![]() |
Bediüzzaman'a Kin Kusan Güneş Yazarı Rıza Zelyut'a Tepkiler
Bediüzzaman'a kin kustu!
Güneş Gazetesi yazarı Rıza Zelyut bugünkü yazısında Bediüzzaman Said Nursi'ye hakaretler yağdırdı. http://image.samanyoluhaber.com/Imag...325/130201.jpg Foto Galeri - İşte Bediüzzaman fotoğrafları Sahip olduğu ideolojiyi dışa vuran Zelyut, " Kendisine; yüzyılın harikası anlamına gelecek biçimde 'Bediüzzaman' diyordu. Ben ise 'Belaüzzaman' diyorum" dedi. Vefatının 50. yılı nedeniyle hakkında Türkiye ve dünyanın dört bir yanında anma toplantıları düzenlenen, ulusal ve yerel medyada genişçe yer alan Bediüzzaman Said Nursi'ye nefret kusan Zelyut, "Şu sıralarda onu, ölümünün 50. yılı diyerek tantanalarla anıyorlar. Sözünü ettiğim kişi Nurculuk denilen tarikatin fikir babası sayılan Kürt Said'dir. Size onu Kürt Said olarak değil de Bediüzzaman Said Nursi diye takdim ederler. 'Bediüzzaman Hazretleri!' diyerek sahte unvanlar verirler. Onun ne büyük bir düşünür olduğunu yazarlar; televizyonda över de överler" şeklinde yazdı. Bediüzzaman hakkında bugüne kadar defalarca çürütülen iftiraları sütununa taşıyan Rıza Zelyut,bugünkü yazısında Bediüzzaman'a olan kin ve nefretini kustu. HAKARETE TEPKİLER ÇIĞ GİBİ Güneş Gazetesi yazarı Rıza Zelyut'un Bediüzzaman Said Nursi'ye hakaret eden yazısına ilk tepki Şanlıurfa Bediüzzaman Vakfı'ndan geldi. Risale Haber'e konuşan Vakıf Başkanı Ahmet Rüzgar, hukukçuların Rıza Zelyut'un yazısını incelediğini yazı ile ilgili tekzip yayınlanmasını isteyeceklerini söyledi. Bediüzzaman ile ilgili her türlü eleştirinin yapılabileceğini ancak hakeret etmeye kimsenin hakkı olmadığına dikkat çeken Rüzgar, "Rıza Zelyut'un yaptığı gazetecilik değildir. Sizin haberde de yer aldığı gibi bugüne kadar defalarca yalanlanan iftiraları tekrar etmiş. Hakaret etmiş. Hukukçu arkadaşlarımız yazıyı inceleyip Rüza Zelyut'a ve Güneş Gazetesine tekzip gönderecek. Eğer yayınlanmaza mahkemeye müracaat edeceğiz" dedi. Risalehaber - Samanyoluhaber 25.03.2010 |
Rıza Zelyut alevidir.
Alevi olmak kusur değil tabii ki. Mesele bağnaz olmakta |
Haysiyetsiz adam kalemi pislik kusmuş resmen.
Çıldırıyorsunuz bu ülkenin insanları büyük alimlere sahip çıkınca |
|
Bu it alevi falan değil direk terör örgütü ergenekonun basın tetikçisi..
Daha önce bakın benim radarlarıma nasıl yakalanmıştı; http://i1003.hizliresim.com/2010/3/25/2512.jpg daha neleri neleri varda şimdi kim ekleyecek onları buraya..bu adam bir ergenekon terör örgütü silahıdır arkadaşlar, şüpheniz olmasın ! |
Bu adama yazar diyipte şımartmayın...
kendisi şeref...zin önde gidenidir... hala benim soruma cevap verecek üç yıldır... temmuz seçimlerinden sonra bir soru sormuştum hala cevap verecek... acep yüzümü yok diye sorar dururum halen... |
İFTİRA : Kendisine; yüzyılın harikası anlamına gelecek biçimde 'Bediüzzaman' diyordu.
CEVAP : Ben bediüzzamanım bana bediüzzaman deyin diye birşey asla dememiştir. Siirt"teki ünlü Molla Fethullah efendiydi onun bilgisini sorgulamıştır. Molla Fetullah, "sen" geçmiş yüzyıllar da yaşayan "Bediüzzaman Ehmed aniye" benziyorsun demiştir ona. Sen Bediüzzamansın demiştir. İlk defa Bediüzzaman"a bu lakabın takılması ve bu ünvanın verilmesi tam o zaman başlamıştır. Onbeş yaşındaydı... “Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya velî tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyolar"(Mektubat, 19.Sayfası)” Benim gibi bir günahkârın sahife-i âmâline dahi girmesi, binler sürur ve sevinç verir”(Kastamonu Lahikası , 83.sayfa) “Benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.”(Kastamonu Lahikası , 56.sayfa) “Bana liyâkatimin çok fevkinde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi Sabri kardeş, bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, ümmet-i Muhammed’den (a.s.m.) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım.(Barla Lahikası , 50.Sayfa) “Benim çok kusurlu ve-itiraf ediyorum-çok hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli hadisesi var.(Emirdağ Lahikası,45.Sayfa) Gördüğümüz üzere , diğer tüm Hak Dostları , müçtehid veya müceddidler gibi , Bediüzzaman Hazretleri kendisini müminlerin en mücrimi en günahkarı gördüğüne göre Kendisine; yüzyılın harikası anlamına gelecek biçimde 'Bediüzzaman' diyordu iftirasının doğru olması mümkünmüdür. |
İFTİRA : Halbuki bu adam; hayatının bir bölümünde açık açık Kürtçülük yapmış;
CEVAP : KÜRTÇÜLÜK MESELESİ Merhuma isnat olunan şeylerden biri de “kürtçülük” tür. Bu da hiç aslı olmayan bir iftira ve isnattır. Muarızlar, buna delil olarak yalnız millî elbise ile İstanbula gelişini, bu kıya fetle dolaşmasını, büyük İslâm mücahidi ve kahramanı Salâhaddin Eyyübîyi takdir ile yad etmesini ileri sürüyorlar. Başka hiçbir sözünü, hiçbir hareketini bulup da ortaya koya mıyorlar. Maksat malûm. Ona siyasî bir isnatta bulunarak efkârı umumîye nazarında onu lekelemek. Evet, merhum, Türk’ün can, vatan ve din kardeşi olan Kürt soyundandır. Büyük mü cahit Salâhaddin Eyyübînin kahraman soyuna mensuptur. Fakat kastedilen mânada ona Kürtçülük isnadına hiçbir veç hile imkân yoktur. Bir kere o, hakikî bir Müslüman olmak, Kur’an ve Sün nete bütün varlığıyla iman etmiş olmak itibariyle kavmiyyet aleyhinde olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu yolda evvel, âhir hiçbir hareketi hiçbir sözü, hiçbir iddiası vaki olmamıştır. Böyle siyasî bir hüviyeti ve faaliyeti olmadığı 1949 senesinde Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, 163 üncü maddenin tadili sırasındaki tenkitleri Adalet Vekili sıfatiyle cevaplandırırken kürside Bediüzzaman hakkında: “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said-i Nursî” demek suretiyle bu hususu resmen tescil eylemiştir. Merhumun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığını, bilâkis her nev’i kavmiyetçi hareketlerin tamamiyle aleyhinde oldu ğunu kendi eserlerinden nakledeceğimiz bir kaç cümle, kat’i surette isbat etmektedir. Ezcümle mütareke devrinde Kürt Tealî Cemiyetinin Reisi Abdülkadirin kendisini kavmiyet çiliğe yönelen faaliyetlerine iştirake davetlerine karşı merhum Said Nursî şu cevabı vermişti: -“Allahu Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Keriminde: “Öyle bir kavm getireceğim ki onlar Allahı severler, Allah da onları sever” buyurmuştur. Ben bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bay raktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahra man millete hizmet yerine ve 450 milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız kavmiyetçi kimselerin peşinde gitmem. Şark’ta Şeyh Sait hâdisesi çıktığı sıralarda mektup yazarak kendisine: - Nüfuzunuz kuvvetlidir. Bize yardım edin! Diyen Şeyh Saide merhum Said Nursî, şu cevabı gön dermişti: - “Türk milleti asırlardan beri İslâmın bayraktarlığını yapmış, çok veliler yetiştirmiştir. Bu kahraman milletin to runlarına kılıç çekilmez. Kardeşi kardeşe çarpıştırmak doğru olmaz. Böyle kötü ve sakat teşebbüslerden vazgeçiniz!” Merhum Said Nursî, Vanda bulunduğu sırada, Şeyh Said tarafından bazı aşiret reisleri kendisini ziyarete geldikleri sı rada Şeyh Said hareketine katılmayı istiyen bu ağalara şöyle söylemişti: “Yine menfî bir fikirle mi geldiniz? Türk milleti tarihte İslâmın reisliğini en iyi şekilde yapmıştır. Şimdiden sonra da İslâmın reisliğini yine onlar deruhte edecektir. Bu yolsuz ha reketlerden vaz geçiniz.” 1933 yılında Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde merhum Said Nursî şöyle demişti: – “Risâle-i Nur’un her bir cüzü bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatini tefsir eder.. İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nur cüzleri emniyet ve asayişi tesis ve temin ederler. İmansızlıktır ki seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder. Kâinatta dinsizlikle din darlık, Âdem Aleyhisselâm zamanından beri cereyan edip ge liyor ve Kıyamete kadar da devam edip gidecektir. Bu mese lelerin künhüne vakıf olan herkes, bize olan hücumun doğru dan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz oldu ğunu anlar. Benim ismim Said Nursi iken Said Kürdi ve Kürt diye yadediyorlar. Bundan güdülen maksat, hem âhiret kar deşlerimin hamiyeti milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyan dırmak, hem mahkemeye adaletin mahiyetine bütün bütün zıd bir cereyan vermektir.” Bu mevzuda merhumun bir eserinden nakledeceğimiz bir fıkra ise, merhumun ve talebelerinin kavmiyetçilik ithamı ile asla alâkası olmadığının en beliğ reddiyesidir. Merhum Said Nursî diyor: – “Eskiden Türk olmıyan bir talebem vardı. Eski medre semde sıhhatli ve gayet zeki olan o talebem, ulum-u diniyeden aldığı hâmiyet dersiyle her vakit şöyle derdi: “Salih bir Türk elbette fasık kardeşimden ve babamdan daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden başka terbiyenin tesiri altında kalmış; ben dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyeti milliyye bahsi oldu. Bu defa dedi ki: “Ben şimdi Rafızî bir Kürdü salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben, de: “Eyvah, dedim, ne kadar bozulmuşsun!” