![]() |
:) Nerden bulursun bu kesitleri gönülden :)
Bu dünya komitacıların dar, sınırlı, ebleh kafalarının cirit attığı akıl dışı bir dünya. Elindeki silahla, vurarak, bir yerleri havaya uçurarak, öldürerek, katliam yaparak, insanları kin ve öfke ile birbirine düşman ederek bir ülkenin yönetilebileceğini, her problemin çözülebileceğini zanneden hasta bir kafa. Bir dış sorununuz mu var? Çözüm bir-iki kişiye suikast düzenlenecek. Bir siyasî sorun çözülemiyor mu? Bir-iki yere bomba koyarak çözülecek. Toplum kaos içine sürüklenerek daha kolay yönetilecek. Korku ve endişe içindeki insanlar silahın namlusuna biat edip huzura ve refaha kavuşacak. Biz de, deli gömleği giydirilip tımarhaneye tıkılması gereken bu adamlara boyun eğeceğiz öyle mi? Boyun eğmedik, eğmiyoruz ve eğmeyeceğiz. Bu kundakçılara ülkeyi teslim etmeyeceğiz. Ergenekon davası bunun için devam ediyor. Balyoz soruşturması bunun için yürütülüyor. Tutuklamalar bunun için yapılıyor. Tartışmalar bu yüzden sürüyor. Ve en önemlisi, anayasa paketi bunun için hazırlanıyor. Anayasa'nın en başta 145. maddesi olmak üzere, yargıyı bu tür suçlara karşı etkili hale getirecek düzenlemeler, kafayı sıyırmış komitacılardan bu ülkeyi korumak için yapılıyor. Balyoz soruşturması etrafında dönen dolaplar, peş peşe patlak veren skandallar bu gözle değerlendirilmeli. Kafadan çatlak komitacılara karşı benim vatandaş olarak tek güvencem, o soruşturmaları yürüten savcılar. Elindeki dosyanın gereğini yapan savcı engelleniyor, yüksek yargı bürokrasisi elinde silah olanlardan yana müdahalelerde bulunuyorsa, yapılacak tek şey yüksek yargıya çekidüzen vermek olmalı. Başbakan'a ve Genelkurmay Başkanı'na suikast düzenlemenin ne kadar basit bir iş olduğunu anlatan, Türk-Kürt çatışması çıkartarak, cami bombalayarak ülkeyi kaosa sürüklemekten bahseden komitacılardan bu ülkeyi nasıl korursunuz? Bu soruya vereceğiniz cevap, Balyoz soruşturması hakkında size ölçü verecek. Balyoz savcıları, bu hezeyanların 1. Ordu Komutanlığı'nda geniş bir kadro eşliğinde planlandığı iddiasını soruşturuyor. İddialar soruşturulur ve suçlular yargılanırsa, kundakçıların aklı başına gelecek. Anayasa paketi, anarşi çıkartarak refah sağlamaya niyetlenen ruh hastalarını cezaevine tıkmasa bile hiç olmazsa -moda olduğu üzere- doktor gözetimine alacak. |
CHP ve MHP tarafından sahiplenilen, tasarının içeriğinden çok iktidara atfedilen siyasi amaçlarını tartışan siyasal tavrın halk nezdinde fazlaca yankı bulmadığını açıkça göstermektedir. Bu durumda, CHP ve MHP'nin siyasi tavrını paket içeriğine yönelik demokrasi odaklı muhalefetten çok, anayasal reforma yönelik blokaj hamlesi olarak değerlendirmek olasıdır. Aslına bakılırsa, değişiklik için hazırlanan anayasa taslağını rejim için tehdit olarak lanse eden CHP ile mevcut Meclis'in demokratik ehliyetsizliği bahanesini dillendiren MHP'nin darbe mirası Anayasa'yı muhafaza etmek istemesi pek yadırganacak bir durum değildir; ancak değişikliklerden doğrudan yarar sağlayacak olan BDP'nin sırf "demokrasi havariliğini AKP'ye kaptırmamak" kaygısıyla destek için karşılanamayacak koşullar öne sürmesi ve anayasa değişikliğini zımni olarak engellemek istemesi, tutarlı bir siyasi tavır değildir.
Diğer taraftan halkın çoğunluğunun yargı reformu ve anayasa değişikliğine taraftar olması referandumda evet oyu vereceğinin güvencesi olamaz. İktidarın süreci yönetme biçimi ve halka yönelik iletişimi son derece önemlidir. Bu süreçte yapılacak hatalar referandumun sonucunu olumsuz etkileyebilir. Prof. Dr. Özer SENCAR / Metropoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi |
Haberi okuyunca pek çokları gibi aklıma Elazığ'da yaşanan 'eğitim zayiatı' geldi. Hatırlarsanız, dört askerimizin şehit olduğu olayın el bombasının kazayla patlaması sonucu yaşandığı bildirilmişti. Zaman dahil bütün gazeteler de böyle yazdı. Aylar sonra Taraf muhabiri Mehmet Baransu, iç burkan bir haberle gerçeği ortaya çıkardı. Nöbette uyuyan askere 'ders vermek' isteyen teğmen, el bombasının pimini çekip eline tutuşturmuştu. Teğmenin 'fırsat eğitimi'nin faturası dört şehit ve yerle bir olan itibardı. Gerçeğin ailelerden ve kamuoyundan saklanması, TSK'nın güvenilirliğine darbe vurdu.
7 askerin şehit olduğu mayın patlaması daha büyük etkiler doğuracaktır. Zira ilk olayda hiç olmazsa kaza dendi. Mayın patlaması ise doğrudan terör örgütüne mal edildi. Türkiye'nin siyasi ve sosyal ortamının gerilmesine yol açıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'le yapacağı görüşmeyi erteledi. Şehit cenazeleri sloganlar eşliğinde kaldırıldı. Eminim sorulduğunda "kendi mayınımıza bastık" açıklamasını yapmanın zorluklarından dem vurulacaktır. Bu ülkede gemisi kendi uçaklarımız tarafından batırılan komutan Güven Erkaya, kuvvet komutanlığına kadar bile yükseldi. Bir şekilde izah edebilirlerdi. Şimdi bu durumu o şehitlerin ailelerine nasıl anlatacaklar? Geldiğimiz noktanın en büyük zararı ne biliyor musunuz? Neredeyse bütün şehit yakınlarının içine aynı kurt düşürüldü. Acaba benim eşim, çocuğum, kardeşim de böyle bir beceriksizliğin ya da art niyetli komutanın kurbanı mı oldu? Bundan sonra gelecek her şehit cenazesinin arkasında saf tutanların zihnini aynı şüphe kemirecek. Genelkurmay'a karşı birilerinin asimetrik savaş yapmasına filan gerek yok. Dış müdahalelere de ihtiyaç kalmıyor, şahsi hataları kurumu yıpratmak için fazlasıyla yetiyor. |
Üç gün önce, tekrar tutuklanma kararı çıkan, apar topar GATA'ya yatan ve "Balyoz komutanı" diye belgelerde adı geçen e. Org. Çetin Doğan, medyaya bir mektup gönderdi. Balyoz operasyonunda ortaya çıkan belgeleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün sızdırdığını iddia etti. Hürriyet, önceki gün Özkök'ün cevabî beyanatını yayınlandı.
