsen nefsinin takdirine de sabredemezsin´. Abdülâziz b. Ebî Revvad65 dedi ki: ´Sirke ile arpa ekmeği yemek, kıl ile yün giymek hüner değildir. Fakat hüner ALLAH´ın rızasındadır´. Abdullah b. Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer ben bir ateş korunu yalarsam, o kor da yaktığını yakar; bıraktığını bırakırsa, bu durum bana, olan bir şeye ´keşke olmasaydı´ veya olmayan bir şeye ´keşke olsaydı´dememden daha sevimli gelir´. Bir kişi, (Basralı) Muhammed b. Vasî´ın ayağındaki çıbanabaktı ve şöyle dedi: ´Ben bu çıbandan dolayı sana acıyorum!´Muhammed ´Fakat ben bu çıban çıktığından beri, gözümde çıkmadı diye teşekkür ediyorum! İsrailiyat´ta şöyle rivayet edilmiştir: ´Bir âbid uzun bir zaman ALLAH´a ibadet etti. Nihayet rüyada ona ´Cennette filan çoban kadın senin arkadaşındır´ dendi. Bunun üzerine âbid, buluncaya kadar o kadını araştırdı. Kadını ameline bakmak için üç gün misafirliğe davet etti. Âbid geceleyin hep ibadet yapar, kadın da yatardı. Gündüz oruçlu olur, kadın yerdi. Âbid kadına sordu: Senin, gördüğümden başka bir amelin var mıdır?´ Kadın ´Yemin, olsun gördüğünden başka bir amelim yok ve bundan başkasını da bilmiyorum´ dedi. Âbid durmadan, ısrarla kadına ´Hatırla bakalım!´ diyordu. Kadın sonunda ´Benim küçük bir hasletim vardır. O da sıkıntıda olursam, genişlikte olmayı temenni etmem. Hastalık içinde olursam sıhhatte olmayı temenni etmem. Gölgede olursam güneşte olmayı temenni etmem!´ dedi. Bu sözleri işittikten sonra, âbid, iki eliyle başını tutup şöyle dedi: ´Ey kadıncağız! Sen buna küçük bir haslet mi diyorsun? ALLAH´a yemin ederim, bu büyük bir haslettir. Âbidler bile bunu yapmaktan acizdirler´. Seleften bir zattan şöyle rivayet edildi: ´ALLAH Teâlâ, göklerden bir hükümle hükmettiğinde, yeryüzündeki insanların hükmüne razı olmalarını ister´. Ebu Derdâ şöyle der: ´İmanın zirvesi; hükme karşı sabretmek, kadere rıza göstermektir´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sıkıntı ve genişlikten hangisinde sabahladığıma veya akşamladığına aldırmam´. Süfyan es- Sevrî, bir gün Rabiat´ül-Adeviyye´nin yanında şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Bizden razı ol! Bunun üzerine Rabia hatun Sevrî´ye hitaben ´Sen ALLAH´tan razı olmadığın halde O´ndan razı olmasını istemekten utanmıyor musun?´ dedi. Bu çıkış üzerine, Sevrî ´Estağfirullah! (ALLAH´tan af dilerim)´ dedi. Bu durum karşısında Câfer b. Süleyman ed-Debî66 ´O halde kul, ne zaman, ALLAH´tanrazı olur?´ diye sordu. Rabia Hatun ´Kulun musibetle sevinmesi, nimetle sevinmesi gibi olduğunda ALLAH´tan razı olmuş demektir´ dedi. Fudayl b. Iyaz derdi ki: "Kulun yanında vermek ile vermemek eşit olduğunda ALLAH´tan razı olmuştur´. . Ahmed b. Ebu Havarî67 şöyle anlatır: Ebu Süleyman Dârânî ´Kullar kölelerinden neyle razı olurlarsa, ALLAH da kullarından onunla razı olur´ dedi. Ben Ebu Süleyman´a şöyle sordum: - Bu ne demektir? - Kulun halktan isteği, mevlâsının kendisinden razı olması değil midir? -Evet! -Muhakkak ki ALLAH´ın kullarından gelen sevgisi, o kulların O´ndan razı olmasıdır. Sehl şöyle demiştir: ´Kulların yakîn derecesinden nasipleri, rıza derecesinden olan nasipleri nisbetindedir. Rıza derecesindeki nasipleri ise ALLAH ile maişetleri nisbetindedir!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ (c.c), hikmet ve celâliyle, sevgiyi, rıza ve yakînde kılmıştır. Gam ve üzüntüyü ise, şekk ile öfkede kılmıştır.68 53) Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim 54) İlim bölümünde geçmişti. 55) İlim bölümünde geçmişti. 56) Mehamilî 57) Ehl-i Beyt yoluyla rivayet edilmiş 58) İbn Hibban 59) Daha önce geçmişti. 60) Hâkim 61) Taberânî 62) Taberânî, (bir benzeri) 63) İbn Şahin 64) Müslim, Buhârî 65) Kendisi âbid bir zattır. Tabiîn´in büyüklerinden rivayetler yapmıştır. Onun zamanında âbidler kıl ile yün´den yapılmış elbise (aba) giyerlerdi. 66) Bafralıdır. Şayân-ı itimad bir zâhiddi. H. 178´de vefat etmiştir. 67) Adı Abdullah b. Meymûn Tığlebî ed-Dımeşkî´dir. H. 146´da vefat etmiştir. 68) Taberânî ve İbn Atiyye, (merfû olarak) |
Rıza´nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi
Hevâya ve belânın çeşitlerine muhalefet edene sabır´dan başka, yapacağı birşey yoktur. Rıza düşünülemez diyenin sözü ise ancak muhabbeti inkâr etme cihetinden geliyor. ALLAH´ı sevmeyi düşünmek ve himmeti tamamen bu hususa sarfetmek sabit olduğunda sevgi, habibin fiillerine rıza göstermeyi gerektirir. Bu ise iki yönden olur: Bir O yönlerin biri, elemi hissettirmeyi iptal etmesidir. Öyle ki yara aldığı halde yine de elemi hissetmez. Bunun misali savaşan kişidir. Bu kişi öfke veya korku halindedir. Bu durumda yara alır ve hissetmez. Ancak kanı gördüğünde yarası olduğunu farkeder. Bazen işe giden bir kimsenin ayağına diken batar da kalbi meşgul olduğundan dolayı elemini hissetmez. Aksine hacamat yapan veyahut başını körleşmiş bir demir ile traş eden kimse ondan elem duyar. Eğer kalbi mühim şeylerle meşgul ise berber ve haccam vazifesini yaparlarken hissetmez. Bütün bunlar, kalp, işlerin biriyle tam mânâsıyla dolu bulunduğu zaman ve o işi yerine getirmekle meşgul olup başkasını idrâk etmediği için olur. Mâşukunun müşahedesi veya sevgisiyle sarhoş olan bir aşık da böyledir. Elem verici veya üzücü birşey ona isabet ettiğinde, sevgi onun kalbini kapsadığından isabet eden üzüntü ve elemi duymaz. Bu ancak dosttan başkasından kendisine isabet ettiği zaman böyledir. Acaba dostundan kendisine isabet ederse durum nasıldır? Kalbin muhabbet ve aşk ile meşguliyeti, meşguliyetlerin en büyüklerindendir. Bu durum hafif bir sevgiden ötürü azıcık bir elemde düşünüldüğüne göre büyük bir sevgi ile büyük bir elemde elbette düşünülür. Çünkü sevginin de elemin de kat kat olması düşünüldüğü gibi, kuvvetin de katmerli olması düşünülür. Nasıl ki gözle idrâk edilen güzel suretlerin sevgisi kuvvetlenirse basiret nûruyla idrâk ve gizli suretlerin sevgisi de kuvvetlenir. ALLAH Teâlâ´nın cemâl ve celâline gelince ona hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemez. Bu bakımdan bir kimseye ondan birşey keşf olunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılır. Kendisine dokunandan haberi bile olmaz! Rivayet ediliyor ki Feth el-Mevsilî nin hanımı düştü ve tırnağı ikiye yarıldı ve gülmeye başladı. Kendisine ´Sen acıyı hissetmiyor musun?´ diye soruldu. Dedi ki: ´Bu musibetin sevabının lezzeti, eleminin acılığını kalbimden sildi!´ Sehl et-Tüsterî´nin bedeninde bir hastalık vardı. Aynı hastalığa müptelâ olanları tedavi eder, fakat kendini tedavi etmezdi. Bu hususta kendisine sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ´Ey dost! Dostun vuruşu acıtmaz!´ İki İkinci vecih, elemi hissetmesi ve acıyı idrâk etmesidir. Fakat buna rağmen eleme rıza göstermesidir. Her ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu ister. Tıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi... Bu kimse bunun elemini idrâk eder. Fakat buna razı olur. Üstelik de kan alana minnettar olur. İşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budur. Kâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çeker. Fakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştir. Onu bu zorluğa razı kılmıştır. Ne zaman ki ALLAH tarafından ona bir bela isabet eder ve o da bu bela ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olur. Hatta belayı ister, sever ve beladan ötürü ALLAH´a şükreder. Bu durum eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledir. Yani sevgi ona galebe çalar. Muhibbin nasibi, mahbubunun murad ve rızasındadır, Bunun ötesinde değildir. Bu bakımdan bu kimse için dostun kastı ve rızası mahbub ve matlubdur. Bu söylediklerimizin örnekleri gözle görülen halk sevgisinde mevcuttur. Nazım ve nesirlerde bu durum vasıflandırılmıştır. Bunun mânâsı; ancak zâhir suretlerin güzelliğini gözle mülahaza etmektir. Eğer yalnızca güzelliğe bakılırsa, muhakkak güzellik, deri, et ve kandan ibarettir. İçi pis-liklerle doludur. Başlangıcı necis bir damla menidendir. Sonu da müteaffin bir cîfedir. O güzel başlangıç ile sonuç arasında pisliği taşır. Eğer kişi güzelliği idrâk edene bakarsa... O da hasis bir gözdür. Öyle bir göz ki gördüklerinde çoğu kez yanılır. Küçüğü büyük, büyüğü küçük görür! Uzağı yakın, çirkini güzel görür. Bu bakımdan bu sevginin yayılması düşünüldüğünde ezelî ve ebedî güzelliğin sevgisi hakkında bu nasıl muhal olabilir? Öyle ezelî bir güzellik ki onun kemâline son yoktur. O basiret gözüyle idrâk olu-nur. Öyle basiret gözü ki yanılmaz ve ölüme mahkum olmaz. Ölümden sonra ALLAH´ın katında dipdiri olarak kalır. ALLAH´ın verdiği rızıkla sevinir. Ölümle, uyanma ve keşfetmeyi elde eder. Bu, ibret gözüyle bakış yönünden apaçık bir durumdur. Buna varlık şehadet eder. Muhiblerin hal ve sözleri de şahidlik yapar. Şakîk-i Belhî şöyle demiştir: ´Kim şiddetin sevabını (hakkıyla görürse) şiddetten kaçmayı istemez!´ Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle anlatıyor: Sırrî es-Sekatî´ye ´Muhib bir kimse belanın elemini hisseder mi?´ diye sordum. ´Hayır!´ dedi. ´Kılıçla vurulsa dahi böyle mi?´ dedim. ´Evet! Kılıçla yetmiş darbe aynı noktaya üst üste vurulsa yine de hissetmez´ dedi. Biri şöyle demiştir: ´Onun sevgisinden ötürü her şeyi sevdim. Hatta o ateşi sevseydi ateşe girmeyi bile severdim!´ Bişr b. Hâris şöyle anlatıyor: Bağdadin doğusunda yüz sopa yediği halde konuşmayan ve hapse götürülen bir kişinin yanından geçtim. Arkasına takılıp kendisine şöyle sordum: - Neden dövüldün? - Aşığım da ondan... - Neden sustun? - Çünkü mâşuğum karşımda durmuş bana bakıyordu! - Ya en büyük mâşuka baksaydın (halin ne olurdu)? Bunun üzerine bir çığlık atıp ölü olarak yere yığıldı. Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Cennet ehli ALLAH´a baktıklarında gözleri ALLAH´a bakmanın zevkinden ötürü kalplerine dalar ve içlerine siner, ancak sekiz yüz sene sonra onlar yerine döner. O halde, cemâl ve celâlin arasına düşen, celâlini mülâhaza ettikleri zaman korkan, cemâlini düşündükleri zaman şaşıran kalpler hakkındaki düşüncen nedir?´ Bişr el-Hafî dedi ki: ´Abadan´a gittim. Âmâ, cüzzamlı, mecnun, sâr´aya tutulmuş, karıncaların üzerine üşüşüp ve etini yedikleri bir kişi gördüm. Onun başını yerden kaldırıp eteğime koydum. Durmadan kendisine fısıldıyordum. Ayıldığımda dedi ki: ´Şu benimle RABBİMin arasına giren adam kimdir? Eğer RABBİM beni parça parça kesse O´na daha çok yaklaşırım´. Bişr der ki: ´Bu hâdiseden sonra kul ile rabbi arasında herhangi bir musibet gördümse o musibeti hor telâkki etmedim´. Ebu Amr Muhammed b. Eş´as dedi ki: ´Mısır ehlinin dört ay müddetle gıdaları ancak Hz. Yusufun (a.s) yüzüne bakmaktı. Acıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardı. Onun güzelliği, onları açlık elemini hissetmekten alıkoyardı. (Bu hadise kıtlık zamanında cereyan etmiştir)´. Kur´an´da, Ebu Amr Muhammed´in söylediğinden daha beliği vardır. Bu da kadınlar Hz. Yusuf´un (a.s) güzelliğini seyretmeye o kadar dalmışlardı ki ellerini bıçaklarla paramparça ettiler ve bunu hissetmediler. Said b. Yahya şöyle anlatıyor: Basra´da Ata b. Müslim´in yanında bir genç gördüm. Elinde bir hançer vardı. Halk etrafını sardığı halde yüksek sesle bağırıyor ve şöyle diyordu: Ayrılık günü kıyametten daha uzundur. Ölüm, ayrılığın eleminden daha güzeldir. Dediler: Göç! Ben dedim ki: Göç etmem! Fakat göç eden benim yüreğimdir. Bu şiiri okuduktan sonra hançer ile karnını deşti ve ölü olarak düştü.69 Onun durumunu ve kim olduğunu sordum. Bana denildi ki: ´O meliklerden birinin bir kölesini seviyormuş. O köleyi ondan ayırmışlar´. Rivayet ediliyor ki Hz. Yunus (a.s) Cebrâil´e şöyle dedi: ´Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?´ Cebrâil (a.s) ona eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdi. Yunus ona, kulak verdiğinde şöyle dediğini işitti: ´Yârab! Onların ikisiyle benî istediğin kadar lezzetlendirdin. Yine senin istediğin kadar benden onları aldın. Senin hakkındaki benim emelimi bende bıraktın. Ey Birr! (İyilik yapan) Ey Vesûl´ Abdullah b. Ömer´in oğlu hastalandı. Oğlu için üzüntüsü oldukça şiddetlendi. Hatta bazı kimseler dediler ki: ´Eğer çocuğun başına birşey gelirse bu ihtiyarın başına da birşey gelmesinden korkuyoruz´. Bundan sonra çocuk öldü. İbn Ömer, cenazesine iştirak etti. Hiç kimse ondan daha mesrur değildi. Kendisine bu hâlinden sorulduğunda şöyle demiştir: ´Eski üzüntüm onun için bir rahmetti. ALLAH´ın emri vâki olduğunda ona razı oldum!´ Mesruk dedi ki: "Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu. Birgün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Salih bir kimse dedi ki: ´Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır´. Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için de üzüldüler. Salih kişi ´Bu daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra köpek felâkete uğradı kişi ´Bilakis daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra bir sabah uyanıp baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlar. Bunun üzerine o salih insan ´Etrafınızdaki insanların esir edilmeleri onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır bu üç hayvanın helâk olmasında idi´ dedi. Durum bu olunca ALLAH´ın gizli lütfûnu bilen bir kimse her durumda O´nun fiiline razı olur. Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken şöyle dediğini duydu: ´Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan ALLAH´a hamd olsun!´ Bu söz üzerine İsa (a.s) ona ´Ey kişi! Acaba senden hangi bela uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!´ dedi. Kişi ´Ey Ruhullah! Ben ALLAH Teâlâ´nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım´ dedi. Bunun üzerine İsa (a.s) ona ´Sen doğru söyledin. Elini bana uzat!´ dedi. Kişi elini uzattı. İsa´nın (a.s) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdi. ALLAH Teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi İsa´nın dokunmasıyla ortadan kaldırdı. Böylece o, İsa´ya arkadaş oldu ve onunla beraber ALLAH´a kulluk yapmaya devam etti. Urve b. Zübeyr´in (r.a) ayağında çıkan bir hastalıktan ötürü ayağı dizinden kesildi. Sonra dedi ki: ´Benden bir ayağımı alan ALLAH´a hamd olsun. İzzetine yemin ederim, eğer sen almışsan ge-ride bıraktığın da yeter. Eğer sen bela vermişsen muhakkak afiyet verdiğin de vardır´. Sonra Urve virdlerini bırakmayıp normal gecelerde olduğu gibi okudu. İbn Mes´ud şöyle demektedir: ´Fakirlik ve zenginlik iki binektir. Hangisine bindiğimi pek önemsemiyorum. Eğer bindiğim fakirlik ise, onun içinde sabır vardır. Eğer zenginlik ise, onun içinde (ALLAH yolunda) vermek vardır!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Ben rıza makamı hariç, her makamdan bir hâle vâsıl oldum. Rıza makamının ancak kokusunu kokladım. Buna nedenle bütün insanları cennete, beni ateşe soksa razı olurum!´. Başka bir ârife şöyle denildi: ´Sen ondan razı olmanın zirvesine nail oldun mu?´ Cevap olarak dedi ki: ´Zirveye varamadım! Fakat rıza makamına vardım. Eğer beni cehennem üzerinde bir köprü yapsa mahluklar üzerime basa basa cennete gitseler, sonra cehennemi yeminini yerine getirmek için benimle doldursa ve bütün mahluklarının bedeli olarak beni cehenneme atsa O´nun hükmünden dolayı bunu severim. O´nun taksimi dolayısıyla buna razı olurum´. İşte bu söz, sevginin bütün himmetini kapsadığını ve kendisini ateş elemini hissetmekten bile alıkoyduğunu bilen bir kimsenin sözüdür. Eğer bu kimsede bir his kalmışsa mahbubunun kendisini ateşe atmakla razı olacağını sezmiş olmasından hâsıl olan lezzetinin varlığı o hissi de ortadan kaldırır. Böyle bir halin insanoğlunu istila etmesi muhal değildir. Her ne kadar bizim gibi zayıfların hallerinden uzak ise de esasında uzak değildir. Fakat mahrum olan zayıfın kuvvetlilerin hallerini inkâr etmesi uygun değildir. Mahrum olan zayıf zanneder ki kendisinin aciz olduğu her halden ALLAH´ın velî kulları da acizdir. Ruzbarî70 diyor ki: "Ebu Abdullah b. Celâ ed-Dimeşkî´ye71 şöyle sordum: Filanın ´Ben isterdim ki bedenim makaslarla paramparça edilsin. Tek bu insanlar ALLAH´a itaat etsin´ sözünün mânâsı nedir?´ Ebu Abdullah bana ´Ey kişi! Eğer bu söz tâzim ve iclâl yolundan geliyorsa mânâsını bilmiyorum. Eğer halka nasihat ve şefkat yolundan geliyorsa biliyorum´ dedikten sonra bayılıp yere düştü´. İmran b. Husayn, karın hastalığına mübtela olup otuz sene gibi uzun bir zaman sırt üstü yattı. Ne kalkabilir, ne de oturabilirdi. Kendisine hurma lifinden yapılmış bir sedirde delik açıldı. İhtiyacını oradan görürdü. Bir ara Mutarrıf b. Abdillah ve kardeşi Ulâ onu ziyarete geldiler. Mutarrıf onun bu halini görünce ağladı. Mutarrıf´a şöyle sordu: - Neden ağlıyorsun? - Seni bu dehşetli halde gördüğümden dolayı! - Ağlama! Çünkü ALLAH´ın katında en sevimli olan şey benim katımda da en sevimli olur! Sana birşey söyleyeceğim. Umulur ki ALLAH seni onunla faydalandırır. Fakat ben ölünceye kadar kimseye ifşa etme. Melekler beni ziyaret ediyorlar. Onlarla ünsiyet edi yorum. Bana selâm veriyorlar. Selâmlarını duyuyorum. Bununla İmran´a bildirilmiştir ki bu bela ALLAH´ın bir cezası değildir; çünkü bu bela bu büyük nimetin sebebi olmuştur. Bu bakımdan belasında bu durumu müşahede eden bir kimse nasıl belaya razı olmaz? Yine bu zat diyor ki: Süveyd b. Mus´abe´nin ziyaretine gitmiştik. Yere atılmış bir elbise gördük. Onun altında birşeyin olduğunu sanmıyorduk. Süveyd´in hanımı onu kaldırdı ve durum anlaşıldı. Süveyd´in hanımı bezin altmdakine (Suveyd´e) şöyle dedi: ´Anam babam sana feda olsun! Sana ne yedirelim, ne içirelim?´ Bunun üzerine Süveyd dedi ki: ´Uyku uzadı. Yan kemiklerim delindi. Ben eskimiş bir elbise gibi oldum. Ne yemek yiyorum, ne de şu zamandan beri su hoşuma gidiyor´. Geçirdiği birkaç günü anlattı ve ´Bundan´ bir tırnak kesimi kadar zamanı azaltmam beni sevindirmez5 dedi. Sa´d b. Ebi Vakkas, Mekke´ye vardığında gözleri kapanmıştı. Halk dört yandan etrafına üşüştü. Herkes kendisine dua etmesini istiyordu. Şuna buna dua ediyordu. Duası da makbuldü. Abdullah b. Sâib72 der ki: Ben gençtim, ona geldim, kendimi tanıttım. Beni tanıdı ve şöyle dedi: ´Sen Mekke ehlinin kurrası değil misin?´ ´Evet!´ dedim. Bunun üzerine Abdullah bir kıssa anlattı. O kıssanın sonunda şöyle dedi: Sa´d´a hitaben dedim ki: ´Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun! Eğer kendin için dua etsen de ALLAH Teâlâ senin gözünü yemden sana verseydi (daha iyi olmaz mıydı)?´ Bu sual üzerine tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey oğul! Benim nezdimde ALLAH Teâiâ´nm kaza ve kaderi gözümden daha güzeldir´. Bir sûfînin küçük çocuğu üç gün kayboldu. Kendisinden bir haber alınamadı. Sûfîye denildi ki: ´ALLAH´tan evladını getirmesini dilesen (olmaz mı?)´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH Teâiâ´nm hükmettiğine itiraz etmek, bana çocuğumun kaybolmasından daha ağır gelir!´ Âbidlerin birinden şöyle rivayet ediliyor: Ben büyük bir günah işledim. Altmış seneden beri o günahımdan ötürü ağlıyorum. Bu âbid aynı zamanda o günahtan tevbe etmek için var kuvvetiyle ibadete dalmış bulunuyordu. Kendisine denildi ki: ´O işlemiş olduğun günah nedir?´ Dedi ki: "Olan birşey için bir defacık ´keşke olmasaydı!´ dedim" Abdülvahid b Zeyd´e şöyle denildi: Şuracıkta bir kişi vardır. Elli sene ALLAH´a ibadet etmiştir. Bunun üzerine Abdülvahid o kişiye gitti ve dedi ki: - Ey dostum! Kendinden bana haber ver. Sen bu elli senelik ibadetle doydun mu? - Hayır! - Bu ibadete ünsiyet verdin mi? - Hayır! - Ondan razı oldun mu? - Hayır! - Öyleyse ondan sana kalan namaz ile oruçtur! - Evet! - Eğer senden utanmasaydım elli senelik ibadetini kalbin kapalı olduğu halde yaptığını haber verecektim. Abdülvahid´in bu konuşmasının mânâsı ´Senin için kalp kapısı açılmamıştır ki sen kalbin amelleriyle yakınlık merdivenlerine terâkki etmiş olasın. Sen ancak ashab-ı yemin´den sayılırsın. Çünkü ondan senin artışın halk tabakasının artışı olan azaların amellerindedir´ demektir. Halktan bir cemaat Şiblî´nin huzuruna vardı. Şiblî bir hapishanede bulunuyordu. Önünde bir yığın taş vardı. Gelenlere şöyle sordu: - Siz kimlersiniz? - Seni sevenleriz! Bunun üzerine, Şiblî onları taşlamaya başladı. Onlar kaçtılar. Şiblî arkalarından şöyle haykırdı: ´Hani beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belama sabrederdiniz!´ Şiblî şu şiiri okumuştur: Rahman´a olan sevgi beni sarhoş etti! Acaba sarhoş olmayan bir dost gördün mü? Şam âbidlerinden biri şöyle demiştir: ´Hepiniz ALLAH´ın huzuruna ALLAH´ı tasdik ettiğiniz halde varacaksınız´. Fakat bu kimse ALLAH´ı yalanlamıştır, sebebi de şudur: Eğer birinizin altından yapılmış bir parmağı olsaydı, daima o parmağı (göstermek için) işaret ederdi. Eğer parmağında bir sakatlık olsaydı, daima onu (göstermemek için) kapatırdı. Şunu kastediyor: Altın ALLAH´ın nezdinde yerilmiştir. Oysa insanlar onunla böbürlenirler. Bela ise ahiret ehlinin süsüdür. Halbuki insanlar ondan kaçınırlar. Şöyle anlatılıyor: Çarşıda yangın çıktı. Bunun üzerine Sırrî´ye şöyle denildi: ´Çarşı yandı da senin dükkanın yanmadı!´ Sırrî ´Elhamdülillâh!´ dedi. Sonra haberi veren ´Sen nasıl müslümanlar için değil de kendi selâmetin için ALLAH´a hamdolsun dersin?´ dedi. Bunun üzerine Sırrî ticaret yapmaktan tevbe edip hayatı boyunca dükkanı terketti. Bunu da sadece Elhamdülillah deyişinden ötürü yaptı. Bu söylediğimiz hikâyeleri dikkatle izlersen, kesinlikle bilmiş olursun ki heva-i nefse muhalif düşmeye razı olmak muhal değildir. Aksine din ehlinin makamlarından büyük bir makamdır. Madem ki bu, halkın sevgisi ve nasipleri hususunda mümkündür, o halde ALLAH sevgisi ve ahiret lezzetleri için de mümkündür. İmkânı iki yöndendir: O yönlerden biri, mevcut sevaptan verilmesi umulan şeyden dolayı eleme rıza göstermektir. Şifayı beklemek hususunda ilâçları içmek, kan aldırmaya razı olmak gibi... İkincisi, sadece mahbubun maksad ve rızası olmasından dolayı ona razı olmak, onun ötesinde bir mânâyı aramamaktır. Bu bakımdan sevgi, bazen sevenin maksadını vesilenin maksadına dercedecek derecede galebe çalar. Öyleyse sevenin nezdinde mah-bubun kalbini sevindirmek ve onu razı etmek, onun arzusunu yerine getirmek velev ki sevenin ruhu pahasına olsa bile yapılan şeylerin en lezzetlisidir. Sizi razı ettiğim takdirde hiçbir yaranın önemi olmaz! Bu durum, elemi hissetmekle beraber mümkündür. Oysa bazen sevgi insanı, elemi hissetmekten sarhoş edecek derecede istila eder. Kıyas, tecrübe ve müşahede sevginin varlığına delâlet eder. O halde, kendi nefsinde yoktur diye inkâra kalkışmak uygun değildir. Çünkü kendisi, ifrat derecedeki sevgiyi kaybettiğinden dolayı bundan mahrum olmuştur. Sevginin tadını tatmayan acaipliklerini bilmez. Sevenlerin söylediklerimizden daha büyük acaiplikleri vardır. Amr b. Haris er-Râfiî´den rivayet ediliyor ki: "Rakka şehrinde bulunan bir dostumun yanında, bir mecliste bulundum. Beraberimizde güzel ve şarkıcı bir cariyeye aşık olan bir genç vardı. Cariye de bizimle beraber o mecliste bulunuyordu. Cariye ney çalıp şunları teganni etti. Aşkın aşıklar üzerindeki zilletinin alâmeti ağlamaktır. Hele derdini açacak bir kimseyi bulamayan bir aşık ise! Bunun üzerine delikanlı kıza hitaben ´Hatunum! ALLAH´a yemin ederim, güzel söyledin. Acaba bana ölmem için izin verir misin?´ dedi. Kadın ona ´Olgun olduğun halde öl!´ dedi. Bunun üzerine delikanlı başını yastığa koydu. Ağzını ve gözlerini kapattı. Kendisine dokunduğumuz zaman ölmüş olduğunu gördük". Cüneyd şöyle demiştir: Bir çocuğun yenine yapışmış, ona yalvaran ve muhabbetini izhar eden bir kişi gördüm. Çocuk dönüp onun yüzüne baktı ve şöyle dedi: - Bana gösterdiğin münafıklık ne zamana kadar devam edecek? - Sözlerimde doğru olduğumu ALLAH bilir! Hatta sen bana öl desen ölürüm. - Eğer doğruysan öl! Cüneyd diyor ki: ´Kişi biraz uzaklaştı. Gözlerini kapattı ve ölü olarak yere serildi´. Semmun el-Muhib dedi ki: ´Komşularımızdan birinin çok sevdiği bir cariyesi vardı. Cariye hastalandı, kişi ona hurma çorbası yapmak için oturdu. Adam çanağı karıştırırken cariyenin Ah! dediğini işitti. Bunun üzerine kişi dehşete kapıldı. Kaşık elinden düştü. Başladı çanaktaki fıkır fıkır kaynayan çorbayı eliyle karıştırmaya... Öyle ki parmakları yanıp düştü. Bunun üzerine cariye ´Ne oldu sana? Parmakların neden düştü?´ dedi. Adam dedi ki: ´Senin ah demenden bunlar oldu!´ Muhammed b. Abdullah el-Bağdadî´den şöyle hikâye olundu: ´Basrada yüksek bir damda bir genç gördüm. Halka şöyle haykırıyordu: Kim aşk için ölmüşse böyle ölsün! Ölümsüz bir aşkın hayrı yoktur! Sonra kendini yere attı. Ölü olarak kaldırıp götürdüler´. İşte bu ve buna benzer sevgiler bazen mahlukun sevgisinde doğrulanır. O halde, yaratanın sevgisinde bunu doğrulamak daha iyidir; Çünkü batınî göz, zahirî gözden daha doğrudur. ALLAH Teâlâ´nın cemâli her cemâlden daha tam ve kâmildir. Alemdeki her cemâl, o cemâlin güzelliklerinden bir güzelliktir. Evet! Gözünü kaybeden bir kimse suretlerin güzelliğini inkâr eder. Kulağını kaybeden bir kimse ise güzel seslerin, vezinli nağmelerin lezzetini inkâr eder. Kalbini kaybeden bir kimsenin ise, yalnız kalbin tadabildiği bu lezzetleri inkâr etmesi normaldir. 69) Aklı başında olduğu halde kişinin böyle yapması intihardır. Bu durum cezbe ve manevî sekr halinde cereyan etmiş olabilir. 70) Adı Ebu Ali Ahmed b. Muhammed´dir. Bağdadlı olan bu zat Mısırdaikamet etmiş, H. 322´de orada vefat etmiştir. 71) Adı Ahmed b. Yahya´dır. 72) Adı Seyfı b. Âbid b. Abdullah b. Ömer b. Mahzun el-Kureşî, künyesi Ebû Saib veya Ebû Abdurrahman el-Mekkî´dir. Hem kendisi, hem de babası as-hab´daııdır. Oğlu Muhammed Mekke´nin ünlü kurrasıdır.. |