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyete çevirdim.” Merhum bu fıkraya şunları ilâve ediyor: – “Benim gibi ciddi bir muhabbetle Türk milletini seven ve Kur’anın senasına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden, altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’anın bayraktarı olan bu millete karşı, şid detli taraftar bulunan; hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi mu hafaza eden; hakaik-ı imaniyeyi vazih bir surette teşrih ile ders veren bir insanın on sene, belki yirmi otuz sene zarfında yirmi otuz değil; belki yüz, belki binlerce talebesi sırf iman ve hakikat noktasından onunla fedakârane bağlansa ve Âhiret kardeşi olsalar çok mudur? Zararlı mıdır? Hiç ehl-i vicdan, ehl-i insaf bunları tenkide cevaz verir mi?.” Son olarak şunu da ilâve edelim: Moskovanın kontro lünde, gayeleri malûm, bazı aşiret mensuplarından Şark’ta yakalanan iki casus; ne maksatla Türkiyeye geldikleri husu-sunda Millî Emniyette sorguya çekildiklerinde şu cevabı vermiş olduklarını görmekteyiz: – Biz, Türkiyeye Şark bölgesindeki faaliyetimize sed çeken Risâle-i Nur Talebeleriyle mücadele için gönde rildik. Nur talebelerinin varlığı gayemizin tahakkukuna mâni teşkil etmektedir. Bu derece kavmiyetçilik ve Kürtçülük aleyhinde olan bir adama; halis muhlis mümin olan bir Müslümana Kavmiy-yetçilik, Kürtçülük isnadı çok zalimane bir iftira değil midir? “Kürtçülük hususunda Millî Mücadele tarihi ve Meclis zabıtlarında yaptığımız araştırmalar neticesinde hakikat anla şılmış bulunmaktadır. Bediüzzaman ve talebelerinde Kürt çülük fikri ve böyle bir devlet kurmak hülyası olsa idi, bazı hocaların asıldığı bir vakitte M. Kemal ona ilişecekti. Bilâkis ona: “Sizin gibi bir hoca bize lâzımdır” diyerek Büyük Millet Meclisinin açıldığı vakitlerde üç defa şifre telgrafla İstanbuldan Ankaraya çağırıldığı; milletvekilliği; Şeyh Sunusî yerine Şark Umumî Vâizliğini ve Diyanet İşleri Reisliğini tek lif ettiğini görüyoruz. Fakat Bediüzzaman: “Ben imana hiz met edeceğim, siyasete girmiyeceğim” diyerek bu teklifleri kabul etmemiştir. Hattâ Meclisin açılışında, Ankara’ya çağırıldığı vakitte kendisine Meclisçe “Hoşâmedî” yapılmıştır. Meclisçe hoş âmedî ve dua teklifine dair kayıtlar, Meclis zabıtlarında vardır: Birinci devre, üçüncü içtima senesi zabıt ceridesinin 24 üncü cildinin 4057 inci sayfasında Teşrinisani 338 Perşembe inika dın zaptı da, mezkûr hususu aynen mevcuttur. “O zaman Bediüzzaman, Büyük Millet Meclisinde, Şarkta din dersleriyle fen ve teknik derslerinin beraber oku tulacağı bir Üniversitenin açılmasını teklif etmiş, iki yüz küsur Mebustan 163 ü bu teklifi kabul ederek yeni açılacak Üniver site için 150 bin lira tahsis edilmesine karar vermişlerdir. Yâni bugünkü Şark Üniversitesinin temel fikrini, o zaman teklif ettiğini yine Meclis zabıtlarından anlamış bulunuyoruz. Kana atimizde eğer gerici, isyancı olsaydı, herhalde o karışık za manda Büyük Millet Meclisinde olmazdı. “Umumî Harpte, Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi ku mandan ve Valilerin takdirkâr nazarları önünde Cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, bir çok Müs lümanların ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görü yoruz. “İşte Atatürk onu gerici yobaz değil, Büyük Harpte ve Millî Mücadelede bir çok yararlıkları görülen; ileri fikirli bir hoca bildiği için o zaman hiç ona ilişmemiş, bilâkis onu An kara’ya çağırarak büyük vazifeler teklifinde bulunmuştur. Mi lis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücahede ve ya rarlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihî Şubesindeki dosyasına da, bakılabilir. “Elde ettiğimiz kanaat, 37 senedir, eğer kendisinde Kürt çülük fikri bulunsaydı, muhakkak bir sızıntısı, bir ip ucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki yüzlerce mahkemeden birisi bu hu susta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet verme miş olduğunu görüyoruz. “Gerek umumî emniyet; gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir de lil görülmemiştir. “Malûmunuzdur ki 960 senesinin Aralık - Ocak aylarında Kürt devleti kurmak niyetinde olan gizli bir teşkilât kuruldu. Türkiye’nin her tarafında yapılan tahkikat neticesinde geniş tevkifat yapıldı. Hiç şüphesiz Bediüzzaman ve talebelerinin en ufak bir alâkaları bulunsaydı, en az onlar da sorguya çekilir ve tevkif edilirlerdi. Böyle bir şeyin olmaması, onların böyle bir iddiada bu¬lunmadıklarını açıkça göstermektedir. “Bediüzzaman’ın kitaplarında böyle bir Kürtçülük fikri var mı? diye o cihetten tetkik edildi. Bilâkis kendisinin, memleketi birbirinden ayırıcı, menfi milliyet fikrî aleyhinde olduğu görüldü. Mektubat adlı eserinde menfi milliyet için şöyle dediği görülüyor: Mealen: “Evet, ben Şark’ta doğdum. Fakat felillâhihamd Müslümanım. Her asırda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Bu üç yüz elli milyon hakikî, ebedî kardeşleri, üç buçuk milyon Kürde değişmem. Kürtçülük, Türkçülük, Arapçılık gibi menfi milliyet fikri hariçten içimize sokulmuş bir zehirdir, bir frengi illetidir. Dessas Avrupa zalimleri ve Asya münafıkları, bizleri birbirimize düşürüp parçalamak ve yutmak için bu menfi milliyet fikrini aşıladılar. Çünki onlar “Parçala ve yut” diye birbirimizin aleyhine türlü yalanlar ve iftiralar uydurarak bizi birbirimize düşürürler. Bir zaman dünyaya hükmeden İmparatorluğumuzu bu şekilde kardeşi kardeşe vurdurmak suretiyle parçaladılar.” “Yine bir vakit, Mevlâna Rifat namında birisi, Kürdistan devleti kurmak fikri ile Kürt Teali Cemiyeti kurmuştu. Bu cemiyetin reisliğine Bediüzzamanı getirmek için yaptıkları teklife: “Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihanettir. Ben sizin cemiyetinize giremem” diye şiddetli bir surette red detmiştir. Bu red mektubu hâlen hayatta bulunan Konsulâtçi Asaf namiyle maruf ihtiyar bir gazetecidedir. “Şark isyanını çıkaran Şeyh Saide: “– Bin seneden beri âlemi İslâmın bayraktarı olan bu milletin torunlarına kılıç çekilmez” diye isyandan vazgeçmesi için mektuplar yazmıştır. “Kuva-yı Milliye hareketi başladığı zaman, işgal altındaki İstanbulda Şeyhülislâm Dürrîzadenin: “Bu Millî Mücadele hareketinin. Padişahlığa isyan ve bu ha rekete katılanların âsi olduğu” şeklinde fetva vermesi üzerine Bediüzzaman: “– İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve taz yiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası muallel dir mesmu olamaz. Düşman istilâsına karşı harekete geçenler âsi değillerdir, fetva geri alınmalıdır.” Diye fetva vermiş olup bu hususla ilgili evrak meşihat ev rakı arasında mevcuttur “Bediüzzaman’ın eserlerinde Türkler hakkında şu cüm leleri görüyoruz: (İşte ey ehli Kur’an olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’anı Hakimin bayraktarı olarak bütün cihana karşı mey dan okuyup Kur’anı ilân etmişsiniz. Milletinizi Kur’ana ve İslâma kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş tehacümatı defettiniz.. “Allah öyle bir kavim getirdi ki onları sever, onlar da ONU sever. Müminlere karşı şefkatlidir. Kâ firlere karşı hiddetlidirler. Allah yolunda mücahede ederler.” Âyetine güzel bir mâsadak oldunuz! Şimdi Avrupanın Frenk-meşrep münafıklarının desiselerine uyup şu âyetin evve lindeki hitabe mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalı sınız. “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabili tefrik değil, Tefrik et sen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet def terine geçmiş, bu mefahirin zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen şeytanların vesvesesiyle desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” “Ve netice itibariyle Said Nursi’nin hayatım Türklerin içinde geçirmesi, ekseri dost ve muhipleri Türklerden olması ve yüz otuz eserini Türkçe yazması ve bütün eserlerinde böyle bir dâvayı reddetmesi onun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığının kuvvetli bir delilidir.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor: Said Özdemir.) |
Bediüzzaman’ın Zararlı Cemiyetlere Üye Olmadığının İspatı
Kasıtlı bir iddia: “Bediüzzaman zararlı cemiyet kurucusu…” Selçuk Üniversitesi yayınları arasında çıkan ve binlerce öğrenciye ders kitabı diye okutturulan “ Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” isimli kitapta Bediüzzaman Said Nursi “zararlı cemiyet” üyesi olarak gösteriliyor ve Kürt Teali Cemiyeti adına siyasi faaliyetlerde bulunan “ayrılıkçı” bir şahsiyet olduğu ileri sürülüyor. Tabii, iş bu kadarla da bitmiyor. Üniversite genelinde merkezi sistemle yapılan “İnkılâp Tarihi” imtihanında Kürt Teali Cemiyeti hakkında sorulan soruda “zararlı” cemiyetin kurucuları arasında Bediüzzaman’ın ismi ayrıca zikrediliyor. Ortada, açık bir bilgi yanlışlığından öte, kasıtlı bir yönlendirme taktiği uygulandığı su götürmez bir gerçektir. Söz konusu kitabı hazırlayan dört kişilik heyetin tamamı “Yard. Doç. Dr.” Ünvanına sahip. İsimleri ise sırasıyla şöyle: Dursun GÖK, Osman AKANDERE, Osman Sönmez, Yaşar SEMİZ. Bunlardan hangisinin “zararlı cemiyetler” bölümünü hazırladığını bilmiyoruz. Çünkü bu tür çalışmalarda genelde bir iş bölümü yapılır. Ancak kitabın üzerinde dördünün de imzası bulunduğundan, öncelikli muhatabımız bu heyet ile üniversitenin yayın kuruludur. Kitapta yer alan iddialar kısaca şöyledir: Bediüzzaman Said Nursi, ülkenin milli menfaatleriyle bağdaşmayan, birlik ve beraberliğimizi bozan, işgalci devletlerin destek ve yardımlarıyla kurulan “zararlı cemiyetlerin” üyesidir. Ayrılıkçı Kürt hareketinin başını çekenlerden olup, bu istikamette siyasi faaliyette bulunmuştur. Bağımsız bir Kürdistan kurulması yolunda KTC (Kürt Teali Cemiyeti) heyeti içinde İstanbul’daki Amerika, İngiliz ve Fransız temsilcilikleri nezdinde görüşmeler yapmıştır. Ayrıca daha başka “zararlı cemiyetler” de de faal rol oynamıştır. Çelişkiye dikkat! Kitabın 143. sayfasında yer alan “Zararlı Cemiyetler” bölümünde, bu cemiyetlerin “Türkler tarafından” kurulduğu ifade edilirken, bir sonraki paragrafta ilk sıraya konulan “Kürt Teali Cemiyetinin” İstanbul’da oturan “Kürt ailelerine” mensup kimseler tarafından kurulduğu belirtiliyor. Çelişkiler saymakla bitmiyor. Mesela, sorulsa ki, “neye göre zararlı cemiyet? Osmanlı kanunlarına göre mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarına göre mi? Sırf bu cemiyete üye olmaktan dolayı kim, hangi mahkemede yargılandı?” Kitabı hazırlayanlar, bu ve benzeri tenakuzlara düşmekten bir türlü kurtulamıyor. Özetleyerek verdiğimiz bu fikir ve düşüncenin sahipleri, kendilerine göre bazı deliller ileri sürmüşler ve kesinlikle tek yönlü olarak yine aynı fikre kuvvet verecek bazı kaynak isimleri belirtmişlerdir. Bunlar tek tip irdelenip güvenirlik dereceleri gözler önüne serilecek, ayrıca çok ustaca yapılmaya çalışılan birkaç “ilmi sahtekârlık” misaline de yer verilerek, dikkat sahiplerinin nazarına sunulacak. Yıldızı parlayan cemiyet üyeleri Kürt Teali Cemiyeti kurucusu ve üyesi oldukları için muhtelif kaynaklarda isim ve sıfatları açıkça belirtilen, ancak bilahare kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde ise ikballeri daha da yükselen önemli şahsiyetler var. Bunlardan bir kaçını kısaca tanıtmakta fayda görmekteyiz: 1. Babanzade Mustafa Zihni Paşa: KTC ikinci başkanı. Hicaz eski valisi. Sadrazam Tevfik Paşa ile çok iyi geçindiği gibi, M. Kemal Paşa ile de hiçbir sorunu olmamış, hatta kendisi ve yakınlarına büyük itibar gösterilmiştir.