![]() |
Mektubat-ı şeriften....
1
BİRİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, kendi mürşidi, Evliyânın büyüğü, kalb ilmlerinin mütehassısı (Bâkî-billâh) hazretlerine yazılmışdır. İsm-i zâhire bağlı olan hâlleri ve Arşın üstündeki makâmlara yükselmeyi ve Cennetin derecelerini ve ba’zı Evliyânın mertebelerini bildirmekdedir: Kâmil ve herkesi kemâle kavuşduran, vilâyet derecelerine ulaşmış, nihâyeti başlangıca yerleşdirmiş olan yolda gidenlerin önderi, Allahü teâlânın beğendiği dînin kuvvetlendiricisi, şeyhimiz ve imâmımız şeyh Muhammed Bâkî Nakşîbendî ve Ahrârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes ve bellegahüllahü sübhânehü ilâ aksâ mâ yetemennâhü” hazretlerine, kölelerinin en aşağısı olan Ahmedden en yüksek makâma dilekcedir. Kıymetli emrlerinize uyarak bu mektûbu yüzümün karası ile yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hâllerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahü teâlânın zâhir ismi o kadar çok tecellî etdi ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hattâ nisâ şeklinde, onların organları hâlinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhûr başka hiçbir şeyde yokdu. Âlem-i emrdeki latîfelerin hâlleri ve acâib güzellikler bu şeklde görüldüğü kadar başka hiçbir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp kül oluyordum. Bunun gibi her yiyecekde, her içecekde ve her cismde ayrı ayrı tecellîler oldu. Lezzetli yemeklerde olan letâfet ve güzellik başka şeylerde yokdu. Tatlı şerbetler de, tatlı olmayanlardan böyle başka idi. Kısaca her tatlı şeyde başka başka kemâl vardı. Bu tecellînin incelikleri, yazmakla bildirilemez. Yüksek hizmetinizde bulunmakla şereflenmiş olsaydım, belki bildirmek nasîb olurdu. Bu tecellîlerin hepsi karşısında, yalnız (Refîk-ı a’lâ)yı istiyordum. Bu tecellîlere bakmamağa çalışıyordum, fekat kendimi tutamıyordum. Birdenbire, bu tecellîlerin, o zemânsız, mekânsız, hiçbirşeye benzemeyen varlığa bağlılığı değişdirmediğini anladım. Bâtın, ya’nî kalb ve rûh, hep ona bağlı idi. Zâhire hiç bakmıyordu. Zâhirde bu bağlılık yokdu. Zâhir, bu tecellîlerle şereflenmişdi. Bâtının gözü bu tecellîlere hiç kaymıyordu. Bunları bilmekden, görmekden yüz çevirmişdi. Zâhir, çokluğa ve iki varlığa bağlı olduğundan, bu tecellîlere uygun idi. Bir zemân sonra, bu tecellîler görünmez oldu. Bâtının şaşkınlığı ve bilgisizliği yine vardı. Tecellîler yok oldu. Bundan sonra, (FENÂ) hâsıl oldu. Te’ayyün geri geldikden sonra hâsıl olan Te’ayyün-i ilmî, bu fenâda yok oldu, bundan hiçbir şey kalmadı. Bu zemân islâm-i hakîkî başlamağa ve şirk-i hafînin alâmetleri yok olmağa başladı. İbâdetleri kusûrlu ve niyyetleri bozuk görmek ve kulluk ve yokluk alâmetleri görünmeğe başladı. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin ve merhametinizin bereketi ile kulluk ne demek olduğunu bildiriyor. Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlardan birinci çıkışda, uzun yolculukdan sonra, Arşın üstüne yükselince, Cennet yukarıdan kuş bakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının Cennetdeki makâmlarını görmek istedim. Dikkat etdim. Göründüler; makâmların sâhiblerini de o makâmlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve Ehl-i beyt imâmlarının ve Hulefâ-i Râşidînin ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve başka peygamberlerin makâmları ayrı ayrı göründü. Meleklerin yükseklerinin makâmları. Arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o kadar yükseltdiler ki, yeryüzünden Arşa kadar veyâ bundan biraz dahâ az, ya’nî Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrahül akdes” hazretlerinin makâmına olan uzaklık kadar ilerletdiler. Nakşibend hazretlerinin makâmının üstünde, büyüklerden birkaçının makâmı vardı. Bu makâmın az üstünde Ma’rûf-i Kerhî ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâzın makâmı vardı. Başka büyüklerin makâmları, bu makâmlardan biraz aşağıda ve bir çoğu bu makâmda idiler. Şeyh Alâüddevle ve Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ aşağıda idi. Ehl-i beyt imâmları bu makâmın üstünde idi. Bunların üstünde, dört halîfenin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” makâmları vardı. Peygamberlerin “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” makâmları, o Serverin “sallallahü aleyhi ve sellem” makâmının bir yanında idi. Meleklerin büyüklerinin “salevâtullahi ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” makâmları, bu makâmın öte yanında ve bu makâmdan ayrı idiler. O Serverin makâmı, bütün makâmların üstünde, en başda idi. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın yardımı ile, her istediğim zemân yükseltiyorlar. İstemeden de yükseltdikleri oluyor. Her birinde başka başka şeyler görülüyor. Hepsinin eserleri belli oluyor. Bunların çoğu unutuluyor. O hâllerin birkaçını yazmak istiyorum, fekat kalemi elime alınca hâtırlıyamıyorum. Çünki, hiçbirine kıymet vermiyorum. Hattâ bu hâllerden tevbe ve istigfâr edeceğim geliyor. Onun için yazmağa sıra gelmiyor. Bu bozuk yazılarımı doldururken birkaç şey hâtırımda idi, fekat hiçbirini yazmak nasîb olmadı. Saygısızlığımı uzatmıyayım. Molla Kâsım Alînin hâli çok iyidir. Kendini gayb etmiş, şü’ûrsuz, bitkin bir hâldedir. Cezbe makâmlarının hepsini aşdı. Kendi hâllerinin, sıfatlarının asldan geldiğini biliyordu. Şimdi, o sıfatları kendinden uzak görüyor. Kendini bomboş buluyor, hattâ sıfatları durduran nûru da kendinden ayrılmış görüyor. Kendini o nûrun öte tarafında buluyor. Sevdiklerimizin hepsinin hâlleri, her gün dahâ iyi olmakdadır. Bundan sonraki mektûbda inşâallahü teâlâ uzun uzun arz ederim, efendim |
Mektubat-ı şeriften....
2
İKİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Terakkîlerini ve Allahü teâlânın ihsânlarını bildirmekdedir: Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmedin yüksek makâma dilekcesidir. İstihâre yapmamızı emr buyuran mektûbu, Ramezâna yakîn bir zemânda Mevlânâ Şâh Muhammed getirdi. Ramezândan önce kapınızın eşiğini öpmekle şereflenmek için vakt bulamadım. Ramezândan sonra bu şerefe kavuşmayı düşünerek seviniyorum. Yüksek teveccühlerinizin bereketi olarak, Allahü teâlâdan durmadan birbiri ardı sıra gelen ihsânların hangi birini yazayım. Fârisî iki beyt tercemesi: Ben o toprağım ki, ilk behâr bulutu, Lutf eder, verir bereketli yağmuru. Vücûdumun her kılı dile gelse de, Şükr edemem ni’metlerinin hiçbirine. Böyle hâlleri bildirmek her ne kadar bir atılganlık ve saygısızlık sanılırsa da ni’metlerle sevinmeyi, övünmeyi de göstermekdedir. Fârisî beyt tercemesi: Beni toprakdan kaldıran, sultân ise eğer, Başım gökden yukarı olsa, elbet değer. Sahv ve Bekâya kavuşmak, Rebî’ul-âhır ayının sonunda başladı. Bugüne kadar her ânda tam bir Bekâ ile şereflendiriyorlar. Önce Şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” hazretlerinin Tecellî-i zâtî dediği hâlden sahve ya’nî uyanıklık, şü’ûr hâline getiriyorlar. Sonra sekr hâline götürüyorlar. İnerken ve çıkarken şaşılacak bilgiler, duyulmamış ma’rifetler veriyorlar. Her mertebede, bu mertebenin bekâsına uygun şühûd ile ve ihsânlarla şereflendiriyorlar. Ramezân-ı mubârek ayının altıncı günü bekâ ile şereflendirdiler. Öyle bir ihsânda bulundular ki, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Gücümün oraya kadar olduğunu anlıyorum. Hâlime uygun olan kavuşmak burada nasîb oldu. Cezbe tarafı şimdi temâm oldu. Cezbe makâmına uygun olan (Seyr-i fillah) başladı. Fenâ makâmı ne kadar temâm olursa, hâsıl olan bekâ da o kadar yüksek oluyor. Bekâ ne kadar yüksek olursa, sahv da o kadar çok oluyor. Sahv ne kadar çok olursa, islâmiyyete uygun bilgiler o kadar çok geliyor. Sahvın temâmı, bütünü peygamberler içindir “aleyhimüssalâtü vesselâm”. O büyüklerin bildirdikleri ma’rifetler de, dinleridir. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bildirdikleri îmân bilgileridir. Bu bilgilere uymayan ma’rifetler sekrden ileri gelmekdedir. Şimdi, bu fakîrin üzerine yağan ma’rifetlerin çoğu, islâmiyyetin bildirdiği ma’rifetlerin açıklamasıdır ve onları bildirmekdedir. Akl ile, düşünce ile anlaşılan bilgiler, şimdi keşf yolu ile ve kendiliğinden hâsıl olmakdadır ve topluca kazanılanlar, uzun ve açık olarak ele geçmekdedir. Fârisî beyt tercemesi: Dahâ söylersem eğer, çok uzun sürer, Korkarım, utanmazlığa kadar gider. Fârisî mısra’ tercemesi: |
Mektubat-ı şeriften....
3
ÜÇÜNCÜ MEKTÛB Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Sevdiklerinin belli bir makâmda kaldıklarını, birkaçının bu makâmı geçdiklerini ve tecellî-i zâtî makâmlarına kavuşduklarını bildirmekdedir: Yüksek makâmınıza sunulur ki, buradaki sevdiklerimiz ve oradaki sevdiklerimizden her biri, bir makâmda kalmışlardır. Onları bu makâmlardan kurtarıp çıkarmak güç oluyor. O makâmlara yakışan bir kuvveti kendimde bulamıyorum. Yüksek teveccühleriniz ve merhametleriniz ile Hak teâlâ ilerletiyor. Bu alçağın yakınlarından biri bu makâmdan kurtulup geçdi. Allahü teâlânın zâtının tecellîleri başladı. Çok güzel bir hâldedir. Ayağı, bu aşağı kölenizin ayağı üzerindedir. Başkalarının da ilerlemelerini umuyorum. Oradaki sevdiklerimizden birkaçının yaradılışı mukarreblere uygun değildir. Bunların hâli, ebrârın yoluna uygundur. Hâlleri böyle iken, elde etdikleri yakîn de büyük ni’metdir. Bu yolda olmalarına emr olunmaları uygundur. Fârisî mısra’ tercemesi: Herkesi bir iş için yaratmışlardır. Bunların ismlerini açıklamıyacağım. Çünki, yüksek varlığınıza gizli değildirler. Çok yazarak saygısızlık etmekden çekiniyorum. Bu kâğıdı doldurduğum gün, Mîr Seyyid Şâh Hüseyn, çalışırken şöyle gördüğünü söyledi: (Büyük bir kapı önüne gelmişim. Bu kapı, hayret, şaşkınlık kapısıdır dediler. İçeri bakdım, o yüksek zâtı ve seni gördüm. Ben de gireyim diye çok uğraşdım ise de, ayaklarımı kaldıramadım.) |
Mektubat-ı şeriften....4.mektup...
4
DÖRDÜNCÜ MEKTÛB Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kıymeti çok büyük olan Ramezân ayının üstünlüklerini ve (Hakîkat-i Muhammediyye)yi bildirmekdedir: Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar ki, çok zemândan beri yüksek kapınızın hizmetçilerinin hâllerini bildiren mubârek mektûbunuza kavuşmakla şereflenemedim; gözlerim yoldadır. Mubârek Ramezân ayının gelmesi hayrlı olsun. Bu ayın Kur’ân-ı kerîm ile tam bağlılığı vardır. Bu bağlılıkdan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda inmeye başladı. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde, (Kur’ân-ı kerîm Ramezân ayında indirildi) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtının ve şü’ûnlarının bütün kemâllerini kendinde toplamışdır, asl dâiresinin içindedir. Ona hiçbir zıl yaklaşmamışdır. (Kâbiliyyet-i Ûlâ) onun zıllidir. Ramezân-ı şerîf ayının Kur’ân-ı kerîm ile bağlılığı olduğu için, bu ayda bütün hayrları ve bereketleri kendinde toplamışdır. Bütün bir yıl içinde herhangi bir yoldan herhangi bir kimseye gelen bütün hayrlar ve bereketler, bu çok kıymetli ayın bereketleri denizinden bir damla gibidir. Bir kimse bu ayda kendini toparlarsa, bütün yılı iyi olarak geçer. Bu ayı kötülükle geçirirse, bütün senesi kötü geçer. Ramezân-ı mubârek ayı bir kimseden râzı olursa, o kimseye müjdeler olsun. Bir kimseye gücenirse, bereketlerinden ve hayrlarından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun! Bu ayda, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmek, aslın bütün kemâllerine ve zıllin bütün bereketlerine kavuşmak için olabilir. Ramezân-ı şerîfde Kur’ân-ı kerîmi hatm eden kimsenin bereketlerine kavuşması hayrlarından pay alması umulur. Bu ayın günlerinin bereketi başka, gecelerinin hayrları başkadır. İftârda acele etmenin ve sahûru gecikdirmenin, böylece gecesi ile gündüzünün tam ayrılmasının sünnet olması, bu incelikden ileri gelebilir. Yukarıda söylediğimiz (Kâbiliyyet-i Ûlâ)ya (Hakîkat-i Muhammediyye) de denir “alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bu, bütün sıfatları bulunan (Kâbiliyyet-i zât) demek değildir. Büyüklerden birkaçı böyle demiş ise de, öyle değildir. Zât-i ilâhînin ilm i’tibârının kâbiliyyetidir ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati olan, zâtın ve şü’ûnlarının kemâllerinin hepsine bağlıdır. Sıfatlara bağlı olan ve zât ile sıfatlar arasında bir geçit olan (Kâbiliyyet-i ittisâf), ondan başka bütün Peygamberlerin hakîkatlarıdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât”. Bu kâbiliyyet, kendisinde birçok (İ’tibârat) bulunmak düşüncesi ile, birçok hakîkatlar olmuşdur. Hakîkat-i Muhammediyye olan kâbiliyyet, kendisinde, zılliyet bulunmakla berâber, sıfatlara benzemez. Zât-i ilâhî ile arasında hiç bir perde yokdur. Muhammedî yaratılmış olan evliyânın hakîkatları, Zât-ı ilâhînin ilm i’tibârı ile olan kâbiliyyetleridir. Bu kâbiliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhî ile o çeşidli kâbiliyyetler arasında bir geçitdir. Bu kâbiliyyete onlardan birinin adı da verilir. Çünki, bu kâbiliyyet sıfatlara yakındır. Sıfatlarda olan ilerleme, bu kâbiliyyete kadar olur. Bunun için, bu kâbiliyyete (Hakîkat-i Muhammediyye) denilmişdir. Bu kâbiliyyet-i ittisâf, gözden hiç yok olmadığı için, buna o kâbiliyyetlerin de ismi verilmişdir. Çünki, hakîkat-i Muhammediyye, arada hep perdedir. Kâbiliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhîde bir i’tibârdır ve sâlikin gözünden yok olabilir. Yok olduğu da bilinmekdedir. Kâbiliyyet-i ittisâf da, i’tibâr ise de, arada geçit gibi olduğundan, sıfatlar gibi, zâtdan başka, ayrıca vardır ve gözden yok olamaz. Bunun için, bu perdenin aradan hiç kalkmadığını söylemişlerdir. Asl ve zıllî bir arada toplayan makâmın böyle bilgileri çok gelmekdedir. Bunların çoğu kâğıd üzerine yazıldı. (Makâm-ı kutbiyyet), zıl makâmının bilgilerinin inceliğinin kaynağıdır. (Ferdiyyet mertebesi), zıl dâiresinin ma’rifetlerinin gelmesine vâsıtadır. Zıl ile aslı birbirinden ayırmak, bu iki ni’mete kavuşmadan olamaz. Bunun içindir ki, büyüklerden çoğu, kâbiliyyet-i ûlâya (Te’ayyün-i evvel) diyorlar ve zâtdan ayrı değildir diyorlar. (Tecellî-i zâtî), bu kâbiliyyeti görmekdir diyorlar. İşin doğrusu, bizim bildirdiğimiz gibidir. Allahü teâlâ, işin doğrusunu doğru olarak bildirir ve dilediğini doğru yola kavuşdurur. Yazmak emr olunan şeyleri bitiremedim. Yazılanlar öylece kaldı. Bu duraklamanın hikmeti acaba nedir? Mektûbu sıkılmadan dahâ uzatmak edebsizlik olur. |
Mektubat-ı şeriften....5.mektup...