Dua, Rıza´ya Münafi Değildir
Dua eden bir kimse, rıza makamından çıkmaz. Günahları hor görmek, günahkârlara ve günahların sebeplerine kızmak da böyledir. Emr-i bi´l-mâruf (iyiyi emretmek) ve nehy-i an´il-münker (kötüyü yasaklamak) ile günahları kaldırmaya çalışmak da rızaya zıt düşmez. Mağrur ve tembellerden bazı kimseler burada yanılmış ve günahların, fısk u fücûr ve küfrün ALLAH´ın kaza ve kaderinden olduğunu iddia etmiş ve ´rıza göstermek vacibdir´ demiştir. Bu ise tevili bilmemezliktir. Şeriatın sırlarından gafil olmaktır. Duaya gelince, biz dua ile ALLAH´a kulluk yapıyoruz. Dua bölümünde naklettiğimize göre gerek Hz. Peygamber´in dualarının çokluğu ve gerekse diğer peygamberlerin duaları buna delâlet ederler. Oysa Hz. Peygamber rızanın en yüksek makamında idi. Duadan dolayı ALLAH Teâlâ, bazı kullarını şu ayetiyle övmüştür: Gerçekten onlar hayırlara koşarlar. Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya/90) Günahları inkâr etmeye, hor görmeye ve onlara razı olmamaya gelince, ALLAH Teâlâ bununla da kullarını, kulluk yapmaya zorlamıştır. Buna rıza gösterdiklerinden dolayı onları yererek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatına razı olup onunla rahat edenler.(Yunus/7) Geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. ALLAH da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.(Tevbe/93) Meşhur bir haberde şöyle denilmektedir: Kim bir münkeri görüp ona rıza gösterirse sanki o münkeri yapmış gibidir.Şerre delâlet eden, şerri işleyen gibidir,73 İbn Mes´ud şöyle dedi: ´Kul, münker işlenirken yanında olmadığı halde işittiğinde ona rıza gösterirse, münker sahibinin günahı kadar onun boynuna günah yüklenir´. Bu söz üzerine İbn Mes´ud´a şöyle soruldu: ´Bu nasıl olur?´ ´Ona münkerin işlenildiği haberi gelir ve o da ona razı olur! Eğer bir kul doğuda öldürülürse, başka bir kimse de batıda onun öldürülmesine razı olursa, onun öldürülmesine ortak olur´ dedi.74 ALLAH Teâlâ hayırlar hususunda yarışmayı ve gıpta etmeyi, şerlerden de korunmayı emretmiştir. Kî sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.(Mutaffiîn/26) Haset ancak iki şeyde vardır: 1. ALLAH ona hikmeti vermiş, o da hikmeti halk arasında yayar ve öğretir. 2. ALLAH ona mal vermiştir ve aynı zamanda o malı hak yolunda harcamaya şevketmiştir.75 Başka bir lâfızda: ALLAH ona Kur´an´ı vermiştir. O da gece ve gündüz Kur´an ile kaim olur. Kişi, gıpta ederek şöyle der: ´Eğer ALLAH Teâlâ, bu adama verdiğini bana verseydi onun yaptığını ben de yapardım!´ Kâfir, fâsık ve fâcirlerin buğzuna ve onların yaptıklarını inkâr etmeye ve onlardan nefret etmeye gelince, bu hususta vârid olan ayet ve hadîsler sayılamayacak kadar çoktur. Mü´minler mü´minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin! Kim böyle yaparsa ALLAH ile bir dostluğu kalmaz.(Âlu İmran/28) Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!(Mâide/51) İşte kazandıkları (günahları)ndan ötûrü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.(En´âm/129) ALLAH Teâlâ, mü´minden bütün münâfıklara ve her münâfıktan da bütün mü´minlere buğzetmek için söz almıştır.76 Kim bir kavmi severse ve onları kendisine velî edinirse, kıyamet gününde onlarla beraber haşrolunur.78 İman kulplarının en kuvvetlisi ALLAH için sevmek ve ALLAH için buğzetmektir.79 Bunun delillerini ´ALLAH Yolunda Sevmek ve O Yolda Buğzetmek´, ´Sohbet Adabı´, ´Emr-i bi´1-Ma´ruf ve Nehy-i an´il-Münker´ kitablarında beyan etmiştik. Soru: ALLAH´ın kaza ve kaderine razı olmak hakkında hadîs ve ayetler vârid olmuştur. Günahların kaza ve kader ile olmaması muhaldir ve tevhîd´e zıddır. Eğer ALLAH´ın kazasıyla olmuşsa, onu hor görmek ve ondan nefret etmek ALLAH´ın kazasını hor görmek demektir. Bu bakımdan bu iki şeyin arasını nasıl bulabiliriz? Acaba aynı şey hakkında hem razı olmamak, hem de razı olmak nasıl bir arada olur? Cevap: İlimlerin sırlarına vakıf olmakta kusurlu ve aciz olanlar için bu karışık konulardandır. Hatta bir grup için o kadar karışık olmuş ki onlar münkerlere susup itiraz etmemeyi rıza makamlarından bir makam sanmışlardır. Buna, katıksız cehalet olduğu halde ´güzel ahlak´ demişlerdir. Aksine deriz ki: Rıza ve kerâhiyet (hor görmek ve istemek) aynı şey üzerine aynı cihetten ve aynı vecihden gelirlerse birbirlerine zıt düşerler. Bu bakımdan bir şeyi bir yönden hor görmek, başka bir yönden de aynı şeye razı olmak tezat teşkil etmez. Misâli, senin ve aynı zamanda düşmanlarından bazılarının düşmanı olan bir kimse ölürse, düşmanımın düşmanı öldü diye onun ölümünden hoşlanmazsın. Fakat düşmanının ölmesi hasebiyle de razı olursun. İsyanın da böyle iki yönü vardır. ALLAH´ın fiili, ihtiyar ve iradesi olması hasebiyle bir yönü vardır ki kişi mülkün sahibi olan ALLAH´a teslim olmak için razı olur. O´nun oradaki yaptığına da razı olur. Kula nis-betle diğer bir yönü daha vardır. Bu isyanı yapan kulu rahmetten uzaklaştırmış ve buğz sebeplerini musallat kılmıştır. Bu bakımdan münker ve yerilmiştir. Daha iyi anlaşılması için bunu bir misal ile açıklayalım: İnsanlar tarafından sevilen birisini ele alalım. Bu adam arkadaşlarma ´Ben, beni sevenlerle sevmeyenleri ayırmak istiyorum. Bunun için de şöyle bir karar aldım: Bir kişiyi seçip ona işkence ecleceğim, onu aleyhimde konuşmaya zorlayacağım. O benden nefret edip aleyhimde konuşmaya başlayınca o ve onu sevenler benim düşmanım olacak, ondan nefret edenler ise benim dostum olacaklar´ dedi ve dediği gibi de yaptı. Birini seçip ona işkence etti. O da kötü şeyler söyledi ve düşmanlığın sebebi olan nefret meydana çıktı. Bu adamı gerçekten seven ve sevginin şartlarını bilenlerin yapması gereken şey şöyle demeleridir: ´Dost ve düşmanını tanımak için senin aldığın tedbir yerindedir. Biz bunu onaylıyoruz ve bundan memnunuz. Senin tedbirin, isteğin ve işin olduğu için bunu uygun buluyor ve kabul ediyoruz. Yaptığın işkenceden dolayı adamın, sana kötü şeyler söylemesini kınıyoruz. Çünkü onun vazifesi, bu işkenceye sabretmekti. Fakat senin iraden onun sabretmeyeceği hakkında olduğu için, senin iradene uygun olarak onun boyle davranmasını uygun buluyoruz. Çünkü iraden tahakkuk etmeseydi bu, senin için bir eksiklik olurdu ve biz bunu çirkin görürdük. Ancak bu şahsın böyle yapması, cemalinin gereği hilâfına sana karşı nefret besleyip cephe alması ve buii|arm kendisine nisbet edilmesi bakımından, yaptıklarını hoş görmüyoruz. Çünkü ona yakışan, senin işkencene katlanıp sana hakaret etmemekti. Bizim çirkin gördüğümüz senin tedbir ve iraden değil, onun sabretmeyip karşılık vermesidir. Bu nedenle senin ondan nefret etmen bizce normaldir. Senin muradın bu olduğu için biz de onun davranışına kızarız. Çünkü muhabbetin gereği, dostunun dostuna dost, dostunun düşmanına düşman olmaktır. Adamın sana düşman olmasına gelince, senin iraden olması açısından bunu kabul ederiz, fakat onun bu davranışının kendi kazancı olması bakımından ondan nefret ederiz. Sana kızıp düşman olduğu için biz de ona kızıp düşman oluruz. Onun sana kızmasını, kendi fiili olduğu için çirkin görüyoruz. Fakat senin iradene uygun olması bakımından biz de kabul ediyoruz. Buradaki çelişki ´Senin iradene uygun olması bakımından uygun görüyoruz´ ve yine ´Senin iradene uygun olması bakımından çirkin buluyoruz´ demektir. Fakat onun fiili ve iradesi olması bakımından uygun olup, başkasının vasfı ve yapması bakımından mekruh olmasında bir çelişki yoktur. Bir yönden hoş görülüp, bir yönden hoş görülmeyen şeyler bunun şahididir. Bunun benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur. ALLAH´ın şehvet ve isyanın sebeplerini kula musallat edip, o sebeplerin de onu masiyetin sevgisine çekmesi, bu sevginin de onu isyana sürüklemesi, tıpkı yukarıda verdiğimiz misaldeki olaya benzer. Adamı dövmek, onu ya kızmak ya da kötü şeyler söylemeye sürükler. ALLAH´ın isyan edene kızmasına gelince, her ne kadar bu kimsenin mâsiyeti ALLAH´ın tedbiriyle de olsa küfredilenin kendisine küfredenden nefret etmesine benzer ve her ne kadar küfredenin küfrü, ALLAH´ın mâsiyet sebeplerini yaratmasına, ilahî meşiyetin ezelde böyle karar verdiğine delâlet ederse de ALLAH´ı seven her kula, ALLAH´ın kızdığına kızmak, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılana düşmanlık yapmak düşer. Her ne kadar o uzaklaştırılan insanı kahrı ve kudretiyle düşmanlığına ve muhalefetine ALLAH zorlamış ise de... O uzaklaştırılmış, kovulmuş ve huzur-u ilâhî´den atılmıştır, zorla ALLAH´ın uzaklaştırmasıyla uzaklaştırılmış ve ALLAH´ın zorlamasıyla tardedilmiş olsa bile... Yakınlık derecelerinden uzaklaştırılan bir kimsenin bütün muhibler nezdinde buğzedilmiş olması uygundur ve bu da mahbuba uygun hareket etmek için yapılmalıdır. Mahbub uzaklaştırmak suretiyle gazabını kim için belirtmişse, muhibler de gazablarını onun için belirtip mahbuba uygun hareket etmelidirler. İşte ALLAH için buğz ve ALLAH için sevgiden vârid olan bütün haberler ve kâfirlere karşı gösterilen nefretteki mübalağa, ALLAH´ın kazası olması hasebiyle ve ALLAH´ın kaza ve kaderine rıza göstermekle beraber böyle yapılması, bu izahlarla anlaşılmıştır. Bütün bunlar ifşası yasak olan kader sırrından yardım alır. Hayır ve şerrin ikisi de meşiyyet ve iradeye dahildirler. Fakat şer istenilmeyen, hayır ise makbul bir istektir. Bu bakımdan kim ´şer ALLAH´tan değildir´ derse o cahildir. Yine ´hayır ve şerrin ikisi de ALLAH´tandır´ deyip rıza ile kerahiyet arasında fark görmeyen bir kimse de kusurludur. Buradan per-deyi kaldırmaya ruhsat yoktur. Bu bakımdan en iyisi sükût edip şeriatın edebiyle edeplenmektir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kader ALLAH´ın sırrıdır. Onu ifşa etmeyiniz! Bu, mükaşefe ilmiyle ilgilidir. Bizim şimdilik gayemiz; halkı kendisiyle kulluk yapmaya mecbur kıldığı ilâhî kaza ve kadere rıza göstermek ile ALLAH´ın kazasından olduğu halde günahlara buğzetmenin arasını bulmanın imkânını belirtmektir. Oysa buradaki sırrı keşfetmeye ihtiyaç kalmaksızın hedef belirdi. Bununla şu da anlaşılır. Mağfiretle günahlardan masun kalmak ve din hususunda yardımcı olan diğer sebeplerle dua etmek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt değildir; zira ALLAH Teâlâ kullarını dua ile kulluk yapmaya çağırmıştır. Dua saf zikri, kalbin korkusunu, yalvarmanın inceliğini gösterir. Bu da kalplerine cila ve keşif için anahtar olur. Lütfun meziyetlerinin arka arkaya gelmesine sebep olur. Nasıl ki testiyi yüklenmek, suyu içmek, susuzluktaki ilâhî kazaya razı olmaya zıt düşmüyorsa, aynen onun gibi, susuzluğu gidermek maksadıyla su içmek de bir sebeptir. Sebeplerin müsebbibi onu tertip etmiştir. Aynen bunun gibi dua da bir sebeptir. ALLAH Teâlâ onu tertip ve emir buyurmuştur. Biz daha önce ALLAH´ın sünnetine uygun olduğu için sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir demiştik. Biz bunu Tevekkül kitabında saymıştık. İşte bu rızaya zıt değildir. Çünkü rıza tevekküle bitişik bir makamdır ve onunla beraberdir. Evet! Şikayet biçiminde belayı izhar etmek, kalben ALLAH Teâlâ´nın bu yaptığını inkâra kalkışmak rızaya zıddır. Şükür yoluyla ve ALLAH´ın kudretinden perdeyi kaldırmak suretiyle belayı izhar etmek rızaya zıt değildir. Seleften biri şöyle demiştir. "Yaz mevsiminde şikayet şeklinde ´bu sıcak bir gündür´ dememesi, kişinin ALLAH´ın kazasına güzelce razı olmasındandır". Kış gününe böyle demek ise, şükürdür. Şikayet her durumda, rızaya zıt düşer. Yemekleri kötülemek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt düşer; zira sanatı kötülemek onu yapanı kötülemektir. Oysa bütün yemekler ALLAH´ın sanatıdır. Birinin ´Fakirlik bela ve meşakkattir. Çoluk çocuk üzüntü ve yorgunluktur. Sanat yorgunluk ve meşakkattir´ demesi, rıza makamına zarar getirir. Aksine en uygunu; tedbiri Müdebbirine, memleketi sahibine teslim etmesidir ve Hz.Ömer´in dediği gibi demesidir: ´Ben zengin veya fakir olduğum halde sabahlamama önem vermem. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum´. 73) Ebu Mansur Deylemî 74) İbn Adîy 75) Müslim 76) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir. 77) Daha önce geçmişti. 78) Taberânî 79) İmam Ahmed |
Kulun ALLAH´a Olan Muhabbeti Hakkında Şer´î Deliller
Tüm müslümanlar gerek ALLAH´a, gerekse Hz. Peygamber´e muhabbetin her müslüman için farz olduğunda ittifak etmiştir. Acaba olmayan birşey nasıl farz kılınır? Acaba sevginin tabiî meyvesi olan ibadetle nasıl tefsir edilir? Elbette meyvesinden önce sevginin olması lâzımdır. Ondan sonra insan sevdiğine itaat eder. Ayetler ALLAH onları sever, onlar da ALLAH´ı severler!(Maide/53) İman edenler ise en çok ALLAH´ı severler.(Bakara/165) Bu ayetler, muhabbetin ve muhabbette insanların değişikliğini isbata delildir. Hadîsler Hz. Peygamber, ALLAH´a olan sevgiyi, birçok hadîsinde imanın şartından kılmıştır. Ebu Rezîk Akilî şöyle sordu1:´Ey ALLAH´ın Rasûlü! İman nedir?´ Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ALLAH ve Rasûlü´nün senin nezdinde her şeyden daha sevimli olmalarıdır,2 Sizden bir kimsenin nezdinde ALLAH ve onun Rasûlü her şeyden daha sevimli olmadıkça kişi iman etmiş sayılmaz.3 Ben bir kişinin nezdinde aile efradından, malından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça o kişi iman etmiş sayılmaz.4 Bu hadîsin başka bir rivayetinde ´onun nefsinden de´ ziyadesi vardır. Durum nasıl böyle olmasın? De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size ALLAH´tan, elçisinden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o halde ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24) ALLAH Teâlâ bunu tehdit ve kişinin bu hareketinin inkâr sadedinde olduğunu göstermek için sevketmiştir. Hz. Peygamber de muhabbeti emrederek şöyle buyurmuştur: Size gıda olarak verdiği nimetlerden dolayı ALLAH´ı seviniz. Beni de ALLAH´ın sevmesinden dolayı seviniz!5 Bir kişi şöyle dedi: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben seni seviyorum! - O halde fakirlik için hazırlan! - Muhakkak ki ben ALLAH´ı da seviyorum. - O halde bela için de hazırlan!6 Hz. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan Mus´ab b. Umeyr, sırtında kemer gibi yaptığı bir koç derisi olduğu halde Hz. Peygamber´e geldiğinde Hz. Peygamber ona bakıp şöyle dedi: Şu ALLAH tarafından kalbi nûrlandırılmış kişiye bakınız! Ben onu anne ve babasının yanında kendisini en tatlı yemek ve içkilerle besledikleri halde gördüm. ALLAH ve Peygamber sevgisi onu gördüğünüz hale davet etti. (O da icabet etti!) Meşhur bir haberde şöyle vârid olmuştur: İbrahim (a.s) ruhunu kabzetmek üzere gelen ölüm meleğine ´Sen hiç dostunu öldüren bir dost gördün mü?´ diye sorunca, ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek ´Sen hiç sevdiğinin huzuruna varmaktan çekinen bir dost gördün mü?´ dedi. Bunun üzerine İbrahim (a.s) ´Ey ölüm meleği! Hemen ruhumu kabzet´! dedi. Bu durumu ancak bütün kalbiyle ALLAH´ı seven bir kul bulabilir. Bu kul ölümün sevdiği ile birleşmeye sebep olduğunu bilince hemen ölüme doğru atılıverir. Çünkü ALLAH´tan başka bir sevdiği yoktur ki ona iltifat etsin. Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir: Yârab! Kendi muhabbetini ve seni sevenin sevgisini ve beni sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini bana ihsan eyle! Sevgini soğuk sudan bana daha sevimli kıl!7 Bir bedevî Hz. Peygamber´e gelerek ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kıyamet ne zaman kopacaktır?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Kıyamet için ne hazırladın?´ dedi. Bedevî ´Kıyamet için ne fazla namaz ve ne de oruç hazırladım. Ancak ben ALLAH´ı ve onun Rasûlü´nü seviyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ´Kişi sevdiğiyle beraberdir´.8 Enes der ki: ´İslâm´dan sonra bu olay ile sevindikleri kadar müslümanlarm hiçbir şeyle sevindiklerini görmedim!´ Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´ın gerçek muhabbetini tadarsa, bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür!´ Hasan şöyle demiştir: ´Rabbini tanıyan onu sever! Dünyayı tanıyan ona zâhid olur! Mü´min bir kimse oynayıp gaflete dalmaz! Düşündüğü zaman üzülür!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kulları içinde öyle bir grup vardır ki cennet ve cennetin içindeki nimetler bile, onları ALLAH´tan uzaklaştırmaz. Onlar dünya ile nasıl ALLAH´tan uzaklaşacaklardır?´ Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) bedenleri zayıf düşmüş, beti benzi uçmuş üç kişinin yanından geçerek kendilerine şöyle sordu: ´Sizi bu hale getiren nedir?´ Onlar ´Ateş korkusu!´ dediler. Hz. İsa ´Korkan bir kimseyi emniyete kavuşturmak ALLAH Teâlâ´nın üze-rine haktır´ dedi. Sonra onları geçti. Başka bir üç kişiye rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf, benizleri daha uçuk. ´Sizi bu hale getiren nedir?´ diye sordu. Onlar ´Cennete olan şevkimiz!´ dediler. İsa (a.s) ´Size umduğunuzu vermek ALLAH´ın üzerinde bir hak oldu´ dedi. Sonra onları geçip üçüncü bir gruba rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf ve benizleri daha uçuk... Sanki onların yüzünde bir nûr vardır. ´Sizi bu gördüğüm dereceye ulaştıran nedir?´ dedi. Onlar ´Biz ALLAH´ı (c.c) seviyoruz! (Bizi bu hale getiren ALLAH sevgisidir)´ dediler. İsa (a.s) ´Mukarrebler sizlersiniz! Sizsiniz mukarrebler! Sizsiniz mukarrebler!´ dedi. Abdülvahid b. Zeyd ´Kar içerisinde dikilen bir kişinin yanından geçerken ´Sen üşümez misin?´ dedi. Adam ´Kimin içinde ALLAH muhabbeti varsa o üşümeyi hissetmez!´ diye cevap verdi. Sırrı es-Sekatî´den şöyle rivayet edildi: ´Kıyamet günü ümmetler peygamberlerinin adıyla ´Ey Musa ümmeti!´ Ey İsa ümmeti! Ey Muhammed ümmeti! diye çağrılırlar. ALLAH´ın muhibleri ise bu şekilde çağrılmazlar. Onlar ´Ey ALLAH´ın velî kulları! ALLAH´a geliniz!´ diye çağrılırlar. Bu sesleri işittikleri zaman kalpleri neredeyse çatır çatır çatlar". Harem b. Hayyan dedi ki: ´Mü´min rabbini tanıdığı zaman sever! Sevdiği zaman yönelir. Yönelmenin tadını aldığı zaman dünyaya şehvet gözüyle, ahirete de fetret gözüyle bakmaz!´ Mü´minin bu dünyada hasret çekmesi, ahirette istirahat etmesi demektir. Yahya b. Muaz şöyle dedi: ´ALLAH´ın affı bütün günahları kapsar! O´nun rızası acaba nasıl olur? O´nun rızası bütün emel ve is-tekleri kapsar! O´nun sevgisi acaba nasıl olur? O´nun sevgisi akılları deşete sevkeden Acaba O´nun muhabbeti nasıldır? O´nun muhabbeti O´ndan başkasını unutturur. Acaba O´nun lûtfu nasıldır?´ Bazı (semavî) kitablarda şöyle vârid olmuştur: ´Ey kulum! Senin hakkın için ben sana muhibim. Senin boynundaki hakkımın hatırı için sen de bana muhib ol!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Hardal tanesi kadar muhabbet, bana muhabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimli gelir!´ Yine Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´İlâhî! ben senin avlunda duruyorum. Çocukluktan beri senin senânla meşgulüm. Beni yanına aldın. Marifetinle bana gömlek giydirdin. Lütfunla bana imkân verdin. Beni haller içerisinde evirip çevirdin. Örtmek, tevbe, zühd, şevk, rıza ve muhabbet içerisinde beni haşr u neşr ettin. Havuzlarından bana içirdin. Bahçelerinden bana yemek imkânını verdin. Emrine yapıştığım, kavline aşık olduğum halde bunları bana yaptın. Büyüdüğüm zaman senin katından nasıl uzaklaşırım? Oysa ben daha küçükken bunu senden aldım. Hayatta oldukça senin manevî etrafında yalvarıp sana fısıldayacağım. Çünkü ben muhibbim. Her muhib, habibine aşkla bağlıdır. Habibinin dışında herşeyden uzaklaştırılmıştır´. ALLAH´a muhabbet hakkında sayılmayacak kadar haber ve eser-ler vârid olmuştur. Bu apaçık bir durumdur. Karışıklık onun mânâsını tahkik etmek hususundadır. Bu bakımdan biz manâ ile meşgul olacağız! 1) Adı Lekit b. Âmir b. Müntefik el-Âmirî´dir. 2) İmam Ahmed 3) Müslim, Buhârî 4) Müslim, Buhârî 5) Tirmizî 6) Tirmizî 7) Ebu Nuaym, (Ebu Derdâ´dan) 8) Müslim, Buhârî |
Günahlarla Dolu Memleketlerden Kaçmak ve Orayı Yermek Rıza´ya Aykırı Değildir!