(Yakın tarihimizin renkli kişiliklerinden gazeteci, yazar ve bakanlık yapmış politikacı Cihad Baban da bu hanedana mensuptur.) 2. Babanzade Hüseyin Şükrü Bey(Şükrü Baban): Zihni Paşanın oğludur. K. T. Cemiyetinin genel yazmanlık (Kâtibi Umumi)vazifesinde bulundu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde hocalık yaptı ve Ordinaryüs Profesörlüğe kadar yükseldi. M. Kemal tarafından bir ara İktisat Bakanlığına getirilmek istendiyse de, kendisi bu vazifeye arzulu olmadı. Basın şeref kartı sahibi olup, 1980’de öldü. 3. Mehmet Şükrü Bey (Sekban): Doktor, askeri tıbbiyeden mezun. Bir ara yurt dışında da Kürtlük faaliyetinde de bulundu. 1939 da Türkiye’ye geldi. Mustafa Kemal için “Bir milletin sahip olabileceği en büyük bir saadet ve hazinedir.” ifadesini kullandı. Ölüm tarihi olan 1960 yılına kadar Türkiye’de rahat ve serbestlik içinde çalıştı. 4. Şeyh Saffet Efendi: Urfalı, eski Meclis-i Meşayih Reisi. TBMM’ye Urfa Milletvekili olarak girdi. 3 Mart 1997’de Meclis Üyesi 50 milletvekilinin başında olarak şu önergenin altına imza attı: “Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı mensuplarının Türkiye Cumhuriyeti sınırları haricine çıkarılmasına…” 5. Muhammed Mihri (Hilav): Irak / Süleymaniyelidir. Uzun süre İstanbul Erkek Lisesi’nde öğretmenlik ve İ.Ü İktisat Fakültesinde Profesörlük Payesiyle hocalık yaptı. 6. Bedirhanzade Murad Remzi (Raşîm) Bey: Belediye Müfettişliği yaptı: Hâkimlikten emekli oldu. 1940’ların başında İstanbul’da öldü. “Cezalı” isimler Kürt Teali Cemiyeti’nin üyesi olup Cumhuriyet devrinde ceza gören yahut vatana ihanet iddiasıyla 150’liklere dâhil edilen kimi şahıslar da var: Seyyid Abdulkadir, Bedirhanzadelerden Emin Ali, Halil Rahmi, Celadet Ali, Kamuran ve Süreyya Beyler, Eski Divan-ı Harp Başkanı Kürt Mustafa Paşa (nam-ı diğer Nemrut Mustafa), Mevlanzade Rıfat (Serbesti Gazetesi Sahibi), vd… Ancak ne bunların ve ne de diğerlerinin, Osmanlı Döneminde Legal olarak kurulmuş bulunan cemiyetlere sırf üyelikleri sebebiyle suçlanıp ceza gördüğü şeklinde herhangi bir emniyet veya adli belgeye rastlanılmış değildir. Suçlanma gerekçeleri değişiktir ve daha çok ferdi / siyasi teşebbüsleriyle ilgilidir. Kaldı ki, bir cemiyetin bütün üyelerini “zararlı” görüp suçlamak, “suçun şahsiliği” prensibine de aykırıdır. Bir milli kahraman, hain diye tanıtılıyor… Bediüzzaman KTC kurucusu idiyse, neden “Milli Meclis”’e davet edilip alkışlandı? Bediüzzaman Said Nursi’yi “zararlı cemiyetler” içinde gösterme gayretkeşliği sergileyen resmi tarihçiler, bu zatın aynı iddia ile neden suçlanıp muhakeme edilmediğini izah edemiyorlar. Çünkü hakikatte ortada böyle bir suç yoktur. Bediüzzaman’ın çeşitli tarihlerde maruz kaldığı Eskişehir (1935), Denizli (1943), ve Afyon (1948) Ağır Ceza Mahkemelerinde bu tarz bir suç isnadı yapılmamıştır. Said Nursi’nin idam ile yargılandığı bu dehşetli mahkemelerin elinde “zararlı cemiyetler”’e üye olduğuna dair en küçük bir delil bulunmuş olsaydı, Bediüzzaman’ın buralardan beraat etmesi imkân ve ihtimal harici olurdu. Aslında bunlar gibi, daha sayısız mahkemelerin verdiği beraat kararları bile, Bediüzzaman’ın masumiyetine başlı başına birer kuvvetli delildir. Ama biz yine de mütareke dönemi ile Ankara hükümetinin teşekkülü zamanına (1918–1923) dönerek, Üstad Bediüzzaman’ın o tarihlerde resmen de tescil edilen kahramanlıklarına bir atf-ı nazar edelim. Birinci Dünya Savaşı esnasında Gönüllü Alay Kumandanı sıfatıyla Kafkas cephesinde Rus ve Ermeni kuvvetleriyle iki yıllık amansız çatışmanın ardından (doksan kadar talebesini de şehit vererek) Bitlis’te yaralı şekilde Ruslara esir düşen Bediüzzaman, Bolşevik İhtilalindeki kargaşadan istifade ile bulunduğu Sibirya’dan firar ederek, uzun bir yolculuktan sonra nihayet 1918 yılı Temmuzunda İstanbul’a gelir. *** Bediüzzaman İstanbul’a gelir gelmez, Harbiye Nezareti tarafından kendisine ikramiye olarak 150 altın lira ile bir “Harb Madalyası” verilir. Hemen ardından, son devrin İslam akademisi mahiyetinde kurulmuş bulunan “Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye”’ye aza olarak dâhil edilir. Kendisi istekli olmamasına rağmen, sadaret makamı dâhil, o zamanki ileri gelen âlimlerin ve paşaların teşviki ile bu vazifeyi kabul eder. Ancak, bir müddet sonra 19 Nisan 1919 tarihinde Meşihat (Diyanet) makamına bir dilekçe ile müracat ederek, aralıksız dört yıl süren dehşetli harp ve çileli esaret hayatında maruz kaldığı zihin ve dimağ yorgunluğu sebebiyle istirahat izni ister. Mütareke (ateşkes) şartlarının hüküm sürdüğü o günlerin İstanbul’unda, mağlubiyetle neticelenen harp felaketinin de tesiriyle halk, fikri ve manevi bir buhran içindeydi. Üstüne üstlük, bir de İtilaf Devletlerine bağlı kuvvetlerin ateşkesi sağlama maksadını aşarak İstanbul’u işgal faaliyetine girişmesi, tam bir kaos ortamını vücuda getirdi. Harici düşmanların gizli-açık her türlü bozgunculuk hareketinin devam ettiği bu süreç içinde, dâhilde de fikri ayrılıklar baş göstermiş, çeşit çeşit cemiyet, dernek, kulüp ve fırka adı altında değişik maksatlı faaliyetler almış başını yürümüştü. 1918’in ortalarından başlayıp, 1922 senesinin ortalarına kadar devam eden bu son derece kritik ve hassas devrede İstanbul’da bulunan Üstad Bediüzzaman’ın tutumu ve sergilediği tavır hayli dikkat çekicidir. * Bediüzzaman, Darü’l-Hikmet’e devam eden resmi vazifesi yanında hususi olarak da ilmi, imani ve tefekküri manada eserler telif etmiş, hiçbir anını boş geçirmemiştir. * Kitap neşriyatı gibi, kısmen de olsa sosyal, kültürel ve sair dallarda insani faaliyet gösteren bazı cemiyet ve kuruluşlarla teşrik-i mesaisi olmuştur. Mesela, Yeşilay’ın (Hilal-i Ahzer Cemiyeti, 5 Mart 1920) kurucuları arasında yer alması gibi… Ancak, bazı iftiracıların isnat ettiği “siyasi, bölücü ve bozguncu” tarzda, Bediüzzaman’ın hiçbir düşüncesi faaliyeti, çabası olmamıştır. Bu tür suçlamada bulunanların ellerinde tek bir delil yoktur; yazılıp söylenenler tamamen kasıtlıdır. * İngiliz işgalinin şiddetlendiği günlerde Bediüzzaman’ın telif ettiği ve binlerce adet bastırarak İstanbul’un her tarafına dağıttırdığı bir eseri de “Hutuvvat-ı Sitte” ismini taşır. Kitap, işgal kuvvetlerinin altı cepheden yaptıkları fikri hücum ve aldatma teşebbüslerine cevap vererek, heveslerini kursaklarında bırakır. Özellikle medrese camiasını düşmana karşı yekvücut haline getiren bu eseri yüzünden, işgalci güçler tarafından vurularak öldürülmek istenir, ancak buna muvaffak olamazlar. Yine, özellikle bu hizmetindeki kahramanlığı sebebiyle Ankara hükümetinin de dikkatini celp ile takdirini kazanmış ve Büyük Millet Meclisine davet edilmiştir. * Bediüzzaman, hem İngiliz ve Yunan işgaline karşı var gücüyle çalışır, didinir, hem de Anadolu’da kök tutan Kuva’yı Milliye hareketini destekler. 11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendinin Kuva’yı Milliye aleyhindeki fetvasını geçersiz ve etkisiz hale getiren mukabil bir fetvaya imza atar. Delil olarak da şunu söyler: “İşgal altındaki bir memlekette, İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve ona bağlımeşihatın fetvası mualleldir (geçersizdir).” (Eşref Edip; Risale-i Nur Hakkında İlmi Bir Tahlil, s.71) *** Bediüzzaman’ın İstanbul’da hayatını tehlikeye atarak verdiği bu emsalsiz mücadele tarzı, Ankara hükümeti tarafından da takdirle karşılanır ve birkaç kez şifre ile davet edilir. Başta Mareşal Fevzi Çakmak ve Van valisi dostu mebus Tahsin Bey olmak üzere, toplam on sekiz milletvekilinden gelen aynı yöndeki davetlerin tekrarlanması üzerine, yakın çevresiyle istişare ettikten sonra nihayet Ankara’ya gider. Acaba din, vatan ve millet uğruna hayatını hiçe sayan böyle bir kahraman, nasıl olur da “zararlı cemiyet kurucusu” gösteriliyor, hayret etmemek elde değil. Hele böylesi çirkin ithamlar, akademik geçinen çevrelerden gelirse, duyulan hayret bir kat daha artmaz mı? Üstelik meydanda görünen aynı dönemle ilgili hür basının, Resmi Gazetenin ve medar-ı iftiharımız “I. Meclis”’in bilgisine, belgesine, takdir ve alkışına rağmen… Örneğin o gazetelerden Rumi 25 Haziran 1338 (M. 1918) tarihli Tanin Gazetesi, Bediüzzaman’ın vatanına kavuşması (muvasalat) haberini şöyle verir: “Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi, ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.” İşte “ilmi sahtekârlık” belgesi İnkılâp Tarihi isimli kitabın 144. sayfasının ilk paragrafında Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucu üyelerinin isimleri, sahip oldukları ünvanlarıyla birlikte şöyle sıralanıyor: “Cemiyet Başkanı: Seyit Abdulkadir, Başkan Vekilleri: Babanzade Mustafa Zihni Paşa, Bedirhani Emin Ali, Molla Said Bediüzzaman (Said-i Nursi). Kâtipler: Babanzade Abdulaziz, Seyyit Abdullah ve Şefik Beylerden oluşmaktadır.” Tırnak işaretinin hemen bitimine dipnot işareti de konularak güya bu