5
BEŞİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kendisini çok sevenlerden Hâce Bürhânı gönderdiği ve onun ba’zı hâlleri bildirilmekdedir: Yüksek kapınızın hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed, (Hâcegân) “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” hazretlerinin tarîkatını bildiren küçük bir kitâb yazarak, mubârek huzûrunuza gönderdim. Dahâ müsvedde hâlindedir, mubârek büyüğümüz okudukdan sonra bir dahâ yazılacakdır. Hâce Bürhân, yola çabuk çıkdığı için bir dahâ yazmağa vakt olmadı. Bundan sonra, belki başka bilgiler de ona eklenir. Bir gün (Silsile-tül Ahrâr) kitâbına bakıyordum. Kısa aklıma şöyle geldi ki, yüksek makâmınıza yazayım. Oradaki bilgilerden birkaçı üzerinde ayrıca bir şeyler yazılsın, yâhud bu fakîrin yazması için emr buyurulsun. Bu düşüncem gitgide kuvvetlendi. Buna bağlı ba’zı bilgiler, bu müsveddeye eklendi. Bu arada, o kitâbdaki ba’zı bilgiler de müsveddeye yazıldı. Bu bakımdan bu müsvedde, o kitâbın eki yapılırsa uygun olur, yâhud müsveddedeki bilgilerden uygun olanları seçilerek o kitâba ek yapılırsa, yine iyi olur. Dahâ ileri gitmek edebe aykırı olacakdır. Hâce Bürhân, bugünlerde güzel işler yapdı. Cezbe makâmına bağlı olan üçüncü seyrden bir şeylere kavuşdu. Günlük geçim düşüncesi kendisini üzmekdedir. Yüksek kapınıza gelmişdir. Kıymetli emrleriniz onun için büyük kazanç olacakdır. |
Mektubat-ı şeriften....6.mektup...
6
ALTINCI MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Cezbe ve sülûke kavuşmağı ve cemâl ve celâl sıfatları ile terbiye olmağı ve Fenâ ve Bekâyı ve Nakşibendiyye bağının üstünlüğünü bildirmekdedir: Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza bildirir ki, tam mürşid olan Allahü teâlâ, sizin yüksek teveccühlerinizin yardımı ile, cezbe ve sülûk yollarının her ikisi ile de terbiye etmekdedir. Cemâl ve celâl sıfatları ile yetişdirmekdedir. Şimdi cemâl, celâl oldu ve celâl, cemâl oldu. (Risâle-i kudsiyye) kitâbının açıklamalarından bir kaçında, bu yazıyı açık anlaşıldığı gibi yazmayıp, hayâle gelen şeyleri yazmışlardır. Bu yazıyı açık anlaşıldığı gibi yazmak yerinde olur. Başka dürlü yazmak, anlaşılanı başka şekle çevirmek yersiz olur. Bu terbiye ile yetişmenin alâmeti, Zât-i ilâhînin sevgisinin hâsıl olmasıdır. Bundan önce bu sevgi hâsıl olamaz. Zât-i ilâhînin sevgisinin hâsıl olması (Fenâ)nın alâmetidir. (Fenâ), mâsivâyı unutmak demekdir. Allahü teâlâdan başka her şeye (Mâsivâ) denir. Bütün ilmler göğüsden silinmedikçe, tam bir câhillik hâsıl olmadıkça, Fenâ elde edilemez. Bu câhillik ve şaşkınlık, aralıksız olur; hiç yok olmaz. Bir zemân hâsıl olup başka zemân yok olması düşünülemez. Bekâdan önce tam bir câhillik vardır. Bekâdan sonra, bilgi ile bilgisizlik bir arada bulunur. Hiçbirşey bilmez iken, şü’ûru yerindedir. Tam bir şaşkınlık varken, huzûr içindedir. Bu makâm, (Hakk-ul yakîn) makâmıdır. Burada bilgi ve görmek birbirine perde olmaz. Bu câhillikden önce bulunan bilginin hiç kıymeti yokdur. Bu câhillik varken ilm de verilirse, kendinde olur. (Şühûd), ya’nî bâtın ile görmek varsa, yine kendindedir. Ma’rifet veyâ hayret ya’nî ma’rifetsiz olmak, şaşkınlık varsa yine kendindedir. Kendinden başka şeyleri gördükçe, kendinde de görmüş olsa dahî, ilerleyememiş demekdir. Dışarıyı görmesinin büstünü yok olması lâzımdır. Hâce Behâeddîn “kaddesallahü sirrehül’azîz” hazretleri buyuruyor ki, (Ehlüllah, ya’nî Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her bildiklerini kendilerinde bilirler. Onların hayretleri, bilgisiz olmaları kendilerindedir). Bundan da açıkça anlaşılıyor ki, şühûd ve ma’rifet ve hayret yalnız kendindedir. Bunların hiçbiri dışarıda yokdur. Bu üçünden biri dışarıda oldukça, kendinde de olsa dahî, Fenâya hiç kavuşamamış demekdir. Fenâ olmayınca, Bekâ nasıl olabilir? Fenâ ve Bekâ mertebesinin sonu budur. Bu Fenâ tamdır ve tam olan Fenâ her şeyin yok olmasıdır. Bekâ da, Fenâya göre olur. Bunun içindir ki, Ehlüllahdan bir çoğu, Fenâ ve Bekâ hâsıl oldukdan sonra, dışarıda da görürler. Fekat bizim büyüklerin yolu bütün yolların üstündedir. Fârisî beyt tercemesi: Her aynası olanı, İskender sanma! Her saçını keseni, kalender sanma! Bu yolun büyüklerinden birini veyâ ikisini yüzlerce sene sonra bu makâma kavuşdurmakla şereflendirirler. Başka yolları artık düşünmelidir. Bu yol, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kuddise sirruh” hazretlerine bağlanmakdadır. Bu yolu temâmlayan, kuvvetlendiren ise, hâcelerin hâcesi olan Hâce Behâeddîn-i Nakşibend “kuddise sirruh” hazretleridir. Bunun halîfelerinden Hâce Alâ’üddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri de bu ni’mete kavuşmakla şereflenmişdir. Fârisî mısra’ tercemesi: Bu büyük ni’meti acaba kime verirler? Şaşılacak şeydir ki, önce, her belâ ve sıkıntı gelince sevinirdim, derd ve belâ arardım. Elimden dünyâlık çıkınca da tatlı gelirdi. Hep böyle olmasını isterdim. Şimdi ise, sebebler âlemine getirdiler. Kendi zevallılığımı, aşağılığımı görmeye başladım. Az bir sıkıntı gelince, hemen üzülüyorum. Her ne kadar üzüntü çabuk bitiyor, hiç kalmıyor ise de, önce üzüntü gelmeden olmuyor. Bunun gibi önce, belâların ve sıkıntıların gitmesi için düâ ederken, bunların gitmesini, yok olmasını düşünmüyordum. (Bana yalvarınız!) emrine uymak istiyordum. Şimdi ise, belâların, sıkıntıların gitmesi için düâ ediyorum. Eskiden korkular, üzüntüler yok olmuşdu, şimdi yine geldiler. Eski hâllerin hep sekr, şü’ûrsuzlukdan ileri geldiğini anladım. Sahv, ya’nî şü’ûrlu olunca, câhiller için olan şeyler hâsıl olmakdadır. Böylece zevallılık, yalvarmak, korkmak, üzülmek, sıkılmak, sevinmek oluyor. Başlangıçda düâ etmek, belâdan kurtulmak için değildi. Bunu düşünmek gönlüme iyi gelmiyordu. Fekat, hâl kaplamışdı. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” düâlarının böyle olmadığını düşünüyordum. Onlar, bir şeye kavuşmak için düâ ediyorlardı. Şimdi, bu hâl ile şereflendirdiler. İşin iç yüzünü açıkladılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” düâlarının zevallılıkla, düşkünlükle, korku ile olduğu, yalnız emre uymak için olmadığı anlaşıldı. Yalnız yüksek emrinize uymuş olmak için, hâsıl olan şeylerden bir çoğunu arasıra bildirmekle saygısızlık yapmakdayım. |
Mektubat-ı şeriften....7.mektup...
7
YEDİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kendisinin şaşılacak birkaç hâlini bildirmekde ve birkaç şey sormakdadır: Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza bildirir ki, Arşın üstündeki makâma, rûhumun yükselerek ulaşdığını anladım. Burası Hâce Behâeddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretlerinin makâmı idi. Bir zemân sonra, maddeden yapılmış olan bu bedenimi de, o makâmda buldum. O zemân böyle anladım ki, bu madde âlemi ve gökler aşağıda kaldı. İsmleri ve nişânları yok oldu. O makâmda yalnız Evliyânın büyüklerinden birkaçı vardı. O zemân bütün âlemi o mahâlde ve o makâmda kendime ortak buldum. Onlardan temâmen ayrı olduğum hâlde kendimi onlarla birlikde görünce şaşırdım kaldım. Zemân zemân öyle hâller hâsıl oluyor ki, ne kendim kalıyorum ve ne âlem kalıyor. Gözüme hiçbirşey görünmüyor. Hâtırıma birşey gelmiyor. Şimdi de bu hâldeyim. Âlemin varlığını ve yaratılmış olduğunu ne biliyorum ne görüyorum. Bundan sonra yine o makâmda yüksek bir köşk görüldü. Bir merdiven konuldu. Oraya çıkdım. Bu makâm da, âlem gibi yavaş yavaş aşağı indi. Her ân yükseldim. Orada abdestin şükr nemâzını kılmak hâtırıma geldi. Kıldım. Çok yüksek bir makâm görüldü. Nakşibendiyyenin dört büyük Hâcesini orada gördüm. [Bu dört zâtın “kaddesallahü esrârehüm” Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî ve Hâce Muhammed Behâeddîn-i Nakşibend ve Hâce Alâ’üddîn-i Attâr ve Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr oldukları zan olunur.] Seyyid-üt-tâ’ife Cüneyd ve bunun gibi birkaç velî de orada idi. Birkaç velî bu makâmdan dahâ yukarıda idi. Fekat bunun direklerini tutmuş oturuyorlardı. Birkaç velî de bu makâmdan dahâ aşağıda idi. Derecelerine göre yer almışlardı. Kendimi bu makâmdan çok uzakda gördüm. Hattâ bu makâmla hiçbir ilgim yok idi. Bunun için çok üzüldüm. Aklımı kaçıracak gibi oldum. Aşırı üzüntüden ve sıkıntıdan canım çıkacak idi. Çok zemân bu hâl üzere kaldım. Sonunda, yüksek teveccühleriniz ve yardımlarınız ile kendimi o makâma ilişik gördüm. Önce başımı onun yüksekliğinde buldum. Kendim de yükselerek o makâmın üstünde oturdum. İyice inceliyerek, o makâmın tam bir tekmîl makâmı, ya’nî sâlikleri kemâle erdirenlerin makâmı olduğu anlaşıldı. Sülûk, ya’nî tesavvuf yolculuğunda en son bu makâma varılır. Tam sülûk yapmamış olan meczûb bu makâma kavuşamaz. O makâmda şöyle düşündüm ki, çok zemân önce yüksek kapınızda bildirdiğim rü’yâ ile bu makâma yetişmiş oldum. O rü’yâda emîr-il-mü’minîn hazret-i Alî “kerremellahü teâlâ vecheh” (Göklerin ilmini sana bildirmek için geldim) buyurmuşdu. İyi dikkat ederek bu makâmın, Hulefâ-i Râşidîn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasında yalnız Emîr hazretlerine ayrılmış olduğunu anladım. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Kötü huyların her ân kendimden ayrılarak uzaklaşdıkları görülüyor. Birçoklarının iplik gibi çıkdıkları, başkalarının solucan gibi ayrıldıkları belli oluyor. Bir vakt geliyor ki, tam ayrıldıkları anlaşılıyor. Başka bir zemân, başka birşey yine görülüyor. Ba’zı hastalıkların ve sıkıntıların gitmesi için teveccüh ederken, Allahü teâlânın bu teveccühden râzı olup olmadığını bilmek lâzım mıdır, yoksa lâzım değil midir? (Reşahât) kitâbında hâce Nakşibend “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretlerini anlatırken bildirdiklerinden, lâzım olmadıkları anlaşılıyor. Siz, bunun için nasıl emr buyuruyorsunuz? Böyle teveccühde bulunmak bu fakîre tatlı gelmiyor. Tâliblerde huzûr hâsıl oldukdan sonra, zikr etmelerine son vererek bu huzûr üzerinde durmaları lâzım mıdır, değil midir? Huzûrun hangi mertebesinde zikr yapılmaz? Burada öyle sâlikler var ki, başlangıçdan sonuna kadar zikr yapıyorlar. Zikri hiç bırakmıyorlar. Nihâyete kadar yaklaşıyorlar. İşin doğrusu nasıldır? Ne yapmamız emr buyurulur? Yüksek kapınıza dördüncü olarak sunulur ki, Hâce hazretleri [ya’nî, Ubeydüllah-i Ahrâr] (Fıkarât) kitâbında buyuruyor ki, (Sonunda zikr yapmak emr olunur. Çünki, birçok dilekler vardır ki, zikrsiz ele geçmez). Bu dileklerin ne olduğunu beyân buyurunuz. Beşinci olarak yüksek kapınıza sunulur ki, çok kimse geliyor tarîkat öğretilmesini istiyorlar. Fekat, yidikleri lokmaların halâl olmasını gözetemiyorlar. Bu gevşek davranışları ile birlikde huzûra ve biraz şü’ûrsuzluğa kavuşdukları görülüyor. Lokmalara dikkat etmeleri için sıkışdırılacak olursa, istekleri gevşek olduğundan, büsbütün bırakıp gidecekler. Bunlara ne yapmamız emr buyurulur? Birçokları da, yalnız bu şerefli zincire halka olmak istiyor, zikr öğretilmesini istemiyorlar. Bu kadarcık bağlanmaları câiz midir, değil midir? Eğer câiz ise, nasıl yapacağımızı emr buyurunuz? Sözü dahâ uzatmak saygısızlık ve tam edebsizlik olur. |
mektubat-ı şeriften 8.mektup
8
SEKİZİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Bekâ ve sahv makâmındaki hâlleri bildirmekdedir: Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza sunar ki, sahva getirdikleri ve bekâya kavuşdurdukları günden beri şaşılacak bilgiler ve işitilmemiş ma’rifetler durmadan, birbiri ardınca ihsân olunmakdadır. Bunların çoğu, büyüklerin söylediklerine ve bildirdiklerine uymamakdadır. (Vahdet-i Vücûd) ve buna benzer şeyler için söyledikleri şeyleri dahâ o hâlin başında ihsân etdiler. Çoklukda, ya’nî mahlûklar aynasında birliği, ya’nî yaratanı görmek hâsıl oldu. Bu makâmdan çok yukarı derecelere çıkardılar. Bu bilgilerden çeşid çeşid bildirdiler. Fekat, o makâmların ve ma’rifetlerin alâmetleri, işâretleri, o büyüklerin sözlerinden açıkça anlaşılamıyor. Büyüklerden birkaçının sözlerinde kısaca ve kapalı bildirilmişdir. Bunların doğru olduğuna en sağlam şâhid, islâmiyyet ve Ehl-i sünnet âlimlerinin söz birliği ile bildirdiklerine uygun olmalarıdır. Hiçbirşey dîn-i islâma uygunsuz olmuyor. Hiçbiri felesoflara ve onların kısa aklları ile anlayıp bildirdiklerine uygun düşmüyor. Hattâ, islâm âlimlerinden olup da, Ehl-i sünnetden ayrılmış olanların bildirdiklerine de uymuyor. Kazâ ve kader bilgisinde, kulun kuvveti işe te’sîr etdiği gösterildi. İşi yapmadan evvel gücü, kudreti yokdur. İş yapılırken kudret verilir. Teklîf, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi sebeblerde ve uzvlarda selâmet bulunduğu zemân yapıldığı anlaşıldı. Bu makâmda kendimi Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinin izinde buluyorum. Kendileri bu makâmda idi. Hâce Alâ’üddîn-i Attâr hazretleri de, bu makâmdan pay almışdır. Bu yüksek zincirin büyük halkalarından biri, hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleridir. Eski büyüklerden, hâce Ma’rûf-i Kerhî ve imâm-ı Dâvüd-i Tâî ve Hasen-i Basrî ve Habîb-i Acemî “kaddesallahü teâlâ esrârehümül mukaddese” hazretleri de bu makâmdadırlar. Bu makâmdaki hâllerin sonu, tam bir uzaklık ve yabancılıkdır. İş ilâc kabûl etmez hâle gelmişdir. Perdeler arada oldukça çalışarak, uğraşarak perdeler kaldırılabilir. Şimdi kendini büyük bilmesi en büyük perdesidir. Onu bu dertden kurtaracak bir tabîb ve okuyacak bir sâlih yokdur. Sanki tam bir yabancılığa ve ayrılığa, kavuşmak ve birleşmek adını vermişler. Yazıklar olsun! Yûsüf ile Zelîhânın beyti onun hâline uygundur. Fârisî beyt tercemesi: Defi dinliyor ve bu ses dostdandır diyor, Def çalanın eline, ondan kuvvet geliyor. Şühûd nerede ve gören kimdir ve görülen nedir? Fârisî mısra’ tercemesi: Yüzünü mahlûka nasıl gösterir O? Arabî mısra’ tercemesi: Toprağa olan nerede, her şeyin sâhibine olanlar nerede? Kendimi güçsüz yaratılmış bir kul biliyorum. Bütün âlemi de ve herşeyin yaratanı olan tam kudret sâhibini de biliyorum. Ve Onu yaratıcı ve herşeye gücü yetici olmakdan başka dürlü bilmiyorum. Mahlûklarına benzemesi ve herşeyde Onun görünmesi gibi şeyler bilmiyorum. Fârisî mısra’ tercemesi: Hangi aynada görülebilir O? Ehl-i sünnet âlimleri ba’zı işlerinde kusûr yapsa bile, onların Allahü teâlâ için ve Onun sıfatları için söyledikleri bilgiler, o kadar çok doğru ve o kadar çok nûrludur ki, o sözlerin güzelliği yanında, o kusûrları hiç görünmüyor. Tesavvufculardan çoğu, o kadar riyâzetler ve mücâhedeler, sıkıntılar çekdikleri hâlde, Allahü teâlânın zâtı için, sıfatları için inanışları, tam doğru olmadığından, bunlarda öyle güzellik görülmüyor. Bunun için, âlimlere ve ilm öğrenenlere muhabbet çok oluyor. Onların hâli, tatlı geliyor. Onların arasında bulunmak istiyorum. Dört başlangıçdan olan (Telvih) kitâbını onlarla konuşmak ve (Hidâye) fıkh kitâbını onlarla birlikde okumak arzû ediyorum. Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûklarla berâber olduğunu ve her şeyi kaplamış olduğunu, âlimlerin bildirdikleri gibi anlıyorum. Bunun gibi, Allahü teâlâ bu mahlûklar değildir. Bunlara bitişik, bunlardan ayrı, bunlarla birlikde, bunlardan uzak, âlemi kaplamış, herşeye sinmiş olmadığını biliyorum. İnsanların kendilerini ve sıfatlarını ve işlerini Allahü teâlâ yaratıyor, biliyorum. Onların sıfatlarının, Onun sıfatı ve onların işlerinin Onun işleri olmadığını anlıyorum. Her işin Onun kudreti ile yapıldığını, mahlûkların kudretleri ile olmadığını anlıyorum. Ehl-i sünnet âlimleri de böyle söylemekdedir. Allahü teâlânın yedi sıfatının var olduğunu ve irâde sıfatının da olduğunu biliyorum. Kudret sıfatının, bir işi yapmağa ve yapmamağa gücü yetmek olduğunu iyi anlıyorum. İsterse yapar, istemezse yapmaz demek değildir. Çünki, istemezse demek, irâde sıfatı yok demekdir. Bu ise olamaz. Kudreti, felesoflar ve ba’zı tesavvufcular böyle anlamışlardır. Bu sözleri, Allahü teâlânın mecbûr olmasını gösterir. Onu tabî’at kanûnları gibi yapmış olurlar. Her şeyi tabî’at yapıyor demelerine uygun olur. Kazâ ve kader bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi anlıyorum. Mal sâhibi, mülk sâhibi, kendi malını, mülkünü dilediği gibi kullanır. İnsanların bir işe uygun yaratılmasını, ya’nî kâbiliyyet ve isti’dâdı, hiç te’sîrli görmüyorum. Çünki, te’sîr olursa insanlar mecbûr edilmiş olur. Allahü teâlâ seçer, dilediğini yapar. Başa gelenleri bildirmek vazîfe olduğu için, saygısızlık olacak kadar yazdım. Fârisî mısra’ tercemesi: Köle, kendi haddini bilmelidir. |
mektubat-ı şeriften 9.mektup
9
DOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Geri dönüş makâmlarındaki hâlleri bildirmekdedir: Bu köleniz, gaflet uykusuna dalmışdır.Yüzü siyâhdır, kusûrları çokdur, huysuzdur, eline geçen birkaç şeye aldanmışdır. Kavuşmak ve yükselmek düşüncesi ile başı dönmüşdür. Her işi, sâhibine karşı gelmekdir. İyi, fâideli şeyleri yapmaz. Herkes görsün diye süslenir. Allahü teâlânın her ân gördüğü gönlünü yıkmakdadır. Hep gösteriş için çalışmakdadır. Bunun için gönlü, rûhu kararmakdadır. Sözleri, düşüncelerine uymaz. Düşünceleri de hep saçmadır. Bu gaflet uykusundan, bu saçma düşüncelerden ele ne geçebilir? Böyle sözlerin, böyle düşüncelerin ne fâidesi olur? Hep zararda, hep alçalmakdadır. Anlayışı kıt, gitdiği yol bozukdur. Fesâd karışdırır, kötülüklere sebeb olur. Başkalarına zararı çok, kendi günâhları pek çokdur. Ayblardan, kusûrlardan yapılmış bir heykel gibidir. Günâhlar yığınıdır. İyilik olarak yapdıkları bir işe yaramaz, hep atılır. Fâideli ve güzel bildiği işleri hep kötüdür, beğenilmez. (Çok Kur’ân-ı kerîm okuyan vardır ki, Kur’ân-ı kerîm ona la’net eder) hadîs-i şerîfi tam onun hâline uygundur. (Çok oruc tutanlar vardır ki, orucundan eline geçen yalnız açlık ve susuzlukdur) hadîs-i şerîfi onun hâlini göstermekdedir. Bu hâlde olan bir kimseye ve makâmı, derecesi, kemâli böyle olana yazıklar olsun. Onun istigfâr etmesi de, günâhlarından dahâ büyük bir günâhdır. Tevbesi, başka çirkin işlerinden de dahâ çirkindir. Bozuk olan kimsenin her işi de bozuk olur, demişlerdir. Fârisî mısra’ tercemesi: Buğdaydan arpa, arpadan buğday çıkmaz elbet! Onun hastalığı, iliğine, kemiğine işlemişdir. İlâc fâide vermez. Temelinden bozukdur, ta’mîr ile düzelmez. Bir şeyin özünde, yapısında bulunanlar, ondan ayrılmaz. Fârisî mısra’ tercemesi: Habeşden siyâhlık ayrılmaz, çünki kendi rengidir. Ne yapılabilir, Bekara, A’râf, Tevbe, Nahl sûrelerinde ve Rûm sûresinin dokuzuncu âyetinde (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Fekat onlar kendilerine zulm ediyorlar) buyuruldu. Evet, tam iyiliğe karşı tam kötülük lâzımdır. Böylece iyilik tam olarak meydâna çıkar. Herşey, zıddı ile, tersi ile anlaşılır. Hayr ve kemâl hâzır olunca, bunlara şer ve naks lâzım olur. Çünki, iyiliğe ve güzelliğe elbette ayna lâzımdır. Birşeyin aynası onun karşısında olur. Bundan dolayı iyiliğin aynası kötülükdür. Aşağılık da, üstünlüğün aynasıdır. Bunun içindir ki, birşeyde aşağılık ve kötülük ne kadar çok olursa, iyiliğin ve üstünlüğün o şeyde görülmesi de, o kadar çok olur. Şaşılacak şeydir. Yukarıda saydığımız kötülükler iyiliğe döndüler. Bu kötülükler, bu aşağılıklar, iyiliklerin ve üstünlüklerin yeri oldu. İşte bunun için, abdiyyet, kulluk makâmı, her makâmdan dahâ üstündür. Çünki, bu söylediklerimiz, (Abdiyyet makâmı)nda tamdır ve en çokdur. Sevilenleri bu makâma indirmekle şereflendirirler. Sevenler, görmenin zevkinden tad almakdadır. Kulluğun tadını almak ve ona alışmak ise, sevilenler içindir. Sevenler, sevgiliyi görmekle râhatlanır. Sevilenlerin râhatlığı ise, sevgiliye kul olmakdadır. Onlar kulluğa alışarak bu devlete kavuşdurulur. Bu ni’metle şereflendirilir. Kulluk meydânında yarışanların başı, din ve dünyânın efendisi, geçmişlerin ve geleceklerin en üstünü ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmdır. Bir kimseyi, ihsân ederek, acıyarak bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmak isterlerse, ona Resûlullaha tam uyabilmek ni’metini verirler. O servere “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” uymakla, o yüksek makâma ulaşdırırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsanların sâhibidir. Şerrin ve aşağılığın çok olması demek, bunu zevkle anlamak demekdir. Yoksa, kötü, aşağı bir kimse olmak değildir. Böyle anlayışlı kimse, Allahü teâlânın ahlâkını huy edinmiş kimsedir. O ahlâkı huy edinmenin fâidelerinden biri de, böyle anlayış sâhibi olmakdır. Bu makâmda kötülük, aşağılık hiç bulunabilir mi? Ancak bunların bilgisi bulunur. Bu ilm, tam bir şühûd ile hâsıl olduğu için tam bir yükseklikdir. Öyle bir iyilikdir ki, herşey onun yanında kötülük görülür. Bu görüş, nefs-i mutmainnenin kendi makâmına inmesinden sonra ele geçer. Bunun için kul, zevkinden geçmedikçe ve kendini yere vurmadıkça ve işi buraya vardırmadıkça, Mevlâsının yüksekliğinden bir şey anlayamaz. Nerede kaldı ki, kendini mevlâ bile ve kendi sıfatlarını Onun sıfatları sana. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok uzak, çok yüksekdir. Böyle bilmek ismlerde ve sıfatlarda ilhâddır, zındıklıkdır. A’râf sûresi yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde, (Allahü teâlânın ismlerinde ilhâd edenleri, ya’nî ismleri değişdirenleri terk edin. Onlar âhıretde yapdıklarının cezâsını çekeceklerdir) bildirilen mülhidlerdendirler. [Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın ismlerini değişdirenlerin, terceme edenlerin, doksandokuz ismden başka ism söyleyenlerin, kıyâmetde azâb çekeceklerini bildiriyor. Allah yerine tanrı diyenlerin bu âyet-i kerîmeden korkmaları, tevbe etmeleri lâzımdır.] Cezbesi sülûkdan önce olan herkes sevilmişlerden olamaz. Fekat sevilmişlerden olmak için cezbenin önce olması şartdır. Evet, her cezbede sevilmişlerden az birşey vardır. Çünki sevilmiş olmayanlarda cezbe olmaz. Bu az birşey sonradan hâsıl olmuşdur. Kendinden değildir. Kendisinde bulunan mahbûbiyyet hiçbirşeye bağlı değildir. Sona varan her sâlik cezbeye kavuşur. Fekat çoğu sevenlerdendir. Dışarıdan az bir sevilmişlik gelmişdir. Bu kadar şey sevilmişlerden olmak için yetişmez. Dışarıdan sevilmişliği getiren sebeb, tezkiye ve tasfiyedir, ya’nî kalbin ve nefsin temizlenmeleridir. Başlangıçda olan birçok sâliklerde de, O Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” uydukları için, az bir sevilmişlik hâsıl olur. Bu sevilmişliği müntehîde de husûle getiren, yine o Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” uymakdır. Sevilmişlerde de kendilerine ihsân edilmiş olan bu ni’metin meydâna çıkması, yine o servere “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” uymağa bağlıdır. Hattâ, kendilerine, sevilmiş olmak ni’metinin verilmesi de, o Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” bağlılıkları olduğu içindir. Onun rabbi ya’nî terbiye edicisi, yetişdiricisi olan ism, o Serverin “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” rabbi olan isme yakîn olduğu için sevilmişlerden olmuşdur. Bunun için bu se’âdete kavuşmuşdur. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Herkes, sonunda Onun huzûruna çıkacakdır. Haklıyı meydâna çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren, doğru yola kavuşduran Odur. |
mektubat-ı şeriften 10.mektup
10
ONUNCU MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kurb ve bu’d ve firâk ve vaslın bilinmeyen ma’nâlarını arz etmekdedir: Kapınız hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed, yüksek huzûrunuza sunar ki, çok zemân oluyor, o yüksek kapı hizmetçilerinden haber gelmedi. Gözlerimiz yoldadır. Fârisî beyt tercemesi: Şaşmayınız! Rûhuma hayât veriyor her ân, Haber geldikce hep, uzakda kalan dostumdan. Huzûrunuza kavuşmak ni’metine lâyık olmadığımı biliyorum. Fârisî mısra’ tercemesi: Hayvanlarınızın çanını uzakdan işitmek bana yeter! Şaşılacak şeydir. Çok uzakda kalmağa yakınlık adını vermişler. Ayrılığın en çoğuna kavuşmak demişler. Sanki bu yakınlık ve kavuşmak kelimeleriyle uzaklığı ve ayrılığı bildirmek istemişler. Arabî beyt tercemesi: Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba? Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada. Bundan dolayı, sonsuz üzülmek ve durmadan düşünmek lâzımdır. İstenilenlerin de, sonunda isteyeni arayıcı, isteyici olması lâzımdır. Sevilenin de, seviciyi sevmekle sevici olması lâzımdır. O, dînin büyüğü “minessalevâti ekmelühâ ve minettehıyyâti efdalühâ” arananların ve sevilenlerin makâmında olduğu hâlde, sevicilerden oldu. Arayanlardan oldu. Bunun için, o Serverin hâlini bildirenler: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hep üzüntülü, hep düşünceli idi) dediler. O Server “aleyhissalâtü vesselâm” (Benim çekdiğim sıkıntı gibi hiçbir Peygamber sıkıntı çekmemişdir) buyurdu. Sevenlerin, muhabbet yükünü taşımaları lâzımdır. Sevilmişlerin bu yükü kaldırmaları güçdür. Dahâ söylersek, sonu gelmez. Arabî mısra’ tercemesi: Aşk hikâyesinin sonu gelmez. Mektûbu getiren Şeyhullah Bahş, biraz cezbe ve muhabbete mâlikdir. Onun zorlamasıyla, yüksek kapınızın hizmetçilerine birkaç kelime yazıldı. Kendisi, yüksek hizmetinizde bulunmağı çok istiyor. Bunun için yola çıkdı. Önce burada birşeyler istedi. Fekat fakîrin çekindiğini anlayınca, yalnız görüşmeğe râzı oldu. Bu birkaç kelimeyi yazdırdı. Mektûbu dahâ uzatarak saygısızlık yapmak edebsizlik olur |
çok değerli mektuplar bunlar.günde 3 mektup okumadan uyuyamıyorum bende alışkanlık haline getirdim.herkesle paylaşmanızdan ötürü size teşekkür ediyorum
mektubat kitabı çok kıymetli bir kitaptır bütün arkadaşlara tavsiye ediyorum okumalarını .. |
paylaşım için tesekkurler :)
okunmaya deger mektubat bunlar... |
Böyle güzel şeyler paylaştığınız için Allah razı olsun ...