Zayıf insan Hz. Peygamber´in (s.a) veba hastalığı görülen memleketten çıkmayı yasaklamasının, fazla günah işlenen bir memleketten çıkmanın da yasak olmasına delâlet ettiğini zanneder. Zira bunların her ikisi de ALLAH´ın kazasından kaçmaktır. Oysa bu zann, muhaldir. Vebanın zuhurundan sonra memleketten ayrılmanın yasaklanmasındaki illet, eğer bu kapı açılırsa, bütün sıhhatliler memleketten göç edecek, memleketteki hastalar ihmal edilmiş olacak, bakıcıları bulunmayacaktır. Böylece zayıflık ve zarardan helâk olacaklardır. Hz. Peygamber vebalı bir memleketten çıkışı, bazı hadîslerinde savaş meydanından kaçışa benzetmiştir. Eğer bu yasak ALLAH´ın kaza ve kaderinden kaçmaktan dolayı olsaydı memlekete yaklaşan bir kimsenin geri dönmesine izin vermezdi. Biz bunun hükmünü tevekkül bahsinde zikretmiştik. Bundan anlaşıldığına göre günahlarla dolu olan memleketten kaçmak ALLAH´ın kaza ve kaderinden kaçış değildir. Aksine kendi-sinden kaçılması gereken yerden kaçmak kaza ve kaderdendir. Günahlara teşvik eden yerlerin kötülenmesi ve günahlara davet eden sebeplerin yerilmesi de böyledir. Günahtan kaçmak için o yerlerden uzaklaşmak kötü değildir. Hatta bir cemaat Bağdat şehrini açıkça kötüleyerek Bağdad´dan kaçmayı talep etmekte ittifak ettmişlerdir. İbn Mübarek dedi ki: ´Şark ve garbı gezdim. Bağdat´tan daha şerli bir memleket görmedim´. Denildi ki: ´Nasıl?´ Dedi ki: ´Bağdat öyle bir memlekettir ki orada ALLAH´ın nimeti küçümsenir, günahlar önemsenmez´. Horasan´a vardığında kendisine ´Bağdat´ı nasıl gördün?´ diye sorulunca, şu cevabı verdi: ´Orada öfkeli polis, aç tüccar, şaşkın kurra gördüm!´ Sakın onun bu sözünü gıybet sanma! Çünkü İbn Mübarek bu rada belli bir şahıs aleyhinde konuşmadı ki o şahıs bu sözle zarar görsün. Bununla halkı Bağdat´a gitmekten sakındırdı. O Bağdat´ta oturuyordu. Mekke´ye gitmek için kervanın hazırlığını onaltı gün bekledi ve orda kaldığına kefaret olması için her güne bir dinar verdi, Irak´ı Ömer b. Abdülâziz ve Ka´b´ul-Ahbar gibi birçok kimse kötülemiştir. İbn Ömer (r.a.) bir azadlısına ´Nerede duruyorsun?´ dedi. ´Irak´ta!´ dedi. ´Irakta ne yapıyorsun? Kulağıma geldiğine göre Irak´ta oturan herkese ALLAH Teâlâ bela´dan bir arkadaş veriyormuş´ dedi. Ka´b´ul-Ahbar bir gün Irak´tan bahsederek şöyle demiştir ´Şerrin onda dokuzu oradadır. Orada müzmin hastalık vardır.´ (Bu söz, Hz. Ömer´e aittir.) Denildi ki: ´Hayır ona taksim olunmuş onda dokuzu Şam´da, onda biri Irak´tadır!´ Hadîs âlimlerinden biri şöyle demiştir: Bir gün Fudayl b. İyaz´ın yanında bulunuyordum. Bir arabaya bürünmüş bir sûfî geldi. Fudayl onu yanına oturttu. Ona yöneldi ve kendisine şöyle sordu: ´Nerede oturuyorsun?´ Sûfî ´Bağdat´ta´dedi. Bunun üzerine Fudayl sûfîden yüz çevirir dedi ki: "Onlardan herhangi biri ruhba-nın elbisesine bürünerek bize geliyor. Kendisine nerede oturduğu-nu sorduğumuzda ´zâlimlerin yuvasında´ diye cevap veriyor!" Bişr b. Hâris derdi ki: ´Bağdat´ta ibadet eden bir kimsenin mi-sali tuvalette ibadet eden bir kimse gibidir.´ Yine o ´Sakın Bağdat´ta durmak hususunda bana uymayınız! Kim Bağdat´tan çıkmak istiyorsa derhal çıksın!´ demiştir. Ahmed b. Hanbel derdi ki: ´Eğer şu çocukların telâşesi olmasaydı bu şehirden çıkıp gitmek nefsime daha hoş gelirdi.´ Bunun üzerine kendisine ´Nerede oturmak istiyorsun?´ diye soruldu. Ahmed b. Hanbel ´Hududlarda´ diye cevap verdi. Birine Bağdad halkı sorulduğunda şöyle dedi: ´Onların zâhidleri iyi zâhid, şerirleri de çok şerirdir.´ İşte bu içinde çokça günah işlenen bir memlekette belaya uğrayan bir kimsenin orada durması hususunda herhangi bir özrü olmadığına delalet eder. Böyle bir kimsenin hicret etmesi daha uygundur. Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melek-ler ´Ne işte idiniz´ dediler. ´Biz yeryüzünde âciz düşürülmüştük´ diye cevap verdier. Melekler dediler ki: ´Peki ALLAH´ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edeydiniz?´Nisâ/97) Eğer aile efradı veya bir yakını onu bu hicretten menederse bu durumda haline razı olmaması uygundur, Bu halde kalbi mutmain olmamalıdır. Aksine kalbinin daima münfail bulunması daha uygundur. Daima şöyle demelidir: Ey RABBİMiz! Bizi halkı zâlim olan şu memleketten çıkar!(Nisâ/75) Bunun sebebi şudur: Zulüm umumileştiğinde bela iner ve herkesi kapsar. Öyle bir azap ki aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz.(Enfâl/25) Öyle ise dinin eksilmesinin sebeplerinden hiç birine hiçbir şekilde mutlak mânâda razı olmak yoktur. O sebepler ancak ALLAH´ın fiiline izafe edilmeleri bakımından hoş görünürler. Esasında ise hiçbir zaman onlara rıza gösterilmez. Âlimler üç makamın ehlinden hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilâf ettiler: 1. Birisi ALLAH´ın mülâkatına iştiyak gösterdiği ölümü sever. 2. Birisi mevlâsma hizmet etmek için sağ kalmayı sever. 3. Birisi de ´Ben hiçbir şeyi tercih etmem. ALLAH Teâlâ´nın benim için seçtiğine razı olurum´ der. Bu mesele âriflerden birine götürülünce şöyle demiştir: ´Rıza sahibi daha üstündür. Çünkü onun fuzûlîliği daha azdır´. Bir gün Vuheyb b. Verd, Süfyân es-Sevrî ve Yusuf b. Esbat bir araya geldiler. Sevrî dedi ki: -Ben bugüne kadar ani olarak gelen ölümü hoş karşılamıyordum. Fakat bugün ani olarak ölmeyi istiyorum. - Neden istiyorsun? - Korktuğum fitneden dolayı... - Fakat ben uzun yaşamayı kerih görmüyorum! - Neden? - Tevbe edip salih amel işleyeceğim bir güne tesadüf etmesiniumuyorum! Bunun üzerine Vuheyb´e denildi ki: ´Sen ne diyorsun?´ Vuheyb ´Ben hiçbir şeyi tercih etmiyorum! Bunların bence en sevimlisi, ALLAH´a en sevimli olanıdır´. Bunun üzerine Sevrî, Vuheyb´in gözlerinin arasından öperek şöyle dedi: ´Kâbe´nin rabbine yemin olsun ki bu ruhânîdir!´ |
ALLAH´ı Sevenlerin (Muhiblerin) Keşf ve Kerametleri, Sözleri ve Hikâyeleri
Âriflerden birine ´Sen muhib misin?´ diye soruldu. Ârif ´Hayır! Muhib değilim, ben ancak mahbubum. Çünkü muhib sevdiğine ulaşıncaya kadar sıkıntıdan kurtulamaz´ dedi. Yine kendisine ´Halk senin yedi (evtad)lerden olduğunu söylüyor. Sen buna ne dersin?´ denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: ´Ben yedilerin tamamıyım!´ Yine o derdi ki: ´Beni gördüğünüzde, muhakkak kırk abdalı görmüşsünüzdür!´ ´Bu nasıl olur? Oysa sen bir kişisin?´ denilince, dedi ki: ´Çünkü ben kırk abdal gördüm. O abdalların her birinden bir ahlâk edindim´. Kendisine şöyle soruldu: Kulağımıza geldiğine göre sen Hızır´ı (a.s) görüyormuşsun?´ Tebessüm ederek dedi ki: ´Hızır´ı görene şaşmamak gerek. Fakat o kimseye hayret etmeli ki Hızır onu görmek istiyor, o ise Hızır´dan gizleniyor!´ Hızır´dan şöyle hikâye olunuyor. ´Hangi gün nefsime ´Benim tanımadığım bir velî kul artık kalmadı´ dedimse mutlaka o gün tanımadığım bir velî ile karşılaştım´. Ebu Yezid el-Bistamî´ye bir defasında şöyle denildi: ´ALLAH Teâlâ´dan gelen müşahedenden bize bahset!´ Bunun üzerine bağırarak şöyle dedi: - Azap olasıca! Onu öğrenmek sizin için uygun değildir! - O halde, ALLAH yolunda nefsinin en şiddetli mücâhedesindenbize haber ver? - Sizi buna da muttali etmem caiz değildir. - O halde, nefsinin başlangıçtaki riyazetinden bize haber ver! - Nefsimi ALLAH´a davet ettim. O serkeşlik yaptı. Bunun üzerinebir sene su içmemeye; bir sene uyku uyumamaya karar verdim.Bunun üzerine nefsim bu şartı yerine getirdi. Yahya b. Muaz, Ebu Yezid el-Bistamî´nin bazı müşahedelerini yatsı namazından fecre kadar gözledi. Hazret ayaklarını yerden kaldırmış, çenesini göğsünün üzerine koymuş, gözleriyle bir noktaya nazarını teksif ederek bakıyordu. Yahya der ki:´Sonra seher zamanında secde etti ve secdesini oldukça uzattı. Sonra oturarak şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Bir kavim seni istedi. Onlara su üzerinde yürümeyi verdin. Havada yürümeyi ihsan ettin. Onlar da bununla razı oldular. Oysa ben böyle bir şeyden sana sığınıyorum. Diğer bir grup seni aradı. Onlara tayy-i mekan (mekân ve zamanüstü hareket etme kerametini) verdin, onlar da buna razı oldular. Ben bundan da sana sığınıyorum. Bir grup seni aradı. Onlara yeryüzünün hazinelerini verdin. Onlar buna razı oldular. Bundan da sana sığınıyorum!´ Hazret böylece velilerin kerametlerinden yirmi küsür makamı saydı. Sonra dönüp bakınca beni gördü: - Yahya mısın? - Evet efendim! - Ne zamandan beri buradasın? - Hayırlı bir zamandan beri... Bunun üzerine sustu. Ben de ´Efendim! Bana herşeyi anlat´ dedim. Bunun üzerine şöyle devam etti: ´Sana elverişli olan birşey haber vereyim: (ALLAH) beni en alt feleğe yükseltti. Sonra beni en alt melekûtta gezdirdi. Bana yerleri ve yerlerin altında bulunan şeyi, tâ toprağa varıncaya kadar gösterdi. Sonra beni en yüksek feleğe çıkardı. Beni göklerde gezdirdi. Göklerdeki cennetlerden, arşa kadar her şeyi bana gösterdi. Sonra beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Gördüğünden herhangi bir şeyi iste! Sana hibe edeyim!´ Dedim ki: ´Mevlâm! Ben güzel saydığım hiçbir şey görmedim ki onu senden isteyeyim!´ Bunun üzerine şöyle buyurdu´ ´Sen hakikî kulumsun! Sadece benim hatırım için, doğru olarak bana kulluk yapıyorsun. Muhakkak senin hakkında şunu şunu yapacağım´. Sonra ALLAH Teâlâ yapacağı birkaç şeyi söyledi. Bu durum beni dehşete düşürdü. Bundan hayrete kapıldım ve dedim ki: "Ey efendim! Neden O´nun hakkındaki marifeti O´ndan istemedin? Oysa Sultanlar Sultanı sana ´dilediğini iste!´ demiş!" Bu söz üzerine bana bağırarak ´Azap olasıca! Sus!´ dedi. ´Ben O´nu dahi kıskanıyorum. Benden başkasının O´nu bilmesinden hoşlanmıyorum!´ dedi. Hikâye olunuyor ki; Ebu Turab Nahşebî müridlerinden birini çok beğenir, onu yanına yaklaştırır maddi ve manevî her ihtiyacını giderirdi. Mürid ise ibadeti ve halleriyle meşguldü. Ebu Turab bir gün müride ´Keşke Ebu Yezid´i bir görseydin!´ dedi. Mürid ben meşgulüm!´ dedi. Ebu Turab ´Keşke Ebu Yezid´i görseydin!´ sözünü tekrarlayınca müridin muhabbeti galeyana geldi ve şöyle dedi: ´Rahmet olasıca! Ben Ebu Yezid´i ne yapayım. Ben ALLAH Teâlâ´yı gördüm. O beni Ebu Yezid´den müstağni kıldı´. Ebu Turab müridin bu sözüne karşılık heyecana kapılarak nefsine hâkim olamadı ve dedi ki: ´Eğer Ebu Yezid´i bir defa görseydin ALLAH Teâlâ´yı kendi mizanınla yetmiş defa görmenden sana daha faydalı olurdu´. Bunun üzerine genç, Ebu Turab´ın sözünden dehşete kapıldı ve bu sözü inkârla karşılayıp şöyle dedi: ´Bu nasıl olur?´ Ebu Turab ´Azap olasıca! Sen ALLAH´ı gerektiği gibi göremezsin. O halde ALLAH, senin kapasiten nisbetinde sana görünür. Oysa Ebu Yezid´i ALLAH katında görürsün. ALLAH Teâlâ ona onun kapasitesi nisbe-tinde görünmüştür´. Bunun üzerine mürid anladı ve dedi ki: ´Öyleyse beni Ebu Yezid´e götür!´ Bundan sonra Ebu Turab bir kıssa zikretti ve o kıssanın sonunda dedi ki: ´Biz bir tepede durup ormandan çıkması için Ebu Yezid´i bekledik. Hazret yırtıcı hay-vanlarla dolu bir ormana girmişti´. Ebu Turab diyor ki: ´Ebu Yezid sırtında ters giymiş olduğu bir aba olduğu halde yanımızdan geçti. Ben gence ´İşte Ebu Yezid budur! Ona bak!´ dedim. Genç Ebu Yezid´e baktı. Bir çığlık kopardı. Onu yokladık. Baktık ki ölmüş. Ebu Yezid´le beraber onu defnetmeye koyulduk ve bu esnada Ebu Yezid´e dedim ki: ´Ey efendim! Sana bakması onu öldürdü!´ Ebu Yezid ´Hayır! Arkadaşın doğru imiş! Onun kalbinde kendine keşfolunmamış bir sır vardı. Bizi gördüğünde kalbinin sırrı ona keşfolundu ve o sırra tahammül edemedi. Çünkü hâlâ zayıf müridlerin makamında bulunuyordu. Bu bakımdan bu keşf onu öldürdü´ dedi. Habeşliler Basra´ya girdikleri zaman, insanları öldürüp mallarını yağma ettiler. Sehl et Tüsterî´nin arkadaşları Sehl´in yanında toplanıp şöyle dediler: ´Keşke bunları defetmesi için ALLAH´a niyaz etseydin!´ Sehl sükût edip sonra şöyle dedi: ´ALLAH Teâlâ´nın bu memlekette birtakım kulları var ki eğer zâlimler aleyhinde bedduada bulunsaydılar yeryüzünde bir tek zâlim bile kalmazdı. Hepsi bir gecede ölürlerdi. Fakat bunu yapmazlar´. Denildi ki: ´Neden?´ Dedi ki: ´Çünkü onlar sevilmeyeni sevmezler!´ Bundan sonra, ALLAH Teâlâ´nın birçok şeye icabet ettiğini ki o şeyleri zikretmek mümkün değildir söyledi ve şu cümleyi de ekledi: ´Eğer onlar ALLAH´tan kıyametin kopmamasını dileseydiler kıyamet kopmazdı!´ Bunlar esasında mümkün olan şeylerdir. Bu bakımdan herhangi birine mazhar olmayan bir kimsenin mümkün olmalarına inanıp tasdik etmekten uzak olmaması uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın kudreti geniştir. Fazileti umûmîdir. Mülk ve melekûtun acaiplikleri çoktur. ALLAH Teâlâ´nın kudreti dahilinde olanlar sonsuzdur. Seçmiş olduğu kullarının üzerindeki fazlının sonu yoktur. Ebu Yezid diyor ki: ´Eğer ALLAH sana Musa´nın münacâtını, İsa´nın ruhaniyetini ve İbrahim´in dostluğunu verse yine de O´ndan bunun ötesini iste! Çünkü O´nun katında bunun üstünde nice katlar daha vardır. Eğer bununla iktifa edersen seni perdeler. Bu ise onlar gibilerin belasıdır. Onların hallerinin benzerinde bulunanların da belasıdır. Çünkü onlar hadîste emselü fel emsel (sözüyle) kastolunanlardır´. Âriflerden biri şöyle demiştir: "Bana keşif âleminde kırk hûri gösterildi. Onları havada yürürken, sırtlarında altın, gümüş ve cevherlerden elbiselerle kırıtıp kıvranırken gördüm. Onlara bir kez baktım. Kırk gün cezalandırıldım. Sonra onlardan daha güzel seksen hûri gördüm. Bana dendi ki: ´Bu hûrilere bak!´ Ben ise secdeye kapadım. Onlara bakmamak için gözlerimi kapandım ve dedim ki: ´Mâsivandan sana sığınıyorum. Benim bu duruma ihtiyacım yoktur. Bunları bana gösterme!´ Böylece onları benden uzaklaş-tırıncaya kadar durmadan yalvardım". Bu keşiflerin benzerlerini, mükaşefeden mahrum olan mü´min kişinin inkâr etmesi uygun değildir. Eğer herkes sadece karanlık nefsinden görmüş olduğuna inanırsa, katı kalbinin verdiğini tasdiklerse, o zaman onun için iman yolları daralır. Bu haller birtakım yollardan geçtikten sonra ortaya çıkar. Birçok makamlara varıldıktan sonra elde edilirler. Bu makamların en aşağısı ihlâs makamıdır. Nefsin paylarını, halkın mülâhazasını, görünen ve görünmeyen bütün amellerden çıkarmaktır. Sonra onun halktan gizlemek için hal perdesiyle örtmeli ki sükût kalesinde mahsur kalmasın! İşte bunlar sülûklerin başlangıcı, makamların en azıdır. Oysa bu makamlar insanların en muttakîlerinde bile az görülür. Kalbi halka iltifat etmenin bulanıklığından tasfiye ettikten sonra onun üzerine yakîn nûru akar. Ona hakkın başlangıçları keşfolunur. Bunu denemeksizin ve yolun sülûkünü yapmaksızın inkâr etmek, tıpkı şekillendirdikten, temizledikten ve sır sürüldükten sonra demirde suretin inkişaf etme imkânını inkâr eden bir kimsenin inkârı yerine geçer. Bu kimse demirin parlaklığında kendi suretini görse dahi bu keşfe inanmaz. Bu bakımdan münkir bir kimse elindeki karanlık demir parçasına, o parçanın üzerinde biriken pas ve pislikler olduğu halde bakar ve görür ki bu demir parçası suretler-den hiç birini yansıtmıyor. Böylesi, o demirin cevheri göründüğünde karşıdaki insanın suretinin orada keşfolunma imkânını inkâr eder. Bunun inkârı cehalet ve dalâletin son derecesidir(!) İşte evliyaullahın kerametlerini inkâr eden herkesin hükmü budur; zira kerameti inkâr eden bir kimsenin istinadı kendisinin ve gördüğü kimselerin kerametten mahrum oluşudur. ALLAH´ın kudretini inkâr etmekte, bu ne kötü istinadgândır. Birşeye sülûk yapan velev ki yolun başlangıcında olsa bile keşfin kokularını duyar. Bişr´e şöyle denildi: - Sen bu mertebeye neyle vardın? - ALLAH Teâlâ´nın hâlimi ketmetmesine çalışıyorum. Bu sözün mânâsı ´ALLAH Teâlâ´dan hâlimi halktan gizlemesini talep ediyorum demektir´. Bir zât, Hızır´ı görüp kendisine şöyle dedi: Banim için ALLAH´a dua et! - ALLAH senin taatini kolaylaştırsın! - Daha fazlasını yap! - Bu ibadeti senin için örtsün! ´Bu ibadeti senin için örtsün´ sözünün mânâsının ´Ya halktan onu gizlesin´ veya O´nu senden gizlesin de sen ona iltifat etmeyesin´ demek olduğunu söylemiştir. Bir zât şöyle anlatır Hızır´a olan iştiyak durmadan kalbimi kemirdi. Bir defasında ALLAH Teâlâ´dan bence eşyanın en mühimi olan birşeyi bana öğretsin diye Hızır´ı bana göstermesini talep ettim. Bu dilek üzerine Hızır´ı gördüm. İsteğim bana galebe çalmadı ve ona şöyle dedim: -Ey Ebu Abbas! (Hızır´ın künyesidir). Bana öyle birşey öğret ki onu söylediğim zaman mahlukların kalbinden perdelenmiş olayım. O kalplerde benim hiçbir kıymetim kalmasın. Hiç kimse beni salihlik ve dindarlıkla tanımasın. - Şöyle söyle: ´Ey ALLAHım! Kalın örtünü üzerime ört! Perdelerini üzerime indir. Beni gaybının hazinesinde gizle! Kullarının kalbinden beni perdele!´ Râvî diyor ki: ´Hızır bunları söyledikten sonra kayboldu. Onu bir daha görmedim ve bundan böyle de ona karşı bir iştiyakım olmadı. Durmadan bu kelimeleri söylüyorum.´ Sonunda bu kişi öyle bir raddeye geldi ki zelil ve hor görülüyordu. Hasta islâm bayrağı altında yaşayan zimmîler bile onunla istihza eder, yanlarında kıymeti olmadığından dolayı yollarda onunla alay edip ona yüklerini taşıtırlar ve çocuklar onunla oynardı. Onun rahatı, kalbinin sükûneti; o zillet ve şöhretsizlik içerisinde halinin istikamet! idi. İşte ALLAH´ın velî kullarının hali böyledir, velîleri böylelerin arasında aramalıdır. Mağrur insanlar ise velîleri elbiselerin ve taylasanların altında ararlar. Halk arasında ilim, takvâ ve riyasetle şöhret bulanların içinde ararlar. Oysa ALLAH´ın, velîleri üze rindeki gayreti, onları gizlemeyi gerektirir. Nitekim ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Velî kullarım perdemin altındadır. Benden başkası onları tanımaz. Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyurmuştur: Nice saçı sakalı karışık, toz toprak içinde kalmış, sırtında eskimiş elbise bulunan kimseler vardır ki kendisine halk arasında önem verilmez. Eğer o, ALLAH üzerine yemin ederse, muhakkak ALLAH Teâlâ onu yemininde yalancı çıkarmaz.80 Kısacası; kalplerin bu mânâları koklamaktan en uzağı; mütekebbir kimselerin, nefislerini beğenenlerin, ilim ve ameliyle sevinenlerin kalpleridir. Bu, mânâlara en yakın kalpler ise kırık, nefsinin zilletini sezen kalplerdir. Öyle ki başkası tarafından zelil görülerek nefsinin zilletini sezer. Önem verilmediğinde zilleti hissetmez. Nitekim köle, efendisi kendisine karşı ne kadar büyüklük taslarsa taslasın efendisinin bu hareketinden zillet hissetmez. O halde bu şahıs zilleti hissetmediğinde, zillete iltifat etmediğini de sezmediğinde kendi nefsi katında zilletin bütün çeşitlerini nefsi için zillet olarak görmekten daha düşük bir derecede olur. Hatta nefsini bundan da alçak görür, tevazû tabii olarak ona sıfat olur. Bu gibi kalplerin o kokuların başlangıçlarım koklaması ümit edilir. Eğer biz bu kalbin benzerini kaybeder, bu ruhun benzerinden mahrum olursak, ehli için mümkün olana inanmamak bizim için uygun değildir. Bu bakımdan ALLAH´ın velî kullarından olmayan bir kimse hiç olmazsa onlara dost olsun, onların veliliğini tasdik etsin. Bu takdirde sevdiğiyle beraber haşrolunması umulur. Buna Hz. İsa´dan gelen şu rivayet şahidlik eder: Hz.İsa (a.s) İsrailoğulları´na şöyle sordu: ´Ekin nerde biter?´ ´Toprakta´ dedi-ler. Hz. İsa (a.s) ´Hakikî olarak size derim ki hikmet de ancak toprak gibi olan bir kalpte biter!´ ALLAH´ın veliliğine talip olanlar; bu veliliğin şartlarını talep etmekte, nefsi düşüklük ve millet derecesine düşürecek kadar ileri gitmişlerdir. Rivayet ediliyor ki Cüneyd-i Bağdâdî´nin hocası olan İbn Kerenbî´yi bir kişi üç defa yemeğe davet etti. Her defasında gelirken geri çevirdi. Sonra davet etti. Tekrar geldi. Dördüncü defa da onu içeriye alıp ´Neden kovulduğun halde tekrar davete icabet ettin?´ diye sordu. İbn Kerenbî dedi ki: ´Yirmi seneden beri nefsimi zillete alıştırdım. Bu hususta çeşitli riyazetlere başvurdum. Öyle ki nefsim köpek gibi oldu. Kovulduğunda gider. Kendisine bir kemik atılınca da dönüp gelir. Eğer sen beni elli defa kovsaydın, sonra beni davet etseydin yine icabet ederdim´. Yine İbn Kerenbî şöyle anlatıyor: ´Bir mahalleye yerleştim. O mahallede dindarlıkla tanındım. Dolayısıyla kalbimin huzuru dağıldı. Bir hamama girip güzel bir elbise çalıp o elbiseyi giydim. Sonra onun üzerine yamalı abâmı geçirdim. Çıkıp yavaş yavaş yürümeye başladım. Arkadan bana yetiştiler, yamalı abamı çıkardılar. Elbiseyi sırtımdan çıkarıp beni acıtacak derecede dövdüler. Bu hâdiseden sonra orada ´Hamam hırsızı´ diye tanındım. Böylece nefsim sükûnete kavuştu´. İşte selef nefislerini böyle eğitiyorlardı. ALLAH Teâlâ kendilerini halka bakmaktan kurtarıncaya kadar bu şekilde terbiyeye devam ederlerdi. Sonra kendi nefislerine bakmaktan da kurtulurlardı! Nefsine bakan bir kimse ALLAH´a karşı mahcubdur. Kişinin nefsi ile meşgul olması, kendisi için perdedir. Kalp ile ALLAH arasında perde yoktur. Ancak kalplerin uzaklığı; ALLAH´tan gayrisiyle veya kendi nefsiyle meşgul olmaktır. Perdelerin en büyüğü nefsin meşguliyetidir. Bu sırra binaen hikâye olunur ki: Dünyevî kıymeti büyük olan Bistam eşrafından biri Ebu Yezid Bistamî´nin meclisinden ayrılmıyordu. Birgün Ebu Yezid´e şöyle dedi: ´Ben otuz seneden beri bütün seneyi oruçla geçirir, orucumu bozmam. Uyumadan bütün geceyi ibadetle geçiririm. Kalbimde senin bu söylediğin ilimden birşey bulamıyorum. Oysa bu ilmi tasdik ediyor ve seviyorum´. Bunun üzerine Ebu Yezid dedi ki: - Eğer sen üçyüz sene oruç tutsan ve bütün geceleri ibadetle geçirsen yine bu ilimden bir zerre edinemezsin! - Neden? - Çünkü kendi nefsin önünde perdedir. - Bunun çare ve ilâcı var mıdır? - Evet, vardır! - Bana söyle ki tatbik edeyim! - Kabul etmezsin! - Bana söyle de yapayım! - Şimdi berbere git! Saç ve sakalını tıraş et. Şu sırtındaki elbiseyi çıkar, bir abaya bürün. Boynuna ceviz dolu bir torba as!Çocukları etrafına topla ve de ki: ´Bana bir yumruk vurana bir ceviz vereceğim!