bilgileri naklettikleri bir kaynak ismine atıfta bulunuyorlar. Bununla, yaptıkları derlemeye akademik bir çalışma süsü yahut ilmi bir araştırma havası vermeyi düşünmüşlerdir. Ama günün birinde foyalarının ortaya çıkacağını, yaptıkları bu gibi aldatma oyunlarının bir gün bozulup gerçeklerin yüzlerine çarpılacağını herhalde hesap edememişlerdir. Evet, teessüfle belirtelim ki, kelimenin tam manasıyla apaçık bir “ilmi sahtekârlık” vak’asıyla karşı karşıyayız. Zira Bediüzzaman Said Nursi’yi “zararlı cemiyet” kurucusu şeklinde gösteren “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” isimli kitabın 144. sayfasından iktibas ederek yukarıya aldığımız isim ve unvan sıralaması ilmi dayanaktan yoksundur ve tamamıyla bir uydurmadan ibarettir. Ne yazık ki, alıntı yaptıkları kaynaktaki asıl ifadelerde Bediüzzaman’ın ismi geçmediği halde, bu akademisyen (!) beyler o zatın ismini, masabaşında hazırladıkları sahte listeye kendileri eklemişlerdir. *** Biz bu konuyu araştırmaya koyulurken, ilgili pek çok bilgi, belge ve dökümanı toplayıp teker teker inceledik. Ve bu arada baktık ki, Üstad Bediüzzaman’ı karalama kastı güdenlerin verdikleri kaynaklarda, kesinlikle ve kesinlikle belirtilen tarzda bir bilgi mevcut değildir. Sadece tahminlere, söylentilere, anılara ve birinci derecede önem taşımayan bazı belgelere dayalı olarak derlenen “karma” isim listesi yayınlayanlar (Z. Silopi, O. Aytepe ve İ. Göldaş gibi) var; o kadar. Burada açıkça anlaşılıyor ki, kitabı hazırlayanların kendileri bir “hainlik” yaparak KTC’nin kurucuları listesine Bediüzzaman’ın ismini ekleyip ona “başkan vekili” sıfatını da bir güzel yakıştırmışlardır. *** Bediüzzaman’ın KTC’ne kurucu üye olarak dâhil edildiği bilgilerin dayanak noktasını teşkil eden kaynak şudur: Tarih ve Toplum (aylık dergi), İstanbul: İletişim Yayınları, Haziran 1998, sayı: 174. Delil olarak gösterilen araştırma yazısı ise, derginin kapak konusunu oluşturan ve 9–16. sayfalarında yayınlanan Oğuz Aytepe’ye ait “Kürdistan Teali Cemiyeti” başlıklı yazıdır. Daha geçen yıl (1998) neşrolunan bu yazının ana muhtevasını teşkil eden kısımda ve yer yer KTC’nin resmi kurucular listesinin belirtildiği bölümlerde, Bediüzzaman’ın ismi kesinlikle geçmemektedir. Derginin sadece 13. sayfasında Amerikan komiserliğine yapılan bir ziyaret heyeti içinde Bediüzzaman’ın da isminden –ki, o da resmi sıfatla değil- bahsedilmektedir. Yazar, bu bilgiyi Zınar Silopi’nin “Doza Kürdistan” isimli (çevrilmiş, sadeleştirilmiş ve orijinalitesi bir hayli zayıflamış, 1991 yılı Ankara baskılı) eserinden aktarılmaktadır. Fakat bu eser, Kadri Cemal Paşanın hatıralarını içermekte olup “anı” niteliğinden öte bir değer taşımamaktadır. Oğuz Aytepe’nin, adı geçen dergide ek olarak yayınlattığı KTC kurucu üyeleri listesi ise, yine kendi ifadesi ile bir “derleme”den ibarettir. Ulaşabildiği çeşit çeşit ve birbirinden farklı listeleri karşılaştırarak, kendine göre 212 kişilik düz bir liste yapmış. Bu arada, aynı isimle kitap yazan İsmail Göldaş’ın da 167 kişilik bir KTC kurucular listesi yaptığını 21 nolu dipnot içinde zikretmektedir ki, bu listede dahi Bediüzzaman’ın ismi geçmemektedir. *** Kürt Teali Cemiyeti hakkında bugüne kadar yapılmış en hacimli çalışmalardan olan Tarık Zafer Tunaya ve İsmail Göldaş’ın eserlerinde cemiyet üyeleri arasında zikredilmeyen Bediüzzaman ismi, ne gariptir ki, bundan bir yıl evvel aylık bir dergide Oğuz Aytepe tarafından tanzim edilen 212 kişilik üye listesinin 3. sırasına konulmuş. Ama bu dahi inandırıcılıktan tümüyle uzaktır. Çünkü liste karmadır, derlemedir ve bu ismin geçtiği kaynak belirtilmediği için de ilmi değerden yoksundur. Aytepe’nin kendisi de hazırladığı listenin “derleme” olduğunu ilgili dipnotta yarıca belirtmektedir. Gerçek şu ki, Said Nursi aleyhinde kullanılabilecek geçerli bir tek belge Diyarbakırda kurulan Şark İstiklal mahkemesine intikal etmiş olsaydı, o zatın da aynı yerde muhakeme edilip idama sevkedileceği muhakkaktı. Her tarafta araştırdıkları halde, ellerine suç teşkil edecek herhangi bir belge geçmediği gibi, sanıklara da Bediüzzaman’ın ne fikirde ve ne meslekte olduğu özellikle sorulmuş, ancak bundan da aleyhte bir şey çıkmamıştır. (Vakit Gazetesi, 19 Mayıs 1925) Esasında, T. Zafer Tunaya’nın da belirttiği gibi KTC kurucusu ve üyeleriyle ilgili yapılmış çalışmaların hiçbirinde güvenilir derecede bir kaynak gösterilmemektedir. Listenin orijinali hiç kimsede yoktur. (Türkiye’de Siyasi Partiler-II, s.187) Esir iken, cemiyet kurucusu nasıl olunur? Bir diğer yanlışlık: KTC’nin kuruluş tarihi ve Bediüzzaman Adı geçen kitapta, kurucuları arasında Bediüzzaman Said Nursi isminin de eklendiği Kürt Teali Cemiyetinin, aslında “6 Kasım 1917’de kurulduğu” belirtiliyor. El-insaf yahu! Esir kişi, nasıl olur da cemiyet kurar? Bediüzzaman’ın, Gönüllü Alay Kumandanı iken, 1916 yılı Şubatında Bitlis savunması esnasında yaralı şekilde Ruslara esir düştüğü, oradan alınıp Van, Culfa, Tiflis, Kologrif yoluyla nihayet Sibirya’ daki Kosturma esirler kampına götürüldüğü, Bolşevik İhtilalindeki kargaşadan istifade ile buradan firar ederek, hayret ve hayranlık uyandıran bir seyr ü seferden sonra Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya üzerinden 1918 yılı Temmuz Ayı başında İstanbul’a vasıl olduğu gerçeği herkesin gözü önündedir. 18 Haziran 1334 (1 Temmuz 1918) tarihli “Esaretten Vatana Avdet” resmi belgesi, bizim ve pek çok kimsenin elinde mevcut olması yanında, ayrıca başta Tanin olmak üzere, o dönem gazetelerinin çoğunda bu hadise haber olarak yer almıştır. Bu son derece açık ve çarpıcı gerçeğe rağmen, üniversitelerde akademisyen diye geçinen kimi cahiller, nasıl olur da, ta kutup bölgesindeki bir esirler kampında bulunan Said Nursi’yi, aynı tarihte İstanbul’da da gösterip bir “zararlı cemiyet”’in kurucu üyesi olduğu iddiasında bulunabiliyorlar? Anlaşılan odur ki, ders kitabı hazırlığına girişen akademisyenlerin hiçbiri, Said Nursi’nin ne biyografisine bakmak ve ne de kitaplarını incelemek gereğini duymuşlardır. Sadece aleyhteki delilleri toplama önyargısıyla yola çıktıkları için de, böyle akıl almaz yanlışlıklara saplanıp kalmışlardır. Şimdi konuyu etraflıca aydınlatmaya yarayacak ciddi bazı çalışmaları nazara vermek istiyoruz. Tarık Zafer Tunaya 1908’den sonraki Osmanlı siyasi tarihinin son 15 yıllık dönemini en geniş kapsamıyla inceleyip kitaplaştıranların başında, hiç şüphesiz Tarık Zafer Tunaya gelir. “Türkiyede Siyasi Partiler” isimli büyük boy iki ciltlik kitap çalışması 1350 sayfa tutmaktadır. Tunaya, başta İttihad ve Terakki Cemiyeti olmak üzere, İttihad-ı Muhammedi, Ahrarlar, Hürriyet ve İtilaf, İslam Teali ve Kürt Teali gibi, daha pek çok cemiyetin hem nizamnamesini, hem kurucularını ve hem de gösterdikleri faaliyeti ulaşabildiği bilgi, belge ve hayattki şahitlerin dilinden not edip yazıya dökmüş. Tarık Zafer Tunaya, Bediüzzaman Said Nursi’yi şiddetle muhalif bir anayasa ve siyaset ilmi profesörüdür. Öyle ki, 1952’de bilirkişi olarak “tesettür” konusunda Said Nursi aleyhinde fikir beyan eden nadir kimselerden biridir (Said Nursi ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor, s.210). Ne var ki, Tunaya bile, yıllar sonra tamamlayıp neşrettiğio iki ciltlik hacimli eserinin hiçbir yerinde Said Nursi ile Kürt Teali Cemiyetinin bağlantısından söz etmez. Ona göre, ne kurucuları arasında e ne de cemiyetin sonraki siyasi faaliyetleri içinde Said Nursi’nin herhangi bir rolü yoktur. Tunaya, vesikaları konuşturmakla kalmamış, aynı zamanda KTC’nin kuruluşunda bulunmuş ve aktif faaliyetlerine şahit olmuş hayattaki bazı önemli şahsiyetlerle de (mesela, Ord. Prof. Şükrü Baban) bizzat görüşerek malumat toplamıştır. Ancak bu çerçevedeki şifahi bilgilerde de Said Nursi’nin cemiyetle münasebetinden kesinlikle bahsedilmemektedir. *** Özellikle, Tunaya’nın iki ciltlik kitabında Said Nursi hakkında bizim tespit ettiğimiz bilgilere, “İnkılâp Tarihi” yazarlarının ulaşamadıkları hususu düşünülemez. Kaldı ki, Onlar da aynı kitaptan birçok alıntı yapmışlardır. Ne var ki, göz göre göre Bediüzzaman konusunda tam bir çifte standart uygulamışlardır. Onlar, Tunaya gibi Bediüzzaman’a açıkça muhalefet eden bir bilim adamı kadar mert davranamamışlardır. Tunaya, Bediüzzaman’ın ismine rastladığı yahut rastlamadığı cemiyetleri açıçça belirtirken, sözde araştırmacı akademisyen grubu ise bunun tam tersini yapmışlar; vatan uğrunda çarpıştığı düşman eline esir düşen Bediüzzaman’ı, aynı anda “zararlı cemiyet”’in kurucusu ve faal üyesi olarak göstermek istemişlerdir. Bediüzzaman: “Menfi cereyanlarla alakam ispat edilememiştir.” İsmail Göldaş Bediüzzaman’la ilgili araştırma ve inceleme yapan diğer bazı yazar ve düşünürler de, Said Nursi’nin Kürt Teali Cemiyeti üyesi olduğu, ya da bu cemiyet bünyesinde siyasi veya ayrılıkçı faaliyette bulunduğu şeklinde kesin hiçbir bilgi nakletmemekte ve bu doğrultuda herhangi bir görüş ileri sürmemektedirler. Bunların içinde müstakilen “Kürdistan Teali Cemiyeti” ismiyle hacimli bir kitap yazan ve cemiyete üye 167 kişilik isim tespitinde bulunan İsmail Göldaş da, Bediüzzaman’ın ismini bu uzun listeye dâhil etmemiştir. Göldaş’ın, adı geçen kitabının 36. sayfasında geçen şu ifadeleri dikkate değerdir: “Kanımca, Said-i Kürdi ile ilgili bütün belge ve bilgiler incelendiğinde, O’nun esas olarak İslam’a bağlı biri olduğu görülecektir. Kürdistan fikri, Kürt Kürt hareketlerinin içinde olma düşüncesi yoktur. Bir Kürt insanı olarak, Kürtlerin çektiği eziyet ve baskılar, esas olarak İslami fikir yapısına bağlı olan Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin ruhunda derin izler bırakmış ve bu baskılara karşı onun mücadele seyrinde bir tepki oluşturmuştur. Ancak, Said Nursi’nin “Kürt ve Kürdistan” düşüncesinde, eylem