Özkök özetle şunu söyledi: ''Bu konular hakkında gerçekleri açıklamak yerine, işin kolayına kaçıp olayı başkalarına havale etme anlayışı var. Hepimiz, orduya hizmet etmiş bir generalin bu hale düşmesine üzülüyoruz. Kendisine sorulan soruları yanıtlamak yerine, topu sağa sola atmaya çalışması çok üzücü. Daha önce Çetin Doğan Paşa televizyonda çıkıp, ses kaydıyla ilgili olarak 'evet bu konuşmayı ben yaptım' demedi mi? Böyle bir konuşmayı yapan insan, altındaki personelin bundan motive olarak olumsuz şeylere yol açabileceğini düşünmez mi?" Bu ifadeler, Balyoz'un varlığını ilan eden ifadelerdir. Şimdi durum hayatî bir noktaya geldi. Balyoz planında; "ezmeli, çökmeli, İsrail gibi yapmalı" diyenlerin, adil bir yargılamadan geçmesi gerekiyor. Hâlbuki ne görüyoruz? İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, başlayan bir gözaltı sürecine el koyuyor. Savcıların görevlerini değiştiriyor. Ve bunu Star'da Şamil Tayyar'a izah ederken; "Gözaltına alınması istenen subayların 78'i muvazzaf... Bunların 25'i amiral ve general rütbesinde... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların, iyi değerlendirilmesi gerekir." diyor. Yani hukuk, emeklilere işliyor, görevdekilere işlemiyor. Yani gözleri bağlı adalet, gözündeki bandı bir ara kaldırıp yargılayacaklarını görüyor ve ona göre muamele mi yapıyor? Pekiyi o zaman hukukun üstünlüğü ne oluyor? Bu ülkede bazıları hâlâ lâyüsel ise, hangi hukuktan, hangi yargı bağımsızlığından bahsediyoruz? Bir şey daha var. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, geçen ay Milliyet'ten Fikret Bila'ya verdiği beyanatta, asıl rahatsızlığın, görevdeki generallerle ilgili olduğunu ısrarla söylemişti. Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla savcılarla oynanıyor, görüntüsü altındaki bir yargılama sürecinde, davaların savcı ve hâkimleri nasıl görev yapacak? Vesayet güçleri tarafından kuşatılmış bir yargıdan söz ediyoruz. Adaleti değil, vesayet rejimini tercih eden zihniyet bitmeli artık. Yargı da, asker de, siyaset de ağır yara alıyor. Dananın kuyruğu kopuyor, anlayın artık... |
Yedi canın üzerine bir bardak su içirecekler önce... Sonra anaların-babaların yürekleri kavuran acılarına çok da aldırmadan ağızlarından 'vatan sağ olsun' diye bir cümle alacaklar. Bak ne kadar da kolay bir şey başkasının acısına katlanmak... Savaş ağalarının bir günlük uykularını kaçırmaya bile değmeyecek kadar kolay bir şey bu. Onların olaya bakışı belli: "Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Geçin bakayım hizaya. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Siz hâlâ mı hizaya geçmediniz? Sayın Cumhurbaşkanı, ne demek bu meseleyi çözmek istemek? Ya sen Başbakan; hâlâ o Kürtlerle irtibat mı kurmaya çalışıyorsun? Haddinizi aştığınızın farkında mısınız? Ne yani bu meseleyi çözeceksin ve bize ekmek kalmayacak. Türkiye yeniden dizayn edilecek öyle mi? Yok öyle yağma. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez..."
Çünkü onların yüreklerine acı düşmez, onların çocukları emin ellerde, emin yerlerde durur. Onların çocukları da kendileri gibi ölüm kaygısı, pusu endişesi, gece nöbeti hiç bilmezler. Vazgeçtikleri canlar da zaten karşı tarafın çocuklarıdır çoğunlukla... 7 erin şehit edilmesi olayı da; tıpkı 33 erin şehit edilmesi gibi, tıpkı Reşadiye katliamı, tıpkı Aktütün, Dağlıca katliamları gibi... Kimse hesap vermeyecek. Kimse '25 senedir ne oluyor o Güneydoğu'da?' diye sormayacak. Anneler, evlatlarının üzerine bardak bardak kezzap içmekten başka bir şey yapamayacak. Belki bir gün bir ana da çıkıp o türküyü söyler: "Beni yardan ayıranın evine şivan düşe" |
İlginç bir gelişme, 1962 yılında yaşanmıştır. O tarihlerde 'Cumhuriyet' gazetesinde Dış Haberler sorumlusu ve gece yazı işleri müdür yardımcısı olarak çalıştığım için çok iyi hatırlıyorum. O yıl,'Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Fiiller Hakkında' 38 sayılı kanun çıkarılmış ve bu kanunun bazı hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu öne sürülerek üç ayrı iptal davası açılmıştı. Anayasa Mahkemesi, bu davaların üçünü de reddetmiştir ve her üç red kararında da şu ibare bulunmaktadır:
'Anayasa Mahkemesi'nin görevi, Anayasa Hukuku bakımından, yasama organını denetlemektir'. Dikkat edilsin: 'Yasama organını denetlemek'! Söyler misiniz bu, kanundan vazife çıkartmak yerine, durumdan vazife çıkartmak değilse, nedir? Şimdi sormak gerekiyor: Yargıyı siyasallaştıran kim? Siyaset mi, yoksa Yargı'nın bizzat kendisi mi? Yargının kendi kendisini siyasallaştırmasının başlangıç tarihi, 1962 yılına çıkmaktadır. Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Afa Yayınları arasında çıkan 'Rejim ve Asker' adlı kitabında, 1961 Anayasası'nın 147. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi'nin 'yasama organını denetlemek' gibi bir görevi ve yetkisi bulunmamasına rağmen, 1962 tarihli üç Anayasa Mahkemesi kararında da bu ibarenin yer almasını 'tuhaf' bulmaktadır. Sadece 'tuhaf' değil! Bu, düpedüz yetki aşımıdır ve yetki sınırlarının dışına çıkarak, kendini 'yasama organını denetleme' iktidarına sahipmiş gibi görmek ve göstermek, Anayasa Mahkemesi'nin son üç yıldır ve herhalde 1961 tarihli kararı bir nevi içtihad farzedip bu yetkiyi kendinde vehmederek hayata geçirdiği kararları, en hafif tabirle, şaibeli hale getirmemiş midir?Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırı kararlarını denetleyecek bir merci de yoktur! İyi mi? Şimdi, yazıya başlarken sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Siyaset ya da Yasama mı yargıyı köstekliyor, yoksa kendisini, Anayasa'da olmadığı halde 'yasama organını denetlemek'le görevli zanneden yüksek Yargı mı yasama organını (TBMM'yi) vesayet altına almaya kalkışıyor? Cevap apaçık ortada... Prof. Dr. Kemal Karpat, Timaş Yayınları arasında çıkan 'Asker ve Siyaset' adlı kitabında, '[b]ağımsız yargının da yeni anayasal sistemin işleyişini kolaylaştıran bir araç olmaktan çok, işleri aksatan bir engel olduğu[nun] zamanla anlaşıldı[ğını]' belirtiyor ve 'Yasama organının her türlü denetiminden kurtulmuş olan Yargının (...) çıkmaza girdi[ğini]' ifade ettikten sonra tastamam şunları yazıyor: 'Bir avuç yargıç, her ne kadar, görünüşte kamuoyu baskısı ve siyasal görüşleri dikkate alma zorunluluğundan kurtulmuş olsalar da, dışardan gelen siyasal etkilere, hukukun kendisinden daha çok ağırlık vermekteydi. Bilhassa yeni Anayasa Mahkemesi genellikle çeşitli çıkar grupları tarafından kendi görüşlerini desteklemek için kullanılmaktaydı.' Başka söze hacet var mı? |
.....
|
Türkiye 1960 ihtilali ve Adnan MENDERES'in idam edilmesinden sonra sistem çökmeye başlamış sözde vatansever geçinen gladiocular at koşturmuştur vatanın her karış toprağında.
Kendi yazdıkları senaryoları sağdan ve soldan faaliyete geçirip ülkeyi kaosa sürüklemektir aslında onların vatanseverlikleri.Devleti yaşatmak için Halkı öldürmek nasıl bir vatanseverlik ise... Evet yargı siyasallaşmıştır ve Türkiye sancılı bir normalleşme sürecine girmiştir.Bugün hak ve hukuk tan adaletten dem vuranlar daha önce neredeydiler yaptıkları bütün hukuksuzluklarına rağmen . Yıllarca ülkede binlerce fail-i mechul cinayetleri kendi kılıfına uyduranlar bugün foyaları meydana çıkınca adaletten söz etmeleri ilginçtir. |
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mahkemeleri böyle bir davayı görmeye muktedir değildir. Bir yerden sonra uluslararası baskılar devreye girer ve siyasiler, siyaseti rafa kaldırmak isteyenleri "anlama" gereği duyar. Her ne kadar Ergenekon ve Balyoz sanıkları emperyalizm karşıtı, ulusalcı ve bağımsızlık sevdalısı görünseler de Türkiye'de ulus aşırı dostlarının hatırı sayılır. Kurtlar Vadisi'nde bile İskender, Feller'in emrine girmek zorunda kaldı.