Bu güzel kitabı herkesin okuyup feyz almasını tavsiye ederim ... |
Saolun arkadaşlar mevlam meşayıhtan ayırmasın...
|
mektubat-ı şeriften 11.mektup
11
ONBİRİNCİ MEKTÛB Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Ba’zı keşfleri ve kusûrlarını görmek makâmının hâsıl olduğu ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözünün açıklanması bildirilmekdedir: Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar. Önceleri kendimi içinde gördüğüm makâmı, yüksek emrinize uyarak bir dahâ düşündüm. Üç halîfenin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim” bu makâmdan geçdikleri görüldü. Fekat orası makâmım olmadığı ve çok kalmadığım için, birinci çıkışımda onları görmemişdim. Bunlar gibi, Ehl-i beytin oniki imâmından İmâm-ı Hasen ve Hüseyn ve Zeynel’âbidînden başkaları da “radıyallahü teâlâ anhüm” bu makâmda yerleşmemişdi. Fekat buradan geçmişlerdi. Çok inceleyerek anlaşıldı. Önce kendimi bu makâma uygun görmemişdim. Uygun olmamak iki dürlüdür. Birincisi, yollardan hiçbir yol bulunamamasıdır. Bunun için, uygunsuzluk olur. Bir yol gösterilince, bu uygunsuzluk aradan kalkar. İkincisi, tam uygunsuzlukdur ki, aradan hiç kalkmaz. O makâma kavuşduran yol iki dânedir, bir üçüncüsü yokdur. Ya’nî bir üçüncü yol görünmüyor. Birinci yol, kendini kusûrlu ve aşağı görmekdir ve iyi niyyetlerini de beğenmemekdir. Kuvvetle çekildiği hâlde kendini kabâhatli bilmekdir. İkinci yol, çekile çekile sülûkünü temâmlayan ve tâlibleri de çekip ulaşdırabilen bir mürşidin sohbetine kavuşmakdır. Allahü teâlâ, yüksek kapınızda saçılan imkânlarınızın yardımı ile yaradılışdaki isti’dâd kadar birinci yoldan ihsân eyledi. Yapdığım iyiliklerden hiçbirini beğenmiyorum. O işin ayblarını, kusûrlarını bulmadıkça, râhat edemiyorum. Sağ omuzumdaki meleklerin yazacağı iyi bir iş yapdığımı bilmiyorum. Bu meleklerin elindeki sahîfelerin bomboş olduğunu, meleklerin birşey yazmadığını anlıyorum. Böyle bir kimseyi Allahü teâlâ beğenir mi? Dünyâda bulunan her insan, hattâ frenk kâfirlerini ve sapıklarını, zındıkları, her bakımdan kendimden dahâ iyi görüyorum. Bunların en kötüsü olarak kendimi görüyorum. Her ne kadar cezbe ile (Seyr-i ilallah) temâm oldu ise de, birkaç parçası kalmışdı. Bunlar da, (Seyr-i fillâh) makâmının ortasında hâsıl olan fenâda temâm oldular. Bu fenâdaki hâlleri bundan önce uzun uzun yazarak yüksek kapınıza sunmuşdum. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin (Bu işin sonu fenâya kavuşmakdır.) sözündeki fenâ, tecellî-i zâtdan ve seyr-i fillâhdan sonra hâsıl olan fenâ olmalıdır. (Fenâ-i irâdet) de bu fenânın dallarından biridir. Fârisî beyt tercemesi: Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya yol bulamaz aslâ! Bu makâma bağlılığı olmayanların da iki dürlü oldukları göründü: Birincileri bu makâmı istiyorlar ve ona kavuşduran yolu arıyorlar. İkincileri bu makâmı istemiyorlar ve hiç aramıyorlar. Yüksek teveccühlerinizin, o makâma kavuşduran iki yoldan ikincisi ile olduğu dahâ çok görülüyor ve bu yola dahâ uygun oluyor. Yüksek kapınızdan aldığım emre uyarak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi: Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim! İkinci olarak sunulur ki, o makâmı ikinci olarak incelediğimde, birbiri üstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraşdıkdan sonra, önceki makâmın üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmın hazret-i Osmân-ı Zinnûreynin makâmı olduğu, diğer halîfelerin de buradan geçdikleri anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmek makâmıdır. Şimdi, bunun üstünde de iki makâm bildirilecek ki, bunlar da tekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın üstünde görüldü. Bu makâma çıkınca, hazret-i Ömer-ül-Fârûkun makâmı olduğu anlaşıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın üstünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri her makâmda yanımda geliyordu. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, biz bu makâmlardan geçiyorduk. Onlar ise bu makâmların sâhibleri idi. Biz, yolcu olarak geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlardı. Bu makâmın üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm görünmüyordu. Bu bir makâm, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmın “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” makâmı idi. Hazret-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmı karşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâm görülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden dahâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı olduğu anlaşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aks etdi. Kendimi de öyle süslü gördüm. Bundan sonra, kendimi de latîf, maddesiz buldum. Hevâ gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gördüm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, hazret-i Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısındaki makâmda buldum. Bildirdiğim hâlde idim. Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkınlık denizinde girdâba yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdan kurtaracak kadar güçlü olduğunu anlayan bir kimse, bunların hâline nasıl seyirci kalabilir. Kendinin başka işi var ise de, bunları kurtarmağa uğraşması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntular ve bozuk düşünceler için istigfâr etmek şartdır. Bu iş, ancak bu şartla fâideli olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez, aşağıya atılır. Fekat Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişlerdir. Bu aşağı kölenizin bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğenilmekdedir, ba’zan da atılmakdadır. (Nefahât) kitâbında Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözleri arasında diyor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı, eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir sûresinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz). Bu söz, ilk bakışda güç göründü. Çünki, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ve ona uyanlar diyorlar ki, birşeyin aynı ya’nî kendisi yok olamaz. Çünki, Allahü teâlâ o şeyin varlığını bilmekdedir. Yok olursa, Allahü teâlânın bilgisi bilgisizlik olur. Ayn yok olmayınca eseri nereye gidecek. Bu sözleri zihnimde yerleşmişdi. Ebû Sa’îd hazretlerinin sözü çözülemedi. Çok uğraşdım, Allahü teâlâ, bu sözün iç yüzünü açığa çıkardı. Ayn da kalmaz, eser de kalmaz olduğu anlaşıldı. Kendimi de böyle olmuş buldum. Hiç güçlük kalmadı. Bu ma’rifetin makâmı da göründü, çok yüksek idi. Şeyh Muhyiddînin ve ona uyanların söyledikleri makâmın üstünde idi. Bu iki ma’rifet birbirini bozmuyordu. Çünki, biri bir makâmda, öteki ise başka makâmda anlaşılmışdı. Dahâ çok açıklamak, sözü uzatacak ve usandıracakdır. Şeyh Ebû Sa’îd hazretleri bu tecellînin devâmlı olduğunu bildirmişdi. Bu tecellînin ne demek olduğu ve devâmlı olmasının nasıl olduğu da gösterildi. Kendimde de bu hadîsi ya’nî tecellîyi aralıksız buldum. Bu hadîsin dâimi olması çok az kimselere nasîb olur. [İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerinin (Hadîs) kelimesi ile anlatdıkları şey, tecellî-i zâtî olduğu başka mektûblardan anlaşılmakdadır. Allahü teâlânın zâtı, başkalarına çok aralıkla tecellî etdiği hâlde, kendisine aralıksız tecellî etmekdedir.] Kitâb okumak hiç tatlı gelmiyor. Yalnız büyüklerin yüksek makâmlardaki hâllerinin bir yere yazılmasını, sonra bunları okumağı istiyorum. Eski büyüklerin hâllerini okumak, her şeyden dahâ tatlı geliyor. Ma’rifetlerin inceliklerini ve hele tevhîd-i vücûdî ve mertebelerin tenezzüllerini bildiren yazıları okuyamıyorum. Bu hâlimi, Şeyh Alâüddevle-i Semnânî hazretlerine çok uygun buluyorum. Bu bilgilerdeki zevkim ve hâlim onunla birleşmekdedir. Fekat eski bilgilerim. bu ma’rifetleri inkâr etmeme ve sert karşılamama mâni’ oluyor. Ba’zı hastalıkların giderilmesi için birkaç kerre teveccüh olundu ve te’sîri görüldü. Bunun gibi, birkaç ölünün mezârdaki hâlleri göründü. Bunların da azâblardan, sıkıntılardan kurtulmaları için teveccüh olundu. Fekat şimdi hiçbirşeye teveccüh etmeye gücüm kalmamışdır. Hiçbirşey için kendimi toparlayamıyorum. Birkaç kimse bu fakîre sert davrandılar ve acı söylediler. Bu fakîre bağlı olanlardan çoklarını, boş yere incitdiler ve yerlerinden uzaklaşdırdılar. Bundan dolayı gönlüme hiç bir toz konmadı, bir sıkıntı gelmedi, nerede kaldı onların kötülüğü zihnimizden geçmiş ola. Sevdiklerimizden birkaçı cezbe makâmında şühûd ve ma’rifet elde etmişlerdi. Ve şimdiye kadar sülûk konaklarına ayak basmamışlardır. Bunların hâllerinden az bir şey sunuyorum. Cezbeyi bitirdikden sonra, Allahü teâlânın bunları sülûk ni’metine kavuşdurmakla şereflendirmesini umuyorum. Şeyh Nûr, bulunduğu makâmda bağlı kalmakdadır. Cezbe makâmındaki dahâ yukarı bir noktaya çıkamıyor. Üzücü hareketleri ve hâlleri oluyor. Kabâhatini anlamıyor. Bunun için onun işi ilerlemiyor. Bunun gibi, sevdiklerimizin çoğu, edebleri iyi gözetmedikleri için, oldukları makâmlarda kalıyorlar. Şuna şaşılır ki, bu fakîr hiç birinin yolda kalmasını dilemiyorum; hattâ hepsinin ilerlemesini istiyorum. Fekat, elde olmıyarak işleri öylece duruyor. Hâlbuki bu yol çabuk kavuşdurucudur. Mevlânâ Ma’hûd son noktaya indi. Cezbeyi sonuna ulaşdırdı. O makâmın aracılığına kavuşdu ve kafasını bir bakımdan nihâyete ulaşdırdı. Önce sıfatları, hattâ sıfatları durduran nûru kendinden ayrı görmüşdü. Kendisini boş bir kalıp olarak bulmuşdu. Sonra sıfatları zâtdan ayrılmış gördü. Bu görüşle, cezbe makâmından ehadiyyete kavuşdu, şimdi herşeyi ve kendini yok sanmakdadır. İhâta ve ma’iyyet görmemekdedir. Gizlilerin gizlisine öyle bağlanmışdır ki, şaşkın ve câhil bir hâldedir. Seyyid Şâh Hüseyn de cezbe makâmının sonuna yaklaşdı ve başı son noktaya ulaşdı. Bu da, Allahü teâlânın sıfatlarını zâtından ayrı görmekdedir. Fekat bir olan bu zâtı her yerde bulmakdadır. Bundan zevk almakdadır. Meyân Ca’fer de son noktaya yaklaşdı. Çok sevinçlidir. Hareketli ve seslidir. Şâh Hüseyne yaklaşmışdır. Diğer sevdiklerimizin hâlleri de başka başkadır. Meyân Şeyh ve Şeyh Îsâ ve Şeyh Kemâl, cezbe makâmında yukarıki noktaya çıkmışlardır. Şeyh Kemâl, inmeye de başlamışdır. Şeyh Nâkürî yukarıdaki noktanın altına gelmişdir. Fekat dahâ gidecek çok yolu vardır. Buradaki sevdiklerimizden, şimdiye kadar sekiz veyâ dokuz, hattâ on kişi, yukarıdaki noktanın altına ulaşmışdır. Birkaçı noktaya gelmiş ve inmeye başlamışlardır. Kimisi noktaya yakîn, kimisi uzakdır. Meyân Şeyh Müzemmil kendini yok buluyor. Sıfatları asldan görüyor. Mutlak olan varlığı her yerde buluyor. Hattâ hiçbirini görmüyor. Mevlânâ Ma’hûda, tâlibleri yetişdirmek için izn vermenin iyi olacağı görünüyor. Fekat, cezbeye uygun icâzet olacakdır. Her ne kadar, onun da istifâde edeceği birkaç şey kalmış ise de, gitmek için acele etdi, durmadı. Yüksek kapınıza kavuşmak için yola çıkdı. Ona yarıyacak bir vazîfeyi kendisine buyurursunuz. Bu aşağı köleniz bildiğini yazdı. Emr sizindir. Hâce Ziyâeddîn Muhammed bir kaç gün burada kaldı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edindi. Fekat, sonunda, geçim sıkıntısından kendini toparlıyamadı, askere gitdi. Mevlânâ Şîr Muhammedin oğlu da yüksek kapınıza doğru yola çıkdı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edinmişdir. Ba’zı engeller dolayısı ile o kadar ilerliyemedi. Dahâ çok yazmak saygısızlık olacakdır. Fârisî mısra’ tercemesi: Köle, kendi haddini bilmelidir! Mektûbu yazdıkdan sonra bir hâl kapladı, yazmakla anlatılacak gibi değildir. Bu hâlde iken (Fenâ-i irâde) hâsıl oldu. Dahâ önce de, bir şeye istek kalmamışdı. Fekat, istek büsbütün yok olmamışdı. O hâlimi yüksek kapınıza sunmuşdum. Şimdi, irâde de kökünden kazındı. Şimdi ne istenilen birşey var, ne de istek var. Bu fenânın şekli de gösterildi. Bu