bilincinde ve politik söyleminde var olduğunu ileri sürmek gerçeği pek yansıtmaz.” Ayrıca diğer bazı sayfalarda da şu ifadelere yer verilmiş: “Said-i Nursi’nin düşüncesinde bağımsız bir Kürdistan (fikri) yer almıyordu. (A.g.e, s.33)” “O döneme damgasını vuran İslamlık, ideolojik olarak Said-i Kürdi’ye egemen olduğundan “Ben, milliyetimizi (yalnız) İslamiyet bilirim.” der. (A.g.e, s.32)” Rohat “Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi” isimli kitabın yazarı Rohat, Bediüzzaman’ın Kürtlere yönelik eğitim, sosyal ve kültürel gibi daha çok insani faaliyetlerde bulunduğu üzerinde durur. Ki, o dönemlerde, Osmanlı hükümetleri (Ermeni tehlikesine karşı olsa) bu tür faaliyetleri yasaklamak bir yana, tam aksine teşvik edip desteklemiştir. Rohat, isimi geçen kitabın 62. sayfasında şöyle der: “Said-i Kürdi, kendisini hep dini bir fügür olarak görmüş, halk arasında taraftar bulmuş, ilişkilerini bu temel üzerine geliştirmiştir. O hiçbir zaman ulusal bir figür olarak politik kavgada yer almamıştır. Onun mücadele yöntemleri, Kürt sorununa bakış açısı ve dünya görüşü, büyük ölçüde dini temeller üzerinde biçimleniyordu.” *** Said Nursi’nin 1919’da Amerika Komiserliğiyle siyasi görüşmelerde bulunduğu şeklindeki bilgi ise, sadece Zınar Silopi’nin hatıralarında geçen bir husus olup, hem yanlış aktarılmakta ve hem de bunun bir vesika değeri niteliği taşıma hususu gözden kaçırılmaktadır. Asıl kargaşa da bu noktada baş gösteriyor. Said Nursi’yi KTC ile irtibatlandıranların dayandıkları en kuvvetli delil, işte bu şüpheli, tartışmalı hatıra notlarıdır. Oysa Bediüzzaman, o tarihte bölgede bağımsız bir Ermenistan kurulması fikrine karşı çıktığı gibi, bir süre sonra Ermenilerle birlikte hareket eden Kürt Şerif Paşa’nın Avrupa himayesindeki bağımsız Kürdistan düşüncesine de gayet derecede şiddetli bir reaksiyon göstermiştir. (Sebilürreşad, 4 Mart 1336/1920, sayı461) *** Bediüzzaman Said Nursi’nin, Kürt Teali Cemiyeti içinde siyasi faaliyetlerde bulunduğuna ve Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurma yönünde herhangi bir teşebbüsü olduğuna dair en küçük bir delile rastlamayan hatırı sayılır daha başka araştırmacı ve yazarlar da vardır ki, bunları da ilgili eserleriyle birlikte tanıtmakta yarar var. Çoğunluğun ortak görüşü, Said Nursi’nin birlikten, beraberlikten, bütünlükten yana olduğu, özellikle 1918’den itibaren herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığı, ayrılıkçı bir harekette ise, asla ve kat’a yer almadığı gibi, buna meyyal olanları da tasvip etmediği şeklindedir. Konuya daha genişçe eğilmek isteyenlerin istifadesi için, bu değerli yazar ve araştırmacıların çalışmalarını şu şekilde sıralamak mümkün: * Badıllı, Abdulkadir. Mufassal Tarihçe-i Hayat ve Türk-Kürt İlişkisi * Düzdağ, M. Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi * Akgündüz, Prof. Dr. Ahmed. Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları * Naci. İttihad Terakki ve Kürtle Kutlay, * Malmisanij. Said-i Nursi ve Kürt Sorunu * Çakır, Ruşen. Ayet ve Slogan * Ballı, Refet. Kürt Dosyası Kutlay Ahmed Gümüş’ün bir hatırası 1950’lerde İmam-Hatipte okurken Bediüzzaman’a talebe olan Hz. Mevlana’nın ahfadından muhterem Ahmed Gümüş (ki, halen hayattadır), konumuzla ilgili bir hatırasını şöyle naklediyor: “…Okuldan Üstad’ın yanına gittim; Disiplin kurulundaki imtihan esnasında bir soruya verdiğim bir cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinden başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı olarak dördüncü bir soru eklendi. Bediüzzaman’ın Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile “Kürt Teali Cemiyetini kim kurdu?” dediler. Ben de, “Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabında da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz…” dedim. Neticede, kurul üyesi diğer hocalar bana (10 üzerinden) 8 verirken, tarih hocası ise 3 vermiş… Durumu böylece Üstad’a anlattım. Üstad, mert bir tavırla, “Benim menfi cereyanlarla alakam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslüman’ın uhuvvet-i İslamiyesini, hürriyetini müdafaa etmiştir.” (Son Şahitler, cilt 4, c.157) Adalet Bakanı Fuat Sirmen: “SaidNursi’nin hüviyet ve faaliyeti siyasi değildir.” Eşref Edip Bey’in tesbitleri II. Meşrutiyet ve mütareke döneminden (1918), Bediüzzaman’ın vefat tarihi olan 1960 senesine kadar, kendisini en yakından tanıyan, takip eden ve samimi dostluk kurarak irtibatını hiç kesmeyen gazetecilerin başında Sebilürreşad’ın sahibi, naşiri ve başmuharriri Eşrep Edip (Fergan) Bey gelir. Dolayısıyla, zamanın gazetecileri arasında en güvenilir kalemlerden biri olan Eşref Edip’in, Bediüzzaman ile ilgili yazdıklarını da dikkate değer bulmaktayız: “Merhum Said Nursi’nin, 1925’deki Kürt isyanında İstanbul’da Seyit Abdulkadir ve arkadaşlarıyla birlikte yabancı elçilikleri dolaşarak Kürdistan istiklali için notalar verdiği ise, tamamen hilaf-ı hakikattir (hakikate muhalif). “Seyyit Abdulkadir meselesiyle Şeyh Said isyanı tamamen ayrı hadiselerdir. Ve merhumun her iki hadise ile de asla alakası olmamıştır. Bilakis, her ikisinin de bu hareketlerini doğru görmemiştir. Türk milletine karşı hareketten, onları şiddetle menetmiştir. Ne Abdulkadir meselesinde, ne Şeyh Said isyanı meselesinde kendisi isticvab (sorgulanma) edilmemiştir. Yabancı elçiliklere gidip notalar vermek şöyle dursun, eğer en küçük bir alakası olsaydı, herhalde taht-ı muhakemeye alınırdı. Böyle bir şey asla vaki değildir. 1949’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, Adalet Vekili sıfatıyla Millet Meclisi kürsüsünde: “Hüviyetleri siyasi olmayan, faaliyetleri siyasi olmayan Said Nursi…” demek suretiyle, O’nun isyan hareketleriyle hiçbir alakası olmadığını resmen tescil etmiştir. Binaenaleyh, bu husustaki isnadınız da, tamamıyla hilaf-ı hakikat bir iftiradan ibarettir.” (Eşref Edip. Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi Bir Tahlil, s.21, İstanbul: Sebilürreşad Neşriyatı, (1384) 1965) “Umumi Harpte (I. Dünya Savaşı), Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi kumandan ve valilerin takdirkâr nazarları önünde cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, Birçok Müslüman’ın ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görüyoruz… Milis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücadele ve yararlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihi Şubesindeki dosyasına da bakılabilir. “Elde ettiğimiz kanaat, 37 senedir, eğer kendisinde Kürtçülük fikri bulunsaydı, muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Hâlbuki yüzlerce mahkemeden birisi bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiştir. “Gerek umumi emniyet, gerek umumi emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda, Kürtçülüğe dair en ufak bir delil görülmemiştir. “Yine bir vakit, Mevlanzade Rıfat (KTC üyesi, sonradan 150’liklere dâhil) namında birisi, Kürdistan Devleti kurmak fikri ile Kürt Teali Cemiyeti kurmuştu. Bu cemiyetin reisliğine Bediüzzaman’ı getirmek için yaptıkları teklifi O: “Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihanettir. Ben sizin cemiyetinize giremem.” diye, şiddetli bir surette reddetmiştir. Bu red mektubu halen hayatta bulunan Konsolidci Asaf namiyle meşhur ihtiyar bir gazetecidir. “Şark isyanını çıkaran Şeyh Said’e “Bin seneden beri âlem-i İslam’ın bayraktarı olan bu milletin torunlarına kılıç çekilmez.” diye, isyandan vazgeçmesi için mektuplar yazmıştır. “Ve netice itibariyle, Said Nursi’nin hayatını Türklerin içinde geçirmesi, ekseri dost ve muhiplerinin Türklerden çıkması, yüz otuz eserini Türkçe yazması ve bütün eserlerinde böyle bir davayı reddetmesi; O’nun Kürtçülükle hiçbir alakası olmadığının kuvvetli bir delilidir. (A.g.e., s.68-71) (Not: Eşref Edip Bey, kitabına aldığı bu bilgileri, aynı zamanda Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir tarafından hazırlanıp o yıllarda mevcut “Maarif Din Planlama Komisyonu’na verilen rapora dayandırıldığını da ayrıca belirtmektedir.) Talebesini hangi tehlikeden kurtardı? 1923 yılı başlarında Ankara’da bulunduğu sırada mebuslara hitab eden Bediüzzaman, başından geçen hakikatli bir misali şöyle anlatır: “Eskiden (Birinci Dünya Harbinden evvel), Türk olmayan bir talebem vardı(Müküslü Hamza Efendi). Eski medresemde (Van’daki Horhor Medresesi), hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulum-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddi fünun-u cedide okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i Milliye baksi oldu. O dedi: “Ben şimdi, rafizi bir Kürdü, Salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de: “Eyvah!” dedim. “Ne kadar bozulmuşsun?” Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli haline çevirdim.” (Tarihçe-i Hayat, s.128) Bediüzzaman, daima müsbet ve meşru hareketten yana olmuştur Sinan Omur Eşref Edip gibi uzun yıllar gazetecilikle meşgul olmuş mühim bir şahsiyet de Hüradam gazetesi sahibi merhum Sinan Omur (1898 Bolu – 1974 İstanbul) Beydir. Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor isimli eserin 94. sayfasında yer alan Sinan Omur’un konumuzla ilgili hatıraları özet olarak şöyledir: “Üstad Bediüzzaman’ı ilk olarak 24 Temmuz 1332’de (1915) Sübhan Dağında görmüştüm. O zaman 18 yaşındaydım, beni askere almışlardı. Üstad, orada Milis Teşkilatı Başkumandanıydı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Onu ikinci kez görmem ise, 1925 senesinde oldu; daha sonraki yollarda da irtibatımız devam etti. “Şeyh Said’e hürmet duyanları, O’na selam verenleri bile asmışlardı. Fakat Said Nursi’ye dokunmamışlardı. Niçin? Zira Said Nursi’nin bu isyanla hiçbir alakası yoktu. Çünkü Bediüzzaman, daima müsbet hareket eden bir şahsiyetti. Gidiniz, bakınız efendim, bu hususta da Feridun Kandemir’in dosyasında da tam dört tane vesika var. Dördü de müsbettir. “Said Nursi için yapılan ve söylenen iftiraların hepsi yalan. Bu kuvvetli adamı imha etmek istiyor düşmanları. Biliyorsunuz, bu adam Türk milletinin imanına hizmet için elinden ne gelirse yapmış. Düşmanları da, O’nun için ne iftira varsa yapıyorlar. Bu iftiraların hepsi ona isabet edemez. Gösterin bana bu büyük üstadın dünyada nesi var? Kürdistan kuracakmış, Kürdistan idare edecekmiş? Mevlanzade Rıfatlar, Şükrübabanzadeler falan; şurada burada… Babanzade Kürt Teali Cemiyeti’nin sekreteri. Mevlanzade Serbesti Gazetesi’nin sahibi. Bunlar tutuyorlar KTC kuruyorlar, bununla Kürt hükümeti kurmak istiyorlar… “Bediüzzaman’da diyor ki: “Mademki böyle bir kuvvetimiz var, o halde gelin Osmanlı’yı kurtaralım. Çünkü Osmanlı İslamiyet’e büyük hizmet yapmıştır. Gelin birlikte devletimizi kurtaralım. Bizler parça parça olursak, ir şey yapamayız.” “Deidiğim gibi Bediüzzaman’ın siyasi cephesi ve görüşü mükemmel…” Kürt-Ermeni ittifakı sözleşmesinde Bediüzzaman’ın tepkisi Osmanlı eski Hariciye Nazırlarından (Dışişleri Bakanı) Kürt Said Paşanın oğlu ve aynı zamanda Osmanlı hükümetinin Stockholm büyükelçiliği yapmış olan Kürt Şerif Paşa, Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris’te Kürt-Ermeni işbirliği yolunda ortak bir muhtıra (Ocak 1920) yayınlar. Bu muhtırada, Kürtlerle Ermenilerin kardeş oldukları, her iki milletin de Türk’ler tarafından zulme uğradıkları belirtilerek, dolayısıyla Avrupa Devletlerinin desteğiyle Anadolu’nun doğusunda bağımsız birer Kürdistan ve Ermenistan devletlerinin kurulması talebi açıkça dile getirilir. Ancak, haklı dayanaktan yoksun bu Ermeni-Kürt ittifakına karşı en büyük tepkiyi öncelikle Kürt âlimleriyle diğer ileri gelen şahsiyetler gösterdi. Bunlar arasında en dikkate değer tepkilerden biri de Bediüzzaman Said Nursi’den geldi. Bediüzzaman, İkdam gazetesinden sonra, 4 Mart 1336 (1920) tarihli Sebilürreşad Gazetesinde de konuyla ilgili çok tesirli bir makale neşreder. Şimdi, Bediüzzaman’ı Şerif Paşa’nın KTC’deki yandaşlarıyla birlikte hareket ettiğini iddia edenlere susturucu bir cevap mahiyetinde o yazıdan bazı pasajları birlikte okuyalım: “Bogos Nubar ile Şerif Paşa arasında akledilen mukaveleye (antlaşmaya) en müskit ve beliğ cevap, Vilayat-ı Şarkıye’de Kürd aşairi, rüesası tarafından çekilen telgraflardır. “Kürtler, camia-yı İslamiye’den ayrılmağa asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürtlük namına söz söylemeğe selahiyattar olmayan beş-on kişiden ibarettir. “Ermeniler, Şarki Anadolu’da davayı temellüke (toprak edinme davası) muvaffak olamayacaklarını anladılar. Maksatlarına, Kürtler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşa’yı alet etmeyi muvafık (uygun) buldular… İşte bu gaye ile o mahut beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. “Ermenilerin maksadı, Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride (gayelerine ulaştıkları takdirde) Kürtleri bir Millet-i tabia (uydu) haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürt taraftar değildir. Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer, Kürtlerin serbestiyet-i inkişafını düşünmek lazımsa, bunu Bogos Nubar’la Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür.” Bediüzzaman: “Ben böyle fitnelere alet olmam!” “Zararlı teşebbüslere meylim yok” Bediüzzaman Said Nursi’nin, Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaadan bir parça: “Menemen Hadisesinin bir yalancı taklidini yapıp, millete dehşet verip… hiç hatır ve hayalimize gelmeyen entrikalarla, beni Barla’dan Isparta’ya (1934 yılında) cebren celp ettiler. Baktılar, ben öyle fitnelere alet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akim teşebbüslere hiçbir meylim yoktur, anladılar. Ki, o vakit, planlarını değiştirdiler. “Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgulamalarda) ismim Said Nursi iken, her tekrarında “Said Kürdi” ve “Bu Kürd” diye beni öyle beni yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir. “…Benim hakkımda bir yabanilik hissini veren ve nazar-ı adaleti şaşırtmak isteyen adamlara derim: “Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman’ın ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim. Yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsi hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamlardan bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad (şahid) edebilirim.” (Tarihçe-i Hayat, s.202) Netice Bediüzzaman Said Nursi’nin Kürtçülükten, bölücülükten ceza gördüğüne dair hiçbir yerde herhangi bir delil ve kayıt bulunmamaktadır. Yine iddia edildiği gibi, Bediüzzaman’ın Kürt Teali Cemiyetine üye olduğuna ilişkin de, bugüne kadar ortaya geçerli hiçbir belge, vesika çıkarılmamıştır. Hal böyle iken, bir takım yalan yanlış bilgilerle yahut belgelerde tahrifat yapmak suretiyle bu şahsiyeti karalamak ve kariyerine leke sürmeye kalkışmak, akademinin şerefine yakışmamaktadır. Ümit ederiz ki, Selçuk Üniversitesi idaresi yapılan büyük hatayı fark edip, en kısa zamanda bunu tamir cihetine gider. |
Evet arkadaşlar duyarlı olan tüm kardeşlerimizden hassasiyet bekliyoruz işte mail adresi zelyut@gunes.com ayrıca Güneş gazetesine de tepkilerinmizi iletelim lütfen
|
böyle kendini bilmezlerin söyledikleriyle üstadımız küçülmez.
|
Zelyut denen deyus umarım Gönülden'nin bu paylaşımlarını okurda manevi şahsiyetler hakkında zan üzerine eğri büğrü adice konuşmaz. Kendi dünyalarındaki kirleri etrafa sacmakta ar etmeyenler toplumun geniş kesimlerince kabul görmüş şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmakta behis görmezler.
|
Teşekkürler Gönülden kaale bile alınmayacak kadar zelil bir mahluk Rıza Zelyut.. Ama işte cevap da vermek gerekiyor...
*** Yeni Asya yazarından Zelyut`a cevap! Güneş gazetesi yazarı Rıza Zelyut`un iki gün önce yayımlanan `Bediüzzaman değil Belaüzzaman` başlıklı hakaret dolu yazısına Yeni Asya gazetesi yazarı Faruk Çakır`dan cevap geldi. İşte o yazı: Faruk Çakır`ın Yeni Asya Gazetesinde yayınlanan "Çamur, atanı kirletir" başlıklı yazısı: Çamur, Atanı Kirletir Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur eserlerinin geniş kitlelere ulaşmış olması ve her yıl vefat yıldönümlerinde daha kalabalık dâvetlilerle yâd edilmesi bazı çevreleri rahatsız etmiş gibi görülüyor. Bediüzzaman’ın eserleriyle ve fikirleriyle mücadele edemeyenler, onun şahsına hakaret etmeyi deniyorlar. İsmini zikretmeye bile gerek olmayan bir kişi, güya ona çamur atmayı denemiş. Sıraladığı hakaretlerin en hafifi şu şekilde: “Şu sıralarda onu, ölümünün 50. yılı diyerek tantanalarla anıyorlar.” Diğer hakaretlerini hatırlatmaya bile gerek yok. Baştan aşağı tarihî gerçeklere ve insafa aykırı iddiaların ‘köşe yazısı’ diye sıralanmış olması, Risâle-i Nur’a karşı bir planın habercisi de olabilir. Demek ki aydınların Risâle-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili müsbet görüş bildirmesi, anma toplantılarının bütün Türkiye’de devam etmesi; karanlıktan hoşlananları rahatsız etmiş... Herkesin Risâle-i Nur eserlerini okumasını ve Bediüzzaman’ı ‘Üstad’ bilmesini elbette beklemiyoruz. Tabiî ki, gönlümüz öyle olmasını arzu eder; ama bunun için sadece dua ederiz. Biliyoruz ki, Risâle-i Nurları okumak da bir nasip işidir. “Nur”dan hoşlanmayanların olması, insanların alçalabilir veya yükselebilir geniş bir fıtrata sahip olarak yaratılmış olmasının bir neticesidir. Risâle-i Nur’da yazılanlara itiraz etmek ayrıdır, onun müellifine hakaret etmek ayrıdır. Risâle-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı anlamadığı, bilmediği için itiraz edene meseleleri izah etmek mümkün iken, iftira atan ve hakaret edenleri muhatap almak mümkün değildir. Çünkü, onların maksadı bir şeyi daha iyi öğrenmek değil, aksine provokasyon ile ortalığı karıştırmaktır. Bu tuzağa da düşmemek için, kem sözün sadece ve sadece sahibine ait olduğunu bilmekte fayda var. Aslında bu iddialara ve hakaretlere en büyük tepki, bu yazıyı yayınlayan gazetenin dahil olduğu medya grubunun içinden gelmelidir. İnsaflı olan herkes bu hakaretlere karşı çıkar ve çıkmalıdır. Hakaret ederek bir yere varabileceklerini düşünüyorlarsa hata ediyorlar. Nasıl ki güneş, üflenmekle sönmez; aynı şekilde milyonların okuduğu ve istifade ettiği Risâle-i Nur’a ve müellifine hakaret ederek hiç kimse bir yere varamaz, ona karşı duyulan sevgi ve hürmeti sarsamaz. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur muhabbeti köklü bir sevgidir ve bunu sarsmayı deneyenlerin gayreti boşa gitmeye mahkûmdur. Bugün bu hakarete imza atanların ‘ağa-babaları’ da geçmiş yıllarda bunu denemiş, ama Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a atılan çamurlar, atanların yüzüne dönmüştü. Hiç şüphemiz yok ki, bugün çamur atanlar da millet nezdinde kınanmayı hak ediyor. Ve yine hiç şüphemiz yok ki bu hakaretler, hakaret eden ve ettirenlerin rağmına Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’a duyulan sevgi, saygı ve muhabbeti kamçılayacak.. |
Cahil insanın kinini cehaletine verip geçeceksin.Cahil insanlar ehliyet bakımından sağlam sayılmazlar!O yüzden muaf tutmak lazım..
|
Meyve veren ağacı taşlarlar. Bu adamda üstad'ın felsefesini anlayabilecek kapasite yok. Oraya buraya saldırmaktan baska bi işe yaramaz kendisi.. Bunun yazısını kaale alıp cvp bile vermemek gerek.Sonra kendini gerçekten adam sanar..
|
Ayrıca şunuda yeniden hatırlamak lazım ! Buna hiç cevap verememişlerdi. Karamekmet Güneşin - Akşamın - Show TV'nin sahibiydi. Tirajı 150 binleri bulan bir paçavraya baş yazar diye bu millet düşmanını getirmeleri tesadüfi değildir. Bu rıza zelyut denen alçak hain hangi yeteneğinden ötürü başyazarlık yapmaktadır ??? doğu perinçekin basında kaleminden hiçbir farkı yok bu alçağın.