Zaten, Baykal'ın tehditleri, Bahçeli'nin meydanlarda ip atması, buna karşılık Erdoğan'ın "Beyaz çarşafı göze aldık." açıklamaları siyasiler tarafından durumun ciddiyetinin kavrandığını gösteriyor. Geriye bir tek şey kalıyor. Sonucu belirleyen ne olacak? Kongar'ın ima ettiği gibi ulus aşırı güçlerin hatırı mı? Yoksa "Başkalarının savunmadan ümidini kestiği yerde Türklerin taarruzu başlar." sözünde olduğu gibi, iktidar ve muhalefetiyle tüm siyasetin, en azından iktidarın, siyaseti rafa kaldıran müdahaleleri kökünden çözmek için mahkemenin rahat çalışmasını sağlamak üzere ne lazımsa yapması mı? Eğer ikincisi gerçekleşirse bu aynı zamanda siyasetin rüşt ispatı olacak. |
Başsavcı'nın ileri sürdüğü "uzlaşma efsanesi" de yeni ve önemli bir fark. Uzlaşmanın aranması, sonuçta uzlaşmayı sağlayacak olan halka müracaat edilmesini getiriyor. İdeolojik bir devleti ve ideolojik endişeleri savunmak yerine "uzlaşma" ihtiyacından bahsetmek bile demokrasiye bir katkı niteliğinde. Gerçi uzlaşma efsanesi halkın anayasa yapma iradesini iptal etmek ve 12 Eylül diktasının koyduğu kuralları sürdürmek için kullanılıyor; ama olsun, hiç olmazsa halk bir aktör olarak devreye giriyor. Eğer uzlaşma arıyorsanız bırakın halk referandumda bu uzlaşmayı denesin. Öyle değil mi?
Türkiye'de artık birçok şeyin değiştiği anlaşılıyor. Başsavcı'nın Avrupa hukukunu referans göstermesi ve halk arasında uzlaşma araması, eskimiş ideolojik gerekçelerin devre dışı kaldığının önemli göstergelerinden biri. Sebep, askerî vesayet düzeninin çökmüş olması. Cuntacılar paçalarını kurtarma telaşında olunca, onların kurdukları düzeni sürdürmenin anlamı kalmıyor. Silahlı zorbalığı meşrulaştırmak için yerlerde sürünen hukuk ve akıl yeniden ayağa kalkıyor ve gücünü göstermeye başlıyor. Çok önemli bir anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışmaların bile, rejime bulaştırılmadan sürmesi, tüketici laiklik tartışmalarına girilmemesi, Türkiye'deki değişimin bir göstergesi değil mi? |
Bu, şimdiki mesele değil ki. Aynı şeyler, merkez sağ olarak bilinen iktidarlar ve o zamanki parlamentolar için de aynen söylendi. Arşivden alır hepsini şuraya sıralayabilirim. Bir oligarşik aydınlar vesayeti, milleti, milletin seçtiklerini ve demokrasiyi kısıtlayacak ki, devlet kurtulsun! Kafa bu kafa. Ama bu kafa, eskisi gibi devam edemez artık. Çünkü "aydınlar" genellemesi artık yapılamaz; şimdi farklı aydınlar da var, hem de epeyce var. Üç tane gazeteyle beş tane Prof'la; bir baskı, kuşatma, yönlendirme tahakkümü oluşturmak mümkün değil artık. Avrupa'daki ve bütün Batı'daki uygulamaları gösterip örnekleyebilecek olanların sayısı çok arttı! Yargıçlar, savcılar, yasaları uygular, yasaların nasıl yapılması hakkında Parlamento'ya yol gösteremez, eleştiri yöneltemez, ikaz ve ihtarda bulunamaz. Bunun adı siyaset yapmaktır. Muhalefet partileri var, basın, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler var... Demokrasilerdemuhalefeti kimlerin ve hangi kurumların yapacağı bellidir. Akıl almaz şeyler oluyor. Yargıtay Başsavcısı, Parlamento'nun gündeminde olan bir anayasa değişikliği hakkında basın toplantısı yaparak protesto konuşması yapabilir mi? Böyle bir görevi ve yetkisi, hangi yasanın hangi maddesine göre var? Parlamento bir yasanın nasıl yapılacağını, bir hukuk reformunun gerekip gerekmediğini, bağımsızlığın, hukukun, kuvvetler ayrılığının, demokrasinin ne olduğunu, savcıların ve yargıçların basın toplantılarından mı öğrenecek
|
Her şeyimizle mükemmel olmak istiyoruz; ufacık bir hatamızda geri dönüyoruz yolumuzdan. Kusurlu olduğumuzu kabul etmek, tökezleyerek de olsa yürümek tatmin etmiyor bizi ve vazgeçiyoruz yürümekten. Kimi zamanda meyve toplarken sağa sola baktığımızdan çürük meyveler topluyoruz yol boyunca... Sonra da meyve bahçesine bahaneler bulup; heybemizde biriktirdiğimiz çürük meyveler ile yola devam ediyoruz. Deliliğe vuruyoruz; delilik diye yutturmaya çalışıyoruz hatalarımızı... "Deli olduğunu bildin mi bu biliş akıldır" der Mevlana. Deli olduğunu söyleyen, deliliğin farkında olan aslında deli değil; hele Mevlana'nın söylediği konumda hiç değildir! Tıpkı yakın olduğunu söyleyenin aslında uzak olduğu gibi... İnsan sırlarını gözetmekte çok zorlanır. Beğenilme arzusundan sıyrılamayan insanoğlu sükût adasında fazla kalamaz. Ama bazı sırlar vardır ki söylenmese dahi aşikârdırlar; sırrını seyreder âlemde kimi insanlar... Kimileri zerrenin içinde umman bulurken; kimileri de ummanın içinde kaybolurlar! Ama dedim ya kimileri... Sükut kelimenin şerhidir; öyleyse Mevlana'nın sözleri ile sükuta gidelim: "Daha konuşacaklarımız vardır; lakin aklımın sürçmesinden korkarım." |
Şimdiye kadar yaşananların zaten savunulacak yanı yok ve medyada en askerci bilinen kalemler dahi tepkilerini ortaya koydu. Hiç olmazsa bundan sonra demokratik bir hukuk devletinin gereklerini yerine getirmek lazım. Soruşturmanın selameti açısından hem suça iştirak eden hem de örtbasa yardımcı olan bütün yetkililer açığa alınmalı. Soruşturma da yaranın daha fazla kanatılmasına fırsat verilmeden sonuçlandırılıp yargılama safhasına geçilmeli. General Güner, ailelerin acısını anladıklarına dair cümleler de kurmuştu. Komuta kademesinin acıyı gerçekten anladığının göstergesi, adaletin tesisinde izleyecekleri yol olacak. 'Kol kırılır yen içinde kalır' yanıltmacasına artık başvurulmamalı.
Yargının bu konuda söyleyecekleri kadar Başkomutan'ın ve Başbakan'ın tavrını da merak ediyorum. Bilindiği üzere acı olay kullanılarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan ağır dille eleştirilmişti. Hatta Bekir Coşkun gibi kalemler alay etmeye kalkmışlardı. Cumhurbaşkanı Gül, demokratik açılıma destek verdiği gerekçesiyle Coşkun'un şu hakaretlerine maruz kalmıştı: "Bugün 7 şehit daha dönüyor eve... Ama yine de Cumhurbaşkanı'nız "Tarihi fırsat kaçıyor..." derken, neyin fırsat olduğunu, neyin kaçtığını açıklamış değil... Bence dili varmıyordur... Yüzü tutmuyordur... Ne diyecek şehit analarına?.. Çünkü koca Türkiye Cumhuriyeti, asla devlet adamı olamayacak basiretsizlerin elinde, teröre oyuncak oluverdi..." Cumhurbaşkanı, sadece kendine yapılan hakaretlerin değil, cumhura yapılan zulmün de hesabını sormakla yükümlü. Anaların yüreğindeki acının da takipçisi olmalı. Ve sorumlulara Bekir Coşkun'un kendisine yönelttiği şu soruyu sormalı: Peki şehitler?.. Neden öldüler?.. |
Ahmet Türk'e saldıranın hali pek çoğumuza Ogün Samast'ı hatırlattı. Katıksız bir öfkenin, düşünceden ari bir kabalığın seçtiği hedefti Türk. Mahkeme çıkışında yüzüne yediği yumruk, kırılmış bir burun ve yarılmış bir kaşla itidal telkin ediyordu sevenlerine; 'Bir faşistin saldırısına uğradık, bu bizi yanlış şeyler yapmaya sevk etmemeli.' diyordu. Onu yakından tanıyanlar canı yanarken bile sükûnetini korumasının ne anlama geldiğini bilirler. Efendiliğin, zarafetin ve mazlumluğun her durumda korunmasının onun değerleri açısından ne önem taşıdığını. Dünya ne kadar kötü olursa olsun korunması gereken bir efendilik olduğunu
80 darbesinin kendisine ve ailesine ödettiklerini, Diyarbakır Cezaevi'nde gördüğü işkenceleri, Ankara'da Meclis'in bir üyesiyken yaka paça derdest edilip kapatıldığı hapishanede geçirdiği on yılı ve daha dün kapatılan partisini, elinden alınan vekilliği. Hepsini yaşamış Ahmet Türk'ün hedefte olmaması için bir neden var mı? Yok edilmek için fazlasına sahip |
Ahmet Türk'ün duruşu takdire değer.Güzel alıntı idi barış teşekkürler.
