![]() |
İnsanların Sevgi Hususunda Farklı Olmaları
Mü´minler, muhabbetin aslında ortak olduklarından dolayı kökünde de ortaktırlar. Fakat marifette bir olmadıklarından, mu-habbetin aslında da değişik mertebeleri vardır. Dünya sevgisinde de durumları böyledir; zira eşya, ancak sebeplerin değişmesinden dolayı değişir, İnsanların çoğu, ALLAH Teâlâ´nın ancak sıfatlarını ve kulaklarına gelen isimlerini bilir, onları telkin olarak alıp ezberlerler. Çoğu kez o isimlere, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğu mânâları yüklerler. Bazen de o isimlerin hakikatlerine muttali olamazlar, fakat bozuk bir mânâyı da ona yüklemezler Sağlam bir imanla o isim ve sıfatlara inanırlar. O isimlerde araştırmayı bırakıp amele koyulurlar. Bunlar ashab-ı yeminden sağlam kalan kimselerdir. O isimlere bozuk mânâlar yükleyenler ise sapıtanlardır. Hakikatleri bilenler ancak ALLAH´ın dergâhına yakın olanlardır. ALLAH Teâlâ bu üç sınıfın halini şu ayette zikir buyurmuştur: (O ALLAH´a) yaklaştırılanlara rahatlık, hoş bir rızık ve naîm cenneti vardır.(Vâkıa/88-89) Ama yalanlayıcı sapıklara ise; kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!(Vakıa/92-95) Eğer sen bunları ancak misal vermek suretiyle anlarsan, sevginin değişikliği için bir misal verelim: Mesela İmâm Şâfiî´nin arkadaşları onun sevgisinde müşterektirler. Fakîhler de, halk tabakası da böyledir. Çünkü onun faziletinin bilinmesinde, güzel sîret ve güzel ahlâkının bilinmesinde ortaktırlar. Fakat halk tabakasından olan bir kimse İmâm Şâfiî´nin ilmini mücmel olarak bilir. Onun fakih olan arkadaşı Şâfiî´yi daha iyi tanır. Bu bakımdan Şâfiî´yi sevmesi ve beğenmesi daha fazladır; zira bir musannifin tasnif ettiği kitabı görüp benimseyen ve o kitab vasıtasıyla musannifin faziletini bilen bir kimse şüphesiz ki o musannifi sever. Ona kalben meyleder. Eğer o kitabdan daha güzel, ondan daha hayret verici başka bir kitabını görürse, şüphesiz ki sevgisi katmerleşir. Çünkü onun ilmi hakkındaki marifeti katmerleşmiştir. Böylece şahıs, şairin hakkında ´güzel şiiri vardır´ diye inandığı için sever. O şairin şiirlerinin, gariplerinden şiir sanatının ve hazâkatinin büyüklüğünü belirtenleri dinlediğinde sevgisi daha da artar ve şairi daha fazla sever. Diğer sanat ve faziletler de böyledir. Halktan bir kimse bazen falan adamın musannif (yazar) olduğunu ve güzel tasnif yaptığını duyar. Fakat tasnifinin ne olduğunu bilmez. Bu bakımdan mücmel bir marifete sahip olur. Dolayısıyla mücmel bir meyli olur. Basiret sahibi bir kimse ise tasnif edilen kitapları tedkik ettiğinde onlardaki acaipliklere muttali olduğunda şüphesiz sevgisi daha da artar. Çünkü sanat, şiir ve tasnifin güzellikleri, yazarın kemâl sıfatlarının olduğuna delâlet eder. Alem bütünüyle ALLAH´ın sanatı ve tasnifidir. Avamdan olan bir kimse bunu bilir, inanır. Basiret sahibi ise, âlemdeki ilâhî sanatın tafsilatını tedkik eder. Hatta mesela sivrisinekteki ilâhî sanatın acaipliklerinden öylesini görür ki aklını yerinden hoplatır, şaşkına döner. Bunun sebebiyle şüphesiz ki ALLAH´ın azamet, celâl ve kemâl sıfatları onun kalbinde artar. Dolayısıyla ALLAH sevgisi de çoğalır. ALLAH´ın garip sanatlarına ne kadar muttali olursa, o nisbette onunla sâni olan ALLAH´ın azamet ve celâline delil getirmiş olur. Marifeti ve ALLAH´a olan sevgisi o nisbette artar, Bu marifet denizi ALLAH´ın sanat ve acaipliklerinin marifet denizi sahili olmayan bir denizdir. Şüphe yok ki sevgide, marifet ehlinin değişikliği hadde ve hesaba gelmeyecek kadardır. Sebebiyle sevginin değişikliği hâsıl olan faktörlerden biri de sevgi için zikrettiğimiz beş sebebin ihtilâfıdır; zira mesela ALLAH Teâlâ kendisine iyilik yaptığından dolayı sevip, zatından dolayı sevmeyen bir kimsenin sevgisi zayıflar. Çünkü iyiliğin değişmesi ile bu sevgi değişir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin bela halindeki sevgisi, rıza ve nimete mazhar olduğu zamanki sevgisi gibi olmaz. ´ALLAH Teâlâ kemâl, cemâl, cömertlik ve azametinden ötürü sevgiye müstehaktır´ diye ALLAH´ı seven bir kimseye gelince, bu kimsenin kendisine yapılan iyiliğin değişmesiyle sevgisi değişmez. Bu ve benzeri şeyler, insanların muhabbette bir olmamalarının sebebidir. Sevgide bir olmamak, ahiret saadetinde bir olmamanın sebebidir. Elbette ahiret, dereceler yönünden daha büyüktür. Onun nimet ve ikramı daha da büyüktür.(İsrâ/21) |
Niyet ve İhlas Konusuna Giriş
ALLAH Teâlâ´ya şükredenler gibi hamd, yakîn sahipleri gibi iman eder; vahdâniyetini de sâdıklar gibi ikrâr ederiz. Âlemlerin rabbi, göklerin ve yerin yaradanı olan; cinleri, insanları ve mukarreb melekleri, kendisine ihlaslı bir şekilde ibadet etmekle mükellef kılan ALLAH´tan başka ma´bûd olmadığına şahidlik ederiz. Oysa kendilerine, dini yalnız ALLAH´a, hâlis kılıp O´nu birleyerek ALLAH´a kulluk etmeleri, namazı gereği gibi kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmiştir.(Beyyine/5) Bu bakımdan kuvvetli ve hâlis din ancak ALLAH´ındır; çünkü ALLAH Teâlâ müşriklerin (ortak koşanların) şirklerinden münezzehtir. Salât ve selâm, O´nun Rasûlü, peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed´in (s.a), tertemiz âl ve ashabın ve bütün peygamberlerin üzerine olsun! Kalp sahipleri, iman basireti ve Kur´ân nûruyla anlamışlardır saadete kavuşmak ancak ilim ve ibadetle mümkündür. ´İnsanların hepsi helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna... Âlimler de helâk olmuşlardır, ancak amel edenler müstesna... Amel edenlerin de hepsi helâk olmuşlardır; ancak ihlâs sahipleri müstesna... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar´.1 Bu bakımdan niyetsiz amel, boşuna yorulma demektir. İhlâssız niyetse riya sayılır; riya da münafıklığın dengi olup isyan ile eşittir. Sıdk ve tahkik olmaksızın ihlâs hebâ olur! Nitekim ALLAH Teâlâ, kendisinden başkasının da karıştırıldığı ameller hakkında şöyle buyurmuştur: Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış zerre haline getirmişizdir.(Furkan/23) Niyetin hakîkatini bilmeyenin niyeti nasıl doğru olabilir? İhlâsın hakîkatini bilmediği halde niyetini tashih ettiğini (düzelttiğini) zanneden kişinin niyeti nasıl hâlis olabilir veya sıdkın (doğruluğun) mânâsını bilmeyen bir muhlis, nasıl olur da nefsinden sıdk bekleyebilir? Bu bakımdan ALLAH´a ibadet etmek isteyen her kula düşen ilk vazife, önce niyeti öğrenmektir ki marifeti elde edebilsin. Sonra kurtuluş vesilesi olan ihlâs ve sıdkın hakîkatini anladığında onu (niyeti) amel ile doğrulasın. Biz bu kitapta niyet, sıdk ve ihlâs´ın mânâlarını üç bölümde zikredeceğiz: Birinci Bölüm: Niyet´in ve mânâsının hakîkati İkinci Bölüm: İhlâs ve hakîkatleri Üçüncü Bölüm: Sıdk ve hakîkati 1) Bu söz", Sehl et-Tüsterî´ye nisbet edilmiştir. (Bkz. İthaf´us-Saade,X/3) |
Şâibeli Amelin Hükmü ve Onunla Sevaba Müstehak
Sadece ALLAH için olmayıp kendisine riya veya nefsin istekleri karışmış olan amel hakkında sevabı mı gerektireceği, cezayı mı veyahut da hiçbir şey gerektirip gerektirmeyeceği hususlarında ihtilâf edilmiştir. Bu bakımdan kendisiyle kesinlikle riya kastedilen amel, kişinin aleyhindedir ve azap sebebidir. Sadece ALLAH için yapılan amel ise, sevap sebebidir. Ancak karışık amel hakkında ihtilaf vardır. Gelen haberlerin zâhiri, karışık amelde sevap olmadığına delâlet eder. Fakat bu hususta haberler birbirleriyle çelişmekten geri kalmamaktadır. Bu meselede bizim anladığımız hüküm ilmin hakikatini ALLAH bilir şöyledir. Şahısta, ibadete teşvik eden kuvvetin çeşidine ve miktarına bakılır: Eğer dinî teşvikçi, nefsî teşvikçiye denk ise, ikisi boğuşur ve sonuçta ikisi birden düşer. Bu takdirde amel kişinin ne aleyhinde, ne de lehinde olur. Eğer riyadan gelen teşvikçi daha galib ve kuvvetli ise, böyle bir amel faydalı değildir. Aksine zarar vericidir ve sahibini cezaya götürür. Aksine ceza sadece riya için olan amelin cezasından daha hafiftir; çünkü ikinci amelde ALLAH´a mânen yaklaşma ruhu hiç yoktur. Eğer yaklaşma maksadı diğer teşvikçiye nisbeten daha galib ise, kişi, dinî teşvikçinin kuvvetinin galib olduğu nisbette sevap kazanır. Bu da şu ayetten dolayıdır: Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu(n mükafatını) görür; kim de zerre yapmışsa onu(n cezasını) görür.(Zilzal/7-8) Şüphesiz ki ALLAH zerre kadar haksızlık etmez; zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat artırır.(Nisa/39) Madem ki durum budur, o halde hayrı zayi etmez. Hayır, riya´dan fazla ise, riya kadarını yakar, fazlası kalır. Eğer hayır, riyadan az ise, o hayır kastından ötürü bozuk niyetin cezasından birşey eksilir. Bu hükümden perdeyi kaldırmak şöyle mümkün olur: Amellerin kalplerdeki tesirleri, sıfatlarının takviyesinden ötürüdür. Bu bakımdan riyanın çağırıcısı helâk edicilerdendir. Bunun gıdası, isteğine göre amel etmektir. Hayrın çağırıcısı ise, kurtarıcılardandır. Onun gıdası da ancak ona uygun bir şekilde amel etmektir. Bu iki sıfat kalpte bir araya geldiğinde kişi riya´nın isteğine göre amel ederse, riya sıfatı kuvvet bulmuş demektir. ALLAH´a mânen yaklaşmak için amel ederse, bu sıfat kuvvet bulmuş demektir. Bunların biri helâk edici, öbürüsü kurtarıcıdır. Eğer birinin takviyesi diğeri kadar olursa, ikisi mukavemet ederler ve hararetten zarar gören bir kimse gibi olur. Bu kimse kendisine zarar verenle, fayda vereni aynı oranda aldığında sanki hiç birini almamış gibi olur. Eğer bunlardan biri galip ise, mutlaka bir tesir bırakır. Yiyeceğin, içeceğin ilâcın zerresinin bile tesirsiz olmadığı gibi. Bunlar nasıl ALLAH´ın ilahî kanunu gereğince bedene tesir ediyorsa, aynen onun gibi hayır ve şerrin zerresi de zayi olmaz. Kalbin nûrlandırılmasında veya karartılmasında, ALLAH´a yaklaştırılması veya uzaklaştırılmasında tesir etmekten uzak değildir. Bu bakımdan kişi, kendisini uzaklaştıran amelle beraber yaklaştıran bir amel işlediğinde tekrar bulunduğu yere döner. Bu ne onun lehinde, ne de onun aleyhinde olmaz. Eğer yaptığı fiil iki karış yaklaştırıcı fiillerden ise, diğer fiil de bir karışlık fazilete sahip olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Günahın arkasından sevap işle! Bu takdirde sevap o günahı yok eder. Madem ki katıksız günahı, arkasından yapılan katıksız sevap siliyor, o halde ikisi bir arada olduklarında, zarurî olarak biri diğeriyle çarpışır. Ümmet-i Muhammed´in ´Hacı olmak için evinden çıkan ve fakat aynı zamanda ticarete niyet eden bir kimsenin buna rağmen haccının sahih olduğunda´ ittifak etmeleri de bu hükmün doğruluğuna şahidlik eder. Şöyle denilmesi mümkündür: ´Böyle bir kimse hac amellerinden ötürü ancak Mekke´ye vardığında sevap görür!´ Oysa onun ticareti Mekke´ye varmasına bağlı değildir. Bu bakımdan o hâlistir. Ancak hac ile ticaret arasında ortak olan mesafenin uzunluğudur. Bu bakımdan ticareti kasdettiği müddetçe seferinde sevap yoktur. Fakat en doğru hüküm şudur: Hac, esas harekete geçirici ve ticaret kasdı da buna yardımcı ve tâbi ise, böyle bir kimsenin evinden Mekke´ye kadar olan seferi de sevaptan uzak değildir. Gaziler ganimetleri çok olan bir cephede kâfirlerle çarpışmakla, hiç ganimet olmayan cephede kâfirlerle çarpışmak arasındaki farkı hissederler. Böyle bir farkı hissetmenin gazilerin cihadından gelen sevabı tamamen yok ettiğini savunmak da hakikatten uzaktır. Adalet, şöyle demektir: Esas iteleyici ALLAH´ın kelimesinin (dininin) üstün olmasıdır. Ganimetteki istek ve tebaiyyet yoluyla gelir. Bu bakımdan onunla sevap yanmaz. Evet! Hiçbir zaman kalbi ganimete iltifat etmeyen bir kimsenin sevabı ile böyle bir kimsenin sevabı eşit olmaz; zira şüphe yoktur ki böyle düşünce bir eksikliktir! Soru: Ayet ve haberler riyanın karışmasının sevabı yakacağına delâlet eder! Cihada, ganimeti talep etmenin karışması da bu mânâdadır. Ticaret ve nefsin diğer payları da böyledir; zira tabiîn´den Tavus ve diğerleri şöyle rivayet ettiler. Bir kişi Hz. Peygamber´den iyilik yapan veya sadaka veren, dolayısıyla övülmeyi ve ecir sahibi olmayı seven bir kimsenin halini sorunca Hz. Peygamber ona cevap veremedi ve şu ayet nazil oldu: Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin!(Kehf/110) Oysa bu adam hem ecir, hem de övülmeyi birlikte kasd etti! Muaz (r.a), Hz. Peygamber´den şöyle rivayet ediyor: ´Riyanın en azı şirktir´. Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet ediyor: Ameline şirk karıştıran bir kimseye ´Kim için amel etmişsen ecrini ondan al!´denir.42 Ubâde´nin rivayet ettiği bir hadîs-i kudsî´de ALLAH şöyle buyurmaktadır: Ben ortaklıktan, ortakların hepsinden daha müstağniyim. Bu bakımdan kim benim için bir amel işler, başkasını bana ortak yaparsa, payımı bana ortak edene bırakırım. Ebu Musa´nın rivayet ettiğine göre bir bedevî Hz. Peygamber´e gelerek şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bir kişi var ki ar ve gayretten dolayı çarpışıyor. Bir diğeriyse kahramanlıktan dolayı çarpışıyor. Bir kişi de ALLAH yolundaki yerini görmek için çarpışıyor. (Acaba bunların hangisi ALLAH yolundadır?)´ Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH´ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışıyorsa, o ALLAH yolundadır.43 Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Siz filan adam şehiddir´ diyorsunuz. Belki de o kimse, yükünün iki tarafını gümüşle doldurmuştur´. İbn Mes´ud´un (r.a) rivayet ettiğine göre.Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim dünyadan birşey kasdettiği halde hicret ederse, onun için o kasdettiği vardır. 44 Cevap: Bunlar daha önce zikrettiğimize ters düşmezler. Bu hadîslerde kasdedilen kimseler, dünyayı kasdeden kimselerdir. Tıpkı ´Kim dünyadan bir şeyi kasdettiği halde hicret ederse´ sözü gibi... Oysa bu, o kimsenin niyetine en fazla galip olan şey idi. Biz bunun isyan ve düşmanlık olduğunu söyledik. Yoksa dünyayı istemek haramdır anlamında hüküm vermedik. Ancak dinî amelleri basamak yapıp dünyayı talep etmek haramdır. Çünkü bu talepte riya ve ibadeti hedefinden saptırmak vardır. Şirket terimi nerede vârid olursa, eşitlik için kullanılır. Oysa biz beyan ettik ki kişinin iki maksadı eşit olduğunda birbirleriyle mukavemet eder. O vakit ne aleyhlerinde, ne de lehlerinde birşey olmaz. Böyle bir amelden dolayı sevap umması uygun değildir. Sonra insan ortaklık zihniyeti taşıdığı müddetçe tehlikededir; zira hangisinin onun maksadına galebe çalacağını bilemez. Çoğu kez onun aleyhinde günah olur. Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak yapmasın!(Kehf/110) Yani iki isteğin taaruz edip ikisinin birden düşmesi olan artıklıkla beraber bile ALLAH´ın mülakatı umulmaz (ve istenilmez). Şöyle demek de mümkündür: ´Şehidlik mertebesi ancak savaşta ihlâslı olmakla elde edilir´. Şöyle demek uzak bir hükümdür: ´Kimin dinî duyguları kendisini sadece savaşa iteleyici bir şekilde ise iki kâfir gruptan biri zengin, biri fakirse, zengin grupla hem i´lâ-i kelimetullah, hem de ganimet için savaşırsa, hiçbir sevabı yoktur(!)´ Durumun böyle olmasından ALLAH´a sığınırız. Çünkü bu, dinde bir zorluktur, müslümanların arasına ümitsizlik sokmaktır. Zira bu tür katışıklıkların benzerlerinden insan çok az kurtulabilir. Bu bakımdan bunlar ancak sevabın eksilmesine tesir eder. Sevab işlemekte ise bunların tesiri yoktur. Evet! İnsan bu hususta büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır; zira insan çoğu kez kendisini iteleyen gücün mânen ALLAH´a yaklaşmak olduğunu zanneder. Oysa onun kalbine galebe çalan, nefsin isteğidir. Bu ise gayet gizli bir durumdur. Bu bakımdan ecir ancak ihlâs ile hâsıl olur. İhlâs ise ne kadar ihtiyat ederse etsin amellerde çok zor elde edilir. En uygunu devamlı çalıştıktan sonra amellerinin red veya kabul olunması hususunda mütereddit olmaktır. İbadetinde bir âfetin olmasından, günahının sevabından daha fazla bulunmasından korkmalıdır. İşte basiret sahibi olup da korkanlar böyle idiler. Her basiret sahibi de böyle olmalıdır. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Ben görünen amelimi önemsemiyorum´. Abdülazîz b. Ebu Dâvud45 şöyle demiştir: ´Altmış sene şu Kâbe´ye komşuluk yaptım. Altmış sene haccettim. Nefsimi hesaba çekmeden hiç amel yapmadım. Yine de şeytanın payının, ALLAH Teâlâ´nın payından daha fazla olduğunu gördüm. Keşke o ameller ne lehimde, ne de aleyhimde olsaydı!´ Bununla beraber âfet ve riyanın korkusundan ötürü ameli terketmek uygun değildir; zira şeytanın çırpındığı ve varmak istediği en son hedef budur; zira maksat ihlâsın elden kaçırılmamasıdır. Ne zaman kişi ameli terkederse, hem ameli, hem de ihlâsı elden kaçırmış olur. Hikâye olunuyor ki; fakirlerden biri Ebu Said el-Harraz´a hizmet edip işlerine yardım ediyordu. Ebu Said, birgün amellerin ihlası hakkında konuştu. Bu söz üzerine o fakir her hareketinde kalbini teftiş etmeye başladı ve kalbini ihlâsa zorladı. Böylece Ebu Said´in ihtiyaçlarını yerine getirmesi zorlaştı ve Ebu Said, fakirin bu hareketiyle zarara uğramış oldu. Fakirin durumunu sordu. Fakir ona dedi ki: ´Nefsimden ihlâsın hakîkatini istiyorum. Nefis de amellerin çoğunda ondan aciz oluyor ve o amelleri terk ediyor!´ Bu söz üzerine, Ebu Said dedi ki: ´Bunu yapma! Zira ihlâs muameleyi kesmez. Bu bakımdan amele devam et ve ihlâsı kazanmak için var kuvvetinle çalış! Ben sana ameli terket demedim. Ben sana yapılan ameli hâlisleştir dedim´ dedi. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ameli insanlar için terketmek riya, onlar için yapmaksa şirk´tir.´ 42) Daha önce geçmişti. 43) Daha önce geçmişti. 44) Daha önce geçmişti. 45) Bu zat H.159´da vefat etmiştir. |
Sıdk´ın Fazileti
ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Mü´minlerden öyle erkekler var ki ALLAH´a verdikleri sözde durdular (sadâkat gösterdiler). (Ahzab/23) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Sıdk hayra, hayır da cennete götürür. Mü´min kişi, doğru söyler ALLAH katında doğru olarak yazılır. Yalan fısk ve fücura, fısk ve fücûr da cehenneme sürükler. Kişi yalan söyler. Dolayısıyla ALLAH katında yalancı olarak kaydedilir.46 Sıdk´ın (doğruluğun) fazileti hakkında Sıddîk (çok doğru söyleyen) kelimesinin bu kökten türemiş olması kâfidir. ALLAH Teâlâ, peygamberleri bununla vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Kitab´da İbrahim´i de an! Çünkü o sıddîk (çok doğru) bir peygamber idi. (Meryem/41) Kitab´da İsmail´i de an! Çünkü o sözünde sâdık bir peygamberdi.(Meryem/54) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o kâr etmiştir: 1. Sıdk (doğruluk) 2. Hayâ (utanmak) 3. Güzel ahlâk 4. Şükür Bişr b. Hâris şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´a sıdk ile yönelirse o kimse insanlardan kaçar´. Ebu Abdullah Remlî47şöyle demiştir: Mansur Dineverî´yi rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum: - ALLAH sana nasıl muamele etti? - Beni affedip bana rahmet etti. Ummadığımı bana verdi! - Kulun kendisiyle ALLAH´a yöneldiği en güzel şey nedir? - Sıdk´tır. Kendisiyle ALLAH´a yöneldiği en çirkin şey ise yalan´dır. Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Sıdk´ı kendine binek, hakkı kendine kılıç, ALLAH´ı da isteğinin hedefi yap!´ Bir kişi bir hakîme ´Hiçbir doğru görmedim!´ dedi. Hakîm ´Eğer sen doğru olsaydın doğruları görürdün´ dedi. Muhammed b. Ali Kettânî´den48 şöyle rivayet edilir: ´ALLAH´ın dinini üç temel üzerinde açıklanmış olarak görüyoruz: Hakîkat, sıdk ve adalet... Hakîkat azalar üzerindedir. Adalet kalpler, sıdk da akıllar üzerindedir´. ALLAH´a yalan uyduranların (O´na şirk koşanların) kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün.(Zümer/60) S üfyan es-Sevrî bu ayet hakkında ´Bu kimseler, öyle kimselerdir ki doğru olmadıkları halde ALLAH´ı sevdiklerini iddia etmişlerdir´ dedi. ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! Kim içinden beni doğrularsa ben de onu insanlar nez-dinde doğrularım´. Şiblî´nin meclisinde, bir kişi bağırarak kendini Dicle´ye attı. Şiblî ´Eğer doğru ise, Musa´yı kurtardığı gibi ALLAH onu kurtarır. Eğer yalancı ise, Firavun´u boğduğu gibi ALLAH onu boğar´ dedi. Bir kişi şöyle demiştir: Fakîhler ve âlimler üç haslet üzerinde icma etmişlerdir: O hasletler tamam olduklarında onlarda insanın kurtuluşu vardır. Onların bazısı ancak diğeriyle tamamlanır: 1. Bid´at ve hevâ-i nefisten arınmış İslâm! 2. Amellerde ALLAH için sıdk! 3. Helâl yemek! Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat´ın kenarında yirmi iki harf (kelime) gördüm. İsrailoğulları´nın salihleri bir araya gelir onları okur, aralarında müzakere ederlerdi: İlim´den daha faydalı bir hazine, hilm´den daha kârlı bir sermaye yoktur. Öfke´den daha alçaltıcı bir şey, amel´den daha süsleyici bir arkadaş, cehalet´ten daha çirkinleştirici bir yoldaş, takvâ´dan daha aziz bir şeref, hevâyı terketmekten daha yararlı bir kerem, fikir´den daha üstün bir amel, sabır´dan daha yüce bir sevap, kibir´den daha rezil edici bir günah, rikkat´ten daha yumuşak bir ilâç, hamakat´ten daha ağır bir hastalık, hak´tan daha adil bir elçi, sıdk´tan daha nasihatçi bir delil, tamahkârlık ´tan daha zelil edici bir fakir-lik, derlemek´ten daha şakî bir zenginlik, sıhhat´ten daha hoş bir hayat, iffet´ten daha mutlu bir maişet, huşû´dan daha güzel bir ibadet, kanaat´ten daha hayırlı bir zühd, sü-kût´ tan daha koruyucu bir nöbetçi, ölüm´den daha yakın bir gâib yoktur! Muhammed b. Said el-Maruzî dedi: ´Sıdk ile ALLAH´ı aradığında ALLAH senin eline öyle bir ayna verir ki onunla dünya ve ahiretin acaipliklerini görürsün´ dedi. Ebu Bekir el-Verrak şöyle demiştir: ´ALLAH ile aranda sıdk´ı halkla aranda yumuşaklığı koru!´ Zünnûn´a ´İşlerini ıslah etmeye kulun yolu var mıdır?´ diye soruldu. Cevap olarak şu şiiri okudu: Mütereddit ve şaşkın kaldık. Sıdk´ı arıyoruz. Ona yol yok! Bu bakımdan hevânın iddiaları bize hafif gelir! Hevâ´nın hilafı ise ağır gelir. Sehl´e şöyle soruldu: - Üzerinizde bulunduğumuz bu işin esası nedir? - Sıdk, cömertlik ve şecâattir. - Biraz daha söyler misin? - Takvâ, hayâ ve helâl gıda! İbn Abbas´ın rivayetine göre, Hz. Peygamber´e kemâl sorulduğunda şöyle cevap verdi: Hakkı haykırmak, sıdk ile amel etmek!49 ALLAH o sâdıklara sadakatlarından sorsun! (Ahzab/8) Cüneyd bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: ´Nefisleri nezdinde sâdık olanlardan, rablerinin katındaki sıdkları sorulacaktır. Bu ise tehlike üzerine bina edilen bir şeydir´. 46) Müslim, Buhârî 47) Filistin´in Remle şehrindendir. 48) Süfîdir ve Mekkelidir. H. 322´de vefat etmiş |
Sıdk´ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk, azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk... Bütün bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk´tır. Çünkü sıddîk demek, sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir. Sonra sıddîk (doğru)lar da çeşitli derecelere ayrılırlar. Kim de sıdk´ta bu altı şeyin biri varsa o, içinde nasibi olan şeye nisbeten sâdıktır. I. Dilin Sıdk´ı İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Bu ise ancak haberlerde veya haberleri tazammun eden ve haberlere dikkati çeken hususlarda olur. Haber de ya geçmiş veya gelecekle alâkalıdır. Bunun içine, va´dini îfa etmek veya va´dine muhalif hareket etmek de girer. Her kulun haberlerin lâfızlarını koruması gerektir. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir. Bu bakımdan dilini, bir şeyi olduğundan hilafına söylemekten koruyan bir kimse sâdıktır. Fakat bu sıdkın iki kemâli vardır. A) Birincisi târizlerden sakınmaktır. Nitekim şöyle denilmiştir: ´Târizlerde yalandan kaçınmaya yol vardır´. Bunun sebebi târizlerin yalanın yerine geçmesidir; zira yalanın mahzurlu olması, bir şeyi olduğu gibi değil, onun hilafına anlatmaktır. Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Çocukların, kadınların ve benzerlerinin edeplendirilmesinde de bazen yalana ihtiyaç duyulur. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Düşmanların memleketin sırlarına vâkıf olmaması için maslahat yalan söylemeyi gerektirir. Bu bakımdan bunlardan birine mecbur olan bir kimsenin buradaki sıdkı ALLAH için konuşmasıdır. Hakkın ona emrettiği ve dinin istediği hususta konuşmalıdır. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır. Evet! Böyle bir yerde, yol buldukça târizlere kaymak uygundur. Hz. Peygamber (s.a) sefere çıktığında gideceği yere değil, başka bir yere doğru giderek esas amacını gizlerdi.50 Bunun sebebi haberin, düşmanlara varmasını ve dolayısıyla da hazırlık yapmalarını engellemekti. Bu hareketin yalanla bir ilgisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!51 Şu üç kişiye maslahata göre yalan söyleme ruhsatı verilmiştir: 1. İki kişinin arasını bulan kimseye, 2. İki karısı bulunan bir kimseye, 3. Savaşta olan kimseye. Buradaki sıdk niyet´e dönüşür. Bu bakımdan burada niyetin sıdkı ve hayrın iradesi gözetilir. O halde, kişinin maksadı doğru olup niyeti sabit ise, iradesi sadece hayır için tecerrüd etmiş ise, kişi sâdık ve sıddîk olur. Konuşması nasıl olursa olsun farketmez. Sonra burada târiz daha iyidir. Târizin yolu, bazılarından hikâye edilen şu şekildir: Zâlimlerden biri, seleften bir zâtı arıyordu. O da evindeydi. Hanımına ´Parmağınla bir daire çiz! Parmağını dairenin üzerine koy ve ´O burada değildir de´dedi. Bunu yapmakla yalandan korundu. Zâlimi nefsinden defetti. Bu bakımdan onun sözü doğru idi. Zâlime de evde olmadığını anlattı. Demek ki lâfızda birinci kemâl; açık lâfızdan ve târizlerden sakınmaktır. Ancak zaruret anında durum değişir. B) İkinci kemâl; kendileriyle rabbine münâcat ettiği lâfızlarda sıdkın mânâsını gözetmesidir. Şu sözü gibi: ´Yeri ve gökleri yara-tan ALLAH için yüzümü yönelttim!´ Eğer kişinin kalbi ALLAH´tan dönük, dünyanın istek ve şehvetleriyle meşgul bulunuyorsa, bu sözde yalancıdır. ´Ancak sana ibadet ediyoruz´! ve ´Ben ALLAH´ın kuluyum!´ sözleri de ikinci kemâlin misalidir. Kişi kulluğun hakîkatiyle sıfatlı bulunmadığı ve ALLAH´tan başka bir hedefi olduğu halde bunu söylerse, konuşması doğru olmaz. Eğer ´Ben ALLAH´ın kuluyum!´ sözünden kıyamet gününde, sıdktan dolayı mesul tutulursa, bunun tahkikinden aciz olur; zira eğer kişi dünyanın, nefsinin ve heveslerinin kölesi ise, bu sözünde doğru olmaz. Çünkü kişi bağlı olduğu şeyin kuludur. Nitekim İsa (a.s) ´Ey dünyanın kulları!´ demiştir.... Efendimiz Hz. Muhammed ise ´Dinarın kulu helâk oldu! Dirhemin kulu helâk oldu! Süsün ve yemeğin kulu helâk oldu!´ buyurmuştur.52 Dikkat edilirse kalbi bir şeye bağlı bulunan bir kimseye ´o şeyin kölesi´ adını vermiştir. Oysa ALLAH´ın hakikî kulu ALLAH´tan başka her şeyden âzad olup, mutlak mânâda hür olan kimsedir. Bu hürriyet ilerlediğinde kalp boşalır, orada ALLAH´ın kulluğu yerleşir. Dolayısıyla ALLAH ve ALLAH´ın sevgisiyle bu hürriyet onu meşgul eder. Onun zahiri ve bâtını ALLAH´ın ibadetine bağlanır. ALLAH´tan başka bir maksadı olmaz. Sonra daha yüce bir makama varmak üzere bu makamı geçer. Bu ikinci makama hürriyet denir. Bu, şu demektir: ALLAH için olan iradesinde de âzad olmasıdır. Bu kimse ALLAH´ın kendisine irade ettiği yakınlık veya uzaklığa kanaat eder. Böylece iradesi ALLAH´ın iradesinin içinde yok olup gider. Bu kul ALLAH´ın gayrisinin kaydından âzad olmuş ve hürriyete kavuşmuş bir kuldur. Sonra nefsinin kaydından da âzad olmuş ve hür olmuştur. Nefsini kaybetmiş, mevlâsını bulmuştur. Mevlâsı onu harekete geçirirse hareket eder, onu durdurursa durur, onu bela verirse razı olur. Kısacası; onda herhangi bir talep, iltimas ve itiraz kalmaz. Hatta o, ALLAH´ın huzurunda tıpkı ölü yıkayıcının önündeki cenazeye benzer. Bu ise, ALLAH´a olan kulluktaki sıdkın en son noktasıdır. Bu bakımdan hakîki kul varlığı nefsi için değil, mevlâsı için olan kuldur. Bu derece sıddîkların derecesidir. ALLAH´tan başka her şeyden âzad olmaya gelince o, sâdıkların derecesidir. O derecelerden sonra ALLAH´a olan kulluk tahakkuk eder. Bundan önce sahibine ne sâdık, ne de sıddîk adı verilmez. İşte sözdeki sıdk´ın mânâsı budur. II. Niyet´in ve İrade´nin Sıdk´ı İkinci sıdk, niyet ve irade´dir ki bu da ihlâs ´a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde ALLAH´tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti. Âlim bir kişiye ´Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?´ diye sorulduğunda ´Şöyle yaptım!´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen ´filan adam âlimdir´ denilsin istedin" dedi. Dikkat edilirse, ALLAH Teâlâ onu yalanlayıp ´Sen işlemedin´ demedi. Ona ´Sen irade ve niyetinde yalan söyledin´ dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid´in sıhhati demektir. ALLAH münâfıkların yalancı olduklarındı şahidlik eder. (Münâfikûn/1) Münafıklar Hz. Peygamber´e ´Muhakkak sen ALLAH´ın Rasûlüsün´ dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat ALLAH Teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Yalanlama habere sirayet eder. Bu söz, hâl karinesiyle haber vermeyi tazammun eder; zira bu sözün sahibi içinden söylediğine inanır. Öyle ise hal karinesiyle kalbindeki mânâya delâlet etmekte yalan söyledi; zira o, kalbindeki niyete yalan söyledi. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir. III. Azm´in Sıdk´ı Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: ´Eğer ALLAH bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O´nun yolunda sadaka veririm veya ALLAH yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer ALLAH bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla ALLAH´a isyan etmem!´ İşte bu azmi, insan bazen kalbinde bulur. Bu doğru ve kesin bir azimettir. Bazen de insanın azminde bir kayma ve tereddüd olur. Azimetteki doğruluğa zıt düşen bir zafiyet olur. Bu bakımdan bu-radaki sıdk, tamlık ve kuvvetten ibarettir. Nitekim denilir: ´Filan adamın doğru bir şehveti vardır!´ Yine denilir ki: ´Şu hastanın şehveti yalancıdır!´ Hastanın şehveti sabit ve kuvvetli bir sebepten gelmeyince veya zayıf olunca böyle denilir. Bu bakımdan bazı kere sıdk zikredilir. Ondan bu mânâ kastolunur. Sâdık ve sıddîk o kimsedir ki bütün hayırlarda azimeti tam bir kuvvete tesadüf eder ki o kuvvette ne bir kayma, ne zafiyet ve ne de bir tereddüt yoktur. Aksine hayırlar üzerinde kesin olan bir azimle cömertlik yapar. Bu, Hz. Ömer´in (r.a) dediği gibidir: ´Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebubekir´in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir´. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi. Sıddîkların azimetlerdeki mertebeleri değişiktir. Bazen azimete tesadüf edip sahibi olur. Fakat o hususta ölüme razı olacak dere-ceye varmaz. Reyiyle başbaşa bırakıldığında ölüme yanaşmaz. Eğer ona ölüm hatırlatılırsa, azmini kırmaz. Sâdık ve mü´minler arasında öyleleri vardır ki eğer nefsi ile Ebubekir´in öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, kendi hayatı, Ebubekir´in hayatından daha kıymetli gelir. IV. Azim´de Vefa Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va´d ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer. Mü´minlerden öyle erkekler var ki ALLAH´a verdikleri sözde dururlar.(Ahzab/23) Hz. Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: ´Rasûlullah´ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer ALLAH, Hz. Peygamber´le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir´. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud´a giderken Sa´d b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa´d ona şöyle sordu: - Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun? - Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud´un eteğindehissediyorum! Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı. Kızkardeşi, Nadr´ın kızı Rabia (r.a) ´Kardeşimi ancak elbise-sinden tanıdım!´ demiştir. Bunun üzerine şu ayeti nazil oldu: Mü´minlerden öyle erkekler var ki ALLAH´a verdikleri sözde durdular.(Ahzab/23) Hz. Peygamber (s.a) Mus´ab b. Umeyr´in cenazesinin başında durdu. Bu zat Uhud muharebesinde şehid olarak yüzü koyun yere düşmüştü. Aynı zamanda Hz. Peygamber´in sancağını taşıyan bir kimseydi. Bu manzarayı gören Hz. Peygamber şu ayeti okudu: Mü´minlerden öyle erkekler var ki ALLAH´a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağı yerine getirdi kimi de bek-lemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir.(Ahzab/23) Fuddale b. Ubeyd Hz. Ömer´in şöyle dediğini naklediyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Şehidler dört gruptur: Mü´min bir kişi ki imanı çok güzel, düşman ile karşılaşmış! ALLAH´a verdiği sözde ölünceye kadar sıdk göstermiştir. İşte o, öyle bir şehiddir ki kıyamet gününde, insanlar ona gözlerini şu şekilde dikeceklerdir! Sonra sarığı başından düşecek derecede başını kaldırıp göklere baktı, (Ravi der ki): ´Fakat Hz. Ömer´in sarığının mı yoksa Hz. Peygamber´in sarığının mı düştüğünü bilmiyorum´.Bir kişi ki imam güzel, düşmanla karşı karşıya geldiğinde, sanki onun yüzüne muz dikeniyle vurulmuştur. Ona serseri bir ok gelir, onu öldürür. Bu kimse ikinci derecededir. Bir mü´min kişi ki salih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış. Düşman ile karşılaştığında, öldürülünceye kadar ALLAH´a sadakat gösterir. Bu ise üçüncü derecededir. Bir kişi ki israf etmiş, düşman ile karşı karşıya gelmiş, öldürülünceye kadar ALLAH´a sadakat göstermiştir. Bu kimse dördüncü derecededir.53 Mücâhid şöyle demiştir: "İki kişi, kötürümlerin yanında ´Eğer ALLAH bize mal verirse muhakkak sadaka vereceğiz!´ dediler. ALLAH Teâlâ kendilerine mal verdiğinde ise cimrilik yaptılar. Bunun üze-rine şu ayet-i kerime nâzil oldu: Onlardan kimi de ´Eğer ALLAH lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız!´ diye ALLAH´a and içtiler.(Tevbe/75) Müfessirlerden bazıları, ´Ayette bahsi geçen söz, onların içlerinden geçirdikleri niyetleri olup konuşmaları değildir´ demişlerdir. Onlardan kimi de ´Eğer ALLAH lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız´ diye ALLAH´a and içtiler. Ne zaman ki ALLAH, lütfundan onlara verdi; O´n(un verdiğin)e cimrilik ettiler, yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı ALLAH, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur. Bilmediler mi ki ALLAH onların gizli konuşmalarını ve sırlarını bilir ve ALLAH gizlileri bilendir.(Tevbe/75-77) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz); ona mu-halefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar. Hz. Ömer (r.a) istisna yaparak şöyle demiştir: ´Boynumun vurulması, benim için, içlerinde Ebubekir´in bulunduğu bir kavmin başında yönetici olmaktan daha hoştur. Yârab! Nefsimin ölüm anında bana şu anda bulamadığım birşeyi hatırlatmasından dolayı beni muaheze etme! Çünkü ben, bu hareketin ağır gelmesinden ötürü nefsin azminden caymayacağından emin değilim!´ Hz. Ömer bu sözüyle, azmi yerine getirmenin zorluğuna işaret etmiştir. Ebu Said Ahmed b. İsa el-Harrâz şöyle anlatıyor: "Bir gece rüyamda iki melek, gökten inip bana ´Sıdk nedir?´ diye sordular. ´Sözü yerine getirmektir!´ cevabını verdiğimde de ´Doğru söyledin!´ diyerek tekrar göklere çıktılar". V. Amelin Sıdkı Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan birşeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terketmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun ALLAH´ın huzu-runda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır. Bunun korkusundan, bazı kimseler zâhirî sebebiyle hayırlı olduğunun sanılmaması ve dolayısıyla zâhirinin iç âlemine delâlet edişinde yalancı olmaması için dış görünüş itibariylekarışıklığı tercih etmiştir. Zâhirin bâtına muhalefeti, kasdî ise buna riya adı verilir. Bununla ihlâs elden kaçar. Şayet kasdî değilse sadece sıdk elden kaçar. Bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ey ALLAHım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!54 Yezid b. Hâris şöyle demiştir: ´İçi ile dışı bir olan kul, âdil ve normaldir. İçin dıştan üstün olması fazilet; dışın içten üstün olması ise zulümdür. Bu hususta şöyle bir şiir vardır: İçi dışı bir olan mü´min, dünya ve ahirette aziz olmuş ve övülmeyi hak etmiştir. Dışı içine muhalif olan mü´mininse, çalışmalarında, yorgunluk ve meşakkatten başka bir fazileti yoktur. Pazarda ancak gerçek para geçer. Kalp parayı ise hiç kimse istemez. Atiyye b. Abdülgafûr55 şöyle demiştir "ALLAH Teâlâ içi ile dışı uygun olan mü´min ile, meleklere karşı iftihar ederek ´İşte şu, benim hakîki kulumdur!´ buyurur". Muaviye b. Kurre b. İyas el-Müzenî56 şöyle demiştir: ´Kim bana geceleri ağlayıp, gündüzleri güler yüzlü olan birini gösterebilir?´ Abdülvahid b. Zeyd ´Hasan, emrolunduğu şeyleri herkesten daha iyi yapar; kendisine yasak edilen şeylerden de herkesten daha fazla kaçınırdı. İçi dışına, onunkinden daha fazla benzeyen kimse görmedim´. Ebu Abdurrahman ez-Zâhid ´Yârab! İnsanlarla aramızda geçen işlerde emniyetle, ikimiz arasındaki amellerimde ise hiyanetle muamele ettim´ der ve ağlardı. Ebu Yakub Nehrecurî57 şöyle demiştir: ´Sıdk, dışta ve içte, hakkın uygunluğudur! Öyleyse içle dış´ın bir olması sıdkın çeşitlerindendir.´ VI. Dinî Mertebelerde Sıdk Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir Korku, Ümit, Ta´zîm, Zühd, Rıza, Tevekkül, Sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır. Muhakkak ki bunların her birinin başlangıçları vardır. Bu başlangıçların meydana gelmesiyle bunlara sıdk adı verilir. Sonra yine her birinin gaye ve hakikatleri vardır. Bunların hakikatlerine hak sahibi sâdık kimseler ermiştir. Bir şey galebe çalıp hakîkati tamamlandığında sahibine sâdık denir. Nitekim ´Filan adam çarpışmasında sâdıktır!´ ve ´Bu, doğru sâdık bir korkudur! Şu şehvet, sâdık şehvettir!´ denilir. Mü´minler onlardır ki ALLAH´a ve Rasûlü´ne inandılar, sonra şüphe etmediler; ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) sâdık olanlar onlardır.(Hucurât/15) Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki Kitab´a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı ve zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (ALLAH´ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177) Ebu Zer´e iman sorulduğunda bu ayeti okumuştur. Kendisine ´Biz senden imanı sorduk?´ denildiğinde de ´Kendisine imanı sorduğumda Hz.Peygamber de bu ayeti okudu!´ karşılığını vermiştir. Burada, korku için bir misal verelim: ALLAH´a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki ALLAH´tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Ateş (cehennem) gibi kendisinden kaçanların, cennet gibi de kendisini isteyenlerin uyuduğu birşey görmedim.58 Bu konuların incelenmesi cidden zordur. Bu makamların sonu yoktur ki tamamına varılsın! Fakat her kul için bunda durumuna uygun zayıf ya da kuvvetli bir pay vardır. Kuvvetli olunduğunda sâdık diye adlandırılır. Bu bakımdan ALLAH´ın marifet ve tâzîminin ve O´ndan korkmanın sonu yoktur. Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil´e şöyle dedi: - Seni asıl suretinde görmek isterim. - Buna gücün yetmez! - Hayır, bana kendini göster! Bunun üzerine, Cebrâil (a.s) mehtaplı bir gecede Bakî´de görünmek üzere söz verdi. Cebrâil, asıl sûretinde göründüğünde Hz. Peygamber, onun, göklerin etrafını kapatmış (bütün semayı doldurmuş)olduğunu gördü.Bunun üzerine bayılarak düştü. Ayıldığında Cebrâil eski suretine dönmüştü. Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: - ALLAH´ın böyle bir mahlûku olacağını zannetmezdim. - Peki İsrafil´i görseydin ne yapardın? Arş onun omuzlarındadır; iki ayağı ise yerin en alt tabakasına dalmıştır. Ama bu heybetine rağmen o, ALLAH´ın azameti karşısında küçücük kuş gibikalır. İsrafil´i nasıl bir azamet ve heybet sarmıştır ki bu duruma düşmüştür. Oysa diğer melekler, marifette değişik olduklarından dolayı böyle değildirler. İşte tâzîmdeki sıdk budur! Câbir´in (r.a) rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu-yurmuştur: İsrâ gecesinde mele-i a´lâ´dan, Cebrâil yanımda olduğu halde, ALLAH´ın korkusundan, devenin sırtına vurulan çul gibi geçtim.59 Ashab-ı kirâm da böyle korkarlardı. Fakat onların korkusu Hz. Peygamber´in korkusu derecesine varmamıştır. İbn Ömer (r.a) ´Kul, bütün insanların ALLAH´ın dininde kusurlu olduklarını görmedikçe imanın hakikatine eremez´ demiştir. Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Halktan hiç kimse yoktur ki ALLAH ile arasındaki amellerinde kusurlu olmasın! Ancak bazılarının kusuru bazıların diğerlerinkinden daha ehven olur. (Peygamberler bu hükmün dışındadır). Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH´a nisbeten ve O´nun azametine kiyasen, bütün insanları develer gibi görmedikçe hiçbir kul imanın hakîkatine varamaz. Sonra bu kul kendi nefsini hakîrin en hakîri ola-rak görür.60 Öyleyse bütün bu makamlarda sıdka erişilmesi çok nadirdir. Sonra sıdk dereceleri sonsuzdur.Sıdk, bazı durumlarda kul içinolur; bazılarında ise olmaz. Eğer kul hepsinde doğru ise, hakîki sıddîk olur. Sa´d b. Muaz şöyle demiştir: ´Üç haslet vardır ki ben bunlarda kuvvetli, başkalarında zayıfımdır: 1. Müslüman olduktan sonra; bitirinceye kadar kıldığım hiç bir namazda nefsimle konuşmadım. 2. Herhangi bir cenazeyi teşyî ederken, defin işi bitinceye kadar, ölünün söylediklerinin ve onun hakkında söylenilenlerin dışında nefsimle konuşmadım. 3. Hz. Peygamber´den bir söz işittiğimde onun hak olduğunu tereddütsüz tasdik ettim´. Bu sözü rivayet eden Said b. Müseyyeb ´Zannetmiyorum ki bu hasletler, Hz. Peygamber´den (s.a) başka bir kimsede bir araya gelmiş olsun´ demiştir. İşte bu da bu amellerdeki sıdktır. Ashabın büyüklerinden niceleri, namaz kılmış, cenazeler teşyî etmiş; fakat bu dereceye erişememiştir. Bütün bunlar sıdk´ın derece ve mânâlarıdır. Şeylerin sıdk´ın hakîkati hakkındaki sözleri, çoğu kez ancak bu mânâların bir kısmını kapsar. Ebu Bekir el-Verrak61 şöyle demiştir: ´Sıdk üç çeşittir: Tevhidin, ibadetin ve marifetin sıdkı!´ Tevhid´in sıdkı bütün mü´minler içindir. ALLAH´a ve elçilerine inananlar (yok mu) işte rableri yanında onlar, sıddîklar ve şehidlerdir.(Hadîd/19) İbadet´in sıdkı ilim ve takvâ sahipleri içindir. Marifet´in sıdkı ise yeryüzünün kazıkları (direkleri) olan velayet ehli içindir. Bütün bunlar, altıncı sıdk´ta zikrettiğimiz mihver üzerinde dönüp dolaşır. Fakat bu, içerisinde sıdk bulunmayan kısımların zıddıdır ve bütün kısımları kapsamaz. Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: ´Sıdk, mücâhededir! Başkalarını, kendi nefsine tercih etmediğin gibi ALLAH üzerine de başkasını tercih etmemendir!´ O sizi seçti. (Hacc/78) Rivayete göre ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´ya şöyle vahy etmiştir: Ben bir kulumu sevdiğimde, onu dağların bile dayanamayacağı öyle belalara mübtelâ kılarım ki dağlar o belalara tahammül etmez. Bunu da onun sıdkını denemek için yaparım. Eğer sabırlı görürsem kendisini dost edinirim. Onu nemelazımcı ve beni mahluklarıma şikayet edici olarak görürsem perva etmeksizin mahvederim. O halde sıdk´ın alâmetlerinden biri de bütün musibet ve taatları gizlemek; halkın bunları öğrenmesinden hoşlanmamaktır. Niyet, İhlâs ve Sıdk bölümü ALLAH´ın yardımıyla burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından ALLAH´ın izniyle Kitab´ul-Murâkabe ve´l-Muhasebe adlı bölüm gelecektir. Hamd ALLAH´a mahsustur! 50) Müslim, Buhârî 51) Müslim, Buhârî 52) Buhârî, İbn Mâce ve Beyhakî 53) Tirmizî, (hasen olarak) 54) Tirmizî 55) Nüshalarda böyle ise de doğrusu Ukbe b. Abdülgafûr´dur. Künyesi Ebu Nehar´il-Evdi el-Avzî olup. Basralıdır. H. 183´de vefat etmiştir. 56) 76 yaşında ve H. 113´de vefat etmiştir 57) Cüneyd-i Bağdâdî´nin sohbetinde bulunmuştur. Mekke´de mücavir iken H. 320´de vefat etmiştir. 58) Daha önce geçmişti. 59) Beyhâkî 60) Irâkî, merfû bir hadîste aslına rastlamadığını söylemektedir. 61) Tirmizlidir. Sonraları Belh´e gitmiştir. Riyaziyât ve Muamelât konu-larında kitaplar yazmıştır |