http://i1003.hizliresim.com/2010/3/27/2098.jpg |
Zelyut Haklı: Nursi Tam Bir Belaüzzaman
http://www.timeturk.com/images/author/132_b.jpg
Hüseyin Yılmaz - Time Türk huseyinyilmaz@timeturk.com Zelyut haklı: Nursi, tam bir “Belâüzzaman”!.. Cuma, 26.03.2010 - 11:00 Rıza Zelyut, bir asırdır memleketi yangın yerine çeviren Ankara menşeli ırkçı zihniyetin mahalle belâlısı; hani karşılaşmamak, hani selâm vermek mecburiyetinde kalmamak için faziletli insanlarda bir kaç sokak öteden geçme hissi uyandıranlardan. Bugüne kadar hiç karşılaşmamış bahtiyarlardanım, bu satırların sebeb-i vücudu tahkirât ve iftiranâmesinin doğurduğu mecburiyetle olmasa kalemime de malzeme teşkil etmeyecekti; mecbur kaldım, bağışlayınız... Zelyut, Güneş Gazetesi nam mevkutede neşredilen yazısında bin küsür yılın kutup yıldızı mesabesindeki Bediüzzaman Said-i Nursî’ye zekâvetinin pırıltılı(!) bir eseri olarak “Belâüzzaman” demiş... Kelime’nin ruhumda doğurduğu inşirâh ve sevinci anlatamam; Risâle-i Nurlara talebe olma gayretime, Bediüzzaman’a duyduğum hayranlığa bin kere şükrettim. Zirâ temel vasfı Süfyan şâkirdliği olan biri, Üstad’ımı “Belâüzzaman” ilân ediyordu. Ehl-i Cennet ile Ehl-i Cehennem aynı zaman çerçevesinde farklı zamanları yaşarlar; Cehennem ve Cennet kadar farklı iki ayrı zamanı... Mazlumlar ve ehl-i Cennet için Zebânîler de mübarek melekler iken, zâlimler ve ehl-i Cehennem için azab ve belânın ta kendisidirler. Üstâd’ım “Belaüzzaman”mış, Zelyut’a göre... Ne saâdet... Temel iftirası, Bediüzzaman’ın hayatının bir devrinde Kürtçülük yapmış olduğu!.. Yalan!.. Fütursuzca bir yalan... Bediüzzaman, hayatındaki hiçbir fiili sahiplenmemek gibi bir zavallığının içinde asla olmamıştır: Ya doğruluğuna inanmış, hayatı pahasına tavrını müdafaa etmiştir; yahut hatalı olduğunu farketmiş, kâmil bir nedâmetle pişmanlığını dile getirmiştir. Ömrünü İttihad-ı İslâm’ın yeniden ihyası için çetin bir mücâdele ile geçirmiş, yirmi sekiz yıllık bir sürgün ve hapishâne haytı ateşini bağrında serinleterek dostları için bir bahar iklimine çevirmiş, ırkçılığın her türlüsüne “zehr-i katil” nazarıyla bakmış ve ders vermiş bir insana, ırkçı diyebilmek için iz’andan mahrum olmak kifayet etmez, ona şiddetli düşman olmayı da iktiza eder. Zelyut öyledir... Zelyut, Bediüzzaman’ı M. Kemâl’a düşman ilân etmek için bir yalan ve iftira ile önce Kürt Teali Cemiyeti’ne dâhil ederek Kürtçülük noktasından düşmanlığını ilân ediyor. Bak Rıza, hemfikiriz: Bediüzzaman, 1922-23 yıllarında Ankara’da yaşadığı beş ay kadar bir zaman zarfında hakikî düşünce ve mahiyetine nüfuz ettiği M. Kemâl’e bir daha asla dost olmamış, asla müsamaha ve sempatiyle bakmamıştır; bunu da idamla yargılandığı mahkemelerde haykırdığı gibi, birçok eserinde de yazılı kayıt altına almış bir kahramandır. Doğru... Ayrıldığımız nokta, Bediüzzaman’ın M. Kemâl’e duymadığı sempatinin kaynağına bir iftira ile, Türk amme efkârını iğfal etmek için Kürtçülük iftira ve isnadını koymandır. Emin ol, Bediüzzaman asla ve asla ırkçılık yapacak kadar akıl ve iz’an fukarası değildir: Eserleri, hayatı ve dâvâsı ortada ve cihânın takdirine mazhar olmuş. Ömrün vefa ederse Nurculuğun sadece Türkiye’ye değil, İslâm ve insanlık âlemine de bir bahar iklimi taşıdığını göreceksin. Ama sen düpedüz ırkçısın.. O ırkçılık sâikasıyla güya mensubu bulunduğun Alevilerin Dersim kolunun 1938’de uğradıkları şeni’ katliamı bile sahiplendin. Şimdi de bu zavallı, mazlum ve mağdur kitleye Dersim çalışmanı müjdeliyorsun!.. Eğer senasında acze düştüğün ve arkalarında dehşetli zulümlerden başka bir miras bırakmamış olan muktedirler, Türk ırkçılığı yapmayıp Bediüzzaman Said-i Nursî’nin mahza hakikat olan İslâmî ve insânî düşüncelerine kulak verselerdi, bu gün üzerinde yaşama çilesi çektiğimiz bu güzel toprakların üzerinde bin yıl birlikte yaşadığımız kardeşlerimizle gırtlak gırtlağa boğuşmaz, bu ahmakça mücâdeleye bir tiriliyon dolar parayı sarfedip açlık ve sefalete düçâr olmaz, sizce dost, bence düşmanlıkları kat’i olan Batılı hasımlarımızın kirli ekmeklerine bal-kaymak sürmezdik. Yazıklar olsun!.. İnsanlığın her sınıfından milyonlarca insanın rahle-i tedrisine oturduğu Üstâdım Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Kur’an’ın en parlak tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan tek satır okumadığınıza, okudu iseniz bile tek kelime anlamadığınıza dünyanın şahitliğinde mübarezeye girerim. Adına enstitüler kurulan, akademik çalışmalara konu olan, her branştan profesörlerin medar-ı dikkat ve hayranlıklarını celbeden muzzam bir hakikatı karalamaya çalışırken bu fiilin kendi idraksizliğinin eseri olduğu hiç mi aklına gelmedi, bu kadarını da mı tartmaktan acizsin?.. Eminim ki, önüne bir matematik problemi gelse, çözemediğin zaman bunun bir ehlinin olduğunu düşünebilirsin... Peki, ömrünü muhalefetiyle geçirdiğin, tedrisinde bulunmadığın, beşeriyetin beşte birisinin saâdet kaynağı olmuş İslâmî hakikatlerin bu şâhikasına tırmanama acziyetinin senden kaynaklandığını niçin düşünmedin? Everest’e tırmanamayan her dağcı Everest’i inkâr etseydi Everest bugün sadece bir kaç yüz kişinin kabulü olurdu, hâlbuki bütün dünya Everest’in küremizin en yüksek zirvesi olduğundan hemfikir. Fâzilet ehli için de Risâle-i Nur ve Bediüzzaman öyle. Hadi hoşuna gidecekse, “Belaüzzaman” öyle, diye düzeltmiş olayım. Uzatmanın âlemi yok... Ellinci vefat sene-i devriyesi münasebetiyle yazdığım makalenin âhiriyle noktalayalım: “Rahmet-i İlâhî daha şümullu, daha parlak olanına kapı aralamadığı müddetçe ümmetin kutup yıldızı Nursî, deniz feneri Kur’an’ın parlak tefsiri Risâle-i Nur’dur. Dâvâ da, hakikat de ortada... Bediüzzaman’ı bir kaç kelime ile, bir kaç makale ile ifâde etmenin imkânı yok, beyhude gayret. Güneşi bilmek isteyenlerin yapacağı doğru iş, izbe dehlizlerinden çıkıp gözlerini Güneşe açmaktır. Bediüzzaman’ı anlamak, Risâle-i Nurları okumakla kabil... Bugün, Bediüzzaman’ın ellinci vefat sene-i devriyesi, ruhu şâd olsun... Dâvâsına hizmet edemediğim, liyâkat kesbedemediğim için şefaat niyâzında bulunmaya yüzüm yok; zelil ve mahcubum...” |
Haber7 Buluşturdu
Ünlü Alevi yazar Rıza Zelyut'un, 51. ölüm yıldümünde anılırken ünlü İslam alimi Bediüzzüman Said Nursi için kullandığı Belaüzzaman nitelemesi büyük tartışma doğurdu. Haber 7 yapılması gerekeni yaptı:
http://haber7media.noc.com.tr/haber/...7100450515.jpg Mehmet Ali BULUT - Haber7 Rıza Zelyut ile 'Belauzzaman' buluşması Rıza Zelyut, meslektaş olarak birkaç zaman değişik yerlerde karşılaşıp konuştuğum gazetecilerden. Bende bıraktığı iz, onun ‘inanan’ bir alevi olduğu! Kendince haram ve helal konularına riayet etmeye çalışan biri. Atatürkçü ama ‘Kemalistlik’ bağnazlığı yok. Yazısını okuyunca, şaşırdım. Çünkü bu kadar basit bir konuda bu kadar büyük bir hata yapmasını ona yakıştıramadım. ‘Bu olsa olsa ısmarlama bir yazıdır’ diye düşündüm. Yahut da, birileri damarına bastı, o da esasında pek de bilmediği bir konuda çoğu gazetecinin yaptığı gibi çaldı kalemi… Üçüncü bir hal aklıma gelmedi. O gün, gün boyunca mailler aldım, arayanlar oldu, “bir cevap yazmam’ için. Hemen yazmak gelmedi içimden. Sabah kalkıp tepkilere bakınca, işin farklı bir boyuta doğru gitmekte olduğunu gördüm. Bir sükunet yazısı yazmaya karar verdim. Daha ancak bir iki parağraf yazmıştım ki, Haber7.com genel yayın müdürü sevgili dostum Ünal Tanık aradı. “Gel seninle Rıza Zelyut’a gidelim”, dedi. “Olur”, dedim, “konuş randevu al, gidelim”. Gittik. İyi ki de gitmişiz. (Ünal beyin konu ile ilgili röportajı sanırım Pazartesi günü yayınlanır! Detayları oradan okuyabilirsiniz!) Onunla Bediuzzaman üzerine konuşurken, bir şeyi çok net hissettim; Zelyut, o yakıştırmayı bilinçli yapmamış. İşin bu noktaya gelmiş olmasına da üzülmüş. “Ben onun takipçilerinden özür diliyorum, bendeki Bediuzzaman bilgileri ile gerçekte olan farklı imiş, bunu öğrendim” dedi. GEÇMİŞTEN BİR HATIRA Onun bu sözü, yıllar önce ‘Necdet Sevinç’ –ki ağabey dediğim bir hemşerimdir- yaptığımız bir tartışmayı hatırlattı. Ortadoğu’da köşe komşusuyduk. O beni biraz ‘yeşil’ buluyor, ben de onu katı ‘al kırmızı’. Türkiyenin, Özal’ın Kürtlere ‘federasyon’ tartışmalarıyla çalkalandığı günler. Bir gün odasına girdim. Baktım, burnundan soluyor. Beni görünce, “seninki şimdi mezarında göbek atıyordur” dedi. “Benimki’nden kastı ‘Bediuzzaman’dı. Anlamazlıktan gelerek “Bediuzzaman mı?” dedim. O, “Said-i Kürdi”, dedi, “şimdi keyiften yıkılıyordur”. Ona “Kesinle yanılıyorsun, bugün yaşasaydı, toplumun şu parçalanmaya gidiyormuş gibi görünen halinden en çok o acı çekerdi” dedim. Ona da Sayın Zelyut’a söylediğim gibi, ‘düşünebildiğiniz en büyük Türkçünün sevgisi ve hizmeti, Bediuzzaman’ın bu millete olan sevgisi ve hizmetinin yanında hiç kalır’ dedim. ‘İnşallah ömrünüz yeterse bunu göreceksiniz’, diye de ekledim. Ona Bediuzzamanı’ın Prens Sabahattin ile yaptığı tartışmayı aktardım. Neden Şeyh Said’e katılmadığını, katılanları da nasıl vazgeçirmeye çalıştığını da… “Benim tanıdığım Sait bu değildir. Resmi istihbarat belgelerinin bize aktardığı Said, hain bir Kürt’tür” dedi. Sen Kürt Teali Cemiyeti üyesi Molla Sait ile Bediuzzaman Said Nursi’yi karıştırıyorsun. Bugün ortalama yüzde 50 Türk okurunun Said Nursi’yi aynı zamanda Şeyh Said sanması gibi… Tartışmamız fazla sürmedi. Sevinç, araştıran biri olduğu için ben araştıracağını biliyordum. Ona rica ettim, “kitaplarını oku, sonra karar ver”, dedim. Odasından çıkarken faksı çaldı. Ben yerime geçtim, iki dakika sonra baktım elinde bir faks kağıdı ile yanıma geldi. “Bu faksı bana geçmelerini sen mi söyledin?” diye sordu. Bu kadar kısa sürede bunun olamayacağını bile bile. … O faksta Bediuzzaman’ın, ‘adem-i merkeziyetçiliği’ savunan Prens Sabahattin’e verdiği cevaplar vardı. Etkilenmişti fikirlerinden! O tartışmadan sonra Necdet Sevinç’in, Said Nursi’ye karşı olan katı tutumu geçti. Kendisi araştırmaya ve tanımaya başlayınca sanırım, o menfi