AK Parti de her türlü öneriye açık olduğunu baştan ilan etmişti. CHP'ye kulak vermemesi, Baykal'ın teklifini cevapsız bırakması düşünülemez. Erdoğan'ın hamlesi doğru... CHP'yi siyasetin içine çekti. İlkinin kamuoyunda olumlu yankılandığını gören CHP lideri, ikinci bir öneride bulundu. Yüksek yargıda yapısal değişiklik öngören üç maddenin bir sonraki Meclis'e bırakılmasını istedi. MHP'nin de benzer teklifi var. AK Parti'nin buna olumlu bakmadığı biliniyor. AK Parti, anayasa değişikliğinde kararlı... Asla geri adım beklenmemeli. AK Parti, Başbakan Erdoğan'ın ABD'den dönmesini bekliyor. Erdoğan, bugün akşam saatlerinde Ankara'da olacak. İlk işi hukukçu kurmaylarıyla CHP'nin teklifini karara bağlamak. Cevap, paket Genel Kurul'a gelmeden önce CHP'ye bildirilecek. AK Parti'deki genel hava, paketin bölünmesinin doğru olmayacağı yönünde... Kaldı ki CHP'nin üç maddeyi Anayasa Mahkemesi'ne götürmeyeceğinin garantisi yok. Yargı reformunun eksik olduğu bir paket yapısal değişim getirmez. Son sözü Erdoğan söyleyecek. 'CHP neden değişti?' sorusunun cevabı katı, kavgacı siyasetin hep kaybettirmiş olması... CHP'nin önerilerini AK Parti'nin müzakereye açması, siyaseti bir nebze de olsa normalleştirdi. Yanlış olan, CHP yumuşarken yüksek yargının sertleşmesi ve siyaset diliyle anayasa değişikliğine karşı çıkması... |
Ahmet Türk sahici bir insandır, samimidir, içi dışı birdir ve siyasal açıdan eski deyişle aklıselim sahibi bir insandır.
Kürt olduğu için, Kürt kimliğine sahip çıktığı için bu ülkede çekmediği acı kalmamıştır. Ama hep dik durmasını da bilmiştir. Samsun’da uğradığı alçakça saldırı nedeniyle dün sabah kendisine geçmiş olsun telefonu açtım. Burnu kırılmış hastanede yatıyordu. “Bir bu kalmıştı” diye dertlenince, sevgili Ahmet Türk, her zamanki çelebi üslubuyla dedi ki: “Hasan Cemal, burası Türkiye, burada her şey olur.” Haklıydı. Daha geçenlerde partisi kapatılmış, kendisine siyaset yasağı konulmuştu. Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını koparmak için, PKK’ya dağdan iniş yolunu açmak için yıllardır elinden geleni yapan bir siyaset adamına bizim ‘bağımsız’ yargımızın reva gördüğü muamele işte buydu. Burası Türkiye, burada her şey olur! |
Geçen gün bizim gazetede Hava Astsubay Meslek Yüksekokulu'nun ilanı vardı.
Atatürk'ün fotoğrafının yanında, "Gönül verdik bize emanet göklere/ Kanat gerdik hudutsuz maviliklere" yazılıydı. Ayrıca temel slogan da, "İstikbal göklerin, gökler bizimdir" şeklinde değişmişti. "İstikbal göklerdedir" sözü ise hiç yoktu. Bu doğru tavır sürekli mi olacak, yoksa yine birileri devreye girip uydurmacayı empoze mi edecek? Bekleyelim, görelim. Not 1: HKK internet sitesinde ise slogan, hâlâ Atatürk fotoğrafına yamanmış, durmakta. En iyisi ben fazla heveslenmeyeyim. Not 2: İlandaki "belge geçer" lafı eğreti durmuş, o kelimeyi "faks" diye Türkçeleştirdik, oldu bitti. Duymadınız mı?) *** Unutmadan... Bir önerim var: "İstikbal göklerdedir" Atatürk'e ait olmasa da, çok güzel bir söz. (Moda tabirle; 'İlham verici'.) Onu kaybetmeyelim. "İstikbal", mevcudu koruyan askeriyeden ziyade, bireylerin ve toplumun perspektifinde yer alan bir kavramdır. O halde sloganı THY devralsın. Çünkü "Yeni Türkiye" dünyaya açılıyor: Dün Hindistan'daydık, bugün Kongo'dayız, yarın Güney Amerika'da olacağız. Vizeler kalkıyor; turizm ve ticaret vızır vızır. Diğer hava yollarının hakkını yemek istemem ama Türk Hava Yolları olmadan, ekonomi ile siyaseti el ele götüren bu büyük atılım gerçekleşemez. "İstikbal göklerdedir" sloganı THY'ye cuk oturur. Çünkü THY uzakları yakına getirmeden, Türkiye istikbaline ulaşmaz. http://www.sabah.com.tr/c/i/sp.gif |
" Su-i zan ederek isabet etmektense; Hüsn-ü zan ederek yanılmayı tercih ederim. " M.Fethullah Gülen |
Baykal'ın paketi bölme önerisinin hemen ardından "üç maddeyi askıya alma ve seçimden sonra tekrar gündeme getirme" gibi saçma sapan bir öneriyle ortaya çıkmasını anlamak mümkün değil. Zaten baştan beri kavga o üç madde üzerinde kopmuyor mu?
Şimdi ne değişti ki AK Parti söz konusu üç maddeyi değiştirmekten vazgeçsin? Neden vazgeçsin? CHP o maddelerle yapılmak istenen değişiklikleri AK Parti'nin yargıyı ele geçirmesi olarak görüyorsa seçimden sonra farklı mı görecek? Askıya alalım dediği maddeleri bugün kuvvetler ayrılığı ilkesine ve hukuk devletine aykırı buluyorsa, seçimden sonra uygun mu bulacak? Ne değişecek ki şimdi askıya alınan bu maddeler üzerinde gelecek yasama döneminde konsensüs sağlanabilecek? Her neyse... Biz, hiçbir mantığı olmayan bu son öneriyi bir kenara bırakıp daha önceki "paketi bölme" teklifine dönelim: Baykal paketi bölelim ve büyük bölümünü birlikte geçirelim diyor ama söz konusu üç maddeyi Anayasa Mahkemesi'ne götürmekten de asla vazgeçmiyor. Çünkü referandumdan öcü gibi korkuyor. |
Küskünüm insana, küskünüm anla Dar günümde dostlarımda yoksa Geçer mi bu hayat çile ve azapla Dayan bebestim huzur yakında Çabalar bazen fayda getirmez İçimde şiddet beni terketmez!! |
Hani hep itiraz ediyorlar ya meclisten üye seçilmesi yargıyı siyasallaştırır diye. İşte emekli olurken yaptığı açıklama ile AK Parti'ye ofsayttan bir gol atarak giden dönemin başkanı Mustafa Bumin'in hazırlattığı teklifin 146.maddesinin gerekçesine kelimesi kelimesine aynen şu ifade yazılmıştı: "Üyelerin seçimi, yargı bağımsızlığı ilkesi esas alınarak ve ulusal iradenin de katkısı sağlanmak üzere "(Anayasa Mahkemesinin hazırladığı Anayasa Mahkemesi'ne ilişkin anayasa değişikliği Önerisi sayfa 2, paragraf 6)
Yani milli iradenin katkısının gerekli olduğuna işaret etmiştir. Oysa bu değişikliğe itiraz edenler milli iradenin katkısını yargıya müdahale olarak görüyorlar. HSYK üyelerinin doğrudan hâkimler ve savcılar tarafından seçilmesine de aynı mantıkla karşı çıkmıyorlar mı? Hatta şimdiden Anayasa Mahkemesini şartlandırmak için üyelerin seçimle işbaşına gelmesini siyasetin yargıya müdahalesi olarak değerlendirmiyorlar mı? Oysa Anayasa Mahkemesi kendi hazırladığı teklifin gerekçesine milli iradenin katkısının yargıya müdahale değil elzem olduğunu yazmış ve belgelendirmiş. Ama bu belgeyi görmek için göz lazım. Kimilerinin gözleri var görmüyor, kulakları var işitmiyor. |
Baykal, anayasa değişikliği taslağının mevcut Anayasa'nın temel ilkelerine aykırı olduğunu ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, bu nedenle kabul edemeyeceklerini ifade ediyor. Bu tutum, CHP ve liderinin genetik, kalıtsal bir durumudur ve normal karşılanmalı. Peki ya MHP ve liderinin tutumuna ne demeli? Seçmenine, AK Parti ile 'Evren Yasası'nı değiştirme konusunda uzlaşmayacaklarını haber veriyor. General ve yargıçlardan oluşan senfoni orkestrası eşliğinde Baykal ve Bahçeli kol kola girmiş kolbastı mıdır, şemmame midir, belli olmayan bir halay çekiyorlar.