´ Çarşıya gir! Memleketin eşrafının yanlarına git ve seni tanıyanlara uğrayarak gez! Bütün bu durumlarda aba sırtında, torba da boynunda olsun! - SübhânALLAH! Bana böyle şeyleri mi teklif ediyorsun! - Senin SübhânALLAH demen şirktir! - Bu nasıl olur? - Sen nefsini büyüttüğünden dolayı onu tesbih ettin, rabbini değil! - Senin bu söylediğini yapamam! Fakat bana başka bir yol göster! - Her şeyden önce bu söylediğimi yap! - Buna gücüm yetmez! - Zaten sana kabul etmeyeceğini söylemiştim! İşte Ebu Yezid´in söylediği bu söz, nefsine bakmak suretiyle hastalanan, halkın kendisine bakmasıyla fitneye mâruz kalan bir kimsenin tedavisidir. Böyle bir hastalıktan bu ve buna benzer tedavilerden başka hiçbir tedavi insanı kurtaramaz. Bu bakımdan tedaviye gücü yetmeyen bir kimse, hastalıktan sonra nefsini tedavi eden veya hiçbir zaman böyle bir hastalığa giriftar olmayan bir kimse hakkında şifa bulmanın imkânını inkâr etmemelidir. O halde sıhhat derecelerinin en azı, sıhhatin mümkün olmasına inanmaktır. Öyleyse şu azıcık nasipten de mahrum olan bir kimseye yazıklar olsun! Bunlar şeriatta apaçık şeylerdir. Buna rağmen kendini şeriat âlimlerinden sayan bir kimsenin katında pek uzak sayılırlar! Bir şeyin azı onun katında çoğundan daha sevimli ve bilmemesi bilmesinden kendisine daha sevimli olmadıkça, kul imanın kemâline eremez.81 Kimde şu üç haslet varsa onun imanı kemâle ermiştir: a) ALLAH katında hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. b) Amelinde riyakârlık yapmaz, c) Kendisine iki şey arzolunduğunda, o emirlerin biri dünya, diğeri ahiret için olursa, ahiret için olanı, dünya için olana tercih eder.82 Bir kulun imanı şu üç haslet onda olmadıkça kemâle ermez, a) Öfkelendiği zaman öfkesi kendisini haktan uzaklaştırmayan. b) Razı olduğunda rızası kendisine bâtıla sokmayan, c) Gücü yettiğinde hakkı olmayanı almayan.83 Üç haslet vardır ki, onlar kime verilmişse o kimseye Dâvud´un (a.s) âline verilenin benzeri verilmiş demektir. Ne rıza ne de öfke halinde adaletten ayrılmamak, ne zenginlik ne de fakirlik halinde ayrılmamak, gizlide ve açıkta ALLAH´tan korkmak!84 Hz. Peygamber iman sahipleri için bu şartları zikretti. Bu bakımdan din âlimi iddiasında bulunup da nefsinde bu şartların zerresine tesadüf edilmeyen kimseye şaşmak gerekir. Bu kimsenin ilimden ve akıldan nasibi, ancak imanının ötesinde bulunan yüce makamları geçtikten sonra elde edileni inkâr etmek olur. ALLAH Teâlâ peygamberlerinden birine (şöyle) vahyetti: Ben ancak dostluğum için; zikrimden gevşemeyen, benden başka hedefi olmayan, kullarımdan birini bana tercih etmeyen, ateşle yakılsa ateşin acısını duymayan, testereyle biçilse elem hissetmeyen bir kimseyi seçerim. Sevgi kendisini bu şekilde mağlub etmemişse sevginin arkasındaki kerâmet ve keşfi bilir. Oysa bütün bunlar sevginin ötesindedir. Sevgi de iman kemâlinin ötesinde... İmanın eksiklik ve fazlalıktaki makamları ve değişikliği hesaba gelmeyecek kadar çoktur. Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir´e hitaben şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ sana ümmetimden bana her iman edenin imanı kadar vermiştir. Bana da Adem´in (a.s) evladından kendisine iman edenlerin imanı kadar vermiştir.85 ALLAH Teâlâ´nın üç yüz ahlâkı vardır. Kim onun huzuruna o üç yüz ahlâkın biriyle ahlâklanıp da tevhidle beraber varırsa cennete girer. Bu söz üzerine, Hz. Ebubekir (r.a) şöyle sordu: - Ey ALLAH´ın Resûlü! Bende o ahlâklardan biri var mı? - O ahlâkların hepsi sende vardır. O ahlâkların ALLAH katında en sevimlisi de cömertliktir.86 Göklerden sarkıtılmış bir terazi gördüm. Bir kefesine ben konuldum. Ümmetim de ikincisine konuldu. Ben daha ağır bastım. Ebubekir o terazinin bir kefesine konuldu. Ümmetim diğer kefesine konuldu. Ebubekir daha ağır bastı.87 Bütün bunlara rağmen, Hz. Peygamber´in ALLAH´ın sevgisinde fâni olması öyle bir raddeye gelmişti ki ALLAH´tan başkasıyla dostluk yapmak için orada yer kalmamıştı. Nitekim şöyle buyurmuşlardır: Eğer ben insanlardan bir dost edinseydim, muhakkak Ebubekir´i dost edinirdim. Fakat sizin arkadaşınız ALLAH´ın dostudur.88 ´Arkadaşınız´ tâbiriyle kendi nefsini kastetmiştir. 80) Müslim 81) Ebu Mansur Deylemî 82) Ebu Mansur Deylemî 83) Taberânî 84) Hadis-i Garib´dir. Daha önce geçmişti. 85) Ebu Mansur Deylemî 86) Taberânî 87) İmam Ahmed, (Ebu Umame´den) 88)Müslim ve Buhari |
Bu Bölümün Hâtimesi
Kitabı, muhabbetlerle ilgili çeşitli sözlerle sona erdirelim. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Muhabbet, Hz. Peygamber´e tâbi olmaktır´. Bir başkası ´Zikrin devamıdır!´ demiştir. Başkası ´Mahbubu tercih etmektir!´ demiştir. Başkası ´Dünyada bâki kalmayı istememektir!´ demiştir. Bütün bunlar muhabbetin meyvelerine işarettir. Muhabbetin kendisine gelince bu tariflerin hiçbiri ondan bahsetmemiştir. Bazıları da ´Muhabbet, kalpleri idrâkinden kahredici, dilleri kendisini tâbir etmekten menedici bir mânâdır´ demişlerdir. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ herhangi bir şeye ilgi duyan kimseye muhabbeti haram kılmıştır´. Yine şöyle demiştir: ´Her muhabbet karşılıklı olur, onun karşılığı ortadan kalkınca o da kalkar!´ Zünnün-i Mısrî şöyle demiştir: "ALLAH´a muhabbetini izhar edene ´ALLAH´tan başkasına eğilmekten sakın!´ de!" Şiblî´ye denildi ki: ´Bize ârif ile muhibbi vasıflandır!´ Cevap ola-rak dedi ki: ´Ârif konuşursa helâk olur, muhib ise sükût ederse helâk olur!´ Şiblî şöyle dedi: Ey kerîm olan seyyid! Sevgin içimde yerleşmiştir. Ey gözümden uykuyu kaldıran! Sen kalbimden geçeni bilirsin. Ben ´muhabbeti hatırladım´ diyene şaşarım! Ben unutur muyum ki unuttuğumu hatırlamış olayım! Seni hatırladığımda ölür, sonra yeniden dirilirim. Eğer hüsn-ü zannım olsaydı dirilmezdim. Temenni ile dirilir, şevk ile ölürüm! Senin için nice dirilir, nice ölürüm. Muhabbeti, fincan arkasında fincan dolusu içtim; ne şarab bitti, ne de ben kandım! Keşke onun hayali gözümün önünde olsaydı. Bakışımda kusur etseydim de kör olsaydım! Rabiat´ul-Adeviye birgün şöyle demiştir: ´Bizi habibine muttali eden kimdir?´ Onun cariyesi dedi ki: ´Habibimiz beraberimizdedir! Fakat dünya bizi ondan ayırmıştır´. o İbn Celâ (r.a) şöyle demiştir: ALLAH Hz. İsa´ya (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ben bir kulumun sırrına muttali olduğumda orada dünya ve ahiret sevgisini görmezsem kendi sevgimle onu doldururum. Kendi hıfzımla onu korurum´. Denildi ki: ´Semnun birgün muhabbet hakkında konuştu. O anda önüne bir kuş konuverdi. Gagasından kan gelinceye kadar yeri deşti´. İbrahim b. Edhem dedi ki: İlâhî! Sen, bence, bana ikram etmiş olduğun muhabbetine, zikrinle bana ihsan ettiğin ünsiyetine ve azametin hakkında düşünmek için bana vermiş olduğun imkâna nisbetle cennetin bir sivrisinek kanadına denk olmadığımı biliyorsun! Sırrî es-Sekatî şöyle demiştir: ´ALLAH´ı seven yaşar! Dünyaya meyleden şaşar! Ahmak bir kimse sabah ve akşam bir hiç uğrunda koşar. Akıllı o kimsedir ki ayıplarını deşer!´ Rabia Hatun´a ´Hz. Peygamber´i seven ne durumdadır?´ dendi. Dedi ki: ´ALLAH´a yemin olsun! Onu çok seviyorum. Fakat yaratanın sevgisi beni yaratılmışların sevgisinden uzaklaştırdı´. Hz. İsa´ya ´amellerin en faziletlisi´ sorulduğunda,cevap olarak şöyle demiştir: ´ALLAH´tan razı olmak ve ALLAH için sevmek!´ Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Muhib ne dünyayı ne de ahireti se-ver. Ancak mevlâsının zatını sever´. Şiblî şöyle demiştir: ´Sevgi, lezzette şaşkınlık, saygıda ise hay-ranlıktır´. Denildi: ´Sevgi senin eserini senden silmek, öyle ki senden bir şeyi sende bırakmamak demektir´. Denildi: ´Sevgi kalbin sevinmesi ve müjdelenmekle mahbuba yaklaşmasıdır´. Havvas şöyle demiştir: ´Muhabbet iradeleri yok etmektir. Sıfatı ve hâcetlerin tümünü yakmaktır´. Sehl´e ´muhabbetin mânâsı´ soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Kul ALLAH´ın müşahedesinden, gayenin ne olduğunu anlayınca, ALLAH´ın kulunun kalbini müşahedesine meylettirmesidir´. Muhibbin muamelesi dört derece üzerinedir: Muhabbet, heybet, hayâ ve tazimi Bunların en üstünü tazim ile muhabbettir. Çünkü bu iki derece, cennette bile cennet ehliyle beraber kalırlar. Cennet ehlinden bu iki dereceden başka ne varsa hepsi kaldırılır. Harem b. Hibban şöyle demiştir: ´Mü´min rabbini (c.c) tanıdığında sever! Sevdiğinde yönelir. Yönelmenin lezzetini tattığında şehvet gözüyle dünyaya, fetret gözüyle ahirete bakmaz. Bu, dünyada üzüntü çekmesi ve ahirette rahatlaması demektir´. Abdullah b. Muhammed şöyle demiştir: Abide kadınların birinden dinledim. Ağlıyor ve gözyaşları yanaklarının üzerine aktığı halde şöyle diyordu: ´ALLAH´a yemin ederim! Hayattan bıktım. Öyle ki ölümün satıldığını görsem, ALLAH´a olan iştiyakım ve mülâkatına olan sevgimden dolayı onu satın alırdım´. Kendisine ´Sen ameline güvenir misin?´ diye sordum. Cevap olarak şöyle dedi: ´Hayır! Ben bunu ALLAH´ı sevdiğimden ve hakkında hüsn-ü zan yaptığımdan dolayı seviyorum. O´nu sevdiğim halde bana azap edeceğini sanır mısın?´ ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a şöyle vahyetti: Eğer benden kaçanlar onları nasıl beklediğimi ve onlara nasıl merhamette bulunacağımı, günahlarını terketmeleri için nasıl iştiyakım olduğunu bilselerdi, muhakkak bana olan iştiyaklarından ötürü hemen ölmek isterlerdi. Benim sevgimden mafsalları paramparça olurdu. Ey Davud! İşte bu, benden uzaklaşanlar hakkındaki irademdir. Acaba bana yönelenler hakkındaki irademin nasıl olduğunu düşün!. Ey Dâvud! Kulum bana en fazla muhtaç olduğu zaman, benden müstağni olduğunu zannetti. Benim kuluma en fazla rahmet ettiğim zaman, bana sırt çevirdiği zamandır. Kulumun en büyük olduğu zaman, bana yöneldiği zamandır. Ebu Halid es-Saffar şöyle demiştir: ´Peygamberlerden biri bir abide rastladı ve ona dedi ki: ´Siz âbidler korku ve ümitle amel ediyorsunuz. Oysa biz peygamberler muhabbet ve şevkle amel ediyoruz´. Şiblî şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ Dâvud kuluna şöyle vahyetti: ´Ey Dâvud! Benim hatırlamam, hatırlayanlar içindir. Ben ise özellikle sevenler içinim´. ALLAH Teâlâ Adem´e (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Âdem! Bir dostu seven, onun sözünü tasdik eder. Habibine ünsiyet veren, fiiline razı olur. O´na müştâk olan O´nun yolunda var kuvvetiyle gider´. Havvas göğsünü yumruklayarak şöyle diyordu: ´Beni görüp, benim kendisini görmediğim iştiyakım hazır ol!´ Cüneyd şöyle demiştir: Yunus (a.s) iki gözü kör oluncaya kadar ağladı, Sırtı kamburlaşıncaya kadar ibadet etti. Kötürüm oluncaya kadar namaz kıldı ve şöyle dedi: ´(Ey RABBİM!) Senin izzet ve celâline yemin ediyorum! Eğer benimle aranda ateşten bir deniz ol-saydı, sana olan iştiyakımdan dolayı o denize dalardım´. Hz. Ali´den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´e sünnetini sordum, şöyle buyurdu: Marifet benim sermayemdir. Akıl dinimin esasıdır. Sevgi temelimdir. Şevk bineğimdir. ALLAH´ın zikri enîsimdir. Güvenmek hazinemdir. Mahzun olmak arkadaşımdır. İlim silahımdır. Sabır abamdır. Rıza ganimetimdir. Âcizlik medarı iftiharımdır. Zâhidlik sanatımdır. Yakîn gıdamdır. Doğruluk şefaatçımdır. Taat sevgimdir. Cihad ahlâkımdır. Gözümün aydınlığı namazdadır.89 Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: ´Ruhları mücehhez ordular ya-pan ALLAH, müşriklerin dediğinden münezzehtir. Bu bakımdan âriflerin ruhları celâlî (celâl sıfatına mensub) ve kudsîdir. Ârifler ALLAH´a müştâk oldular. Mü´minlerin ruhları ruhânîdir, çünkü mü´minler cennete meylettiler. Gafillerin ruhları hevâîdir, çünkü dünyaya meylettiler´. Meşâyihten biri şöyle demiştir: Lükam (Şam´ın dağlarından biridir. Abidler orada bulunurdu) dağında rengi esmer, bedeni zayıf bir kişi gördüm. O, taştan taşa sıçrıyor ve şöyle diyordu: Aşk ile hevâ, beni gördüğün gibi yaptılar! Denilmiştir ki: ´şevk ALLAH´ın ateşidir. ALLAH o ateşi velî kul-larının kalplerinde yakmıştır! Öyle ki onunla onların kalplerinde bulunan düşüncelerin, iradelerin, gelip geçici şeylerin ve ihtiyaçların hepsini yakmıştır´. İşte muhabbet, ünsiyet, şevk ve rıza´nın beyanı hakkında bu kadarı kâfidir. Doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır! Böylelikle Muhabbet, Şevk, Rıza ve Ünsiyet bölümü sona ermiş bulunuyor. ALLAH´ın izniyle bunun ardından Niyet, İhlâs ve Sıdk ile ilgili bölüm gelecektir! 89) Kadı Iyaz, (Hz. Ali´den) |
Muhabbet´in Hakikati, Sebepleri, Kulun ALLAH´a Olan Muhabbetinin Mânâsı
Bu fasıldan gaye, muhabbetin hakikatinin ancak ALLAH´ın marifetiyle keşf olunacağını, sonra şartlarının ve sebeplerinin marifetini, bütün bunlardan sonra ALLAH hakkındaki mânâsının tahkik ile keşfolunacağını anlatmaktır. Birinci Esas Marifet ve idrâkten önce, muhabbetin olması düşünülemez; zira insan ancak tanıdığını sever, cansız bir şeyin sevgiyi idrak etmesi düşünülemez. Sevmek, idrâk eden dirinin özelliğidir. Sonra idrâk olunanlar idrâk edenin tabiatına uygun ve zevk verici tabiatına zıt olan nefret ve elem verici ve tabiatına ne zevk, ne de elem vermeyen kısımlara bölünür. Bu bakımdan idrâkinde bir lezzet ve rahat olan herşey, idrâk edenin nezdinde güzeldir. İdrâkinden elem duyulan herşey, idrâk edenin nezdinde kötüdür. Kendisinde ne elem, ne de lezzet olan şey ne güzel, ne de çirkindir. Madem ki durum budur, her lezzetli kendisinden lezzet alanın nezdinde sevimlidir. Sevimli olmasının mânâsı tabiatta ona karşı bir meyil olması demektir ve nefret edilmesinin mânâsı tabiatının ondan nefret etmesidir. Bu bakımdan sevgi, lezzetli şeye tabiatın meyletmesinden ibarettir. Eğer o meyl artarsa, ona aşk adı verilir. Buğz, yorucu ve elem verici şeyden tabiatın nefret etmesinden ibarettir. Bu kuvvet bulursa adına makt denir. İşte sevginin hakikatinde esas budur. İkinci Esas Sevgi, idrâk ve marifete tabi olduğundan, şüphesiz ki idrâk edenler ve duyular hasebiyle bölünür. Bu bakımdan her duyu idrâk olunanların bir türünü hisseder. Bunların her birinin de idrâk olunanlarda lezzeti vardır. O lezzetten dolayı tabiatın ona meyli vardır. Bu bakımdan onlar sağlam tabiatın nezdinde güzeldir. Öyleyse gözün lezzeti; görmekte, güzel görünenleri idrâk etmekte, lezzet veren güzel suretleri hissetmektedir. Kulağın lezzeti vezinli ve güzel nağmelerdedir Koku duyusunun lezzeti güzel kokulardadır. Zevkin lezzeti yemeklerdedir.Dokunmanın lezzeti yumuşaklıktadır. Duyularla idrâk edilen bu şeyler zevkli olduklarından dolayı sevimli olurlar. Yani sağlam tabiat bunlara meyleder. Hatta Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nûru namaz!9 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber güzel kokuya mahbub adını vermiştir. Malumdur ki güzel kokuda ne gözün, ne de kulağın nasibi vardır. Sadece burnun nasibi vardır. Kadınlara da mahbub demiştir. Oysa onlarda da sadece dokunmanın zevki vardır. Burnun, dilin ve kulağın nasibi yoktur. Namaza göz aydınlığı adını vermiş ve onu mahbubların en sevimlisi kılmıştır. Oysa beş duyunun namazda hiçbir nasibi olmadığı malumdur. Namazdan zevk alan altıncı bir duyudur. Onun yeri kalptir. Onu ancak kalp erbabı olan bir kimse idrâk edebilir. Beş duyunun lezzetlerinde hayvanlar da insanlara ortaktır. Eğer sevgi sadece beş duyunun idrâk ettiklerine bağlı olsaydı ´ALLAH duyularla idrâk olunmaz. Hayalde de temsil edilemez. Bu bakımdan sevilmez´ denilseydi, bu durumda insanın özelliği iptal olunurdu ve kendisini hayvanlardan ayıran akıl veya nur veya kalp veyahut itiraz etmeksizin başka ibarelerde tabir edilen özelliği ve altıncı hissi ortadan kalkardı. Bu da uzak bir ihtimaldir. Bu bakımdan bâtınî basiret, zahirî gözden daha kuvvetlidir. Kalp, gözden daha iyi kavrar. Aklen idrâk edilen mânâların güzelliği, gözle görünen zâhir suretlerin güzelliğinden daha büyüktür. Bu bakımdan duyularla idrâk etmekten yüce olan ilâhî ve şerefli şeylerden kalbin idrâk etmesiyle meydana gelen daha kusursuzdur. Öyleyse sağlam tabiatın zevki, sıhhatli aklın buna meyli daha kuvvetlidir. Zaten sevginin mânâsı idrâkinde zevk duyulana meyletmekten başka birşey değildir. Nitekim bunun tafsilatı gelecektir. Durum bu olduktan sonra ALLAH sevgisini, ancak kusurluluğun kendisini hayvanların derecesine indirdiği, duyuların idrâkinden öteye geçemeyen kimse inkâr eder. Üçüncü Esas İnsanın kendi nefsini sevdiği gizli değildir. Nefsi için başkasını sevmesi de bir hakikattir; acaba başkasını, nefsi için değil de onun zatından dolayı sevmesi düşünülebilir mi? İşte zayıflar için çözülmesi zor olan nokta budur. Hatta zayıflar insanın başkasını, onun zatından dolayı sevmesinin düşünülemeyeceğini zannederler. Ancak onda onun zatını idrâk etmekten başka, sevene yönelen bir pay olursa durum değişir. Hakikatte ise, böyle bir sevgi mümkündür ve vardır. 9) Nesâî |
Muhabbetin Sebep ve Kısımları
Birinci Sebep: Her dirinin ilk sevdiği şey zatıdır. Kişinin kendi nefsini sevmesinin mânâsı, tabiatında varlığının devamına bir meyl olduğu gibi yokluğuna da bir nefret vardır; zira tabii olarak sevilen, sevene uygun olandır. Acaba insana nefsinden ve varlığının devamından daha uyan birşey var mıdır? Acaba insana, nefsinin yokluğundan daha ters birşey var mıdır? işte bunun için insan varlığının devamını sever. Ölümden ve öldürmekten nefret eder. Bunu sadece ölümden sonraki korku ve azabdan değil, ölümünün zorluklarından sakındığı için de değil, elemsiz, aniden öldürülse, sevapsız ve ikapsız öldürülse yine ölümden nefret eder. Ölümü ve katıksız yokluğu sevmez. Ancak bazen hayatta bulunan dehşetli bir elemden ötürü kişi ne zaman bir bela ile mübtelâ olursa onun isteği o belanın yok olması olur. Eğer yokluğu severse, yokluk olduğu için sevmez. O yoklukta belanın da yok olması söz-konusudur. Bu bakımdan helâk ve yokluk nefret edilen bir şeydir. Varlığın devamı sevimli olunca, varlığın kemâli de sevimli olur; zira eksiklik, kemâli engeller ve yok eder. Eksiklik, yok olan miktar nisbetinde yoktur. Eksiklik, kemâle nisbeten helâktır. Helâk ve yokluk, sıfatlarda ve vücudun kemâlinde nefret edilen bir şeydir. Nitekim zatın esasında da nefret edildiği gibi... Varlık esasının de-vamının güzel olduğu gibi, kemâl sıfatının varlığı da güzeldir. Bu, sünnetullah´ın hükmüyle tabiatlarda yerleşen bir özelliktir. ALLAH´ın kanununu değiştirmeye imkân bulamazsın. (Ahzab/62) Madem durum budur, insanın ilk sevdiği şey zatıdır. Sonra azalarının selâmetli olması, sonra malı, evladı, aşireti ve dostlarıdır. Bu bakımdan azalar sevimlidir. Selâmetli olmaları da sevimlidir. Çünkü varlığın kemâl ve devamı azaların sağlamlığına bağlıdır. Mal sevimlidir, çünkü mal da varlık ve kemâlin devamında alettir. Diğer sebepler de böyledir. Bu bakımdan insan, bu şeyleri zatlarından dolayı değil, varlık ve kemâlinin nasibi bunlara bağlı olduğundan dolayı sever. Hatta insan çocuğundan bir fayda görmediği, onun için meşakkatlara girdiği halde onu sever. Çünkü o yok olduktan sonra çocuk, kendisinin halefi olur. Bu bakımdan çocuğun yaşamasında bir nevi kendisinin bekası vardır. İşte nefsinin bekasını sevdiğinden dolayı yerine kaim olan bir kimsenin bekasını da sever. Sanki o, onun bir parçasıdır. Çünkü nefsinin ebediyyen baki kalacağını ümit etmez. Evet! Eğer kendisinin veya evladının öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, tabiatı da normalliğini muhafaza ediyorsa, elbette kendi canını, evladının canına tercih eder. Çünkü çocuğunun yaşaması, bir yönden kendisinin yaşaması demektir. Fakat onun kesin olarak yaşaması değildir. Akrabalarını ve aşiretini sevmesi de nefsinin kemâlini sevmesine dönüşür. Çünkü o, nefsini onlarla çok, onlar sebebiyle kuvvetli ve onların kemâliyle güzelleşmiş görür; zira aşiret, mal ve haricî sebepler insanı kemâle doğru götüren kanat gibidir. Varlığın kemâli ve devamlı oluşunun tabiaten sevildiği açık bir hakikattir. Öyleyse ilk sevilen şey, her dirinin yanında kendisinin zati ve zatının kemâli ve bütün bunların devamıdır. Onun yanında mekruh olan ise bunun zıddıdır. İşte bu, sebeplerin ilkidir. İkinci Sebep: İhsandır; zira insan, ihsanın kuludur. Kalpler kendilerine ihsan edeni sevmek üzere, kendilerine kötülük yapan-dan da nefret etmek üzere yaratılmıştır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ey ALLAHım! Facir bir kimsenin iyiliğini boynumda bırakma ki kalbim onu sevmiş olmasın! Bu hadîs işaret eder ki kalbin iyilik yapanı sevmesi zorunludur. Defetmesi güç yetmez bir durumdur. Bu bir tabiat ve fıtrattır. Bunu değiştirmeye yol yoktur. Bu sebepten ötürü insan bazen akrabası olmayan ve ilişkisi bulunmayan bir yabancıyı sever. Bu tedkik edilirse, birinci sebebe dönüştüğü görülür; zira ihsan eden odur ki mal, yardım ve varlığın devamına erdiren sebeplerle imdada yetişir. Kemâl ve vücudun hazırlanmasında rol oynayan nasiplerin husulü ile yardım eder. Ancak fark şudur: İnsanların azaları vücudununun kemâlinde rol oynadığından dolayı sevilir. Oysa onlar istenilen kemâlin ta kendisidir. İhsan eden bir kimse ise, o istenilen kemâlin bizzat kendisi değildir. Ancak onun sebebi olur. Azaların sıhhatinin devamlılığında sebep olan doktor gibi... Bu bakımdan sıhhatin sevgisi ile sıhhatin sebebi olan doktorun sevgisi arasında fark vardır; zira sıhhat lizatihî istenir. Doktor ise lizatihî değil, sıhhatin sebebi olmak hesabıyla istenir. Böylece ilim de, hoca da sevilir. Fakat ilim bizatihi istenir. Hoca ise, güzel olan ilmin sebebi olduğu için istenir. Böylece yemek, içmek, para da sevilir. Fakat yemek lizatihî, paralar ise yemeğin vesilesi oldukları için istenir. Durum bu olduğu zaman fark, mertebenin değişikliğine dönüşür. Aksi takdirde onların her biri insanın kendi nefsini sevmesine dönüşür. Bu bakımdan kim ihsan ettiğinden dolayı ihsan edeni severse, o hakikatte ihsan edenin zatını sevmiş değildir. Aksine ihsanını sevmiştir. İhsan ise, muhsinin fiillerinden biridir. Eğer o ortadan kalkarsa, sevgi de kalkar. Ama muhsinin zatı, kesinlikle devam eder. Eğer eksilirse, sevgi eksilir, artarsa artar. İhsan ve ihsanın artış ve eksikliği nisbetinde artış ve eksiklik meydana gelir. Üçüncü Sebep:Bir şeyi zatından dolayı sevmesidir. Zatının ötesinde elde edilecek bir nasipten dolayı değil! Burada şeyin zatı, onun nasibinin ta kendisidir. İşte devamlılığına güvenilen kâmil ve hakîki sevgi budur. Bu da güzellik sevgisi gibidir. Çünkü her güzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilir. Bu da güzelliğin bizzat kendisi içindir. Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardır. O, başkası için değil zatı için sevilir. Sakın zannetme ki güzel suretlerin sevgisi, ancak onlarla şehvetin bertaraf edilmesi için düşünülebilir; zira şehvetin bertaraf edilmesi başka bir zevktir. Bazen güzel suretler onun için sevilir. Güzelliğin bizzat kendisini idrâk etmek ise başka bir lezzettir! Bu bakımdan güzelliğin sevilmesi mümkündür. Bu nasıl inkâr edilebilir? Oysa yeşillik ve akan su sevilir. Bu, suyun içildiği, yeşilliğin yenildiği için olmaz. Veya sudan ve yeşillikten başka bir nasip elde etmek için de sevmez. Yeşillik ve akan su Hz. Peygamber´in hoşuna giderdi. Sağlam tabiatlar ışığa, çiçeklere, rengarenk kuşlara, şekli ve benekleri uygun olan hayvanlara bakmaktan lezzet alır. Hatta insanoğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulur. Bu da bakıştan ışığa bir nasibin oluşundan kaynaklanmaz. İşte bu sebepler lezzet verirler. Her lezzet veren şey sevilir. Her güzelin idrâk edilmesi lezzetten uzak değildir. Güzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkâr eden hiç kimse yoktur. Bu bakımdan eğer ALLAH´ın güzel olduğu sabit olursa, şüphesiz ki cemâl ve celâli kendisine keşfolunan kulunun nezdinde mahbub olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ki ALLAH güzeldir, güzelliği sever! Dördüncü Esas Bu esas, güzelliğin mânâsını beyan etmek hakkındadır: Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidir. Onların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedir. Bu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamaz. Güzelliği tasavvur olun-madığından onu idrâk etmekte lezzet yoktur. Bu bakımdan mahbub olamaz. Bu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildir. Yaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir. Çünkü ´bu güzel bir hattır´, ´şu güzel bir sestir´, ´şu da güzel bir attır´, ´şu güzel bir elbisedir´, ´şu güzel bir kaptır´ deriz. Bu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alır. Kulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? Bu bakımdan bunu araştırmak gerekir. Bu araştırma oldukça uzar. Muamele ilminde, bunu uzun uzadıya izah etmek uygun düşmez. Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasmdandır. Durum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılır. Eğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardır. Bu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendi-sinde bir araya gelmiştir. Güzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır. Herşeyin bir kemâli vardır. Ona uygundur. Bazen onun zıddı da başkasına uygun gelir. Bu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedir. O halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmez. Sesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmaz. Elbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmaz. Diğer eşyalar da böyledir. Eğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdir. Hissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmez. Onların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmez. Bu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir. Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: ´Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sî-rettir. Şunlar güzel ahlâklardır´. Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı haslet-ler kastolunur. Bu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmaz. Ancak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilir. Bu güzel hasletlerin hepsi mahbubdur. Bunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdur. Bunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur): Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştır. Oysa tabiatlar onları görmemiştir. Hatta tabiatlar, mezheb sahibi olan İmam Şâfiî, İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik ve diğerlerini sevmektedir. Hatta kişi mezheb sahibini bazen aşık olacak derecede sever. Bu aşırı sevgi onu bütün servetini o mezhebin yayılması yolunda sarfetmeye zorlar. İmamına ta´neden bir kimseyi, canını tehlikeye atarcasına önlemeye çalışır. Mezheblerin sahiplerine yardım yolunda nice kanlar akıtılmıştır. Keşke Şâfiî´yi seven bir kimsenin niçin sevdiğini bilseydim! Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştir. Eğer onu görseydi, belki de Şâfiî´nin zâhiri görünüşünü beğenmezdi. Bu bakımdan kendisini ifrat derecede sevmeye teşvik eden güzellik, Şâfiî´nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira Şâfiî´nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuştur. Kişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı sever. Bu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı sever. Onlar ise güzel şeylerdir. Güzellikler ancak basiret nûruyla bilinir. Duyular onları idrâk etmekten âcizdir. Böylece Hz. Ebubekir´i (r.a) seven, onu başkasından üstün tutan veya Hz. Ali´yi seven, onu başkasından üstün tutup kendisi için taassuba kaçan, ancak onları ilim, din, takvâ, kahramanlık, şeref ve benzeri sıfatlarından dolayı sever. Bu bakımdan malumdur ki Hz. Ebubekir´i seven bir kimse, onun kemiğini, etini, derisini, azalarını ve şeklini sevmez; zira bütün bunlar değişmiş, yok olmuştur. Sadece Hz. Ebubekir´e ´Sıddîk´ dedirten vasıflar kalmıştır, O da güzel sîretin kaynakları olan güzel sıfatlardır. O sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştır. Oysa bütün suretler zeval bulmuştur! O sıfatların hepsi işler tedkik edilirse şehvetleri kahretmek suretiyle nefsin onlara gücü yetiyorsa ilim ve kudrete dönüşür. Bu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde dalbudak salar. Bunlar da hiss ile idrâk edilmez. Onların bedendeki merkezleri atomik bir parçadır. Bu bakımdan esasında sevilen o noktadır. Parçalanmayı kabul etmeyecek derecede küçük olan bir parçanın şekli ve gözle görülecek rengi tasavvur olunamaz ki göründüğü için sevildiği iddia edilsin. Durum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur. Eğer güzel gidişat ilimsiz ve basiretsiz meydana gelirse, sevgiyi gerektirmez. Bu bakımdan sevilen bir insanın sevilmesi güzel gidişatından kaynaklanır. Bunlar da övülen ahlâklar, şerefli faziletlerdir. Bütün bunlar, ilmin ve kudretin kemâline dönüşür. Bu ise, tabii olarak sevilir. Oysa duyularla idrâk olunmaktadır. Hatta aklı yetmeyen bir çocuğa gaib veya hazır, diri veya ölü olan birini sevdirmek istediğimizde bu isteğimizi tahakkuk ettirmekte bir tek yol vardır. O da sevdirmek istediğimiz insanı kahramanlık, cömertlik, ilim ve diğer güzel ahlâklarla çocuğa empoze etmektir. Çocuk bunların o insanda mevcut olduğuna inandı mı artık onu sevmemek çocuğun elinde değildir. Ashab-ı kirâmın sevgisi, Ebu Cehil´in ve İblis´in nefreti, mutlaka bu şekilde yerleştirilmiştir. İnsanlar Hatem-i Tâî´yi cömertlikle, Halid b. Velid´i şecaatla vasıflandırdıklarından dolayı zarurî olarak kalpler onları sever. Oysa bu sevgi hissedilen surete bakmak veya sevenin onlardan almış olduğu bir hazza bakmaktan ileri gelmez. Hatta yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar. Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildir. Esasında sevilen iyiliktir. Her ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilir. Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır. Zâhir suretler zahirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır. Beşinci Esas Bu esas seven ile sevilenin arasındaki gizli münasebet hakkındadır; birçok insan arasında birbirlerine karşı sevgi ol-dukça kuvvetli olur. Oysa bu sevginin kaynağı ne zâhirî bir güzel-lik, ne de zâhirî bir çıkardır. Ancak sadece ruhî uygunluktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Onlardan (ruhlardan) tanışanlar birbirine yakınlık gösterirler. Onlardan tanışmayanlar birbirlerinden kaçarlar! Biz bunu ALLAH yolunda sevmeyi zikrederken sohbet adabı kitabında tedkik etmiştik. Çünkü bu da sevgi sebeplerinin acaipliklerindendir. Durum bu olduğuna göre, sevginin kısımları beş sebebe dönüşür. O da insanın kendi varlığını sevmesi, kemâlini, bekâsını sevmesi, varlığının devamına dönüşen hususta ve bekâsına yardım eden yerde kendisine ihsan edeni sevmesi, tehlikeleri kendisinden uzaklaştıranı sevmesi, her ne kadar kendisine iyilik yapmamış ise de iyilik yapanı sevmesidir. İster zâhiri, ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan her şeyi sevmesidir. Kendisi ile arasında bâtında gizli bir münasebet bulunanı sevmesidir. Eğer bütün bu sebepler bir şahısta toplanırsa, şüphesiz ki sevgi katmerleşir. Nitekim bir insan sureten güzel, ahlâken güzel, ilmen kâmil, tedbiren güzel, halka yardımı seven, babasına yardım eden bir evlat ise babasının yanında şüphesiz ki son derece sevimli olur. Bütün bu hasletlerin bir araya gelmesinden sonra sevgi kuvveti, bu hasletlerin kuvveti nisbetinde olur. Eğer bu sıfatlar kemâl derecelerinin zirvesinde ise, sevgi de şüphesiz derecelerin en yücesinde olur. Bu bakımdan biz şimdilik bütün bu sebeplerden kemâlin, bir arada toplanmasının ancak ALLAH hakkında düşünülebileceğini beyan edelim ki hakîkat açısından sevgiye ALLAH´tan başkasının müstehak olmadığı açıklığa kavuşsun! |
Muhabbeti Lâyık Olan Ancak ALLAH´tır!
ALLAH´a nisbet edildiğinden değil de şahsından dolayı başkasını seven bir kimsenin sevgisi cehaletinden ve ALLAH´ın marifetindeki kusurluluğundan ileri gelir. Hz. Peygamber´i sevmek övülür; zira ALLAH sevgisinin aynısıdır. Âlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun mahbubu mahbubdur. Mahbubun elçisi sevilir. Mahbubun dostu güzeldir. Bütün bunlar esasın sevgisine dönüşür. Onu geçip başkasına varamaz. Bu bakımdan hakîkatte, basiret sahipleri nezdinde ALLAH´tan başka sevilen ve sevgiye müs-tehak olan yoktur. Bunun izahı şöyledir: Biz daha önce zikrettiğimiz beş sebebe dönüp onların tam olarak ALLAH hakkında bir araya toplandıklarını beyan edeceğiz. ALLAH´tan başkalarında ise ancak bu sebeplerin bir tanesi vardır. O sebepler ALLAH hakkında hakikattir. ALLAH´tan başkası hakkında onların varlıkları vehim ve hayaldir ve katıksız bir mecazdır. Asla hakikati yoktur. Bu hakîkat anlaşılınca ALLAH sevgisinin kesinlikle muhal olduğunu hayal eden, aklen ve kalben zayıf olan kimselerin hayalinin tam zıddı her basiret sahibine inkişaf eder ki hakîkatta ALLAH´tan başkasını sevmemeyi gerektirir. Birinci Sebep: O, insanın kendi nefsini, bekâsını, kemâlini ve varlığının devamını sevmesi, helâkini, yokluğunu ve eksikliğini çirkin görmesi ve kemâline engel olan şeyleri iyi telâkki etmemesidir. Bu bakımdan bunlar her diri insanın tabiatıdır. Diri olan insandan bu tabiatın ayrılması düşünülemez. Bu ise ALLAH´ı çok sevmeyi gerektirir; zira nefsini bilen rabbini bilir. Kesinlikle varlığının kendi zatından olmadığını bilir. Zatının varlığı varlığının devamını ve varlığının kemâlini sadece ALLAH´tan olduğunu bilir. Bu bakımdan kulu yoktan vareden, hayatta bırakan ve onun kemâl sıfatlarını yaratmak suretiyle varlığını ikmâl eden ve buna götüren sebepleri yaratan sebepleri kullanma hidayetini yaratan ancak ALLAH´tır. Aksi takdirde kul, zatı bakımından, zatından gelen bir varlığa sahip değildir. Aksine kul eğer ALLAH kendisine lütfetmezse katıksız bir hiçtir. Eğer hayatta bırakmak suretiyle ALLAH´ın onun üzerindeki fazlı olmazsa, katıksız birşey yoktur. ALLAH´ın fazlı olmazsa varlığının akabinde hemen helâk olur. Eğer yaratılışını tekmil etmek suretiyle ALLAH´ın onun üzerinde fazlı olmazsa varlıktan sonra ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Kısacası varlıkta kendi nefsiyle kâim olan hiçbir şey yoktur. Sadece Hayy ve Kayyum olan ALLAH, öyle ALLAH ki zatıyla kâim olduğu gibi her masivası da onunla kâimdir. Zatının varlığı başkasından istifade olunduğu halde ârif kişi zatını severse, ister istemez varlığını ifade edeni, devam ettireni eğer ona Hâlık, Mûcid, yoktan var edici, hayatta bırakıcı, nefsi ile kâim ve başkasını devam ettirici olarak tanıyorsa sever. Eğer nefsini ve rabbini bilmediğinden dolayı sevmiyorsa, zaten sevgi bilmenin meyvesidir, bilmek olmazsa sevgi de yok olur. Zayıf düşmesiyle zayıf düşer. Kuvvetiyle kuvvet bulur. Bu onun cehaletinden ileri gelir. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Rabbini tanıyan bir kimse, O´nu sever. Dünyayı tanıyan dünyada zâhid olur. İnsanın kendi nefsini sevip de nefsinin varlığı kendisine bağlı bu-lunan rabbini sevmemesi nasıl düşünülebilir?!´ Malumdur ki güneşin hararetiyle yanan bir kimse gölgeyi sevdiğinde, ister istemez gölgenin varlığını temin eden ağaçları sever. Varlık âleminde her ne varsa, ALLAH´ın kudretine nisbet gibidir; zira hepsi O´nun kudretinin eserleridir. Hepsinin varlığı O´nun varlığına tâbidir. Işığın güneşe, gölgenin ağaca tâbi oluşu gibi... Fakat bu misal, halk tabakasının anlayışlarına nisbeten doğru olabilir. Zira halk tabakası ışığın güneşin eseri olduğunu hayal eder. Güneşten çıktığını, güneşle var olduğunu zanneder. Oysa bu, katıksız bir yanılmadır; zira kalp erbabına, gözlerle görmekten daha açık bir şekilde keşfolunmuştur ki nûr, ALLAH´ın kudretinden hâsıl olmuştur. Güneş ile kesif cisimler arasında karşılaşma vâki oldu mi ALLAH Teâlâ o nûru yaratır. Nitekim güneşin ışığının, şeklinin sûretinin ve kendisinin de ALLAH´ın kudretinden hâsıl olduğu gibi... Fakat misallerden gaye davayı anlatmaktır. Bu bakımdan misallerde hakîkat aranmaz. Durum bu olduğu zaman eğer insanın nefsini sevmesi zarurî ise, nefsinin varlığını önce meydana getirip sonra devam ettiren, aslında, sıfatında, zâhirinde, bâtınında cevher ve arazlarında, varlığı kendisine bağlı bulunan bir zatı da eğer o zatı bu şekilde tanımış ise ister istemez sevmesi gerekir. Kim bu sevgiden uzak ise, bu kimse nefsiyle ve şehvetleriyle meşgul olur, rabbinden gâfil bulunduğundan yaratanını gereği gibi tanımaz, sadece şehvetlerine ve duygularının kapsamına giren şeylere bakar. O da hayvanların nimetlenmekte ve genişliğinden istifade etmekte kendisine ortak oldukları şehadet âlemidir. Melekût âlemi ise, böyle değildir. Öyle melekût âlemi ki meleklere yaklaşanlar hariç, onun yerine kimse tarafından ayak basılmaz kişi bu âlemde sıfatlarında meleklere ne derece yakınsa, o nisbette bakabilir. Hayvanların derecesine ne kadar inmişse, o nisbette mahrum olur. İ kinci Sebep: Kişinin kendisine iyilik yapanı sevmesidir. Kendisine malen yardım eden, konuşmasıyla lütûfkâr davranan, yardımıyla kendisine destek veren, kendisinin yardımına ve düşmanlarının yok olmasına koşan, şerirlerin şerrini kendisinden uzaklaştırmaya kalkışan, gerek nefsi hakkında, gerekse evlat ve akrabaları hakkında olsun, bütün istek ve hedeflerine vesile teşkil eden kimseyi sevmesidir. Böyle bir kimse, kişi nezdinde şüphesiz sevilir. İşte bu sebep de ALLAH´dan başkasını sevmemesini gerektirir. Çünkü eğer şahıs, hakkıyla ALLAH´ı tanımış olursa, kendisine iyilik yapanın sadece ALLAH olduğu bilir. ALLAH Teâlâ´nın bütün kullarına yapmış olduğu iyiliklerin çeşitlerine gelince, onları saymam mümkün değildir; zira hiçbir kimsenin hesap mahareti onları toplayamaz. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız bitiremezsiniz.(Nahl/18) Şükür Kitabı´nda bunun bir kısmına işaret etmiştik. Şimdi ise, sadece insanlardan gelen ihsanın, mecazî olarak tasavvur olunabileceğinin beyanı üzerinde duracağız. İhsan edenin sadece ALLAH olduğunu beyan edeceğiz. Biz bütün hazineleriyle sana nimet veren ve bütün hazinelerini emrine veren, istediğin şekilde sarfetme yetkisini sana bahşeden bir kimse farzedelim. Muhakkak ki sen, bu ihsanın bu kimseden geldiğini zannedersin. Oysa bu zannın yanlıştır; zira bu kimsenin ihsanı kendi nefsi, malı ve mala olan kudreti ve malını sana sarfetmeye kendisini sevkeden kuvvetle tamamlanır. O halde onu yaratan, malını, kudretini yaratan, iradesini ve teşvikçi kuvvetini halkeden kimdir? Seni ona sevdiren kim? Onun yüzünü sana çeviren kimdir? Dininin ve dünyasının ıslahının sana yardım etmesinde olduğunu onun kalbine atan kimdir? Eğer bütün bunlar olmasaydı o, malından, bir tane dahi sana vermezdi. Ne zaman ki ALLAH (c.c) onun kalbini harekete geçiren şeyleri ona musallat kılıp onun nefsinde ´dininin ve dünyasının salâhının malını sana vermesinde olduğu´ hakikatini takarrur ettirdi, o, malını sana teslim etmeye mecbur kaldı. O ona muhalefet edemez. Öyle ise, iyilik yapan, onu sana mecbur edip musahhar kılan zattır. Onu iyilik yapmaya zorlayan faktörleri musallat kılan kuvvet sahibidir. Onun eli ise bir vasıtadır. Onunla ALLAH´ın ihsanını sana ulaştırır. El sahibi burada mecburdur. Tıpkı su yolunun suyun akışına uymaya mecbur olduğu gibi... Eğer onu iyilik yapmış sayar veya kendiliğinden iyilik yaptığını zannedip ona teşekkür edersen, sadece vasıta olduğu için ona teşekkür etmezsen bu, işin hakikatini bilmez bir kişisin demektir! Zira insanoğlunun iyilik yapması, ancak kendi nefsi için tasavvur edilebilir. Başkasına iyilik yapması ise muhaldir; zira insanoğlu malını, ancak bir gayesi varsa, başkasına verir. O hedef ya gelecekte olur ki bu sevaptır. Yahut da derhal tahakkuk eder ki bu da minnet ve kişiyi teshir etmektir veya övülmesi veya şöhretinin yayılmasıdır, cömertlikle meşhur olup ün salmaktır veya halkın kalbini kendisine itaat etmeye cezbetmektir. Nasıl ki insan, malını bir yararı olmadığı için denize atmıyorsa tıpkı onun gibi bir insanın eline de ancak bir hedef ve bir gayesi olursa malı verir. Onun, malını vermesi gayesine ulaşmak içindir. Sen ise, onun maksudu değilsin. Senin elin, almakta alettir ki hedefi olan anılması, övülmesi, teşekkür alması veya sevabdar olması hâsıl olsun. Bu bakımdan o, kendi hedefine varmak için seni, malı almak hususunda kullanmıştır. Öyleyse o kendi nefsine iyilik yapmıştır. Vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde maldan daha kıymetli olan bir şey almıştır. Eğer o nasip onun yanında daha kıymetli olmasaydı asla senin için malını vermezdi. Bu bakımdan o, şükür ve sevgiye iki yönden müstehak değildir. O vecihlerden biri şudur: ALLAH´ın harekete geçirici sebepleri ona musallat kılması suretiyle yardım etmeye mecbur olmuştur ve muhalefet etmeye gücü yoktur. Bu bakımdan o, emîrin hazinedarı gibidir; zira hazinedar emîrin hiratini, ikrama mazhar olan bu kimseye verdiğinde ihsan edici olarak görünmez. Çünkü bu ikram emir tarafından gelmiştir. Hazinedar itaat etmeye mecburdur. Onun emrini yerine getirmeye mecbur olduğu gibi, kendisine muhalefet edemez. Eğer emîr onu kendi keyfine bırakırsa o malı emîrin lûtfuna mazhar olan kimseye vermez. İşte her ihsan eden kimse de böyledir. Eğer ALLAH onları nefisleriyle başbaşa bırakırsa, onlar o maldan bir kuruş dahi kimseye vermezler. ALLAH Teâlâ ona harekete geçirici kuvvetleri musallat edince, onun kalbine din ve dünya bakımından nasibinin o malı vermekte olduğunu yerleştirince onu verir. İkincisi kişi vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde verilen maldan daha yararlı ve daha sevimli bir şey almış olur. Nasıl ki satıcı karşılığında malını verdiğinde ve karşılığında daha sevimlisini aldığından ihsan edici değilse, aynen onun gibi hibe eden de hibesinin karşılığı olarak sevap veya övülme veya başka bir bedel almıştır. Karşılığın bir mal olması şart değildir. Nasibler öyle bedellerdir ki onlara nisbeten aynlar pek değersiz kalır. Bu bakımdan ihsan cömertliktedir. Cömertlik ise, karşılıksız ve verene bir pay olmaksızın verilen maldır. Bu ise, ALLAH´tan başkası için muhaldir. Bu bakımdan âlemlere ihsan olsun diye nimet veren ALLAH´tır. Bu nimeti bir hedef ve gayeden ötürü değil, karşılıksız olarak âlemlere veren O´dur; zira O, garezleri ve hedefleri gözetmekten yücedir. Bu bakımdan O´ndan başkası hakkında cömertlik ve ihsan lâfzını kullanmak yalan veya mecazdır. Bu lâfzın O´ndan başkası için mânâsı muhaldir ve siyah ile beyazın bir arada bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsızdır. Öyleyse cömertlik, ihsan, vergi ve nimet etmekte münferid olan ancak O´dur. Eğer tabiatta ihsan edenin sevgisi varsa, arifin ALLAH´tan başkasını sevmemesi gerekir; zira O´ndan başkasından ihsanın gelmesi muhaldir. Bu bakımdan O tek olduğu için bu sevgiye müstehak olanın ta kendisidir. O´ndan başkası ise, ihsanın mânâ ve hakîkatini bilmemek şartıyla ihsandan dolayı sevilmeye müstehak olur. Üçüncü Sebep: Senin esasında ihsan ediciyi sevmendir. Her ne kadar onun ihsanı sana varmamış ise de... Böyle bir sevgi tabiatlarda mevcuttur. Çünkü senin kulağına uzak bir ülkede de olsa âbid, âdil, âlim, halka şefkat gösteren, lütûfkâr, mütevazi bir sultanın haberi gelse, aynı zamanda zâlim, mütekebbir, fâsık, haysiyetsiz, bir sultanın haberi de gelse, kalbinde bu ikisinin arasında bir fark görüsün; zira kalbinde birincisine karşı sevgi denilen bir meylin olduğunu hissedersin! Zira sen birincisinin hayrından ümitsiz, ikincisinin şerrinden de eminsindir. Çünkü onların memleketlerine gitme ümidi sende yoktur. İşte bu, sadece iyilik yapanın iyilik yapmasından dolayı sevilmesidir. Yoksa sana iyilik yapması bakımından değildir. Bu sebep de ALLAH´ı sevmeyi gerektirir. ALLAH´tan başkasının hiçbir suretle sevilmemesini gerektirir. ALLAH´tan başkası ancak bir sebeple ALLAH´a bağlı bulunduğundan dolayı sevilir; zira