tutumu da kalmadı… ALEVİLERİN İLGİSİZLİĞİ KADİRŞİNASLIĞA SIĞMAZ Rıza Zelyut beyin yanından ayrılırken içime hâkim olan hissiyat da aynı idi. Zelyut, en kısa zamanda Bediuzzaman’ı kendi eserlerinden tanımak için harekete geçecektir. Çünkü Osmanlıcası da fena değildir. Hadise ve siyere de kayıtsız değildir… Hem de geçmeli! Çünkü aksi takdirde kendilerini savunun ve onları ‘ehli necat’ çizgide tutmak için çabalamış bir âlime haksızlık etmiş olurlar. Bediuzzaman ehlisünnet bir âlimi olarak, hakiki bir alevinin asla münkir olamayacağını söyler. ‘Onlardaki Ali sevgisi, onları imansızlıktan korur’ diyerek, bugüne kadar dışlanmış bir anlayışı ehl-i necat dairesine dahil etmeye çalışıyor. O bunu yaparken, bir alevinin çıkıp onu zamanın belası diye suçlaması haksızlık. Bediuzzaman onları iman çizgisi içine çekerken, onların ona hakaret etmesi ehli beyt sevgisine ve geleneğine sığmaz! Bediuzzaman, bugün dünyada yaşanmakta olan mücadelenin net bir şekilde iman küfür mücadelesine dönüştüğünü fark ettiği için, bir ‘camiu’l-avâlim’ olarak davranmış, zerre miktar imana sahip herkesi ve her kesimi kucaklamaya çalışmıştır. Bu açıdan, ben gerçek Alevilerden, Bediuzzaman’a bir sahiplenme, en azından teşekkür beklerken, Zelyut gibi, kendisini ‘mümin bir alevi’ diye tanımlayan birinin Bediuzzaman’a ‘belauzzaman’ demesi haksızlıktır, talihsizliktir! Bediuzzamanın yaklaşımlarının farkında olan Aleviler bu haksızlığı telafi etmeli! BEDİUZZAMAN KİMİN BELASI? Mamafih onun fikirleri bazı kesimler için bela olmuş durumda cidden! Risale-i Nur’’la bir türlü baş edemedikleri, onun fikirlerinin yayılmasını asla durduramadıkları için kahrından ölen, her yola başvurdukları halde netice alamadıkları için kahrolan bir kesim var. Bunların en başında da Zındıka Komitesi geliyor. Onlar kendilerini bilirler! Onu bela gibi gören bir diğer kesim de ‘laikçi’ –laik demiyorum- dünya görüşüne sahip Kemalistlerdir. Onlar için Bediuzzaman hakikaten ‘bela’ sayılabilir. Hatırlayın, Firavun da Musa (as) için, ‘Sen uğursuzun tekisin. Sen ortaya çıktığından bu yana Mısır’ın başı retten kurtulmuyor, başımıza bela oldun” kabilinden şeyler söylemişti. (Araf,131). Bu açıdan bakıldığında, evet, hakikaten milletin başına bela olmuş birlerinin belası olmuş durumda Bediuzzaman! Kendisi öldüremediler. Fikirlerini öldüremediler. Dirisiyle baş edemediler, sonunda mezarını yok ettiler ama bu onları, korkularından koruyamadı! Dolayısıyla bugün Türkiye’nin onu tartışıyor olması, birçokları açısından ciddi bir bela. Onu bela gören sadece Kemalistler de değil. Maalesef bu tarafta gözüküp kendi küçük hayallerinin, onun muhteşem idealleriyle boy ölçüşemediğini gören diğer bir takım cücelerin de belası oldu o. Dolayısıyla Sayın Zelyut’un o yakıştırması bek de yabana atılır değil!. NURCULARA DÜŞEN GÖREV Tabii Bediuzzaman’ın böyle algılanmasında nurcuların da payı olsa gerek. Yani Sayın Zelyut gibi en azından ‘ateist’ olmayan bir alevi yazara bile Bediuzzaman’ı doğru anlatamamışlar. Onun dünyasında Hz. Ali’nin ne kadar müstesna bir yer uttuğunu, ehli beyte duyduğu derin muhabbetini, Hz. Ali’nin, Risale-i Nur öğretisindeki özel yerini, onun, Alevileri kucaklayan yaklaşımını anlatamamışlar. Bu hadise, ‘Risale-i nur’un Alevilere anlatılması zamanı geldi’ şeklinde algılanırsa, büyük bir hayra kapı açmış olur! Bediuzzaman, Risale-i Nur’a yönelik itirazlara karşı nasıl hareket edilmesi gerektiğini Kastamonu Lahikası’nda anlatıyor. O çerçevede bir heyet, Zelyut’u ziyaret edip, itirazlarına medeni cevaplar verebilir! Zira “medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşi barbarlar gibi icbar ile değildir” ZELYUTUN YANILGILARI Bu arada Sayın Zelyut’un bilmeyerek de olsa yaptığı bir iki hataya da değinmek istiyorum. Ne diyor Zelyut: -Said Kürt’tür. -Evet, Sait Kürtt’ür, hem de seyit bir Kürt!. Bunda ayıplanacak bir şey var mı? -Sait Kürtçüdür. —Hayır Sait Kürtçü değildir. Böyle bir iddia ahmakları bile güldürür. Şeytan tüm şeytanlığı ile gelse, onun Kürtçü veya Türkçü olduğunu ispat edemez. Çünkü o yalın bir iman eridir. Üzerinde pas karar kılmaz bir elmas kılınç gibi! -“Said Kürtlerin tealisi için çalışmış!” —Çalışmamış olsaydı asıl o zaman dûn himmetlik ederdi. Herkesin kavmi için bir şeyler yaptığı o yıkılış hengâmesinde, o da Kürt halkının uyanması, yükselmesi ve medeni halklar içindeki yerini alması için çalışmış ve onları, uyanmaları için sarsmıştır: “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz'iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile, kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.” (Divan-ı Harb-i Örfi, 58) Ne var bunda, ırkçılık mı yapmış? Hayır. Ama niyeti başka türlü olanlar, sözünün şurasına burasına bir şeyler ekleyerek onu maksatların alet etmek istiyorlar ama yapamazlar. O ne ırkçı bir Kürtçü ne de hain Kürt’tür! O tam bir İslam hamiyetperveridir. Bütün varlığı ile bir İslam milliyetçisidir. Kürtleri sever, çünkü onların arasında çıkmıştır. Türkleri sever, çünkü onların İslamiyet’e hizmetleri çok büyüktür. Arab’ı Farsı sever, çünkü dinde öncülük etmişlerdir. Çeçeni, çerkezi, boşnağı sever, çünkü bayrağı devralmışlardır. Onun kadar Türkleri sena etmiş ve Türk milletini İslam’a hizmetlerinden dolayı yüceltmiş biri daha yoktur. KENDİNİZİ MİLLETE SEVDİREMEDİ İSENİZ SAİD NE YAPSIN? Başka? -Efendim, Said Rejimi sevmiyormuş. —Ne yani? Sevmek zorunda mıdır? Hayır. Sevmemiştir, sevmediğini de yüzlerine karşı haykırmıştır. “Ben sizin rejiminizi sevmiyorum. Ama ilişmiyorum da” demiştir. Çünkü, başlangıçta taraftar olduğu cumhuriyetçilerin gerçek niyetleriyle, onun düşündüğü anlayış örtüşmemiştir. O rejimle mücadele etmiştir ama silah kullanarak filan değil. Fikrini söylemiş ve yaymıştır. Bunu yapmaya herkesin de hakkı var. Rejimin kurucularının elinde daha büyük imkânlar vardı. Mektepler, okullar, üniversiteler, bütün bürokratik daireler, kürsüler, meydanlar. Said’in elinde ne vardı? Onun fikrini yayabileceği yerler, hapishane koğuşları, üç beş köylü, dağ başları, kırlar, bayırlar… Bazen kuşlar gelip dinlerdi hem hemesini bazen sinekler. Yalnızdı hep. Kimse ile konuşmasına müsaade etmezlerdi. O da en çok ‘kardeşim’ dediği çınar ağacıyla hasbi hal ederdi. Rejimin sahipleri ona nefes bile aldırmıyorlardı. 17 kere zehirlemişlerdi. Onun iliştiklerini kanun koruyordu. Onu kanun bile koruyamıyordu rejimin hışmından! Bugün fikirleriyle milyonları etkilemişse ne günahı var? Sizin kanunlarla, dayatmalarla ayakta tutamaya çalıştığınız fikirleriniz demode olurken onun zindan odalarında tütün kâğıtlarına yazdığı fikirleri rağbet görmüşse suç onun mu? Rejiminiz tutmadı işte, tutmuyor. Üç darbe, bir yığın muhtıraya rağmen kendinizi millete sevdiremediniz. Ne yapalım şimdi? Bir de neymiş, “Said silahlı kalkışmanın tutmadığını görünce fikir mücadelesine başlamışmış! —E ne güzel işte. Adam silahlı eylemlere karışmamış, kimsenin huzurunu bozmamış. Milyonlarca deli fişek talebesi varken hiç birisini hiçbir eyleme bulaştırmamış. Daha ne yapsın. Hatta onları ‘dâhilde ne adına ve kim adına olursa olsun her türlü kargaşa ve asayişsizliğin millet ve vatan aleyhine olacağını’ söyleyerek, asayiş kuvvetlerinin yanında yer almalarını istemiş. Bu mu suç yani? Bir de tarikatçiliği var tabii! Bediuzzaman’a yönelik eleştiri yazanlarda, beni en çok eğlendiren ve güldüren ona yapılan ‘tarikatçi’ suçlamasıdır. Ne tuhaf değil mi? Tarikat erbabı olanlar, onu ‘zaman tarikat zamanı değil’ dediği için eleştiriyorlar, Rıza Zelyut gibi bihaber olanlar da onu tarikatçılıkla suçluyorlar. Sanki tarikatçılık çok kötü imiş gibi! Laikçi olmak, Kemalist olmak, roteryen olmak, mason olmak üç kağıtçı olmak zül değil, bir tarikata mensup olmak zül, öyle mi? Keşke ben hakiki bir ehli tarik olabilseydim. O Allah dostlarının yolunda olmak ne şeref!. Haaa Said, kendisi de 12 tarikatın virdini yaptığını söyler gerçi! Yani ona tarikatçı demek onun zoruna gitmez fakat tarikatçı değil! Bunu bile anlatamamışlar demek ki. Sayın Zelyut’tan başlayabilirler anlatmaya… M. Ali Bulut - Haber 7 mabulut@gmail.com Anahtar Kelimeler 27 Mart 2010 |
Forumca Ortak bir tepki metni hazırlayabiliriz...
Milli ve Manevi değerlerimize saldıran hödüklere gereken cevabı vermemiz gerektiği kanaatindeyim... |
bazı insanlar vardır ki onlar laftan anlamazlar işte buda o türlerden, Allah bunları dünyada daha çok tutar öteki tarafı daha iyi hakketsinler diye, Üstad'ımızı bu adam yazdığı saçma sapan bir yazıyla kirletemez, bunun gibi kaç bit o değerli insanı kirletmeye çalıştı başaramadı, burda bize düşen en büyük görev o muazzam insanı gelecek nesillere taşımak. Cenab-ı Hak şefatlerine nail eylesin inş.
|
Gönülden yazılarındaki kaynakları belirtirmisin ? Paylaşımın güzel ama kaynaklarla desteklersen başkalarıda faydalanabilir mesala ben kaynaklarla desteklersen yazını faydalanacağım .
|
güneş gazetesinin karanlık güçler adına tetikçilik yapan başyazarı bu seferde devleti aliyeye aşağılık bir iftira attı;
http://i1011.hizliresim.com/2010/11/19/2261.jpg bundan önceki bu konuya yüklediğim küpürler neden kaybolmuş ya |
belai zaman kendileridir.böyle alevi kültürüyle yetişmiş fakak islam alimlerine kin kusan zihniyeti konuşmak laf ve söze hakarettir.pislik herif..
|
hiicc kendimi yoramam...
ahmagin biri saf Altina,altin degil diyorsa.. birakin kendi cahilligi ile ugrassin... Bediuzzaman hazretleri devrin kutup yildizidir... bir ahmagin ettigi laflarla pariltisi sonmez... |
Nurculuk denen tarikat..?! bu kadar cahil adam köşe yazarı olursa olacağı bu...
Bütün zamanların fitneci,hasetçi,din düşmanı Belauzzamanları sizsiniz..! |
Herkes kendi içindeki pisliği ağzı vasıtası ile dışarıya kusar. Bu adam da öyle yapmış.
|
böyle pisliklerden bıktım artık her isteyen saygısızca ağzına geleni söyler oldu yeter be yeter el insaf!
|
All times are GMT +3. The time now is 08:07. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025