Tek yumurta ikizi olan ancak iki ayrı ortamda büyüyen bu iki parti arasında AK Parti'ye karşı "seviyeli birlikteliğin" nedenlerini "28 Şubat postmodern darbesi"ne giderek anlayabiliriz. Zikrettiğimiz bu talihsiz dönemden beri devam eden bu yaklaşma birleşmeye kadar uzadı. AK Parti'nin Meclis'e getirdiği anayasa değişikliği taslağına/teklifine karşı birleşen bu ikiz kardeşler istiyor ki askerî vesayet devam etsin, 'Milli şef dönemi' devam etsin, darbeler anayasası ilelebet mahkemelerimizi kuşatsın. İstiyorlar ki vatandaşa rağmen yarım yüzyıldır devam eden generaller ve yargıçlar koalisyonu bozulmasın. Özgürlüklere, sivil iradeye, demokrasiye, insan haklarına, değişime, gelişmeye aykırı olan bu mevcut Anayasa'yı halkın ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda değiştirmek her zaman ve şartta Meclis'in görevi ve hakkıdır. Meclis bu işi beceremezse millet bunu referandum ile yapacaktır, bu da milletin demokratik ve temel bir hakkıdır. Değişiklik paketi Baykal'ın iddia ettiği gibi yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak yerine, tam tersine yargıyı normalleştirecektir. Evet, bu taslağın/teklifin mükemmel olmadığını AK Parti de kabul ediyor. Ancak bu bir başlangıçtır ve hep birlikte daha iyiye doğru, el ele birlikte çalışmak gerekiyor. İyi niyetin, milletten yana, hukuktan, özgürlük ve demokrasiden yana olmanın göstergesi ve gereği de budur. |
Şimdi BDP, bazı mihraklar tarafından kendisine sunulan bu malzemeyi olabildiğince sündürmeye uğraşıyor. Anayasa tartışmalarında mızıkçılığı oynaması için çok iyi bir gerekçe buldu. Bütün tabanını yumruk üzerinden yeniden kızıştırmaya, gergin tutmaya çalışıyor. Her ne kadar Ahmet Türk son derece makul ve dengeli ifadeler kullanmış, itidale ve barışa çağırmış olsa da öyle makul insanların siyaset yapmasını devletin bizzat kendisi istemiyor. Böyle olunca, BDP'nin kendi tabanına karşı sündüre sündüre kullanacağı bir malzeme altın tepside sunulmuş oluyor. Yani anlayacağınız statüko ile BDP yine doldur boşalt oynuyor.
Ama artık toplum eski düzen oyunları ve oyuncularının bir hayli farkında... |
Uyarmalıyız; statüko ile pazarlık olmaz. Pazarlık demek, statükoya nefes aldırmak, kendini tahkim etmesi ve yeniden üretmesi için suni teneffüs yapmak demek. Demokratik siyasete, açık topluma, piyasa ekonomisine ve dünya ile bütünleşmenin yarattığı 'aydınlanmaya' yenik düşen bir yapı var karşımızda. Statükoda hâlâ müzakere edilecek güç görmek yanlış, temsilcilerini muhatap almak abes.
Şimdi durduramadıkları değişimin siyasal aktörü görünümündeki AK Parti ile pazarlık yapıp iktidarı 'paylaşmak' istiyor. Oysa statükonun ne pazarlık yapacak gücü kaldı ne de yaşama imkânı ve değişime karşı 'şart' öne sürme şansı. Her türlü pazarlık, kendi anakronizmasında can çekişen statükonun ayağa kaldırılması demek olur. Türkiye 1989'un Doğu Avrupa ülkelerini andırıyor şu sıralarda; prangalarından kurtulmak üzere olan bir toplum var yeni ekonomik gücü ve siyasal temsiliyle. Vesayet rejimi çatırdıyor. 'Ara yolcu' yaklaşımlar geç kalmış bir yıkımı daha da geciktirecek. Statükoyu yıkacak dinamikler durdurulamaz nitelikte. Türkiye'nin sosyolojisi, ekonomisi ve siyaseti artık üzerine giydirilen deli gömleğine sığmıyor. Uluslararası konjonktür de değişimden yana. Statüko güçleriyle yaptıkları ittifak soğuk savaşın bitimiyle işlevsiz, anlamsız hale geldi. Despotik, oligarşik bir Kemalist rejimin şiddet ve istikrarsızlık kaynağı olduğunu dünya biliyor. Ortadoğu, Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar'da barış ve işbirliği yerine çatışma ve gerginlik yaratmayı iş edinen bu kesimlerle artık 'iş tutmuyorlar'. Türkiye'nin demokratik istikrarı bölgesel ve küresel barış için şart. Vesayet rejiminin yerine tam demokrasiyi kurmak için daha uygun bir konjonktür bulunamaz. |
Nasıl ki dinin atomlarını parçalamak hormonlu dincilere kaldı ve her parçası Allah rızası için ticarethanelerde açık arttırmayla satıldı ve insanlar dinden bu hörgüç tüccarları tarafından soğutuldu Türklük de faşist kralcılar tarafından yerle bir edildi elini kutsallaştıran bileğini dayadı ve biz de safça bilenerek ırkımızdan soğutulduk.
Şimdi bu kafaların varlığına karşı buz kesiyorum. Şimdi bu kafalar bir Kürt annesinin suratına kaç tane türk tokadı indirecek! Özdilden ağzı yanan kaç tane sözde entelektüel Türk, Yılmaz'ı üfleyecek ve yumruğumun yazarı ilan edecek. Vayyy şerefsiz vayyy diyerek şeref üstadı olmuş yayın balıkları yumrukla kaç tane manşet atacak ve Türklük egosunu alkışlatacak! Müslümanım azizim ben sadece Müslüman! Ayetin çağırdığıyım askerin çağırdığı değil. Irkın kolonisini kurup kabileci marşlarınızı kendi Türklüğünüze saklayın. Sen Türküm dedikçe Kürt olan Kürtüm diyecek! Sen kendini ırkınla hatırlatıp mührünü de yumruğunla basarsan sonuçları karşısında “ bunlar hak etti” deme yoksunluğunu her an yaşayacaksın ve katlanacaksın. Allahın cenneti hepimize yeter eğer gideceksek tabii. |
Krizden çıkış güçlendi
Ülkemiz siyasetin ekonomiden daha çok konuşulduğu ve geleceği belirlediği bir yerdir. Biz ise siyaseti uzmanlarına bırakaıp ekonomik gelişmeleri gündeme getirme çabasındayız. Bu bağlamda bir neden olmadan vatandaşın moralini bozanlara da sempati ile bakmayız.