bütün insanlara iyilik yapan ALLAH´dır. Önce ya-ratmak suretiyle bütün insanlara ikramda bulunmuştur. İkinci olarak zarurî azalar ve sebeplerini tamamlamak suretiyle, üçüncü olarak ihtiyaçlarının sebeplerini yaratmak suretiyle nimetlendirme ve refaha kavuşturmakla onlara ikramda bulunmuştur. Her ne kadar bu sebepler zarurî ve zorunlu değilseler de... Dördüncüsü onları güzel meziyetler, zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde zînet olan fazlalıklarla süslemek suretiyle ihsanda bulunmasıdır. Azalardan zarurînin misali; baş, kalp, böbreklerdir. Kendisine ihtiyaç olanın misali ise; göz, el, ayaklardır. Süsün misali ise kaşların kavisli, dudakların kırmızı, gözlerin badem renginde olmasıdır. Bunlardan başka nice âza vardır ki eğer yok olursa, onunla bir ihtiyaç eksik kalmaz. Ancak şekil bozulur. İnsan bedeninin haricinde bulunan nimetlerden zarurî olanın misali, su ve gıdadır. İhtiyacın misali ilâçlar, et ve meyvelerdir. Meziyet ve fazlalıkların misali; ağaçların yeşilliği, çiçeklerin ve ışıkların şekillerinin güzelliği, meyvelerin ve yokluğuyla ne bir ihtiyacın ve ne de bir zaruretin bozulmadığı yemeklerin lezzetleridir. Bu üç kısım her hayvan, her bitki için, hatta arşın zirvesinden toprağın altına kadar bütün mahlukat sınıfları için mevcuttur. Madem ki durum budur, o halde iyilik yapan O´dur. Öyleyse O´ndan başkası nasıl iyilik yapan olur? Oysa, zâhirde, iyilik yapanlar, O´nun kudret iyiliklerinden bir iyiliktir. Zira O güzelliğin, iyilik yapanın, iyiliğin ve iyilik sebeplerinin yaratanıdır. Bu nedenle O´ndan başkasını sevmek katıksız bir cehalettir. Kim ALLAH´ı tanırsa, bu nedenle ALLAH´tan başkasını sevmez. Dördüncü Sebep: Güzelliğin zatından dolayı her güzeli sevmektir. Bu sevgi, güzelliğin ötesinde bulunan bir nasip elde etmek için değildir. Biz bunun tabiatlarda bir yaratılış olduğunu belirttik. Belirttik ki güzellik, gözle görünen zâhirî suretin güzelliği ile basiretin nûru ve kalbin gözüyle idrâk olunan bâtınî suretin güzelliğine bölünsün. Birinci kısmını çocuklar ve hayvanlar (bile) idrâk eder. İkinci kısmını idrâk etmek ise sadece basiret sahiplerine mahsustur. Orada, dünya hayatının görünür tarafından başkasını bilmeyenler basiret sahiplerinin ortağı olamaz. Her güzellik, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevimlidir. Eğer kalben idrâk edilirse, kalbin mahbubudur. Müşahede hususunda bunun misali, peygamberlerin, âlimlerin ve güzel ahlâklıların ve ALLAH´ı razı eden fazilet sahiplerinin sevgisidir; zira bu sevgi, yüz ve diğer azalar güzel olmadığı halde düşünülebilir. Bâtınî suretin güzelliğinden kastolunan da budur. Zâhirî duyular ise, bunu idrâk etmez. Evet! Bu ancak kendisinden sâdır olan ve kendisine delalet eden eserlerinin güzelliğiyle idrâk olunur. Hatta kalp bunu idrâk etti mi buna meyledip bunu sever. Bu bakımdan Hz. Peygamber´i veya Hz. Ebubekir´i veya İmam Şâfiî´yi seven bir kimse, onları zâhiri güzelliğinden dolayı sevmez. Bu sevgi onların fiillerinin güzelliği içindir. Bilakis fiillerinin güzelliği fiillerin kaynağı olan sıfatların güzelliğine delâlet eder; zira fiiller o sıfatlardan çıkıp onlara delâlet eder. Bu bakımdan kim musannifin (yazarın) tasnifinin güzelliğini, şairin şiirinin güzelliğini, nakkaşın güzel nakışını, ustanın güzel binasını görürse, bu fiillerden onun bâtınî sıfatları inkişaf eder! O sıfatlar kısaca tedkik edildiğinde ilim ve kudrete dönüşür. Sonra malum ne kadar şerefli ve güzellik bakımından ne kadar tamam olursa, ilim ondan daha şerefli ve daha güzel olur. Bunun gibi makdûr ne kadar mertebe bakımından büyük ve derece bakımından yüksek olursa, o makdûru meydana getiren kudret, mertebece daha büyük, kıymetçe daha şerefli olur. Bilinenlerin en kıymetlisi ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan şüphe yoktur ki ilimlerin en güzeli ve en şereflisi ALLAH´ın marifetidir. ALLAH´a yakın olan ve ALLAH´ın özelliği olan şeyler de böyledir. Bu bakımdan ilmin şerefi ALLAH ile ilgilenmesi nisbetindedir. Durum bu olduğuna göre kendilerini tabii olarak kalplerin sevdiği sıddîkların sıfatının cemâli üç şeye dönüşür: 1. Onların ALLAH´ı, melekleri, kitabları, peygamberleri ve peygamberlerinin şeriatlarını bilmeleri. 2. Nefislerini ve ALLAH´ın kullarını irşad ve siyasetle ıslah etmeye kudretlerinin yetmesi. 3.Rezaletlerden, çirkinliklerden, hayır yollarından çeviripşerrin yoluna cezbedici serkeş şehvetlerden uzak bulunmaları. İşte bu ahlâkla peygamberler, âlimler, halifeler, adalet ve cömertlik ehli olan devlet başkanları sevilirler. Bunları ALLAH´ın sıfatlarına nisbet et! İlme gelince, geçmiş ve geleceklerin ilmi, herşeyi sonsuz bir şekilde kapsayan ve kapsamından göklerde ve yerde miskal-i zerre kadar birşey hariç bulunmayan ilâhî ilme nisbet edilirse, ne kıymeti vardır! Size ilimden ancak az birşey verilmiştir.(İsrâ/85) Yer ve gök ehli bir araya gelip ALLAH´ın ilmini ve hikmetini, bir karıncayı veya bir sivrisineği yaratmaktaki tafsilatı ihata etmeye çalışsalar onun binde birine muttali olamazlar. O´nun ilminden ancak O´nun dilediğini elde ederler. O az miktar bile bütün mahlukâta yetmiştir ve O´nun öğretmesi ile öğrenmişlerdir. İnsanı yarattı! Ona beyanı öğretti. (Rahman/3-4) Eğer ilmin güzelliği ve şerefi sevilen birşey ise ve ilim de âlim için bir süs ve zînet ise bu takdirde, ALLAH´tan başkasının sevilmemesi gerekir. Bu bakımdan âlimlerin ilimleri ALLAH´ın ilmine nisbeten cehalettir. Zamanının en âlimini ve zamanının en cahilini bilen bir kimsenin ilminden dolayı en cahili sevip en âlimi terketmesi muhaldir. Her ne kadar cahil az da olsa maişetinin ilminden uzak değilse de... ALLAH´ın ilmi ile mahlukâtın ilmi arasındaki fark, mahlukların en âlimi ile en cahili arasındaki farktan daha fazladır; zira en âlim en cahilden ancak sayılı ilimlerden fazla olur ki en cahilin de çalışmak sayesinde o ilme yetişmesi düşünülebilir. Oysa ALLAH Teâlâ´nın ilminin bütün mahlukâtın ilminden üstünlüğü, huduttan hariçtir, yani sonsuzdur; zira ALLAH´ın malumatının nihayeti yoktur. Mahlukâtın malumatının ise sonu vardır. Kudret sıfatına gelince, o da kemâldir. Bu bakımdan her kemâl berraklık, azamet cömertlik ve istila mahbubdur. Onu idrâk etmek lezzetlidir. Hatta insan, hikâyede, Hz. Ali ve Hz. Halid´in (r.a) şecaatini ve diğer İslâm kahramanlarının şecaatlerini, kudret ve akranlarını mağlup etmelerini dinlerken kalbinde bir kıpırdama, sevgi, zarurî bir rahatlık hisseder. Bu onları görmediği halde böyledir. Bir de onları görseydi kimbilir nasıl olurdu! Demek ki bu, kendisi ile muttasıf bulunan bir kimsenin sevgisini, ister istemez kalpte meydana getirir; zira bu da bir nevi kemâldir. Bu bakımdan şimdilik bütün mahlukâtm kudretini ALLAH´ın kudretine nisbet et! Acaba şahısların kuvvet bakımından en büyüğü, mülk bakımından en geniş mülke sahip olanı, öldürmekte en kuvvetlisi, şehvetleri mağlup etmekte en muktediri, nefsin habisliklerini en fazla yok edeni, nefsinin ve başkasının siyasetine en doğru ve toplu şekilde sahip olanın kudretinin hududu nereye kadardır? Oysa onun gayesi ancak nefsinin bazı sıfatlarına ve bazı işlerde de bazı insanlara güç yetirmektir. O bununla beraber ne nefsi için ölüm, ne hayat, ne kabirden kalkma, ne zarar ve ne de fayda sağlayabilir. Gözünü körlükten korumaya, dilini konuşamamaktan, kulağını sağırlıktan ve bedenini hastalıktan korumaya gücü yetmez. O, nefsinde ve gayrisinde bulunan ve güç yetirmediği şeyleri saymaya bile muhtaçtır ki bunlar da yaklaşık olarak onun kudretinin ilgilendiği şeylerdir. O, bu kudretiyle münasebeti olmayan göklerin meleklerini, yıldızlarını, yer, dağ, deniz, rüzgâr, şimşek, maden, bitki, hayvan ve bütün parçalarını nasıl sayabilir. Oysa bunların tek bir zerresine bile onun kudreti yetmez. Nefsinde ve başkasında kullandığı güç de onun nefsinden ve onun nefsi ile değildir. O gücün kudretini ve sebeplerini yaratan ALLAH´tır. Ona o imkânı bahşeden Odur. Eğer O, bir sivrisineği, en büyük sultana veya en kuvvetli hayvana musallat kılarsa, sivrisinek onu derhal öldürebi-lir. Bu bakımdan kul için, mevlâsının verdiği imkân mevcut olmazsa, kudret sözkonusu değildir. Nitekim yeryüzünün en büyük sultanı olan Zülkarneyn hakkında şöyle buyurduğu gibi: Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık. (Kehf/84) Zülkarneyn´in bütün mülkü ve saltanatı ancak ALLAH Teâlâ´nın kendisini yerin bir bölgesinde yerleştirmesine bağlıdır, Oysa yeryüzünün tümü, âlemin cisimlerine nisbeten topraktır. İnsanların yeryüzünden aldıkları bütün yöneticilikler o topraktan bir tozdur. Sonra o toz da ALLAH´ın fazlından ve imkân sağlamasından gelir. Bu bakımdan ALLAH´ın kullarından birini kudretinden, siyasetinden ve istilâsından, kuvvetinin kemâlinden sevip de bunlardan dolayı ALLAH´ı sevmemesi muhaldir. Kuvvet ancak yüce ve büyük olan ALLAH ile temin edilir. Bu bakımdan Cebbâr, Kahir, Âlim ve Kadir O´dur! Gökler O´nun sağ elinde dü-rülmüştür. Yer ve onun üzerinde yaşayanlar O´nun kab-zasındadır. Bütün mahlukâtın perçemi, O´nun kudretinin kabzasındadır. Onları helâk ederse, O´nun mülkünden zerre kadar eksilmez. Onların benzerlerini bin defa yapmak onu yormaz. Onları yoktan var etmekte kendisine bir gevşeklik dokunmaz. Bu bakımdan herhangi bir kudret ve kudret sahibi yoktur ki O´nun kudretinin eserlerinden bir eser olmasın. Öyleyse güzellik, parlaklık, azamet, kibriya, kahr ve istila O´nundur. Evet sadece O´nundur. Eğer kemâl-i kudretinden dolayı bir kâdirin sevilmesi düşünülürse O´ndan başkası asla kemâl-i kudretinden dolayı sevgiye müstehak olmaz! Ayıp ve eksikliklerden münezzeh olma, rezalet ve çirkinliklerden mukaddes bulunma sıfatına gelince, o da muhabbeti gerektiren faktörlerden biridir, bâtınî surette güzellik ve cemâlin istekçilerinden biridir. Peygamber ve sıddîklar her ne kadar ayıp ve çirkinliklerden münezzeh iseler de, yine de mutlak mânâda tekaddüs ve tenezzühün kemâli ancak Bir, Hak, Sultan, Kuddûs, Celâl ve İkram sahibi olan ALLAH için düşünülür. Bütün mahluklar eksiklik ve noksanlıklardan uzak değildir. Aksine mahlukun aciz, müsahhar ve mecbur oluşu ayıp ve eksikliğin ta kendisidir. Bu bakımdan kemâl bir olduğu halde ALLAH´ındır. O´nun gayrisine ancak O´nun verdiği nisbette kemâl vardır. Kemâlin nihayetiyle başkasına nimet vermek kudret dahilinde değildir. Çünkü kemâlin müntehasının en az derecesi başkasının müsahhar bir kölesi olmaması, başkasından kuvvet almamasıdır. Oysa böyle olmamak ALLAH´tan başkası hakkında muhaldir. Bu bakımdan kemâlle münferit, eksiklikten münezzeh, ayıplardan mukaddes bulunan ancak ALLAH´tır. O´nun eksikliklerden mukaddes ve münezzeh olmasının beyanı oldukça uzar ve mükâşefe ilimlerinin esrarındandır. Bu bakımdan biz onu zikretmekle sözü uzatmayacağız. O halde bu vasıf eğer sevilen bir kemâl ve cemâl ise, onun da bu hakikati ancak ALLAH için tamamlanır. ALLAH´tan gayrisinin kemâl ve kenezzühü mutlak değildir. Sadece kendisinden daha eksik olana nisbetendir. Nitekim atın merkebe, insanın da ata nisbeten kemâli olduğu gibi... Eksikliğin aslı hepsini kaplamaktadır. Onlar ancak eksiklik derecelerinde çeşitli ve farklıdırlar. Durum bu olduğu zaman güzel sevilir. Mutlak güzel ise ancak bir olan ALLAH´tır. Öyle ALLAH ki benzeri yoktur. O biricik ALLAH ki zıddı yoktur. Kendisiyle boy ölçüşen biri olmayan Samed´dir. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Gani´dir. Dilediğini yapan, irade ettiğine hükmeden, hükmünün önüne geçilemeyen Kâdir´dir. İlminden gökler ve yerde bir zerre dahi hariç bulunmayan Alîm´dir. Kabza-i kudretinden diktatörlerin, satvet ve kuvvetinden kayserlerin boynu kurtulmayan Kâhir´dir. Varlığının evveli olmayan ezelîdir. Bekâsının sonu olmayan ebedî´dir. Yokluğun imkânı huzurunun etrafında dolaşmayan varlığı zarurî olandır. Kendi, nefsiyle kâim olan ve her mevcudâtın kendisiyle kâim olduğu Kayyûm´dur. Göklerin ve yerin Cebbâr´ı, cansızların, canlıların ve bitkilerin yaratanıdır. Öyle ALLAH ki izzet ve ceberrûtla muttasıf, mülk ve melekût´da mütevahhiddir (ikisi de sadece O´nundur). Fazilet ve celâlin, revnak ve cemâlin, kudret ve kemâlin sahibidir. Öyle bir sahip ki O´nun celâlinin marifetinde akıllar şaşkına dönmüştür. O´nun vasfında diller konuşamaz olmuştur. Öyle ALLAH ki âriflerin kemâli marifetleri, O´nun marifetinden aciz olduklarını itiraf etmektir. Peygamberlerin peygamberliğinin zirvesi O´nun vasfını yapmaktan kusurluluğunu ikrar etmeleridir. Nitekim peygamberlerin efendisi şöyle buyurmuştur: Sen münezzehsin, kendi nefsini övdüğün gibi, seni övmeye gücüm yetmez.10 Sıddîkların efendisi Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: İdrâkin derkinden aciz olmak idrâktir´. Halk için marifetine marifetinden aciz olmalarından başka herhangi bir yol kılmayan ALLAH ortaktan münezzehtir. Madem ki durum budur, keşke bilseydim ALLAH´ın sevgisinin hakiki olarak mümkün olmasını inkâr edip de bunu mecazi kılan bir kimse acaba bu saydığımız sıfatların, güzellik ve övgü sıfatlarından olmalarını mı inkâr ediyor veya ALLAH Teâlâ´nın bu sıfatlarla muttasıf olmasını mı veyahut da kemâl, cemâl ve azametini idrâk edenin katında tabii olarak sevildiğini mi inkâr ediyor? Basireti kör olanların gözlerinden cemâl ve celâlini perdeleyen ALLAH ortaktan münezzehtir. Ancak ezelde iyi neticeye mazhar olan kimseler için cemâli görünmektedir. O kimseler ki perde ateşinden uzaklaştırılmışlardır. Zarar edenleri körlük karanlıkları içerisinde şaşkın bir şekilde dolaşmaya bırakmıştır. Onlar hissedilenler ve hayvanî şehvetlerin otlaklarında dolaşıp dururlar! Dünya hayatından görünür tarafı bilirler, ahiretten ise gafildirler. Hamd ALLAH´a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. Bu sebeple olan sevgi, ihsandan ötürü olan sevgiden daha kuvvetlidir; zira ihsan artar ve eksilir. ALLAH Teâlâ Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Katımda sevilenlerin en sevimlisi o kimsedir ki vergisiz bana ibadet eder. Onun ibadeti bir karşılıktan dolayı değil, rubûbiyetin hakkını yerine getirmek içindir!´ Zebur´da şöyle vârid olmuştur: ´Bana cennet veya cehennem için ibadet edenden daha zâlim bir kimse var mıdır? Eğer ben ne cenneti, ne cehennemi yaratmasaydım acaba itaat olunmaya lâyık değil miydim?´ Hz. İsa (a.s), bir grup âbidin yanından geçti. Zayıf ve naif düştüklerini görünce şöyle sordu: ´Bu haliniz nedir?´ Onlar ´Biz ateşten korkar, cenneti ümit ederiz´ dediler, Hz. İsa onlara ´Siz bir mahluktan korkuyor, bir mahluktan da ümit ediyorsunuz!´ dedi. Başka bir grubun yanından geçerken hallerini sordu. Onlar ´Biz ALLAH´ı sevdiğimizden ve celâlini tazim ettiğimizden dolayı ibadet ediyoruz´ dediler. Hz. İsa (a.s) onlara ´ALLAH´ın hakîki velî kulları sizsiniz. Sizinle beraber kalmakla emrolundum´ dedi. Ebu Hâzim11 şöyle demiştir: ´Ben ALLAH´a sevabın ümidi veya ikabın korkusu için ibadet etmekten utanıyorum. Çünkü bu takdirde efendisine karşı asi olan bir köle gibi olurum ki o köle efendisinden korkmazsa çalışmaz´. Haberde şöyle vârid olmuştur: Sakın hiç biriniz kötü amele gibi olmayınız ki ona ücreti verilmezse ve korkmazsa çalışmaz. Beşinci Sebep: Sevginin beşinci sebebine gelince, bu sebep, seven ile sevilen arasındaki uygunluk ve benzerliklerdir. Çünkü benzeri kendisine çekici gelir. Şeklin şekle meyli daha fazladır. Çocuğun çocuğa, büyüğün büyüğe, kuşun kendi türüne yakınlık gösterdiğini ve kendi türünden olmayan şeylerden kaçtığını görürsün... Âlimin âlime, sanatçıdan daha fazla ünsiyet ettiğini, marangozun çiftçiden daha fazla marangoza ülfiyet ettiğini görürsün. Bu tecrübenin şahidliğiyle perçinleşen bir hakikattir. Haber ve eserler de daha önce Sohbet Adabı ve ALLAH yolunda kardeş olma bölümünde geçtiği gibi bunun böyle olmasına şehadet ederler. Münasebet bazen zahirî bir mânâda olur. Çocukluk mânâsında çocuğun çocukla olan münasebeti gibi... Bazen de güzelliğin mülahazası veya mal veyahut herhangi bir hususta bir tamahkârlığın mülahazası olmaksızın iki şahıs arasında gördüğün birleşme gibi... Nitekim ALLAH´ın yüce rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: Ruhlar donatılmış askerlerdir. Onlardan tanışanlar birbirleriyle anlaşırlar. Onlardan tanışmayanlar anlaşamazlar. Bu bakımdan, burada tanışmak birbirine uygun olmak, tanışmamak da ikisinin arasında zıddiyet demektir. Bu sebep de bâtınî bir münasebetten ötürü ALLAH sevgisini iktiza eder ki o bâtınî münasebet, şekillerdeki benzerliğe dönüşmez. Aksine bâtınî olan birtakım mânâlara dönüşür ki onların bazısını kitablarda zikretmek caiz, bazısının yazılması caiz değildir. Bu ikinci kısım gayret perdesinin altında bırakılır ki hak yolun yolcuları sülûk şartını tekamül ettirdikleri zaman, ona muttali olsunlar. Burada zikredilen yakınlık kulun sıfatlarla rabbine olan yakınlığıdır. O sıfatlar ki onlardan rubûbiyet ahlâkıyla ahlâklanması emredilmiş, ´ALLAH´ın ahlâkıyla ahlâklanın!´ denilmiştir. Bu da ulûhiyyet sıfatlarından olan ilim, iyilik, ihsan, lütûf, başkasına hayır yapmak, merhamet etmek, halk için nasihat etmek, halkı hakikate irşad ve bâtıldan alıkoymak ve şeriatın diğer güzel şeylerinden oluşan ilâhîsıfatlardan olan güzel sıfatları elde etmektir. Bu bakımdan bu sıfatların hepsi, insanı ALLAH´a yaklaştırır. Bu yaklaşma, mekân olarak ALLAH´a yaklaşma değildir. Sıfatlarla yaklaşma mânâsındadır. Kitablarda yazılması caiz olmayan ve insanoğlunun özelliği olan münasebete gelince, bu münasebete şu ayetle işaret edilmiştir: Sana ruh´tan (ruh´un hakikatinden) sorarlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir!´ (İsrâ/85) Zira ALLAH Teâlâ bu ayette ´Ruhun rabbanî bir emir, beşer aklının hududunun haricinde olan birşey´ olduğunu beyan buyurmuştur. Ben onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!(Hicr/29) ALLAH Teâlâ, melekleri ona secde ettirmiştir. Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık! (Sâd/26) Zira Adem (a.s) ALLAH´ın halifeliğine ancak o münasebetle müstehak olmuştur. Bunu Hz. Peygamberin şu hadîsi remzetmektedir. ALLAH Teâlâ Adem´i, sureti üzerine yaratmıştır. Hatta eksik olanlar zannettiler ki duyularla idrâk edilen şu zâhir suretten başka bir suret yoktur. Bu bakımdan bunlar ALLAH Teâlâ´yı başka şeylere benzettiler (!) Cisim telâkki ettiler ve suret çizdiler. (Oysa) âlemlerin rabbi olan ALLAH, cahillerin dediğinden büyük bir yücelikle yüce ve münezzehtir. ALLAH Teâlâ´nın hadîs-i kudsîde Hz. Musa´ya (a.s) olan sözü buna işarettir: ´Hasta oldum, beni ziyaret etmedin!´ Musa ´Yârab! Bu nasıl olur?´ dedi. ALLAH Teâlâ ´Filan kulum hasta düştü de onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun´ dedi.12 Bu münasebet ancak farzları tam mânâsıyla edâ ettikten sonra nafile ibadetlere devam etmek suretiyle ortaya çıkar. Nitekim ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: Kul nafile ibadet yapmak suretiyle bana yaklaşır. Öyle ki onu severim. Onu sevdiğim zaman duyan kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum.13 Bu konu öyle bir konudur ki burada kalemin dizginini çekmek gerekir; zira insanlar burada hiziplere ayrılmışlardır. Zâhirî teşbihe meyledenlerin hizbi, münasebet hududunu aşıp da ittihad (kul ile ALLAH´ı birleştirme) hududuna varan ifratçılar zümresi hulûl´e kail olmuşlardır. Hatta bazıları Ene´l-Hak (Ben Hakkın kendisiyim) demiştir. Hristiyanlar İsa (a.s) hakkında dalâlete sapıp ´isa ALLAH´tır!´ dediler. Başkaları da Nâsût´a (beşere) lâhût´un kaftanını giydirdi. Başkaları da ´onunla birleşti´ dedi. Haşa ALLAH bütün bunlardan uzaktır. Kendilerine teşbih ve temsilin, ittihad ve hulûlün muhal olması görünmekle beraber kendilerine sırrın hakikati görünenler ise çok azdır. Ebu Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûri14 bu makamdan bakıyordu; zira şair şu şiirini ona okuduğunda vecde kapıldı: ´Durmadan senin sevginden bir konağa iniyorum ki akıllar onun inişi hakkında şaşkına dönerler!´ Ebu Hasan, durmadan bu aşk içinde üstleri kesilmiş, kökleri kalmış, kamış sazlıkta iki ayağı parçalanıp şişinceye kadar döndü ve bu yaralardan dolayı bilâhere vefat etti. İşte bu, sevgi sebeplerinin en büyüğü, en kuvvetlisi, en az bulunanı, en uzağı ve varlık bakımından en azıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz sevgi sebeplerinden malum olanlardır. Bunun hepsi mecazen değil hakîkaten, derecelerin en azında değil, en yücesinde ALLAH´ın hakkında sırt sırta vermişlerdir. Bu bakımdan basîret sahiplerinin nezdinde makul ve makbul olan sadece ALLAH´ın sevgisidir. Nitekim basireti kör olanlar için mümkün olan makulun, sadece ALLAH´tan başkasının sevgisi olduğu gibi.... Sonra bu sebeplerin biriyle halktan sevilen bir kimse, aynı sebepte onun ortağı olduğundan dolayı başkasının da onunla sevilmesi mümkündür. Oysa sevgide ortaklık; eksiklik ve kişinin kemâlini düşürmektir. Güzel bir vasıfla sıfatlanıp o vasıfta ortağı bulunmayan hiç kimse yoktur. Eğer bilfiil bulunmasa bile bulunması mümkündür. Ancak ALLAH bu hükmün dışındadır; zira O, celâl ve kemâlin nihayeti olan bu sıfatlarla mevsuftur. Ne varlık bakımından O´nun bir ortağı var, ne de imkân bakımından böyle birşey düşünülebilir. Bu bakımdan O´nun sevgisinde ortağın olmadığı şüphesizdir, öyleyse O´nun sevgisine herhangi bir eksiklik ârız olmaz. Nitekim ortaklığın O´nun sıfatlarına ârız olmadığı gibi... Bu bakımdan sevgiye müstehak olur; zira esas olan muhabbettir. Muhabbetin kemâli için bir istihkak vardır ki asla başkası ortak olamaz! 10) İmam Ahmed, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce l1) Adı Seleme b. Dinar el- A´rac´dır ve kendisi Tabiîndendir. 12) Müslim 13) Buhârî 14) Bağdadlı olan bu zat H. 295´de vefat etmiştir. |
Zevklerin En Yücesi Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) ve O´nun Cemâlini Temaşa Etmektir!