Niyet´in Fazileti
Niyet´in Fazileti, Hakîkati, Amelden Hayırlı Olması; Nefisle İlgili Amellerin Fazileti ve Niyet´in Kulun İhtiyar´ından Hariç Oluşu Rablerinin rızasını dileyerek sabahakşam O´na dua edenleri (fakirleri onlarla bir arada bulunmak istemeyen müşriklerin arzularına uyarak yanından) kovma!(En´âm/52) Ayette bahsi geçen dileme´den gaye niyet´tir. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Amellerinin doğruluğu veya kemâle ermesi ancak niyetlere bağlıdır. İnsan için, neye niyet etmişse ancak o vardır. Bu bakımdan kimin hicreti ALLAH´a ve Rasûl´üne olursa, onun hicreti ALLAH ve Rasûl´ünedir. Kim de dünyaya veya evleneceği bir kadına hicret etmişse, onun hicreti (niyeti) de hicret ettiğinedir.2 Ümmetimin şehidlerinin çoğu, yataklarında ölenlerdir. Düşmanla çarpışırken öldürülen niceleri vardır ki onların niyetini ALLAH daha iyi bilir.3 Eğer (karı-kocanın) arasının açılmasından endişe duyarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse ALLAH onların arasını bulur.(Nisâ/35) Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, bu ayette, niyeti (istemeyi) karı-kocanm barışmasına sebep kılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki ALLAH Teâlâ, suretlerinize ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.4 ALLAH Teâlâ kalplere, niyet´in yeri olmasından dolayı bakar. Kul güzel ameller işlediğinde melekler onları mühürlü sayfalar içerisinde yükseltip götürürler ve ALLAH´ın huzuruna koyarlar. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: - Şu sayfayı atınız! Zira içindeki amelle benim rızam kasdedilmemiştir. Sonra meleklere seslenir: - O kul için şunu yazınız. O kul için bunu yazınız! - Ey RABBİMiz! O bunların hiç birini işlemedi ki?! - İşlemedi, fakat niyet etti!5 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanlar dört sınıftır: a) ALLAH´ın, kendisine ilim ve mal verdiği kişidir ki ilmiyle malında tasarruf eder! b) Onun bu halini görüp de ´Eğer ALLAH buna verdiğinin benzerini bana verirse, ben de onun yaptığı gibi yaparım´ diyenkimse. Bu iki kişi sevapta eşittirler. c) ALLAH´ın, kendisine mal verip de ilim vermediği kişidir ki cehaletinden ötürü malını har vurup harman savurur. d) Üçüncünün halini görüp de ´Eğer ALLAH buna verdiğinin benzerini bana verseydi onun yaptığı gibi yapardım!´ diyenkimse. Bu ikisi de günahta eşittirler.6 ALLAH Teâlâ´nın, niyetinden ötürü kişiyi başka bir kişinin iyi veya kötü amellerine nasıl ortak kıldığına dikkat ediniz! Enes b. Mâlik´in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) Tebük seferine giderken şöyle buyurmuştur: Medine´de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde, geçtiğimiz her bir derede, kâfirleri öfkelendirecek şekilde attığımız her adımda, yaptığımız her infakta kazandığımız sevabı bizimle paylaşmaktadırlar! - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Onlar bizimle birlikte olmadıkları halde bu fazileti nasıl elde edebiliyorlar? - Kendilerini özürleri geri bırakmıştı. Bu bakımdan onlar niyetlerinin güzelliğiyle bize ortak oldular.7 İbn Mes´ud (r.a) şöyle diyor: Hz. Peygamber ´Kişi için, ancak neyi istemek üzere hicret etmişse o vardır´ buyurmuştur. Gerçekten de bizden bir kişi hicret ederek Ümmü Kays adında bir kadınla evlendi. Bundan dolayı bu kişiye ´Ümmü Kays muhâciri´ adı verildi.8 Bir haberde şöyle denilmiştir: "Bir kişi ALLAH yolunda öldürüldü; fakat kendisine ´merkebin ölüsü´ adı verildi. Çünkü o, karşısındaki kişinin eşyalarını ve merkebini almak için dövüştüğü sırada öldürülmüştü. Dolayısla niyetine nisbet edilerek kendisine bu isim verildi". Ubâde b. Sâmit Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder: Yalnızca ganimet elde etme niyetiyle harbe katılan kimse için ancak niyet ettiği vardır.9 Ubeyy b. Ka´b şöyle anlatıyor: "Birlikte harbe katıldığımız bir kişiden yardım istedim. Bana ´Hayır! Ancak bana bir ücret verirsen yardım ederim!´ dedi. Bunun üzerine ona ücret verdim. Daha sonra bu durumu kendisine anlattığımda Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Onun için gerek dünyasında, gerekse de ahiretinde senin verdiğin ücretten başka bir nasib yoktur.10 İsrâiliyât´ta şöyle anlatılıyor: "Adamın biri bir kıtlık senesinde, bir kum yığınının yanından geçerken, kendi kendisine ´Eğer bu kum yığını yiyecek olsaydı onu halk arasında taksim ederdim´ diye düşündü. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: O kuluma de ki: ´ALLAH Teâlâ senin sadakanı kabul edip güzel niyetine teşekkür etti. Sana, o kum yığını kadar yiyeceği sadaka olarak dağıtmışın gibi de sevap verdi´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim bir iyiliğe niyet eder, fakat onu yapmazsa kendisine bir sevap yazılır.11 Abdullah b. Amr´ın rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kimin niyeti dünya ise ALLAH onun fakirliğini gözlerinin arasında kılar. O dünyadan, onu en çok istediği halde ayrılır. Kimin de niyeti ahiret ise, ALLAH onun kalbini zengin kılar. Kaybettiklerini onun için derler. O dünyadan, ondan en zâhid olduğu (onu en çok istemediği) halde ayrılır.12 Hz. Peygamber bir keresinde, Mekke ile Medine arasında yere batacak bir ordudan bahsetti. Bunun üzerine Ümmü Seleme vâlidemiz şöyle sordu: - Onların içinde istemeyerek (zorla) veya bir ücret karşılığı götürülenler vardır. (Bunlar niçin ne buyuruyorsunuz?) - Onlar, niyetleri üzere haşrolunurlar!13 Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Savaşanlar, ancak niyetler üzerinde savaşırlar.İki ordu, karşı karşıya geldiğinde, melekler yere inerek insanları, yazarlar: ´Filan adam dünya için, falan adamsa gayretkeşliğinden (hamiyyetinden) dolayı dövüşüyor. Filan adam da asabiyet (ırkçılık) için dövüşüyor´. Sakın (rastgele) ´Filan adam ALLAH yolunda öldürüldü!´ demeyiniz! Zira ALLAH yolunda çarpışan kimse, (ancak) ALLAH´ın kelimesi (dini) en yüce olsun diye çarpışan kimsedir.14 Câbir´den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her kul, hangi niyet üzerinde ölürse o niyet üzere haşrolunur.15 Ahmed b. Ebî Bekre´nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde hem öldüren, hem de öldürülen cehennemdedir. - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Öldüreni anladık, fakat öldürülenin suçu nedir? - Çünkü öldürülen de karşısındakini öldürmeye niyet etmişti!16 Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği bir hadîste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH için koku sürerse, kıyamet gününde kokusu miskten daha hoş olduğu halde haşredilir. Kim de ALLAH´tan başkası için koku sürerse kıyamet gününde huzura, kokusu leşten daha kötü olduğu halde gelir. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Amellerin en üstünü, ALLAH´ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve ALLAH katında niyetin doğruluğudur´. Sâlim b. Abdullah, Ömer b. Abdülâziz´e şunları yazdı: ´Bil ki ALLAH´ın yardımı kulun niyeti nisbetindedir. Bu bakımdan kimin niyeti tam ise, ALLAH´ın ona yapacağı yardımı tamdır. Kimin niyeti de eksikse ona yapılacak yardım da o nisbette eksilir´. Seleften bir zat şöyle demiştir: ´Nice küçük amel vardır ki niyet onu büyütür nice büyük amel de vardır ki niyet onu küçültür´. Dâvud et-Tâî şöyle demiştir: ´İyi insanın niyeti takvâdır. Onun bütün azaları dünyaya yapışsa bile, niyeti birgün kendisini mutlaka doğruya iletecektir. Cahilin durumu ise bunun tam aksinedir´. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Sizin ameli öğrendiğiniz gibi selef de amel için niyeti öğreniyorlardı´. Âlimlerden bir zat şöyle demiştir: ´Amel etmezden önce amel için niyet edilmelidir; zira insan hayra niyet ettiği sürece hayırlı demektir´. Müridin biri âlimleri ziyaret ederek ´Bana, kendisiyle hiç durmadan ALLAH için çalışabileceğim bir amel gösterir misiniz? Zira ben, gece veya gündüz üzerimden, ALLAH için çalışamadığım bir saatin bile geçmesini istemiyorum´ derdi. Nihayet bir âlim kendisine ´Sen isteğini elde etmişsin. Bu bakımdan gücün yettiği kadar hayır işle! Hayır işlemekten gevşediğinde veya terkettiğinde onu işlemeye niyet et; zira hayrı işlemeye niyet eden de tıpkı işleyen gibidir´ dedi. Seleften bir zat da şöyle demiştir: ´ALLAH´ın sizlere vermiş olduğu nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Muhakkak ki günahlarınız bildiklerinizden daha gizlidir; fakat siz sabah akşam tevbeye devam ediniz.ALLAH Teâlâ bu iki vakit arasında yaptıklarınızı affedecektir!´ İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Herhangi bir günaha, kasd ve niyet etmediği halde uyuyan ve yine herhangi bir günaha atılmadığı halde uyanan göze ne mutlu!´ Ebu Hüreyre şöyle demiştir: İnsanlar kıyamet gününde niyetlerine göre haşrolunacaklardır´. Andolsun biz sizi deneyeceğiz içinizden cihad edenleri ve (güçlüklere) sabır gösterenleri bilelim ve söylediğimiz sözlerin (doğru olup olmadığını) sınayalım.(Muhammed/31) Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda ağlamış; sonra tekrar okuyarak şöyle demiştir: ´(Ey RABBİM)! Eğer sen imtihan edersen, yırtıp (gizli hallerimizi ortaya çıkarıp) bizleri rezil edersin´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî kalırlar!´ Ebu Hüreyre şöyle demiştir: Tevrat´ta şöyle yazılıdır: ´Kendisiyle rıza-mın niyet ve irade edildiği şey´in azı çoktur. Kendisiyle benden başkasının niyet ve irade edildiği şey´in de çoğu azdır´. Bilâl b. Sa´d şöyle demiştir: ´Kul mü´min olduğunu söylediğinde ALLAH Teâlâ ameline bakmadan onu sözüyle başbaşa bırakmaz. Amel ettiğinde ise takvâsına bakmadan onu ameliyle başbaşa bırakmaz. Takvâ sahibi olduğunda da neye niyet ettiğine bakmadan onu bırakmaz. Eğer niyeti doğru ise, diğer hareketleri haydi haydi doğrudur´. Amellerin direği niyetlerdir. Bu bakımdan amel, hayır olabilmesi için niyete muhtaçtır. Niyet de her ne kadar birtakım mânilerden dolayı kendisine göre amel etmek zor olsa da aslında bir hayırdır. 2) Müslim, Buhârî 3) İmam Ahmed 4) İmam Ahmed, Müslim ve İbn Mâce 5) Dârekutnî 6) İbn Mâce 7) Buhârî 8) Taberânî 9) İmam Ahmed 10) Taberânî 11) İbn Mâce 12) İbn Ebî Dünya 13) Müslim, Ebu Dâvud 14) İbn Mübârek 15) Müslim 16) Müslim, Buhârî, Ebu Dâvud ve Nesâî 17) İmam Ahmed |
Niyet´in Hakîkati
Niyet, irade ve kasd aynı mânâya gelen ibareler olup kalbin bir hali ve sıfatıdır. Niyet, iki şey arasındadır: İlim ve amel. İlim bunun öncüsüdür; zira ilim, onun aslı ve şartıdır. Amel ise, ona tâbidir, zira onun meyvesi ve dalıdır. Bunun hikmeti de şudur: Her amel (her hareket ve sükûn) ihtiyarî olup ancak üç şeyle tamamlanır: a. İlim b. İrade c. Kudret İnsan bilmediği bir şeyi irade edemez. Bu bakımdan bir şeyi irade edebilmesi için onu bilmesi lâzımdır. İrade etmediğini ise işlemez. Bu bakımdan bir şeyi işlemesi için de onu irade etmesi gerekir. İradenin mânâsı kalbin gayesine uygun bulduğu şeye yönelmesi demektir. Bu uygunluk ya içinde bulunan anda ya da gelecekte olur. ALLAH Teâlâ insanı bazı işlerin kendisine veya hedefine uygun geleceği, bazı işlerle de çelişeceği bir şekilde yaratmıştır. Bu bakımdan insan nefsine uygun gelenleri anma, nefsine zıt olan zararlı şeyleri uzaklaştırma ihtiyacı hisseder. Dolayısıyla fayda veya zarar verici şeyleri bilmek zorundadır ki faydalı olanları alıp zararlılardan kaçabilsin; zira yiyecek maddelerini görmeyen ve tanımayan kimsenin ona el uzatması mümkün değildir. Ateşi görmeyen kimsenin de ateşten kaçması düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ hidayet ve marifeti yaratmış; bunlara zâhir ve bâtın duyulardan ibaret olan sebepleri halk etmiştir. Ancak bunları açıklamak buradaki maksadımız dışındadır. İnsan yiyecek maddelerini gıdayı görüp tabiatına uygunluğunu bilse dahi tabiatında ona karşı bir istek bulunmadığı takdirde onu edinme ihtiyacı hissetmez; zira hasta yiyecek maddelerini görüp, tabiatına uygunluğunu bildiği halde isteği olmadığından, harekete geçirici teşvikçisi bulunmadığından faydalanma imkânından mahrumdur. Öyleyse ALLAH Teâlâ, insanoğlunda istek ve iradeyi yaratmıştır. İstek ve iradeden gayem; onun nefsinde yiyecek maddelerine karşı bir iştah ve kalbinde onlara yöneltici bir kudret yaratmaktır. Sonra bu da yetmez; zira nice kimseler vardır ki yemeği görür, isteği de olur; fakat kötürüm olduğundan dolayı onu yemeye bir türlü muvaffak olamaz. Bu bakımdan insanoğlu için kudret ve hareket ettirici azalar yaratıldı ki onunla yemeği daima yeme imkânını elde etmiş olsun. Aza ise ancak kudretle hareket eder. Kudret iteleyici ve teşvik edici bir âmili; bu âmil de ilim ve marifeti veya zan ve itikadı bekler. Bu da kişinin, nefsinde, gördüğü şeyin kendisine uygun olduğunu bilmesi demektir. Kişinin marifeti, gördüğü şeyin nefsine uygun olduğu hususunda kesinleştiği ve kendisinde bunu yapma mecburiyeti hissettiği ve kendisini onu yapmaktan alıkoyacak karşı bir kuvvet de bulunmadığı takdirde irade harekete geçer ve o şeye karşı meyil oluşur. İrade harekete geçtiğinde kudret de azaları harekete geçirmek için faaliyete geçer. Bu bakımdan kudret iradenin hizmetindedir; irade ise inanç ve marifetin hükmüne tabidir. Bu durumda niyet, mutavassıt bir sıfattan ibaret olup, irade hedefe uygun olana rağbet ve meylin hükmüyle nefsin harekete geçmesidir. Bu uygunluk da ya içerisinde bulunan anda ya da gelecekte sözkonusudur. Bu bakımdan ilk hareket ettirici, hedefin bizzat kendisi olup bu da iteleyici kuvvettir. İteleyici gaye, niyet edilen maksadın ta kendisidir. Harekete geçmeyi kabul etmekse kasd ve niyettir. Kudretin; azaların hareketiyle iradenin hizmetine koşması amelin ta kendi-sidir. Ancak kuvvetin amel için harekete geçmesi, bazen bir teşvikçi ile bazen bir fiil hususunda bir araya gelen iki teşvikçi ile olur. Bazı durumlarda bu teşvikçinin her biri tek başına kuvveti harekete geçirmeye kâfidir. Bazen her biri tek başına bunu yapamaz; ancak bir araya geldikleri takdirde yapabilir. Bazen de bir tanesi kâfi gelmesine rağmen diğeri ona yardım edici ve onu takviye edici olarak harekete geçer. Böylece bu taksimattan dört kısım meydana gelir. Biz, her bir kısım için bir misal vereceğiz ve o kısmın adını söyleyeceğiz. Bir Bir tek iteleyici kuvvetin yalnız başına olmasıdır. Nitekim yırtıcı bir hayvanın hücumuna mâruz kalan bir insan o hayvanı her gördükçe yerinden fırlar. Bu insanı ürküten şey, yırtıcı hayvandan kaçma isteğinden başka birşey değildir. Bu insan yırtıcı hayvanı görmüş ve onun zararlı olduğunu anlamıştır. Bu yüzden nefsi kaçmaya teşebbüs edip rağbet göstermiştir. Bu teşebbüs gereğince kudreti harekete geçmiştir. Bu kişinin niyeti yırtıcı hayvandan kaçmaktır; zira ayağa kalkmakta başka bir gayesi yoktur. İşte bu niyet hâlise adını alır. Bu niyet gereği yapılan amele de, iteleyici hedefe nisbetle ihlâs denir. Mânâsı başkasının müşâreketinden (ortaklığından) ye karışmasından arınmış demektir. İki İki iteleyicinin bir araya gelmesidir. Öyle ki bunların her biri, kudreti tek başına harekete geçirmeye yeterlidir. Buna, duyularla hissedilen şeylerden şu misali verebiliriz: Bazen iki kişi bir şeyi kaldırma hususunda yardımlaşırlar. Oysa bunların her biri tek başına dahi onu kaldırabilirdi. Konumuzla ilgili olarak da şu misâli verebiliriz: Bir şahıstan, fakir bir akrabası bir ihtiyacının giderilmesini ister. O da fakirliğinden ve akrabalığından dolayı ihtiyacını giderir. Sonra şunu da bilir ki eğer fakirliği olmasaydı, sadece akrabalığından dolayı; akrabalığı olmasaydı sırf fakirliğinden dolayı onun ihtiyacını giderecekti. Hatta yine anlamıştır ki zengin bir akrabası dahi gelseydi onun ihtiyacını yerine getirmek için de çalışacaktı. Doktorun kendisine Arefe gününde yemeği bırakmasını emrettiği kimsenin durumu da böyledir. Bu kimse o gün oruç tutar ve Arefe günü olmasa bile, korunmak için yine yemek yemeyeceğini ve korunmak için olmasa dahi Arefe günü olduğundan dolayı yemeği terkedeceğini bilir. Oysa burada ikisi bir araya geldi. Bundan dolayı o da yemeği terketti. İşte burada ikinci iteleyici, birincinin arkadaşıdır. Bu duruma iteleyicilerin arkadaşlığı adını verelim. Üç İteleyicilerden her birinin, tek başına kaldığında iş görememesidir. Fakat ikisinin bir arada bulunması, kudreti harekete geçirmeye yeter. Bunun hissedilen şeylerde misali; iki zayıf kişinin, tek başlarına kaldıramadıkları bir yükü kaldırma hususunda yardımlaşmalarıdır. Konumuzla ilgili olarak da şu misali verebiliriz: Kişi, zengin bir akrabasının veya yabancı bir fakirin istediği parayı vermez; fakat fakir bir akrabasının istediği parayı verir. Burada kişiyi bu hayra davet eden kuvvet iki teşvikçinin bir araya gelmesisiyle harekete geçmiştir ki bunlar akrabalık ve fakirliktir. Hem sevap kazanmak, hem de övülmek için açıktan sadaka veren kişi de böyledir. Sevap kazanma kastı tek başına bu kişiyi sadaka vermeye teşvik etmez. Diğer taraftan sadakayı isteyen fâsık olup aldığı sadakada sevap yoksa, sadece riyakârlık da bu kişiyi sadaka vermeye itelemez. Ancak ikisi bir araya geldiğinde kalbi harekete geçirebilirler. O halde, biz bu kısma müşareket (ortaklık) adı verelim. Dört Teşvikçilerden birinin tek başına iş görebildiği halde ikincisinin kendi başına iş görecek durumda olmamasıdır. Fakat ikincisi birinciye eklendiğinde yardım edip kolaylaştırmak suretiyle ona tesir eder. Bunun duyularla hissedilenlerde misali; zayıf bir kimsenin, herhangi bir yükü kaldırmaya gücü yeten kuvvetli birine yardım etmesidir. Kuvvetli olan, o yükü tek başına kaldırabilir; zayıf olansa onu tek başına kaldıramaz. Yardımı kolaylaştırır; hafiflemesinde müsbet bir rol oynar. Konumuzla ilgili misali; insanoğlunun sadakayı eda ettiği sırada halktan bir grubun orada bulunmasıdır. Bu fiil, orada bulunanların görmeleri sebebiyle kişiye daha da kolay gelir. Ancak kişi, tek başına tenha bir yerde olsa dahi o fiili işlemek hususunda gevşeklik göstermeyeceğini ve yine amel sırf ibadet olmasaydı sadece riyanın kendisini bu amele zorlayamayacağını bilir. Bu bakımdan bu, niyete arızî olarak katılan bir şeydir. Öyleyse biz bu kısma muavenet adını verelim. İkinci teşvik edici, ya arkadaş veya ortak ya da yardımcı olur. Bunların hükmünü İhlâs bölümünde söyleyeceğiz. Şimdi ise ga-yemiz; niyetlerin kısımlarını açıklamaktır. Çünkü amel, kendisini teşvik edene tâbidir. Bu bakımdan amel, niyete göre hüküm kazanır. ´Ameller ancak niyetlere göredir´ denilmiştir; çünkü ameller (niyete) tabidir ve esasında hükümleri yoktur. Hüküm ancak tâbi oldukları şeye (niyete) aittir. Çünkü, kişi, kalbiyle ALLAH´ı zikretmeye veya müslümanların maslahatları hakkında düşünmeye niyet ettiğinde; hadîsin bu şekilde anlaşılması hâlinde; düşünmeye niyetlenmesinin, bilfiil düşünmekten daha hayırlı olması gerekirdi. Bazılarına göre de tercihin sebebi şudur: ´Niyet amelin sonuna kadar devam eder. Ameller ise devam etmezler´. Oysa bu izah zayıftır. Çünkü bu durumda hadîsin mânâsı ´Çok amel az amelden daha hayırlıdır´ şekline dönüşür. Oysa durum hiç de böyle değildir. Zira namazın niyeti bazen kısa bir süre, ameleri ise daha uzun süre devam eder. Oysa hadîsin mânâsının böyle kabul edilmesi durumunda şahsın niyeti amelinden (namazından) daha hayırlı olur. Bazılar ise "Bu hadîsin mânâsı; ´Niyet mücerred olarak, niyetsiz mücerred amelden daha hayırlıdır´ demektir" derler. Bu söz doğru olmakla birlikte hadîsten bu mânânın kastedilmiş olması uzak bir ihtimadir; zira niyetsiz veya gafletle yapılan amel, asla hayırlı değildir. Niyet ise, mücerred hayırdır. Oysa tercih, hayrın esasında ortak olanlar arasında yapılır. Bilakis bu hadîsle kastedilen mânâ şudur: Her ibadet, niyet ve amele tanzim olunur. Oysa hem niyet, hem de amel hayırlardandır. Fakat taatan olan niyet amelden hayırlıdır. Her birinin maksuda etkisi olmakla birlikte taat olan niyet, yine taat olan amelden daha hayırlıdır. Gaye şudur: Kul için hem niyette hem de amelde, bir tercih vardır. O halde her ikisi de ameldir. Bu tür niyet en hayırlılarıdır. İşte hadîsin mânâsı bu söylediklerimizden ibarettir. Niyet´in amele tercih edilmesinini ve ondan hayırlı kabul edilmesinin sebebine gelince, bunu ancak dinin maksad ve yolunu, bu yolun maksada varıştaki tesirinin son hududunu bilen; eserlerin bir kısmını diğerleriyle mukayese edip maksuda nisbetle en kuvvetlisini öğrenmek için çabalayan anlar. Meselâ ´Ekmek meyveden daha hayırlıdır´ diyen kimse, bu sözüyle şunu kastetmiştir: ´Ekmek, gıdalanma maksuduna nisbetle meyveden daha hayırlıdır!´ Bu mânâyı ise, ancak gıdanın bir maksadı olduğu ve bunun da sıhhat ve hayatın idamesi olup gıdaların sıhhat ve hayatı devam ettirmede değişik tesirlerin olduğunu öğrenen; her birinin tesirini bilen ve bir kısmını diğerleriyle mukayese eden kimse anlar! İbadetler de kaplerin gıdasıdır. Maksad; kalplerin şifası, idâmesi, ahirette felah bulması, ALLAH ile mülâki olmak suretiyle nimetlenip saadete ermesidir. Öyleyse maksad, sadece ALLAH´ın mülakatı ile saadet zevkidir. ALLAH´ın mülakatı ile de ancak ALLAH´ı seven ve O´nu ârif olarak (tanıyarak) ölen kimse nimetlenir. ALLAH´ı tanımayan, O´nu asla sevemez. ALLAH´ı uzun süre anmayan da rabbine asla yaklaşamaz. Bu bakımdan ünsiyyet (yaklaşma), ancak zikre devam etmek suretiyle gerçekleşir. Marifet de fikrin (düşüncenin) devamıyla elde edilir. Marifetin arkasındansa zorunlu olarak muhabbet gelir. Kalp, zikir ve fikre ancak dünya meşgalelerinden kurtulduğunda devam edebilir. Dünya meşgalelerinden de ancak dünyevî şehvetlerin, hayra meyledip onu irade edecek, şerden kaçıp ondan nefret edecek hale gelmek suretiyle kesilmesiyle kurtulabilir. Hayırlara ve taatlara ise ancak ahiret saadetinin bunlara bağlı olduğu bilindiğinde meyledilir; tıpkı akıllı bir kimsenin, selâmetinin kan aldırmada olduğunu bildiğinde buna meyletmesi gibi... Marifet´ten dolayı meydana gelen meyletmenin esası, ancak meylin ve ona devam etmenin gereğiyle kuvvet bulur; zira kalbin sıfatlarının ve iradesinin isteklerine amelle devam etmek, o sıfat için gıda yerine geçer. Böylece bu devamlılıktan dolayı o sıfat kuvvet kazanır ve gelişir. Aynı şekilde ilim veya riyaset (baş olma) isteğine meyleden kimsenin meyli de başlangıçta zayıf olur. Eğer kişi meylinin isteğine uyar, ilimle, baş olma eğitimiyle ve bunun için gereken amellerle meşgul olursa, meyli kuvvet bulup yerleşir. Dolayısıyla bundan kurtulmak güçleşir. Eğer meylinin isteğine karşı koyarsa meyli zayıflar ve kırılır. Hatta çoğu kez ortadan kalkar. Kişi güzel bir yüze baktığında tabiatı başlangıçta ona zayıf bir şekilde meyleder. Eğer onun arkasına düşüp tabiatın arzusu doğrultusunda çalışır; bakmaya, birlikte oturmaya ve görüşmeye devam ederse, iradesine hâkim olamayacak derecede kuvvet kazanır ve bu meyilden vazgeçmeye gücü yetmez! Eğer nefsini başlangıçta meneder, meylinin isteğine karşı koyarsa, bu hareketi, meyil sıfatını gıdasız bırakmaktır ki bu da nefse şiddetli bir engel olur! Sonuçta zayıf düşüp kırılır, gemlenip ortadan kalkar. Bütün sıfatlar, hayırlar ve ahiret için yapılan taatlar da böyledir. Oysa kötülüklerle ahiret değil, yalnızca dünya kastedilmektedir. Nefsi zikir ve fikre, ancak uhrevî hayırlara meyledip, dünyevîlerden uzaklaşması âmâde kılar. Bu da ancak taate, ibadete devam edip günahları terketmekle perçinleşir. Çünkü azalar ile kalp arasında bir bağ vardır. Bu yüzden bunlar birbirlerinden etkilenir. Bu bakımdan bir aza yaralandığında kalp bundan acı duyar. Sâlihlerden birinin ölümünü duyduğunda veya korkunç bir haber aldığında elem duyar. Onun bu eleminden bütün azalar etkilenir. Vücut tir tir titrer. Bet beniz atar. Kalp, arkasından gidilen bir esastır; emir ve çobandır. Azalarsa hizmetçiler, halklar ve sürüler mesabesindedir. Bu bakımdan azalar sıfatlarının kalpte perçinleşmesinden dolayı onun hizmetçisidirler. Öyleyse hedef kalptir. Azalarsa bu hedefe götürücü vasıtalardır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Vücutta bir organ (kalp) vardır ki o düzgün olduğunda vücudun diğer azaları da düzgün olur.19 Ey ALLAHım! Hem güdeni, hem de güdüleni ıslah eyle!20 Hz. Peygamber burada, güden´den kalbi, güdülen´den de azaları kasdetmiştir. Onların (kurbanların)ne etleri,ne de kanları ALLAH´a ulaşmaz. Fakat ALLAH´a ancak takvâ ulaşır.(Hacc/37) Takvâ kalbin sıfatıdır. Öyle ise bu bakımdan kalp amellerinin genel olarak azaların hareketlerinden daha üstün olduğu şüphesizdir. Sonra niyetin de kalbin amellerinin hepsinden üstün olması gerekir; çünkü niyet, kalbin hayra meyledip irade etmesi demektir. Azaların amelleri´nden gaye; kalbi hayır irade etmeye alıştırmak, hayır meylini oraya perçinlemektir ki kalp dünya şehvetlerinden kurtulup zikre ve fikre yönelsin. Bu bakımdan ga-yesine nisbetle zorunlu olarak hayır olur; çünkü maksada ulaşma imkânı bulmuştur. Bu tıpkı mide hastalıklarının bazen göğüs üzerine konan merhemlerle, bazen de mideye ulaşan ilaçlarla tedavi edilmesine benzer. Bu bakımdan bu durumda ilâç almak, göğsün üzerine merhem koymaktan daha hayırlıdır. Çünkü merhem, göğüs üzerine, tesirinin mideye varması için konulur. Öyleyse mideye doğrudan ulaşan ilaç, daha hayırlı ve daha faydalıdır. İşte bunun gibi, bütün ibadetlerin tesir ve etkilerinin anlaşılması gerekir; zira ibadetlerden maksad, kalbin hallerini; azaların değil, sadece kalbin sıfatlarını daha iyileriyle değiştirmektir. Bu bakımdan alnın yere konulmasında, alın ile toprağın bir araya getirilmesinde başka bir gayenin bulunduğu zannedilmemelidir. Bilakis âdeten böyle yapmak kalpte tevazu sıfatını perçinleştirir; zira kalbinde tevazu hisseden bir kimse, azalarını da bu tevazu ile süslerse, tevazu, o kişide gittikçe kuvvet bulur; kalbinde bir yetime karşı şefkat hisseden kimse onun başını sıvazladığı ve onu öptüğü zaman kalbindeki rikkat (merhamet hissi) daha da kuvvet kazanır. İşte bundan niyetsiz amelin asla fayda vermeyeceği ortaya çıkar; zira yetimin başını kalben gafil olduğu halde veya bir elbiseyi sıvazlar gibi sıvazlayan kimsenin azalarında, kalbindeki rikkati perçinleştirecek hiçbir tesir uyanmaz. Tıpkı bunun gibi, kalbi dünya ile meşgul olduğu halde secdeye varan kimsenin alnını yere koyması, kalbindeki tevazuyu takviye edecek bir tesir uyandıramaz. Bu bakımdan bunun varlığı ile yokluğu birdir. Hedefe nisbetle varlığı ile yokluğu bir olan şeye bâtıl adı verilir. Bu bakımdan ´Niyetsiz ibadet bâtıldır´ denilir. Bunun mânâsı ´gafil olduğu halde yaparsa´ demektir. Ancak gösteriş için veya ALLAH´tan başkasının tâzîmi amacıyla yapılan amelin varlığı ile yokluğu bir olmaz. Bilakis bunun varlığı daha zararlıdır; çünkü onunla, kuvvetlendirilmesi istenen sıfat takviye edilmemiş; aksine sökülmesi istenen sıfat kuvvetlendirilmiştir ki bu da dünyaya meyletmekten sayılan riya sıfatıdır. İşte niyetin amelden daha hayırlı olmasının izahı budur. Bununla aynı zamanda Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin mânâsı da anlaşılır: Kim bir iyiliğe niyet eder; fakat onu işleyemezse, kendisine bir sevap yazılır! Çünkü kalbin niyeti, hayra meyletmesi; hevâsından ve dünya sevgisinden vazgeçmesi demektir. Bu ise, iyiliklerin en son noktasıdır. Ancak amel ile tamamlanması onu kuvvetlendirir. Bu bakımdan kurbandan maksad, eti ile kanı değildir. Bilakis kalbin dünya sevgisinden vazgeçmesi, ALLAH´ın cemâlini tercih ederek O´nun yolunda dünyayı feda etmesi demektir. Amelin yapılması hususunda bir engel çıksa bile niyet ve himmet kesin olduğunda bu sıfat hâsıl olmuş sayılır. Bu bakımdan kurbanların ne eti, ne de kanları ALLAH´a ulaşmaz; O´na ancak kurban sahibinin takvâsı ulaşır. Oysa biz burada takvâ´dan kalbi kastediyoruz. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Medine´de bazı kişiler vardır ki orada oldukları halde cihadımızda bize ortaktırlar. Bu hadîs daha önce geçmişti. Medine´deki kişilerin kalpleri, hayır iradesinin doğruluğu, mal, nefis, şehidlik arzusu ve kelimetullah´ın (ALLAH´ın dininin) i´âsı (yücelmesi) hususlarında cihada çıkanların kalpleri gibidir. Onlar mücahidlerden, ancak birtakım mânilerden dolayı ve sadece bedenleriyle geri kalmışlardı. Bu mâniler kalbin dışındaki sebeplere mahsustur. Kalbin dışındaki sebepler ise, ancak bu sıfatların perçinlenmesi içindir. Bu mânâlarla, niyetin fazileti hakkında kitabımıza aldığımız bütün hadîsler anlaşılmış oldu. Bu bakımdan bu mânâları o hadîslere tatbik eden kimse onların sırlarını keşfedebilir. Ancak biz bunları yeniden tekrarlayarak kitabı uzatmak istemiyoruz. 18) Taberânî 19) Müslim, Buhârî, (Nu´man b. Beşir´den) 20) Daha önce geçmişti. |
Niyet ile İlgili Amellerin Tafsilâtı
Ameller her ne kadar fiil, söz, hareket, sükûn, celb, fikir ve zikir gibi sayılamayacak kadar çok kısma ayrılabilirse de genel olarak üç kısımdır: 1. İbadetler 2. Günahlar 3. Mübahlar Birinci kısım günahlardır. Niyet, günahı günahlıktan çıkaramaz. Bu bakımdan cahil kimselerin ´Ameller ancak niyetlere göredir´ hadîs-i şerifinden bunun aksini anlaması doğru değildir. O halde cahil kimseler niyetten dolayı günahın ibadete dönüşeceğini zanneder; tıpkı insanların kalbini kazanmak amacıyla herhangi bir insanın gıybetini yapan veya başkasının malından sadaka veren veya haram mal ile tekkehane, mescid veya medrese yaptıran ve maksadı hayır olan kimse gibi. İşte bütün bunlar cehalettir. Bunları zulüm ve günah olmaktan çıkarma hususunda niyetin hiçbir tesiri olamaz. Bilakis bu kişinin şeriatın emirleri aksine şer ile hayır işlemek istemesi, başka bir şerdir. Eğer bunu bilerek yapmışsa bu kişi şeriata karşı çıkmıştır. Eğer bunu bilmiyor ise, cehaletinden dolayı günahkârdır; zira ilmi talep edip cehaletten kurtulmak her müslümana farzdır. Hayırların hayır oluşları ancak şeriatla bilinir.Öyle ise şerrin hayra dönüşmesi nasıl mümkün olabilir? Bu uzak bir ihtimaldir. Bilakis bu kalbe, gizli şehvet ve hevâ yerleştirilmiştir; zira kalp, mevki hırsına kapılıp insanların kalplerini kazanmaya meylettiğinde ve nefsin arzulayacağı diğer dünyevî şeyleri arzuladığında şeytan cahili onunla kandırmaya kalkışır. Sehl et-Tüsterî ´ALLAH´a cehaletten daha büyük bir günah ile is-yan edilmemiştir´ demiştir. Kendisine ´Ey Ebu Muhammed! Cehaletten daha fena birşey biliyor musun?´ denildiğinde de ´Evet! Kişinin, cehâletini bilmemesi (cehl-i mürekkeb)dir´ karşılığını vermiştir. Durum gerçekten de böyledir; zira cehaleti bilmemek, öğrenme kapısını tamamen kapatır. Kendisini âlim zanneden kimse nasıl öğrenebilir? Bunun gibi kendisiyle ALLAH Teâlâ´ya itaat edilen şeylerin en üstünü ilimdir. İlmin başı da ilmi bilmektir; tıpkı cehaletin başının cehaleti bilmemek olduğu gibi. Faydalı ilmi, zararlısından ayıramayan kimse, herkes gibi dünyanın vesileleri olan yalancı ilimlere dalar. Bu ise, cehaletin esası; âlemin fesad menbaıdır. Oysa maksad şudur: Cehaletinden ötürü günahı işlemekle hayrı kasteden kimse mazur değildir. Ancak yeni müslüman olmuş ve daha öğrenme imkânı bulamamışsa o zaman mesele değişir. Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun! (Enbiya/7) yaklaşmak isteyen kötü âlimlere benzerler; zira bu kimseler ilmi öğrendiklerinde yol kesici olurlar. Her biri bir memlekette deccalın vekili olarak harekete geçer. Dünyaya dalarak nefsin hevâsına tabi olurlar ve takvâdan uzaklaşırlar. Bunları gören halk da ALLAH´a isyan hususunda cesaret alır. Sonra bu ilmi benzerleri takip eder. İnsanlar onu şer ve hevâya kapılmak için vesile edinirler. Böylece zincirleme gider. Bütün bunların vebali de niyetinin bozuk olduğunu bilmesine rağmen ona bu ilmi öğreten muallime gider; çünkü o muallim onun sözlerinde, fiillerinde, yemesinde içmesinde ve evinde günah çeşitleri görmesine rağmen, ona bu ilmi öğretmiştir. Bu bakımdan bu âlim ölür; fakat yaptığı kötülüğün izleri, bin veya ikibin sene dünyaya yayılmış olarak kalır. Öldüğünde günahları da kendisiyle birlikte ölüp giden kimselere ne mutlu! Sonra bu kişinin cehaletine şaşmamalıdır; zira o der ki: ´Ameller ancak niyetlere bağlıdır. Bense bununla, yalnızca dinî ilimleri yaymak istedim. Eğer o öğrendiğini kötüye kullanmış ise, günah bende değil ondadır. Benim gayem; o ilimden, hayırlı işlerde yararlanmasını sağlamaktı. Ancak baş olma, insanları peşine takma ve ilminin yüceliğiyle böbürlenme sevdası ona böyle hareket etmeyi güzel göstermiştir. Şeytan onu baş olma emeli vasıtasıyla şaşırtmıştır´. Bu öğretmen bir yol kesiciye kılıç ve at verip işinde kullanacağı vasıtaları temin ettikten sonra şu şekilde mazeret beyan eden kimseye ne cevap verecektir? ´Benim amacım cömertlik yapmak ve ALLAH´ın güzel ahlâklarından biriyle ahlâklanmak idi. O´nun, verdiğim kılıç ve atla ALLAH yolunda çarpışmasını istedim; zira cihad için atlar hazırlamak, onları ALLAH yolunda besleyip bağlamak ve gazilere kuvvet hazırlamak; insanı, ALLAH´a yaklaştırıcı ibadetlerin en üstünüdür. Buna rağmen eğer o kişi verdiğim şeyleri yol kesmek için kullanmışsa günahkâr olur; bunda benim ne suçum var?´ Oysa fakîhler böyle bir yardımın haramlığında ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte cömertlik, ALLAH nezdinde ahlâkların en sevimlisidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki ALLAH Teâlâ´nın üçyüz ahlâkı vardır. Kim bunlardan biriyle O´na (mânen) yaklaşırsa cennete dahil olur. Bu ahlâkların ALLAH katında en sevimlisi de cömertliktir. Durum böyle olmasına rağmen bu cömertlik niçin haram kılınmıştır? Cömert kimselere, cömertlikte bulundukları kişilerin hallerini araştırıp öğrenmeleri niçin farz kılınmıştır? Bu bakımdan, aldığı silahı kötüye kullanma âdetinde olduğu bilinen zâlime silah vermek değil, aksine elindeki silahı almaya çalışmak gerekir. İlim ise. şeytana ve ALLAH´ın düşmanlarına karşı kullanılan bir silahtır. Bazen ALLAH´ın düşmanları; yani nefsin hevâları da bundan faydalanır. Bu bakımdan dünyasını dinine, nefsinin hevâsını ahiretine tercih edip de imkânsızlıktan ötürü bundan aciz olan kimseye, şehvetlere götürme imkânını sağlayacak bir çeşit ilimle yardım etmek nasıl caiz olabilir? Bilakis selef âlimleri, kendilerinden ilim öğrenmeye gelenlerin hallerini devamlı kontrol ederlerdi. Nafilelerde kusur ettiğini gördüklerinde bu durumunu çirkin karşılar, ona ikramda bulunmayı terkederlerdi. Kendisinde bir fısk u fücûr gördüklerinde veya bir helâli haram saydığını öğrendiklerinde onu terkedip meclislerinden uzaklaştırırlardı. Ona ilim öğretmek şöyle dursun onunla konuşmayı bile terkederlerdi; zira onlar herhangi bir şeyi, amel için değil de başka bir maksad için öğrenmek isteyen kimselerin gayesinin, ancak kötülükte kullanabilecekler; bir alet aramak olduğunu biliyorlardı. Selefin hepsi sünneti bilen fâcir vc fâsık âlimden ALLAH´a sığınmışlardır; cahil bir fâsık içinse böyle bir sığınmaya tevessül etmemişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel´in arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: İmamın meclislerine, uzun seneler devam eden bir kişi vardı. Bir ara İmam ondan yüz çevirdi. Kendisini terkedip onunla konuşmaz oldu. Bu kişi durmadan, bunun sebebini soruyor; İmam ise birşey söylemiyordu. Sonunda şöyle dedi: ´Kulağıma geldiğine göre, sen çarşıya bakan duvarını sıvatarak, müslümanların yolundan, hakkın olmadığı halde, sıvanın kalınlığı kadar yer tutmuşsun. Bu bakımdan sen ilim öğretmeye uygun değilsin!´ İşte selef, kendilerine ilim öğrettikleri kişilerin hallerini, yaşantılarını bu şekilde kontrol ediyorlardı. Bu ve buna benzer misaller, taylesanlar ve geniş yenli giysiler; uzun dillere ve (sözde) çok faziletlere sahip olsalar dahi, ahmaklarla şeytanın uşaklarına karışık gelir. Burada fazilet´in çokluğundan gayem; insanı dünyadan sakındırmayan, ahirete teşvik etmeyen ilimlerin fazlalığıdır. Bu ilimler halkla ilgilidir. İnsanlar bunlar vasıtasıyla dünya malını derlemeyi, halkı peşine takmayı, emsallerini dünya sa-hasında geçmeyi sağlar. Bu durumda Hz. Peygamber´in ´Ameller niyetlere göredir´ hadîs-i şerîfi, bahsi geçen üç kısımdan, ancak taatlere ve mübahlara tahsis olunur. Günahlara tahsis olunmaz; zira taat, niyet ile masiyete dönüşür. Mübah bir şey de niyet ile masiyete ve taate dönüşür. Masiyetler Masiyetler niyetle, hiçbir zaman taata dönüşmez. (Mesela yapanın niyeti ne olursa cismi, zina hiçbir zaman mübah olmaz). Evet; burada niyetin rolü de vardır. Şöyle ki: Niyete çirkin maksadlar eklendiğinde günah daha da artar, vebâli büyür. Nitekim biz bunu Tevbe bahsinde sözkonusu etmiştik. Taat Taatlerin sıhhatinin kat kat olması, esasında niyete bağlıdır. Faziletlerinin kat kat olması da niyetlerle irtibatlıdır. Asl´a gelince bu taatlerde, sadece ALLAH´a ibadete niyet etmektir. Eğer kişi riyaya niyet ederse taati masiyet olur. Faziletin kat kat olmasına gelince, bu da ´güzel niyetlerin´ çokluğuna bağlıdır; zira kişi, bir tek taat´te birçok güzel şeye (hayra) niyet edebilir. Böylece herbir niyete karşılık kişiye bir sevap yazılır; zira onların hepsi güzeldir. Her hasene (sevap) de on misline kadar artar. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. Buna örnek olarak mescidde oturmayı gösterebiliriz. Mescidde oturmak taattir. Kişinin bununla birçok hayra niyet edip muttakîlerin amellerinin faziletlilerini işlemek sûretiyle ALLAH´ın dergâhına yaklaştırılanların derecesine ulaşmak istemesi mümkündür. Birincisi Caminin ´ALLAH´ın beyti´ (manevî evi), oraya girenin de ´ALLAH´ın ziyaretçisi´ olduğuna, dolayısıyla bu girişten maksadının mevlâsını ziyaret etmek olduğuna ve bundan ötürü de Hz. Peygamber´in diliyle va´dedilen mertebeye varmak istediğine inanmaktır; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Camide oturan kimse ALLAH´ı ziyaret etmektedir. Ziyaret edilene (ALLAH´a) de ziyaret edene ikram etmek haktır.22 İkincisi Kişinin, kıldığı namazdan sonraki ikinci namazı beklemesidir. Böyle bir kişi orada beklediği sürece namazda sayılır. Bu da ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesinin mânâsıdır: Savaşa hazırlıklı bulunun! (Âlu İmran/200) Üçüncüsü Kulak, göz ve diğer azaları hareket ve tereddütlerden sakındırmak suretiyle ibadet etmektir; zira camide itikâfa girmek, azaları, isteklerinden alıkoymak demektir. Bu da oruç mâ-nâsındadır. Oruç ise, bir ibadet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ümmetimin ruhbâniyeti (rahibliği) camilerde oturmaktır.23 Dördüncüsü Kişinin, himmetlerini (isteklerini) ALLAH´a yöneltmesi devamlı olarak ahireti düşünmesi, camiye girmek suretiyle, kendisini bun-lardan alıkoyarak meşgalelerden uzaklaşmasıdır. Beşincisi Her şeyden vazgeçip yalnızca ALLAH´ın zikrine veya zikrini dinlemeye veya O´nu düşünmeye yönelmesidir. Nitekim haberde şöyle denilmiştir: ALLAH´ı zikretmek veya o´nu tezekkur için erkenden mescide giden ALLAH yolunda cihad etmiş olur diye vaid olmuştur. Altıncısı Mescidde bulunduğu müddetce orada ibadetine kusur edenlerin kusurlarını düzeltmeyi niyyet etmektir.Çünkü mescide girip ibadeti niyyet edenler arasında pek çok cahiller vardır. Onların kusurlarını düzeltmekle mükafat kazanır. Yedincisi ALLAH yolunda kardeş olan birinden istifade etmektir; zira bu da bir ganimet ve ahiret zâhiresidir. Mescidlerse, ALLAH için sevişen ve ALLAH yolunda tanışan mü´minlerin yuvasıdır. Sekizincisi ALLAH´tan utanarak, ALLAH´ın evinde O´nun yasaklarını çiğnemekten çekinerek günahları terketmektir. Hz. Ali Hz. Hasan´a şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, devamlı olarak camiye gidip gelmeyi âdet edinen kimseye şu yedi hasletten birini rızık olarak verir: ALLAH yolunda kendisinden istifade edilen bir kardeş veya umulmayan yerden gelen bir rahmet veya verilen zarif bir ilim veya hidayete götüren birşey veya kendisini felâketten kurtaracak bir kelime veya korkarak yahut da utanarak terkedilen günah´. İşte niyetlerin çoğaltılmasının yolu budur. Diğer ibadetler ve mübahlar da buna kıyas edilebilir; zira hiçbir ibadet yoktur ki birçok niyetlere uygun olmasın. Mü´minin kalbinde, ancak hayır hu-susundaki çalışmaları ve düşünceleri nisbetinde niyet bulunur. Dolayısıyla amelleri tertemiz olur ve sevapları çoğalır. Mübahlar Üçüncü kısım, mübahlardır: Mübahların her birinde bir veya birçok şeye niyet edilebilir. Böylece mübahlar, bu niyetler vasıtasıyla ALLAH´a yaklaştırıcı amellerin güzellerinden olur ve kişi bu niyetler sayesinde yüksek dereceler elde eder. Bundan gafil olanın zararı ise çok büyüktür. Böyle bir kimse, gaflet ve unutkanlıktan dolayı, bu mübahları, tıpkı başıboş hayvanlar gibi işler. Oysa kul, kalbine gelenlerin, attığı adımların ve geçirdiği zamanların hiçbirini hakir görmemelidir; zira bütün bunlar, kıyamet gününde ´Bunu niçin yaptın?´ diye kuldan sorulacaktır. Bu, içerisine kerahet karışmamış mübah hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyanın helâli hesap, haramı ise ikab (ceza)dır.25 Muâz b. Cebel´in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki kul kıyamet gününde, herşeyden; hatta gözündeki sürmeden, parmaklarıyla ufaladığı çamur kırıntılarından ve arkadaşının elbisesini ellemesinden bile sorulacaktır (hesaba çekilecektir).26 Güzel kokuları ALLAH için sürünen kimse, kıyamet gününde, kokusu miskten daha tatlı olduğu halde haşredilir. ALLAH´tan başkası için sürünen kimse ise, kıyamet gününde ALLAH´ın huzuruna, kokusu leşten daha pis olduğu halde varır.27 Bu bakımdan güzel koku kullanmak mübahtır. Fakat orada niyet lâzımdır. Soru: Güzel koku ile neye niyet edilebilir? Oysa o, nefsin bu dünyadaki nasiplerinden biridir. ALLAH için nasıl kullanılanabilir? Cevap: Mesela gerek cum´a gününde, gerekse de diğer günlerde güzel koku sürenen kimse, bununla, dünyanın nimetlerinden faydalanmak veya arkadaşlarının kendisine imrenmeleri için malının çokluğu ile böbürlenmek veya halkın kalbinde yer ederek güzel koku ile anılmak veyahut yabancı kadınların hoşuna gitmek ya da riyakârlık yapmak istemiş olabilir Bu iş daha sayılamayacak kadar çok şey için yapılabilir. Bütün bunlar koku sürünmeyi günaha çevirirler. İşte bu kötü niyetlerden dolayı koku sürünmek, kişinin, kıyamette, leşten daha pis kokmasına sebep olur. Ancak kokunun, ilk niyetle; yani (ALLAH´ın verdiği) nimetten faydalanma niyetiyle sürülmesi masiyet değildir. Ancak kişi bundan da sorulacaktır. Oysa hesap hususunda münakaşaya tutulan kimse azap görmüş demektir. Mübahların herhangi birinden istifade etmeyen kimse ise ahirette ondan dolayı azap görmez. Fakat istifade ettiği takdirde, ahiret nimetinden, istifadesi nisbetinde eksilir. Fani olan bir şeyi tercih etmekten dolayı fani olmayan bir nimetin eksilmesi, zarar olarak kâfidir. Koku sürünmekteki güzel niyetlerse şunlardır: Kişi onunla Hz. Peygamber´in cum´a günündeki sünnetine uymak ve yine onunla camii tâzim etmek ve ALLAH´ın evine saygı göstermek ister. Oraya ALLAH´ı mânen ziyaret etmek maksadıyla, ancak güzel kokular sürünmek suretiyle girmeyi uygun bulmuştur. Ya da mescid komşularının, sürünmüş olduğu güzel kokularla ferahlık duymalarını ister. Bazıları da bu işi, kendisiyle beraber camiye gelenlere eziyet vermemek; ya da ´Etrafa kötü kokular saçıyor´ diyen gıybetçilerin yüzüne bu kapıyı kapamak için yapar. Aksi takdirde bu kişiler, gıybetten dolayı günahkâr olurlar. Bu bakımdan gıybetten korunmaya gücü yettiği halde gıybetinin yapılmasına sebebiyet veren kimse gıybetçilerinin günahına ortak olur. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir: ´Durdurmaya güçleri yettiği halde bir kavmin yanından göç ettiğin takdirde (asıl) göç eden onlardır´. (Onların) ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek sınırı aşıp ALLAH´a sövmesinler!(En´âm/108) ALLAH Teâlâ bu hükümle; kötülüğe sebebiyet veren şeyin de kötülük olduğuna işaret etmiştir. Bazen de dimağın tedavisi için kullanılır ki bu sayede kişinin zekası artsın! Düşünce ile dinin mühim meselelerini anlamak kendisine kolay gelsin. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) ´Kimin kokusu güzelleşirse onun aklı artar´ demiştir. Kalbinde ahiret ticareti ve hayır talebi galib olan fakîhlere, bu ve buna benzer niyetler yabancı değildir. Kalbine dünya nimetlerinin galebe çaldığı kimselerin kalbinde bu niyetler bulunmaz. Bu durumda kendisine hatırlatılsa dahi kalbi bu niyetler için harekete geçmez. Böylelerinin kalbinde sadece nefsin fısıltısı vardır. Bu ise hiçbir zaman niyet olmaz. Mübahlar çoktur. Bunlar hakkındaki niyetleri saymaksa mümkün değildir. Bu bakımdan diğerleri de bu misâle kıyaslanmalıdır. Selefin âriflerinden biri şöyle demiştir: ´Herşeyde; hatta yememde içmemde, uyumamda ve tuvalete girmemde bile bir niyetimin olmasını istiyorum´. Bütün bunlarla ALLAH´a mânen yaklaşmak mümkündür; zira vücudun varlığı devam ettirmesine kalbin mutmain olup buzur bulması da vücudun mühim vazifelerindendir sebep olan herşey din hususunda yardımcıdır. Bu bakımdan yemekten gayesi, ibadetler için güçlü olmak; cinsî münasebetten gayesi de dinini korumak, ailesinin kalbini hoş tutmak, kendisinden sonra ALLAH´a ibadet edecek salih bir evlat kazanmak ve onunla Hz. Peygamber´in ümmetini çoğaltmak olan kimse, yemesiyle ve cinsî münasebetiyle de ALLAH´a itaat etmiş olur. Nefsin bu dünyadaki nasiplerinin en büyüğü, yemek ve cinsî münasebettir. Bunlarla hayrı kastetmek, kalbinde ahiret düşüncesi daha galib olan kimse için yasak değildir. Kişinin, yemek ve cinsî münasebetteki niyetini güzelleştirmesi gerekir. Kişi malı zayi olduğunda ´ALLAH için sadaka olsun´ demelidir. Gıybetinin yapıldığını duyduğunda, gıybetçilerinin, kendi günahını yükleneceklerini düşünerek kalbini hoş tutmalı; onların hayırlarının, kendi defterine geçeceğinden dolayı da sevinmelidir. Cevap vermemekte buna niyet etmelidir. Bir haberde şöyle denilmiştir: Kul kıyamet günü hesaba çekilir.Ameline afetler karıştığı için bütün ameli batıl olur ve cehennem´i hak eder Sonra cennete girmesini gerektiren bir takım amaller önüne serilir adam şaşırır ve ya rab bunların hiç birisini ben yapmadımder kendisine bunlar seni gıybet edip sana eziyet ve zulmmedenlerin amelidir.denir yine haberde kul kıyamet günü dağlar gibi sevablara gelir.Eğer bu sevaplar kendisine kalsa doğrudan cennete girerdi fakat zulm edip dövüp sövdüğü insanlar gelir hepsine hakları nisbetinde sevaplar verilir melekler bu adamın sevapları bitti fakat daha borcu bitmedi derler.ALLAHu teala alacakların günahlarını ona yükleyin ve sonra da onu cehennem´e atın buyurur Kısacası sakın hareketlerinden hiç birini hakir görme! Sonra aldatışlarından ve şerlerinden korunamazsın! Sual ve hesap gününde mükâfatlarını alamazsın. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ senin kalbindekileri bilir. Kişinin ağzından çıkan her sözün yanında bir rakîb bulunmaktadır. Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün mektup yazıyordum. Mürekkebini kurutmak için komşumun duvarından toprak alıp üzerine serpmek istedim. Fakat mahzurlu gördüğümden vazgeçtim. Sonra kendi kendime ´Alacağın ne ki? Toprağın ne kıymeti olabilir?´ diyerek mektubumun mürekkebini komşumun duvarından aldığım toprakla kuruttum. Bunun üzerine gaibden bir ses şöyle dedi: ´Toprağı önemsemeyen kimse yarın karşı karşıya geleceği kötü hesabı bilecektir!´ Adamın biri Süfyan es-Sevrî ile birlikte namaz kıldı. Bir ara Sevrî´nin elbisesinin ters olduğunu farketti. Bunu haber verdiğinde Sevrî elini uzatıp onu düzeltmek istedi. Sonra da bun-dan vazgeçti. Niçin düzeltmediği sorulunca da ´Ben bunu ALLAH için giydim. O´ndan başkası için düzeltmek istemiyorum´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir "Kişi, kıyamet gününde birinin yakasına yapışarak ´İkimizin arasında ALLAH hükmetsin!´ der. Yakası tutulan kişinin ´ALLAH´a yemin ederim ki ben seni tanımıyorum! (Benden ne istiyorsun?)´ demesi üzerine de ´Sen benim duvarımdan bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) almış, elbisemden de bir iplik çekmiştin!´ karşılığını verir". İşte bu ve buna benzer haberler, korkanların kalplerini paramparça etmiştir. Eğer azim ve akıl sahiplerinden olup mağrurlardan değilsen şimdiden nefsinin hallerini araştır! İnceden inceye hesaba çekilmezden önce, nefsini inceden inceye hesaba çek, onun hallerini kontrol et! Düşünmeden ne dur ve ne de harekete geç! Niçin hareket ettiğini tesbit etmeden, maksadının ne olduğunu bilmeden harekete geçme! Dünyadan neyi elde edeceğini, ahirette elinden ne kaçıracağını, dünyayı ahirete neden dolayı tercih ettiğini düşünmeden hareket etme! Seni teşvik eden şeyin dinden başkası olmadığını bildiğinde azmini yerine getir; kalbine geleni yap. Aksi takdirde yapmaktan sakın. Sonra sakındığında da kalbini kontrol et; zira fiili terketmek de bir fiildir. Dolayısıyla bunun da doğru bir niyeti olmalıdır. Bu fiile gizli bir hevâ sebep olmamalıdır. İşlerin dış görünüşleri, hayırların meşhurları seni aldatmamalıdır. Var kuvvetinle derinlikleri ve sırları kavramaya çalış! Mağrur kimselerin atmosferinden ancak bu şekilde çıkabilirsin. Hz. Zekeriyya bir duvar işinde ücretle amelelik yapıyordu. Yemek vakti geldiğinde kendisine bir ekmek verdiler; o ancak elinin kazancından yerdi tam onu yemeye başladığı sırada bir grup kendisini ziyarete geldi. Ancak Hz. Zekeriyya elindekini bitirinceye kadar onları davet etmedi. Onun cömertliğini ve dünyadaki zâhidliğini bildiklerinden, bu hareketi, gelenleri şaşırttı. Onlar o anda yemeğe davet edilmelerinin daha hayırlı olacağını zan-netmişlerdi. Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) şöyle dedi: ´Ben şu anda bir ücret karşılığında çalışıyorum. Bu yemeği de bana işlerinde kuvvet bulayım diye verdiler. Sizi dâvet etmiş olsaydım, ne size, ne de bana yeterdi, üstelik ben onların işlerinde gevşerdim!´ İşte basiret sahibi kimse, bu şekilde ALLAH´ın nûruyla gizliliklere, inceliklere dikkat eder; zira Hz. Zekeriya´nın çalışmadan gevşemesi, farzda eksikliktir. Ziyaretçilerini yemeğe dâvet etmemesi ise, fazilette eksikliktir. Oysa farzlarla tartıldığında faziletlerin hiçbir değeri kalmaz. Seleften biri şöyle anlatıyor: Birgün yemek yediği bir sırada Süfyan es-Sevrî´nin huzuruna girdim. Yemeğin sonunda, parmaklarını yalayıncaya kadar konuşmadı. Sonra şöyle dedi: ´Eğer bunu borç olarak almış olmasaydım senin de ondan yemeni isterdim!´ Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Kişi, yemesini istemediği halde birisini dâvet ettiğinde dâvet edilen icabet edip yemekten yerse dâvet eden için iki günah vardır; yemezse bir günah´. Günahların biri münafıklık yapması, diğeri ise kardeşine eğer bilmiş olsaydı- hoşuna gitmeyecek bir şekilde taş atmasıdır. İşte bunun gibi kul, diğer amellerdeki niyetini de kontrol etmelidir. Bu bakımdan kul, ancak niyetle adım atıp, niyetle geri çekilmelidir. Eğer kalbinde niyet yoksa durmalıdır; zira niyet, insanın emri altına giremez. 21) Taberânî, Evsat 22) İbn Hibban, Zuafâ 23) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 24) Bu, Ka´b´ul-Ahbar´ın sözü olarak bilinen bir bölümdür. Taberânî ise Kebir´de Ebu Umâme´den ´Camiye hayır öğrenmek veya öğretmek için giden kimseye tam bir hacc sevabı verilir´ diye rivayet etmiştir. 25) Daha önce geçmişti. 26) Irâkî, isnadına rastlamadığını söylüyorsa da Ebu Nuaym Hilye´de riva- yet etmektedir. 27) Ebu Velid Seffar, Kitab´us-Salât 28) Ebu Mansur Deylemî |
Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!
Cahil kimse, bizim niyeti güzelleştirme ve çoğaltma konusundaki tavsiyemizi, Hz. Peygamber´in ´Ameller ancak niyetlere göredir´ hadîs-i şerifiyle birlikte düşündüğünde; ders verirken, ticaret yaparken veya yemek yerken kendi kendisine ´Ben ALLAH için ders okutmaya, ALLAH için ticaret yapmaya veya ALLAH için yemeye niyet ettim´ demesinin niyet olduğunu zanneder. Oysa bu ancak nefsin konuşmasıdır. Lisanın ve fikrin sözüdür veya bir düşünceden başka bir düşünceye geçmektir. Niyet ise, bütün bunlardan farklı bir şeydir. Niyet ancak nefsin harekete geçmesi, gelecekte veya yaşanılan anda kendisinde gayesinin bulunduğunu bildiği şeye meyletmesi demektir. Meyli olmadığında, onu icat etmek veya irade ile elde etmekse mümkün değildir. Onu icat etmeye yeltenmek, tok birinin ´Ben yemeğe karşı iştah duymayı ve ona meyletmeye niyet ettim!´ veya kalbi aşık olmayan kimsenin ´Ben filana aşık olmaya, onu sevmeye ve kalbimde büyütmeye niyet ettim!´ demesine benzer. Böyle bir niyet muhaldir. Hatta kalbi bir şeye yöneltmenin imkanı yoktur. Bu ancak sebeplerini hazırlamakla mümkün olabilir. Bu da bazen kişinin kudreti ve gücü dahilinde bazen ise gücünün üstünde olur. Nefis ancak kendisine uygun gelen; kendisini teşvik edecek ve hedefine ulaştıracak fiile karşı harekete geçer. İnsanoğlu, hedefinin, kendisine bağlı olduğuna inanmadığı sürece iradesini fiile yöneltmez. Bu ise her an güç yetirilemeyecek bir şeydir. İnanıldığında da bu hedefe, ancak kalp ondan boş olup daha kuvvetli bir hedefle meşgul değilse yönelinebilir. Bu ise, her zaman için mümkün değildir. İstek ve mânilerin birçok sebepleri vardır. Bunlar bu sebeplerle açığa çıkar; şahıslara, hallere ve amellere göre değişir. Bu bakımdan mesela şehveti galebe çalan kişi, din ve dünya için bir evlat sahibi olma gibi sıhhatli bir hedefe inanmadıkça, çocuk edinme niyetiyle cinsî münâsebette bulunma imkânından mahrum olur. Bilakis ancak şehvetini tatmin etmek için münâsebette bulunur; zira niyet, tahrik edene uymak demektir. Burada ise şehvetten başka tahrik edici yoktur. Bu durumda nasıl olur da çocuk edinmeye niyet edebilir? Kalbinde evlenme sünneti, Hz. Peygamber´e uyma fazileti düşüncesi galib gelmeyen kimsenin, evlilikle sünnete tâbi olmaya niyet etmesi mümkün olmaz. Bunu ancak lisanı ve kalbiyle bilebilir. Oysa bu da niyet değil, katıksız fısıltı olur. Bu niyeti, elde etmenin yolu, kişinin önce şeriata olan imanını kuvvetlendirmesi ve kalbinde Hz. Peygamber´in ümmetini çoğaltmak için çalışmanın sevabını büyütmesidir. Böylece kalbinden, çocuğun nafakasının ağırlığı, uzun zahmeti ve benzeri düşünceler silinir. Bunun sonucunda, çoğu kez kişinin kalbinde sevap kazanma amacıyla çocuk edinmeye karşı bir rağbet uyanır. Bu rağbet onu harekete geçirir. Azalar da bu işi gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Bu bakımdan kalbe galebe çalan teşvikçiye itaat edilip de sevap kazanma amacıyla lisanı harekete geçiren güç kabardığında, kişi niyet etmiş olur. Eğer bu durum yoksa, düşündüğü, kalbinde evirip çevirdiği evlat maksadı katıksız bir vesvese ve hezeyân olur. Seleften bir cemaat taatlerin bir kısmından kaçınmışlardır; zira kalplerinde, bunlara dair niyet bulamamışlardır. ´Bunun hakkında kalbimizde herhangi bir niyet yoktur´ derlerdi. Hatta İbn Sirîn, Hasan Basrî´nin cenaze namazını kılmamış ve ´Bu konuda kalbimde herhangi bir niyet oluşmadı´ demiştir. Seleften biri, birgün saçını sakalını taramak ister ve hanımına ´Bana bir tarak getir!´ diye seslenir. Hanımı ´Ayna da getireyim mi?´ deyince, bir süre sustuktan sonra ´Evet!´ der. Kendisine ´Niçin böyle yaptın?´ diye sorulunca da ´Tarak hakkında bir niyetim vardı. Ayna hakkında ise o anda kalbimde herhangi bir niyet yoktu. Bu bakımdan ALLAH kalbimde o niyeti yaratıncaya kadar bekledim´ cevabını verir. Kûfe âlimlerinden Hammad b. Ebî Süleyman vefat ettiğinde Süfyan es-Sevrî´ye şöyle denildi: - Hammad´ın cenazesine gelmiyor musun? - Eğer kalbimde bu konuda bir niyet olsaydı gelirdim! Seleften herhangi birine iyi amellerden biri sorulduğunda ´Eğer ALLAH bana buna dair bir niyet verirse yaparım!´ derdi. Tavus ancak niyet ile konuşurdu. Bazen konuşması istenir; fakat o konuşmazdı. Bazen de istenilmediği halde konuşurdu. Bunun hikmeti sorulduğunda da ´İster misiniz niyetsiz konuşayım! Kalbime niyet geldiği zaman zaten konuşuyorum!´ cevabını vermiştir. Dâvud b. Mihber29 Kitab´ul-Akl´ı yazdığında İmâm Ahmed b. Hanbel ondan bunu istedi. Birkaç sayfasına baktıktan sonra da geri verdi. Bunun üzerine Dâvud ´Niçin böyle yaptın?´ dedi. İmam Ahmed ´Kitabda zayıf senedler var´ diye cevap verdi. Bu cevaba karşı Dâvud, İmam Ahmed´e ´Ben kitabı senedler üzerine rivayet etmiş değilim. Ona haber gözüyle bak. Oysa sen ona sadece amel gözüyle baktın! Eğer söylediğim gibi bakarsan fayda görürsün´ dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed ´O halde kitabı bana geri ver de senin gözünle bakayım!´ dedi. Böylece İmam Ahmed kitabı geri aldı. Kitap uzun bir süre yanında kaldı. Sonra Dâvud´a ´ALLAH sana hayırlı mükâfatlar versin Kitab´dan fayda gördüm!´ dedi. Bir grup insan Tavus´tan dua isteyerek şöyle dediler: - Bize dua et! - Kalbimde sizin için bir niyet gördüğümde dua ederim! Seleften biri şöyle demiştir: ´Bir aydan beri bir hastayı ziyaret için niyet beklemekteyim, kalbime hâlâ doğru bir niyet gelmemiştir´. İsa b. Kesir şöyle anlatıyor. Birgün Meymun b. Mihran´la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım. Oğlu kendisine ´İsa´yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?´ dedi. Meymun da ´Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı´ karşılığını verdi. Bunun hikmeti şudur: Niyet bakışa tâbidir. Bakış bozulduğunda niyet de bozulur. Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı. Böyle bir amelin, ALLAH´a mânen yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine ALLAH´tan gelen manevî fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir. Bu bakımdan çoğu kez kalbi ayrıntılara karşı harekete geçer. Dünyaya meyleden ve dünyanın kendisine galebe çaldığı kimselerin kalbinde, böyle bir niyet kolayca oluşmaz. Hatta bunlar için farzlar hakkındaki niyetlerin kolaylaşması dahi çok zordur. Bunun en son çaresi nefsi cehennem azabıyla korkutmak veya cennet nimetleriyle teşvik etmektir. Bu şekilde çoğu kez in-sanın kalbinde zayıf bir istekçi doğar. Dolayısıyla sevabı, isteği ve niyeti nisbetinde olur. ALLAH´a taat ve ubûdiyyete müstehak olduğundan dolayı ve O´nu ululumak ve tâzim etmek niyetiyle yapılan taate gelince, böyle bir taat dünyaya rağbet eden kimseler için müyesser olamaz. Bu, niyetlerin en az rastlananı ve en yücesidir. Yeryüzünde böyle bir niyete sahip olan şöyle dursun bu niyetin hakîkatini anlayan bile az bulunur. Taatlar hakkında insanların niyetleri çok çeşitlidir. Mesela insanlardan bazısı azab korkusuyla ve ondan kurtulmak için amel eder. Gerçi böyle bir kimse ateşten korunur. Diğer bir grup da cennete girebilmek için amel eder. Bu derece, her ne kadar, ALLAH´ı sırf zatından ve celâlinden ötürü tâzim eden kimselerin mertebesine göre düşük bir mertebe ise de, yine de doğru niyetlerdendir. Çünkü bu, ahirette va´dedilen bir şeye meyletmektir. Bu şey, dün-yada görülen şeylerden olmasına rağmen durum böyledir. Bu dünyada insanı teşvik eden şeylerin başında tenasül uzvuyla mide gelir. Bunların ihtiyaçlarının karşılanacağı yer cennettir. Bu bakımdan cennet için çalışan kimseler, midesi ve tenasül uzvu için çalışanlardır. Tıpkı ancak ücret aldığında çalışan kötü ırgat gibi onun derecesi de sıradan kimsenin derecesidir. O bu dereceyi, ameliyle elde eder; zira cennetliklerin çoğu sıradan kimselerdir. Akıl sahiplerinin ibadeti ise ALLAH´ın zikrini ve O´nu düşünmeyi geçmez. O´nun cemâl ve celâlinin sevgisinden dolayı yapılır. Diğer ameller de onu kuvvetlendirmek üzere arkasından gelir. Bu kimseler, derece yönünden cennetteki yiyeceklere ve eşlere tamah etmekten yücedirler. Çünkü bunlar cenneti kasdetmezler. Bilakis onlar sabahakşam rablerini çağırır ve sadece O´nun rızasını kastederler. İnsanların sevapları niyetleri nisbetindedir. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bunlar, ALLAH´ın kerîm vechine bakarlar ve ela gözlü cennet kadınlarının yüzüne bakan kimselerle alay ederler. Tıpkı ela gözlü cennet hanımlarına bakan kimsenin, çamurdan yapılmış şekillerin yüzüne bakanları hor görmesi gibi... Hatta bu fark daha da büyüktür; zira rubûbiyyet huzurunun güzelliği ile ela gözlü cennet hanımları arasındaki fark; ela gözlü cennet kadınlarının güzelliği ile çamurdan yapılmış şekillerin güzelliği arasındaki farktan çok daha büyük ve (ayrılık bakımından) çok daha şiddetlidir. Hatta şehvetperest ve hayvanî nefislerin; güzellerle başbaşa kalarak şehvetlerinin isteğini yerine getirmeyi büyütüp ALLAH Teâlâ´nın kerîm vechinin güzelliğinden yüz çevirmeleri; tıpkı pislik böceklerinin pislik yuvarlayıp onunla uğraşarak ve kadınların güzel yüzlerinden yüz çevirmesine benzer. Bu durum kalplerin çoğunun ALLAH´ın cemâlini idrâk etmekten mahrum olması gibidir; zira böcekler bu güzelliği idrâk edemez ve dolayısıyla ona iltifat etmez. Eğer böceklerin aklı olup kadınların güzelliğini farkedebilselerdi, mutlaka onlara iltifat edenin aklını güzel bulurlardı! Onlar daima ihtilaf halindedirler. (Hûd/118) Her hizib kendi yanında bulunan (din veya kitap)la sevinmektedir.(Mü´minûn/54) Zaten (ALLAH) onları bunun (ihtilaf) için yaratmıştır.(Hûd/119) Anlatıldığına göre Ahmed b. Hıdraveyh30 rüya âleminde rabbini görmüştür. Rabbi ona şunları söylemiştir: ´Ebu Yezid müstesna her insan benden cenneti istiyor. O ise, beni (cemâlimi) istiyor!´ Ebu Yezid de rabbini rüya âleminde görmüş ve ´RABBİM! Sana nasıl ulaşılır?´ diye sormuştu. ALLAH Teâlâ da ´Bana nefsini terkederek gel!´ buyurmuştu. Şiblî, öldükten sonra rüyada görüldü. Kendisine ´ALLAH sana nasıl muamele etti?´ diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "İddialara karşı benden delil istemedi. Ancak bir sözüm için delil istedi. Şöyle ki birgün ´Cenneti kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?´ dedim. O ise ´Benim mülakatımı kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?´ buyurdu". Gaye; bu niyetlerin çeşitliliğini göstermektir. Kalbinde bu niyetlerden biri galebe çalan kimse çoğu kez, o niyeten, başkasına dönmeye muvaffak olamaz. Bu hakikatlerin marifeti zâhire bakan fakîhlerce inkâr edilecek amel ve fiilleri gerektirir. Kalbinde bir mübah hakkında niyet bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir niyet bulunur. Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan, ibadetteki canlılığı dumura uğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak, onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür. Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Ben nefsimi bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Kalplerinizi arasıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler´. (Nehc´ul-Belâğa) Bunlar inceliktir. Bu incelikleri ancak derin âlimler anlayabilir. Kabukla uğraşanlar ise, bu sahanın eri değildirler. Tıp ilminde hâzık olan kimse, bazen hararetine rağmen, ateşli bir hastayı et ile tedavi eder. Tıpta eksik olan kimse bu tedavi şeklini uygun bulmaz. Oysa hâzık olan kimse, önce bu tedavi ile hastaya kuvvet kazandırıp, sonra zıddıyla tedavi görmeye dayanmasını sağlamak ister. Satranç oyununda usta olan kimse, bazen Rüh (satranç taşlarından birinin adı) ve at´ından vazgeçer ki bununla galibiyet elde edebilsin. Basireti zayıf olan kimse ise, bazen böyle yapan kimseye güler, onun bu hareketine şaşar. Aynen bunun gibi, harb hilelerini bilen kimse de bazen düşmanının önünden kaçıp ona arkasını çevirir, ancak bunu, düşmanını dar bir boğaza sıkıştırmak ve sonra da aniden saldırarak onu mağlup etmek için yapar. ALLAH yoluna sülûk etmek de aynen böyledir; hepsi şeytanla dövüşmek ve kalbi tedavi etmektir. Muvaffak olan basiret sahibi, bu yolda, zayıflar tarafından uygun bulunmayan tedbirlerle incelikler üzerinde durur. Bu bakımdan mürîdin (şeriata uyan) şeyhinden gördüğüne karşı çıkması uygun olmadığı gibi, öğrencinin de hocasına itiraz etmesi uygun değildir. Bilakis basiretin hududu yanında durması ve onların mertebesine varıp sırlarını öğreninceye kadar şeyhle hocanın ahvâlinden anlamadığını kabul etmesi gerekir. Tevfîkin güzeli ALLAH´tandır. 29) Sakafî soyundan gelen bu zat aslen Basralı´dır. Bağdad´da yaşamıştır. Hadîsleri metruk´tur. İbn Hibban onun mevsûk kimselerin adına hadîs uydurduğunu söylemiştir. H. 206´da vefat etmiştir. Kitab´u1-Akl küçük hacimli bir kitaptır ve içinde akıl ve akl´ın faziletleri hakkında gelen hadîsler ve haberler bulunmaktadır. Hâfız Tehzib adlı eserinde bunların çoğunun uydurma hadîsler olduğunu söylemektedir. 30) Ebu Hâmid İmam Ahmed b. Hıdraveyh Belhlidir. Horasan´ın büyük şeyhlerindendir. H. 240´da, 95 yaşında vefat etmiştir. |
İhlâs´ın Fazileti
Ayetler Oysa kendilerine, dini yalnız ALLAH´a hâlis kılıp O´nu birleyerek ALLAH´a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti.(Beyyine/5) İyi bil ki hâlis din ancak ALLAH´ındır.(Zümer/3) Tevbe edip hallerini düzeltenler ve ALLAH´a sarılıp dinlerini ALLAH için hâlis kılanlar, işte onlar mü´minlerle beraberdir.(Nisa/146) Kim rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin!(Kehf/110) Bu son ayet-i celîle ALLAH için işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Üç haslet vardır ki müslümanın kalbi bu hasletlere hased etmez. Bunlar ameli ALLAH için ihlâslı kılmak, yöneticilere nasihat etmek ve müslümanların cemaatinden ayrılma-maktır.31 Mus´ab b. Sa´d32 şöyle der: ´Babam kendisini Hz. Peygamber´in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu farkeden Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır.33 Hasan Basrî´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: 1. ALLAH´ın kendisine ilim verdiği kişiye ALLAH Teâlâ sorar: - Öğrendiğinle ne yaptın? -Yârab! Onunla gece gündüz sana ibadet ettim. - Yalan söylüyorsun! Melekler de "Yalan söylüyorsun! Bilakis sen onunla ´Filan adam âlimdir´ dedirtmek istedin. Zaten öyle de denildi!" derler. 2, ALLAH´ın, kendisine mal verdiği kişi. ALLAH Teâlâ ona dasorar: - Sana nimet verdim. Onu nasıl kullandın? - Yârab! O mal ile gece-gündüz sadaka verdim. - Yalan söylüyorsun! Melekler de "Yalan söyledin! Bilakis sen onunla ´Filan adam cömerttir´ dedirtmek istiyordun. Nitekim öyle de de-nildi" derler. 3. ALLAH yolunda öldürülen kişi. ALLAH Teâlâ ona sorar: - Sen ne yaptın? - Yârab! Cihad ile emrolundum ve savaşırken de öldürüldüm! - Yalan söylüyorsun! Melekler de "Yalan söylüyorsun; zira senin gayen ´Filan adam kahramandır´ dedirtmekti. Nitekim dünyada iken böyle denildi" derler.37 Hadîsi rivâyet eden Ebu Hüreyre şöyle diyor: Sonra Hz. Peygamber baldırlarımın üzerine bir çizgi çekerek şöyle buyurdu: "Ey Ebu Hüreyre! Bunlar kıyamet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk tutuşturulacağı mahluklardır". Râvilerinden biri (Natıl b. Kay s veya Sefi el-Asbahî) bu hadîsi Muaviye´nin huzurunda rivayet etti. Hadîsi dinleyen Muaviye ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki çevresindekiler onun öleceğini zannettiler. Nihayet sakinleşen Muaviye ´ALLAH Teâlâ doğru söylemiştir!´ diyerek şu ayeti okudu: Kimler dünya hayatını ve onun süsünü isterse onlara amellerin(in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.(Hûd/15) Diğer Rivayetler İsrâiliyyat´ta şöyle rivayet edilir: Bir âbid uzun bir süre ALLAH´a ibadet eder. Birgün kendisine ´Falan yerde bir topluluk var. Bunlar, ALLAH´a değil, orada bulunan bir ağaca tapıyorlar´ denilir. Bunun üzerine âbid öfkelenerek baltasını omuzuna alır ve o ağacı kesmek için yola koyulur. Ona mani olmak isteyen İblis de bir ihtiyar suretinde önüne çıkarak âbid´e sorar: - ALLAH sana rahmet eylesin! Böyle nereye gidiyorsun? - Şu ağacı kesmeye... - O ağaçla ne alıp vereceğin var? Sen ibadetini ve nefsinle uğraşmayı bırakmış başka şeylerle uğraşıyorsun! - Bu da benim ibadetlerimdendir! - O ağacı sana kestirmem! Bunun üzerine âbidle İblis dövüşmeye başlar. Âbid, İblis´i yaka paça tutup yere vurur ve göğsüne oturur. İblis âbide ´Beni bırak da konuşalım!´ der. O zaman âbid, iblis´in göğsünden kalkar. İblis ona der ki: - ALLAH sana bu ağacı kesmeyi farz kılmamıştır. Sen ağaca ibadet ediyor da değilsin. O halde başkasının yaptığı seni ne ilgilendirir? Oysa ALLAH´ın yeryüzünde peygamberleri vardır. Eğer ALLAH dileseydi, onlardan birini bu ağaca tapanlara gönderir ve ona bu ağacı kesmesini emrederdi. - Hayır! Onu mutlaka kesmeliyim. Böylece ikinci bir defa daha dövüşmeye başlarlar. Âbid yine onu mağlub ederek yere vurur ve göğsünün üzerine oturur. Âciz kalan İblis âbide der ki: - Aramızı tamamen ayıracak ve senin için daha hayırlı olacak birşey söyleyeyim mi? - Söyle bakalım neymiş? - Beni bırak da söyleyeyim! Bunun üzerine âbid, İblis´i bırakır. Serbest kalan İblis şöyle der: - Sen halkın sırtına yük olmuş fakir bir kişisin. Nafakanı onlartemin ediyor. Herhalde arkadaşlarına ikramda bulunmayı, komşularına yardım etmeyi, onları doyurmayı ve halka muhtaçolmamayı sen de istersin! - Evet! - O halde şu fikrinden vazgeç! Eğer bundan vazgeçersen, senin için her gece yastığının yanına iki altın koymayı taahhüd ediyorum. Sabahladığında o altınları alıp kendine, çoluk çocuğuna harcar, arkadaşlarına sadaka verirsin. Bu hem senin için hem de müslümanlar için, yerinde duran ve kesilmesiyle kendisine tapanlara bir zarar dokunmayacak olan bir ağacın kesilmesinden daha yararlıdır.Hem bu ağacın kesilmesinin senin müslüman kardeşlerine de hiçbir faydası dokunmaz. İblis´in bu sözlerini düşünen âbid, kendi kendisine "Ben peygamber değilim ki bu ağacın kesilmesi bana düşsün! ALLAH da bana kes dememiş ki kesmemekle günahkâr olayım. Hem ihtiyarın söyledikleri daha faydalıdır" der. Böylece İblis, ona borcunu ödemeyi taahhüdle bu konuda yemin eder. Bunun üzerine âbid, ibâdethanesine dönüp geceler. Sabahladığında başucunda iki altın bulup bunları keseye indirir. Ertesi gün de böyle olur. Ancak üçüncü ve ondan sonraki günlerde hiçbir şey bulamaz. Sonunda hiddete gelip baltasını omuzuna ala-rak yola düşer. İblis yine o ihtiyar suretinde önüne çıkıp sorar: - Nereye gidiyorsun? - O ağacı kesmeye... - Yalan söylüyorsun! ALLAH´a yemin öderim ki buna gücün yetmeyecektir! Bunun üzerine, âbid, daha önce onu yendiğini düşünerek İblis´in üzerine atılır. Ancak İblis haykırır: - Bu kez yapamayacaksın! Gerçekten de İblis, âbidi yaka paça tutup yere vurur. Âbid bir anda kendisini bir kuş gibi İblis´in ayakları dibinde bulur. İblis onun göğsüne oturarak şöyle der: - Ya bu ağacı kesmekten vazgeçersin ya da ben seni keserim! Âbid, İblis´e gücünün yetmeyeceğini anladığında şöyle der: - Ey İblis! Beni yendin, yakamı bırak fakat bana söyle! Seni daha önce nasıl yenebildim? Sen şimdi beni nasıl mağlup ettin? - Sen ilk ALLAH için öfkelenmiştin ve ve niyetin ahiretti. Bundan dolayı ALLAH beni sana boyun eğdirdi. Bu defa ise nefsin ve dünyan için öfkelendin. Bunun için de bu kez ben seni mağlup ettim. B u hikâye şu ayeti tasdîk etmektedir: (Şeytan) şöyle dedi: ´Onların tümünü azdıracağım, ancak iç-lerinden ihlâs sahibi kulların müstesna´.(Sâd/83) Zira kul, şeytandan ancak ihlâs vasıtasıyla kurtulabilir. Mâruf-u Kerhî kendi kendisine vurarak ´Ey nefis! İhlâslı ol ki kurtulasın!´ derdi. Yakub el-Mekfuf şöyle demiştir: ´Muhlis günahlarını örttüğü (gizlediği) gibi sevaplarını da örten kimsedir´. Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan başkasını irade etmediği halde bir tek adım atan kimseye ne mutlu!´ Ömer b. Hattab (r.a) valisi Ebu Musa el-Eş´arî´ye şöyle yazmıştır: ´Kimin niyeti hâlis ise, kendisiyle insanlar arasındaki muamelelerde ALLAH Teâlâ ona kâfidir!´ Evliyadan biri bir din kardeşine şöyle yazmıştır: ´Amellerinde niyetini hâlis kıl! (Böyle yaparsan az amel de sana kâfi gelir)´. Eyyûb Sehtiyânî şöyle demiştir: ´Amellerin niyetlerini hâlisleştirmek, selefe bütün amellerden daha zor gelirdi´. Mutarrıf b. Abdillah şöyle derdi: ´Nefsini durultan kimse için durultulur; amelleri karıştırılan kimse için de karıştırılır!´ Seleften biri ölümünden sonra rüyada görüldü. Kendisine ´Amellerini nasıl buldun?´ diye sorulduğunda şunları söyledi: "ALLAH için yaptığım her ameli buldum. Hatta yolda bulduğum bir nar tanesini ve ölen kedimizi bile sevap kefemde buldum. Serpuşumda ipekten bir iplik vardı. Onu da günah kefemde buldum. Yüz dinar kıymetinde bir merkebim ölmüştü. Onun hiçbir sevabını göremedim. Bunun üzerine ´Bir kedinin ölümü sevaplar kefesinde olur da merkebin nasıl olmaz?´ dediğimde şöyle denildi: "O merkep, gönderdiğin istikamete gitti; zira sana ´Merkep öldü´ denildiğinde ´ALLAH´ın lanetinde olsun!´ dedin ve dolayısıyla bu hususundaki ecrin iptal olundu. Eğer ´ALLAH yolunda ölsün´ demiş olsaydın onu da sevaplarının içerisinde görecektin". Bir rivayette de ´Bir keresinde açıktan sadaka vermiştim de insanların bana bakmaları hoşuma gitmişti. O sadakayı gördüm; ne lehimde, ne de aleyhimde idi!´ demiştir. Süfyan es-Sevrî bu rüyayı işittiğinde ´Bu kimsenin hali ne kadar da güzelmiş; zira onun aleyhinde olmayışı kendisi için bir iyiliktir´ demiştir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´İhlâs, ameli tıpkı sütün ters ve kandan ayrılması gibi ayıplardan ayıklar!´ Bir erkek, kadın kılığına girerek düğün ve matem yerleri gibi kadınların toplandıkları yerlere girip çıkardı. Yine birgün kadınların toplandığı bir yerde iken, kadınlardan birinin incisi çalınır. Kadınlar ´Kapıyı kapatın! Kimseyi dışarı bırakmayın ki arama yapalım´ diye bağırışırlar. Bunun üzerine orada bulunanları teker teker aramaya başlarlar. Sonunda sıra kadın kılığına giren kişi ile yanındaki kadına gelir. Bunun üzerine kişi ALLAH´a ihlâs ile dua ederek ´Eğer bu rezaletten kurtulursam, bir daha böyle bir harekete tevessül etmeyeceğim´ der. Bu duadan sonra çalman inci, yanındaki kadının üzerinde bulunur. O zaman kadınlar şöyle bağırırlar: - O hür kadını (kadın kılığına giren kimseyi) bırakınız; çünkü inci bulundu! Sûfîlerden biri şöyle anlatıyor: Birgün Ebu Ubeyd et-Tüsterî ile beraberdim. Arefe günü, ikindi namazından sonra tarlasını sürüyordu. O sırada Abdal arkadaşlarından biri yanına gelip ona gizlice birşey söyledi. Ebu Ubeyd de hayır dedi. Bunun üzerine bulut gibi yere sürüne sürüne geçip gözden kayboluncaya kadar onu seyrettim. Sonra da Ebu Ubeyde´ye sordum: - Bu kişi sana ne dedi? - Kendisiyle birlikte hacca gitmemi istedi. Ben de hayır dedim. - Niçin gitmedin? - Hac hakkında bir niyetim yoktu. Bugün akşama kadar bu işi tamamlamaya niyet etmiştim. Bu durumda onunla hacca gidersem ALLAH´ın gazabına uğrayabileceğimden korktum; çünkü ALLAH için yaptığım ameline O´ndan başka bir şeyi sokmuş olurdum. Bu bakımdan şu anda yaptığım iş, bence yetmiş hacdan daha büyüktür. Bir zât şöyle anlatıyor: Bir deniz harbine çıkmıştık. İçimizden biri sepetini satılığa çıkardı. Bunun üzerine ´Onu bana sat! Harp müddetince yararlanır, filan şehre vardığımızda da satar, kâr ederim´ diyerek sepeti satın aldım. O gece bir rüya gördüm. Gökten iki kişi inmişti. Bunların biri arkadaşıma ´Gazileri yaz! Falan adam harbe gezi için katılmıştır. Filan adam riya, filan adam ticaret için; filan adam da ALLAH için çıkmıştır´ dedi. Sonra bana bakarak ´Yaz! Filan adam da ticaret için çıkmıştır´ diye ekledi. Bunun üzerine ´ALLAH´tan kork. Ben ticaret için çıkmadım. Yanımda ticaret malı da yoktur. Ben harb için çıktım´ diye bağırdım. Bunun üzerine dikte eden bana ´Ey Şeyh! Sen akşam bir sepet satın aldın. Ondan kâr etmek istiyorsun´ dedi. Bense ağlayarak ´Beni tüccar olarak yazmayın!´ diye ısrar ettim. Bu ısrarım üzerine arkadaşına bakıp ´Sen ne dersin?´ diye sordu. Arkadaşı da "Biz ´Filan adam gazi olarak çıktı. Ancak yolda, ileride kandisinden kâr etmek üzere bir sepet satın aldı, şeklinde yazalım ki ALLAH Teâlâ ileride onun hakkında bildiği gibi hükmetsin" dedi. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Kimsenin bulunmadığı bir yerde, ihlâsla iki rek´at namaz kılmak yetmiş veya yediyüz hadîs yazmaktan daha hayırlıdır´. Bir zât şöyle demiştir: ´Bir saat ihlâsta ebedî kurtuluş vardır; fakat ihlâs çok nadirdir´. ´İlim tohum, amelse ziraattır; ihlâs da onun suyudur´ denilmiştir. Bir zât şöyle demiştir: ´ALLAH bir kula buğzetti mi ona üç şey verir ve ondan üç şeyi meneder: Ona salihlerin arkadaşlığını verir, fakat nasihat kabul etmesini önler. Ona salih ameller verir, fakat ihlâsı alır. Ona hikmeti verir, fakat sıdkını alır´. es-Susî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın, mahluklarının amellerinden maksadı sadece ihlâstır!´ Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bazı kulları vardır akıl erdirirler. Akıl erdirdiklerinde amel eder; amel ettiklerinde de ihlâsa bürünürler. İhlâs da onları bütün iyiliklere teşvik eder´. Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle demiştir: ´Fiillerin tamamı iki esasa dayanır: a) O´ndan senin için gelen fiil, b) Senin, O´nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O´nun yaptığına razı olur, O´nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve ahirette mesûd ve muzaffer olursun´. 31) Tirmizî 32) Adı Ebu Zurare Mu´sab b. Sa´d´dır. Medineli olup güvenilir bir zat idi. H. 103´de vefat etmiştir. 33) Nesâî 34) İbn Mâce 35) Ebu Mansur Deylemî 36) İbn Adîy 37) Müslim, İmam Ahmed, Nesâî |
İhlâs´ın Hakîkati
Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey´e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdadır) ile kan arasından (çıkardığımız) halis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz.(Nahl/66) Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır. İhlâs´ın zıddı İşrak (karıştırma)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhid hususundaki ihlâs´a, ulûhiyetteki ortak koşma (şirk) zıd düşer.Şirkin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktır. İhlâs da böyledir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Biz niyet´in hakîkatini anlatmış ve onun teşvik edicilere uyma demek olduğunu söylemiştik. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden çıkan fiile ihlâs denir. Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece ALLAH´a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca ALLAH´a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur. Bu bakımdan teşvikçisi mücerred riya olan kimse helâk olmaya mahkumdur. Biz böyleleri hakkında konuşmuyoruz; zira bu konuyu Mühlikât bölümünün Riyâ kitabında anlatmıştık. Onun hakkındaki hükmün en azı, haberde bildirilen şu hükümdür: Riyakâr kimse, kıyamet gününde şu dört isimle çağrılır: a) Ey mürâi! b) Ey kandırıcı! c) Ey müşrik! d) Ey kâfir!38 Biz şu anda ALLAH´a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz. Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer pay-larındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen ALLAH´a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması; hem mânen ALLAH´a yaklaşmak, hem de nafakasından ve kötü ahlâkından kurtulmak için köle azad etmesi; sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını koru-mak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya aşireti içerisinde bir yer edinmek, ilmi sebebiyle mallarını yabancılardan korumak, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir. Kişinin el yazısını düzeltmek için mushaf yazması veya binek ücreti vermemek için yaya haccetmesi veya temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya senedinin kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi veya ev kirasından kurtulmak için camide itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyare-tine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vekar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir. Mânen ALLAH´a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca ALLAH´ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Ben ortaklık bakımından,ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem). Nefis dünyanın nasiblerinden herhangi birine meyledip rahata kavuşur, kalp ona ister az, ister çok olsun meylederse amel bulanır; ihlâsı gider. İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki ´Hayatında bir lâhza da olsa ALLAH´ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur´ denilir. İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye ALLAH´a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur. Bu nasibler her ne kadar tek başlarına birer teşvikçi iseler de fiil sahibinin bunlarda çektiği zorluk gizli değildir. Bizim esasmaksadımız ALLAH´a yaklaşma hususuna bakmaktır. Bütün bunlar ona karışmaktadır. Sonra bu karışanlar ya muuafakat veya müşareket mertebesinde ya da daha önce niyet bahsinde geçtiği gibi muavenet mertebesinde olur. Kısacası; nefse ait olan teşvikçi, ya dine ait olan teşvikçi gibi ve yahut daha zayıf olur. İlerde bahsedeceğimiz gibi, bunların her birinin başka bir hükmü vardır. İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde ALLAH´a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak ALLAH´ı seven, O´nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Böyle bir kimsenin kalbinde dünya sevgisine yer kalmamıştır. Öyle ki bu kimse yeme içmeyi sevmez. Hatta onun yeme içme hususundaki isteği; tabiî bir zorunluk olmak hesebiyle def-i hacetteki isteği gibidir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis ALLAH´ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun ALLAH´tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır. İhlâs kapısı, böyle olmayanların yüzüne kapanmıştır. Ancak nadiren açılır. Nasıl ki kendisine ALLAH ve ahiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası ALLAH´tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır. Onun oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dün-yaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır. İnsanı yoran nice ameller vardır, halisen ALLAH için oldukları zannedilir. Oysa insan burada aldanmıştır; çünkü buradaki âfetleri farkedemez. Selef´ten bir zat şöyle demiştir: ´Camide birinci safta kılmış olduğum otuz senelik namazı kaza ettim. Çünkü otuz seneden sonra bir namazı bir özürden dolayı ikinci safta kıldım. Bu yüzden çok utandım ve insanlar beni ikinci safta görecekler diye kıvrandım. Böylece anladım ki birinci safta görülmek beni gururlandırmış ve kalp huzurumun sebebi bu imiş... Ama bunu o ana kadar anlayamamıştım´. Bu mesele çözülmesi güç ince bir meseledir. Bunlardan kurtulabilen amellerin sayısı çok azdır. Bunları ancak ALLAH´ın muvaffak kıldığı çok az kimse kavrayabilir. Bundan gafil olanlar bütün hasenatlarını ahirette seyyiat olarak görürler. Hiç hesap etmedikleri şeyler ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır. Yaptıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şeylerin cezası kendilerini sarmıştır.Zümer/47-48) De ki: ´Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler!´(Kehf/103) Bu fitneye en şiddetli şekilde maruz kalanlar da âlimlerdir; zira âlimlerin çoğunu ilmi yaymaya teşvik eden kuvvet, peşine takılanlarla gururlanmak ve övülmekten zevk almaktır. Şeytan onları bu hususta aldatarak ´Sizin gayeniz; ALLAH´ın dinini yaymak ve Rasûlullah´ın getirmiş olduğu şeriatı korumaktır!´ der. Vâizleri görürsün ki halka ve sultanlara nasihat ettiğinden dolayı ALLAH´a minnet eder. Halkın, sözünü kabul etmek suretiyle, kendisine yönelmelerine sevinir. Aynı zamanda da ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu dinî yardımlardan dolayı sevindiğini iddia eder(!) Eğer kendisinden daha iyi vaaz eden biri çıkar, halk ona yönelirse bu durum onu rahatsız edip üzer. Şayet onu teşvik eden şey din olmuş olsaydı bu durum karşısında ALLAH´a şükrederdi; çünkü ALLAH onu başkası vasıtasıyla bu mühim vazifeden kurtarmıştır. Buna rağmen şeytan yakasını bırakmayarak ona şöyle der; ´Sen bu yeni vâizin çıkışına değil ancak vaaz sevabını kaybedişine üzülüyorsun. Halkın senden yüz çevirip ona yönelmelerine üzülmüyorsun; zira halk senin vaazını dinlemiş olsaydı, sevap kazanacaktın. Öyleyse sevabı kaçırdığın için üzülmen güzel ve yerinde birşeydir(!)´ Oysa miskin hakka itaat edip, işi ehline teslim etmesinin daha üstün ve sevabının da daha çok olduğunu; âhirette kendisine tek başına yapmak istediğinden daha fazla kâr getireceğini bilmez. Eğer Hz. Ömer, Hz. Ebubekir´in imamet ve hilafete geçişiyle üzülseydi acaba üzüntüsü iyi mi, yoksa kötü mü olurdu? Oysa dindar bir kimse ki kendisinden böyle bir şey sâdır olsaydı Hz. Ömer´in mutlaka yerileceğine şüphe etmez. Çünkü Hz. Ömer´in hakka tâbi olması, işi kendisinden daha yetkili bir kimseye teslim etmesi, din hususunda kendisi için, halkın nasihatlarını üstlenmesinden daha kârlıdır. Bununla beraber burada büyük bir sevap da vardır; çünkü o bu hususta kendisinden daha yetkili bir kimsenin başa geçmesine memnun olmaktadır. O halde âlimler neden böyle bir hâdiseden dolayı sevinmesinler? İlim sahiplerinden bazısı, şeytanın aldatışına kapılarak kendi nefsine ´Benden daha yetkili biri çıkarsa sevinirim!´ der. Oysa bu hareketi tecrübe ve imtihandan önce olursa katıksız bir cehalet ve gurur olur; zira nefis, hâdise olmazdan önce, böyle şeyleri va´detme hususunda yumuşak başlı görünür. Ancak gelip çattığında sözünden döner. Va´dini yerine getirmez. Bunu ancak şeytanın ve nefsin hilelerini bilen, onların imtihanıyla uzun süre uğraşan kimse bilir. Bu bakımdan ihlâsın hakikatini bilmek ve onunla amel etmek engin bir denizdir ki burada bütün insanlar boğulur. Ancak nadir kimseler, örnek gösterilebilecek bazı kişiler bu hükmün hâricindedir. Bunlar da şu ayette istisna edilen kimselerdir: Şeytan şöyle dedi: ´Onların tümünü azdıracağım; ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstena´.(Sad/82-83) Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır. 38) İbn Ebî Dünya, Kitab´us-Sünne ve´l-İhlâs |
İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri
es-Susî şöyle demiştir: ´İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsunı gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır.´ es-Susî´nin bu sözleri, amellerin, fiili beğenmekten tasfiye edilmesine işarettir. Çünkü ihlâs´a iltifat etmek ucub (kendini beğenmişlik)tir. Ucub ise âfetlerdendir. Hâlis ise bütün âfetlerden kurtulmuş olandır. Burada ise bir tek âfet sözkonusudur. Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin yalnızca ALLAH için olmasıdır´. Bu, gayeyi tam olarak ifade eden kapsayıcı tariftir. Bu tarifi İbrahim b. Edhem´in şu sözü de ifade etmektedir: ´İhlâs, ALLAH´la beraber niyeti doğrulamaktır´. Sehl´e ´Nefse en zor gelen şey nedir?´ diye sorulduğunda ´İhlâstır; zira nefsin ihlasla nasibi yoktur´ demiştir. Ruveym39 şöyle demiştir: ´Ameldeki ihlâs, amel sahibinin ona karşılık dünyada ve ahirette hiçbir şey istememesidir´. Ruveym´in bu sözü, nefsin isteğinin, gerek dünyada gerekse de ahirette afiyet olduğuna işarettir. Nefsinin cennette şehvetlerle nimetlenmesi için ibadet eden kimse hastadır. Hakîkat, amel ile ALLAH´ın rızasından başkasının kastedilmemesidir. Bu söz (aynı zamanda) sıddîkların ihlâsına da işarettir ki bu mutlak ihlâstır. Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla amel eden kimseler de acelece verilen nasiblere izafeten muhlistir. Böyle kişiler tenasül uzvuyla midelerinin isteklerini taleb etmektedirler. Oysa akıllılar nezdinde hakîki gaye, sadece ALLAH´ın rızasıdır. İnsan ancak bir nasib için harekete geçer. Nasiblerden berî olmak, ilâhî bir sıfattır. Böyle bir iddiada bulunan kimse kâfirdir. Kadı Ebu Bekir el-Bakıllânî de nasiblerden berî olduğunu iddia eden kimsenin küfrüne hükmederek şöyle demiştir: ´Bu sıfat ilâhî sıfatlardandır!´ sözü doğrudur. Fakat halk bununla ancak halkınnasibler diye adlandırdığı şeyden berî olmayı kastediyorlar. Bu da sadece cennetteki şehvetlerdir. Sadece marifet, münacât ve ALLAH´ın cemâline bakma zevkine erişmeye gelince, bunlar zaten bu kimselerin nasibidir. Oysa halk bunu pay olarak görmezler ve buna çok şaşarlar. Eğer bu kimseler içinde bulundukları taat ve münacâtın, ilâhî huzurun, gizli veya açık şuhudun devamı zevkine karşılık bütün cennet nimetleri kendilerine verilseydi, muhakkak bu nimetleri hakir görüp onlara iltifat etmezlerdi. Bu bakımdan hareketleri bir nasib, taatleri de başka bir nasib içindir. Fakat sonuçta nasibleri sadece mabudlarıdır, başkası değil! Ebu Osman40 şöyle demiştir: ´İhlâs daima yaradan(ın fazlın)a bakmaktan dolayı, halkın bakışını unutmaktır´. Bu söz, sadece riyanın âfetine işarettir. Bir zât şöyle demiştir: ´Ameldeki ihlâs, şeytanın o ameli bilmemesidir ki onu ifsad edebilsin; meleğin de muttali olmamasıdır ki onu yazabilsin´. Bu söz de yalnızca ameli gizlemeye işarettir. Oysa ´İhlâs, bağlardan arınmış ve mahluklardan gizlenmiş şeydir!´ denilmiştir. Bu tarif, maksadları daha güzel ifade etmektedir. Muhâsibî şöyle demiştir: İhlâs, kulun, rabbiyle ilgili muamelelerinde, halkı aradan çıkarmasıdır´. Muhâsibî´nin bu tarifi riyanın yok edilmesine işarettir. Havvas´ın ´Riyaset kadehinden içen kimse ubûdiyet ihlâsından çıkmıştır!´sözü de böyledir. Havâriler ´Hangi amel hâlistir?´ diye sorduklarında Hz. İsa (a.s) şöyle cevap vermiştir: ´ALLAH için amel edip de ondan ötürü hiç kimsenin övgüsünü istemeyen kişinin ameli hâlis ameldir!´ Hz. İsa´nın bu sözü de riyanın terkine işarettir. Peki niçin sadece bunu söylemiştir? Çünkü bu, ihlâsı karıştıran sebeplerin en kuvvetlisidir. Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: ´İhlâs, ameli her türlü bulanıklıktan arındırmaktır´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ameli insanlar için terketmek riya; onlar için yapmaksa şirktir. İhlâs ise, ALLAH´ın, kulu bu iki felâketten korumasıdır´. ´İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!´ denilmiştir. İşte en kâmil söz budur. Bu husustaki sözler çoktur. Hakîkat anlaşıldıktan sonra çok nakil yapmakta da fayda yoktur. Şifa verici söz ise ancak evvelinin ve âhirînin efendisinin (s.a) sözüdür: Hz. Peygamber, kendisine ihlâs´ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir: ´RABBİM ALLAH´tır´ demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır. Hz. Peygamber şunu kastetmiştir: Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et! Hz. Peygamber´in bu sözü, ALLAH´tan başka herşeyi kesip atmaya işarettir ki bu da hakîki ihlâstır. 39) Adı Ebu Muhammed Rüveym b. İmam Ahmed Bağdâdî´dir. H. 303´de vefat etmiştir. 40) Adı Said b. İsmail Cebrî en-Nişaburî´dir. H. 268´de vefat etmiştir. |
İhlâs´ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri
İhlâs´ı karıştıran âfetlerin bir kısmı açık, bir kısmı ise gizlidir. Ancak bazıları, açık olmasına rağmen zayıf, bazıları da gizli olmasına rağmen kuvvetlidir. Gizlilik ve açıklıktaki derecelerin değişikliği ancak bir misal ile anlaşılır. İhlâs´ı karıştıran şeylerin en belirgini riyadır. Bu bakımdan riya ile ilgili bir misal verelim: I. Derece Namaz kılan kimse ibadetinde ne kadar muhlis olursa olsun, şeytan onun kalbine âfetini sokar. O namaz kılarken bir cemaat kendisine baktığında veya içeri herhangi bir kimse girdiğinde şeytan ona ´Namazını güzel kıl da burada bulunanlar sana vekar ve sülûk gözüyle baksınlar. Seni hafife alarak gıybetini yapmasınlar´ der. Böylece azaları huşûa kavuşup, hareketten kesilir ve kıldığı namazı elinden geldiği kadar güzelleştirmeye bakar. Bu durum müridlerle mübtediler için gizli değildir. II. Derece İkinci derece, müridin bu âfeti anlayıp ondan sakınmasıdır. Bu bakımdan bu hususta şeytana itaat ve iltifat etmez. Namazına eskisi gibi devam eder. Bu sefer şeytan hayır kisvesine bürünerek ona şöyle der: ´Sen öndersin! Herkesin gözü üzerindedir. Senin yaptığın örnek olur; halk sana uyar. Dolayısıyla eğer güzel yaparsan, onların amellerinin sevabı kadar sevap da sana yazılır. Eğer kötü yaparsan günah defterine geçer. Öyleyse bunların yanında amelini güzelleştir. Belki de huşû ve ibadetin güzelliği hususunda sana uyarlar´. Şeytanın bu desisesi birincisinden daha engindir. Bazen birincisiyle kanmayan bununla kanar. Bu da riyanın ta kendisi olup ihlâsı iptal eder; zira bu kişi huşu ve ibadetin güzelliğini hayır olarak görüyorsa; bu hayri, niçin başkası için (cemaat içerisinde) terketmeye razı olmuyor da tek başına olduğu zaman terkediyor? Bu kişinin yanında başkasının nefsinin, kendi öz nefsinden daha aziz olması mümkün değildir. Bundan dolayı da bu katıksız bir kandırmadır. Ancak ona uyan kimse nefsinde müstakim olmuş, kalbi nûrlanmış bir kimsedir; nûru başkasına aksetmiş olup bundan dolayı sevap vardır. Önderlik taslayan kimsenin hareketi ise katıksız nifak ve gururdur. Kendisine uyan sevap sahibi olduğu halde kendisi bu kanışından dolayı sorumludur ve esası olmayan bir vasıf ortaya koyduğundan dolayı ceza görecektir. III. Derece Üçüncü derece, bir önceki dereceden daha ince olup kulun bu hususta nefsini denemesi ve şeytanın hilesine karşı uyanık olmasıdır. Tek başına bulunduğu sıradaki durumu ile cemaat içerisindeki durumu arasındaki değişikliğin riyanın su katılmamış cinsinden, ihlâsın ise tek başına kıldığı namazının cemaat içerisindeki namazıyla aynı olması demek olduğunu bilmesidir. Böylece âdeti olmadığı halde halkın görmesi için huşûa bürünme hususunda hem kendi nefsinden, hem de rabbinden utanır Bubakımdan böyle bir kimse tek başına kılarken, namazını, nefsine yönelip cemaat içerisinde kılıyormuş gibi güzelce edâ eder. Cemaat içerisinde de tıpkı bu şekilde namaz kılar. İşte bu derece de engin riyadandır; zira tek başına kılarken namazını güzelce eda etmesi, cemaat içerisinde güzel namaz kılmayı âdet edinmek içidir. Bu durumda, ikisi arasında hiçbir fark yapmamış olur. O halde, tek başına olduğunda da, cemaat içerisinde de bu kimsenin iltifatı in-sanlaradır. İhlâslı olması ise, namazını hayvanların görmesi ile insanların görmesi arasında fark görmemesidir. Bu kimsenin nefsi, halk arasında âdâbına riayet etmeksizin namaz kılmaya razı değildir. Diğer taraftan bunu riyakâr bir şekilde yapma hususunda da nefsinden utanmaktadır ve bu sıfatın, tek başına kıldığı namaz ile cemaat arasındaki namazının aynı olmasıyla ortadan kalkacağını zanneder. Oysa durum böyle değildir; çünkü bu riya sıfatının kalkması, ancak, tenhada ve cemaat içinde cansızlara iltifat etmediği gibi, insanlara da iltifat etmeyişine bağlıdır. Oysa yukarıda bahsi geçen zorlama ise, tenhada da cemaat içerisinde de himmeti halk ile meşgul olan kimseden çıkmıştır. Bu da şeytanın gizli hilelerindendir. IV. Derece Dördüncü derece ki daha ince ve daha gizlidir namazda olduğu sırada insanların kendisine bakmasıdır. Bu durumda şeytan ´Halk için huşûa bürün´ diyemez; zira kişi bunun hile olduğunu bilmektedir. Bu bakımdan şeytan ona ´ALLAH´ın azamet ve celâlini düşün! Düşün ki sen kimsin ve kimin huzurunda bulunuyorsun? Kalbin kendisinden gafil olduğu halde ALLAH´ın ona bakmasından utan!´ der. Şeytanın bu sözleri ile kalbi huzura erer, azaları huşûa bürünür ve kişi bunun, ihlâsın ta kendisi olduğunu zanneder. Oysa bu, hile ve aldanışın ta kendisidir; zira kişinin huşûa bürünmesi, ALLAH´ın celâline bakmasından ileri gelseydi, bu durum yalnızca cemaat içerisinde kıldığı namazlar için geçerli olmayıp tek başına kıldığı namazlar için de geçerli olurdu. Bu âfetten emin olmanın alâmeti, kişinin, tek başına olduğunda bu düşünceye sahip ol-masıdır. Cemaat içerisinde olduğu gibi tek başına bulunduğunda da namazlarını bu şekilde eda etmeye alışmıştır. Bu düşüncenin oluşmasında başka şeyler rol oynamaz; tıpkı hayvanın hazır bulunmasının bu düşüncenin oluşmasından etkili olmadığı gibi... Bu şekilde hallerinde insan ile hayvanın görmesi arasında fark bu-lunmayan kişi İhlâsın duruluğundan hariç sayılır. Bu kişinin içi riyanın gizli şirkiyle kirlidir. Bu şirk âdemoğlunun kalbinde kapkara bir karıncanın kapkara bir gecede kapkara bir taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur.41 Şeytandan, ancak ince düşünceli, ALLAH´ın koruması, tevfik ve hidayetiyle saadete eren kimseler kurtulur. Aksi takdirde şeytan, ALLAH´ın ibadetine yönelenlerin yakasını bırakmaz. Bir an bile yoktur ki onları, hareketlerinin her birinde riyaya zorlamasın. Hatta gözlerine çektikleri sürmede, bıyıklarının kırpılmasında, cuma günü sürülen kokuda, giyilen elbisede bile yakalarını bırakmaz; zira bunlar muayyen vakitlerde yapılan belirli sünnetlerdir. Nefsin bu sünnetlerde de gizli bir payı vardır; çünkü halkın bakışı bunlara bağlıdır. Tabiat bunlara ünsiyet verir. Bu bakımdan şeytan kişiyi bunu yapmaya teşvik ederek ´Bunlar terkedilmesi uygun olmayan sünnetlerdir!´ der. Kalbin bu sünnetlere karşı gizlice kabarması, o gizli şehvetten ötürüdür veya öyle bir şekilde karışıktır ki bıından dolayı ihlâs hududunu aşar. Kişi bu âfetlerden bütün gün sağlam kalmadıkça hâlis değildir. Bilakis mâmur, nazif, imareti güzel bir camide itikâfa giren kimsenin tabiatı bu camiye alışır. Bu bakımdan şeytan onu burada itikâfa girmeye teşvik eder; ona itikâfın faziletlerini sayar. Bazen de gizli muharriğin onu camiin güzel suretine alıştırmasıdır. Tabiatının onunla ferahlık hissetmesidir. Bu da iki camiden birinin veya iki yerden birine, diğerinden daha güzel olduğu için meyletmesiyle anlaşılır. Bütün bunlar tabiatın karışıklıklarıyla ve nefsin bulanıklıklarıyla karışmaktır ve İhlâsın hakîkatini iptal edici şeylerdir. Hayatıma yemin ederim ki hâlis altına karışan nikelin de değişik dereceleri vardır. Bir kısmı altına galebe eder. Bir kısmıysa altından daha azdır; fakat kolayca farkedilir. Bir kısmı da vardır ki ancak basiret sahibi sarraflar tarafından anlaşılabilecek şekilde incedir. Kalbin hilesi, şeytanın desisesi, nefsin habaseti ise bundan daha engin ve daha incedir. ´Âlimin iki rek´at namazı, bir cahilin bir senelik ibadetinden daha üstündür!´ denilmiştir. Burada amellerin âfetlerinin inceliklerini basiretiyle sezen âlim kastedilmektedir ki bu sayede kurtulabilsin; zira cahil ibadetlerin zâhirine bakıp onunla aldanır. Tıpkı köylünün karışık altının kırmızılık ve yuvarlaklığına bakıp da aldanması gibi... Oysa o altın karışıktır. Tam ayarlı altının bir kırat´ı ki basiret sahibi sarraf onu tercih eder ahmak cahilin tercih ettiği tam bir altından daha hayırlıdır. İşte ibadetlerle ilgili şeyler de böyle değişir. Hatta daha şiddetli, daha korkunçtur. Çeşitli amellere karışan âfetlerin giriş yerlerinin kontrol altına alınması ve sayılması mümkün değildir. Bu bakımdan misal olarak söylediklerimizle yetinilmelidir. Zeki kimse, azdan çoğu anlayabilir. Ahmak kimseye ise ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu bakımdan tafsilatın hiçbir faydası yoktur. 41) Hz. Ebubekir´in, Hz. Âişe´nin, İbn Abbas´ın ve Ebu Hüreyre´nin hadîsle-rinden değişik ibareler ve fazlalıklarla rivayet edilmiştir. Kitab´u1-İlim´de de geçmişti. |
Murakebe Muhasebe Konusuna Giriş
Her nefsi yaptığıyla, her azayı işlediğiyle murâkabe eden, kalplerin gizli köşelerinde vâki olan hâdiselere muttali olan, kullarının kalbinde kıpırdananı hesaba çeken ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki O´nun ilminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve göklerde olan zerre miktarı birşey kaybolmaz. O ALLAH ki gizli de olsa, işlerin çoğundan ve azından, açığından ve gizlisinden kulunu hesaba çeker. O ALLAH ki ne kadar küçük olarsa olsun kullarının ibadetlerini kabul etmekle onlara lütûfta bulunur. O ALLAH ki ne kadar çok olursa olsun kullarının günahlarını affetmekle onlara ikramda bulunur. Her nefis hazır ettiğini bilsin, daha önce ve sonra gönderdiğini görsün diye kullarını hesaba çeker. Dolayısıyla nefis dünyada murâkabe ve muhasebeye yapışmasaydı kıyamet arasatında şakî olup helâk olacağını anlar. Mücâhede, muhasebe ve murâkabeden sonra, eğer ALLAH; az sermayesini kabul etmek lütfunda bulunmasaydı, muhakkak mahrum olup zarar ederdi. Nitekim bütün kulları kapsayan, rahmeti dünya ve ahirette bütün mahlukları içerisine alan ALLAH ortaktan münezzehtir. Bu bakımdan O´nun fazlının nefhalarıyla kalpler imanı kabul etmek için genişlediler. Tevfîkinin bereketiyle azalar, ibadetlerle bağlanıp edeplendiler. Güzel hidayetiyle kalplerden cehaletin karanlıkları sökülüp atıldı. O´nun yardımıyla şeytanın hileleri kesildi. O´nun inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi günahların kefesine galip geldi. O´nun kolaylaştırmasıyla ibadetlerin kolaylaşan kısımları kolaylaştılar. Bu bakımdan vermek, mükâfat, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd ve şakî yapmak O´ndan gelir. Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed´in, sâfîlerin efendileri olan âlinin, muttakîlerin önderleri olan ashabının üzerine olsun! ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Yapılan amel bir hardal danesi kadar da olsa onu getirir (tartıya koyarız). Hesap gören olarak biz kâfiyiz.!(Enbiya/47) Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak ´Eyvah bize! Bu kitaba ne oluyor (günahlarımızdan) küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış!´ derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49) Birgün ALLAH onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verir. ALLAH saymış, onlar ise bunu unutmuşlardır. ALLAH herşeye şahiddir.(Mücadele/6) O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsin. Artık kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür.(Zilzal/6-8) Sonra herkese kazandığı tamamen verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır. (Bakara/281) O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de... O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. ALLAH sizi kendisinden sakındırıyor.(Âlu İmran/30) Biliniz ki ALLAH, içinizden geçeni bilir! O´ndan sakının ve bilin ki ALLAH çok bağışlayıcıdır!(Bakara/235) Basiret sahipleri ALLAH Teâlâ´nın kendilerini murâkabe ettiğini ve gelecekte hesaba çekeceğini anladılar. Kalplerine gelen vesveselerin ve düşüncelerin zerresinden dahi hesaba çekileceklerdir. Bu tehlikelerden ancak nefsi muhasebe etmeye devam etmekle ve doğru murâkabeyle kurtulabileceklerini kesin olarak anladılar. Nefsi nefesler ve hareketlerde sorguya çekmek, düşünce ve fikirlerde muhasebe etmekle kurtulurlar. Bu bakımdan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekenin kıyamette hesabı hafifler. Soru sorulacağı gün cevabı hazır olur. Dönüş yeri güzel olur. Kim nefsini hesaba çekmezse onun hasret çekmesi devam eder. Arasat´ta beklemeleri oldukça uzar. Günahları onu mahrumiyet ile öfkeye sürükler. Bu, basiret sahiplerine keşfolunduğunda bildiler ki onları bu durumdan ancak ALLAH´a ibadet etmek kurtarır. ALLAH onlara sabır ve nöbet bekleme emrini verdi. Ey iman edenler!Sabredin,direnin.Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve ALLAH´tan korkun ki felâh bulasınız.(Âlu İmran/200) Bu bakımdan basiret sahipleri nefislerini önce muâşeret (şartlaşma) sonra murâkabe (gözetmek), sonra muhâsebe (hesaba çekmek), sonra muâkabe (cezalandırma), sonra mücâhede ve sonra muâtebe (kınamak) ile nöbetleşmeye zorladılar. Onlar için murâbete altı makam oldu. Bu makamları izah etmek, hakikatini, faziletini ve oradaki amellerin tafsilatını beyan etmek gerekir. Muhasebenin de esasını belirtmek lâzımdır. Fakat her muhasebe bir şart ve murâkabeden sonradır. Zarardan hemen sonra muâtebe ve murâkabe gelir. Bu bakımdan biz bu makamların izahını yapalım. Tevfîk ancak ALLAH´tandır! |
Murâbete´nin Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması
En şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle rabbinin ibadetine çekmekle, şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden alıkoymakla memursun. Eğer onu başıboş bırakırsan, serkeşlik ve saldırganlık yapar. Artık onu bir türlü mağlup edemezsin. Eğer kınamak, ceza vermek, uzaklaştırmak ve kınamak suretiyle onun yakasına yapışırsan, bu takdirde nefsin, ALLAH Teâlâ´nın kendisiyle kasem ettiği nefs-i levvâme olur. Ümit ederim ki ALLAH´ın nimetinden razı ve ALLAH´ı hoşnut eden kullarının zümresine dahil olmaya seni davet eden nefs-i mutmainne olur. Bu bakımdan hiçbir an ona hatırlatmaktan ve onu kınamaktan gafil olma! Nefsine etmekle meşgul olmadan önce başkasına nasihat etmekle meşgul olma! ALLAH Teâlâ Hz. İsa´ya (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Meryem´in oğlu! Nefsine nasihat et! Eğer nefsin kabul ederse halka nasihat et. Aksi takdirde benden utan!´ Ama yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak mü´minlere fayda verir.(Zâriyat/55) Senin yapman gereken şey nefse yönelip nefsin yanında cahilliğini tesbit etmektir ve nefsin, zeki oluşuyla ve hidayette bulunuşuyla mağrurlaşıp, burnunun büyüdüğünü iyi bil! Ne zaman onu ahmaklığa nisbet edersen, ona şöyle demelisin: ´Senin cehaletin ne kadar da büyük! Sen hikmet ve zekâ iddia ediyorsun! Oysa insanların en ahmağısın. Sen önündeki cennet ve cehennemi bilmiyor musun? Yakında onların birine gideceğini anlamıyor musun? O halde neden seviniyor, gülüyor, tepiniyorsun? Oysa sen bu büyük olay için aranmaktasın. Belki bugün, belki yarın götürüleceksin. Ey nefis! Seni görüyorum ki ölümü uzak sanıyorsun. Oysa ALLAH onu yakın görüyor. Bilmez misin her gelecek yakındır. Uzak olan şey, gelmeyecek şeydir. Bilmez misin ölüm, herhangi bir elçi göndermeksizin aniden gelir. Arada herhangi bir sözleşme olmadan konar. O bir durumda gelir de başka bir durumda gelmez değildir. O kışta gelip yazda gelmez, yazda gelip kışta gelmez, gece gelip gündüz gelmez, gündüz gelip gece gelmez değildir. O, çocukluk devrinde gelmez de gençlik devrinde gelir veya çocukluk devrinde gelir de gençlik devrinde gelmez değildir. Aksine her nefeste, ansızın, ölümün gelmesi mümkündür. Eğer ansızın ölüm gelmezse ansızın hastalık gelir. Sonra ölüme sirayet eder. Öyleyse her yakından sana daha yakın olan ölüme neden hazırlanmıyorsun? ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini düşünmez misin? İnsanların hesap vakti yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka eğlenerek dinlerler. Kalpleri eğlencededir.(Enbiya/1-3) Ey nefis! Eğer ALLAH´ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen senin küfrün ne kadar da büyüktür. Eğer ALLAH´ın senin yaptıklarına muttali olduğunu bildiğin halde isyana dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli, ne kadar da utanmazsın. Ey nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri, hoşuna gitmeyen bir hareketle karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini düşün! O halde ALLAH´ın gazabına, şiddetli cezasına hangi cesaretle kendini maruz bırakıyorsun? Sen O´nun azabının altından kalkabileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Nerede!Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni ALLAH´ın azabının şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında kendini hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana belirmiş olsun! Yoksa sen ALLAH´ın kerem ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O halde önemli işlerinde neden ALLAH´ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın seni sıkıştırdığında neden onu defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu ALLAH´ın keremine havale etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile elde edilen dünya işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden çarelere başvurarak onu yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu hususta ALLAH´ın keremine güvenmiyorsun ki ALLAH seni herhangi bir hazineye muttali veya kullarından birini sana musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman olmaksızın senin ihtiyacını sana alıp getirsin? Acaba ALLAH´ın dünya hususunda değil de sadece ahiret hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa ALLAH´ın kanun-u ilâhîsi olduğunu ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine biliyorsun ki ahiret ve dünyanın sahibi birdir. İnsanoğlu için ancak ne yapmışsa o vardır. Ey nefis! Senin münafıklığın ne acaiptir? Bâtıl davaların ne hayret verici! Sen dilinle imân ettiğini iddia ediyorsun. Oysa münafıklığın eseri senin üzerinde görünmektedir. Efendin sana şöyle dememiş midir? Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı ALLAH´a ait olmasın!(Hûd/6) İnsana çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39) İşte görüldüğü gibi ALLAH, sadece dünya işi için sana kefil olmuş, seni o hususta zayi olmaktan kurtarmıştır. Oysa sen fiillerinle O´nu yalanladın. Kendinden geçmiş sarhoşun dalışı gibi dünyanın talebine dalmış bir vaziyette sabahladın. Dünya ve ahiret işini senin çalışmana tevkil ettiği halde hakir sayan, mağrur olan bir kimse gibi ahiretten yüz çevirdin. Bu imanın alametlerinden değildir. Eğer iman dil ile olsaydı, o halde münafıklar neden ateşin en alçak tabakasında olacaklardır? Ey nefis! Sanki sen hesap gününe iman etmiyorsun. Öldüğünde kurtulacağını zannediyorsun. Heyhat! (Kurtuluş nerede!) Başıboş bırakılacağını mı sanıyorsun? Sen, dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı? Sonra ALLAH Teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle getirdi. Böyle yapan ALLAH ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin kalbinde bu inanç saklı ise sen ne acaip bir kâfir ve ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni hangi maddeden yaratmıştır? Seni bir nutfeden yarattı. Sonra çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra seni öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba ´Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir´ sözünde O´nu yalanlıyor musun? Eğer O´nu yalanlayıcı değilsen neden sakınmıyorsun? Oysa bir yahudi doktor sana en lezzetli yemek hakkında ´Hastalık halinde bu sana zararlıdır´ dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek hususunda nefsinle cedelleşirsin. Acaba mu´cizelerle takviye edilen peygamberlerin ve ALLAH Teâlâ´nın peygamberlere indirmiş olduğu kitablardaki sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve zandan haber veren eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)? Hayret edilecek şeydir? Eğer bir çocuk sana ´Elbisenin içinde akrep vardır!´ dese, çocuktan delil istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın. Acaba peygamberlerin, âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, sühefa sınıfından sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya cehennemin harareti, bukağı ve kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini, zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır? Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta hâlin, akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin du-rumuna gülerler, aklınla alay ederler. Ey nefis! Eğer sen bütün bunları bilmiş ve iman etmişsen, o halde neden ameli geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet vermeksizin ölümün seni yakalaması mümkündür. Ecelin gecikeceğinden nasıl emin oldun? Sana yüz senelik bir mühlet verilse bile, zanneder misin ki gediğin en derininde bineğine yediren bir kimse o binekle felaha kavuşur, o gediği geçebilir. Eğer böyle zannedersen, cehaletin ne kadar da büyüktür! Eğer bir kişi, gurbet diyarında, fıkıh öğrenmek için sefere çıksa, senelerce orada boş dursa bu kişi memleketine dönüşünde, kendini fıkıhla donatılmış sayabilir mi? Böyle bir kimse kısa zamanda fakîh olunur düşüncesinde olsa veya fakîhlerin mertebelerinin fıkıh okumaksızın sadece ALLAH´ın keremine yaslanmak suretiyle kazanıldığını sansa, onun aklına gülmez misin? Sonra ömrün sonunda hummalı çalışmanın fayda verdiğini ve insanı yüce derecelere ulaştırdığını düşün! Böyle olsa bile içinde bulunduğun günün, senin ömrünün sonu olması mümkündür. O halde neden bugün de ibadetlerle meşgul olmuyorsun? Eğer ALLAH Teâlâ sana mühlet vermezse, acaba o ecelin acelece gelmesine ne mâni olabilir? Veya seni ibadeti geciktirmeye teşvik eden ne olabilir? Bunun sebebi; şehvetlerine muhalefet etmek zor ve meşakkatli olduğu için acizlik göstermenden başka ne olabilir? Acaba bir gün mü bekliyorsun ki o gün gelsin de o günde şehvetlere muhalefet senin için zor olmasın? Böyle bir günü, ALLAH Teâlâ yaratmamış ve yaratmayacaktır. Bu bakımdan cennet hiçbir zaman zorluklarla çevrili olmaktan kurtulmaz. Zorluklar da hiçbir zaman nefislere hafif gelmez. Bu, varlığı muhal birşeydir. Düşünmez misin, ne zamana kadar nefsine va´dedip ona ´Yarın yarın´ diyeceksin? Oysa ´Yarın´ geldi ve ´Bugün´ oldu. Öyleyse onu nasıl gördün? Bilmez misin o ´Yarın´ gelip ´Bugün´ olmuştur. Onun için ´Dün´ün hükmü vardır. Hayır! Sen bugün ondan acizsin. Öyleyse ´Yarın´ ondan daha da aciz olursun; zira şehvet kökleşmiş bir ağaç gibidir. Öyle ağaç ki kul onu kaldırmakla görevlendirilmiştir. Kul onun kaldırılmasından aciz olup onu tehir edince, tıpkı genç ve kuvvetli olduğu halde bir ağacın sökülmesinden aciz olup onu başka bir seneye tehir eden bir kimse gibi olur. Oysa bu kimse biliyor ki zamanın uzaması ağaca kuvvet ve kök salma imkânını verir. Sökmekle görevli bulunan kimseyi de zaman güçten düşürür. Bu bakımdan gençlik zamanında güç yetirilmeyen bir şeye ihtiyarlık zamanında hiçbir zaman güç yetirilemez. İhtiyarlığın tâlimi meşakkattandır. Kurt´u edeplendirmek de azap çekmektir. Yaş ağaç eğilmeyi kabul eder. Kuruyup, üzerinden seneler geçtiğinde eğilmeyi kabul etmez. Ey nefis! Sen bu açık şeyleri anlamıyorsan, ameli geciktirmeye meylediyorsan o halde, hikmeti iddia etmek senin neyine gerek? Senin bu ahmaklığından daha fazla bir ahmaklık var mıdır? Umulur ki sen şöyle diyorsun: ´Beni müstakim olmaktan, ancak, şehvetlerin lezzetine karşı olan harisliğim, elem ve meşakkatlara karşı olan sabırsızlığım menediyor!´ Bu takdirde ahmaklığın pek şiddetlidir. Mazeretin pek çirkindir. Eğer sen bu hususta doğru isen, daima saf ve temiz şeylerle nimetlenmeyi ara! Bu da ancak cennette elde edilir. Eğer yemek istersen, bunu muhalefet ederek yap; zira nice yemek vardır ki birçok şeyleri meneder. Acaba doktor hastaya sıhhat bulması ve hayatı boyunca rahatça içmesi için üç gün soğuk suyu terketmesini söylese ve kendisine ´Eğer soğuk su içersen müzmin hastalığa tutulacak ve ömür boyu soğuk su içemeyeceksin´ dese, böyle bir hastanın durumu hakkında senin hükmün nedir? Bu durumda aklın gereği ne olmalıdır? O kesinlikle hayat boyunca soğuk sudan istifade etmek için üç gün sabır mı etmelidir, yoksa üç günlük muhalefetten korktuğundan dolayı hal-i hazırdaki isteğini mi yerine getirmelidir? Üç gün soğuk su içmenin elemi üçyüz gün veya üçyüz bin gün onun yakasını bırakmayacaktır! Senin bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden daha azdır. İsteklere karşı sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet bakımından daha uzun, yoksa ateşin eleminin mi daha büyük ve daha uzun olduğunu keşke bilseydim! Kim mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, ALLAH´ın azabının elemine karşı nasıl güç yetirecektir? Ey nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın alıkoyduğunu görüyorum. Gizli küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa gelince o da ALLAH´ın kerem ve affına güvenmektir. Buna rağmen ALLAH´ın azabına, istidracına ve senin ibadetinden müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek lok-masında veya bir tanede veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O´nun keremine yaslanmıyorsun. Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak istiyorsun. Bu cehaletle Hz. Peygamber tarafından verilen hamâkat (ahmaklık) hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum için çalışmıştır. Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, ALLAH´tan (amel etmeksizin) birtakım isteklerde bulunmuştur. Ey nefis! Dünya hayatının seni aldatması uygun değildir. Şeytan seni kandırmasın. Nefsine dikkat et! Senin işin başkası için mühim değildir. Vakitlerini zayi etme! Nefesler sayılıdır. Senden bir nefes çıktıktan sonra senin bir kısmın gitmiş demektir. Hastalıktan önce sıhhatten ve meşguliyetten önce hoşluktan, fakirlikten önce zenginlikten, ihtiyarlıktan önce gençlikten, ölümden önce hayattan istifade et, ahirette kalacağın kadar ahirete hazırlan! Ey nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor musun? Kışta yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu hususta ALLAH´ın fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer ihtiyaçlar olmaksızın ALLAH´ın kışın soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa ALLAH buna kâdirdir. Ey nefis! Cehennemin zemherîrinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîrinden kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu cübbe, ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve soğukluğu da ancak tevhid kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf edilir. ALLAH´ın keremi ancak kalenin yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale olmaksızın azabı senden defetmekte değildir. ALLAH Teâlâ´nın, kış soğuğunu defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o ateşle kışın soğuğunu nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından çıkarma yolunu göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına yaratanın değil, senin muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira bunları istirahatının sebebi olarak yaratmıştır. Bu bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de ALLAH müstağnidir. O ibadetler senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar. Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. ALLAH âlemlerden müstağnidir. Ey nefis! Cehaletinden vazgeç! Ahiretini dünyanla kıyas et! Sizin yaratılışınız ve ölümden sonraki dirilişiniz bir kişinin dirilişi gibidir. İlk yaratılışa nasıl başlanmışsa öylece ölümden sonra diriltilecek. ALLAH nasıl yoktan yaratmış ise, öylece ölümden sonra da diriltecek. ALLAH´ın kanun-u ilâhîsi budur. O kanun-u ilâhînin değiştiğini göremezsin! Ey nefis! Görüyorum ki sen dünyaya ülfiyet vermiş, onunla dost olmuşsun. Ondan ayrılmak sana gayet zor gelir. Sen onun yakınlığına yönelmişsin. Nefsinde onun sevgisini perçinleştirmişsin. Sen ALLAH´ın ceza ve sevabından, kıyametin dehşet ve hallerinden gafilsin. Acaba seninle dostlarının arasını ayıracak ölüme inanmıyor musun? Bir sultanın evine, bir taraftan girip öbür taraftan çıkmak için giren, bakışını güzel bir yüze uzatan, bu yüzün sevgisinin kalbinin tamamını kaplayacağını, sonra o yüzden ayrılmaya mecbur edileceğini bilen bir kimse acaba akıllılardan mı veya ahmaklardan mı sayılır? Bilmez misin, dünya, sultanlar sultanının evidir: Dünyada senin için her ne varsa hepsi mecazdır. Dünyadaki herşey, dünyadan geçenlere ölümden sonra yâr olmaz. Bu sırra binanen beşerin efendisi (s.a) şöyle buyurmuştur: Rûh´ul-Kuds benim kalbime şöyle ilham etti: İstediğini sev, elbette ondan ayrılacaksın! Dilediğini yap! Elbette onunla cezalandırılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Elbette öleceksin!