Şu anda ülkemizde ekonomik trend tersine dönmüş bulunuyor, yani pozitif gelişmeler giderek kuvvetleniyor. Sayılar böyle gösteriyor ama sorunların adı da değişiyor. Fakat kafalarımız ya kapalı ekonomi mantığından kurtulamadığından ya da salt siyasi görüş, ekonomik yorumlarımızı etkilediğinden endişe ve korku içindeyiz. Ancak toplumumuzda hâlâ anlaşılmayan şey artık (2008 sayıları ile) 130 milyar dolar ithalat, 200 milyar dolar ihracat yapan ve 700 milyar doları aşan toplam GSYİH büyüklüğü ile nerede ise yüzde elli dış ticarete açık bir ülke olduğumuz gerçeği. Bu nedenle bugün de ve gelecekte de, dış âlem ekonomik anlamda teklediği zaman zaman bizim de tekleyeceğimizi bilmeliyiz. Anlamamız gerekir ki bu krizi biz çıkarmadık. Bu sefer katil değil kurbanız. Bu nedenle de iç talebi ne kadar canlandırsak total sonucu belirleyen esas faktör dış taleptir. Dış talep demek de Türkiye dışındaki ülkelerin toparlanması, canlanması ve bizden mal ve hizmet satın almaları demektir. Bu nedenle dış âlemdeki gelişmeleri yakından incelemeliyiz. Dış talep yani ihracat da bir tür bağımlılıktır. Deniz Gökçe |
Danıştay binasının güvenliği OYAK'a ait olduğuna göre hesap verecek kişi ve kurumlar belli demektir. Kim, hangi hakla, hangi endişeyle güvenlik kamerasındaki görüntüleri silmeye cesaret edebildi?
Bilindiği gibi Danıştay davası, Ankara'da görülmüş ve bir sonuca bağlanmıştı. Ergenekon davasına bakan yetkililer elde ettikleri bilgi ve belgeler ışığında dosyayı İstanbul'a istedi. Eğer bu dosya Ergenekon soruşturmasının kapsamına alınmasaydı kamuoyu asla bazı gerçekleri öğrenemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz önce seyredilmiş, sonra başka dosyalarla karıştırılmış, daha sonra da silinmiş güvenlik görüntülerini hiç bilemeyecekti! Çünkü Danıştay saldırısı adeta örtbas edilmişti. Ülkeyi kaosa sürüklemek, darbe şartlarını oluşturmak ve psikolojik harp taktikleriyle masum kitleleri sindirmek isteyenler Danıştay saldırısını vesile ederek korkunç bir proje ortaya koydu. O kadar ki, cinayetin yaşandığı ilk saniyelerden itibaren kara bir propaganda başlatıldı. Apar topar sokaklara dökülenler, lanet okuyanlar, faturayı muhafazakâr kitlelere kesenler... Bugün ortaya çıkan gerçekler karşısında büyük bir üzüntü duyuyorlar mı acaba? Hele kendini toplumun önüne atarak insanları hedef gösterenler o gün yaptıkları yanlıştan pişman oldular mı? Keşke herkes o gün konuştuklarını, yazdıklarını hatırlasa. Ve sorsa kendi kendine: "Cumhuriyet tarihimizin en korkunç cinayeti işlenirken neden x-ray cihazları çalışmadı? Neden güvenlik kameraları silindi? Neden?" |
Hatırlayalım. DTP'nin kapatılması için düğmeye basıldığında, Tokat'ın Reşadiye kasabasında çarşıdan dönen silahsız askerlerimiz, tuzağa düşürülerek şehit edildi. İki günlük tereddütten sonra, PKK eylemi üstlendi. Kürt açılımının konuşulduğu sırada, bu şaibeli eylem, Kürt sorununun barışçı çözümünü isteyenleri sarstı. Taraf gazetesi, olay üzerine, "PKK, iki halkın düşmanı" diye manşet attı. Sonrasını, Ahmet Altan 4 gün önce Taraf'ta yazdı. PKK'ya yakın internet sitelerinde ve Roj TV'de, Taraf'a yönelik bir saldırı kampanyası başlatıldı. Taraf, daha sonra Öcalan'ın, "bu Reşadiye işini ben anlamadım" diyen açıklamasını yayınladı. Bu defa bir PKK yöneticisi, Reşadiye baskınına sahip çıktı. İki gün önce de, Habertürk gazetesinde Amberin Zaman'ın, Murat Karayılan ile yaptığı mülâkat yayınlandı. Karayılan, "Hareketin merkezi olarak tertiplediği bir eylem değildi. Bizim tasvip etmediğimiz bir şey olarak eleştirilmiştir. Biz açıklama istedik. 'Neden' diye sorduk..." diyordu. Eylemi PKK üstleniyor ama başka PKK'lar, eleştiriyor. Kaç tane PKK var ve hangileri derin yapılarla irtibatlı?
|
Bu mânâda öze dönüş, milletçe varlık ve bekâmızın önemli bir şartı olduğu gibi, yabancı değerlerin hücumundan kurtulma ve zaman zaman millî ruh şahikalarını bir duman gibi saran yabancı düşünce ve asimilasyonlardan da zarar görmemenin tek yoludur. Öze dönme hamlesinde muvaffak olan toplumlar, aynı zamanda, yitirdikleri tabiatlarını da kazanmaya, kendileri gibi düşünmeye, kendileri gibi konuşup kendileri gibi soluklamaya muvaffak olurlar.
Ne acıdır ki, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler, hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep sun’î teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın (!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalb, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık. |
"""Biliyorsunuz, dil ile tasdik kalp ile iman etmiş adama “Müslüman” bütün bunların ötesinde ise ibadetlerini aksatmayıp dünyaya ve nimetlerine kör olmuş Müslüman’a da “mümin” diyoruz.
Ben ne zaman bir cümle kursam argo falan deyip edep dersi veriyorlar ama kimse çıkıp da “Umarım” diye sözlerine başlayan bir Müslüman’ın münafıklığından bahsetmiyor. İslamcılık, laik ortamlarda “inşallah” yerine “umarım” kelimesinin kullanılmasıyla başladı. Dilimiz Müslümanken beden dilimiz, beden dilimiz Müslümanken dilimiz Müslüman olamıyor artık. Yani öyle ya da böyle dilimizi kaybettik, büyüdükçe korkuyor, oy aldıkça tırsıyoruz.""" B.Akyürek |
İnsan hayatı her zaman sakin değildir. Bazen bu denizde fırtınalar kopar.
Böylesi durumlarda size, sığınılacak bir liman olacak dostlar edininiz. Öyle dostlar ki, düştüğünüzde kaldıracak, tökezlediğinizde tutacak ve hatta dizleriniz tutmaz olduğunda sırtına alacak… Bireysel saldırıya savunma yapabilirsiniz. Ancak toplumsal saldırıya karşı bireysel savunma işlemez. Toplumsal savunma yapabilmek için karşı-toplum oluşturmak zorundasınız. Caddelerin, yığınların ruhunuzun üzerindeki olumsuz etkisinden arınmak için, vizesiz, pasaportsuz kendinizi kaldırıp atacağınız gönül okyanusları taderik ediniz. Müslüman girdiği çevreye uyan değil, girdiği çevreyi inancına uydurandır. Bu anlamda etken ve etkin insandır. Eğer etken olabiliyorsanız, imanınız iktidarda demektir. Kötülülüğü yaşayarak öğrenmeye kalkmayınız. Bu,ölümü denemeye benzer. “Bir kez ölümü deneyeyim, eğer hoşuma gitmezse bir daha ölmem” diyemezsiniz. Günah denenmez. Herkes için kötü olan, sizin için de kötüdür. Kötünün ve iyinin belirlenmesinde ALLAH’a itimadınız tam olsun. Zaten iman da bu değil midir? Sadece insanî değil tabiî çevrenize de ihtimam gösteriniz. Biliniz ki tabiatla aynı dine mensupsunuz. Onlar şuursuz din kardeşlerinizdir. Bir ağacı keserek kıyamına, gereksiz yere zararsız bir hayvanı telef ederek rükuuna, bir bardak suyu israf ederek secdesine engel olmayı nız. Doğal çevre ALLAH’ın size emanetidir, ona ihanet etmeyiniz. Irmak kıyısında abdest alırken dahi suyu israf etmemeyi öğütleyen bir din olan İslam’ın bu hassasiyetinin dünyevi hikmeti, tüm nüfusu yaklaşık 80 milyon olan 1400 yıl önceki dünyada bilinemezdi. Bu hikmet günümüzde olanca çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Öyle ki, parasını ödeyerek dahi olsa, bir istanbullu’nun israf ettiği bir kova su, bir başka ailenin hakkına tecavüz olabilmekte, dolayısıyla israf’ın haramlığının hikmeti hayatımızda tecelli etmektedir. |
Kanlı provokasyonlarla, milli bünye içinde nasıl ayrılıklar tezgâhlandığını artık çok iyi biliyoruz. Artık, Savcı Doğan Öz, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi cinayetlerinin ne anlattığını çok iyi biliyoruz. Laik kesimi tahrik etmek, onları irtica tehlikesi ile korkutup, vesayet rejimini sürdürmek için işlendi bu cinayetler. İşte en son Danıştay saldırısı... Ergenekon davası ile birleştirilince, orada da kanlı eller görünüverdi. Adı Sezer olmasına rağmen, bir Cumhurbaşkanı, cunta planlarını hiç sezemedi. Saldırıdan birkaç saat sonra, vesayetçilerin istediği gibi konuştu. Bakın, şimdi susuyor. Kendi arkadaşları katledildiği halde, yüksek yargı mensupları bile yangına körük salladılar...