Zevklerin En Yücesi Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) ve O´nun Cemâlini Temaşa Etmektir! Ancak Bu Zevkten Mahrum Olanlar, Başka Zevkleri Tercih Edebilirler. Lezzetler idrâklere tâbidir. insan birtakım kuvvet ve tabiatların derleyicisidir. Her kuvvet ve tabiatın bir lezzeti vardır. Onun lezzeti kendisi için yaratılmış olan tabiatının gereği olarak elde etmektir; zira bu tabiatlar boşu boşuna insanoğlunda yaratılmış değildir. Her kuvvet ve tabiat, eşyadan biri için ki o da tabii olarak istenilen şeydir terkib edilmiştir. Bu bakımdan öfke tabiatı, düşmandan intikam almak ve gönlünü rahat ettirmek için yaratılmıştır. Öyleyse onun lezzeti galebe çalmakta, tabiatın muktezası olan intikamdadır. Yemek şehvetinin tabiatı, mesela bedenin varlığına sebep olan gıdayı tahsil etmek için yaratılmıştır. Şüphe yok ki onun lez-zeti tabiatın muktezası olan bu gıdayı edinmektedir. Kulağın, gözün, burnun lezzeti, görmek, dinlemek ve koklamaktadır. Bu bakımdan bu tabiatların biri, idrâk edildiklerine nisbeten bir elem ve lezzetten uzak değildir. Öyleyse kalpte de bir tabiat vardır ki ona da ilâhî nur adı verilir. ALLAH´ın göğsünü İslâm´a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22) Buna bazen akıl adı verilir. Bazen bâtınî basiret, bazen iman ve yakîn nuru adı verilir. Adlarla meşgul olmanın bir mânâ ve faydası yoktur. Zira ıstılahlar değişiktir. Oysa zayıf bir kimse ihtilafın mânâlarda olduğunu zanneder.Çünkü zayıf kimse mânâları lâfızlardan talep eder. Oysa bu, vacibin tam aksidir. Bu bakımdan kalp, bedenin diğer parçalarından ayrıdır. Öyle bir sıfatla ki o sıfat vasıtasıyla hayal edilmeyen ve âlemin yaratılışını idrâk etmesi veya kadim bir hâlika, müdebbir bir hakime, ilahî sıfatlarla mevsuf olan bir zata muhtaç olması gibi duyularla hissedilmeyen mânâları idrâk eder, Bu bakımdan biz bu tabiata akıl adı verelim. Şu şartla ki akıl teriminden, kendisiyle mücâhede ve münazara yolları idrâk edilen şey anlaşılmasın. Bu bakımdan akıl ismi bununla şöhret buldu ve bunun için de sûfîlerden bazısı aklı kötüledi. Oysa insanları hayvanlardan ayıran ve kendisiyle ALLAH´ın marifeti idrâk olunan bir sıfat, sıfatların en azizidir. Bu bakımdan kötülenmesi uygun değildir. O halde bu tabiatın bütün muktezası marifettir, ilimdir. Marifet de onun lezzetidir. Nitekim diğer tabiatların muktezasının onların lezzetleri olduğu gibi... İlim ve marifette bir lezzet olduğu gizli değildir. Hatta ilim ve marifete nisbet edilen bir kimse, hasis birşey hususunda olsa dahi bu nisbetle sevinir. Cehalete nisbet edilen bir kimse ise, hakir birşey olsa dahi onunla üzülür. Hatta insan, ilimle meydan okumak, hakir şeyler hakkında olsa dahi ilimle övünmekten uzak durmaya sabredemez. Tıpkı satranç bilen bir kimsenin bu bilgisinin kendisi hasis olduğu halde bu hususta başkasına ders vermekten kendisini alıkoymadığı gibi... Bildiğini söylemekten dilini zaptedemez. Bütün bunlar ilim lezzetinin ifratından ileri gelir. Zatının kemâli ilimle kaim olduğunu sezmesinden ileri gelir. Çünkü ilim rubûbiyet sıfatlarının en özeli ve kemâlin de zirvesidir. İnsan, zeka ve bol ilimle övündüğü zaman tabiatı rahata kavuşur. Çünkü övgüyü dinlediğinde zatının ve ilminin kemâlini sezer. Bu bakımdan nefsini beğenir ve bundan zevk alır. Sonra çiftçilik yapmak, elbise dikmek ilminin lezzeti, mülk siyaseti halkın işini tedbir etme ilminin lezzeti gibi temiz olmaz. Nahv ve şiir ilminin lezzeti de ALLAH, ALLAH´ın sıfatları, melekleri, göklerin melekûtu, yerin ilminin lezzeti gibi olmaz. İlmin lezzeti ilmin şerefi nisbetindedir. İlmin şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Hatta insan hallerinin iç yüzünü bilip de haber veren bir kimse bir zevk hisseder. Eğer bunları bilmezse tabiat onu tedkike zorlar. Eğer memleket reisinin iç âlemini ve idaredeki tedbirinin sırlarını bilirse, bu bilgi onun nezdinde bir çiftçinin veya örücünün iç âlemini bilmekten daha zevkli ve daha hoş olur. Eğer vezirin sırlarına ve tedbirlerine, neler yapacağına niyet ettiğine muttali olursa bu, onun nezdinde, belediye reisinin sırlarını bilmekten daha zevkli olur. Eğer vezirin üstünde bulunan sultanın içyüzünü bilirse bu bilgi, onun nezdinde, vezirin sırlarının içyüzünü bilmekten daha hoş ve daha zevkli olur. Bununla övünür, buna dört elle sarılır ve bunu tedkik etmeye daha fazla koyulur. Bunu sevmesi başka şeyleri sevmesinden daha fazladır. Çünkü buradaki zevk daha büyüktür. İşte bununla anlaşıldı ki marifetlerin en lezzetlisi en şereflisidir. Şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Malumatlar içerisinde en büyük, en kâmil ve en şereflisini bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en lezzetlisi, en şereflisi ve en güzelidir. Keşke bilseydim, varlık âleminde bütün eşyayı yaratan, kemâle erdiren, süsleyen, başlatan ve sonucu kendisine ait olan, müdebbiri ve tertipçisi olandan daha yüce, daha şerefli, daha kâmil ve daha büyük birşey var mıdır? Acaba düşünülebilir mi ki mülk, kemâl, cemâl, ve celâlde celâlinin başlangıçlarını ve ahvalinin acaipliklerini vasfedenlerin vasıflarını ihâta etmeyen rabbânî huzurdan daha büyük bir huzur olsun!? Eğer sen bu hususta şüphe etmiyorsan, rubûbiyet sırlarına bütün mevcudâtı ihata eden ilâhî emirlerin terettübüne olan ilmin, marifet çeşitlerinin en yücesi ve bilişlerin en üstünü, en lezzetlisi, en hoşu, en iştah çekicisi olduğunda da şüphe etmemen gerekir ve yine şüphe etmemelisin ki bununla sıfatlandıklarında nefislerin sezdiğinin en uygunu olanları kemâl ve cemâldir. O, sevincin büyümesine sebep olacak en lâyık şeydir. İşte bununla anlaşıldı ki (ilim lezizdir. İlimlerin en lezzetlisi de ALLAH´ı, sıfatlarını, fiillerini arşından toprakların en son zerresine kadar olan memleketindeki tedbirini bildiren ilimdir. Bu bakımdan marifetin lezzetinin diğer lezzetlerden daha fazla olduğunu bilmek uygundur. Diğer lezzetlerden gayem, şehvet, öfke ve beş duyunun diğer lezzetleridir. Çünkü lezzetler önce tür bakımından cinsî münasebetin lezzeti simâ´nın lezzetine ve marifetin lezzeti riyasetin lezzetine muhalif olduğu gibi o lezzetler heyecanlı bir gencin cimadan aldığı lezzetin, şehveti kırılmış bir kimsenin lezzetine muhalif olduğu, çok güzel olan bir yüze bakmanın lezzetinin, biraz daha çirkin bir yüze bakmanın lezzetine muhalif olduğu gibi, zâfiyet ve kuvvet bakımından daha değişiktirler. Lezzetlerin en kuvvetlisi ancak başkasma müessir olmakla tanınır; zira güzel bir yüze bakmak ve onun müşahedesinden lezzetlenmekle güzel kokuları koklamak arasında muhayyer bırakılan bir kimse, güzel yüze baktığında, bu güzel yüzlerin, hoş kokulardan daha zevkli olduğunu bilir. Yemek vaktinde, yemek hazırlandığı zaman satranç oynayan, oyuna devam edip yemeği terkederse, böylece bilinir ki satrançtaki lezzetin galebesi, bu kişinin nezdinde, yemek lezzetinden daha kuvvetlidir. İşte bu, lezzetlerin tercihinde doğru bir ölçüdür. Öyle ise konumuza dönelim. Lezzetler, beş duyunun lezzeti gibi, zâhirî kısmı ile riyaset, galib gelme, keramet, ilim ve bunlardan başka olan bâtınî lezzete bölünür; zira bu son lezzetler, ne göze olan lezzettir, ne burna, ne kulağa, ne dokunmaya, ne de tatmaya olan lezzettir. Bâtınî mânâlar, kemâl sahiplerine zâhirî lezzetlerden daha galip gelir. Eğer kişi, yağlı tavuk ve Lûzinc´in15 lezzeti ile riyaset, düşmanları mağlub etme ve istila derecesine varma lezzeti arasında muhayyer kılınırsa, eğer bu muhayyer kılınan kişi himmeti hasis, kalbi ölü, obur bir kimse ise, et ile helvayı tercih eder. Eğer yüce himmetli, kâmil akıllı ise riyaseti tercih eder, açlığa ve birkaç gün zarurî gıdadan yoksun kalmaya bile sabretmek ona kolay gelir. Bu bakımdan bu kişinin riyaseti tercih etmesi, riyasetin onun nezdinde hoş olan yemeklerden daha lezzetli olduğuna delâlet eder. Evet! Çocuk gibi veyahut da erkeklikten düşen bir kimse gibi, kuvvetleri kırılmış bir şahıs gibi, daha bâtınî mânâları tam tekâmül etmemiş eksik bir kimsenin, yemeklerin lezzetini riyaset lezzetine tercih etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir! Nasıl ki riyaset ve kerametin lezzeti çocukluk ve ikti-darsızlık eksikliğini geçiren bir insana en galip lezzet oluyorsa, rubûbiyet cemalini mütalaa etmek, ulûhiyetin sırlarına bakmak, halkın arasında en galip olan, lezzetlerin en yücesi olan riyasetten daha lezzetlidir. Bunu tabir ve ifade etmenin en güzel şekli şöyle demektir: Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!(Secde/17) ALLAH Teâlâ, onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetleri hazırlamışıtr. Bunu ancak iki lezzeti birden tadan bilir; zira şüphesiz ki böyle bir kimse tek başına yaşamayı, tefekkürü, zikri başka şeylere tercih eder. Marifet denizlerine dalar. Riyaseti terkeder. Kendilerine reislik yaptığı halkı reisliğinin yok olacağını bildiğinden ve riyaseti altında bulunan kimselerin fâni olduklarını anladığından, riyasetin hiçbir zaman üzüntülerden uzak olmadığını bildiğinden ve yeryüzü süsüne büründüğü ve yeryüzünde yaşayanlar artık ona kâdir olduklarını zannettikleri zaman kaçınılması mümkün olmayan ölümle sonuçlanacağını bildiğinden onları hakir görür. Onlara nisbeten ALLAH´ın marifetinin lezzetini, sıfat ve fiillerinin mütalaasını a´lâ-yı illiyyîn´den esfel-i sâfilîn´e kadar memleketinin nizamını büyük görür. Çünkü ALLAH´ın memleketi mücadele ve üzüntü verici olaylardan uzaktır. Oraya gelenler için geniştir. Genişliğinden ötürü onlara dar gelmez. Takdir bakımından onun genişliği ancak gökler ve yer kadardır. Nazar mukadderattan çıktığı zaman onların genişliğinin nihayeti yoktur. Onun mütalaasından ötürü ârif, daima genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennettedir. O cennetin bahçelerinde dolaşıp meyvelerinden koparır. Havuzlarından kana kana içer. O nimetlerin sonunun gelmeyeceğinden emindir; zira bu bahçelerin meyveleri ne koparılmış, ne de bir kimseye yasak kılınmıştır. Sonra o ebedî ve sermedîdir. Ölümle sonuçlanmaz; zira ölüm, ALLAH´ın marifetinin merkezini yıkmaz. Marifet merkezi de rab-banî ve semavî bir emir olan ruhtur. Ölüm onların hallerini bozar, meşguliyetlerine son verir, mânilerini ortadan kaldırır ve o ruhları azad eder. Onu yok etmek ise mümkün değildir. ALLAH yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlar. ALLAH´ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak; arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler.(Âlu İmran/169-170) Sakın bu nimetlerin, savaş meydanında öldürülen bir kimseye mahsus olduğunu zannetme; zîra ârif kişiye her nefeste bin şehidin derecesi verilir! Şehid olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni eder. Bu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehidliğin büyük sevabıdır.16 Şehidler âlimlerin yüce derecelerini gördüklerinde, bu mertebelerine rağmen âlim olmayı temenni ederler. Durum bu olduğundan gök melekûtu ve yerin bütün bölgeleri ârif kişinin meydanıdır. Dilediği yerde yerleşir. O yere cismiyle, şahsıyla gitmeye ihtiyacı yoktur; zira ârif kişi melekûtun cemâlini mütalaa ettiğinden dolayı genişliği gök ve yer kadar olan bir cen-nettedir. Her ârif için bu kadarı vardır. Biri diğerinin yerini daraltmaz. Ancak onlar nazarlarının ve marifetlerinin genişliği nisbetinde tenezzüh yerinin genişliğinde farklıdırlar. Onlar da ALLAH katındaki derecelerdir. Onların derecelerinin farklılığı sayılamayacak kadar çeşitlidir. Böylece anlaşıldı ki bâtınî olan riyaset lezzeti, kemâl sahiplerinin nezdinde bütün duyuların lezzetlerinden daha kuvvetlidir. Bu lezzet herhangi bir hayvanda, bir çocukta veya aklı tekamül etmemiş bir kimsede yoktur. Duyularla hissedilen, şehvetlerle bilinen lezzet de riyaset lezzetiyle beraber kemâl sahipleri için vardır. Fakat kemâl sahipleri riyaseti daha fazla tercih ederler. ALLAH´ın marifetinin, sıfatlarının, fiillerinin göklerin melekûtunun, mülkün esrarının, zevk bakımından riya-setten daha büyük olmasının mânâsına ise, ancak marifet mertebesine varmış, o mertebeyi tatmış bir kimse nâil olabilir. Basireti olmayan bir insana bunu isbat etmek mümkün değildir. Çünkü bu kuvvetin kaynağı kalptir. Nasıl ki çocuklara cimâ´nm lezzetinin top oynamanın lezzetinden daha üstün olduğunu ispat etmek mümkün değilse, erkeklik özelliğinden mahrum olan bir kimseye binefsec çiçeğini koklamaktan alınan lezzetten cimâ lezzetini daha büyük bulmak mümkün değilse... Çünkü bu kimse cimâ lezzetini idrâk eden kuvveti kaybetmiştir. Fakat erkeklik kuvvetine sahip olan bir kimse aynı zamanda koklama duyusu sağlamsa bu iki lezzetin arasındaki farkı idrâk eder. Bu kişi ancak şöyle demek kalır: Sevkeden bilir!´ Hayatım hakkı için ilim talebeleri her ne kadar, ilâhi işlerin marifetini talep etmekle meşgul olmasalar da onlar müşkilatların inkişafı anında bu lezzetin kokusunu koklarlar.Öğrenmesine gayret sarfettiği girift meselelerin çözümü anında o zevki duyar; zira onlar da marifet ve ilimlerdir. Her ne kadar o ilimlerin malumatları ilâhî malumatların şerefi gibi şerefli değil ise de... Uzun zaman ALLAH´ın marifetini düşünen ve kendisine ALLAH´ın mülk esrarından keşfolunan velev ki az birşey olsa bile bir kimseye gelince, o kimse keşfin husulü anında kalbinde öyle bir ferahlık bulur ki neredeyse onunla uçar. Ferah ve sürûrun kuvvetinden ötürü sebat ettiği için nefsini hayran hayran seyreder. Bu makam ancak zevk ile idrâk edilen bir makamdır. Burada sözün faydası pek azdır. İşte bu kadarcık birşey bile ALLAH´ın marifetinin eşyanın en lezzetlisi olduğuna ve ondan daha üstün bir lezzet olmadığına dikkatini çeker. Bunun için Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları ALLAH´tan meşgul etmez. O halde, dünya onları ALLAH´tan nasıl meşgul edebilir?´ Mâruf-u Kerhî´ye, ihvanından biri sordu: - Ey Ebu Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir? Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki: - Ölümün hatırlanması mıdır? - Ölüm de ne imiş! - Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır? - Kabir de ne imiş! - Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir? - Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır. Bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O´nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer O´nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer. Hz. İsa´nın haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Bir şahsın, ALLAH´ın talebiyle var kuvvetiyle meşgul olduğunu gördüğünde o talebin onu ALLAH´ın masivasından meşgul ettiğini bil!´ Meşâyihten biri rüyasında Bişr b, Haris´i görerek kendisine sordu: - Ebu Nasr Temmar17 ve Abdülvahab Verrak18 ne yaptılar? - Onları ALLAH´ın huzurunda yeyip içtikleri halde bırakıp geldim! - Ya sen? - ALLAH yemek ve içmek hususundaki isteğimin azlığını biliyor.Bunun yerine cemâline bakmayı bana nasip eyledi! Ali b. Muvaffık´tan şöyle rivayet ediliyor: Rüya âleminde cennette olduğumu gördüm. Bir sofranın sağında oturan bir kişi vardı. İki melek onun sağında ve solunda oturuyordu. Ona güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyordu. Cennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret´ül Kuds´a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardım. Arşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, ALLAH Teâlâ´nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyordu. Bunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe ´Bu kimdir?´ diye sordum. ´Bu Mâruf-u Kerhî´dir. ALLAH´a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptı. Böylece, ALLAH Teâlâ, kıyamet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı´ dedi. Bu rüyada bahsi geçen diğer iki kişinin de Bişr b. Haris ile Ahmed b. Hanbel olduğu söylenmiştir. Ebu Süleyman dedi ki: ´Kim bugün nefsiyle meşgul olursa, o yarın da nefsiyle meşguldür! Bugün rabbiyle meşgul olan bir kimse yarın da rabbiyle meşguldür!´ Süfyan es-Sevrî, Rabia Hatun´a şöyle sordu: ´Senin imanının hakikati nedir?´ Rabia Hatun ´Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı ALLAH´a iman etmedim ki ben kötü bir işçi gibi olayım. Aksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı ALLAH´a kulluk yaptım!´ Hz. Rabia, muhabbet mânâsında nazm ile şunları söyledi: ´Seni iki sevgi ile severim! İlki heva sevgisi, ikincisi de sevgi ehlisin diye seni severim! Heva sevgisine gelince o, senin zikrinle herşeyden uzaklaşmamdır. Senin ehil ve müstehak olduğun sevgiye gelince, o da bana perdeleri seni görecek derecede aralamandır. Orada ne hamd var, ne de benim hünerim! Fakat hamd hem orada, hem burada sana mahsustur!´ Muhtemelen Rabia Hatun, heva muhabbetinden ALLAH Teâlâ´nın dünyada kendisine ihsan ve inam ettiği suretteki sevgiyi kasdetmiştir. ALLAH Teâlâ´nın müstehak ve ehil olduğu muhabbetten de O´nü celâlinden ve kendisine keşfolunan cemâlinden dolayı sevmesini kasdetmiştir. İşte bu ikincisi, iki sevginin en yücesi ve kuvvetlisidir. Rubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki Hz. Peygamber rabbinden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir: Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım. Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir: ´Ben Yârab! Ya ALLAH! diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur. Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: ´Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!´ Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar. Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; ALLAH´ın (manevî visali ve) mülakatıdır. Evet sadece budur! İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmez. Bu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olur. Halk nimetlere dalar. Eğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı birşey hissetmez. Eğer ona cennet nimetleri arzolunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bile. Çünkü artık ötesinde makam olmayan bir makama varmıştır. Keşke duyularla hissedilenlerin sevgisinden başkasını anlamayan bir kimsenin, nasıl ALLAH´ın cemâline bakmanın lezzetine iman ettiğini bilseydim! Oysa ALLAH´ın ne şekli, ne de sureti vardır. O zaman ALLAH´ın kullarına va´di ve cemâline bakmanın en büyük nimet olduğunu zikretmesinin mânâsı ne olabilir? ALLAH´ı tanıyan bir kimse değişik şehvetlerle dağıtılmış lezzetlerin tamamının bu lezzetin kapsamına dahil olduğunu bilir. Nitekim şair şöyle demiştir: ´Kalbimin değişik hevaları vardır. Göz seni gördüğünden bu yana hevalarım bir araya geldi. Bu sefer kendisinden kıskandığım, benden kıskanmaya başladı. Sen efendim olduğundan beri insanların efendisi oldum. Ey benim dinim ve dünyam! Dünyalarını kendilerine terkettim!´ Biri şöyle demiştir: ´O´nun terki ateşten daha büyüktür. O´na kavuşmak cennetten daha hoştur´. Onlar bununla ancak kalbin ALLAH marifetindeki lezzetini, yemek, içmek ve cinsî münasebetin lezzetine tercih etmeyi kasdetmişlerdir. Çünkü cennet, duyuların lezzetlenme madenidir. Kalbin zevki ise sadece ALLAH´ın mülâkatındadır. Halkın zevklerinin farklılığının misali, zikredeceğimiz şu misaldir: Bir çocukta hareket ve farketmesinin başlangıcında bir tabiat belirir ki onunla oyunları ve eğlenceyi sever. Hatta o tabiat çocuğun yanında diğer eşyanın hepsinden daha lezzetli olur. Sonra süsün, elbise giymenin, hayvanlara binmenin zevkini hisseder. Bunların yanında oyunun lezzetini hakir sayar. Sonra cinsî münasebetin, kadın şehvetinin zevkini hisseder. Bundan ötürü ve bunun visali uğrunda bütün öteki istekleri bırakır. Sonra riyaset, yükseklik ve zenginik zevki başgösterir ki bu da dünya zevklerinin sonuncusu, en büyüğü ve kudretlisidir. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) Bundan sonra başka bir tabiat belirir ki onunla ALLAH´ın marifeti idrâk edilir. Fillerinin marifeti bilinir. İşte şahıs, bununla, bundan önceki şeyleri hakir sayar. Bu bakımdan her sonradan gelen daha kuvvetlidir. Bu ise en sonuncusudur; zira oyun sevgisi, erginlik yaşında ortaya çıkar. Kadın ve zînet sevgisi bülûğ yaşında, riyaset sevgisi yirmiden sonra, ilim sevgisi kırka yakın ortaya çıkar ki bu en yüce hedeftir! Nasıl ki çocuk, kadınlarla oynayıp riyaset talebinde bulunan bir kimseye oyunu terkettiği için gülerse, aynen bunun gibi baş olanlar da baş olmayı terkedip ALLAH´ın marifetiyle meşgul olanın haline güler. Ârifler ise derler ki: ´Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!´ 15) Lûzinc, şeker ile bademden yapılmış helva demektir. 16) Müslim, Buhârî 17) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz Kuşeyrî en-Nesâî´dir. 91 yaşında H. 228´devefat etmiştir. 18)Adı Abdulvehhab b. Abdülhakem b. Nafi Ebu Hasan el-Verrak el-Bağdadi dir. H. 250´de vefat etmiştir. |
Ahiret´teki Faziletin Dünya´daki Marifet´e Üstünlüğü
İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla ALLAH´ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür. Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görür. Fakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk eder. Bu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmez. Çünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur. Fakat ancak vuzuh ve keşfin fazlalığıyla meydana gelir; zira görünen suret, görmeden ötürü, daha iyi vuzuha kavuşmuştur. Bu, seher zamanında henüz gün ışığı yeryüzüne yayılmadan önce görünen bir şahıs gibidir. Sonra ışığın huzmeleri iyice yayıldığında aynı şahıs görünür, fakat gören iki durumu birbirinden ayıramaz. Ancak fazla inkişaf hususunda bir ayrılık yapabilir. Durum bu olunca hayal, idrâkin ilk basamağıdır. Görme hayal idrâkinin kemâle ermiş şeklidir. Bu da keşfin son raddesidir. Buna rüyet adı verilir. Gözde olduğundan dolayı değil, keşfin son raddesi olmasından dolayı bu isim verilir. Eğer ALLAH Teâlâ, bu kâmil idrâki mesela alında, göğüste yaratmış olsaydı yine bu kâmil idrâke rüyet adı verilirdi. Hayal edilenler hakkında bunu anladığında bil ki teşekkül etmeyen malumatların marifet ve idrâki için de hayalde iki derece vardır: Birincisi: İlk derecedir, ikincisi de onu tamamlayandır. İlk derece ile ikinci derece arasında tıpkı görülen ile hayal edilen arasında vuzuhun fazlalığındaki fark kadar farklılık vardır. Bu bakımdan birincisine nazaran ikincisine de müşahede, mülakat ve rüyet adı verilir. Bu adlandırma hakikattir. Çünkü rüyete keşfin en son raddesi olduğundan dolayı rüyet adı verilmiştir. Nasıl ki ALLAH Teâlâ´nın sünneti, göz kapaklarını kapatmak, rüyet ile olan keşfin tamamını menetmekle câri olmuşsa ve bu kapatış göz ile görünen arasında bir perde oluyor, görüşün hâsıl olması için o perdenin kalkması gerekiyor ve kalkmadıkça hâsıl olan idrâk mücerred hayalden ibaret oluyorsa, tıpkı onun gibi, Sünnetullah´ın gereğidir ki nefis beden arızalarıyla ve şehvetlerin isteğiyle, kendi-sine galebe çalan beşerî sıfatlarla perdeli kaldıkça, müşahedeye, hayalin haricinde olan malumattaki mülakata varamaz. Bu hayat, göz kapaklarının gözün görmesine perde olması gibi zarurî olarak onların önünde perdedir. Neden perde olduğu hakkındaki söz oldukça uzun sürer. Burada onu deşmek uygun düşmez. Sen beni göremezsin!(Araf/43) Gözler onu idrâk edemezler.(En´âm/103) Doğru olan Hz. Peygamber´in (s.a) mirac gecesinde ALLAH Teâlâ´yı görmediğidir.19 Bu bakımdan ne zaman ölümle perde kalkarsa, nefis dünyanın bulanıklıklarıyla mülevves olarak kalır, onlardan tamamen sıyrılamaz. Her ne kadar farklı işler de... Nefislerden bazılarında necaset ye pas birikmiştir. Pasın uzun zaman onun üzerinde birikip yerleşmesiyle cevheri bozulmuş ayna gibi olur. Ne ıslahı kabul eder, ne temizlenmeyi... İşte ebediyyen rablerinden mahrum olan nefisler bunlardır. Nefsin bu korkunç durumundan ALLAH´a sığınırız! Başka bir kısmı vardır ki dünya bulanıklığı onda, tabii nitelik haline gelmemiştir. Islahı ve düzelmeyi kabul etmekten çıkmamıştır. Pasını giderecek derecede ateşe arzolunur ki müşahedeye elverişli olsun. Bu bakımdan temizleninceye kadar ateşte yakılır. O yakılışın en azı bir lâhzadır. Mü´minlerin en fazla ateşte kalacakları müddet haberlerde vârid olduğu gibi20 yedi bin senedir. Bu âlemden göç eden bir nefise az da olsa muhakkak bir toz ve bulanıklık refakat eder. İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur, Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.(Meryem/71-72) Bu bakımdan her nefsin ateşe varacağı kesindir. Fakat ateşten çıkacağı kesin değildir. Ne zaman ALLAH Teâlâ nefsin temizlenmesini kemâle erdirirse, kader de miadını doldurursa, şeriatın va´dettiği hesap ve ALLAH´ın huzuruna arzolunma ve benzeri yerine getirilirse ve cennete müstehak olmayı hak ederse ki bu da mübhem bir vakittir. ALLAH´tan başka mahlukâtından hiç kimse buna muttali olamaz, çünkü bu kıyametten sonra vâki olacaktır. Kıyamet´in vakti ise meçhuldür işte o zaman kişi, nefsinin tasfiyesiyle ve bulanıklıklarından temizlemekle meşgul olur. Artık öyle ki onun yüzünde ne bir toz, ne bir duman belirtisi kalır. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ orada tecelli eder. ALLAH Teâlâ, ona öyle bir şekilde tecelli eder ki o tecelinin inkişafı, bildiğinin inkişafına nisbeti, tıpkı hayal ettiğin aynanın tecellisinin inkişafına nisbeti gibidir. İşte rüyet diye adlandırılan tecelli ve müşahede budur. Durum bu olunca, rüyet haktır. Şu şartla ki rüyetten bir cihet ve mekanda düşünülen ve hayal edilen özel bir varlığın olduğu anlaşılmasın. Çünkü Rabb´ul-erbab bundan yüce ve münezzehdir. Dünyada O´nu hayal, tasavvur, şekil ve suret takdir etmeksizin tam bir hakîkatla tanıdığın gibi, ahirette de öyle görürsün. Hatta dünyada hâsıl olan marifettir ki ahirette tekamül ede ede keşif ve vuzuhun kemâline erişir. Bu sefer müşahedeye inkılâb eder. Ahiretteki müşahede ile dünyadaki malum arasında ancak keşif ve açıklığın fazlalığı cihetiyle fark vardır. Tıpkı hayalin rüyet ile tekamül etmesi hususunda verdiğimiz misal gibi... Öyleyse ALLAH´ın marifetinde ne bir suretin isbatı, ne de bir cihetin tâyini vardır. O marifetin aynısını tekamüle erdirmesinde ve keşfin zir-vesine ulaştırmasında da ne cihet vardır, ne suret! Çünkü bu keşif derecesine gelen marifet, öbür marifetin aynısıdır. Aralarındaki fark keşfin ziyadeliğidir. Tıpkı görünen suretin, hayal edilen sure-tin ta kendisi olduğu gibi... Ancak keşfin ziyadesinde aralarında fark vardır. (O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: ´Ey RABBİMiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!