´57 Ey nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu halde dünyaya ünsiyet yeren, ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur. Bilmediği halde öldürücü zehirden azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip yükselttiklerine, sonra harabe bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl ALLAH Teâlâ onların arazisini, memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç görmüyor musun? Onların yemeyip nasıl topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina ettiklerini görmedin mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her biri göklere yükselen bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan bir mezardır. Acaba dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir tepetaklaklık var mıdır? Biri çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o dünyadan göçecektir. Ahiretini tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir. Ey nefis! Bu ahmaklara, hamâkatlarında yardım etmeye utanmıyor musun? Farzet sen bütün bu durumları bilecek basiret sahibi değilsin, sadece tabiatınla başkasına uymaya meylediyorsun, o zaman peygamberlerin, âlim ve hakimlerin aklını, şu dünyaya dalanların aklıyla kıyas et! Bu iki gruptan, senin nezdinde hangisi daha akıllı görünürse, ona uy! Eğer sen nefsinde akıl ve zekaya inanan bir kimse isen... Ey nefis! Senin durumun ne kadar da hayret vericidir. Cehaletin ne kadar da katı... Tuğyanın ne kadar da belirgin! Bu apaçık şeylere rağmen nasıl kör olduğuna hayret ediyorum! Ey nefis! Ümit edilir ki mertebe sevgisi seni sarhoş edip çıldırtmış ve bunları anlamaktan seni alıkoymuştur. Mertebenin mânâsının bazı insanların kalplerini sana meylettirmek olduğunu hiç düşünmüyor musun? Yeryüzündeki bütün insanların sana secde edip, itaat ettiğini farzedelim, elli sene sonra ne sen, ne de sana ibadet edip secde edenlerden yeryüzünde herhangi bir kimsenin kalmayacağını bilmiyor musun? Bir zaman gelecek, ne senin, ne de seni ananların nâm ve nişânları kalmayacaktır. Nitekim senden önceki sultanların başına bu durum gelmiştir. Şimdi onlardan hiç birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/93) Ey nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak birşey ile nasıl değiştirirsin? Eğer yeryüzünün sultanlarından biri isen, şark ve garp sana teslim olmuş, bütün insanların boyunları önünde eğilmiş ve sebepler senin için tanzim edilmişse durum böyledir! Nasıl böyle olur? Oysa gerilemen ve şekavetin mahallenin işini, hatta evinin işini bile sana teslim etmeye mâni olurlar! Ey nefis! Eğer cehaletinden ve basiretinin körlüğünden ötürü ahiret için dünyayı terketmiyorsan bile, hiç olmazsa dünyadaki ortakların hasisliğinden uzak kalmak için neden dünyayı terketmiyorsun? Dünyayı, meşakkatinin çokluğundan, çabukça yok olmasından ötürü neden bırakmıyorsun? O dünyanın çoğu, senin elinde olmadıktan sonra sen neden onun azı hakkında zâhidlik yapmayasın? Sana ne olmuş ki dünya, hatta memleketin yahudi ve ateşperestlerden boş olmadığı halde hoşuna gidiyor? Oysa onlar senden daha fazla dünyanın fayda ve süsüne mazhar olmuşlardır. Bu bakımdan yuh o dünyaya ki bu hasisler onu senden daha önce edinirler. Sen ne kadar da cahilmişsin, senin himmetin ne kadar da düşük, görüşün ne kadar da eksik ve bozukmuş! Zira peygamberler ve sıddîklardan müteşekkil olan zümrenin içinde olup âlemlerin rabbinin komşuluğunda ebedî olarak kalmaktan yüz çevirdin. Bunu da az zaman cahil ahmakların sınıfından olup ayakkabılar safında olmak için yaptın! Sana yazıklar olsun! Çünkü hem dünyada, hem de dinde zarar ettin. Ey nefis! Acele et! Helâk olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm yaklaştı. Ölümden sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin yerinde kim oruç tutacak? Ölümden sonra rabbini senden razı edecek kim var? Ey nefis! Senin için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan onlar senin sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan hayatında zayi etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin hakkında kusurlu sayılırsın. Geri kalan kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam ettiğinde acaba durum nasıl olur? Ey nefis! Bilmez misin, ölüm sana va´dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak döşeğin, böcekler arkadaşındır. En büyük korku (kıyamet dehşeti) önündedir. Ey nefis! Bilmez misin, ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar şiddetli yeminlerle yemin etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince yerlerinden kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek isteyeceklerini bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin ömrünün bir günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer güçleri yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve tembellikte zayi ediyorsun. Ey nefis! Görünür tarafını halk için süslenip, gizlide de büyük günahlarla ALLAH´a karşı mübareze etmeye utanmıyor musun! Acaba insanlardan utanıyor da ALLAH´tan utanmıyor musun? Azap olasıca! ALLAH, senin katında, acaba seni görenlerin en kıymetsizi midir? Halka hayrı emredersin, kendin ise rezaletlerle dolusun. Kendin ALLAH´tan kaçtığın halde halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Kendin ALLAH´ı unuttuğun halde halka O´nu hatırlatıyorsun(!) Ey nefis! Bilmez misin, günahkâr bir kimse insan pisliğinden de daha pistir. Bilmez misin, insan pisliği, başka pislikleri temizlemez. Sen kendi nefsinde temiz olmadığın halde nasıl başkasını temizlemeye çalışırsın? Azap olasıca nefis! Eğer nefsini tam mânâsıyla tanımış olsaydın insanlara gelen belanın ancak senin uğursuzluğundan ötürü geldiğini düşünürdün. Azap olasıca nefis! Kendi nefsini İblis´in merkebi yaptın. İblis seni istediği yere çekip götürüyor. Seninle istihza ediyor. Buna rağmen sen kendi amelini beğeniyorsun. Oysa onun içinde öyle âfetler vardır ki eğer başıboş onlardan kurtulursan kâr etmiş sayılırsın. Birçok hata ve günahlarına rağmen nasıl amelini beğeniyorsun? Oysa ALLAH Teâlâ İblis´i, bir hatadan ötürü ikiyüzbin sene (Âdem yaratılmadan önce) kendisine ibadet ettikten sonra dergâhından kovdu. Âdem ALLAH´ın peygamberi ve seçilmiş kulu olmasına rağmen ALLAH onu bir zelleden ötürü cennetten çıkardı. Ey nefis! Sen ne kadar da aldanmışsın. Sen ne kadar da ahmaksın. Sen ne kadar da cahilsin. Seni günahlara, bu kadar cüretli kılan nedir? Azap olasıca ey nefis! Ne zamana kadar söz verip pişman olacaksın? Azap olasıca nefis! Ne zamana kadar va´dedip hile yapacaksın! Azap olasıca nefis! Bütün bu hatalarla beraber sen dünyanın imarı ile mi meşgul oluyorsun! Sanki dünyadan göç etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar topladılar, sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların cemiyetleri dağıldı, evleri mezar, emelleri aldanış oldu. Azap olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor musun? Onların ahirete gittiğini, kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere düştüğünden beri ömrünü yıkmaya çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak ki yerin altı yakın bir zamanda senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza dayandığı zaman ve rabbinin elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap ile sana geldiklerinde korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda verir mi? Üzülmek senden kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir mi? Hayret! Kocaman bir hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve zeki olduğunu iddia ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının artmasıyla seviniyor, ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal, eksilen bir ömür fayda vermez! Azap olasıca ey nefis! Ahiret sana yöneldiği halde ahiretten yüz çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona yöneliyorsun. Nice bir günü istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice yarını ümit eden kimse vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve komşularında müşahede edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde cehaletinden dönmüyorsun! Ey miskin nefis! Öyle bir günden kork ki ALLAH o günde nefsine yemin etmiş ki dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca bırakmayacaktır. O amelin incesinden, giz-lisinden, açığından soracaktır. Ey nefis! Hangi bedenle ALLAH´ın huzurunda duracak, hangi dille ona cevap vereceksin? ALLAH´ın sualine cevabı hazırla! Cevap için de doğruluğu! Hayatının geri kalmış kısmında kısa günlerde uzun günler için, zeval evinde ikamet evi için, üzüntü evinde nimet ve ebediyet evi için amel et! Amel edemeyeceğin gün gelmeden önce amel et! Kendi isteğinle hür kimselerin çıkışı gibi, dünyadan zorla çıkarılmadan önce çık! Senin eline gelen dünya çiçekleriyle sevinme! Nice sevinen vardır ki zarar eder. Nice zarar eden vardır ki sezmez. Bu bakımdan onun için azap olduğu halde bunu sezmeyip, gülüp oynayan, sevinip zıplayan, yeyip içen kimseye azap olsun! Oysa ALLAH´ın kitabında onun cehennemin yakıtından olacağı hükme bağlanmıştır. Öyleyse ey nefis, dünyaya ibret nazarıyla bak. Dünya için çalışman mecburî, dünyayı terkedişin ihtiyarî, ahireti araman acele olsun! Sen kendisine verilen nimetin şükründen aciz olan kimselerden olma! Bütün bunlara rağmen bu kimse, ha-yatının geri kalan kısmında hâlâ fazla şeyler ister. Kendisi sakınmadığı halde halkı sakındırır! Ey nefis bil ki dinin bedeli yoktur. İmanın bedeli ve bedenin halefi bulunmaz. Kimin bineği gece ve gündüz olursa, o gitmese de onu götürürler. Ey nefis! Bu nasihattan ibret al, bu nasihati kabul et; zira nasihattan yüz çeviren muhakkak ateşe razı olmuştur. Oysa ateşe razı olacağını sanmıyorum ve bu nasihati dinlediğini de zannetmiyorum. Eğer kalbinin katılığı bu nasihati dinlemekten seni menediyorsa kalbinin katılığı için teheccüd namazına devam ve gece ibadetine kalkmaktan yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa oruca devam etmekle yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa az konuşmaktan yardım talep et! Eğer bununla da gitmezse, sılayı rahim yapmakla ve yetimlere lütûfta bulunmakla, eğer bununla da ortadan kalkmazsa, bil ki ALLAH Teâlâ senin kalbini mühürlemiş, ona kilit vurmuştur. Günahların karanlığı kalbinin zâhir ve bâtını üzerinde birikmiştir. O halde, nefsini ateşe hazırla; zira ALLAH Teâlâ, cenneti ve cennete lâyık olanları, cehennemi ve cehenneme lâyık olanları yarattı. Öyleyse herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmak ona kolaylaştırılır. Eğer sende nasihat dinlemek için bir mecâl kalmazsa, nefsinden ümitsiz ol! Oysa ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak büyük bir günahtır. Ümitsizliğin şerrinden ALLAH´a sığınırız. Hayır yolları önüne kapanınca ümide giden yol da ümitsizliğe giden yol da senin için yoktur; zira böyle bir yol aldanıştır. Ey nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp üzülmediğine dikkat et! Veya gözünün bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer müsamaha ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki sende ümidin yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat iste! Ekrem´ül-ekremîn´e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet etmekten usanma. Umulur ki ALLAH, senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir. Muhakkak ki senin musibetin oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır. Kurtuluş imkânları elinden kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin için ne yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak yoktur. Ancak ALLAH´a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle mevlâya sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder. Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder. Sen ise ey nefis! Bugün O´na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış, çıkar noktaları kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende (müsbet bir) tesir göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden istenilen ise kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat sahibidir. Rahmeti geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır. ALLAH´a şöyle yalvar: Ey erham´ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm, Ey Halîm, ey Azîm, ey Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki hiç günahtan vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası miskinliğin ve yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun makamıdır. O halde, beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini bana göster. Mağfiretinin serinliğini bana tattır. Ey Erham´ur-Râhimîn! İsmetinin kuvvetini bana rızık olarak ver!Bu sözlerini (ey nefis), baban Âdem´e uyarak söyle! Vehb b. Münebbih şöyle diyor: ALLAH Teâlâ Âdem´i (a.s) cennetten yere indirdiğinde Âdem´in (a.s) gözyaşları durmadan aktı. Yedinci gününde ALLAH Teâlâ, Âdem´e baktığında onu mahzun, üzüntülü, gamlı, başı önüne eğik bir vaziyette buldu. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Âdem! Sende gördüğüm yorgunluk nedir?´ Âdem dedi ki: ´Yârab! Benim musibetim oldukça büyüdü! Günahım (zellem) beni kapladı. RABBİMin melekûtundan atıldım. Kerametten sonra zillet evine, saadetten sonra şekavet ve rahattan sonra yorgunluk evine vardım. Afiyetten sonra bela, istikrardan sonra zeval, ebediyet ve bekâdan sonra ölüm ve fenâ evine vardım. Bu durumda nasıl ağlamayayım?´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle dedi: ´Ey Âdem! Ben seni nefsim için seçmedim mi? Seni evime yerleştirip seni kerametimle tahsis etmedim mil Öfkeden sakındırmadım mı? Seni kudret elimle yapmadım mı? Kudretten olan ruhumdan sana üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Sen, bütün bunlara rağmen emrime isyan ederek ahdimi unuttun, kendini benim öfkeme maruz bıraktın! İzzet ve celâlime yemin olsun eğer sen yeryüzünü, hepsi senin gibi bana ibadet edip tesbihde bulunan kişilerle doldursan, sonra onlar bana isyan etseler, muhakkak ki onları günahkârların konaklarına in-diririm´. Bunun üzerine Âdem (a.s) üçyüz sene ağladı! Ubeydullah el-Becelî58 çokça ağlardı. Ağlamasında bütün gece boyunca şöyle diyordu: ´Ey RABBİM! Ben o kimseyim ki ömrüm uzadıkça günahım artar. Ben o kimseyim ki bir hatayı ne kadar terketmeyi istesem başka bir şehvet önüme çıkar! Ubeydullah´ın vay haline! Bir günah daha çürümeden o günahın sahibi başka bir günahın peşinde! Eğer ateş benim için sığınak ve istirahat yeri ise Ubeydullah´ın vay haline! Eğer cehennem tokmakları benim başım için hazırlanıyorsa Ubeydullah´ın vay haline! Talihlerin ihtiyaçları verildi. Oysa senin ihtiyacın verilmemiştir´. Mansur b. Ammar şöyle anlatıyor: Bazı gecelerde Kûfe´de, bir âbidi dinledim. Rabbine münâcât ederek şöyle diyordu: ´Ey RABBİM! Senin izzetine yemin ederim. Günah işlemek sana karşı gelmeyi istemedim. Makamını bilmediğim, cezana kendimi maruz bıraktığım, bakışını hafife aldığım halde sana isyan etmedim. Fakat nefsim beni aldattı. Şekavetim de bu hususta aleyhimde ona yardımcı oldu. Benim üzerime sarkıtılan perden beni aldattı. İşte dolayısıyla cehaletimle sana isyan, fiilimle sana muhalefette bulundum. Şu anda senin azabından beni kim kurtaracak? Veya sen, sarkıtmış olduğun ipi benden kesersen kimin ipine sarılayım? Yarın senin huzurunda durmaktan vay benim rezaletime! O zaman ki yükleri hafif olanlara ´Geçiniz!´ yükleri ağır olanlara da ´Yüklerinizi koyunuz´ denir. Ancak yükleri hafif olanlarla beraber geçecek miyim, yoksa yükleri ağır olanlarla beraber yükümü bırakacak mıyım bilmiyorum! Senelerim ilerledikçe günahım çoğalır! Ömrüm uzadıkça masiyetlerim çoğalır! Ne zaman tevbe edecek, ne zaman dönüş yapacağım? Yaklaşmadı ki RABBİMden utanayım!´ İşte bunlar selefin mevlâlarıyla yapmış oldukları münacâtlardaki yolları ve nefislerini cezaya vermekteki mesnedleridir. Onların münacâttan gayeleri rablerini razı etmektir. Nefislerine ceza vermekteki maksatları onu uyarmak ve gözetmektir. Bu bakımdan kim nefsini kınamayı ve rabbiyle münacât etmeyi terkederse, nefsini gözetmiş olmadığı gibi, ALLAH da ondan razı olmaz! Vesselâm! Muhâsebe ve Murâkabe Kitabı burada tamamlanmış bulunuyor. ALLAH´ın izniyle bu bölümü Tefekkür Kitabı takip edecektir. Hamd ALLAH´a mahsustur. Selâm Efendimiz Muhammed´in, onun âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et! 57) Şirazî 58) Becle´ye mensubdur. Bazı nüshalarda Nehlî´dir. |
Murâbete´nin Birinci Makamı Olan Müşârete
Tüccarların hesap tutmaları, kârın selâmeti içindir. Tüccar ortağından yardım talep eder, ona sermayesini teslim ettikten sonra onunla hesaba oturur. İşte tıpkı bunlar gibi akıl da ahiret yolunda tüccar gibidir. Onun maksadı ve kârı nefsin rezaletten arınmasıdır. Çünkü onun kurtuluşu ancak nefsin arınmasına bağlıdır. Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır.(Şems/9-10) Nefsin kurtuluşu ancak salih amellerle mümkündür. Bu ticaret hususunda akıl, nefisten yardım talep eder; zira nefsi, nefsin temizlenmesi hususunda kullanır. Tıpkı tüccarın ortağından ve malında ticaret hizmetkârından yardım talep etmesi ve ortağından, hesap sorması gibi... Öyle ise önce ortakla anlaşması, sonra da gerektiğinde hesap sorması gerekir. Akıl da bunun gibi, önce nefisle anlaşma yapar, nefse yapması gerekenleri bildirir. Onu kurtuluş yollarına irşad edip o yollarda gitmesi için ona kesin emir verir. Sonra bir an bile onu murâkabe etmekten gafil olmaz; zira eğer nefsi ihmal ederse, nefisten ancak hainlik ve iflas görür. Tıpkı hain bir kölenin fırsat bulduğunda ve tek başına malı yönettiğinde yaptığı gibi... Muamele bittikten sonra, daha önce ileri sürdüğü şarta göre hareket etmeyi nefisten istemeli ve bu yönde nefsi hesaba çekmelidir; zira bu öyle bir ticarettir ki kârı; peygamberler (a.s) ve şehidlerle beraber en yüce cennet olan sidret´ül münteha denilen makama varmaktır. Bu bakımdan bu hususta nefisle inceden inceye hesap yapmak, ticaretteki hassasiyet ve incelikten daha çok ihtimamı gerektirir. Oysa dünya kârları, ahiret nimetine nisbetle hiç denilecek kadar azdır. Sonra dünya nasıl olursa olsun neticesi yokluktur. Devam etmeyen bir hayırda hayır yoktur. Hatta devam etmeyen bir şer, devam etmeyen bir hayırdan daha hayırlıdır; zira devam etmeyen şer kesildiğinde, onun kesilişinden ötürü bir sevinç olur. Devam etmeyen hayır kesildiğinde ise üzüntü kalır. Nitekim şair şöyle der; Benim katımda üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin kendisinden gideceğini bildiği bir sevinçteki üzüntüdür! Bu bakımdan ALLAH´a ve son güne iman eden her tedbirli kulun, nefsini hesaba çekmesi, hareketlerinde ve düşüncelerinde nefsi sıkıştırması farzdır; zira hayatın her nefesi değer biçilmez bir cevherdir. O cevher ile nimeti ebediyyen tükenmeyen hazinelerden biri satın alınır. Bu bakımdan bu nefesleri zayi etmek veya helâki gerektiren mevzulara sarfetmek büyük bir zarardır, korkunç bir harekettir. Akıllı bir kimsenin nefsi böyle bir harekete razı olmaz. Öyleyse kul sabahladığında ve sabahın farzını edâ ettiğinde bir saatlik zamanı nefsiyle hesaplaşmaya tahsis etmelidir. Nitekim tüccar bir kimse ticaret malını ortağına teslim ettikten sonra aralarındaki şartı konuşmak için sâkin bir yer bulur. Bu bakımdan kul nefsine şöyle demeli: ´Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektir. O zaman hem ticaretten, hem de kârdan ümit kesilir. Bu yeni günde de ALLAH Teâlâ bana yaşama imkânını vermiştir. Ecelimi bir gün daha tehir etmiş ve onu bana bir nimet olarak lütfetmiştir. Eğer beni öldürseydi, beni sâlih amel işlemek için bir tek gün dünyaya göndermesini temenni edecektim. O halde, ey nefsim! Öldüğünü, sonra dünyaya geri gönderildiğini düşün de sakın bugünü boşa geçirme! Zira nefeslerin herbiri değer biçilmez bir cevherdir. Ey nefis! Bil ki gün ve gece yirmi dört saatten ibarettir´. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur: Kul için her gün ve her gecede, birbirine sırt vermiş yirmi dört hazine yayılır. O yirmi dört hazineden biri kul için açılır. Kul onu o saatte işlemiş olduğu hayırlarından nûr ile dolu olarak müşahede eder. Dolayısıyla cebbâr olan sultanın nezdinde vesilesi bulunan o nûrların görünmesiyle müjdelenir, sevinir ve feraha kavuşur. Öyle bir şekilde sevinir ki eğer sevinci cehennem ehline tevzi edilse, onlar ateşin yakmasını hissettikleri halde o sevgi onları âdeta sarhoşa çevirir. O kul için ikinci bir hazinenin kapısı açılır. Onu simsiyah ve leş kokan bir şekilde görür. O hazinenin karanlığı onu kaplar. O da ALLAH´a isyan ettiği saattir. Dolayısıyla onu öyle bir korku sarar ki eğer o korku, cennet ehline taksim edilse, cennetin nimetlerini onlara zehir zakkum yapardı. Ona boş olan, içinde ne sevindirici, ne de korkutucu birşey bulunmayan diğer bir hazinenin kapısı açılır. O da yatmış olduğu veya gaflete daldığı veya dünyanın mübah olan şeylerinden biriyle meşgul olduğu saattir. Onun boş olmasından üzüntü duyar. Bunun zararından ona öyle bir üzüntü isabet eder ki tıpkı büyük kâr elde etmeye gücü yettiği halde ihmal eden ve elden kaçıran bir kimseye isabet eden üzüntü gibidir. Bunun ne büyük bir üzüntü ve ne büyük bir zarar olduğu sana yeter de artar! İşte böylece, hayatı bo-yunca vakitlerinin hazineleri kendisine arzolunur´.1 Dolayısıyla kendi kendine der ki: ´İşte bugün hazineleri değerlendirmeye, mülkünün sebepleri olan o hazineleri boş bırakmamaya dikkat et de çalış! Tembellik ve istirahata meyletme ki başkalarının elde etmiş olduğu İlliyyîn dereceleri senin elinden kaçmasın! Bu takdirde cennete girsen dahi yakanı bırakmayacak bir hasret kalır. Bu bakımdan zararın elem ve üzüntüsü her ne kadar ateşin eleminden az ise de çekilmez bir elemdir´. Bir kişi şöyle demiştir: ´Günahkârın bağışlandığını zannetme! Acaba iyilik yapanların sevabı onun elinden kaçmamış mıdır?´ O bu sözüyle zarar ve hasrete işaret etmektedir. Toplantı günü için sizi bir araya getirdiği gün, işte o aldanma günüdür.(Teğabün/9) Buraya kadar söylediğimiz şeyler, kişinin nefsine vakitler hakkında yaptığı tavsiyedir. Sonra yedi azası hakkında ona yeniden bir nasihat etmelidir. O azalar şunlardır: Göz, kulak, dil, mide, tenasül aleti, el ve ayak. Onları nefsine teslim etmelidir; zira o azalar, bu ticaret hususunda, onun nefsinin hizmetçileridir. Bu ticaret tamamlanır. Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbiri için taksim olunmuş bir parça vardır. O kapılar bu azalarla ALLAH´a isyan edenler içindir. Bu nedenle bu azaları günahlardan sakındırmayı nefsine tavsiye etmelidir. Göz Göz mahremi olmayan bir kimsenin yüzüne veya bir müslümanın avret yerine veya bir müslümana hakaret gözüyle bakmaktan korumalıdır. Hatta her fuzulî şeyden de korumalıdır. Çünkü ALLAH Teâlâ, fuzulî konuşmalardan da sorumlu tutacaktır. Gözünü haram bakıştan çevirdiğinde bununla kanaat edip durmamalıdır. Onu kârı olan şey ile meşgul etmelidir. O kâr da gözün kendilerine bakması için yaratıldığı şeylere bakmasıdır. Bu da ibret gözüyle ALLAH´ın sanatının acaipliklerine, başkası kendisine uyması için hayırlı amellere, ALLAH´ın kitabına ve Hz. Peygamber´in sünnetine bakmak, istifade etmek için ilâhî hikmetin kitablarını incelemek için bakmaktır. İşte azaların her biri hakkında nefsine bu şekilde durumu açıklamalıdır. Hele dili ve midesi hakkında daha da dikkatli olmalıdır. Dil Dil tabii olarak serbesttir. Harekette ona bir zorluk yoktur. Gıybet etmek, yalan söylemek, iftirada bulunmak, nefsi tezkiye etmek, halkı ve yemekleri kötülemek, lanet okumak, düşmanlara beddua etmek, cedelleşmek gibi hareketlerde dilin suçu pek büyüktür. Dilin âfetleri bahsinde zikrettiğimiz gibi, dili bunlara benzer daha başka konularla da meşgul etmek büyük bir suçtur. Dil zikir yapmak, hatırlatmak, öğrenme ve öğretmeyi tekrar etmek, ALLAH´ın kullarını ALLAH´ın yoluna irşad edip insanların arasını ıslah etmek ve diğer hayırlı şeyler için yaratılmış olmasına rağmen bütün bu âfetlerin tehlikesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse nefsine zikrin haricinde bütün gün dilini kıpırdatmamayı şart koşmalıdır. Bu bakımdan mü´minin konuşması zikir, bakışı ibret, susması tefekkürdür. O bir söz söylediğinde onun yanında hazır bir murakıb (gözetleyici) vardır. Mide Mide´yi oburluğu terketmeye zorlamalıdır. (Helâlden az yemeyi, şüphelilerden çekinmeyi, şehvetlerden uzak durmayı ve zaruret miktarıyla kifayet etmeyi itiyat hâline getirmelidir. Eğer bunlardan birine muhalefet ederse, şehvetleriyle elde etmiş olduğundan daha fazlasını elinden almak, onu midenin şehvetlerinden me-netmek suretiyle cezalandırmalar. Böylece nefsine bütün azaları hakkında şart(lar) koşmalıdır. Bunların tafsilatını sayıp dökmek uzun sürer. Azaların günah ve sevapları gizli değildir. Sonra yirmi dört saatte bir tekrar edilen ibadetler hakkında nefse nasihat etmelidir. Sonra nefsin çokça yapmaya güç yetirdiği ibadetler hakkında tavsiyede bulunmalıdır. Onların tafsilatını, keyfiyetini ve sebepleriyle beraber nasıl bulunması gerektiğini sormalıdır. İşte bunlar birtakım şartlardır ki insan her gün bunlara muhtaçtır. Fakat insan nefsine birkaç gün bunu şart koşmayı âdet edip nefsi alıştırırsa, nefis de bütün bu şartları îfa hususunda ona itaat ederse artık bu hususlarda nefisle yeniden pazarlığa oturmaktan müstağni olur. Eğer nefis bunların bir kısmında ona itaat ederse, geri kalan kısım için yeniden anlaşma yapmak gerekir. Fakat şahıs hergün yeni bir meseleden, yeni bir hükmü olan yeni bir olaydan kurtulamaz. ALLAH Teâlâ´nın bu hususta kişi üzerinde hakkı vardır. Dünya işlerinden valilik, tüccarlık, müderrislik gibi birşeyle meşgul olan bir kimsenin boynunda bu hak daha da fazlalaşır; zira ALLAH´ın hakkını gerektiren ve kişiyi ona muhtaç eden yeni bir olayın vukûu pek nadirdir. Bu bakımdan o olayda doğru hareket etmeyi nefsine şart koşması gerekir. Olay sırasında hakka teslim olmak, ihmalkârlığın zararından nefsini sakındırmak, inatçı olan ve efendisinden kaçmış köleye nasihat edildiği gibi nefse de öyle nasihat gerekir. Zaten nefis, tabii olarak ibadetlerden kaçıp serkeşlik yapar, kulluktan uzaklaşmak ister. Fakat ona na-sihat etmek ve kendisini edeplendirmek onda müsbet tesir bırakır. Hatırlat! Çünkü hatırlatmak, mü´minlere menfaat verir! (A´lâ/9) İşte bu ve bunun yerine geçen hareketler, nefisle olan rabıta makamının ilkidir. Bu, amelden önce nefsi hesaba çekmektir. Nefsi hesaba çekmek bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden önce olur. Bilin ki ALLAH içinizden geçeni bilir! Artık O´ndan sakının! (Bakara/235) Bu ayet-i celîledeki hüküm gelecekle ilgilidir. Kesret ve marifetin eksikliği veya fazlalığı hakkında olan her bakışa ´muhasebe´ adı verilir. Bu nedenle kişinin içinde bulunduğu günde cereyan eden hâdiselerde fazlalığını, eksikliğinden tefrik etmek için bak-ması muhasebe babındandır. Ey mü´minler! ALLAH yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırınız! (Nisa/94) Ey iman edenler! Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın! (Hucurât/6) Andolsun! İnsanı biz yarattık, ve nefsinin ona ne fısıldadığım biliriz! Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız!(Kâf/16) ALLAH Teâlâ, nefsi sakındırmak ve gelecekte bundan korun-maya dikkat çekmek için bu hükmü vermiştir. Ubâde b. Sâmit (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a), ´Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir kişiye hitaben şöyle demiştir: Herhangi birşey yapmak istediğinde sonucunu düşün! Eğer güzel ise, ona devam et! Kötü ise ondan sakın!2 Hakîmlerden biri şöyle demiştir: ´Aklın hevâ-i nefse galip gelmesini istiyorsan, neticeyi güzelce tedkik etmeden şehvetin hükmüyle amel etme! Zira pişmanlığın kalpteki duruşu, şehvet hiffetinin duruşundan daha fazladır!´ Lokman Hakîm şöyle demiştir: ´Mü´min kişi, neticeyi gördüğünde pişmanlıktan emin olur´. Şeddad b. Evs Hz. Peygamber´den şöyle rivâyet eder: Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonrası için amel eder! Ahmak o kimsedir ki nefsini hevasının peşine takar ve ALLAH´tan, amelsiz olduğu halde makamlar ister.3 Hadîste geçen "Dâne nefsehû´ ibaresinin mânâsı nefsini hesaba çekmek demektir. (Kur´anda geçen) yevmüddîn (tabiri) ´Hesap günü3 demektir. Nitekim Einnâ le medînûn ´Gerçekten biz hesaba çekilip cezalanacak mıyız?´ (Sâffât/53) ayeti de bu mânâyı ifade etmektedir. Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın! En büyük mahkemeye hazırlanın!´ Ebu Musa el-Eş´arî´ye şu mektubu yazdılar: ´Şiddetle hesaba çekilmeden önce, genişlikte nefsini hesaba çek!´ Hz. Ömer (r.a) Ka´bu´l-Ahbar´a şöyle sordu: - Sen muhasebeyi ALLAH´ın Kitabı´nda (Tevrat´ta) nasıl görüyorsun? - Göğün hâkiminden yeryüzünün hâkimine azap olsun!´ (diye görüyorum). Bu söz üzerine Hz. Ömer, Ka´b´ul-Ahbar´ı kamçısıyla döverek şöyle dedi: - Ancak nefsini hesaba çeken bu hükmün dışındadır! - Evet ey mü´minlerin emiri! (Senin söylediğin bu cümle) Tevrat´ta tam o hükmün yanında yazılıdır. Onların aralarında Nefsini hesaba çeken´ ibaresi vardır. Bütün bu dediklerimiz, geleceğin muhasebesine işarettir; zira şöyle denilmiştir: ´Nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eder!´ Bunun mânâsı ´İşleri önce tart, takdir et, tedkik et, hakkında düşün, sonra yap!´ demektir. 1) Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir. 2) İbn Mübarek, Zühd 3) İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce |
Murâkabe´nin Fazileti
Cebrâil (a.s), Hz. Peygamber´den İhsân´ın mânâsını sorduğunda, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İhsan, sanki ALLAH´ı görüyormuşsun gibi ALLAH´a kulluk yapmandır!4 ALLAH´a, sanki görüyormuş gibi kulluk yap! Zira sen O´nu görmesen de O seni görür!5 Her nefsin yaptığı işin başında duranla (hiç bir şeyden haberi olmayan) bir mi? (Ra´d/33) ALLAH´ın (kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o)?(Alâk/14) Şüphesiz ALLAH, sizin üzerinize de gözetleyicidir.(Nisa/l) Emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler, şahidliklerini yaparlar. (Meâric/32-33) İbn Mübarek bir kişiye ´ALLAH´ı gözet!´ dediğinde kişi bu sözün açıklamasını istedi. Cevap olarak dedi ki: ´Daima ALLAH´ı görüyor gibi ol!´ Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: ´Benim efendim benim üzerime murakıb olduğunda O´ndan başkasına aldırmam!´ Ebu Osman el-Mağribî ´Bu yolda insanoğlunun nefsine gerekli kıldığı en üstün şey muhasebe, murâkabe ve ilimle amelini idare etmesidir!´ demiştir. İbn Atâ ´İbadetlerin en üstünü vakitlerin devamı boyunca hakkı murâkabe etmektir!´ demiştir. Cerirî şöyle demiştir: ´Bizim bu işimiz iki esas üzerine bina edilmiştir: a) Nefsine ALLAH´ı murâkabe etmeyi gerekli kılman, b) Zâhirinde ilmin kaaim olmasıdır´. Ebu Osman şöyle demiştir: Ebu Hafs bana dedi ki: ´Hak için oturduğunda kendi nefsine ve kalbine vâiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar senin zâhirine bakarlar. ALLAH ise senin bâtınına bakar´. Hikâye olunuyor ki: Bir şeyhin genç bir talebesi vardı. O zat bu talebesine ikram eder, kendisini diğer talebelerinden önde tutardı. Arkadaşlarından bazısı şeyhe dedi ki: ´Biz ondan daha yaşlı olduğumuz halde, nasıl (bizden daha fazla) ona ikram edersin?´ Bunun üzerine şeyh birkaç kuş istedi. Onların herbirine bir kuş ve bir bıçak verdi ve dedi ki: ´Sizden herbiriniz kendisini kimsenin görmediği bir yerde kuşu kesip getirsin!´ O gence de bir kuş ve bıçak verip diğerlerine dediğini ona da söyledi. Diğer talebeler kuşları kesip getirdiler, genç ise kuşu diri olarak getirdi. Şeyh, gence ´Arkadaşların gibi neden kuşu kesmedin?´ dedi. Cevap olarak dedi ki: Hiç kimsenin beni görmediği bir yer bulamadım. Zira ALLAH her mekanda beni görüyordu!´ Bu cevap üzerine, arkadaşları, gencin bu murakâbesine hayran kaldılar. Şeyhe hitaben ´Bu arkadaşımız kendisine ikram etmene daha lâyıktır´ dediler. Hikâye olunuyor ki Zeliha, Yusuf (a.s) ile başbaşa kaldığında kalkıp evde bulunan bir putun yüzünü bir perde ile örttü.6 Yusuf (a.s) bu hareketinden dolayı Zeliha´ya dedi ki: ´Ne o cansız bir şeyden utanıyorsun da Cebbâr olan sultanın görmesinden utanmıyor musun?´ Bir genç bir cariyeden nefsini istedi. Cariye ona dedi ki: - Sen utanmaz mısın? - Kimden utanayım! Beni yıldızlardan başka kimse görmüyorki! - Acaba o yıldızları yaratan nerededir? Bir kişi Cüneyd-i Bağdâdîye şöyle sordu: - Gözümü haram bakıştan nasıl koruyayım? - Her şeyi görenin sana bakışının, senin bakışından daha önceolduğunu bilmenle! Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: ´Murâkabeyi ancak rabbinden gelen nasibinin yok olmasından korkan bir kimse tahakkuk ettirir´. Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Adn bahçeleri Firdevs bahçelerindendir. O bahçelerde Cennet çiçeğinden yaratılmış hûriler vardır´. Mâlik´e ´O Adn cennetlerinde kim kalır?´ diye soruldu. Mâlik cevap olarak dedi ki: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Adn cen-netlerinde günah işlemeyi düşündüklerinde benim büyüklüğümü hatırlayıp beni gözetenler kalır. Onların belleri, benim korkumdan kamburlaşmıştır. İzzet ve celâlime yemin ederim, ben yer ehline azap etmeyi düşündüğümde acıkmış ve korkumdan susamış kimselere bakınca onlardan azabı geri çeviririm´. Muhâsibî´den murâkabenin mânâsı sorulunca, cevap olarak dedi ki: ´Murâkabenin başlangıcı, kalbin ALLAH Teâlâ´ya yakınlığını bilmektir!´ Mürteiş7 şöyle demiştir: ´Murâkabe her an ve her kelimede gaybı mülahaza etmek suretiyle sırrın gözetilmesidir´. Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ meleklerine şöyle buyurmuştur: ´Siz zâhirleri tedvirle memursunuz. Ben ise bâtının üzerinde mu-râkabe ediciyim´. Muhammed b. Ali Tirmizî şöyle demiştir: ´Murâkabeni nazarından gaip olamadığın bir zat için yap! Şükrünü öyle bir zat için yap ki O´nun nimetleri senden kesilmez. İbadetini öyle bir zat için yap ki O´na daima muhtaçsın! Eğilmeni öyle bir zata karşı yap ki O´nun mülkünden ve saltanatından dışarı çıkamazsın!´ Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ´Kalp, kulun nerede olursa olsun ALLAH´ın kendisini gördüğünü bilmesinden daha üstün ve daha şerefli bir şeyle süslenmemiştir´. Zatın birine ´ALLAH onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O´ndan hoşnut! İşte bu rabbinden korkanlara mahsustur´ (Beyyine/8) ayetinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: ´Bunun mânâsı, işte bu, rabbinin (müşahedesini) gözeten, nefsini hesaba çeken, varacağı yer için azıklanan kimsedir!´ Zünnûn-i Mısrî´ye şöyle soruldu: ´Kul ne ile cennete gider?´ Zünnûn şöyle dedi: Beş şeyle cennete girer: 1. İçinde eğrilik olmayan bir istikametle. 2. Unutkanlık olmayan bir çalışma ile! 3. ALLAH´ı gizlide ve açıkta mülahaza etmekle! 4. Ölüme hazırlanmak suretiyle ölümü beklemekle! 5. Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmekle!´ Şair bu mânâda şöyle demiştir: "Yalnız kaldığın zaman ´Ben yalnızım, beni kimse görmüyor´ deme. ALLAH´ın seni murâkabe ettiğini unutma! Bir an bile ALLAH´ın senden gâfil olduğunu, senin gizlediklerini bilemeyeceğini sanma! Günlerin süratle geçtiğini, bekleyenler için yarının çok yakın olduğunu görmüyor musun?!" Humeyd et-Tavil8, Süleyman b. Ali´ye9 ´Bana nasihat et´ diye dilekte bulununca Süleyman ona ´Eğer tenha bir yerde ALLAH´a is-yan ettiğinde O´nun seni gördüğüne inanıyorsan, büyük bir şeye cüret etmişsin! Eğer seni görmediğini sanmışsan, muhakkak kâfir olursun!´ dedi. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Hiçbir gizli, kendisine gizli olmayan bir zatın murâkabesinden ayrılma! Vefayı kudret elinde tutan bir zattan ümidini kesme! Cezayı, tasarrufunda bulunduran bir zattan kork!´ Firkad es-Sencî10 şöyle demiştir: ´Münafık kişi etrafına bakar, kimsenin kendisini görmediğini sandığında kötülüğe dalar. O ancak insanlara bakar, ALLAH´a aldırmaz!´ Abdullah b. Dinâr 11 şöyle demiştir: ´Ömer b. Hattab ile beraber Mekke´ye doğru yola çıktık. Yolun ortasında geceledik. Hz. Ömer´in yanına dağdan bir çoban inip geldi. Hz. Ömer, çobana şöyle dedi: - Ey çoban! Şu sürüden bana bir koyun sat!´ - Ben köleyim! - Efendine ´Kurt onu yedi!´ dersin. - O halde, ALLAH nerede! Bu söz üzerine Hz. Ömer ağladı! Sonra ertesi gün efendisinin yanına giderek onu satın alarak azad etti ve şöyle dedi: ´Dünyada bu sözün seni azad etti. Ümit ederim ki bu söz ahirette de seni azad etsin!´ 4) Buhârî 5) Ebu Nuaym 6) Bunun, Zeliha müslüman olmadan önce meydana gelmiş bir hâdise olduğuna dikkat edilmelidir. 7) Adı Ebu Muhammed Abdullah b.Muhammed´dir. Nişaburludur. Bağdad´da H. 328´de vefat etmiştir. 8) Adı Humeyd b. Ebî Hamid Ebî Ubeyde´dir. Basralı bir Tâbiîndir. H. 143´de ayakta namaz kılarken 75 yaşında iken düşüp vefat etmiştir. 9) Eşrafdan biri idi. Halifelerden Mansur´un amcası idi.H.142´de 59 yaşında vefat etmiştir. 10) Ebu Yakub Basralı ve sâdık bir âbiddir. H. 131´de vefat etmiştir. 11) Bu zat, Adevî kabilesindendir. İbn Ömer´in azadlısıdır. H. 127´de vefat etmiştir. |
Murâbete´nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs
Biz önce muhâsebe´nin faziletini, sonra hakîkatini zikredelim Nefsi Hesaba Çekmenin Fazileti Ey iman edenler! ALLAH´tan korkun ve kişi yarın için ne (yapıp) göndermiş olduğuna baksın! (Haşr/18) Bu ayet, geçmiş ameller üzerinde muhasebeye işarettir. Bu nedenle Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hesaba çekilmeden önce nefislerinizle hesaplaşın! Tartılmadan önce tartın!26 Haberde şöyle vârid olmuştur: Hz. Peygamber´e bir kişi gelip dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana nasihat et!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber ona şöyle sordu: - Nasihat kabul eden bir kişi misin? -Evet - Birşey yapmak istediğinde onun neticesini düşün! Eğer doğru ise, onu yap! Eğer yanlış ise, ondan sakın!27 Yine haberde şöyle vârid olmuştur: ´Akıllı bir kimse için dört saatin olması gerekir: O saatlarin birinde nefsini hesaba çekmelidir´. Ey mü´minler! Topluca ALLAH´a tevbe edin ki felaha kavuşasınız!(Nur/31) Tevbe, yaptıktan sonra fiile bakıp fiilden ötürü pişmanlık duymaktır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Andolsun, ben ALLAH´tan af talep ediyorum. Hatta günde yüz defa O´na tevbe ediyorum.28 ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabını düşünürler, hemen bakarsın (gerçeği) görürler.(A´râf/201) Hz. Ömer´den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Gece olduğunda, ayaklarını kamçı ile döverek nefsine şöyle hitap ederdi: ´Sen bugün ne yaptın?´ Meymun b. Mihran´dan şöyle rivayet ediliyor: ´Kul nefsini ortağından daha fazla hesaba çekmedikçe muttakî kimselerden olamaz. Ortaklar iş yaptıktan sonra hesaplaşırlar´. Hz. Ebubekir (r.a) vefat edeceği zaman kızı Âişe´ye şöyle demiştir: ´Benim nezdimde, insanların hiçbiri Ömer kadar sevimli değildir!´ Bu sözü söyledikten sonra Âişe´ye ´Ben ne söyledim?´ dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe, onun söylediğini kendisine tekrarladı. Hz. Âişe´yi dinledikten sonra şöyle dedi: ´Benim nezdimde Ömer´den daha aziz bir kimse yoktur!´ Hz. Ebubekir´in konuştuğu söze nasıl dikkat edip düşündüğüne, onu başka bir kelimeyle nasıl değiştirdiğine dikkat et! Ebu Talha´yı (Zeyd b. Eslem Ensârî) bahçesinde namaz kılarken bir kuş meşgul ettiğinde, pişman olduğundan ve elinden kaçırdığı fırsatın bedeli olur ümidiyle bahçesini ALLAH için sadaka verdi! İbn Selâm bir yük odun sırtladı. Kendisine ´Ey Ebu Yusuf! Senin çocukların ve hizmetkârların içinde bunu yapacaklar vardır. (Neden onlara yaptırmıyorsun da kendin yapıyorsun?)´ diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Nefsimi bundan hoşlanıp hoşlanmayacağı hususunda denemek istedim´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Mü´min, nefsinin murâkıbıdır. Onu ALLAH için hesaba çeker. Hesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için hafif olur. Hesap ancak kıyamet gününde muhasebe etmeksizin bu şeyi edinenler için zorlaşır´. O bundan sonra, muhâsebe´yi açıklayarak şöyle demiştir: Mü´min kişiye ansızın birşey gelir. O şey hoşuna gider ve şöyle der: ´ALLAH´a yemin olsun! Sen benim hoşuma gittin ve sen benim ihtiyacımdansın. Fakat nerede! Çünkü aramıza mâni girmiştir´. İşte bu söz, amelden önce hesap demektir. Yine Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kişinin elinden birşey kaçar. Bunun üzerine nefsine dönerek şöyle sorar: ´Bununla neyi kasdettim? Yemin olsun, eğer ALLAH dilerse, bir daha buna yönelmem!´ Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Birgün Ömer b. Hattab ile beraberken o bir bahçeye girdi. Aramızda bir duvar olduğu halde şunları söylediğini duydum: ´Hattab´ın oğlu Ömer, mü´minlerin emiridir! Vay vay! ALLAH´a yemin ederim, ya ALLAH´tan korkacaksın veya ALLAH seni azaba düçar edecektir´. Hasan Basrî ´Yoo, daima kendini kınayan nefse and içerim´. (Kıyâmet/2) ayetinin tefsirinde demiştir ki: "Mü´min bir kimse ancak nefsini kınayıp ´Bu konuşmamla neyi irade ettim? Yememle neyi kasdettim? İçmemle maksadım neydi?´ diye hesaba çekmeden önce ALLAH ile mülâki olmaz. Facir bir kimse ise, nefsini kınamadan ileriye atılır(!)" Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "ALLAH o kula rahmet etsin ki nefsine ´Sen falan ve filan günahın sahibi değil misin?´ deyip nefsini zemmederek, onun ağzına gem vurarak, ALLAH´ın kitabından ayrılmaz. Dolayısıyla ALLAH´ın kitabı onun önderi olur". (Yerinde geleceği gibi) bu, nefsin kınanmasındandır! Meymun b. Merham şöyle demiştir: ´Muttakî bir kimse, zâlim bir sultandan ve cimri bir ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker´. İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Nefsimi, meyvelerinden yediğim, sularından içtiğim, bakire hûrilerinin boynuna sarıldığım şekilde cennette farzettim. Sonra zakkumdan yediğim, irininden içtiğim, zincir ve bukağıların boynuma geçirildiği halde cehennemde farzettim. Bunun üzerine nefsime şöyle sordum: - Ey nefis! Hangi şeyi istiyorsun? - İstiyorum ki yeniden dünyaya gönderilmiş olayım ve sâlih biramel işleyeyim! - Sen temenni ettiğinin içinde bulunuyorsun. Bu bakımdanamel et! Mâlik b. Dinar, Haccac´ın bir hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: ´Hesap başkasının eline geçmeden önce nefsini hesaba çeken kimseden ALLAH razı olsun! ALLAH o şahıstan razı olsun ki amelinin geminden tutmuş, o amelden neyi kasdettiğini tedkik etmiştir. ALLAH o şahıstan razı olsun ki ölçeğine, terazisine bakmış!´ Haccac beni ağlatıncaya kadar bunları saydı. Ahmed b. Kays´ın arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: Ahmed ile arkadaşlık yapıyordum. Onun geceleyin bütün namazı dua idi. O, çıranın yanına gelip parmağını ateşi hissedinceye kadar ateşin üzerine koyar, sonra nefsine hitaben (yaptıklarını sayarak) şöyle derdi: ´Ey Ahmetçik! Falan günde yaptığın harekete seni sürükleyen neydi? Filan günde yaptığın harekete seni zorlayan neydi?´ 26) Ebu Nuaym, Hilye 27) İbn Mübarek, Zühd 28) Daha önce geçmişti. |
Murâkabe´nin Hakîkati ve Dereceleri
Murâkabenin hakîkati Rakîb´i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona çevirmektir. Başkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye ´Filan adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti´ denir. Bu murâkabeden gaye: kalbin bir durumudur. O durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidir. Azalarda ve kalpte birtakım ameller meydana getirir. Hal´e gelince o kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir. Bu hali meyve olarak veren marifet, ALLAH´ın kalplerdeki gizliliklere muttali olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tesbit etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektir. ALLAH hakkında bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir şekilde kalbin sırlarının ALLAH´a açık olduğuna inanmaktır. İşte bu marifet yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi kontrol altına alır. Evet ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmaz. Marifet bu şekilde kalbi istila ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yö-nüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene çevirir! Bu marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridir. Bunlar da sıddîklar ise ´Ashâb-ı Yemin´e bölünürler. Bu bakımdan bunların murâkabesi iki derece üzerindedir: Birinci Derece Birinci derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidir. Bu murâkabe tâzim ve iclâl murâkabesidir. Kalp, celâli düşünmekte tamamen dolar, ALLAH´ın heybeti altında kırılır. Orada asla başkasına bakma imkânı kalmaz. Bu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağız. Çünkü o sadece kalpte tahakkuk eden bir murâkabedir. Azalar ise, onlar mübahlara bile bakmaktan muattal olurlar. Nerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlar. Artık doğruluk yolları üzerinde korumasında herhangi bir tesbit ihtiyacı kalmaz. Bilakis çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltir. Kalp ise, çobandır. Ne zaman ki mâbud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden aletler olur. Bu kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla ALLAH Teâlâ tarafından diğer himmetlerin (derdin)den korunan bir kimsedir. Bu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen halktan gafil olur. Öyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmez. Kulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemez. Bazen mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmaz. Hatta seleften bazısının üzerinde, bu hal cereyan ediyordu. Kendisini kınayan bir kimseye dedi ki: ´Yanından geçerken beri dürt!´ Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir; zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tâzim eden kalplerde bile görürsün(!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin farkında olmazlar. Hatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta düşünceye dalıp gider. Çoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü işi unutur! Abdülvahid b. Zeyd´e (Basra´lı bir âbiddir) şöyle soruldu: ´Sen bu zamanda haliyle meşgul olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?´ Cevap olarak dedi ki: ´Ben bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardır. O da şu saatte sizin yanınıza gelecek´. Bu sözünden az bir zaman sonra Utbetü´I-Gulâm içeri girdi. Abdülvahid b. Zeyd ona dedi ki: ´Ey Utbe! Nerden geliyorsun?´ ´Filan yerden geliyorum´ dedi. Onun geldiği yol çarşıdan geçerdi. Abdülvahid ona ´Yolda kimlerle karşılaştın?´ dedi. O ´Hiç kimseyi görmedim!´ dedi. Hz. Yahya bir kadının yanından geçti. Kadını iteledi. Kadın yüz üstü yere düştü. Bunun üzerine Yahya´ya (a.s) ´Niçin böyle yaptınız?´ dediler. Hz. Yahya ´Ben onu duvar sandım!´ diye cevap verdi. Bir kişi şöyle anlatıyor: ´Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtim. Biri onlardan uzak oturuyordu. Yanına vardım. Onunla konuşmak istedim. Bana dedi ki: - ALLAH´ın zikri daha hoştur. - Tek başınasın! - Beraberimde RABBİM ve iki melek vardır! - Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı? - ALLAH kimi affetmişse o! - Yol nerede? Göğe doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi: - (Ey RABBİM!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır! İşte bu, ALLAH´ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdür. Bu kimse ancak ALLAH´tan konuşur. Ancak ALLAH yolundaki konuşmayı dinler. Bu bakımdan böyle bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda bulunan mânâ ile hareket ederler! Şiblî, Ebu Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardı. Onu sakin, görünüşü güzel ve hareketsiz bir halde gördü. Kendisine ´Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden aldın?´ diye sordu. Ebu Hüseyin ´Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı´ dedi. Ebu Abdullah b. Hafif12 şöyle anlatır: Mısır´dan çıkıp Ebu Ali el-Ruzubarî´yi13 ziyaret etmek için, Ramle´ye gitmek istedim. Zâhid diye bilinen Mısırlı İsa b. Yunus bana dedi ki: ´Sur´da (Şam´da bir yerdir), bir genç ile bir ihtiyar vardı. İkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdi. Eğer onlara gidersen onlardan istifade edersin!´ Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı bir bez ve omuzlarımda birşey olmadığı halde, Sur´a gittim, camiye girdiğimde kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördüm. Kendilerine selâm verdim. Bana cevap vermediler. İkinci, üçüncü defa selâmı tekrarladım. Yine selâmıma karşılık vermediler. Bunun üzerine, ´Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!´ dedim. Bunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Dünya azdır. Azdan da ancak azı kalmıştır. O halde, azdan çoğu edin! Ey Hafif´in oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle birleşmeye vakit buldun?´ O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya kadar kaldım. Dolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadı. İkindi zamanı olunca şöyle dedim: ´Bana nasihat et!´ Bunun üzerine başını bana doğru çevirerek şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Biz musibetzedeleriz. Bizde nasihat dili yoktur´. Böylece onların yanında üç gün kaldım. Ne yedim, ne içtim, ne uyudum. Onların da birşey yediğini veiçtiğini görmedim. Üçüncü gün olunca kalbimden dedim ki: ´Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat etsinler! Umulur ki onların nasihatlarından faydalanırım!´ Bunun üzerine genç, başını kaldırıp bana şöyle dedi: ´Ey Hafif´in oğlu! Görünüşü sana ALLAH´ı hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!´ İşte bu, kalplerine ALLAH´ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde ALLAH´tan başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir. İkinci Derece İkinci derece ashab-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidir. Bu kimselerin, ALLAH´ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe çalmıştır. Fakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştir. Onların kalpleri normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedir. Ancak o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlar. Evet! Bunlara ALLAH´tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak ALLAH hususundaki tahkik ve tesbitten sonra ilerler veya gerilerler. Kıyamette kendilerini rezil edecek her şeyden çekinirler. Çünkü onlar ALLAH´ın dünyada kendilerine muttali olduğunu bilirler. Kıyameti görmeye ihtiyaç duymazlar. İki derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen birtakım ameller işlersin. Yanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin ki bu gelen senin haline muttalidir. Ondan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine dikkat edersin. Bu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartır. Bazen de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girer. Dolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplar. Öyle ki onunla meşgul olmak için içinde bulunduğun herşeyi terkedersin. Bu davranışın ondan utandığın için değildir. İşte ALLAH´ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olur. Kim bu derecede olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında murâkabeye muhtaçtır. Kısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidir. Onun burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır. Amelden öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini harekete geçiren şeyin sadece ALLAH rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste, şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidir. Bu bakımdan kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve tesbite çalışmalıdır. Eğer sadece ALLAH için bir şey ise onu yapmalı, ALLAH´tan başkası içinse ALLAH´tan korkup, O´ndan çekinmelidir. Ona rağbet ettiğinden dolayı da nefsini kınamalıdır. Nefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması hususunda çalışmasını ve eğer ALLAH, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır. Bu tesbit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdır. Hiç kimse, böyle bir tesbit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid olmuştur: Ne kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter neşredilir: Birinci defter ´neden?´ İkinci defter ´nasıl?´ Üçüncü defter de ´kim için?´ defteridir. Neden´in mânâsı; ´Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?´ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde) ikinci defterden sorulur. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ´Sen bunu nasıl yaptın?´ Zira ALLAH´ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardır. O şart ve hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle denir: ´Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?´ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılır. O da ihlâsın istenilmesidir. Bu bakımdan kendisine şöyle denir: ´Bunu kim için yaptın? Acaba sırf ALLAH´ın cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman senin ecrin ALLAH´a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak, gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve ecrin yok olur. Eğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak olursun. Zira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın. Sonra benden başkasına çalışırdın. Beni dinlemedin, oysa şöyle demiştim: ALLAH´tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A´râf/194) Sizin ALLAH´tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı ALLAH´ın katında arayın. O´na ibadet edin ve O´na şükredin.(Ankebût/17) İyi bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız ALLAH´ındır.(Zümer/3) Kul, bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya çekilmeden önce nefsini sorguya çeker. Sorulan suallere cevaplar hazırlar. Kulun cevabı, doğru olmalıdır. Bunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya yapmamalıdır. Düşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini kıpırdatmalıdır. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz´a hitaben şöyle demiştir: Kişi, gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine dokunmasından bile sorulacaktır.14 Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: ´Ashab-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek istediğinde önce tedkik eder. Eğer ALLAH içinse verirdi´. Yine Hasan şöyle demiştir: ´Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula ALLAH rahmet eylesin! Eğer niyeti ALLAH için ise (bu takdirde) düşündüğünü yapar. Eğer ALLAH´tan başkası için ise yapmaz´. Sa´d (r.a), Selman-ı Fârisî´ye (r.a) şöyle nasihat etmiştir: ´Kasdettiğin zaman kasdının yanında ALLAH´tan kork!15. Muhammed b. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Mü´min bir kimse bir işi yapmak istediğinde duraklar, yavaşça hareket eder. Niyetini tedkik eder. Gece odun toplayan bir kimse gibi değildir´. İşte bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştır. Bu bakıştan ancak kuvvetli ilim, amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir marifet sahibi kurtulabilir. Bu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan İblis´i tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse uygun gelenle ALLAH için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis, düşünce ve hareketinde ALLAH´ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamaz. Çokları ALLAH Teâlâ´nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunur. Oysa iyilik yaptıklarını sanırlar(!) Öğrenilmesi mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdır. Âlimin iki rek´at namazı âlim olmayanın bin rek´atından daha üstündür. Çünkü âlim kişi, nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan korunur. Cahil ise, bunu bilmez. Öyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan cahil bir kimse daima zahmet içerisindedir. Şeytan da bundan ötürü sevinmekte ve tepinmektedir. Cahillik ve gafillikten ALLAH´a sığınırız. Çünkü cahillik her şekavetin başı ve her zararın temelidir. Her kulun üzerinde ALLAH´ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan geçirmelidir. Öyleyse bu kul, o işin ALLAH için olduğunu, ilim nûruyla anlayıncaya kadar yap-maktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırır. Bu istek himmetin bâtıla yönelmesini gerektirir. Himmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini gerektirir. Kesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak ise, helâk olmayı ve ALLAH´ın gazabını gerektirir. Bu bakımdan şerrin tohumunu daha ilk kaynağında yok etmek gerekir. O da insanın hatırına gelendir; zira hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirler. Kul üzerinde bu müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla düşünmek mümkün olmaz. Hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından ALLAH´a sığınmalıdır. Eğer kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin nûruyla ışıklanmaya gitmelidir. Şeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdır. Hatta onlardan daha fazla kaçmalıdır; zira ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Dünya sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir. Bu bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış kalpler ALLAH´ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri rubûbiyyet huzurudur. Bu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir. Bu bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya koyulmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda kâmil olan aklı sever!16 Dikkat edilirse Hz. Peygamber, ayırdedici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir; zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlar. Bu bakımdan şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü olamaz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere ondan bir akıl ayrılıp gider!17 Zaten insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor? Amellerin âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuştur. Çünkü insanlar bu ilimleri terketmişlerdir. Şehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de ´İşte fıkıh ilmi budur´ derler. Dolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden çıkarmışlardır. Sadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi kasdedilir. Bu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla din fıkhının bir parçası olabilir. Siz bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele edeninizdir. Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır.18 Ashâb-ı kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan çekinmiştir. Çünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedir. Sa´d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi.... Bu bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına giden ve görüşünü beğenendir. Böyle bir kimse Hz. Peygamber´in şu hadîsiyle vasıflandırdığı kimselerdendir: İtaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!19 Kim tahkik ve tedkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse muhalefet etmiştir: Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme!(İsra/36) Zandan sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır.20 Hz. Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştir. Nitekim avam tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva ister ve zannın arkasına takılır. Bu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hz. Ebubekir şöyle dua etmiştir: ´Yârab! Bana hakkı hak olarak göster. Onun arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak göster. Ondan sakınmayı nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım´. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır: 1. Doğruluğu tebellür etmiştir. Ona tâbi ol! 2. Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın! 3. Senin için müşkil olan iştir. Onu bilene havale et! Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir: Ey ALLAHım!Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum.21 Bu bakımdan ALLAH´ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın keşfedilmesidir. İman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir. ALLAH´ın sana lütfu cidden büyüktür. (Nisa/11) ALLAH Teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştir. Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun! (Nahl/43) Muhakkak ki bize düşen, doğru yolu göstermektir. (Leyl/12) Sonra onu açıklamak da bize aittir.(Kıyâme/19) ALLAH dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.(Nahl/9) Hz. Ali şöyle demiştir: "Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında durup düşünmek ALLAH´ın tevfîkindendir. Üzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktır. Doğrulukta selâmet vardır. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır. Dostu olmayan bir kimse gariptir. Sıddîk, o kimsedir ki gaybi doğrudur. Kötü zan seni dosttan mahrum bırakmasın. Sehâvet ne güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptir. Kulpların en kuvvetlisi takvâdır. Kendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle ALLAH arasındadır. Dünyadan ancak kendisiyle ahiretini tamir ettiğin miktar senindir. Rızık ikidir: a) Senin kendisini kovaladığın rızık, b) Bizzat seni arayan rızık. Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir! Zira eşya birbirine benzer. Kişiyi, elinden kaçmayacak birşeyin elde edilmesi sevindirir. Elde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzer. Bu bakımdan dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından da gam yeme! Senin sevincin ALLAH´ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride bıraktığında olsun. Meşguliyetin himmetin ahiret için olsun!" Hz. Ali´nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin gerekli olduğunu belirtmektir. Tevfîk ALLAH´tandır. O halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdır. O hareketin ALLAH için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir. Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle bu-yurmuştur: Şu üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) ALLAH hakkında hiçbir kınayanın kınamasından korkmaz. b) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmaz. c) Kendisine iki şey arzolunduğunda onların biri dünya, diğeri ahiret için olursa ahireti dünyaya tercih eder.22 Hareketlerinde kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdır. Fakat bu onu ilgilendirmez. Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfi için onu terkeder. Kendisini ilgilendirmeyeni terketmek, kişinin güzel müslümanlığındandır! Murâkabenin ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdır. Bu da ancak keyfiyetini tedkik etmekle olur ki ALLAH´ın ameldeki hakkını yerine getirsin. Onu tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsin. Onun suretini kemâle erdirsin. Mümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsin. Bu durum, bütün hallerinde ondan ayrılmaz. Çünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ bütün bunlarda murâ kabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olur. Mesela eğer oturuyorsa kıbleye doğru oturması uygundur. Meclislerin en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir. Bağdaş kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmaz. Oysa sultanların sultanı (ALLAH) onun durumuna muttalidir. İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: "Bir defasında bağdaş kurarak oturdum. Gaibden şöyle diyen bir ses işittim: ´Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?´ Bundan sonra bağdaş kurarak oturmadım". Eğer yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdır. Bununla beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidir. Bütün bunlar murâkabeye dahildir. Hatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidir. Durum bu olunca, kul ya ibadet veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamaz. Öyleyse ibadet, ihlâs, ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam olur. Eğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe,pişmanlık,günahtan çekinmek, hayâ ve düşünmekle iştigal etmekle olur. Eğer mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur! Kul, bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildir. Aynı zamanda şükrü gerektiren bir nimetten de emin değildir. Bütün bunlar murâkabedendir. Hatta kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamaz. Bu farîza ya derhal yapması gereken bir fiildir veya terketmesi gereken bir mahzurdur veya ALLAH´ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub hususunda ALLAH´ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardır. Bunların her birinin murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır. Bunlar ALLAH´ın hudutlarıdır.Kim ALLAH´ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur.(Talâk/l) Bu bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir: Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır! Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilir. Bundan ötürü kul, dünyasından ahireti için azık edinir. Dünyadan olan nasibini unutma! (Kasas/77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur; zira saatler üçtür: A) Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun içinde kula bir zorluk yoktur. B) Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştir. Kul, o saat gelinceye kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmez ve yine o saate ALLAH Teâlâ´nın ne gibi bir hüküm vereceğini de bilmez! C) Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte rabbini murâkabe etmesi gerekir. Mü´min bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1. Ahiret için azıklanmaya, 2. Bir maîşet için ıslâha, 3. Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye...23 Bu mânâdaki şu hadîse de uymalıdır: Akıllı bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saat. b) Nefsini hesaba çektiği saat. c) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür ettiği saat. d) Yemek ve içmek için boşaldığı saat.24 Zira kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır! (....) Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdır. O amel de zikir ile fikirdir; zira yediği yemekte (mesela) öyle acaiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündür. Burada insanlar birçok kısımlara ayrılır. Bir kısmı vardır ki ona basiret ve ibret gözüyle bakarlar. O yemek sanatının acaipliklerinde, hayat sahiplerinin onunla nasıl yaşadıklarına, ALLAH Teâlâ´nın onun sebeplerini takdir etmesinin keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürler. Nitekim biz bunun bazısını Şükür Kitabı´nda, tafsilatıyla zikretmiştik. Bu makam, akıl sahiplerinin makamıdır. Bir kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlar. Onda mecburiyet yönünü düşünürler. Ondan müstağni olmayı isterler. Fakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun şehvetlerine müsahhar olarak görürler. Bu makam zâhidlerin makamıdır. Bir kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görür. Ondan Yaradanın sıfatlarına terakki ederler.Bu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını hatırlamaya vesile olur. Onun sebebiyle, onlar için o kapılar açılır. Bu makam ise, makamların en yücesidir. Bu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını, telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olur. Oysa kulun içerisinde kıvrandığı herşey ALLAH´ın sanatıdır. Eğer kendisi için melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olur. Fakat bu durumun meydana gelmesi cidden nadirdir. Dördüncü bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlar. O yemekten ellerinden kaçan kısım için üzülürler. Hazır bulunan kısımla sevinirler. Onlardan hoşlarına gitmeyen-leri kötülerler. Yapanı zemmederler. Hem pişirileni, hem de pişireni kınarlar. Pişirilenin de pişirenin de fâilinin ALLAH olduğunu, ALLAH´ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi kötüleyenin ALLAH´ı kötülemiş olduğunu bilmezler. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dehr´e küfretmeyiniz! Çünkü ALLAH Teâlâ, dehr´in ta kendisidir!25 İşte bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle meydana gelir. Bunun izahı oldukça uzundur. Bizim söylediklerimizde esasları bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır. 12) Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Hafif dir. Şirazlıdır. H. 371´de vefat etmiştir. 13) Adı Ahmed b. Muhammed´dir. Mısır´da ikamet etmiştir. Orada H. 322´de vefat etmiştir. 14) Daha önce geçmişti. 15) İmam Ahmed, Hâkim 16) Ebu Nuaym 17) Daha önce geçmişti. 18) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 19) Daha önce geçmişti. 20) Kaynağı bulunamadı. 21) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 22) Ebu Mansur Deylemî 23) İmam Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim 24) Daha önceki hadisin bir parçasıdır. (Irâkî) 25) Müslim, "ALLAH dehr´in sahibi ve dehr´in içinde cereyan eden hâdiselerin mûcidi" demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir. |
Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs´in Hakîkati
Kulun, günün başlangıcında hakkı tavsiye etmek üzere nefsiyle anlaştığı bir vakti olduğu gibi günün sonunda da bir saati olmalıdır ki o saatte nefsi muâhaze etmeli, durumlarını muhasebeye çekmelidir. Nitekim dünyada, tüccarlar ortaklarıyla her sene veya her ay veya her gün bu şekilde hesap görürler. Tüccarlar dünyaya harîs olduklarından ve ellerinden kaçması kendileri için daha hayırlı olan bir şeyin kaçmasından korktuklarından dolayı böyle yaparlar. Oysa o dünyalığı elde etseler bile, ancak az bir müddet ellerinde kalabilir. O halde, akıllı bir kimse ebedî saadet ve şekavetin tehlikesiyle ilgili olan konularda nefsini nasıl hesaba çekmez? Bu umursamamazlık ancak gaflet, mahrumiyet ve az tevfîke mazhar olmaktan kaynaklanır. Böyle bir felaketten ALLAH Teâlâ´ya sığınırız. Ortakla hesaplaşmaya oturmanın mânâsı; sermayenin tedkik edilmesi, kâr ve zarara bakılması demektir ki kendisi için fazlalık, eksiklikten görünsün. Eğer kâr olursa onu alır, ortağına teşekkür eder. Eğer bir zarar olursa ortağını kefil kılar. İleride o zararı kapatmayı ona yükler. İşte farz borçlarında ve o borcun kârı olan nafilelerde ve zararı olan günahlarda da kulun sermayesi böyledir. Bu tür ticaretin zamanı, bütün gündür. Bu, kötülüğü emreden nefisle yapılmış bir anlaşmadır. Bu bakımdan önce nefsini farzlar için hesaba çekmelidir. Eğer nefis farzları gereği gibi edâ etmişse, bu hareketten dolayı ALLAH´a şükür ve nefsi onun benzerini yapmaya teşvik etmelidir. Eğer nefis farzları terketmişse, farzların kazasını nefisten istemelidir. Eğer nefis eksik olarak onları edâ etmişse, eksikleri nafilelerle kapatmaya nefsi zorlamalıdır. Eğer nefis herhangi bir masiyeti irtikâb etmişse, nefsi cezalandırmak, azap vermek ve kınamakla meşgul olmalı ki nefis eksiklikleri te-lafi etsin. Tıpkı tüccarın, ortağına karşı bir habbenin (para birimi) ile bir kıratın (para birimi) hesabını sorduğu gibi... Dolayısıyla fazlalık ve eksikliğin giriş noktalarını korur ki onların hiç birinde zarar etmesin. Nefsin zararından ve hilesinden de böyle korunması gerekir. Çünkü nefis aldatıcıdır. Bu bakımdan nefisten önce, bütün gün konuştuklarının hesabını sormalıdır. Kıyamette başkasının eline geçecek hesabı bizzat kendisi, nefsiyle görmelidir. İşte bakışını, kalbine gelenleri, düşüncelerini, kalkışını, oturuşunu, yemesini, içmesini ve uykusunu böylece tedkik etmelidir. Hatta susuşunu, duruşunu kontrol etmelidir. Nefis, bütün vâcib vazifelerini bildiği ve kendi kanaatine göre bu husustaki vâcibleri edâ etmeye kudretli olduğu kesinleştiği miktarda da onun için hesap olur. Böylece nefsin aleyhindeki geri kalan kısım kendisine görünür. Bu bakımdan ortağın açığını kalbine ve defterine yazdığı gibi, bunları nefsin aleyhine tesbit edip kalbinin sahifesine yazmalıdır. Sonra nefis borçludur. Ondan, borçlarını alması mümkündür. O borçların bir kısmını onu kefil kılmak suretiyle alır. Bir kısmını da geri vermek suretiyle. Bir kısmını da ondan ötürü nefse ceza vermek suretiyle alabilir. Bu alış şekillerinin hiçbiri, hesabı tedkik etmeden ve geri kalanı, vâcib olan haktan ayırmadan mümkün değildir. Bu hâsıl oldu mu bundan sonra nefisten istemek ve almak ile meşgul olmalıdır. Sonra nefsi bütün hayatından ötürü, gün gün, saat saat görünür ve görünmez bütün azalar hakkında hesaba çekmesi uygundur. Tevbe b. Samt nefsini hesaba çeken bir zattı. Birgün hesap etti, altmış yaşında olduğunu gördü. Bu senelerin günlerini hesap etti, yirmibirbinbeşyüz (21.500) gün olduğunu gördü. Bir çığlık kopararak şöyle dedi: ´Vay hâlime! Sultanlar sultanının huzuruna yirmi birbin (21.000) günah ile varacağım! Acaba her günde onbin (10.000) günah varsa ne olacaktır?´ Bunları söyledikten sonra düşüp bayıldı. Yanına varıp baktıklarında ölmüş olduğunu gördüler. Bunun üzerine gaibden şöyle diyen bir ses işittiler: ´En yüce Firdevs sana müjdeler olsun!´29 Nefsini, alıp verdiği nefeslerden, her saatta kalbi ve azalarıyla yapmış olduğu günahlardan hesaba çekmesi gerekir. Eğer kul, her işlediği günaha karşılık evine bir taş atsa, kısa bir müddette evi taş ile dolardı. Fakat günahlardan korunmak konusunda ihmalkârlık yapar. Oysa (sağ ve solundaki) melekler onun yaptıklarını aleyhine kaydederler. ALLAH onun yaptıklarını teker teker sayar. Oysa o unutmuştur. 29) Beyhâkî, Şuab´ul-İman |
Murâbete´nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak
Kişi nefsini hesaba çektiğinde günah işlemekten ve ALLAH hakkında kusur yapmaktan nefsi sağlam değilse, onu ihmal edip başıboş bırakması uygun değildir; zira eğer kişi nefsini ihmal ederse, günahları işlemek nefis için kolaylaşır. Nefis, günahlara alışır. Artık bir daha onu günahtan menetmek zorlaşır. Bu da nefsin helâkine sebep olur. Nefsi kınaması ve cezalandırması uygundur. Bu bakımdan şüpheli bir lokma yediğinde, karnı aç bırakmak suretiyle onu cezalandırmalıdır. Mahrem olmayana baktığında gözünü bakıştan menetmek suretiyle cezalandırmalı ve böylece bedeninin her azasını şehvetten menetmek suretiyle cezalandırmalıdır. Ahiret yolunun yolcuları bu âdete sahip idiler. Nitekim Mansur b. İbrahim´den şöyle rivayet edilmiştir: Âbidlerden biri bir kadınla konuştu. Elini kadının baldırınadeğdirecek kadar işi ilerletti. Sonra pişman oldu. Ceza olarak elini kuruyuncaya kadar ateşin üzerinde bıraktı. Rivayet ediliyor ki İsrailoğulları´nın içinde havrasında ibadet eden biri vardı. Böylece uzun bir zaman ibadet etti, Birgün dışarıya çıkınca gözüne bir kadın ilişti. Kadına vuruldu ve kadının yanına inmek istedi. O esnada, ALLAH daha önce geçmiş ilâhî bir inayetiyle onun yardımına yetişti ve dolayısıyla kendi kendisine şöyle sordu: ´Yapmak istediğin bu hareket nedir?´ Böylece kendine geldi. ALLAH Teâlâ onu korudu, dolayısıyla pişman oldu. Ayağını havraya çekmek istediğinde kendi kendisine şöyle dedi: ´Bu ne uzak, ne uzak! Bir ayak ki ALLAH´a isyan etmeyi istediği halde dışarı çıkmıştır, o benimle beraber havraya mı dönecektir? ALLAH´a yemin ederim, bu katiyyen olmaz´. Böylece ayağını havranın kapısına asılı olduğu halde dışarıda bıraktı. Ayak çürüyüp düşünceye kadar yağmurlar, rüzgârlar, kar ve güneş altında kaldı. Bundan ötürü ALLAH Teâlâ´ya şükretti ve ALLAH Teâlâ semavî kitabların birinde bu kişiden bahsetti. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İbn Kurtenî´den dinledim, şöyle diyordu: "Bir gece cenabet oldum. Gusletmek ihtiyacını duydum. Gece de oldukça soğuktu. Nefsimde guslü geciktirmek isteğini hissettim. Böylece nefsim sabah oluncaya kadar gecik-memi, suyu ısıtmamı veya hamama gitmemi bana telkin etti. Ben de nefsimi bir türlü yenemiyordum. Bu durumdayken şöyle bağırdım: ´Yazıklar olsun! Ben hayatım boyunca ALLAH´a ibadet etmiş olayım, benim üzerime bir hak farzolsun ve o hakkı edâ etmek azmini kendimde göremeyeyim. Nefsimde duraklama ve gecikme bulayım!´ Böylece sırtımdaki gömleğimin içinde yıkanacağıma ve gömleğimi sıkmayıp güneşte kurutmayacağıma dair yemin ettim". Hikâye olunuyor ki Gazvan30 ile Ebu Musa el-Eş´ari (r.a) bir yolculukta bulunuyorlardı. Bu esnada bir cariyenin nâmahrem bedeni gözüktü, Gazvan ona baktı. Bundan ötürü gözü çanağından fırlayacak gibi oldu. O da gözünü elleriyle kapadı ve şöyle dedi: ´(Ey göz) sen sana zarar verene çokça bakıcısın!´ Seleften biri bir kadına, bir kere baktı. Bu hatadan dolayı hayatı boyunca soğuk su içmemeyi nefsine ceza olarak verdi. Nefsini sıkıntıya sokmak için sıcak su içip duruyordu. Hikâye ediliyor ki; Hasan b. Ebî Sinan bir köşkün yanından geçerek şöyle demiştir: ´Acaba şu köşk ne zaman inşa edilmiştir?´ Bu sözünden sonra başladı nefsini kınamaya... Nefsine hitaben dedi ki: ´Seni ilgilendirmeyen konuları soruyorsun! ALLAH´a yemin ederim, sana ceza olarak tam bir sene oruç tutmayı tatbik edeceğim!´ Böylece bir sene oruç tuttu. Mâlik b. Deygam şöyle demiştir: ´Ribah Kays31 ikindi namazından sonra gelip babamdan sual sormak istedi, uyuyor dedik. Bu sözüme karşılık olarak ´Bu saatten sonra uyku ha! Bu uyku zamanı mı?´ dedi. Sonra dönüp gitti. Biz arkasından bir adam göndererek ´Onu senin için uyandıralım mı?´ dedik. Gönderdiğimiz adam geldi ve bize şöyle dedi: "O benden herhangi birşey dinlemeyecek kadar meşgul bulunuyor. Mezarlığa girerken ona yetiştim. Nefsini kınayıp şunları söylüyordu: "Sen ´şu saat uykunun vakti midir?´ dedin? Acaba böyle demek senin vâzifen mi? Kişi istediği zaman uyur. Sen onun uyku zamanı olmadığını nereden bileceksin? Bilmediklerini ne diye konuşuyorsun? ALLAH´ın benim üzerimde bir va´di vardır. Onu hiçbir zaman bozmayacağım. Uyku için bir sene yere yatmayacağım. Ancak bitab düşürücü bir hastalık veya akılsızlık hâli bundan müstesna! Bunu da sana kötülük etmek için yapıyorum. Ey nefis! Utanmıyor musun? Ne zamana kadar kınanacaksın? Hâlâ da dalâletinden uyanmayacak mısın?" Sonra benim yanında olduğumu sezmeksizin ağlamaya başladı. Onun bu durumunu görünce kendisini haliyle başbaşa bıraktım!" Temîm ed-Dârî bir gece uyuya kalıp teheccüd namazını kılmadı. O gece yattığının cezası olarak bir sene boyunca bütün geceleri uykusuz geçirerek ibadet etti. Hz. Talha´dan şöyle (r.a) rivayet ediliyor: Günün birinde bir kişi gitti. Elbisesini çıkardı. Kızgın kumlara yattı ve nefsine şöyle dedi: ´Tat! Cehennem ateşi, hararet bakımından, daha şiddetlidir. Gece leş gibi, gündüz de tembel mi duruyorsun?´ O bu haldeyken Hz.Peygamber ansızın bir ağacın gölgesinde göründü. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e gelip (halini şöyle) ifade etti: ´Nefsim bana galebe çaldı da ondan böyle yaptım!´ Bu cevap üzerine, Hz. Peygamber ona şöyle dedi: Seni yapmış olduğun hareketten kurtaracak bir çare yok mu? Senin için göklerin kapıları açıldı. ALLAH seninle meleklerine karşı iftihar etti. Sonra ashâb-ı kirâm´a hitaben şöyle buyurmuştur: ´Kardeşinizden azıklanın!´ Bu söz üzerine, ashabdan bir kişi Talha´ya ´Ey falan! Benim için dua et!´ dedi. Bu manzara karşısında, Hz. Peygamber, ona hitaben ´Onların hepsini duanın kapsamına al!´ dedi. Bu emir üzerine Talha (r.a) şöyle dua etti: ´Yârab! Takvâyı onlar için azık yap! Onların işini hidayet üzerinde topla!´ Bunun üzerine, Hz. Peygamber de (s.a) şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Onu dosdoğru kıl!´ Bu manzara karşısında kişi de ´Ey ALLAHım! cenneti onların dönüş yeri yap!´ dedi.32 Huzeyfe b. Katade el-Meraşî şöyle anlatıyor: Bir kişiye ´Şehvetlerinde nefsine ne gibi bir muamele yapıyorsun?´ diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Yeryüzünde, benim nezdimde, ondan daha fazla nefret ettiğim bir nefis yoktur. Bu bakımdan ben nasıl onun isteklerini ona veririm?´ İbn Semmâk, Dâvud-u Tâi evinde can çekişirken, Dâvud´un huzuruna varıp ´Ey Dâvud! Hapsolunmazdan önce nefsini hapsettin. Azap olunmadan önce nefsine azap çektirdin. İşte bugün, çalıştığın zatın sevabını görürsün´ dedi. Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri bir zaman âbidlik yaptı. Sonra ALLAH´a bir ihtiyacı başgösterdi. Dolayısıyla yetmiş cumartesi kalktı, (ibadet etti), her cumartesi onbir hurma yiyor. Sonra ALLAH Teâlâ´dan ihtiyacını istiyordu. ALLAH ona ihtiyacını vermedi. Böylece nefsine dönerek şöyle dedi: ´Sendengeldim! Eğer sende hayır olsaydı muhakkak ihtiyacın sana verilirdi!´ Bunun üzerine yanına bir melek indi ve ona ´Ey Adem´in oğlu! Senin şu saatin geçmiş ibadetinden daha hayırlıdır. ALLAH Teâlâ senin ihtiyacını yerine getirdi´ dedi. Abdullah b. Kays şöyle anlatıyor: "Biz bir savaşta bulunuyorduk. Düşmanla karşı karşıya geldiğimizde, gaibden gelen bir ses ´Düşmana karşı saf tutmaya kalkın´ dedi. Fırtınalı bir günde düşmanla karşı karşıya geldik. O anda önümde bulunan bir kişi, nefsine hitap ederek şöyle diyordu: ´Ey nefsim! Ben falan ve filan savaşta bulunmadım mı? Sen orada bana helâk olur, aile efradın kimsesiz kalırlar deyip de kendine itaat ettirerek o savaştan kaçmadın mı? Ben falan falan savaşta orada da aynı vesveseyi verdin, ben de sana uyarak geri döndüm. ALLAH´a yemin ederim, bugün seni ALLAH Teâlâ´ya arzedeceğim. Ya seni alır veya salıverir!´ Ben kendi kendime ´Bu kişiyi bugün gözetleyeceğim´ diye karar verdim. Dolayısıyla onu gözetledim. Bir ara İslâm orduları düşmana saldırdılar. O kişi de ön saflarda bulunuyordu. Sonra düşman tarafından hücuma geçildi. Müslümanlar geri çekildiği halde o yerinden kıpırdamadı. Bu durum birkaç defa tekrarlandığı halde o yerinde durup savaşıyordu. ALLAH´a yemin ederim, o düşüp şehid oluncaya kadar bu minval üzere devam etti. Bedeninde ve bineğindeki yaraları saydım. Altmış veya daha fazla mızrak darbesi bulunuyordu". Biz Ebu Talha (r.a) el-Ensârî´nin namaz içinde kalbi bahçesindeki öten kuşla meşgul olup kaç rek´at kıldığını bilmediğinden, bunun kefareti olarak bahçesini sadaka verdiğini ve yine Hz. Ömer´in her gece kamçısıyla ayaklarını döverek ´bugün ne yaptın?´ diye sorduğunu daha önce zikretmiştik. Mecma´dan33 şöyle rivayet ediliyor: Hazret bir gün başını kaldırıp baktı. Bu arada gözü bir kadına ilişti. Bundan dolayı nef-sine, dünyada kaldıkça, başını kaldırmamayı adadı. Ahnef b. Kays, geceleyin çıradan ayrılmıyordu. Parmağını çıra ateşine tutup nefsine ´Filan gün filan işi yapmaya seni zorlayan neydi?´ diye sorardı. Vuheyb34 b. Verd gördüğü birşeyi nefsinde hor telâkki edince göğsünün üzerinde bulunan kılların bir kaçını yoldu. Dolayısıyla canı acıdı. Sonra nefsine şöyle hitap etti: ´Rahmet olasıca! Ben ancak senin için hayrı irade ettim´. Muhammed b. Bişr35 Dâvud-u Tâî´yi iftar zamanında tuzsuz ekmek yerken gördü. ´Tuz da yeseydin olmaz mıydı?´ diye sordu. Dâvud ´Nefsim beni bir seneden beri tuz yemeye davet ediyor. Dâvud dünyada kaldıkça nefsine tuzun zevkini tattırmayacaktır´ dedi. İşte isabetli fikir sahiplerinin nefislerini cezalandırmaları böyleydi. Hayret edilecek nokta şudur: Sen köleni, cariyeni, aile ve çocuğunu, onlardan sâdır olan kötü ahlâktan ve kusurlarından ötürü cezalandırıyorsun. Eğer onları affedersen durumlarının senin kontrolünden çıkmasından ve sana karşı gelmelerinden korkuyorsun! Oysa en büyük düşmanın olan nefsini ihmal ediyor, sana en şiddetli saldırganlığı yapan ve ailenin saldırganlığından daha büyük zarar veren nefsi ihmal ediyorsun. Çünkü aile efradının gayeleri, sana dünya maişetini bulandırmaktır. Eğer düşünürsen anlarsın ki maişet, ahiret maişetidir ve ahirette sonsuz ve daimî nimet vardır. Ahiret maişetini ise senin için bulandıran sadece nefsindir. Bu bakımdan nefsin başkasından daha fazla cezaya müstehaktır. 30) Ashâb-ı Kirâm´dan Gazvan isimli birisi bilinmemektedir; ancak Tabiînden Gazvan b. Utbe b. Gazvan el-Mazinî vardır ve babası meşhur bir sahabî´dir. Muhtemelen burada o kasdedilmektedir. (İthaf´us-Saade) 31) Adı Ebu Mehasır Riyali b. Amr´dır. 32) İbn Ebî Dünya, (hadîs-i munkatı veya hadîs-i mürsel) 33) Adı Mecma b. Samganî et-Teymî´dir. Muttakî bir zattır." 34) Abdulvehhab Ebu Umeyye el-Mekkî. Vuheyb künyesiyle şöhret bulmuştur. 35) Kûfelidir, güvenilir ve hafız bir zat idi. H. 203´de vefat etmiştir. |