makâma uygun olan birçok bilgiler de verildi. Bu bilgiler çok ince ve karışık olduklarından yazılması güç oluyor. Bunun için, bunlar üzerinde kalem yürütemedim. Bu fenânın hâsıl olduğu ve ilmlerin verildiği zemân vahdetden ileride yepyeni şeyler göründü. Vahdetin ötesinde birşey görülemiyeceği, hattâ hiçbir bağlılık bulunmadığı belli ise de, bulunanı yazmağı emr buyurmuşdunuz. Birşeyi iyi anlamadıkça yazmağa cesâret edemiyorum. Bu makâmın şekli, vahdetin ötesinde öyle göründü ki, Egre şehri Delhi şehrinin ötesinde bulunduğu gibi. Bu görüşün doğruluğunda hiç şübhe kalmadı. Her ne kadar, gözümde ne vahdet var, ne vahdetden ötesi var ve ne de hakîkat olarak veyâ hakkı onun ötesinde bileceğim bir makâm var. Hayret ve cehâlet tamdır. Bu görüşlerle, hiçbir değişikliğe uğramamışdır. Ne yazacağımı bilemiyorum. Hep birbirine uymayan şeyler, hiçbiri anlatılamıyor. Fekat, hepsinin varlığında şübhem yokdur. Estagfirullah ve etûbü ilellah min cemî’i mâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve nâzıran. [Ya’nî, Allahü teâlâdan magfiret dilerim ve Allahü teâlânın beğenmediği sözden, işden, düşünceden ve görüşden Allahü teâlâya tevbe ederim.] Şimdi anlaşıldı ki, bundan önce sıfatların fenâsı ya’nî, sıfatları unutmak, sıfatların birbirlerinden ayrılmamalarına sebeb olan şeyler de fenâ idi. Bu şeyler, vahdetde bulunmakda idiler. Bunlar yok olmuşlardı. Şimdi, sıfatların kendileri de, vahdetde bulunarak olsa bile, yok oldu. Ehadiyyet kahramânı, varlıkda hiçbir şey bırakmadı. İlm-i ilâhîde, sıfatların topluca veyâ birer birer olan ayrılıkları da kalmadı. Yalnız hâric göründü. (Allahü teâlâ var idi. Ondan başka hiçbir şey yok idi.) Şimdi de böyledir. Bundan önce, bu hadîs-i şerîfi yalnız biliyordum. Fekat, bu hâlde değildim. Bu hâlimin doğruluğunda veyâ yanlışlığında bu fakîri uyandıracağınızı ümmîd ederim. Mevlânâ Kâsım Alînin tekmîl makâmına erişdiği görülüyor. Oradaki sevdiklerimizden birkaçının da, bu makâma ulaşdıkları anlaşılıyor. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. |
mektubat-ı şeriften 12.mektup
12
ONİKİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Fenâ ve Bekâ makâmının hâsıl olduğunu ve Seyr-i fillah ve Tecellî-i zâtî bildirilmekdedir: Yüksek kapınız kölelerinin en aşağısı olan Ahmed, sunar ki, kusûrlarımdan hangisini bildireyim. Allahü teâlânın istediği olur. Onun istemediği olmaz. Hiç kimsede hareket ve kuvvet olmaz. Ancak, büyük ve yüksek olan Allahın dilemesi ile olur. (Fenâ-fillâh) ve (Bekâ-billâh) makâmına bağlı olan ilmleri, Allahü teâlâ ihsân ederek açıkladı. Böylece herşeyin özü anlaşıldı. (Seyr-i fillah) ve (Tecellî-i zâtî-i berkî)nin ne oldukları ve Muhammedî-yül-meşreb kime dendiği, bunlara benzer şeyler anlaşıldı. Her makâmda, bu makâma lâzım olan şeyleri gösterildi ve hepsinden ileri götürüldüm. Evliyâullahın haber verdikleri şeylerden, gösterilmedik ve geçirilmedik pek azı kaldı. Beğendiklerini sebebsiz olarak beğenirler. Herşeyin kendisi, maddesi, mahlûk olduğu gibi, yaratılışlarında bulunan kâbiliyyetlerin, uygunlukların da, mahlûk oldukları anlaşıldı. Allahü teâlâ, kâbiliyyetlerin te’sîri altında değildir. Hiçbirşeyin Ona hükm etmesi câiz değildir. Dahâ uzatarak saygısızlık yapmakdan çekindim. Fârisî mısra’ tercemesi: Köle olan, haddini bilmelidir |
mektubat-ı şeriften 13.mektup
13
ONÜÇÜNCÜ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yolun sonsuz olduğu ve hakîkat bilgilerinin, islâmiyyet bilgilerine uygun olduğu bildirilmekdedir: Yüksek kapınız kölelerinin en aşağısı olan Ahmed, sunar ki, bu yolun sonsuzluğundan, bitmez tükenmez olmasından âh ederim! Binlerle âh ederim! Yolda çok hızlı götürüyorlar ve çok şeyler ihsân ediyorlar. Bunun içindir ki, büyükler, Seyr-i ilallah yolculuğunun ellibin senelik yol olduğunu bildirmişlerdir. Belki de, Me’âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde, (Melekler ve rûh oraya bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu ellibin senelik yoldur) buyurulmakla bu yola işâret edilmişdir. Yolun çokluğu bizi çok üzdü. Ümmîdlerimiz kesildi. Fekat hemen Şûrâ sûresinin yirmisekizinci [28] âyetinde; (Ümmîd kesildikden sonra, O fâideli yağmur gönderir ve rahmetini yayar) müjdesi, bizi sevindirdi. Birkaç günden beri eşyâda seyr, ya’nî yolculuk hâsıl olmuşdur. Fekat, talebeler çılgınlık gösterdiklerinden, yine onlarla uğraşmağa başlanıldı. Dahâ o makâma kavuşacağımı sanmıyorum. Fekat, talebeler sıkışdırdıkları için, hayâ ve ihsân duyguları ile onlara birşeyler söylüyorum. Bundan önce tevhîd-i vücûdî bilgilerine bağlanıp kalmışdım. Hâlimi arka arkaya yüksek kapınıza bildirmişdim. İşleri, sıfatları asla vermişdim. İşin içyüzü anlaşılınca, o bilgilerden kurtuldum. Terâzinin (Heme ezûst) kefesinin ağır basdığını anladım. Yüksekliğin böyle görüşde olduğunu, (Heme ûst) demekde olmadığını anladım. Fi’llerin ve sıfatların ondan başka oldukları anlaşıldı. Herbirini ayrı ayrı göstererek, yukarı mertebeye çıkardılar. Şübheler hiç kalmadı. Keşflerin hepsi, ahkâm-ı islâmiyyenin açık bilgilerine tam uymakdadır. İslâmiyyetin açıkça bildirdiklerinden kıl kadar ayrılıkları yokdur. Tesavvufcuların birkaçı, islâmiyyetin açıkça bildirdiklerine uymıyan keşfler bildirmişler ise de, yâ yanlış anlamışlar veyâ sekr, ya’nî şü’ûrsuzluk hâlinde iken söylemişlerdir. Bâtının zâhire uygunsuz olduğu hiç görülmemişdir. Tesavvuf yolunun ortasında, zâhire uymayan şeyler görünüyor ise de, bunlar da zâhire uydurulur. Zâhirle bâtın birleşdirilir. Yolun sonuna varanların bâtını, islâmiyyetin zâhirine hep uygun olur. Âlimler ile bu büyükler arasında yalnız bir ayrılık vardır ki, âlimler düşünerek ve ilm yolu ile bilirler. Bu büyükler ise, keşf ederek, tadını alarak bulurlar. Bu büyüklerin hâllerinin doğru olmasına birinci alâmet, islâmiyyetin zâhirine uygun bulunmalarıdır. Şu’ârâ sûresi onüçüncü âyet-i kerîmesi (Göğsüm daralıyor, dilim söylemez oluyor) bunların hâline uygundur. Ne yazacağımı bilemiyorum. Hâllerimin birçoğunu kaleme alamıyorum. Mektûblarda da yazacak yer kalmıyor. Belki bunda da bir hikmet vardır. Uzakda kalan bu mahrûmu kıymetli teveccühünüzden ve garîblere olan merhametinizden ayırmayınız. Yolda bırakmayınız. Fârisî beyt tercemesi: Bu söze sebeb olan sensin, Uzarsa uzatan da sensin. |
mektubat-ı şeriften 14.mektup
14
ONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yolculukda hâsıl olan şeyleri ve birkaç talebenin hâllerini bildirmekdedir: Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı olan Ahmed sunar ki, mahlûkların mertebelerinde görülen tecellîlerden birazı, önceki mektûbda sunulmuşdu. Ondan sonra (Vücûb), ya’nî varlığı lâzım olan mertebe göründü. Bütün sıfatlar bu mertebededir. Çirkin, siyâh bir kadın şeklinde göründü. Bundan sonra ehadiyyet, ya’nî bir olan varlık, ince bir dıvar üstünde duran uzun bir genç adam şeklinde tecellî etdi. Bu iki tecellî hakkânî olarak göründüler. Bundan evvelki tecellîler böyle görünmüyordu. Bu zemân ölmek istedim. Kendimi büyük bir deniz kenârında ayakda gördüm. Kendimi denize atmak istedim. Fekat arkamdan bir ip ile bağlanmış idim. Bunun için denize atlayamadım. Bu ipin, maddeden yapılmış olan bedene olan bağlılıklar olduğunu anladım. İpin, kopmasını istedim. Öyle bir hâl oldu ki, gönlümün Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemediğini anladım. Bundan sonra vücûb makâmının bütün sıfatları göründü. Bu sıfatlar, bir bakımdan birçok şeylerin aynaları oldular. Dahâ sonra bu aynalarda görünen şeylerin hepsi aşağı döküldüler. Geride yalnız vücûb makâmının sıfatları kaldı. Bunlarda görülen şeylerin ayrılmaları, dökülmeleri de görüldü. Şimdi sıfatların asla verildiği anlaşıldı. Onlarda görülen şeylerden ayrılmadan önce, asla verilemezlerdi. Belki verilmiş gibi görülürlerdi. (Tecellî-i sûrî)ye kavuşanların hâli böyledir. Sıfatlar asla verilince, (Fenâ-i hakîkî) hâsıl oldu. Bundan sonra kendimdeki ve başkalarındaki sıfatları birbirinin benzeri buldum. Yerlerinin başka başka olması ortadan kalkdı. Böyle olunca gizli şirklerin inceliklerinin birçoğundan kurtuldum. Şimdi ne Arş kaldı, ne yer kaldı, ne zemân, ne mekân, ne altı cihet ve ne de eşyâyı ayıran sınırlar kaldı. Eğer senelerce düşünsem âlemden bir zerrenin yaratılmış olduğunu bilemem. Bundan sonra, kendime mahsûs olan (Te’ayyün), kendime mahsûs olan vech göründüler. Bu te’ayyün, eski ve parça parça bir elbise gibiydi. Bir kimse giymiş idi. O kimsenin kendime mahsûs vech olduğunu anladım. Fekat hakkânî olarak anlaşılmadı. Dahâ sonra bu adamın yukarı tarafında ve kendisine bitişik ince bir post göründü. Kendimi o post olarak buldum. Bu te’ayyün elbisesini kendimden uzak gördüm. O post üzerinde bir nûr göründü. Biraz sonra gene yok oldu. Bu post ve elbise de yok oldular. Eskisi gibi câhil ve şaşkın kaldım. Bu görünen şeylerden anladıklarımı yüksek kapınıza bildireceğim. Doğrusu ile yanlışını işâret buyurursunuz. Şöyle ki, o görünen kimse, (Ayn-ı sâbite)dir. Vücûb ile imkân arasında bir geçit gibidir. İki yüzü birbirine benzemez. Arasında elbise bulunan ve nûr görülen o post da vücûd ile adem arasında geçitdir. Kendimi o post bulmuşdum. Bu da, varlıkla yokluk arasındaki geçite kavuşmakdır. Bundan önce rü’yâlarda da, kendimi böyle geçit bulmuşdum. Fekat o âfâkda idi. Şimdi ise enfüsdedir. Ya’nî kendimdedir. İkisi arasında başka bir ayrılık dahâ görülmüşdü. Fekat şimdi yazarken onu unutdum. Her zemanki hâlim şaşkınlık ve câhillikdir. Arasıra böyle oyunlar da hâsıl oluyor ve sonra yok oluyor. Geride ma’rifetleri kalıyor. Ba’zı şeylerin ne olduğunu anlıyamıyorum. Hâtırımda kalanlara da güvenemiyorum. Bunun için hemen yazmak saygısızlığında bulunuyorum. Böylece, yüksek işâretinizle, bunlara güvenim hâsıl olur. Kıymetli teveccühleriniz yardımıyla alçak şeylere olan bağlılıklardan kurtulacağımı ümmîd ediyorum. İmdâdıma yetişmezseniz işim çok güçdür. Fârisî beyt tercemesi: Hakkın ve hak adamlarının yardımı olmadan, Melek de olsa kurtulamaz yüz karalığından. Hindistânın meşhûr şeyhlerinden Şeyh Abdüllah-i Niyâzînin oğlu Şeyh Tâhâ ve hüddâm hâcı Abdül’azîz yüksek kapınızı çok özlemekdedirler. Şeyh Tâhâ da mubârek ayaklarınızdan öper ve kabûl buyurulması için yalvarır. Bu yüksek tarîka girmek istiyor, candan yalvardı. İstihâre yapmasını söyledim. Görünüşde çok uygundur. Burada zikr etmesini öğrenen sevdiklerimizin çoğu râbıta yapmakdadır. Bir kısmı rüyâ, vâkı’a esnâsında râbıta alıp gelmekdedir. Bir çoğu da Delhiden gelmeden önce râbıta etmişlerdir. Önce huzûra ve şü’ûrsuzluğa dalıyorlar. İçlerinden birkaçı, sıfatları asla veriyorlar, ya’nî ondan görüyorlar. Geri kalanları böyle değildir. Fekat hiçbiri tevhîd-i vücûd ve nûrları görmek ve keşflere kavuşmak yoluna gitmiyor. Molla Kâsım Alî ve Molla Mevdûd Muhammed ve Abdül-Mü’min, görünüşde cezbe makâmının üst noktasına varmışlardır. Fekat Molla Kâsım Alî inmeye başlamışdır. Geri kalan ikisinin inmesi bilinmiyor. Şeyh Nûr da noktaya yakındır, fekat kavuşamamışdır. Molla Abdürrahmân da noktaya yakındır. Kavuşmasına az kalmışdır. Molla Abdülhâdî o makâmda huzûra ve şü’ûrsuzluğa dalmışdır. Diyor ki, (Her bakımdan hiçbirşeye benzemeyen bir varlığı “celle şânüh” her şeyde hiç birine benzemeksizin görüyorum. Her işi Onun yapdığını anlıyorum). Yüksek ni’metleriniz, tâliblere ve elverişle olanlara durmadan yağmakdadır. Bu ni’metleri onlara ulaşdırmakda bu aşağı kölenizin hiç hizmeti olmuyor. Fârisî mısra’ tercemesi: Ben o eski Ahmedim, hiç değişmedim. Bir gün vak’alardan bir vak’ayı anlatırken (O, sevilmişlerden olmasaydı, maksada, kavuşmakda çok güçlük çekerdi) buyurmuşdunuz. Bu mahbûbiyyetin yüksek ihsânınıza bağlı olduğunu da bildirmişdiniz. Bu müjdenizden çok ümmîdliyim. Bu taşkınlıklarım ve saygısızlıklarım ondandır. |
bu mektuplar kime ait..
|
İmamı rabbani hazretlerine aittir...