Bu kanlı cinayetlerin ardından kozmik gazeteciler, kozmik yazarlar, velhasıl kozmik medya sayesinde, insanların nasıl dehşete düşürüldüğünü, onların "kahrolsun şeriat" diye nasıl meydanlara döküldüğünü artık herkes biliyor... Bütün kanlı cinayetler, hem de öldürülenler kendi arkadaşları olduğu halde, gazeteci-yazar yapılmış kozmik adamlar marifetiyle, dindar insanların üzerine yıkılmak istendi. Başbakan asarak siyasetçiler, gazeteci-yazar katlederek medya korkutuldu. Yassıada'da bir masum başbakan da, bu korku salma psikolojik harbinin gereği ipe çekildi. Yine Sivas'ta Madımak Oteli, içinde Alevi kardeşlerimiz varken yakıldı. Misilleme diyerek Başbağlar katliamı yapıldı. 1 Mayıs 1977'de Taksim'de işçiler katledildi. Hepsi korkutmak, sindirmek, vesayeti sürdürmek içindi... |
İşbirliğinin ve sahte kurguların gerçek yüzlerini görmek için kritik süreçleri iyi analiz etmek gerekiyor.
Birbirleri ile düşman görünen “kanka” ların kritik süreçlerde ortak hareket etmeleri, vatan millet edebiyatı yapanlarla terör örgütünün siyasi uzantılarının aynı kurgunun dişlileri ve kontrole açık unsurları olduklarını gösteriyor. Meclisteki anayasa görüşmeleri muhalefet partilerinin özgürlükçü anayasadan çok darbe yanlısı anayasayı desteklediklerini, parti kapatmanın şiddetli savunucu olduklarını gösteriyor. Üstelik, BDP gibi kapatma kararının mürekkebi tabelasında kurumamış bir partinin parti kapatmanın kolaylaştırılması yönünde diğer muhalefet partilerle ortak hareket etmesi, halkın temsilcisi olmaktan çok güç merkezlerine hizmet eden kurgusal bir parti olduğu imajını pekiştirmiş oldu. Geldiğimiz son süreç, kurgulara emanet edilmiş bir siyaset sistemimiz olduğunu gösteriyor. Anayasa görüşmelerinde meclisi temsil eden üç muhalefet partisine ülkemizi darbe anayasasının kucağına oturmaya başardıkları için Üstün hizmet madalyası takılmasına müteakiben, “En iyi vatansever” rolü, “Düşman kardeşlerin darbe için seve seve işbirliği” rolü “Parti kapatmaya destek ve en iyi göbek atma gösterilerindeki başarıları” Dolayısıyla nobele aday gösterilmelerini teklif ediyorum. Velhasıl, Nobel ödülü muhalefete verilsin ülke kurtulsun! Ekonomi gazetesi |
Mantığım bana bu işi AKP’nin ya da ona yakın çevrelerin yapmadığını söylüyor.
Çünkü seçim öncesinde değiliz. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın bu yayına tepki göstererek sitelerden kaldırtması, Gül’ün üzüntülerini belirtmesi, RTÜK’ün ve yargının acele biçimde yayın yasağı getirmesi bunu açıkça ortaya koymakta. Geriye kalıyor iki seçenek: Ya CHP’ye yakın bazı çevreler sızdırdı bu kaseti ya da CHP’de değişim isteyen bazı uluslararası güçler. Çünkü önümüzde kurultay var. Kasetin zamanlaması 14 ay sonraki seçimle değil, bu ay içindeki kurultayla ilgili. Belki de Baykal’ı istifaya zorlayarak CHP’nin başına yeni bir kişiyi geçirme niyetinin başlangıç hamlesidir bu. Böylece önümüzdeki seçimlerde CHP’yi iktidara getirme hesapları yapılıyor olabilir. Uluslararası bazı çevreler de yapıyor olabilir bu hesabı. Zülfü LİVANELİ |
İslam fıkhının kabul ettiği en ağır suçlardan biri "zina"dır. Zina suçunun cezayı gerektirecek şekilde tespiti için dört adil şahidin bu fiile açık bir biçimde tanıklık etmesi gerekir. (4/Nisa, 15; 24/Nur, 4) Öyle ki bu, "kılıcın kınına girişi" şeklinde tasvir edilmiştir. Aynı örtü altında bir arada yakalanan bir çifte uygulanacak ceza ise bilginlerin çoğuna göre "te'dip"ten ibarettir. Takdir olunacağı üzere, neredeyse hiç kimsenin bu fiili dört kişinin açıkça görebileceği pozisyonda işlemeye kalkışması düşünülemez. Hatta zina suçunu itiraf etmek üzere gelen bir kadını Hz. Peygamber geri çevirmek için defalarca uyarmıştır.
Pekiyi, suç fiilini işleyenlerin suçlarını araştırıp çıkarmak caiz mi? Tek kelimeyle hayır! 49/Hucurat, 12. ayette "birbirinizin gizli fiillerini/gizliliklerini araştırmayın" buyurulur. Bunun ne anlama geldiğine bakalım: 1) Allah'ın Elçisi (s.a.): "Ey diliyle inanıp, iman kalbine girmeyen kimseler. Müslümanların gıybetini yapmayın; gizli kusurlarını araştırmayın. Kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da onun gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin gizli kusurlarını araştırırsa, evinde dahi onu rezil eder." (Tirmizi, IV, 378; İbn Hıbban, Sahih XIII, 75) 2) İbn Mes'ud'a bir adam getirilir ve "Bu sakalından şarap damlayan biridir" denir. Büyük fakih sahabe "Bize tecessüs (gizlilikleri araştırma) yasaklandı. Apaçık görürsek başka" der. 3) Abdurrahman bin Avf'tan naklen: Bir gece Hz. Ömer'le dolaşıyorduk. Kapısı bir parça aralık bir evden kandil ışığı geliyordu. İçerde sesleri birbirine karışan kimseler vardı. Ömer "Bu Rabia b. Umeyye b. Halef'in evidir, şu anda içki içiyordur. Ne yapalım?" diye sordu. Ben de, "Benim görüşüm, biz şu anda Allah'ın yasakladığı bir şeyi yapıyoruz." dedim ve Hucurat 12. ayete atıfta bulundum. Ömer beni haklı buldu, geri döndük. Sonuç: Mahrem alan korunmuştur |
Kapalı kapılar var hayatımızda..
Nicedir açmadığımız, bilerek kapattığımız, üstüne kör bir kilit vurduğumuz kapılar.. Bazen açmaya korktuğumuz, bazen ardındakilerle yüzleşmekten çekindiğimiz kapılar.. Eski bir dostluk bazen, eskiden yapıp ettiklerimiz bazen.. Eski “biz”, eskimeyen izlerimiz.. Kapıların ardında kalan..Hayatımızdan uzak durmasını istediklerimiz. Cesaretimizdir bu bazen, bazen yenilgimiz..Bazen hayretimiz, bazen isteklerimiz. Ne çok kapıyı kapattık dostlar, ne çok kapı kapandı yüzümüze. Nasıl kapılar açıldı, kapattıklarımızın yerine?... Masumiyeti, insafı kapatan insanlar gördüm, üzerlerine kör bir kilit taktıklarını..Anahtarlarını da dipsiz kuyuya attıklarını.. Nice erdemin üzerine kapatılan kapıların yerine, ardına kadar zevk-ü sefanın ışıltılı kapılarının açıldığına şahit oldu bu yeryüzü.. Kendisini sevenlerin üzerine kapılar çarptı yeryüzünde kimileri.. Kimileri kendini gelip geçici “dünya”ya kapattı.. Dünya, sadece kendisi için yaşayanlara en büyük kapalı kapı oldu. .. Kapattık bazı kapıları dostlar…kör bir kilit vurduk üzerlerine.. Şimdi açılırlar mı yeniden, en tılsımlı sözleri söylesek?.. Yahut yeni kapılar açsak, kaybettiklerimizin peşine düşsek.. Kör kilitli kapıları açmak gerek dostlar..Biraz cesaret gerek belki.. Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret, gerçekleri kabullenmeye cesaret.. Ve gayret, ve gayret… |
"Çok şükür ki mazlum oldum, zulmeden olmadım!..."