Murâbete´nin Beşinci Makamı Olan Mücâhede
Mücâhede, kişi nefsini hesaba çektiğinde, onun günah işlediğini gördüğünde, bahsi geçen cezalarla onu cezalandırmasıdır. Eğer nefsini faziletlerin herhangi bir şeyinde veya virdlerin herhangi birinde tembellik ve gevşeklik yaptığını görürsen, uygun olanı virdleri ağırlaştırmak ve onlardan ayrılmamak suretiyle ve elden kaçan fırsatları telafi etmek için çeşitli faziletleri ona yüklemek suretiyle onu eğitmektir. İşte ALLAH için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hz. Ömer, cemaatle ikindi namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200.000) dirhem olan bir arazisini, sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır. İbn Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki köleyi azad etti. İbn Ebî Rebia, sabah namazının iki rek´atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir. Seleften bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile olan şey ile muâheze etmektir. Soru: Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi etmenin yolu nedir? Cevap: Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır. Tedavi sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır. Seleften bir zât şöyle demştir: ´Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b. Vâsi´in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun üzerine birkaç hafta ibadet ederdim´. Ancak bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi, ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur. O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir şekilde girer. Böyle bir durumdan ALLAH´a sığınırız. Biz var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim; zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta değildir.36 Hasan Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60) Hasan Basrî sonra bu ayet hakkında şöyle demiştir: ´Onlar amellerden yaptıklarını yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini ALLAH´ın azabından kurtaramayacağından korkarlar´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ömrü uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır. Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur: - Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir? - Ey RABBİMiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular! - Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu nasıl olur? Hasan Bâsrî şöyle demiştir: Ben bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir za-man, aile efradına bir yemek yapmalarını emretmemiştir. Bedeni ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı onları kap-ladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı. Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. ALLAH Teâlâ´dan o iyiyi kabul etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, ALLAH Teâlâ´dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. ALLAH´a yemin ederim, onlar böyle idiler ve bunun üzerinde idiler. ALLAH´a yemin ederim, onlar (buna rağmen) günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular. Hikâye olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz´in huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle bulunuyordu. Ömer o gence sordu: - Gördüğüm duruma seni getiren nedir? - Ey mü´minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi. - ALLAH için bana doğru söyle! - Ey mü´minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim nezdimde, eşit oldu. Sanki ben RABBİMin arşına bakıyorum ve görüyorum ki insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım, gecemi uykusuz... İçinde bulunduğum herşey, ALLAH´ın sevabına nisbeten,o nun cezasına nazaran hiç ve hakîrdir. Ebu Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya (kavut çorbası) içerdi. Ondan ´Neden böyle yaptığı´ sorulduğunda dedi ki: ´Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli ayeti okuyacak kadar bir zaman vardır´. Birgün adamın biri Dâvud´un huzuruna girerek: ´Senin tavanında kırılmış bir kalas vardır´ dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: ´Yeğenim! Yirmi seneden beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!´ Selef fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmak-tan da hoşlanmazdı. Muhammed b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi´nin yanında kuşluktan ikindi namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine sorulunca şu cevabı verdi: ´ALLAH Teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı. Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır´. Mesruk´un hanımı şöyle demiştir: ´Mesruk daima uzun na-maz kılmaktan ötürü iki bacağı şişmiş bir vaziyette olurdu´. Yine bu hanım şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü arkasından oturup ağlıyorum´. Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim: Hararetli öğle vakitlerinde ALLAH için susamak, gecenin yarısında ALLAH için secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen insanlarla oturmak!´ Esved b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona ´Neden nefsine işkence ediyorsun?´ dedi. O da cevap olarak ´Onun şerefini düşünüyorum´ dedi. Yine o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı. Enes b. Mâlik ve Hasan Basrî huzuruna varıp kendisine ´ALLAH Teâlâ bütün bunları sana emretmedi!´ dediler. O dedi ki: ´Ben ancak mevlâma karşı memlûk bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım´. Fazlasıyla ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar hergün bin rek´at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek´at namaz kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: ´Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?´ - Bu gözyaşlarını neden döküyorsun? - ALLAH´ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O gözyaş-larının samimi olmayışından korkarak da kan ağladım. Feth el-Mevsilî´yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum: - ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı? - Beni affetti! - Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun? - RABBİM beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: ´Ey Feth! Gözyaşların niçin döküldü?´ Cevap olarak ´Ey RABBİM! Senin vâcib olan hakkından geri kalışım için böyle yaptım´ dedim. - Neden dolayı kan akıttın? - Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım. - Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma getirirler. Onda bir hata bulunmadı! Şöyle anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki; ´Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?´ Bunun üzerine rahib, başıyla gök-lere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kasdettiğini anladılar ve dediler ki: ´Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?´ Bunun üzerine rahib onlara ´Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır´ dedi. Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular: - Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?´ - Niyetleri üzerinde olacaklardır. - Bize nasihatta bulun! Seferinizin uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü. Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından geçtim. ´Ey rahib!´ diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: ´Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, ALLAH´tan korkan, ALLAH´ı tâzim eden, be-lasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı ALLAH´a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O´nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, cebbâr olan ALLAH´ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim´. Bunun üzerine dedim ki: ´Ey rahib! Acaba ALLAH´ı tanıdıktan sonra halkı ALLAH´tan alıkoyan nedir?´ Dedi ki: ´Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı ALLAH´tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir´. Dâvud-u Tâî´ye: ´Sakalını tarasaydın´ denildi. Cevap olarak dedi ki: ´O halde, ben boş bir kimse olurum´. Üveys (Veysel) Karânî ´Şu gece rükû gecesidir´ der ve bütün geceyi bir rek´at ile ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: ´Şu gece secde gecesidir´ derdi ve bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi. Utbet´ul-Gulâm tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi kendisine ´Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur)!´ dedi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim´. Mesruk hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm zamanında ise takvâyı överler!´ (Darb-ı meseldir). Abdullah b. Dâvud42 dedi ki: ´Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve artık hiçbir gece uyumadı´. Kehmes b. Hasan43 her gün bin rek´at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: ´Ey her şerrin yuvası! Kalk!´ Zayıf düştüğünde beşyüz rek´ata indirdikten sonra ağlar ve şöyle derdi: ´Amelinin yarısı gitti!´ Rebî b. Hüsaym´ın kızı babasına ´Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise uyumadığını görüyorum?´ dedi. O da cevap olarak kızına ´Ey kızcağızım! Senin baban düşmanın gece baskınından korkuyor!´ dedi. Rebî´nin annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle haykırdı: - Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun). - Evet anneciğim! (Birini öldürdüm). - O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. ALLAH´a yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve seni kısastan affederler! - Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir! Bişr el-Haris´in yeğeni Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris anneme derdi ki: ´Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor´. Bunun üzerine annem kendisine ´Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!´ dedi. Bunun üzerine, dayım anneme ´Rahmet olasıca! ALLAH bu unu nereden aldın derse, ben ne cevap vereceğim!´ dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte ağlamaya başladık". Ömer der ki: "Annem, ağabeyi Bişr´deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: ´Ağabeyciğim! Keşke annem beni doğurmasaydı! ALLAH´a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü ciğerim paramparça oldu!´ Bunun üzerine, dayım anneme hitaben ´Ben de senin gibi derim keşke annem beni doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!´ dedi". Ömer diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu! Rebî şöyle anlatıyor: ´"Veysel Karanî´ye geldim. Sabah namazını kıldı ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim. Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin kötülüğünden sana sığınıyorum!´ Bunları gördükten sonra dedim ki: ´Ondan bu ka-darcık bana kâfidir!´ Sonra döndüm". Bir kişi Veysel Karanî´ye baktı ve şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Neden seni hasta gibi görüyorum?´ Dedi ki: ´Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!´ Ahmed b. Harb şöyle dedi: ´Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum´. Âbidlerden bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem´in yanına vardım. Yatsı namazını kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum, benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine ´ALLAH sana rahmet etsin! Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?´ dedim. Cevap olarak dedi ki: ´Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?´ Sâbit el-Bennânî şöyle demiştir: ´Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi´. Denildi ki: Ebu Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan haberdar olmadı! Semnun´un virdinin hergün beşyüz rek´at namaz olduğu söylenmiştir. Ebu Bekir Mutavvî´den44 şöyle rivayet ediliyor: ´Gençliğimde, her gün ve her gece, benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40.000) defa) ´KulhuvALLAHu ehad´i okumaktı´. (Adeddeki şüphe râvînindir). Mansur b. Mu´temer´i45 gördüğümde derdim ki: ´Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık, sesi boğuk, gözleri yaşlı!´ Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla akardı. Annesi kendisine ´Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?´ Bütün gece ağlıyor, hiç sus-muyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!´ dedi. Bu sual karşısında annesine şöyle dedi: ´Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha iyi bilirim!´ Amir b. Abdullah´a46 ´Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl sabrediyorsun?´ denildi. Dedi ki: ´Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum yok!´ O derdi ki: ´Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini görmedim ki ondan kaçan uyusun!´ Gece geldiğinde derdi ki: ´Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!´ Böylece sabaha kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: ´Ateşin harareti uykuyu götürdü!´ Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: ´Korkan bir kimse bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!´ (Meşhur bir darb-ı meseldir). Bir kişi şöyle diyor: ´Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz, ne gece uyuduğunu görmedim!´ Hz. Ali´nin arkadaşlarının birinden şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali´nin arkasında sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim! Ben Muhammed´in (s.a) ashabını gördüm. Bugün onlara benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece ALLAH için secde edip kıyamda bulunmuş, ALLAH´ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı. ALLAH´ı zikrettikleri za-man rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı. Sanki bunlar gafil olarak sabahlamışlar!´ Hz. Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir. Ebu Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak şöyle derdi: ´İbadete kalk! ALLAH´a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki benden değil, senden yorgunluk gelsin!´ Nefsi gevşekliğe daldığında Ebu Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve şöyle derdi: ´Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!´ O şöyle diyordu: ´Hz. Muhammed´in ashabı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih ettiğini zannediyorlar? Hayır! ALLAH´a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını bilsinler´. Saffan b. Selim´in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir duruma gelmişti ki eğer kendisine ´Yarın kıyamet kopacaktır´ denilseydi bile bu çalışmadan fazlasını yapa-mazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: ´Ey ALLAHım! Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!´ Kasım b. Muhammed şöyle anlatır: "Birgün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi, sabahleyin çıkınca halam Âişe´ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün, sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu ayeti okuyordu: ALLAH bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu.(Tûr/27) Hz. Âişe ağlıyor, dua ediyor ve ayeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!´ diye düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Ayeti tekrar ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu". Muhammed b. İshak şöyle anlatıyor: ´Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti´. Bir kişi şöyle demiştir: ´Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin arasına girer diye korkuyorum´. Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: ´Salih kimselerin siması; uykusuzluktan benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üze-rinde korkanların gubârı vardır´. Hasan Basrî´ye ´Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Çünkü onlar Rahman ile başbaşa kaldılar. O da onlara kendi nû-rundan bir nûr giydirdi´. Amr b. Abdilkays derdi ki: "Ey RABBİM! Beni yarattın. Fakat benden sormadın. Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana ´Ondan korun!´ dedin. Ey RABBİM! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl korurum! Ey RABBİM. Dünyada üzüntüler var. Ahirette ise ceza ve hesap! O halde, istirahat ile sevinmek nerede!" Câfer b. Muhammed şöyle diyor: Utbet´ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı bi-rine sordum. Bana dedi ki: ´Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki çığlık arasındaki haline bak!´ Kasım b. Reşid Şeybanî´den rivayet ediliyor. Zem´a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı. O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle ´Ey uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş olasınız?´ diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle ´Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü överler´ diye bağırdı. Hukemadan bir zât şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet etmiş, onlar da ALLAH´ı tanımışlardır. ALLAH onların göğüslerini açmış, onlar da ALLAH´a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri ALLAH´a teslim etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır, sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi mümkün olmayan-larla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından, ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen men-dil gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu ALLAH´ın fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir´. Sâlihlerden biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor. Fakat onların aksi karşıma çıktı. Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza durmuş şu ayeti tekrar ediyordu: O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. ALLAH Teâlâ sizi kendinden sakındırıyor.(Âlu îmran/30) O kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu ayeti tekrarlıyordu. Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: ´Yazıklar olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!´ Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir saat sonra ayıldı. Şöyle diyordu: ´Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum. Gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!´ Sonra şöyle dedi: ´Korkanların kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi´. Sonra elini silkerek şöyle dedi:: ´Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları kandır!´ Sonra dedi ki: ´Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede? Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar´. Bu manzara karşısında ona ´Ey ALLAH´ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum´ dedim. Buna karşılık bana ´Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır? Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları kalmış bir kimse nasıl boşalır?´ dedi. Sonra şöyle dedi: ´Sen hem O´nun için, hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin´. Sonra o benden bir saat kadar habersiz oldu ve şu ayeti okudu: (Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47) Sonra birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi kendime ´Ruhu çıktı´ dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra ayıldı ve şöyle dedi: ´Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü, fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum zaman günahlarımdan vazgeç!´ Bunun üzerine kendisine ´O ALLAH ki O´na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun? O´nun hatırı için benimle konuş!´ dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi: ´Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben ALLAH Teâlâ´nın dilediği zamandan beri bu yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse! Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum. Sonra ümit ediyorum ki ALLAH beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!´ Kendi kendime şöyle dedim: ´Bu ALLAH´ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem ALLAH´ın cezasına çarpılmaktan korkarım!´ Bunun üzerine onu bırakıp gittim". Salihlerden biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: ´Ey kişi! Kalk! Çünkü ölüm ölmemiştir!´ Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını takip ettim. Şöyle dediğini duydum: Her can ölümü tadacaktır. (Âlu İmran/185) - Ey ALLAHım! Ölümü benim için bereketli kıl! Bunun üzerine dedim ki: ´Ölümden sonraki hali de!´ Bu konuşmam üzerine şöyle dedi: ´Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar. Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur´. Bu konuşmadan sonra şöyle devam etti: ´Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin zahmet çektiği (ALLAH)! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru! Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı. Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı´. Sonra gidip beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası ´Ey güvendiğim! Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça affedicisin!´ olur". Yine aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir: Güzel hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın! İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir. Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir. Dolayısıyla o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır! Kurrez b. Vebr50 hergün üç defa Kur´an´ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece mücâhede ederdi. Kendisine ´Nefsini yordun!´ dendi. Bu suali sorana şöyle sordu: ´Dünyanın ömrü ne kadardır?´ Bunun üzerine ´Yedibin (7.000) senedir!´ denildi. O yine ´Kıyamet gününün miktarı nedir?´ diye sordu. ´Ellibin (50.000) senedir!´ denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: ´Sizden bir kimse, o uzun günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?´ Kurrez şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye değer. Ömrün kısa olduğu ve ahiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez? İşte selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar gibisinin varlığı pek nadirdir. Eğer onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin hallerini dinlemekten gafil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir): ´Eğer deve olmasa keçi (olsun)´. Akıllılar, hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gafil ve cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet etmesine izin verme! Eğer nefsin sana ´Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin onlara uyma imkânın ve gücün yoktur´ derse, bu takdirde cihad eden kadınların hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: ´Ey nefis! Sakın bir kadından daha geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan erkek ne kötü erkektir!´ Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların hallerinden bir nebzecik bahsedelim. Habibe el-Adeviyye´den51 şöyle rivayet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: ´Yarab! Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır´. Bunları söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: ´Ey RABBİM! İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime ´geçmiş olsun´ ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!´ Ücre (Basra´lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua ederdi: ´(Ey RABBİM!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular. Ey mâbudum! Senin (yardımın)la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine, illiyyin´e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdisin´. Bunları söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı. Yahya b. Büstam der ki: "Ben Şa´vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma ´Eğer Şa´vane hatun tek başına kaldığında ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!´ dedim. Arkadaşım ´Sen bilirsin!´ dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: ´Nefsine şefkat göstersen, bu durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur´. Bunun üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben ağlıyor sayılmam!´ Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar etti". Muhammed b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında bekleşiyorlar. - Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar? - Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar. - O hanım kimdir? - Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa´vane denilir. - ALLAH´a yemin ederim, o ahiret bacımdır! Ben o durumda iken baktım ki Şa´vane, kendisini havada uçu-ran bir deveye binmiş geliyor. Onu gördüğümde ´Ey kızkardeşim!Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak etsin olmaz mı?´ dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi: ´Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet: a) Üzüntüyü kalbinden ayırma! b) ALLAH´ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında) ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez´. Abdullah b. Hasan55 (r.a) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için günahlarımı affeyle!´ Bunun üzerine ona ´Beni sevmenin hakkı için´ deme ´Seni sevmemin hakkı için!´ de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: ´Hayır efendim! O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm´a getirdi. Beni sevmesinden dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O´nun kullarından birçok kimse şimdi uyku halindedirler´. Ebu Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke´ye geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: ´Şu kadıncağızın durumuna git bak, ne yapıyor?´ Hizmetkâr bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten çevirmiyor ve şöyle diyordu: ´Seriye´yi sen yarattın. Sonra onu bir halden diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin güzeldir. Seriye´nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak sure-tiyle öfkene maruz kalıyor. Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?´ Sen alîm ve habîrsin? Her şeye kâdirsin!´ Zünnûn-i Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken´an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip ağlıyordu: (Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47) Karaltı bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın... Elinde bir kova... Benden ürkmeksizin rahatlıkla ´Sen kimsin?´ diye sordu. ´Garip bir kişiyim´ dedim. Bunun üzerine dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH ile beraber gariplik var mı?´ Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana dedi ki: ´Seni ağlatan nedir?´ Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı´. Dedi ki: ´Eğer doğru bir kimse isen neden ağladın?´ Dedim ki: ´ALLAH sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz mı?´ Dedi ki: ´Hayır! ´Neden?´ dedim. ´Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte ondan!´ dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum". Ahmed b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun´un huzuruna girmek için izin istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle diyordu: ´Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana sığınıyorum!´ Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bize dua et!´ Dedi ki: ´ALLAH sizin ziyafetinizi mağfiret evinde kılsın!´ Sonra bize dedi ki: ´Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı. Birgün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında günah işlemeseydi. Keşke ALLAH´a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!´ Sâlihlerden biri şöyle diyor: "Birgün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: ´Yanına dönüp gelinceye kadar buradan sakın kıpırdama!´ Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen anladı ve dedi ki: ´Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun ki orada ALLAH´ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan korktum´. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: ´Sen azad edilmiş bir hanımsın!´ Bunun üzerine bana ´Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum. İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı´ dedi". İbn A´lâ es-Sa´dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete dalar, Kur´an´ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir ayet okusa ağlardı. İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki: ´Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!´ Böylece kadının yanına vardık ve dedik ki: ´Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?´ Cevap olarak dedi ki: ´Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz´. Bu sözler üzerine ona dedik ki: ´Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse ağlamaktan kör oldu!´ Bunun üzerine dedi ki: ´Eğer gözlerim için ALLAH katında hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer ALLAH katında onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzu-nunu onların şerrine ekleyecektir´. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler ´Haydi gidelim! ALLAH´a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!´ dediler". Muaze Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda ´Bu öleceğim gündür!´ derdi. Böylece akşama kadar yemezdi. Gece geldiğinde ´Bu öleceğim gecedir!´ der sabaha kadar namaz kılardı. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun´un yanındaydım. O, şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde ´Bize bu geceyi ihyâ etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?´ Cevap olarak O´nun mükâfatı yarın onun için oruç tutmaktır!´ dedi". Şa´vane Hatun duasında şöyle derdi: Ey RABBİM! Senin mülakatına çok fazla bir iştiyakım var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki mânâsız kalmaz. Ey RABBİM! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada senden daha âdil kim olabilir? Ey RABBİM! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun! Ey RABBİM! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin! Ey RABBİM! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım? Sen, hayatımda güzellik-ten başkasını bana vermiş değilsin. Ey RABBİM! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et. Fazlınla ce-haleti kendisini aldatan bu kuluna yönel! Ey ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet et-mezdin. Eğer benim zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam ettir. Ey RABBİM! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem! Ey RABBİM! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım. Havvâs (İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun´un yanına gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör oluncaya kadar ağlamış, kö-türüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu biraz kolaylaştırmak için, ALLAH´ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine o bir çığlık kopararak şöyle dedi: ´Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi parçaladı. ALLAH´a yemin ederim ALLAH´ın beni yaratmamış olmasını isterdim. İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!´ Bu sözleri söyledikten sonra namazına yöneldi´´. Ey okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma! Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni ALLAH´ın yolundan saptırırlar. Bütün kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını istiyorsan, Hilyet´ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab, ashab-ı kirâm´ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır. Ona vâkıf ol-makla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana ´Zamanının ehline bak!´ diye vesvese verir ve sana ´O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy. Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî olduğunda güzelleşir!´ derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun tezvirine aldanma! Ona şöyle de: ´Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan seni kurtara-cak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda ´Musibet umumî olduğu zaman kolaylaşır´ diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?´ Ey nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum vardır. Oysa kâfirler de ancak zaman-larının ehline uyduklarından helâk oldular. Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız.(Zuhruf/23) Madem ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o,tuğyanından vazgeçer! 36) İmam Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak) 37) Sîka bir zattır. 42) Künyesi Ebu Abdurrahman´dır. Basra´nın Harbiyye mahallesinde otu- rurdu. Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213´de vefat etmiştir. 43) Basralı bir âbiddir, H. 149´da vefat etmiştir. 44) İsa Ebherî´nin oğludur. 45) Künyesi Ebu İtab´dır. Kûfeli´dir. İbn Mehdi´ye göre Kûfe´de ondan daha hafızı yoktu. İbrahim Nehaî´nin ashabındandı. H. 132´de vefat etmiştir. 46) Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi. 47) Adı Abdullah b. Sevban´dır. Tâbiînin zâhidlerindendir. 48) Ebu Abdullah Medine´lidir. İmam Ahmed onu güvenilir bir kimse olduğunu söylemiştir. H. 132´de 72 yaşında vefat etmiştir. 49) Adı Zem´a b. Salih Cündî´dir. Yemenlidir. Mekke´de otururdu. 50) Aslen Kûfelidir. Cürcan´da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette şöhreti ve büyük mevkîi vardı. 51) Basralı bir âbide hanımdır. 52) Fudayl b. İyaz´ın çağdaşı âbide bir hatun idi. 53) Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323´de vefat etmiştir. 54) Übelle, Basra´ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir. 55) Hz. Hasem´in torunudur.Künyesi Ebu Muhammed´dir.Yetmiş beş yaşında H. 145´de vefat etmiştir. 56) Abdullah´ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem´in hanımı idi, Güvenilir ve hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı söylenir. |
Fikir Kitabına Giriş
Hamd o ALLAH´a mahsustur ki zâhir ve bâtın herşeyi mağlup etmiş, izzetine herhangi bir yön ve cihet kılmamış, vehim ayaklarının ve anlayış oklarının azametine varacak bir yol bırakmamıştır. Bununla beraber talihlerin kalplerini azametinin sahrasında şaşkın ve hayran bırakmıştır. Ne zaman ki bu kalpler, hedeflerini elde etmek için kıpırdanırlarsa, celâlinin ışınları onları cebren geriye püskürtür. Ne zaman ki bu kalpler, ümitsiz ola-rak dönmek isterlerse, cemâlinin çadırlarından ´Sabrediniz, sabrediniz´ diye çağrılırlar. Sonra o kalplere denilir ki: ´Kulluğun zilletinde tefekkürü gezdirin; zira eğer rubûbiyyetin celâli hakkında düşünürseniz onu takdir edemezsiniz. Eğer tefekkürün ötesinde sıfatından birşey talep ederseniz, ALLAH´ın nimetlerine bakın! Nasıl arka arkaya üzerinize akmakta, biri diğerinin arkasından görülmektedir. O nimetlerin her biri için yeni bir zikir ve şükür yap! Mukadderatın denizleri hakkında düşün! Alemler üzerinde hayır, şer, fayda, zarar, zorluk, kolaylık, zafer, hüsran, cebr, kırmak, dürmek, yaymak, iman, küfür, irfan ve inkâr bakımından nasıl aktıklarını iyi düşün! Eğer ilâhî fiillerdeki tefekkürü geçip zât (ALLAH) hakkında tefekküre dalarsan, muhakkak ki çetin bir işe girmiş olursun. Nefsini beşer takatinin üstünde olan bir şeye sevketmekle tehlikeye atmış olursun. Muhakkak ki akıllar onun nûrunun yanında hayrete düşmüş, zorunlu ve mecbur olarak gerisin geriye dönmüştür. Salât, Âdemoğullarının efendisi olan Hz. Muhammed´in üzerine olsun ki Âdem evladının efendisi olmasını, böbürlenmeye vesile yapmamıştır. Onun üzerine öyle bir salât olsun ki bizler için o salât, kıyamet meydanında azık ve kurtuluş vesilesi olarak (amel defterimizde sabit kalsın)! Onun âl ve ashabının üzerine de olsun! O âl ve ashab ki onların her biri dinin semasında bir dolunay ve müslüman cemaatleri arasında önder olmuşlardır. Yârab! Onlara çokça selâm et! Hadîste ´Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır´ buyurulmuştur. ALLAH Teâlâ kitabında (Kur´an´da) tefekkür etmeye ye ibret almaya teşvik etmiştir. Tefekkürün nûrların anahtarı, basiretin başlangıcı, ilimlerin ağı, marifet ve anlayışların tuzağı olduğu açıktır. İnsanların çoğu tefekkürün fazilet ve derecesini anladılar. Fakat onun hakîkatini, meyvesini, kaynağını, varacağı noktayı, yolunu ve keyfiyetini ve nasıl tefekkür edileceğini anlayamadılar. Nerede ve niçin tefekkür edilir, tefekkürden ne kastediliyor? Acaba tefekkür zati için mi kastediliyor? Veya tefekkürden elde edilen bir meyve için mi kastediliyor? Eğer bir meyve için ise, acaba o meyve nedir? Acaba meyvesi ilim midir veya hâl midir? Veya her ikisinin birleşmesinden meydana gelen bir şey midir? Bütün bunların keşfi mühimdir. Eğer ALLAH dilerse biz önce tefekkürün faziletini, sonra hakîkat ve meyvesini zikredeceğiz. Sonra tefekkürün yollarını zikredeceğiz. |
Tefekkür´ün Fazileti