Hindistanda yaşamış büyük bir alim ve tasavvuf büyüğüdür... |
mektubat-ı şeriften 15.mektup
15
ONBEŞİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. İniş makâmındaki hâlleri ve birkaç gizli bilgiyi açıklamakdadır: Hâzır olan gâibin, bulmuş olan kaçırmışın, kavuşmuş olan mahrûmun sunduğu şöyledir ki: Çok zemândır onu arardım, hep kendimi bulurdum. Sonra, işim öyle oldu ki, kendimi arasaydım, onu bulurdum. Şimdi, onu gayb etdim, kendimi buluyorum. Onu kaçırdığım hâlde aramıyorum, yok olduğu hâlde özlemiyorum. İlm bakımından huzûrdayım, kavuşmuşum, karşılıyorum. Zevk bakımından ise, gayb etdim, aramıyorum. Zâhiri bekâ, bâtını fenâdır. Bekâda iken fânîdir. Fenâda olduğu hâlde bâkîdir. Fekat, ilmle olan fenâdır ve zevkle olan bekâdır. İşi düşmekde ve inmekdedir. İlerlemekden ve yükselmekden kalmışdır. Onu, kalbden kalbin sâhibine götürmüşlerdi. Şimdi kalbin sâhibinden kalb makâmına indirdiler. Rûh, nefsden kurtulmuşdu. Nefs de itmînâna kavuşdukdan sonra rûhun nûrlarının çokluğundan çıkmışdı. Şimdi rûh ile nefsi onda topladılar. Onu her ikisi arasında geçit yapdılar. Bu aracılıkla, yukarıdan almak, aşağıya vermek ni’metini ihsân etdiler. Fâideli şeyleri alır, aldıklarını başkalarına verir. Hem alıcı ve hem vericidir. Fârisî mısra’ tercemesi: Dahâ söylersem, sonu gelmez. Yüksek makâmınıza sunulur ki, sol el, kalb makâmına işâretdir. Kalbin sâhibine yükselmeden öncedir. Yukarıdan indikden sonra kalb makâmına getirirler. Bu makâm başkadır. Sağ ile sol arasında geçitdir. Kavuşanlar, bunu iyi bilir. Sülûk yapmamış olan meczûblar, kalb makâmına varırlar. Bunlara (Erbâb-i kulûb) denir. Kalbin sâhibine kavuşmak için sülûk yapmak lâzımdır. Bir makâmın bir kimseye verilmesi demek, ona bu makâmda husûsî bir şân hâsıl olması demekdir. Bu şân ile, o makâmın erbâbından ayrılır. Ayrılıklarından biri, cezbenin, önce olması demekdir ve o makâmda husûsî bekâsı hâsıl olarak o makâmın bilgilerine ve ma’rifetlerine kavuşur. Kalb makâmının bilgileri ve cezbenin sülûkün, fenâ ve bekânın ne oldukları ve bunlara benzer bilgiler, bundan evvelki mektûblarda, yazılarak sunulacağı bildirilen kitâbda açıklanmışdır. Mîr Seyyid Şâh Hüseyn, acele ile yola çıkdı, temize çekmek nasîb olmadı. Bu kitâb üzerindeki kıymetli düşüncelerinizi ve emrlerinizi okumakla şerefleniriz inşâallahü teâlâ. Azîz Mütevakkıf cezbe makâmında yukarıdan inmişdir. Fekat yüzü bu âleme değildir. Hep yukarıya bakmakdadır. Yükselmesi başkasının çekmesiyle olduğu için cezbeye uygundur. İnerken, birlikde az birşey getirdi. Nisbetinin aslı, başkasına bağlı olan teveccüh idi. Kendisini bu teveccüh yükseltiyordu. Bu nisbeti şimdi de vardır. Cezbe nisbetinde, ceseddeki rûh gibidir ve karanlıkda bulunan ışık kaynağı gibidir. Fekat bu cezbe, büyüklerimizin bildirdiği cezbe değildir “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. O cezbe, Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” hazretlerine yüksek dedelerinden gelmişdir. [Ya’nî annesinin dedelerinden gelmişdir. (Reşehât) kitâbı.] O büyüklerin, bu makâmda husûsî şânları vardır. Birkaç talebe rü’yâda gördüler ki, yukarıda adı geçen Azîz Mütevakkıf, Hâceyi yimişdir. Bu rü’yâ, bu makâmın görüneceğini göstermekdedir. Bu cezbenin fâide vermek makâmı ile ilişiği yokdur. Bu makâmda, yüz, hep yukarı doğrudur ve hep şü’ûrsuzluk lâzımdır. Cezbe makâmlarından çoğuna kavuşdukdan sonra bunlar sülûke uygun olmaz. Bunları yazarken o makâma doğru idim. Ba’zı incelikleri göründü. Sebebsiz teveccüh olunamıyor. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. O azîz, birkaç aydan beri aşağı inmişdir. Fekat bu cezbe makâmına tam girmiyor. Bu makâmın şânını bilmediği için giremiyor. Dağınık düşünceleri buna sebeb oluyor. Bu saçma yazılar yüksek kapınıza kavuşduğu zemânda, bu makâma tam gireceğini ümmîd ederim. Hâce hazretlerini bundan sonra tam indirirler |
mektubat-ı şeriften 16.mektup
16
ONALTINCI MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yükselmede ve inmedeki hâlleri bildirmekdedir: Talebenizin en aşağısı sunar ki, Mevlânâ Alâ’üddîn okşayıcı mektûbunuzu getirdi. Yazılı olan şeyleri açıklamak için zemân buldukça müsvedde hâzırladım. O bilgileri temâmlayıcı birkaç şey dahâ düşündük, ama, bunları yazamadan mektûb yola çıkdı. İnşâallahü tebâreke ve teâlâ ayrıca yüksek kapınıza sunulur. Şimdi, temize çekilmiş olan başka bir kitâb gönderildi. Bu kitâb, dostlarımızdan birkaçının dileği üzerine yazıldı. Bu yolda fâideli olacak nasîhatların yazılmasını istemişlerdi. Buna göre, çalışacağız demişlerdi. Doğrusu, eşi olmıyan, çok fâideli bir kitâb oldu. Onu yazdıkdan sonra Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” hazretlerinin, ümmetinin âlimlerinden birçoğu ile hâzır oldukları anlaşıldı. Bu kitâbı mubârek eline aldı. Merhameti çok olduğundan, onu öpdü, âlimlere göstererek (böyle îmân etmek lâzımdır) buyurdular. Bu bilgileri öğrenmekle şereflenenler nûrlu, herkesden yüksek idiler ve çok kıymetli idiler. O serverin “aleyhissalâtü vesselâm” karşısında ayakda idiler. Sözü uzatmıyalım, bu hâli herkese bildirmek için bu fakîre emr buyurdular. Fârisî mısra’ tercemesi: Kerîmlerle yapılan işler zor olmaz. Yüksek huzûrunuzdan ayrıldığım günden beri, gözüm hep yukarıda olduğu için irşâd makâmına o kadar hevesim kalmadı. Çok zemân oluyor ki, bir köşeye çekilip, oturmak istiyorum. Benimle oturmak, konuşmak istiyenler gözüme arslan ve kaplan görünüyor. Herkesden uzaklaşmaya karâr vermişdim. Fekat istihâre uygun gelmedi. Maksada yaklaşdıran dereceler sonsuz ise de, çok yukarılara yükselmek oluyor. Götürüyorlar ve getiriyorlar. Allahü teâlânın dilediği yere kadar götürdüler. Büyüklerin hepsinin makâmlarından geçirdiler. Fârisî beyt tercemesi: Bu aşağı aralıkdan bir gül aldılar, Elden ele, yüksek yere ulaşdırdılar. Bu arada büyüklerin rûhlarının yardımlarını yazacak olsam çok uzun sürer. Kısaca bildiriyorum. Zıl makâmlarından geçirdikleri gibi, bunların aslı olan makâmların hepsinden de geçirdiler. Allahü teâlânın ihsânlarından hangi birini yazayım. Dilediği kulunu sebebsiz kabûl ediyor. Vilâyetin çok çeşidlerini, yüksek derecelerini gösterdiler. Hangi birini yazacağımı bilemiyorum. Zilhicce ayında, derecelerden indirerek kalbin vilâyeti makâmına kadar getirdiler. Burası, başkalarını yükseltebilmek ve irşâd etmek makâmıdır. Fekat bu makâm için dahâ temâmlayıcı ve olgunlaşdırıcı şeyler lâzımdır. Fârisî mısra’ tercemesi: Buna ne zemân kavuşulur, iş kolay değildir. Sevilenlerden, istenilenlerden olup, o kadar çok konaklardan geçirdiler ki, mürîdler, isteyiciler, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar çalışsalar buna kavuşamazlar. Böyle ilerlemek yalnız istenilenler için olsa gerek. Mürîdler bu yola adım bile atamazlar. Çünki, efrâdın çıkabilecekleri makâm, asl olan makâmların başlangıcıdır. Efrâdın çoğu buraya yol bulamaz bile. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ büyük ihsân sâhibidir. İrşâd ve tekmîl mertebelerinde durup kalmanın sebebi budur. Nûrun bulunmaması da, gayb karanlığının yayılmasından ileri gelmekdedir. Başka bir sebeb yokdur. Herkes, kendi hayâllerinden birşeyler söylüyor. Bunlara kıymet vermemelidir. Fârisî beyt tercemesi: Âlimi anlamaz câhil, söyler hep kelâm, Onun için sözü kısa kes, sabr et vesselâm. Hayâl ile, zân ile söylenen şeyler üzerinde durmak, çok zararlı olabilir. O kimselere söyleyiniz ki, bu gönlü yaralının hâllerinden hayâl olan bakışlarını çevirsinler. Bakmak için yer çokdur. Fârisî beyt tercemesi: Gayb olmuşum beni aramayın, Gayb olanlara birşey söylemeyin. Allahü teâlânın gayretini, gazabını düşünmelidir. Allahü teâlânın yükseltmek istediği birşeyi aşağı düşürücü şeyler söylemek çok uygunsuz olur. Allahü teâlâya karşı gelmek olur. Kalb makâmına inmek, hakîkatda fark, ya’nî ayrılık makâmına inmekdir ki, (İrşâd makâmı)dır. Burada fark demek, nefsin rûhdan ve rûhun nefsden ayrılması demekdir. Bundan önce cem’ ve fark makâmlarından anlaşılan şeyler, (Sekr) ya’nî şü’ûrsuzlukdan idi. Hakkı halkdan ya’nî Allahü teâlâyı mahlûklardan ayrı görmeğe (Fark makâmı) diyorlar. Bu doğru değildir. Böylece bu rûhu hak sanıyorlar ve bunun nefsden ayrılmasını görmeğe, Hak teâlânın mahlûklardan ayrılmasını görmek diyorlar. Sekr hâlinde olanların edindikleri bilgilerin çoğu böyledir. Çünki, işin doğrusu, orada bulunmaz. Her iş Allahü teâlânın emri ile olur. Cezbe ve sülûk sâhiblerinin bilgilerini ve bu iki makâmın ne olduklarını, ayrı bir kitâb hâlinde uzun yazdım. Yüksek huzûrunuza sunulacakdır. |
mektubat-ı şeriften 17.mektup
17
ONYEDİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yükselmedeki ve inişdeki hâllerden birkaçı bildirilmekdedir: Yüksek kapınız hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed sunar: Buradaki sevdiklerimizden biri, çok zemândan beri, olduğu yerde kalmışdı. Bu mektûbun yazıldığı gün, bu makâmdan çıkarılarak aşağı indirildiği anlaşıldı. Fekat tam indirilmemişdir. Bu makâmın altında kalmış olan derecelere de götürüldü. Bu üstdeki makâmdan inmeğe başlamışdır. Bundan sonra her ne hâl olursa açığa vurulacak ve yüksek huzûrunuza yazılacakdır. Bu hâle kavuşan da, hâli açıldıkdan sonra kendisi birşey yazarsa, doğru olur. Bu inişi kuvvetli olduğu için ve bu aşağı köleniz cüllâb [gülsuyu] şerbeti içerek hâlsizleşdiğim için bu inişin sonunu inceliyemedim. İnşâallahü teâlâ onu da bildirirler. |
1000.yılın müceddidi deniyordu değilmi..
|
Evet özellikle ehli sünnet dışı bidatlar ve yanlış tasavvuf anlayışları ile mücadele edip bunları fikri manada mağlub ettiğinden dolayı kendisine müceddid(yenileyici) künyesi layık görülmüştür...
|
evet..
Yavuz Sultan Selim kabrini bulmuştu..onunla ilgili bir beşareti olmuştu hemde.. |
mektubatı şeriften 18.mektub...
18
ONSEKİZİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Telvînden sonra olan temkîni, Vilâyetin üç mertebesini ve Vücûd-i teâlânın Zât-i teâlâdan ayrı olduğu bildirilmekdedir: Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı, günâhı çok Ahmed bin Abdülehad sunar ki, hâllerin ve ma’rifetlerin gelmeğe başladığı günden beri, bunları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri gitdim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla, hâllere bağlı kalmakdan kurtardı. Telvînden temkîne kavuşdurdu. Ya’nî değişik hâllerden kurtarıp sükûnete kavuşdurdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve üzüntüden başka elime hiçbirşey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb yerine bu’d hâsıl oldu. Ma’rifetler kalmadı. İlm gitdi. Cehl kapladı. Bu şaşkınlıkla mektûb da yazılamaz oldu. Yalnız, günlük olup bitenleri yazarak, kıymetli vaktlerinizi almağa da elim varmadı. Kalbimi soğukluk o kadar kapladı ki, hiçbirşeyle kızışamıyor. Tenbeller gibi hiçbir iş yapamıyorum. Fârisî beyt tercemesi: Ben hiçim, hiçden de aşağı, Hiçden bir iş hâsıl olur mu? Sözümüze gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada ilm ve ayn, ya’nî bilmek ve görmek birbirine perde değildirler. Fenâ ile bekâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilm ve şü’ûr vardır. Gayb etmiş iken kavuşmuşdur. İlm ve ma’rifet varken cehl ve dalgınlık içindedir. Fârisî mısra’ tercemesi: Çok şaşılır. Hem kavuşdum, hem şaşkın oldum. Allahü teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde ilerletiyor. (Vilâyet makâmı)nın üstünde (Şehâdet makâmı) var. Vilâyetin, şehâdet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin zâtın tecellîsi yanındaki yeri gibidir. Hattâ, bu ikisi arasındaki uzaklık, o ikisi arasındaki uzaklıkdan kat kat çokdur. Bunu önceden de bildirmişdim. Şehâdet makâmının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki makâm arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden dahâ çok ve işâret olunabilenden dahâ büyükdür. Sıddîklık makâmının üstünde, yalnız (Peygamberlik makâmı) vardır “alâ ehlihessalâtü vesselâm”. Sıddîklık makâmı ile peygamberlik makâmı arasında başka makâm yokdur ve olamaz. Başka makâm olamıyacağı, açık ve doğru olan keşfle anlaşılmakdadır. Ehlüllahdan, ya’nî Evliyâdan birçoğu, bu iki makâm arasında bir makâm dahâ bulunduğunu söylemişler ve buna (Kurbet) makâmı demişlerdir. Buraya ulaşdırmakla da şereflendirdiler. Bu makâmın ne olduğunu bildirdiler. Çok uğraşdıkdan ve pek yalvardıkdan sonra, önce o büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Sonra iç yüzünü bildirdiler. Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı hâsıl oldukdan sonra bu makâm hâsıl olmakdadır. Fekat iki makâmın arasında bulunması, üzerinde durulacak birşeydir. Yüksek kapınıza kavuşduğum zemân, inşâallahü teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yüksekdir. Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan dahâ üstünü bilinmiyor. Allahü teâlânın vücûdünün, ya’nî varlığının, zâtından, ya’nî kendisinden başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor. Doğru yolun âlimleri de “Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin” böyle olduğunu bildirmişlerdir. Burada, vücûd da yolda kalıyor. Ondan dahâ yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekârim-i Rükneddîn Şeyh Alâüddevle, kitâblarının bir kaçında (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır) buyuruyor. Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünki, yüzü mahlûklara karşıdır. Bundan dahâ aşağıda, ya’nî iniş makâmlarının en ilerisinde peygamberlik makâmı vardır. Bu makâm sıddîklık makâmından dahâ yüksekdir. Sahv ve bekâ burada dahâ çokdur. Kurbet makâmı, bu iki makâmın arasına giremez. Çünki bunun yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve çıkış makâmlarının temâmıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt tercemesi: Ayna arkasındaki papağan gibiyim, Ezelî üstâd ne derse onu söylerim. Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkham-ı islâmiyye bilgileri, şimdi keşf ile hâsıl olmakdadır. Keşfler, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamakdadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişletdiler. Düşünerek anlamak yerine içden gelerek öğrenmeği ihsân etdiler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden sordu: Süâl: Tesavvuf yolunda ilerlemek, ya’nî sülûk niçindir? Cevâb: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşünerek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken, bilgiler, ma’rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya’nî Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bilgilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma kavuşduklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve ma’rifetleri acabâ neden olmuyor? (Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.) Kazâ ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki, islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur. Bu bilgiye, îcâb noksanlığı ve cebr lekesi hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşılmakdadır. İslâmiyyetin bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgiyi niçin herkesden gizlediklerine şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olmasa idi, o zemân örtmeleri, saklamaları uygun olurdu. Ne yapdığından süâl olunmaz. Fârisî beyt tercemesi: Onun korkusundan, kim ne yapabilir? Teslîm olmakdan başka ne diyebilir. İlmler ve ma’rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki bunları kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa, sultânın hediyyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgileri yazmak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için üzülüyordum. Sonra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir; bunları ezberlemek için değildir) diyerek üzüntümü giderdiler. Nitekim mekteblerde talebe diploma almak için çeşidli şeyler öğrenirler. Bunları ezberlemek için öğretmezler. Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi onbirinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak o işitici ve görücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir, görücüdür buyurması da, bu tenzîhi temâmlamakda ve kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklarda da görmek ve işitmek vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü teâlânın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlûkların işitmediğini, görmediğini bildirerek, böyle sanmak, yolunu kapamakdadır. Bu âyet-i kerîmede, işitici ve görücü yalnız Odur, mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işitmeyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitmelerine hiç te’sîr etmez. Te’sîr eder denilirse, te’sîri de O yaratmakdadır. Mahlûkların kendileri te’sîrsiz oldukları gibi, sıfatları da te’sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez. Taş, cimâd, te’sîrsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denirse, bu sıfat da cimâddır, te’sîrsizdir. Harflerin ve sesin çıkmasında hiç te’sîri yokdur. Başka sıfatlar da bunun gibidir. Bu iki sıfat, dahâ meydânda olduğu için, Allahü teâlâ, mahlûklarda bu iki sıfatın bulunmadığını bildirdi. Mahlûklarda başka sıfatların da bulunmadığı bundan anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilm sıfatını yaratdı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü ya’nî ilgisini yaratdı. Bundan sonra, bu sıfatın o şeye bağlanmasını yaratdı. Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde görüntüsünü yaratdı. Âdeti böyle oldu. O şeyin görüntüsünün ilm sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne te’sîri olabilir? Bunun gibi, önce işitmek sıfatını yaratdı. Bundan sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebebleri yaratdı. Sonra ses dalgalarını yaratdı. Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan sonra da sesi duymağı yaratdı. Yine bunun gibi önce gözü yaratdı. Sonra gözde görüntüyü yaratdı. Sonra görüntüyü beyinde yaratdı. Dahâ sonra görmeyi yaratdı. İşitici ve görücü o kimseye denir ki, işitmesi ve görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca, buna işitici ve görücü denmez. Bundan anlaşılıyor ki, mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi cimâddır, te’sîrsizdir. Sözün kısası, mahlûklarda sıfatlar yokdur. Bu sıfatlar ancak Allahü teâlâda vardır. Bu âyet-i kerîmede, tenzîh ile teşbîh bir araya getirilmişdir. Hattâ âyet-i kerîmenin hepsi tenzîhi bildirmekde, benzeri olmadığını beyân buyurmakdadır. Birinci ilm, ya’nî mahlûklarda görülen sıfatların Hak teâlânın sıfatları olması ve mahlûkları cimâd, ya’nî te’sîrsiz bilmek, içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun olan bilgidir. İkinci ilm, ya’nî mahlûkların sıfatlarını da cimâd gibi bulmak ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde (Sen, elbette ölüsün. Onlar da elbette ölüdürler) bildirildiği gibi, mahlûkları ölü bilmek, şehâdet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki makâm arasındaki başkalık anlaşılmakdadır. Bir şeyin azının görülmesi, çoğunun bulunduğunu gösterir. Bir yerden su sızması, büyük su bulunduğunu haber verir. Fârisî mısra’ tercemesi: Senenin iyiliği behârından belli olur. Bunun gibi, bu yüksek makâmın sâhibleri, mahlûkların işlerini de, ölü gibi ve cimâd gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü teâlânın işidir, bu işleri yapan hep Odur demezler. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yüksekdir. Bir kimse, bir taşı hareket etdirse, bu kimse hareket ediyor denmez. Taşı hareket etdiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimâd olduğu gibi, taşın hareketi de cimâddır. Taş hareket ederken bir adamı öldürse, taş öldürdü denmez. Taşı hareket etdiren kimse öldürdü denir. Ehl-i sünnet âlimleri “şekkerallahü teâlâ sa’yehüm” de böyle söylemişlerdir. Bunlar mahlûkların yapdıkları işler, kendi irâdeleri ve ihtiyârları ile olmakla berâber, bunları Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında onların işlerinin hiç te’sîri olmaz. Onların işleri, birkaç hareketdir. İşlerin yapılmasında bu hareketlerin te’sîri olmaz. Süâl: Böyle olunca, kulların işlerine sevâb ve azâb yapılması doğru olmaz. Bir taşa emr vermek ve onun hareketlerine sevâb ve azâb yapmak gibi olur. Cevâb: Taşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır. İnsanlara din gönderilmesi ve emrler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde bulunduğu içindir. Taşda enerji varsa da irâde yokdur. Fekat, insanların irâdesini de Allahü teâlâ yaratdığı için ve bu irâdenin işin yapılmasında te’sîri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir. İrâdenin yalnız şu kadar te’sîri vardır ki, iş, kulun irâdesinden sonra yaratılmakdadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. İnsanların kudreti te’sîr ediyor denirse, kudretdeki bu te’sîrini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kudreti yaratdığı gibi, bunun te’sîrini de yaratmakdadır. Mâverâ-ün-nehr âlimleri, kudret te’sîr eder dediler ise de, bu te’sîrde kudretin ihtiyârı hiç yokdur. Te’sîri, cansızın hareketi gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı öldürdüğünü görse, bu kimse, taşın cimâd, cansız olduğunu bildiği gibi, onun hareketini ve bu hareket enerjisinin öldürmesini de cimâd bilir. Görülüyor ki, mahlûkların kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep cimâddırlar, ölüdürler. Diri olan, herşeyi varlıkda durduran, işitici, görücü, bilici olan ve her dilediğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Kehf sûresinin yüzonuncu âyet-i kerîmesinde [110] (Ey sevgili Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir dahâ deniz biterler) buyuruldu. Çok saygısızlık yapdım. Sonsuz atılganlık yapdım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan söz de güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan sözler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmağa ve Onun yüce adını dilime almağa hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt tercemesi: Ağzımı gül suyu ile binlerce yıkasam, İsmini söylemeğe yine lâyık olamam. Fârisî mısra’ tercemesi: Köle olan haddini bilmelidir. Yüksek teveccüh ve ihsânlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığımı nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler, ihsânlar, hep yüksek, teveccüh ve merhametinizden hâsıl olmakdadır. Yoksa, Fârisî mısra’ tercemesi: Ben hep o eski Ahmedim. Meyân Şâh Hüseyn, tevhîd-i vücûdî yolundadır. Bundan çok tad almakdadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşdurmak istiyorum. Çünki maksad, oraya kavuşmakdır. Muhammed Sâdık, küçük olduğu için, kendini hiç tutamıyor. Eğer yolculukda yanımızda bulunursa çok terakkî edecekdir. (Dâmen-i Kûh) ya’nî dağ eteği denilen yere giderken yanımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret makâmına kavuşdu. Bu makâmda fakîre çok benzemekdedir. Şeyh Nûr da, bu makâmda çok ilerledi. Bu fakîrin yakınlarından bir genç vardır. Onun hâli çok yüksekdir. Tecelliyât-i Berkıyyeye yaklaşdı. Yaradılışı buna çok uygundur. |
mektubatı şeriften 19.mektub...
19
ONDOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Birkaç ihtiyâc sâhibinin gönderildiği bildirilmekdedir: Yüksek kapınız hizmetçilerinin en aşağısı sunar ki, askerden bir kimse geldi. Dehli ve Serhend fakîrlerinin geçen sonbehâr mevsimi için olan haklarının yüksek kapınız hizmetcilerinden hakkı olanlar araşdırılarak, onlara da dağıtılması için size gönderildiğini bildirdi. Bunun için saygısızlık yaparak yazıyorum. Şeyh Ebül Hasen adına bin dirhem gönderilmesi. Kendisi ilm sâhibidir. Ve Hâfız Şâh Hüseyn adına da bin dirhem gönderilmesi lâzımdır. Şâh Hüseyn, Şeyh Nevvâb vakfının vekîllerindendir. Bunların ikisi de hayâtdadır ve işleri başındadır. Kendilerinin hakları olduğunda şübhe yokdur. Vekîllerini gönderdiler. Askerin söylediği doğru ise, ikisinin hakkını buna vermek uygun olur. Kendileri Serhendedirler. |
mektubatı şeriften 20.mektub...
20
YİRMİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, yine yüksek mürşidine gönderilmişdir. Bir kaç dileğini bildirmekdedir: Yüksek kapınız hizmetcilerinin en aşağısı sunar ki, Habîb-i Serhendînin vâlidesi ile zevcesinin ve ismleri ayrıca yazılı olan kimselerin Beyt-ül-mâldan haklarının alınabilmesi için, yüksek kapınız hademelerini bir kaç mektûbla üzmüşdüm. Bunların hakları olan eşyâ, eğer Dehliye gelmiş ise, kendilerine verilmesi için Mevlânâ Alîye emr buyurunuz. Bunlardan bir kaçı vekîl göndermişdir. Bir kaçı da, kendileri gelmişdir. Eğer bunların hakkı Dehliye getirilmemiş ise, kendileri hayâtdadır ve iş başındadırlar. Kendilerine düşen hisselerin tashîhini diliyorlar. Sözü dahâ uzatmamız saygısızlık olur. |
21
21
YİRMİBİRİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, Şeyh Muhammed Mekkî bin hâcı Mûsâ Lâhorîye yazılmışdır. Vilâyet dereceleri ve vilâyet-i Muhammediyyeyi bildirmekde ve tarîkat-i Nakşibendiyyeyi övmekdedir: Şerefli mektûbunuz bu zaîf köleye geldi. Allahü teâlâ ecrinizi artdırsın ve işlerinizi kolaylaşdırsın ve özrünüzü kabûl buyursun. İnsanların en üstünü, en temizi “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” hurmetine, bu düâyı kabûl buyursun! Kardeşlerime bildiririm ki: Ehlüllahın (Fenâ) dedikleri, ölmeden önce ölmek hâsıl olmadıkca, Allahü teâlâya kavuşulamaz. Hattâ, (Âfâk)da, ya’nî insanın dışında bulunan uydurma putlara ve (Enfüs)de, ya’nî insanın içinde bulunan nefsinin isteklerine tapınmakdan kurtulamaz. İslâmın hakîkatine kavuşamaz. Tam îmân elde etmesi kolay olmaz. Nerde kaldı ki, Âbidler arasına karışabilsin ve Evliyâlar derecesine kavuşabilsin. Bununla berâber, bu fenâ makâmı, vilâyet derecelerine atılan ilk adımdır. Bu yüksek makâm dahâ başlangıcda ele geçer. Vilâyetin başlangıcı böyle olursa, sonunun nasıl olacağını artık anlamalıdır. Başını görünce sonunun yüksekliği düşünülmelidir. Şu fârisî mısra’ ne güzel söylenmişdir. Mısra’ tercemesi: Gül bağçemi gör de behârımı anla! Şu fârisî mısra’ da öyledir. Mısra’ tercemesi: Senenin iyiliği, behârından anlaşılır. Evliyâlığın dereceleri vardır. Her derece de, birbirinin üstündedir. Çünki, her Peygamberin makâmı altında vilâyet ya’nî evliyâlık vardır ve herbirinin vilâyeti kendilerine mahsûsdur. Vilâyetlerin en yüksek derecesi bizim Peygamberimizin “aleyhi ve alâ cemî’i minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ” kademi, ayağı altında bulunan vilâyetdir. Çünki, ismlerin, sıfatların, şü’ûnların ve i’tibârâtın Allahü teâlâda bulunması bakımından olsun veyâ bulunmaması bakımından olsun, karışmadıkları zâtın tecellîsi, yalnız onun vilâyetinde olur “aleyhissalâtü vesselâm”. Var olan ve varlığı düşünülen bütün perdelerin ilmde ve aynda yok olması ancak bu makâmdadır ve (Vasl-i uryânî) denilen yakınlık ve tam vecd hâsıl olur. Onun izinde gidenler “aleyhissalâtü vettehıyye” bu makâmdan çok pay alırlar. Bu yüksek dereceye ve büyük ni’mete kavuşmak için onun izine sarılınız “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem”! Zât-i ilâhînin bu tecellîsi, tesavvuf büyüklerinin çoğuna göre, şimşek gibi çakıp geçmekdedir. Ya’nî, Zât-i ilâhîden bütün perdelerin kalkması, şimşek gibi çok az zemân sürer. Sonra ismlerin ve sıfatların perdeliği hemen araya girer. Zât-i ilâhînin nûrlarının parlaklığı da perde gibi örter. Zât-i ilâhînin huzûru, şimşek gibi, bir ân olur. Zâtın gaybeti, ya’nî örtülmesi çok uzun sürer dediler. Nakşibendiyye Evliyâsının büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” ise, zâtın huzûru dâimîdir. Bu büyükler, çabuk geçen, hemen gaybete dönen bir huzûra kıymet vermezler. Bu büyüklerin yüksekliği, bütün yüksekliklerin üstündedir ve bunların nisbeti, bütün nisbetlerden dahâ üstündür. Bunlar, zâtın devâmlı olan huzûruna (Nisbet) demişlerdir. (Bizim nisbetimiz, bütün nisbetlerden üstündür) buyurmuşlardır. Bundan dahâ çok şaşılacak şey, bu büyüklerin yolunun sonu, başlangıcda yerleşdirilmişdir. Burada Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının yolunu tutmuşlardır. Çünki, onlar Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” ilk sohbetinde, sonda varılabilecek şeylere kavuşurlardı. Bu ise, nihâyetin başlangıca yerleşdirilmesidir. Muhammed aleyhisselâmın vilâyeti, bütün Peygamberlerin ve Resûllerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vilâyetlerinin üstünde olduğu gibi, bu büyüklerin vilâyeti de, Evliyânın hepsinin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” vilâyetlerinin üstündedir. Nasıl böyle olmasın ki, bunların vilâyetleri, Sıddîk-ı ekbere bağlıdır. Evet onların büyüklerinden çok az Velîde de bu nisbet hâsıl olmuşdur. Fekat, Sıddîk-ı ekberden almışlardır “radıyallahü anh”. Böyle olduğunu Ebû Sa’îd haber vermekdedir. Sıddîk-ı ekberin “radıyallahü anh” cübbesinin bu velîye geldiği (Nefehât) kitâbında bildirilmekdedir. Bu tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyenin üstünlüklerinden az birşey açıklamamız, talebeyi bu yola teşvîk içindir. Yoksa, ben nerede, onun üstünlükleri nerede? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, (Mesnevî)de diyor ki: İki beytinin tercemesi: Yazık olur onu açıklamak, Lâzımdır, aşk gibi çok saklamak. Fekat söyledim ki, yol bulalar, Hasret ateşinden kurtulalar. Size ve doğru yolda gidenlere selâm olsun! |
22