İKİ DARBE ARASINDA |
Aşk; sevilen için bir "hiç" ise de,seven için "hep"tir... (katre-i matem-İskender Pala)
|
İçerideki ayak bağları - Ekrem DUMANLI - ZAMAN Eski nizamdan beslenen bazı güçler, Türkiye'nin bir dünya devleti olmasını istemiyor; onu küçük ve ideolojik kavgaların içinde boğmak istiyor. Bu saatten sonra bu mümkün mü? Tabii ki hayır. Çünkü Türkiye'nin ufukları zorlamasının sebebi halkın bizzat kendisi. Ondaki bu iç dinamizm herkesi değişime zorluyor; daha da zorlayacak.Bir türlü normalleşemiyoruz - Ahmet SELİM - AKSİYON “Köylü ağlıyor, işçi ağlıyor, esnaf perişan, memur-emekli acınacak halde, dış politika çıkmazda, ekonomi berbat…” deyip duruyorsunuz. Eğer böyle ise, önümüzdeki seçimleri AK Parti kaybedecek demektir. O halde hazırlanın iktidar olmaya! Propagandanızı, sloganlarınızı, proje sunuşlarınızı şimdiden belirleyip hazırlayın. Ülkeyi nasıl yöneteceğinizi düşünün. Ekonomide dış politikada, diğer alanlarda, hangi projelerle hangi kadroyla neler yapacağınızı tespite başlayın. Hatta, AK Parti dışındaki koalisyon imkanlarını ve şartlarını da şimdiden araştırıp tahlil edin. Dedim ya: hazırlanın iktidar olmaya! Muhalefetle İktidar ne zaman aynı ligde oynayacak? - Yasin AKTAY - YENİŞAFAK Türkiye'nin AK Parti yönetiminde sadece son bir hafta içinde yapmış olduğu uluslar arası açılımlara bakmak yeterdi. Rusya Devlet başkanı Medvedev'in 4 uçak dolusu insanla geldiği Türkiye'de yaptığı anlaşmaların kısa bir süre içinde 100 milyarlık bir hacme ulaşması telaffuz edilebilirken Rusya ile vizelerin kaldırılması bir gerçek haline gelmiş oldu. Daha Medvedev'in gezisi üzerinde doğru dürüst konuşmaya fırsat bulamamışken Başbakan'ın 10 bakanıyla birlikte Yunanistan'a ikili ilişkilerin tarihindeki emsali bulunmayan gezisi başladı. Bu gezinin de çok başarılı geçmiş olduğunu detaylarıyla izledik. Siyasette çiviler bir kere daha zorlanırken...- Ahmet TAŞGETİREN - AKSİYON İslamcı bir zeminden geliyor olmalarına rağmen, AK Parti lider kadrosunun, Türkiye’nin demokratikleşmesi noktasında AB reformlarına sahip çıkması, önce, Osmanlı’nın çözülüş döneminden bu yana, Batı yanlısı olarak gelen çevrelerde şok etkisi yaptı. -Batılı değerlerse alın size Batılı değerler, demek, ve bu klişe altında statükoyu sorgulayan, sarsan reform paketleri devreye sokmak, statüko adına keyfî yönetimler kuran çevreyi karşıt pozisyona itti. Bu süreç halen devam ediyor. Bu süreçte, dünün Batı yanlıları, adeta Batı karşıtı hale geldi. Ama buna karşılık, AK Parti etrafında, geniş bir ilgi uyanmasına sebep oldu. “İslamcı çizgi” belki bu net iddiasında değildi, ama, bir kadro olarak, kendisini büyük kitlelere (yüzde 47 gibi) taşıma imkanı buldu. Erdoğan liderliğindeki bu hareketin, Özal’a benzer şekilde, Kürt dünyasında da önemli bir karşılığı oldu. Erdoğan, Batı’dan olduğu kadar, Doğu’dan, Güneydoğu’dan da oy aldı. Bunun anlamı, Türk’ten aldığı kadar Kürt’den de oy alması demekti. Bunun anlamı, Türkler nezdinde olduğu kadar Kürtler nezdinde de, karşılık oluşturmak demekti. Anayasa değişiklikleri, muhalefet ve özellikle sol… - Ali BAYRAMOĞLU - AKSİYON Ülke için demokratik sınırları genişletecek politika yapmak yerine, demokrasi üzerinden kendi yaşam alanını genişletecek politika yapmak, bir tür cemaatçilik... Siyaset denilince sıkça siyasi iktidar akla gelir... Oysa Türkiye’nin siyasi aktörler açısından ana sorununun muhalefet sorunu olduğunu düşünen pek çok kişi var... Bu doğal ve doğru tespit... Zira demokratik siyaset, doğası gereği çoğulculuk, sadece sayısal değil, fikrî çoğulculuğu gerektiriyor. Türkiye ise bu durumun çok uzağında... Sorun sadece BDT ile ilgili değil… Tarih, CHP’yi herhâlde unutmamak üzere bir kenara not etmiştir. CHP’nin en azından sol ve sosyal demokrasi adına utanç verici tutumunu anayasa değişikliği paketinde bir kez daha izledik. 12 Eylül Anayasası’na ve 12 Eylül darbecilerine destek verdi CHP, bir bakıma… Açıktır, Meclis’teki son oturumlar, yani anayasa değişikliği tartışmaları, Türkiye’nin her anlamda MHP’den Kürtlere ve ama en önemlisi sola ciddi bir muhalefet sorunu olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Açıktır, kendisini devlet yerine koyan, ideolojik krizlerden beslenen, ülke politikasına hemen hiçbir katkıda bulunmayan bir muhalefet siyasetinin egemenliği var. Eğer bugün Türkiye’de demokrasi istikametinde bir sorun yaşanıyorsa ya da sıkça tıkanıklıklarla karşı karşıya kalınıyorsa, bunun temel nedenlerinden biri, muhalefet ve sol meselesidir. |
Rizzeli güzel bir çalışma olmuş....
-Bir dakka başkan; aydınlık orucu nasıl tutuluyor, mesela ne zaman niyet edeceğiz? -Ne niyeti oğlum, tırışkadan tutuyor gibi yapıyoruz. Arkadaşlar, siz erkenden ödleklik ettiniz. Aydınlık orucunun ölüm orucundan farkı yok aslında. Çadırın içine zulaladığımız erzaktan sırayla içeri girip yiyip içeceğiz, fakat öyle aşırı tıkınmak, kameralar önünde geğirmek filan olmaz tabii. Aydınlık orucuna yatan arkadaşlar, sanki böyle rengi solmuş, çok üzgün, kıyamete birkaç dakika kalmış gibi ümitsiz duracak. Ha, arada karnı acıkan çadıra girer, dipte buzdolabı olacak ufak bir şey, ne bileyim; meyvesuyu, bisküvit, galeta filan atıştırırız... Âdet budur zaten devrimci gelenekte, en radikaller çaktırmadan şekerli su içerler... -Sucuklu tost süper olur başkanım; ben makinasını getiririm; sucuğu da genel merkez alır. Çay ve neskafe makinası da var bizim Abidin'de, getiririm üç günlüğüne... -Abidin'e sor bakalım, döner tezgâhı varsa döner genel başkanın şerefine döner çevirelim bari! Arkadaşlar ciddi olalım lütfen. Kendini bu davaya vakfetmeyenler gitsin keyfine baksın. Genel başkanımız zaten, "birkaç gün yatsın evin önünde çocuklar, ben onları fazla üzmem" dedi. Eski-püskü şeyler giyin gelirken, kirli sakal olacak. Gazeteciler fotoğraf çekerken kameralara ölü balık gibi melül melül baksak yeter. Okey? Haydi bakalım... |
All times are GMT +3. The time now is 13:24. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025