´Tahrim/3) Zirâ nûrun tamamlanması, ancak keşfin artışında tesir eder. ALLAH´ın cemâline bakmanın derecesi, ancak dünyada ârif olanlar için söz konusudur. Çünkü âhirette müşahedeye inkılâb eden tohum marifettir. Nitekim çekirdeğin ağaca, tohum tanesinin ekine dönüştüğü gibi... Arazisine çekirdek ekilmeyen bir kimsenin hurma ağacının bitmesini beklemesi boştur. Tohum serpmeyen bir kimse nasıl ekin biçer? Bunun gibi ALLAH´ı dünyada tanımayan bir kimse ahirette cemâlini nasıl görür? Marifet değişik dereceler üzerinde olduğu için tecelli de değişik dereceler üzerindedir. Bu bakımdan marifetlerin ihtilâfına nisbeten tecelinin ihtilâfı, tohumun değişikliğine nisbeten bitkilerin değişmesi gibidir; zira bitkilerin; tohumun çokluğu, azlığı, güzelliği, kuvveti ve zayıflığı nisbetinde değiştiğinde şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, umumî olarak bütün insanlara, hususi olarak Hz Ebubekir´e tecelli eder.21 Bu nedenle marifet bakımından Hz Ebubekir´den eksik olanların cemâle bakmaktan Ebubekir´in aldığı lezzeti aldıklarını sanmak uygun değildir. Bu kimse Hz. Ebubekir´in aldığı zevkin binde birini ancak alır. Eğer dünyadaki marifeti Hz. Ebubekir´in marifetinin binde biri ise, Hz. Ebubekir´in (r.a) göğsünde yerleşen bir sırdan ötürü peygamberlerin dışında kalan diğer insanlara üstün kılındığında şüphe yoktur. Bu nedenle de kendisine mahsus bir tecelli ile de onlardan üstün oldu. Tıpkı dünyada riyaset zevkini, yemek ve evlenmek lezzetine, ilim lezzetini göklerin ve yerin müşahedesinin inkişafı lezzetine ve ilâhî işlerden diğerlerinin lezzetini cennet nimetine tercih ettikleri gibi... Zira cennetin nimetleri de yemek ve nikâha dönüşür. Bunlar o kimselerdir ki dünyada onların halleri, vasıflandırdığımız ilim, marifet, rubûbiyet esrarına muttali olmanın lezzetini evlenmenin, yemenin, içmenin lezetine tercih ederler. Oysa diğer insanlar bu şeylerle meşgul olurlar. Rabiat´ül-Adeviye´ye ´Cennet hakkında ne dersin?´ diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir: ´Önce komşu, sonra ev!´ Böylece Rabia hatun kalbinde cennete değil, cennetin rabbine iltifat olduğunu belirtmiş oldu. Kim dünyada ALLAH´ı tanımamış ise, ahirette de (cemâlini) göremez. Kim dünyada marifet lezzetini tatmamışsa ahirette de bakış lezzetini tatmayacaktır; zira ahirette hiç kimse beraberinde getirmediği bir şeye yeniden başlayamaz. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Kişi ancak neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur, neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür. Bu bakımdan sadece beraberinde getirdiği marifetten nimetlenir. Ancak o marifet, perdenin kalkmasıyla müşahedeye inkılâb eder, mâşukasının hayali olan sureti, hakîki surete inkılâb ettiğinde aşığın lezzetinin kat kat arttığı gibi, onun da müşahededen ötürü lezzeti kat be kat artar; zira onun lezzetinin en son varacağı nokta odur. Cennetin hoşluğu şudur ki herkes neyi isterse orada o verilir. Bu bakımdan ALLAH´ın (manevî) mülakatından başka bir şeyi iştahı çekmeyen bir kimse için o mülakatın gayrisinde lezzet yoktur. Hatta bu kimse çoğu kez ALLAH´ın mülakatından başka şeylerden eziyet görür! Cennetin nimeti, ALLAH´a olan sevgi nisbetindedir. ALLAH sevgisi ise, marifeti nisbetindedir. Bu bakımdan saadetlerin aslı. şeriat lisanında iman diye ifade edi-len marifetin ta kendisidir. İtiraz: Rüya lezzeti, eğer marifet lezzetine nisbeten varsa, bu pek az bir şeydir, marifet lezzetinin birkaç misli olsa dahi... Çünkü marifet lezzeti dünyada zayıftır. Onu artırması, kuvvet bakımından cennetin diğer nimetlerini hakir saydıracak dereceye varamaz. Cevap: Marifet lezzetini bu şekilde azımsamak, marifetten uzak olmaktan sudur eder. Bu bakımdan marifetten olan bir kimse onun lezzetini nasıl idrâk edebilir? Böyle bir kimsede zayıf bir marifet varsa dahi, kalbi meşgalelerle dolu iken marifetin lezzetini nasıl idrâk edebilir? Bu bakımdan ârifler için marifetlerinde, fikirlerinde, ALLAH ile olan münâcatlarında birtakım lezzetler vardır ki eğer o âriflere dünyada bu lezzetlerin yerine cennet arzedilse, bunları cennet lezzetiyle değiştirmezler. Sonra bu lezzet, kemâline rağmen asla mülakat ve müşahede lezzetiyle mukayese edilemez. Mâşuku(nun cemâlini) hayal etmenin lezzetinin, görme lezzetine nisbet edilemeyeceği gibi ve nasıl ki iştah çekici yemeklerin koku-larını almanın lezzeti, onları bilfiil tadmasına, ellemenin lezzeti, cinsî münasebetin lezzetine nisbet edilmezse tıpkı onun gibi... Bunların ikisi arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek ancak bir misal vermek suretiyle mümkün olur. Dünyada mâşukun yüzüne bakmanın zevki çeşitli sebeplerden dolayı, değişik manzaralar arzeder. Birincisi: Mâşukun cemâlinin kemâl veya eksikliğidir; zira en güzele bakmaktaki zevk, şüphesiz ki daha büyük olur. İkincisi: Sevgi, şehvet ve aşk kuvvetinin kemâlidir. Bu bakımdan aşkı kabaran bir kimsenin zevk alması, şehveti ve zevki cılız olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Üçüncüsü: İdrâkin kemâlidir. Bu bakımdan kişinin, mâşukasını karanlıkta veya ince bir perdenin arkasından veya uzakta görmesinin lezzeti, perdesiz, yakından idrâk edip ışığın çok olduğu zaman görmekten aldığı zevke benzemez. Kişinin hanımıyla üzerinde bir elbise olduğu halde yatmaktan duyduğu zevk, elbisesiz olarak yatmaktan aldığı zevk gibi olmaz. Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidir. Bu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Bu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşün. Aşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir. Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, ALLAH´ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktır. Akreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidir. Sevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn´e iltifat etmesinin misalidir. Bu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridir. Ârif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamaz. Hiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez. Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezler. Şüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünür. Onun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelir. Fakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-ge-çer. Çok az devam eder. Meşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelir. Bu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettir. Bu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olur. Hoş hayat ise ancak ölümden sonradır. Hayat ancak ahiret hayatıdır: Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi.(Ankebut/64) Kim bu mertebeye varmışsa o, ALLAH ile mülakatı sever. Dolayısıyla ölümü sever. Ölümden tiksinmez. Ancak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemez. Çünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yoktur. Bu bakımdan ALLAH´ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldir. ALLAH´ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça ahiretteki nimet çoğalır. Nitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi... Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardır. Bu ancak kalp toprağına ekilir. Biçmek de ancak ahirette olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Saadetlerin en faziletlisi ALLAH´a ibadette uzun ömürdür. Zira marifet ancak uzun ömürde, tefekküre devam etmek, mücahedeye ve dünyanın mânilerinden uzaklaşmaya, ahiret talebine koyulmaya devam etmek suretiyle uzun ömürde kemâle erer, çoğalır ve gelişir. Bu, şüphesiz ki zaman ister. Bu bakımdan kim ölümü severse, onu şu noktadan sevmiş olur: Nefsini, marifette durmuş ve marifette mümkün olan mertebenin zirvesine varmış görür. Ölümü istemeyen bir kimse de şundan dolayı istemez: Uzun ömürle kendisine hâsıl olacak marifet artışını ümit eder. Nefsini eğer yaşarsa yükleneceği vazifede kusurlu görür. İşte bu, marifet ehli nezdinde ölümü istememesinin veya sevmemesinin sebebidir. Diğer halka gelince, onların nazarları sadece dünya şehvetlerine çevrilmiştir. Eğer dünya şehvetleri geniş ise dünyada kalmayı severler. Eğer daralırsa ölümü temenni ederler. Bütün bunlar mahrumiyet ve zarardır. Kaynağı cehalet ve gaflettir. Bu bakımdan cehalet ve gaflet her şekavetin merkezidir. İlim ve marifet de her saadetin esasıdır. Bizim söylediklerimizle muhabbet ve aşkın mânâsı ortaya çıktı; zira aşk da ifrat derecesine varmış kuvvetli muhabbet demektir. Marifet zevkinin, rüyetin ve rüyet zevkinin mânâsı; akıl sahipleri nezdinde diğer zevklerden daha zevkli olmasıdır. Her ne kadar eksik akıllılar için böyle değilse de... Nitekim riyasetin çocuklar nezdinde yemeklerden daha lezzetli olmadığı gibi... Eğer ´Bu rüyetin merkezi ahirette kalp midir veya göz müdür?´ dersen, bil ki alimler bu hususta ihtilâfa düşmüştür. Basiret sahipleri bu ihtilafa bakmazlar ve bu ihtilâfı düşünmezler. Akıllı bir kimse sebzeyi yer, bostanı sormaz. Kim mâşuku görmek isterse aşkı kendisini ´görmenin göz ile mi yoksa başka bir şeyle mi olacağını´ düşünmekten alıkoyar. O, sadece rüyeti ve rüyetin zevkini düşünür. İster o lezzet gözle, ister başka azalarla olsun; zira göz, merkez ve zarftır. Ne ona bakılır, ne de onun hükmü vardır. Bu hususta hakîkat şudur ki ezelî kudret geniştir. Öyle ise bu iki şeyin herhangi bir işine yetmezlikle vasıflandırılması caiz değildir. Bu, hükmün cevazı ve imkânı hususundaki görüştür. Ahirette vâki olan caizlere gelince, bu ancak dinlemekle idrâk olunur. (Zira aklın burada müdahalesi yoktur). Hak, ehl-i sünnet ve´l cemaat´in şer´î delillerden ´gözde yaratılır´ diye çıkardıkları hükümdür ki rüyet, nazar ve şeriatta vârid olan diğer lafızlar zahirî mânâları üzerine câri olmuş olsunlar; zira zâhirlerin izalesi, ancak zaruretten dolayı caiz olabilir, ALLAH daha iyisini bilir. 19)Irâkî müellifin bu hususta Hz. Âişe´ye istinad ettiğini söylemektedir.Çünkü Hz. Aişe Buhârî ve Müslim´in rivayetine göre ´Kim Muhammed (a.s) rabbini gördü derse, o yalan söylemiştir!´ demiştir. (Bkz. ithaf us-Saade, IX/580) 20) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir´ul-Usul, (Ebu Hüreyre´den) ve ayrıca bkz.İthaf us-Saade, IX/581 21) İbn Adîy |
ALLAH Sevgisini Takviye Eden Sebepler
Ahirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla ALLAH´ı sevenidir; zira ahiretin mânâsı, ALLAH´ın huzuruna varmak, O´nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir. Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O´nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olur. Ancak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir. Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artar. Kul, ALLAH´ın sevgisini ancak dünyada kazanır. Sevginin aslında hiçbir mü´min ayrılmaz. Çünkü marifetin aslından ayrılmış değildir. Sevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılır. Bu ancak iki sebepten dolayı elde edilir: I. Onlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektir. ALLAH´tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir: ALLAH bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzab/4) Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla ALLAH´ı sevmesindedir. ALLAH´tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldür. Bu bakımdan ALLAH´tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette ALLAH´ın sevgisi kalpten eksilir. Kapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilir. Bu tecride şu ayetle işaret vardır: ´ALLAH´ de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.(En´âm/91) RABBİMiz ALLAH´tır´ deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.(Ahkaf/13) Belki o, senin Lâ ilâhe illALLAH sözünün mânâsıdır. Yani mâbud ve mahbub, O´ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddur. O halde kul bağlanandır. Mâbud ise kendisine bağlanılandır. Her seven, sevdiğiyle bağlanmıştır. Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43) Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur.22 Kim ihlâslı olduğu halde Lâ ilâhe illâllah derse cennete girer!23 İhlâs´ın mânâsı kalbini ALLAH için hâlis etmek demektir ki orada ALLAH´tan başkasına yer kalmaz. Bu bakımdan ALLAH, onun kalbinin mahbubu, mâbudu ve maksudu olur. Hali bu olan bir kimse için dünya hapishanedir. Çünkü dünya onu mahbubunu müşahede etmekten meneder. Onun ölümü hapishaneden kurtuluş ve mahbubun huzuruna varıştır. Acaba bir tek mahbubdan başka mahbubu olmayan ve uzun zamandan beri ona müştak olan, hapis hali oldukça uzayan bir kimse hapisten bırakılır, mahbubun huzuruna varma imkânına kavuşur ve ebediyyen emniyete vardırılırsa hali ne olur? ALLAH sevgisinin kalplerde cılızlaşmasının sebeplerinden biri; dünya sevgisinin kuvvet bulmasıdır. Aile efradının, mal sevgisi-nin, evladın, akrabanın, gayri menkulün, hayvanların ve bahçelerin sevgisi dünya sevgisindendir. Hatta kuşların nağmeleriyle sevinen ve seher mevsimini hoş telâkki eden bir kimse, dünya nimetine iltifat eder ve bundan dolayı da ALLAH sevgisinde eksilmeye maruzdur. Bu bakımdan dünyaya ünsiyet verdiği nisbette ALLAH´a olan ünsiyeti eksilir. Herhangi bir kimseye dünyadan birşey verilirse, onun o nisbette ahiretinin eksilmesi zaruridir. Nasıl ki bir insan doğuya ancak zarurî olarak batıdan uzaklaştığı nisbette yaklaşır, kuma olan hanımlardan birinin kalbi ancak kumasının kalbinin daraldığı zaman ferahlar işte ahiret ile dünya da kuma gibidir. Onların ikisi doğu ile batı gibidir. Bu durum, kalp sahiplerine gözle görülenden daha açık bir şekilde inkişaf etmiştir. Dünya sevgisini kalpten sökmenin yolu, zühd yoluna girmektir. Sabra yapışmak, korku ve umud gemiyle bu iki şeye çekilmektir. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz tevbe, sabır, zühd, havf ve recâ gibi makamlar, mukaddime ve basamaklardır. Onlar sevginin iki temelinden birini kazanmak için kurulurlar. O kazanılması istenilen temel de kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmaktır. Onun evveli ALLAH´a iman, son güne, cennete ve cehenneme inanmaktır. Sonra bundan korku ve ümit filizlenir. Korku ve ümitten de tevbe ve sabır filizlenir. Sonra bu, dünya, mal, mertebe ve dünyanın bü-tün lezzetlerinden insanı çeker ki bütün bunlardan sadece ALLAH´ın marifetinin ve sevgisinin genişliği nisbetinde kalp genişlesin. Bu bakımdan bütün bunlar kalp temizliğinin basamaklarıdır. Kalbin temizliği ise, muhabbetin iki rüknünden biridir. Hz. Peygamberin şu hadîsi ile buna işaret vardır: Temizlik imanın yarısıdır!24 Nitekim biz bunu Tahâret kitabının başında zikretmiştik. II. Sevginin kuvvetlenmesi için ikinci sebep, ALLAH marifetinin kuvveti, o kuvvetin genişlemesi ve kalbi istila etmesidir. Bu da kalbi, dünyanın bütün meşgale ve mânilerinden temizledikten, sonra olur. Tıpkı yeri fuzulî otlardan temizledikten sonra tohum ekildiği gibi... Bu da ikinci yarıdır. Sonra bu tohumdan muhabbet ve marifet ağacı biter. Bu ağaç da darb-ı mesel olarak ALLAH Teâlâ´nın belirttiği güzel kelimedir. Görmedin mi ALLAH nasıl bir benzetme yaptı: Hoş bir kelime, kökü yerde sabit, dalları gökte olan hoş bir ağaca benzer.(İbrahim/24) Güzel söz O´na çıkar, salih amel onu yükseltir.(Fâtır/10) Salih amel, bu marifetin güzelliği ve hizmetkârı gibidir. Salih amel önce kalbi dünyadan temizlemekle, sonra bu temizliği devam ettirmekle olur. Bu bakımdan amel, ancak bu marifet için istenilir. Amelin keyfiyetini bilmek, amel için istenir. O halde ilim hem evvel, hem âhirdir. Önce muamele ilmi gelir. Muamele ilminin hedefi ameldir. Muamelenin gayesi; kalbin temizliğidir ki bu yüzden kalpte hakkın tecellisi görünsün, marifet ilmiyle süslensin. Marifet ilmi mükâşefe ilmidir. Bu marifet ne zaman hâsıl olursa, zarurî olarak arkasından muhabbet ve sevgi gelir. Nasıl ki mizacı normal olan bir kimse, güzeli görüp zâhiri gözüyle idrâk edince, onu sever, ona meyleder, o sevdiğinde zevk hâsıl olur. Zevk ise zarurî olarak sevgiye tâbidir. Sevgi ise, marifete tâbidir. Bu marifete, ancak dünya meşgalelerini kalpten söktükten sonra varılır! Bu da ancak saf düşünce, daimî zikir, zirveye varan çalışma, ALLAH´ın sıfatlarına, göklerin melekûtuna ve diğer mahluklara daimî bakışla temin edilir. Bu mertebeye varanlar kuvvetli ve zayıf diye iki kısma ayrılırlar. Kuvvetlilerin ilk mertebesi; ALLAH için olan marifetleridir. Sonra ALLAH vasıtasıyla gayrisini tanırlar. Zayıfların da ilk marifetleri fiilleriyledir. Sonra ondan faydaya terakki ederler. Birincisine, şu ayetle işaret vardır: Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53) ALLAH kendinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti.(Âlu İmran/18) Zünnûn-i Mısrî bu noktadan bakmıştır ki kendisine ´Rabbini ne ile tanıdın?´ diye sorulunca, RABBİMi RABBİMle tanıdım! Eğer RABBİM olmasaydı RABBİMi tanıyamazdım!´ cevabını vermiştir. İkincisine de şu ayetlerle işaret vardır: Biz onlara enfüste ve âfakta ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur´an)ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53) Göklerin, yerin melekûtuna ve ALLAH´ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı?(A´râf/185) ´Göklerde ve yerde olanlara bakın´ de!(Yunus/101) O hanginizin, daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O azizdir, gafûrdur. O, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı, Rahman´ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsin. Gözü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner.(Mülk/2-4), Bu yol çok kimseler için en kolay yoldur. Sâlikler için en geniş yoldur... Kur´an düşünceyi, tefekkürü, ibret almayı ve ALLAH´ın kuvvet ve kudretine delâlet eden ayetlere bakmayı emrederken çoğu kez bu yola davet eder. Soru: İki yol da çetindir! Bu iki yoldan hangisi marifete ve muhabbete götürür! Cevap: En yüksek yol, ALLAH Teâlâ ile diğer şeylerin varlığına istidlâl etmektir. Bu yol çok kapalıdır. Bu husustaki konuşma birçok kimselerin anlayışının hududunun dışına çıkar. Bu bakımdan kitablarda bunu zikretmekte fayda yoktur. En kolay ve en yakın yol ise, çoğu anlayışların hududunun dışında değildir. Anlayışlar düşünceden yüz çevirdiğinden, dünya şehvetleriyle, nefsin paylarıyla meşgul olduklarından bu yolu anlamaktan aciz kalmışlardır. Bunu zikretmekten alıkoyan sebep; genişliği ve çokluğudur. Kontrol dışına çıkan kapılarının varlığıdır; zira göklerin en yücesinden tut, yerlerin diplerine kadar hiçbir zerre yoktur ki onda ALLAH´ın kudretinin, hikmetinin kemâline, celâl ve azametinin sonsuzluğuna delalet eden acaip alâmetler bulunmasın! Bu da sonu gelmeyecek konulardandır. De ki: ´RABBİMin kelimeleri(ni yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa, RABBİMin kelimeleri tükenmeden önce de-nizler tükenirdi. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez).(Kehf/109) Bu bakımdan buraya dalmak, mükâşefe ilimlerinin denizlerine dalmaktır. Bunu muamele ilimlerine ek olarak getirmek, mümkün değildir. Fakat kısa bir şekilde cinsine karşı uyarmak için bir tek misalle işaret etmek mümkündür. Yolların en kolayı, fiillere bakmaktır. Öyle ise fiiller hakkında konuşalım ve en yüksek yoldan bahsetmeyi terkedelim. Sonra ilâhî fiiller çoktur. Biz onların en az ve en küçüğünü arayalım. O küçücük fiildeki acaiplikleri tedkik edelim.Mahlukların en basitleri yeryüzünde yaşayanlardır. Yani meleklerin ve göklerin melekûtuna göre durum böyledir; eğer büyüklüğü ve cismi bakımından yeryüzüne bakarsan, küçücük gördüğün güneş dünyadan üçyüz altmış küsûr defa büyüktür. Yerin güneşe nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Sonra güneşin içinde bulunduğu feleğe nisbeten küçüklüğüne bak! Zira güneş, merkezine nisbet edilmeyecek kadar küçüktür. Güneş dördüncü göktedir. Bu da üstündeki yedi tabaka göğe nisbeten pek küçüktür. Sonra yedi tabaka gök, kürsünün yanında, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Kürsü de arşın yanında böyledir. İşte bu bakış şahısların görünür tarafına, miktar bakımından bakmaktır. Bunlara nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür. Denizlere nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür (bir bilsen!) Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kürre-i arzın denizdeki (yeri), bir ağılın yeryüzündeki yeri kadardır.25 Bunun tasdiki, müşahede ve tecrübe ile bilinmiştir. Karalar bütün yeryüzüne nisbeten, küçücük bir ada gibidir. Sonra kürre-i arzın bir parçası olan topraktan yaratılmış insanoğluna bak ve diğer hayvanlara dikkat et! Kürre-i arza nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Bütün bunlar bir tarafa hayvanlardan en küçük olarak tanıdığımız sivrisinek, bal arısı ve bunlara benzer hayvanlara dikkat et! Cisminin küçüklüğüne rağmen sivrisineğe bak! Hazır bir akıl ve saf bir fikirle onu düşün! Dikkat et ki ALLAH onu hayvanların en büyüğü olan filin şeklinde yaratmıştır; zira ona fil hortumu gibi hortum, küçücük şekline rağmen filin azaları gibi azalar yaratmıştır. Üstelik ona iki kanat da fazla vermiştir. Dikkat et ki onun görünen azalarını ALLAH Teâlâ nasıl taksim etmiştir? Onun kanadını bitirmiş, elini ayağını çıkarmış, göz ve kulak yerlerini yarmış, onun içinde sindirim sistemini, diğer hayvanlarda yarattığı gibi yaratmıştır. Gıdayı cezbedici, defedici, tutucu, hazmedici kuvvetleri onda nasıl terkip etmiştir? Tıpkı diğer hayvanlarda terkip ettiği gibi... Bu durum onun şekli ve sıfatları hakkındadır. Sonra ALLAH Teâlâ´nın onu, nasıl gıda bulacak şekilde yarattığına dikkat et! Ona gıdasının insan kanı olduğunu öğretmiştir. Sonra dikkat et ki ALLAH ona insanoğluna uçup kon-mak için nasıl alet vermiştir? Ona başı sivri, upuzun bir hortumu nasıl yaratmıştır? Onu insan bedenindeki mesamelere nasıl mu-sallat etmiş ve hortumunu onların birine daldırmak için kendisine nasıl kuvvet vermiştir? Ona kan emmeyi ve yutmayı nasıl emretmiştir? İnceliğine rağmen içinden kan geçecek ve sineğin karnına varacak şekilde o hortumu nasıl içi boş olarak yaratmıştır? Hortum vasıtasıyla alınan kan azalarının diğer cüzlerine dağılır ve onlara gıda olur. Sonra insanın kendisini eliyle öldürebileceğini bildirmiş, ona kaçmayı nasıl öğretmiştir? Kendisinden uzak olduğu halde elin hafif hareketini işitecek derecede kulağını hassas olarak nasıl yaratmıştır? Dolayısıyla kan emmeyi bırakıp kaçar. Ne zaman el durursa tekrar geri gelir. Sonra dikkat et ki ona nasıl iki göz bebeği yaratmıştır ki onunla gıdasının yerini görür. Yüz hacminin küçüklüğüne rağmen orayı nasıl bulur? Her küçük hayvanın gözbebeği, küçüklüğünden dolayı kirpikleri tahammül etmediğinden, kirpikler gözbebeğinin ay-nasını kir ve tozlardan temizler, bu nedenle sivrisineklere ve karasineklere iki el yaratılmıştır. Sineği görürsün ki daima iki eliyle göz bebeklerini siler. İnsan ve büyük hayvanlarda, göz bebekleri için kirpikler yaratılmıştır. Hatta kirpiklerin biri diğerinin üzerine gelir ve etrafı keskindir. Dolayısıyla gözbebeğine düşen toprağı kirpikler temizler ve gözün dışına atarlar. Siyah kaşları gözün ışığını derlemek ve görmeye yardım etmek ve gözün şeklini güzelleştirmek için yarattı. Tozlardan korunmak için kirpiklerini kapatır, tozun göze girmesine mâni olur, fakat görmeye engel olmaz. Sivrisineğe kirpiksiz olarak iki tane berrak gözbebeği yarattı. Elleriyle onları temizlemeyi ona nasıl öğretti? Görüşünün zâfiyetinden dolayı onun kendiliğinden çıraya düştüğünü görürsün. Onun gözü zayıftır. Çünkü o durmadan gündüzün ışığını arar. O zavallı, geceleyin çıranın ışığını görünce karanlık bir evde bulunduğunu zanneder. Lambayı da o karanlık evden ışığa açılmış bir pencere zanneder. Böylece durmadan ışığı arar ve kendini ona atar. Ateşi geçtiği zaman karanlığı görür. Pencereye isabet edemediğini ve yolunu seçemediğini zanneder. İkinci bir defa yanıncaya kadar döner. Belki sen, onun böyle yapmasını eksikliğine ve cehaletine hamledersin. Bil ki insanoğlunun cehaleti onun cehaletinden daha büyüktür. Şehvetlere üşüşmekte insanoğlunun misali, ateşe üşüşmekteki çekirgenin misali gibidir; zira insanoğluna suretlerinin görünür tarafından şehvetlerin nûrları görünür. İnsanoğlu bilmez ki bunun altında öldürücü zevke mustatildir. Bu bakımdan arı dörtgendeki köşeler boş kalıp da zayi olmasın diye dörtgen şekli yapmaz. Sonra eğer arı, evini dairesel yapsaydı, evlerin haricinde zayi olan delikler kalırdı; zira dairesel şekiller bir araya geldiklerinde, birbirlerine sırt vermezler. Zâviye sahibi şekiller içerisinde hiçbir şekil yoktur ki muhteva bakımından müdevvere yakın bulunsun, sonra hepsi sırt sırta verip de bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir boşluk kalmasın; ancak müseddes (altıgen) şekilde bu özellik vardır. İşte müseddes şeklin özelliği budur. Sonra dikkat et ki ALLAH Teâlâ, arının küçük cismine rağmen ona nasıl ilham etmiş, incecik boyuna rağmen ona varlığıyla nasıl lütûf ve inayette bulunmuştur ve arının muhtaç olduğu şeyi ona nasıl vermiş ki hayatıyla rahata kavuşsun? Bu bakımdan ALLAH ortaktan münezzehtir. O´nun şanı ne büyüktür! O´nun mülkü ne geniş, minneti ne çoktur! İşte hayvanların en küçüklerinden olan bir hayvancağızın bu azıcık parıltısından ibret al! Yer ve gök melekûtunun acaipliklerini bir tarafa bırak! Zira bizim kısa anlayışımızın yetiştiği miktar, ömürler geçer de izahı yapılamaz. Zaten bizim ilmimizin kapsamına giren, âlim ve peygamberlerin ilimlerinin kapsamına girene nisbeten hiçtir. Bütün mahlukâtın ilminin kapsamına girenin bilinmesi, ALLAH´a mah-sus olana nisbeten bir hiçtir. ALLAH´ın ilmine nazaran halkın bütün bildikleri ilim diye adlandırılmaya bile değmez. Bu bakımdan bu ve bunun benzerini düşünmekle en kolay yollardan hâsıl olan marifet artar. Marifetin artışıyla muhabbet artar. Eğer ALLAH ile mülâki olmanın saadetine talip isen dünyayı arkaya at! Ömrün boyunca daimî zikre, ayrılmaz fikre dal! Umulur ki ondan az bir miktarı elde edersin. Fakat bu az miktarla sonu olmayan büyük bir mülke konarsın. 22) Müslim, Buhârî 23) Daha önce geçmişti. 24) İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî 25) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. |
All times are GMT +3. The time now is 19:34. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025