ALLAH Teâlâ, aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür. Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) ALLAH´ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: ´Ey RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!´(Âlu İmran/191) İbn Abbas şöyle demiştir: Bir grup, ALLAH´ın zatı hakkında tefekkür´e daldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ALLAH´ın mahlukları hakkında düşünün. O´nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler ALLAH Teâlâ´yı gereği gibi takdir edemezsin.1 Hz. Peygamber bir gün tefekküre dalan bir grubun yanına vardı ve şöyle dedi: - Neden konuşmuyorsunuz? - Biz ALLAH´ın mahlukâtı hakkında düşünüyoruz! - İşte böyle yapın! ALLAH´ın mahlûkları hakkında düşünün! O´nun zaı hakkında düşünmeyin; zira şu batı kısmında bir beyaz arazi vardır. Onun nûru beyazdır. Onun beyazı nûrludur. Onun nûrunun beyazlığı kırk günlük bir mesafe kadardır. Orada ALLAH´ın mahluklarından bir kısım vardır ki göz kırpacak kadar bir zaman bile ALLAH´a isyan etmemişlerdir. - Şeytanın onlardan haberi yok mudur? - Onlar Âdem´in yaratılıp yaratılmadığını bile bilmezler! - Onlar Âdem´in evlatlarından mı? - Onlar bilmezler ki Âdem yaratıldı mı veya yaratılmadı mı? Atâ´dan şöyle rivayet ediliyor: "Birgün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hz. Âişe´nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: ´Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize geliniyorsun?´ Ubeyd ´Ziyaretinizden (sık sık) beni meneden, Hz. Peygamberi´n şu hadîs-i şerîfi´dir:Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın! Bu esnada İbn Umeyr ´Ey Âişe! Hz. Peygamber´den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?)´ dedi. Hz. Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: ´Hz. Peygamber´in herşeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: ´Beni bırak! ALLAH´a kulluk yapayım!´ Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve ´ALLAH senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?´ deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl´e şöyle hitap etti: ´Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? ALLAH Teâlâ bu gece bana şu ayeti indirdi: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190) Sonra şöyle dedi: ´Azap o kimseye olsun ki bu ayeti okur, fakat mânâsını düşünmez!´ Evzaî´ye ´Gökler ve yer, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi hususundaki tefekkür´ün gayesi nedir?´ diye soruldu. Evzaî cevap olarak ´Bu ayetleri okuyup ayetlerde bahsedilen şeyleri düşünmektir´ dedi. Muhammed b. Vâsi´den şöyle rivayet ediliyor: Basra´lı bir kişi Ebu Zer Gıfâri´nin ölümünden sonra, hanımı Ümmü Zer´in yanına gidip Ebu Zer´in ibadetini sordu. Hanımı dedi ki: ´Ebu Zer bütün gün evin bir köşesinde oturur, düşünürdü!´ Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: ´Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır´. İbrahim b Edhem´e ´Sen uzun uzun düşünüyorsun, (bunun sebebi nedir?)´ diye soruldu. İbrahim şöyle dedi: ´Tefekkür aklın iliğidir! Süfyan b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: ´Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır´. Tavus´tan şöyle rivayet edildi: Havariler Hz. İsa´ya ´Ey ALLAH´tan gelen ruh! Bugün yeryüzünde senin gibi bir kimse var mı?´ dediler. İsa (a.s) ´Evet! Kimin konuşması zikir, susması tefekkür, bakması ibret ise, o benim gibidir!´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kimin konuşması hikmet değilse onun konuşması boştur! Kim susuşu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kimin susması ibret değilse, onun bakışı fuzûliliktir´. Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´râf/146) Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denmiştir: ´Onların kalplerini emrimi düşünmekten menedeceğim!´ Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: - Gözlerinize, ibadetten olan nasiplerini verin! - Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir? - Kur´an´a bakmak, Kur´an üzerinde düşünmek, Kur´an´ın acaiplerinden ibret (almak)tır.2 Mekke-i Mükerreme´nin yakınında, çölde yaşayan saliha bir kadından şöyle rivayet ediliyor: ´Eğer muttakîlerin kalpleri, tefekkürle kendileri için gayb perdelerinden hazırlanan ahiret sevabını mütalaa etseydi, onlar için dünyada yaşamak neşeli olmazdı. Gözleri dünyada hiçbir zaman yaşsız kalmazdı´. Lokman tek başına uzun uzadıya otururdu. Kölesi onun yanından geçer ve ´Ey Lokman! Sen tek başına, uzun zaman, oturuyorsun! Eğer insanlarla beraber otursaydın senin için daha iyi olurdu!´ derdi. Buna karşılık Lokman ´Tek başına uzun zaman oturmak tefekkürün gelişmesine yardım eder. Uzun düşünmek ise, cennet yolunun delilidir! ´ derdi. Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: ´Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla amel eder!´ Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: ´ALLAH´ın nimetleri hakkında düşünmek, ibadetlerin en üstünüdür!´ Abdullah b. Mübarek birgün Sehl b. Ali´yi düşünürken görünce şöyle demiştir: ´Nereye vardın?´ Cevap: Köprüye! Bişr şöyle demiştir: ´Eğer insanlar ALLAH´ın azameti hakkında düşünseydi, ALLAH´a asla isyan etmezlerdi´. İbn Abbas şöyle demiştir: ´Tefekkür içinde kılınan normal iki rek´at namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!´ Ebu Şureyh3 bir ara yürürken birden oturdu ve abasını başına çekerek ağlamaya başladı. Ona ´Seni ağlatan nedir?´ dediler. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ömrümün boş olarak geçtiğini, amelimin azlığını ve ecelimin yaklaştığını düşündüm de!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Dünya hakkında düşünmek, ahiretin perdesidir, velayet ehlinin cezasıdır. Ahiret hakkında düşünmek hikmeti elde ettirir, kalpleri diriltir´. Hatem şöyle demiştir: ´İbretten ilim, zikirden sevgi, tefekkürden korku artar! İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´Hayır hakkında tefekkür, insanı hayrı yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki pişmanlık insanı şerri terketmeye sevkeder!´ Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ indirdiği kitapların birinde şöyle demiştir: Ben her hâkimin konuşmasını kabul etmem. Ancak onun himmet ve hevâsına bakarım. Eğer onun himmet ve hevâsı benim için ise, onun susuşunu tefekkür, konuşmasını övgü kabul ederim. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Akıl sahipleri kalpleri hikmetle konuşuncaya kadar zikirle kendilerini tefekküre, fikirle de zikre alıştırırlar´. İshak b. Halef şöyle anlatıyor: ´Dâvud et-Tâî, mehtaplı bir gecede damda bulunuyordu. Göklerin ve yerin melekûtu hakkında göğe bakıp ağlayarak düşünüyordu. Bu sırada bir komşunun evinin içine düştü. Ev sahibi onun hırsız olduğunu zannetti ve yatağından anadan doğma elinde kılıç bulunduğu halde fırladı. Dâvud´a bakınca dönüp kılıcı bıraktı ve şöyle dedi: - Seni damdan içeri atan neydi? - Bunu hissetmedim ki! Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´Meclislerin en şereflisi, tevhid meydanında tefekkür için oturmak, marifetin nesîmini kok-lamak, muhabbetin kadehiyle sevginin denizinden içmek, ALLAH hakkında hüsn-i zan göstermek suretiyle düşünmektir´. Sonra şöyle demiştir: ´Ey cemaat! Büyük meclislerin o lezzetli şarabının nasip olduğu kimseye cennet vardır!´ İmâm Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: ´Konuşmak için susmaktan, mânâları çıkarmak için düşünmekten yardım talep edin! Yine şöyle dedi: İşlerde doğru bakış, gururdan kurtuluştur. Görüşte azim, tefrit ve pişmanlıktan selamettir. Tefekkür kuvvet ve zekayı açar. Hâkimler için istişare etmek, nefiste sebat ve basirette kuvvettir. Bu bakımdan azmetmeden önce düşün! Hücum etmeden önce düşün ve yapmadan önce istişare et! Yine şöyle demiştir: Faziletler dörttür: Onların biri hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehvettedir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği öfkedir. Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği nefis kuvvetlerinin normal olmasıdır!´ İşte bunlar, âlimlerin tefekkür hakkındaki sözleridir. Âlimlerin hiç biri tefekkürün hakîkati ve yolları hakkında konuşmamıştır. 1) Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb 2) İbn Ebî Dünya, Hâkim ve Beyhâkî 3) Adı Abdurrahman b. Şureyh el-Mâfurî´dir. H. 167´de İskenderiye´de vefat etmiştir. |
Tefekkür´ün Hakîkati ve Semeresi
Tefekkür´ün mânâsı, üçüncü bir marifeti meydana getirmesi için, kalpte iki marifeti hazır bulundurmaktır. Bunun misali şudur; geçici dünyaya meyl ve dünya hayatını ahirete tercih etmiş bir kimse, ister ki ahireti seçsin! Dünyayı seçmektense ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilmeyi de ister. İşte bu kimse için iki yol vardır: O yollardan biri; başkasından ahireti seçmesinin dünyayı seçmekten daha üstün olduğunu öğrenmesi, onu taklid etmesi ve işin hakîkatini, basiretiyle bilmeden tasdik etmesidir. Böylece bu kimse ameliyle, ahireti dünyaya tercih etmeye meyleder. Bu da sadece o kişinin sadece kendi görüşüne güvenmesinden ileri gelir. Böyle bir harekete mârifet değil, taklid adı verilir. İkinci yol; daha kalıcı olanı seçmenin daha elverişli olduğunu, sonra ahiretin dünyadan daha kalıcı olduğunu bilmektir. Böylece bu iki bilgiden üçüncü bir bilgiye ulaşılır. O da ahiretin dünyaya tercih edilmesinin daha iyi olduğudur. Ahireti tercih etmek hususunda daha evlâ olduğu ancak bahsi geçen iki marifetin bilinmesiyle mümkün olur. Bu bakımdan daha önce var olan iki marifeti kalpte hazır etmek, onun vasıtasıyla üçüncü marifete varmaya, Tefekkür, İtibar,Tezekkür, Nazar, Teemmül ve Tedebbür denir. Tedebbür, Teemmül ve Tefekkür aynı mânâya gelen ibarelerdir. Onların altında değişik mânâlar yoktur. Tezekkür, İtibar ve Nazar ise değişik mânâlı isimlerdir. Her ne kadar müsemmanın (isimlenenin) aslı bir ise de! Tıpkı es-Sarım, el-Mühenned ve es-Sayf isimlerinin kılıcın değişik şekillerine isim olarak verildiği gibi! Kesici olduğu için kılıca es-Sarım denir. Yapılmış olduğu yere nisbet edilerek kılıca el-Mühennid denir. es-Seyf ise,mutlak anlamda kılıca delâlet eder. İtibar da iki marifetin ihzarına, o iki marifetten üçüncü bir marifete geçiş itibariyle ıtlak olunur. Her ne kadar geçiş olmasa ve iki marifetin vukufundan başkası mümkün değilse, itibar değil, tezekkür ismi verilir. Nazar ve Tefekkür´e gelince, bu iki isim de geçmiş iki marifetin ihzarından üçüncü bir marifeti isteğinden dolayı verilir. Bu bakımdan üçüncü marifeti istemeyen bir kimseye Nazir adı verilmez. Öyleyse her mütefekkir, mütezekkir´dir. Fakat her mütezekkir, mütefekkir değildir. Tezkîr´in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur! Marifetler kalpte bir araya geldiğinde hususî bir tertip üzerine sıralandığında başka bir marifeti meyve olarak verirler. Bu bakımdan marifet, marifetin doğurduğudur. Öyleyse başka bir marifet hâsıl olduğunda, o marifet diğer bir marifetle birleştiğinde, bundan başka bir marifet doğar. Böylece doğan marifetler zinciri uzayıp gider. İlim ve tefekkür de sonsuza doğru uzayıp gider. Marifetlerin artışı, ancak ölüm veya mânilerle durur. Bu durum, ilimlerden meyve almaya ve tefekkür yoluna hidayet olmaya muktedir olan bir kimse için sözkonusudur. İnsanların çoğuna gelince, onlar ilimlerdeki artıştan ancak sermayelerinin olmayışından dolayı mahrum oldular. Bu sermaye de ilimlerin semere vermesine vesile olan marifetlerdir. Tıpkı ticaret eşyası olmayan bir kimse gibi! Böyle bir kimse kâr etmeye muktedir değildir. Bazen ticaret eşyasını elde eder. Fakat ticaret sanatını iyi bilmediğinden hiçbir kâr edemez. İşte aynen böyle bazen kişide ilimlerin sermayesi olan marifetler olur. Fakat onları güzelce kullanmayı, telif etmeyi, netice vermeye götürücü tertibi yerli yerinde yapmayı bilemez. Kullanma ve meyve alma yolunun marifeti, bazen, tabii olarak kalpte var olan ilâhî bir nûr ile olur. Tıpkı bütün peygamberlerde olduğu gibi! Böyle bir nûrun bulunması cidden pek enderdir. Bazen de öğrenmek ve fazla mümarese yapmakla elde edilir. Bu yolda elde edilen pek çoktur. Sonra mütefekkir bir kimsenin kalbinde bazen bu marifetler hazır olur. Meyvesinin nasıl hâsıl olduğunu bilmeksizin hâsıl olur. Fakat ifade etmek hususunda tâbir sanatını az kullandığından bunu ifade etmeye gücü yetmez; zira nice insan vardır ki hakîki bir bilgi ile ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilir. Fakat bilgisinin sebebi kendisinden sorulsa onu ifade etmeye gücü yetmez. Oysa bilgisi geçmiş iki marifetten hâsıl olmuştur. O iki marifet de şunlardır: Daha bâkî olan, seçilmeye daha evlâdır. Ahiret ise dünyadan daha bâkidir. Bu bakımdan onun için üçüncü bir marifet meydana gelir ki o da şudur: Ahiret seçilmeye daha evlâdır! Dolayısıyla tefekkür hakîkatinin özü şudur ki üçüncü bir marifete varmak için, iki marifetin kalpte ihzar edilmesine dönüşür. Tefekkürün meyvesine gelince, ilimler, haller ve amellerdir. Fakat özel meyvesi ilimdir. Evet! İlim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Bu bakımdan amel, hâle tâbidir. Hâl de ilme, ilim de tefek-küre tâbidir. Öyleyse tefekkür, hem başlangıç hem de bütün hayırların anahtarıdır. İşte tefekkürün faziletinden sonra beliren budur. Anlaşıldı ki tefekkür, hem zikirden, hem de tezkîrden daha üstündür. Çünkü tefekkür hem zikirdir, hem de fazlalık! Üstelik kalbin zikri, aza-ların amelinden daha hayırlıdır. Amelin içinde zikir bulunduğu için amel daha şereflidir. Madem ki durum budur, tefekkür bütün amellerden daha üstündür ve şöyle denilmiştir: ´Bir saat tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır´. Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevkeden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takvâ kazandırır. Biz sana onu böyle Arapça bir Kur´ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar. Yahut (Kur´an) onlara bir hatırlatma yaptırsın.Tahâ/113) Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz ahiret işidir. Bu bakımdan ahiret işi hakkında düşünmek, bize ahiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler ahirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile ahiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda âzaların amellerinin değişmesini, ahiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. İşte bunlar beş mertebedir: Birincisi, tezekkür´dür. Tezekkür, iki marifeti kalpte hazır bulundurmaktır. İkincisi, tefekkür´dür. Tefekkür, kalpte hazır bulundurulan iki marifetten kastedilen üçüncü marifetin talebidir. Üçüncüsü, istenilen marifetin varlığı ve kalbin onunla nûrlanmasıdır. Dördüncüsü, marifet nûrunun kalpte meydana gelmesinden ötürü kalp halinin değişmesidir. Beşincisi, âzaların kalpte hallere göre hizmet etmesidir. Nasıl demire vurunca taştan bir ateş çıkar, bulunduğu yeri aydınlatırsa görmeyen göz görür olur, azalar çalışmaya koyulur, tıpkı onun gibi, marifet nûrunun çakmağı da tefekkürdür. Taş ile demirin bir araya getirilmesi, taşın demire özel bir şekilde vurulması gibi, özel bir şekilde marifetleri bir araya getirir. Dolayısıyla demirden çıkan kıvılcım gibi, marifet nûru kalpten fışkırır. Bu nûrdan ötürü kalp değişir. Öyle ki daha önce yönelmediği şeye yönelir. Nasıl göz çıkan ateşin, ışığıyla değişir, daha önce görmediğini görür, sonra âzalar, kalp halinin isteğine göre çalışmaya koyulursa ve nasıl ki karanlıktan ötürü çalışmaktan aciz olan bir kimse göz görmeye başladığında çalışmaya koyulursa! Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yok-tur. Kalpte belirmesi düşünülen hallerin inhisarı mümkün değildir. Eğer bir mürid, tefekkür çeşitlerini ve yollarını hasretmeyi ister, bunlar hakkında düşünmek isterse buna gücü yetmez. Çünkü tefekkür yolları sayılmayacak kadar çok, meyveleri sonsuzdur. Evet biz, dinî ilimlerin mühimlerine, salihlerin makamları olan hallere izafeten yollarının zaptına bütün kuvvetimizle çalışırız. Çünkü bunun tafsilatı bütün ilimlerin açıklanmasını gerektirir. Bütün bu kitablar bunların bir kısmının şerhi gibidir. Çünkü bunlar birtakım ilimleri kapsamaktadır. O ilimler özel te-fekkürle elde edilir. Bu bakımdan biz bu husustaki esas noktalara işaret edelim ki tefekkürün yollarına vâkıf olmak mümkün olsun |
Tefekkür´ün Yolları
Tefekkür, bazen dinle ilgili birşey hakkında, bazen de dinin haricinde birşey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz; dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz! Dinden gayemiz, kul ile rabbi arasındaki muameledir. Bu bakımdan kulun bütün fikirleri ya kulla, sıfat veya halleriyle veya mabudun sıfat ve ef´âliyle ilgilenir. Bu iki kısmın dışına çıkması mümkün değildir. Kul ile ilgili kısma gelince, o da ALLAH´ın katında sevimli veya mekruh olan bir şeye bakmaktır. Bu iki kısmın haricindeki şeyler hakkında düşünmeye gerek yoktur. ALLAH Teâlâ ile ilgili olan ya onun zat, sıfat ve güzel isimleri hakkında bir tefekkürdür veya fiil, mülk, melekût, gökler, yer ve aralarındaki bütün şeyler hakkındaki tefekkürdür. Tefekkür´ün bu kısımlara inhisar etmesi, bir misal ile daha iyi anlaşılır: ALLAH´a giden ve mülakâtına müştâk olanların hali, aşıkların haline benzer. Bu bakımdan biz bütünüyle aşka dalan bir aşığı kendimize misal olarak alır ve deriz ki: Bütün himmetini aşkına sarfeden aşığın tefekkürü, sevdiğiyle ilgilenmenin sınırını geçmez. Eğer aşık, maşuku hakkında düşünürse bu husustaki tefekkür ve müşahedesiyle mesrur olmak için ya maşuğun güzelliği hakkında düşünür veyahut da maşuğun güzel ahlâk ve sıfatlarına delâlet eden güzel ve lâtif fiillerin hakkında düşünür ki bu tefekkürü, lezzetini katmerleştirip muhabbetini takviye etsin. Eğer nefsi hakkında düşünürse bu takdirdeki tefekkürü, kendisinin mahbu-bunun gözündeki sıfatları hakkındadır ki onları sezip onlardan kaçınsın veyahut da kendisini mahbuba yaklaştırıcı ve sevdirici sıfatlar hakkında düşünsün ki o sıfatlarla sıfatlanabilsin! Eğer bunların dışında bulunan birşey hakkında düşünürse bu tefekkür, aşktan hariçtir. Bu durum ise aşkta bir eksikliktir. Çünkü mükemmel ve tam olan aşk, aşığı tamamen tesiri altına alan, kalbini tamamen elde eden aşktır. Öyle ki o kalpte, aşktan başkasına yer bırakmaz. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın muhibbinin böyle olması gerekir. Onun tefekkürü mahbubunu geçmez. Ne zaman ki kişinin tefekkürü bu dört kısımda mahsur ise, asla mu-habbetin isteğinin dışına çıkmaz. |
Birinci Kısım
Biz birinci kısımdan başlayalım! Birinci kısım, iyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Muhakkak ki bu tefekkür şu kitabın hedefi olan muamele ilmiyle ilgili tefekkürdür.Diğer kısma gelince, mükaşefe ilmiyle ilgilidir. Bunlar, ALLAH katında çirkin veya güzel mahbub olan şeyin bilgisi, ibadetler ve günahlar gibi zâhir, merkezi kalp olan kurtarıcı ve helâk edici sıfatlar gibi bâtın kısımlara ayrılır. Biz bunun tafsilatını Mühlikât ve Münciyât bölümünde zikrettik. İbadet ve günahlara gelince, onlar da yedi aza ile ilgili kısım ile savaştan kaçmak, ana babaya karşı gelmek ve haram bir yere oturmak gibi bütün bedene nisbet edilen kısımlara ayrılır. İstenilmeyenin her kısmında üç şey hakkında düşünmek farzdır. Birincisi: Acaba bu, ALLAH katında istenen birşey midir, yoksa istenilmeyen birşey midir diye düşünmektir; zira nice şey vardır ki ilk bakışta mekruh olduğu bilinmez. Fakat dikkatle bakıldığında idrâk edilir. İkincisi: Eğer bu şey mekruh ise bundan sakınma yolu nedir diye düşünmektir. Üçüncüsü: Buna mekruh isminin verilmesi, hemen terketmek üzere mi verilmiştir veya sakınılması için gelecekte mi bununla nitelenecektir veyahut telafisi için çalışılması için geçmiş hallerde mi bununla nitelenmiştir diye düşünmektir. Mahbubların her biri bu kısımlara ayrılır. Bu kısımlar bir araya getirildiğinde, tefekkürün mecraları yüzden fazla olur. Kul bütün bunlarda veya çoğunda tefekküre itilmiştir. Bu kısımların ayrıntılarının açıklanması oldukça uzun sürer. Fakat dört grupta toplanabilir: 1. İbadetler 2. Günahlar 3. Helâk edici sıfatlar 4. Kurtarıcı sıfatlar Biz her gruba bir misal zikredelim ki mürid, diğerlerini buna kıyas etsin. Mürid için tefekkür kapısı açılıp önünde yol genişlesin! 1. Günahlar İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki işlediği günahı terketsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın! Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: ´Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır´. Bu bakımdan önce bunların ALLAH katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur´an ve Sünnet´in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra sezmeden bunlara nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla ki ALLAH´ın hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder tamam olacağını bilmelidir. Aksi takdirde, salih olmayan bir kimse ile oturduğunda kendisine hatırlatıcı olsun diye ağzına bir taş koymalıdır. İşte sakınma yolu hakkında tefekkür böyle olur. Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid´ata kulak verdiğini, bunu da ancak Zeyd ve Amr´dan dinlediğini düşünmelidir.Öyle ise halktan uzak yaşamak veya münkeri yasaklamak suretiyle bundan sakınması uygundur. Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi ALLAH´a isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek ALLAH katında mekruh ve ALLAH´ın düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder. Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle ALLAH´a isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tedkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı ALLAH Teâlâ´nın kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır. Nitekim bu husus hakkında hadîs vârid olmuştur.4 İşte âzaları hakkında böylece düşünmelidir. Bu kadarcık kâfi-dir. Fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu bakımdan tefekkür sayesinde bu hallerin marifetinin hakîkati hâsıl olunca kul, âzalarını bundan korumak için devamlı murâkabe ile meşgul olur. 2. İbadetler İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp on-ları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir? Sonra teker teker âzalarına yönelmeli, ALLAH´ın sevdiklerinden dolayı on-larla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: ´Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. ALLAH´ın taatinde kullanmak, ALLAH´ın Kitabı´na ve Hz. Peygamber´in sünnet´ine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur´an ve Sünnet´in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedi-rim. O halde neden bunu yapmıyorum? Oysa benim itaat eden filan kula tâzim gözüyle bakıp onun kalbini hoşnut etmeye, filan fasığa da tahkir gözüyle bakıp kendisini masiyetten uzaklaştırmaya gü-cüm yeter! Öyleyse neden bunu yapmıyorum?´ Kulak hakkında da şöyle demelidir: ´Ben, ALLAH aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur´an veya zikir dinleyebilirim. O halde neden kulağımı muattal bırakıyorum? Oysa ALLAH kulağı bana bir nimet olarak vermiştir. Kendisine şükretmem için bir emanet olarak vermiştir. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle ALLAH´ın kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?´ Dil hakkında da şöyle demelidir: ´Benim öğretmeye, nasihat etmeye salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, salih olan Zeyd´in ve âlim olan Amr´ın kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve ALLAH´a yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır´. Malı hakkında da şöyle demelidir: ´Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam ALLAH onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!´ İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını tedkik etmelidir. Hatta bineklerini, hizmetkâr ve çocuklarını bile tedkik etmelidir; zira bütün bunlar onun alet ve sebepleridir. Bunlarla ALLAH´a itaat etme imkânı vardır. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir. O ibadetlere acelece kendisini teşvik eden sebepler hakkında, o ibadetlerdeki niyetin ihlâsı hakkında düşünmelidir. Onlar için istihkak yerleri aramalıdır ki vasıtalarıyla ameli artsın ve güzelleşsin. Buna diğer ibadetleri de kıyas et! 3. Helâk Edici Sıfatlar Üçüncü grup, merkezi kalp olan helâk edici sıfatlardır. O sıfatları daha önce Mühlikât bölümünde anlattıklarımızdan öğrenebilir. Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va´deder ve va´dine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis tevazu ve gururdan uzak olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zaptedip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hu susunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır. Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: ´Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak ALLAH´ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. ALLAH´tır beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halkeden! ALLAH´tır kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nef simle payidar edemem´. Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: ´Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük ALLAH katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle ALLAH´a yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!´ Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder. Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: ´Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi ALLAH´ın ve meleklerin sıfatlarından olurdu´. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur. Sonra ilâcının yolunu düşünür. Bütün bunları daha önceki kitablarda (bahislerde) zikretmiştik. Bu bakımdan kim tefekkür yolunun kendisi için genişlemesini istiyorsa, bu kitablardaki şeyleri öğrenmek kendisi için gereklidir. 4. Kurtarıcı Sıfatlar Dördüncü grup ki bu grup kurtarıcılardır tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, ALLAH´a muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O´na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Bütün bunları Münciyât bölümünde zikretmiştik. Bunların sebep ve alâmetlerini de belirtmiştik. Bu bakımdan kul, hergün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba ALLAH´a yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Öyle ise bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir. Öyleyse nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdid ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa ALLAH´ın kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin! Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde ALLAH´ın celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur. Nitekim tefekkür´ün ikinci kısmında bunun bir tarafına işaret edeceğiz. Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir´in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr´un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyamet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını onlar cehennemi uzak bir mekanda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur´an´da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir. Kişi ümit halini celbetmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır! İşte sevimli halleri celbetmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin talebinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir. Biz bu hallerin her biri hakkında müstakil birer kitap ayırdık. Tefekkürün tafsilatı hakkında onlardan faydalanılabilir. Tefekkürün bütün noktalarını zikretmekten yardım talep etmek ise, bu hususta tefekkür ederek Kur´an okumaktan daha faydalı birşey yoktur. Çünkü Kur´an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur´an´ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir ayeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır. Bu bakımdan bir ayeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur´an´ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir. Hz. Peygamber´in haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber´e en câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir. Hz. Peygamber´in sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi, hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez. Ayet ve hadîslerin müfredatını şerhetmek oldukça uzun sürer. Hz. Peygamber´in şu sözüne dikkat et! Rûh´ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: ´Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!6 Muhakkak ki Hz. Peygamber´in bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde ALLAH katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur. Mübtedi (yeni başlayan) bir kimsenin bu tefekkürler hususunda bütün vaktini sarfetmesi gerekir ki kalbini güzel ahlâk ve şerefli makamlarla imar edip iç âlemini ve zâhirini çirkinliklerden uzaklaştırsın. Bunun diğer ibadetlerden daha üstün olmasına rağmen, istenilenin en son noktası olmadığı bilinmelidir. Kendisiyle meşgul olunan sıddîkların isteğinden bile kapalıdır. O da ALLAH´ın celâl ve cemâli hakkında düşünmek, nefsinden geçmek, hallerini, makam ve sıfatlarını unutmak suretiyle kalbini tamamen oraya kaptırmaktan alınan zevktir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin himmeti tamamen mahbubuyla meşguldür. Tıpkı sevdiğinin yanında kendinden geçen aşık gibi! Bu aşık öyle bir durumda nefsinin hallerine ve sıfatlarına bakmaya vakit bulamaz. Hatta bu aşık, nefsinden gafil bulunan bir hayran gibi durur. Bu ise, aşıkların zevkinin zirvesidir. Bizim daha önce zikrettiğimiz, ALLAH´a yakınlaşmaya ve kavuşmaya elverişli olması için iç âlemi imar etmek hakkındaki tefekkürdür. Bu bakımdan kişi, bütün hayatı boyunca nefsini ıslah etmek hususunda ömrünü zayi ederse, acaba ALLAH´ın yakınlığından ne zaman zevk alır? İbrahim b. Ahmed el-Havvas çöllerde gezerdi. Bir gün Hüseyin b. Mansur onunla karşılaştı ve kendisine şöyle dedi: - Sen ne durumdasın (Sülûkun nasıldır?) - Tevekkül´deki hâlimi ıslah etmek için çöllerde geziyorum. - Sen ömrünü iç âleminin imarına sarfettin. Acaba tevhiddeki kendinden geçmen nerede kaldı? (Yani buna vakit bırakmadın, oysa esas da budur). Bu bakımdan Hak olan Bir´de fani olmak, tâliblerin isteğinin zirvesi, sıddîklar nimetinin son noktasıdır. Helâk edici sıfatlardan uzak bulunmak, nikâhtaki iddetin bitmesi yerine geçer. Kurtarıcı sıfatlarla ve diğer ibadetlerle muttasıf olmak ise, kadının, kocasının mülakatına elverişli hale gelmesi için çeyizini hazırlaması, yüzünü boyaması, saçını taraması ve süslenmesi yerine geçer. Eğer kadının bütün ömrü, rahmini (başkasının suyundan) temizlemek ve yüzünü süslemekle geçerse, bu durum sevdiğiyle beraber olmasına mâni olur. İşte böylece, eğer muhâsebe ehlinden isen, din yolunu anlaman gerektir. Eğer kötü köle gibiysen ki bu köle ancak dayak korkusundan veya ücret için çalışır o vakit zâhir amellerle bedenini yormak ile başbaşa kal! Çünkü seninle kalp arasında kalın bir perde vardır. Amellerin hakkını yerine getirdiğinde cennet ehlinden olursun. Fakat sohbet için başka gruplar vardır. (ALLAH onları sohbet için seçmiştir). Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkür´ün sahasını bildiğinde bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelisin. Sakın nefsinden ve ALLAH´tan uzaklaştıran sıfatlarından ve ALLAH´a yaklaştıran hallerinden gafil olma! Her mürid için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir. Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, kıskançlık, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi! Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, ALLAH´tan korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak, dünya hakkında zâhidlik, amellerde ihlâs, halk ile beraber güzel ahlâk, ALLAH´a sevgi ve huşû göstermektir. İşte bu saydıklarımız yirmi haslettir. On tanesi çirkin, on tanesi de güzeldir. Bu bakımdan ne zaman çirkinlerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı ALLAH´a şükretmeli ve bunun ancak ALLAH´ın tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer ALLAH onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır. İşte çalışmaya hazırlanan mürid, bu ameliyeye muhtaç olur. Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi´l-maruf ve nehy-i an´il-münker´i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir. Hatta insanların her grubuna bir nevi mâsiyet galebe çalar. Bu bakımdan bu gruplar o mâsiyeti tedkik etmeli ve onun hakkında düşünmelidirler. Kendilerinde bulunmayan bir mâsiyet hakkında da düşünmelidirler. Bunun misali muttakî âlimdir. Muttakî âlim, çoğu kez nefsini âlim saymak afetinden kurtulamaz. Şöhreti talep etmek, nam ve şânının yayılması peşinde gitmekten kurtulamaz. Bunu ya ders okutmak yahut da vaaz etmekle sağlamaya çalışır. Böyle yapan bir kimse büyük bir fitneye maruz kalır. Bu fitneden ancak sıddîklar kurtulur. Çünkü kişinin konuşması makbul ve kalplerde tesir edici olunca nefsini beğenmek, böbürlenmek, süslü görünmek ve yapmacık hareketlerden kurtulamaz. Oysa bunlar helâk edici sıfatlardandır. Eğer konuşması reddedilirse bu sefer konuşmasını reddeden kişi hakkında öfkelenmek, burun kıvırmak ve hasedden kurtulamaz. Onun bu durumu, başka bir âlimin sözünü reddeden bir kimseye karşı öfkelenmesinden daha fazla olur. Bazı kere de şeytan onu aldatarak der ki: ´Senin öfkelenmen, kişinin hakkı red ve inkâr ettiğinden dolayıdır!´ Bu kişi, eğer sözünü reddeden ile başka bir âlimin sözünü reddedenin arasında, öfke hususunda bir ayrılık gösterirse, muhakkak aldanmış ve şeytanın maskarası olmuştur. Sonra halkın kabul etmesiyle sevinmesi, kendisini övmeleriyle keyiflenmesi, sözünü red ve kendisine itiraz etmekten de alınması sözkonusu ise bu kimse kelimeleri güzelleştirmek, cümleleri yerli yerinde kullanmak ve halkın övgüsünü kazanmak maksadıyla kendisini zorlamaktan ve yapmacık hareketlerden nefsini kurtaramaz. Oysa ALLAH, kendisini zorlayan bir kulu sevmez. Şeytan bazen onu alda-tarak der ki: ´Lâfızları güzelleştirmeye karşı olan harisliğin ve bu husustaki zorluklara katlanman hakkın yayılması ve kalpte iyi tesir etmesi içindir. Bu da ALLAH´ın dinini yüceltmek içindir!´ Bu bakımdan eğer şahsın güzel lâfızlar ve dolayısıyla halkın övgüsünden ötürü olan sevinci, halkın emsal ve akranından birini övmelerine olan sevgisinden daha fazla ise bu kişi aldanmıştır. Onlar ancak mertebe etrafında dolaşırlar. Oysa o maksadının din olduğunu zanneder. Ne zaman onun kalbi, bu sıfatlarla kıpırdanırsa, görünür tarafında bu belirir. Öyle ki ona hürmet edene, onun faziletli olduğuna inanana daha fazla hürmet eder. Kendisini övenle bir araya gelmek, emsallerinden birini öven bir kimse ile bir araya gelmekten daha fazla hoşuna gider. Her ne kadar başkası tarafından övülen o kişi övgüye daha müstehak ve lâyık ise de! Çoğu kez ilim ehli hakkında durum öyle bir raddeye gelir ki kadınların birbirini kıskanması gibi birbirini kıskanırlar. Birinin talebesi başkasının yanına gidip gelirse zoruna gider, talebesi başkasından faydalansa, dinî hususlarda istifade etse bile, yine hocasının ağırına gider. Bütün bunlar kalbin içinde gizli bulunan helâk edici sıfatların sızıntılarıdır. Âlim kişi onlardan kurtulduğunu zanneder. Oysa kurtulmamış ve aldanmaktadır. Bu durum, bahsi geçen alâmetlerle ancak ortaya çıkar. Bu bakımdan âlimin fitnesi büyüktür. Âlim ya mâliktir veya hâlıktır. Âlim kişi için avam tabakasına mahsus selameti (çünkü avam mazur olabilir) istemek yoktur. Bu bakımdan kim nefsinde bu sıfatların varlığını sezerse, onun boynundaki farz; halktan uzaklaşmak, tek başına yaşamak, nam ve şânını kaybettirmek, fetva vermeyi şiddetle reddetmektir; zira Hz. Peygamber´in mescidi, ashabından bir cemaati kapsamakta idi ve onların hepsi fetva verecek güçteydi. Fakat buna rağmen fetvayı biri diğerine havale ederdi. Fetva veren sahabî de başkasının kendisinin yerine o fetvayı vermesini isterdi. Bu durumda uygunu şahsın ins şeytanlarından korunmasıdır. Kendisine ´Bunu yapma; zira bu kapı eğer açılırsa, halk arasından ilimler kalkıp yıkıma uğrar´ diyen o şeytanların bu sözüne karşılık şöyle demelidir: İslâm dini bana muhtaç değildir; zira o din benden önce de ma´mur idi. Benden sonra da ma´mur olacaktır. Eğer ben ölürsem İslâm´ın rükünleri yıkılmaz; zira dinin bana ihtiyacı yoktur. Bana gelince, ben kalbimi ıslah etmeye muhtacım´. Âlim şahsın inzivaya çekilmesinin, ilmin inkırâzına yol açmasına gelince, bu katmerli cehalete delâlet eden bir hayaldir; zira eğer insanlar tutuklanır, zincirlerle bağlanır ve ilim talebinden ötürü ateşle tehdid edilirlerse, yine de baş olmak ve dünyada yük-selmek sevgisi onları zincirleri kırmaya, kalelerin duvarlarını yıkmaya ve oradan çıkıp ilim talebiyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu bakımdan şeytan halka baş olmayı sevdirdikçe ilim inkırâza uğramaz. Şeytan ise kıyamete kadar yaptığından gevşemez. Hatta ahirette nasibi olmayan birçok grup ilmi neşretmek için seferber olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ şu (İslâm) dinini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.7 ALLAH Teâlâ, şu dini facir kişi ile de takviye eder.8 Madem ki durum budur, âlim kişi şeytanın yukarıda bahsi geçen vesveseleriyle aldanıp halkın ihtilâtıyla meşgul olmamalıdır ki kalbinde mertebenin, övgü ve tâzimin sevgisi artmasın; zira bu artma münafıklığın tohumudur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mertebe ve mal sevgisi suyun sebzeyi bitirmesi gibi kalpte nifak bitirir.9 Koyunların ağılına salıverilen saldırgan iki kurdun, koyunlarda meydana getirdikleri ifsâd, mertebe ve malın müslüman kişinin dininde yaptığı tahribat ve ifsâddan daha fazla değildir.10 Mertebe sevgisi, ancak halktan uzaklaşmak, ihtilâtlarından kaçmak ve şahsın mertebesini halkın kalbinde arttıran her şeyin terkedilmesiyle kalpten silinir. Bu bakımdan âlim kişinin tefekkürü, kalbinde bu sıfatların gizlilerini sezmek ve bunlardan kurtuluş yolunu elde etmek hususunda olmalıdır. İşte bu, muttakî âlimin vazifesidir. Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler ´Şu kişiler hesap gününe iman etmemişlerdir!´ derlerdi. Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme iman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. ´Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı´ diyorlar. Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etme-sini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini ALLAH´tan diliyoruz. Çünkü ALLAH bizim hâlimizi bilen kerîm ve bize nimet verendir. İşte bu söylediklerimiz âlimlerin ve salihlerin muamele ilmindeki fikirleridir. Eğer bunlardan hoşlanırlarsa, nefislerine olan iltifatları kesilir. Ondan ALLAH´ın celâl ve azameti hakkında tefekküre yükselirler. Kalp gözüyle müşahede etmekle nimetlenmeye yükselirler. Bu da ancak bütün helâk edici sıfatlardan kurtulduktan ve bütün kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olduktan sonra mümkün olur. Eğer bundan önce birşey belirirse, bu mutlaka karışık, hasta, bulanık ve ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Şimşek gibi gelir geçer. Bu durumda kişi, sevdiği ile başbaşa kalan fakat elbiselerinin altında yılan ve akrepler bulunup kendisini zaman zaman ısıran ve müşahede zevkini bulandıran bir aşık gibi olur. Bu aşığın, nimetlenmenin kemâlindeki yolu, ancak o akrep ve yılanları elbiselerinin içinden çıkarmakla mümkündür. Bu kötü sıfatlar akrepler ve yılanlardır. Bunlar eziyet verir, hali teşviş ederler. Kabirde bunların elemi, akrep ve yılanların ısırmasından daha fazla olur. İşte bu kadar izahat, rabbinin katında nefsinin güzel veya çirkin sıfatları hakkında kulun tefekkür yollarına dikkat çekmeye kâfidir. 4) İmam Ahmed, (İbn Ömer´den) 5) Dârekutnî´nin rivayet ettiği bir hadîste şöyle denmiştir: ´Düşünmeden okumak işe yaramaz, fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır!´ 6) Zühd bölümünde geçmişti. 7) Bu kavimlerden maksad; ya kâfirler, ya münâfıklar veya fâcirlerdir. Muhtemelen Hz. Peygamber zamanında bulunan bazı kimseler kastolunmaktadır. Gelecekteki bazı kimseler de kastedilmiş olabilir ki bu takdirde mu´cize olur. İkinci ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü lâfzın umumuna itibar edilir. (Nesâî, İbn Hibban, Taberânî, (Enes´ten); İmam Ahmed ve Taberânî (Ebubekir´den); Bezzar, (Ka´b b. Mâlik´ten); Taberânî, Kebir, (Abdullah b. Amr´dan): ´ALLAH Teâlâ İslâm dinini ehlinden olmayan birtakım kişilerle takviye edecektir!´ 8) Taberânî, Kebir, (Amr b. Nu´man´dan) 9) Ebu Nuaym ve Deylemî 10) Taberânî |
All times are GMT +3. The time now is 16:15. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025