22 YİRMİ İKİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, Lâhor müftîsi şeyh Muhammedin oğlu şeyh Abdülmecîde yazılmıştır. Ruhun nefse niçin bağlanmış olduğu ve bunların yükselmelerini ve inmelerini ve cesedin ve ruhun Fena ve Bekâlarını ve Dâvet makamını bildirmektedir: Nûr ile zulmeti birlikte bulunduran Allahü teâlâ her türlü aybdan, kusurdan uzaktır. Mekânsız, cihetsiz olan ruhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaştıran, Rabbimizi tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nûrlu olan ruha sevdirdi. Nûr zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşti. Bu bağlantı ile, nûrun cilâsı arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nûrun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek için ve cismleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nûr, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahü teâlâya olan yakınlığını unuttu. Hattâ, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele bağlanarak kendini unuttu. Onunla bir arada kalınca, kıymetini gayb etti. Kötüleşti. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeye uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun! Allahü teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lutfüne, inayetine kavuşturdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan nîmetleri hâtırlar, eski hâline döner. Arabî beyt tercümesi: Hep seni düşünürüm, haccım ve ömrem sanadır. Herkes taş toprak düşünür, kalbim senden yanadır. Nûr bedenden yüz çevirip, mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o mukaddes makama sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutturacak kadar çoğalırsa, beden de onun nûrları ile aydınlanır. Nûrların müşâhedesinde kendini unutur. Matlûbun huzuruna perdesiz olarak kavuşur. İnsan, şimdi hem cesedin, hem ruhun fenasına kavuşmakla şereflenir. Bu fenadan sonra, bu şühûd ile bekâ hâsıl olursa, fena ve bekâ tamamlanmış olur. Velî ismini almak hakkı olur. Vilâyet derecesine kavuşunca, iki şeyden biri olur: Yâ, tam şühûda dalar, kendini hep unutur. Yâhut, insanları Hak teâlâya çağırmak için geri döner. Geri döndükten sonra, bâtını Allahü teâlâ ile, zâhiri insanlar ile olur. Bu zaman nûr, kendisine karışmış olan zulmetten kurtulur. Matlûbuna, yâni Hak teâlâya döner. (Eshâb-ı yemin)den olur. Kendisinin sağı solu yok ise de, hâli sağ olmaya uygundur. Çünkü hayrları kendinde toplamıştır, kemâle kavuşmuştur. Bu ikisi de sağda bulunur. Sağ mübârektir. (Allahü teâlâ hakkında da, iki eli, mübârek olan sağ taraftadır) buyurulmuş olması da bunun gibidir. (İki eli demek, Onun râzı olduğu, beğendiği şey demektir). Mekânsız nûr ve bâtın dediğimiz ruhdur. Ciheti olan karanlık ve zâhir ise, nefis demektir. Suâl: Birinci kısmdan olan, yâni geriye dönmeyen Evliyâ da, âlemi biliyor, insanlarla birlikte yaşıyor. Bunların hep Allahü teâlâya bağlı olmaları ve kendilerini unutmaları ne demektir? İnsanları Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturmak için geri dönen Evliyâ ile bunların arasında ne fark vardır? Cevap: Kendilerini unutmak ve hep Allahü teâlâya bağlı kalmak demek, nefis ruhun nûrları arasına girdikten sonra, ruh ile nefsin birlikte, Allahü teâlâya teveccüh etmesi demektir. Böyle olduğu yukarıda bildirilmiştir. Mahlûkları bilmek ise, his organları ve kuvvetleri ile ve hareket organları ile olur. Bu organlar, nefsin tafsîlidir. Nefsin arzuları ile işlemektedir. Hulâsa olan, kuvvet merkezi olan nefis, ruhun nûrları altında Allahü teâlâyı müşâhede etmektedir. Bunun tafsîli, açıkta olan kısmları, eski şü'ûru ile hareket etmektedir. Hulâsanın yok hâle gelmesi ile, onların hareketinde gevşeklik hâsıl olmuyor. Bu âleme rücû' etmiş olan Evliyâ böyle değildir. Bunların nefsi, mutmeinne olduktan sonra, ruhun nûrları altından çıkıyor. Mahlûklar âlemine bağlanıyor. Bu bağlılıkla, insanları Allahü teâlânın rızasına çağırıyor. Nefis hulâsadır, topluluktur dedik. His organları ve hareket organları ve kuvvetleri, nefsin tafsîlidir, açıkta bulunan parçalarıdır dedik. Çünkü nefsin etten olan kalbe yâni yüreğe bağlılığı vardır. Yüreğin de, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye), yâni kısaca kalb veya gönül denilen latîfeye bağlılığı vardır. Yürek, gönüle olan bu bağlılığı sebebi ile, ruha da bağlanmış olur. Ruhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsten organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefste hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sahipleridir, yâni şü'ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sahipleridir. Yâni şü'ûrludurlar. Birincileri daha şerefli, ikincileri ise, daha üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur. Allahü teâlâ, bizleri Evliyânın kerâmetlerine kavuşmakla şereflendirsin ve Enbiyâya “salevâtüllahi teâlâ ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i melâiketil mukarrebin vel'ibâdissâlihîn ilâ yevmiddîn” tam uymakla yükseltsin! Bu satırları yazan duâcınızın, arabîsi, fârisîsinden daha güzel değil ise de, şerefli mektûbunuz arabî kelimelerle yazılmış olduğundan, mektûbumuzu da, sizin gibi yazdık. Sözümüz burada tamam oldu. Hepinize selâm olsun! |
23
23 YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîme arabî olarak yazılmış olup, dîni, câhillerden öğrenmeyi men etmekte ve soy adı seçmekten bahs etmektedir: Allahü teâlâ hepimizi lâftan kurtarıp, iş yapmak nasip buyursun. İnsanların en iyisi ve hepsinin Peygamberinin hâtırı için, amelsiz ilimden, işe yaramıyan bilgilerden korusun! Arabî mısra' tercümesi: Bir kimse ki, bu duâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! Ey, yüksek yaratılışlı kardeşim! Allahü teâlâ, sizin yaratılışınızda bulunan kemâlâtın meydana çıkmasını ihsân eylesin! Bu dünya âhıretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun! Toprak gibi yetiştirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veya zararlı, zehirli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat daha çoktur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitaplarından [mecmû'alarından] okumaktır. Çünkü, din câhilleri, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler. Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Çünkü, din câhilleri, din dersi verirken [din kitabı yazarken], islâmiyete uygun olmıyanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, talebesini de câhil yetiştirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, [başka ilim kollarında söz sahibi olmakla, fen ve sanat şu'belerinde ihtisas kazanmakla] insan din adamı olamaz, [din kitabı yazamaz] ve din bilgisi veremez. Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları [ve câhil din adamları] tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedâvî eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, islâmiyeti ve meziyyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve men lerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde derdlere devâ, ruhlara gıdâ olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazancdır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalblere te'sîr eder. Dîn-i islâmı, hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkindir. Allahü teâlâ, hepimizi Muhammed aleyhisselâmın doğru yolundan ayırmasın! Âmîn. Çünkü, insanları dünya ve âhıret rahatına kavuşturan, ancak bu yoldur. Şu fârisî beyt ne güzel söylenmiştir. Beytin tercümesi: Arabistândan doğan, Muhammed “aleyhisselâm” İki cihânda, üstün Odur, hemân! Kara toprak altında kalsın, her an, Onun kapısında, toprak olmıyan! Peygamberlerin en yükseğine, en üstününe bizden selâmlar olsun! Ne kadar şaşılacak şeydir ki, kıymetli teveccühünüze kavuşmakla şereflenen şairlerden birinin, bir kâfir ismini soyadı aldığını işittim. Hem de, kendisi seyyidlerden, sevmemiz lâzım gelen büyüklerden biridir. Keşke bunu duymasaydım. Bu alçak ismi acaba niçin aldı? Bir türlü anlıyamıyorum. Böyle ismleri almaktan, korkunç arslanlardan kaçmaktan, daha çok kaçmak lâzımdır. Böyle ismleri, her çirkinden daha çirkin görmek lâzımdır. Çünkü, bu ismler ve onların sahipleri, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Onun Peygamberinin düşmanlarıdır. Müslümanların, [ister hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse Kitapsız olsun bütün] kâfirleri düşman bilmesi emrolunmuştur. Bu gibi pis ismleri, evladına koymamaları, her müslümana vâcibdir. Benim tarafımdan ona söyleyiniz! Bu ismi değiştirsin! Onun yerine, ondan hayrlı ve müslümana yakışan bir ism koysun. Müslüman olana, müslüman ismini koyması yakışır. Allahü teâlânın sevdiği ve Onun Peygamberinin beğendiği, islâm dîninde bulunmakla şereflenmiş bir kimsenin hâline uygun da, ancak budur. [Ebû Dâvüd ve Muhammed ibni Hibbân bildiriyor ki, Resûlullah, (Kıyâmet günü ismlerinizle ve babalarınızın ismleri ile çağrılacaksınız. Onun için güzel ismler alınız!) buyurdu. Tirmüzî bildirdiğine göre Âişe buyurdu ki, (Resûlullah çirkin ismleri değiştirirdi).] Tirmüzî ve İbni Mâce bildiriyor: Abdüllah bin Ömer buyurdu ki, (Hz. Ömerin bir kızının adı Âsıye yâni isyân edici idi. Resûlullah, onu değiştirdi. Cemile yaptı). Bunlar gibi, daha birçok insan, yer ve sokak ismini değiştirerek, müslümana yakışan ismler taktığını Ebû Dâvüd bildirmektedir. Hadis-i şerifte, (Kötü zan altında kalınacak yerlerden kaçınız!) emrolundu. Dinsizlik alâmeti olan ve bu zannı uyandıran ismleri koymaktan, [sözleri söylemekten ve alâmetleri kullanmaktan ve işleri yapmaktan] kaçınmak, her müslümanın vazîfesidir. Bekara sûresi, ikiyüzyirmibirinci âyetinde meâlen, (Mümin olan bir köle, kâfir olan bir beğden, daha kıymetlidir!) buyuruldu. Muhammed aleyhisselâmın yolunda gidenlere, Allahü teâlâ, selâmet versin! Âmîn. Mâlu mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi. |
mektubatı şeriften 24.mektub...
24 YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, Kılınc Hâna yazılmıştır. Sofînin kâin ve bâin olduğu ve kalbin birden fazla şeye bağlanmıyacağı ve muhabbet-i zâtiyye hâsıl olunca sevgiliden gelen elemlerle nîmetlerin müsâvî olduğu ve mukarreblerle ebrârın ibâdetleri arasındaki başkalığı ve kendini yok bilen Evliyâ ile insanları dâvet için geri dönmüş olan Evliyânın başkalıkları bildirilmektedir: Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine size selâmet ve âfiyet versin! Hadis-i şerifte, (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyuruldu. Kalbinde, Allahdan başka hiçbirşeyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu dileyen kimselere müjdeler olsun. Bu hadis-i şerife göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış verişte ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. Bu sofî, Allahü teâlâ ile (Kâin)dir. Yâni Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan (Bâin)dir. Yâni ayrıdır. Yâhut, görünüşte insanlar ile kâindir. Hakîkatte ise insanlardan bâindir. Kalb, yâni gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevkı', medh olunmak gibi çeşidli arzuları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünkü hiçbirşeyi o şey için sevmemektedir. Onun için hiçbirşey perde olmaz. Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet, ancak tam fena hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. Mutlak olan Fena da, Tecellî-i zatîye bağlıdır. Çünkü, ortalıktan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zatiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri, sevenin yanında eşid olur. Bu zaman, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü, ona göre nîmetlerle azâblar arasında başkalık yoktur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir. Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek saadetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuştur). Çünkü, ebrârın hasenâtı, bir bakımdan hasenâttır. Başka bakımdan seyyiât olur. Mukarreblerin hasenâtı ise, her bakımdan hasenâttır. Yâni iyiliktir. Evet, mukarreblerden, tam Bekâya kavuştuktan ve bu sebepler âlemine indikten sonra Allahü teâlâya, korku ile ve nîmetlerine kavuşmak için ibâdet eden de vardır. Fakat, bunların korkuları ve arzuları kendi nefsleri için değildir. Bunlar, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için ve Onun gazâbından, gücenmesinden korktukları için ibâdet ederler. Bunlar Cenneti de isterler. Çünkü, Cennet, Allahü teâlânın rızasının, sevgisinin bulunduğu yerdir. Yoksa Cenneti istemeleri, nefslerinin zevkleri için değildir. Bunlar Cehennemden korkar. Ondan koruması için duâ ederler. Çünkü, Cehennem, Allahü teâlânın gazâbının bulunduğu yerdir. Yoksa, Cehennemden korkuları, nefslerini azâbdan kurtarmak için değildir. Çünkü, bu büyükler, nefslerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe, mukarreblerin en üstün derecesidir. Bu mertebeye kavuşan, (Vilâyet-i hâssa) makamına erdikten sonra (Peygamberlik) makamının yüksekliklerinden bir şeylere de kavuşur. Sebepler âlemine inmeyen ise, müstehlik olan, yâni kendini yok bilen Evliyâdan olur. Bunun Peygamberlik makamının kemâlâtından haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez. Yukarıda bildirdiğimiz birinci sınıf Evliyâ gibi değildirler. Allahü teâlâ, insanların en üstünü hürmetine bizleri bu büyükleri sevmekle şereflendirsin. Çünkü, (Kişi, sevdiği ile berâber olur). Evvelimiz ve sonumuz selâmette olsun! Niçin küfrân eder insân, Hudâ nîmet verir iken, Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken. Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez, Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken? |
mektubatı şeriften 25.mektub...
25 YİRMİ BEŞİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmıştır. Peygamberlerin en üstününe ve Hulefâ-i Râşidîne uymaya çalışmak lâzım olduğu bildirilmektedir: Allahü teâlâ kalbinize selâmet versin! Göğsünüzü genişletsin! Nefsinizi temizlesin! Cildinizi yumuşatsın! Bunların hepsi, hattâ ruhun, sırrın, hafînin ve ahfânın bütün kemâlâtına kavuşmak, ancak Peygamberlerin en üstününe uymakla olur. Öyle ise, Ona uymak için ve Onun dört halîfesine uymak için çok çalışınız. Onun dört halîfesi doğru yoldadırlar. Ondan sonra, herkesi doğru yola onlar getirmiştir. Onlar, insanları doğru yolda ilerleten yıldızlardır. Evliyâlık semasının güneşleridirler. Onların izinde yürümeye kavuşmakla şereflenenler, tam kurtuluş ile kurtulurlar. Onların yolundan ayrılanlar, doğru yoldan sapar, felakete düşerler. Merhûm Şeyh Sultânın iki oğlu çok sıkıntıdadır. Geçimleri güç durumdadır. Yüksek makamınızdan dileğimiz onların imdâdına, yardımlarına yetişmenizdir. Bu hayrlı işe siz lâyıksınız. Hattâ bütün insanların ihtiyaçlarını gidermek için cenâb-ı Hak size başarılar vermiştir. Allahü teâlâ başarılarınızı arttırsın. Hep hayrlı işlere ulaştırsın. Allahü teâlâ, size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! |
mektubatı şeriften 25.mektub...
26 YİRMİ ALTINCI MEKTÛB
Bu mektûb, Şeyh-ul-âlem Mevlânâ Hâce Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Şevk, arzu ebrârda olur. Mukarreblerde olmaz. Bu makamla ilgili birkaç şey bildirilmektedir: Allahü teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun. Hadis-i kudsîde, (Ebrâr bana kavuşmağı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum) buyuruldu. Allahü teâlâ, ebrârın şevk, arzu sahibi olduklarını bildirdi. Çünkü, mukarrebler vâsıl olmuşlardır. Bunlarda kavuşmak arzusu artık kalmamıştır. Şevk, ayrı olanlarda bulunur. Mukarreblerde ayrılık gayrılık yoktur. Herkes bilir ki, kimse kendi nefsine kavuşmak için şevk sahibi değildir. Hâlbuki kendi nefsini taşkınca sevmektedir. Çünkü, nefsinden ayrı değildir. Allahü teâlâda bâkî ve kendi nefsinden fânî olmuş bir mukarrebin Allahü teâlâya olan yakınlığı, bir kimsenin kendi nefsine olan yakınlığı gibidir. Bunun için zevk, yalnız ebrârda bulunur. Çünkü, ebrâr çok sevmektedir ve kavuşmamıştır. Ebrâr demek, sona varmamış, mukarreb olmamış sâlik demektir. Tasavvuf yolunun başında veya ortasında bulunur. Sona varmasına kıl kadar ayrılık kalsa bile, mukarreb olmaz. Şu fârisî şiirde ne güzel söylenmiştir. Fârisî beytin tercümesi: Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir; Eğer gözde yarım kıl olsa da, çok görünür. Sıddîk-ı ekber bir kimsenin Kur'an-ı kerim okurken ağladığını gördü. (Biz de böyle idik, fakat şimdi kalblerimiz katılaştı) buyurdu. Bu söz, kötülemeye benzeyip, övünmek olan sözlerdendir. Şeyhimden işittim, (Nihâyete ermiş, kavuşmuş olan, yolun başlangıcında, kendisindeki şevkı, arzuyu özleyebilir) buyurdu. Şevkın giderilmesi makamın daha yükseldiğini, daha tamam olduğunu gösterir. Bu makam ye's makamıdır. Yâni anlayamamaktan hâsıl olan üzüntü makamıdır. Çünkü kavuşulabilecek şey için şevk olur. Kavuşmak Ümidi olmayan bir yerde şevk olmaz. Yüksek derecelerin sonuna ulaşmış olan bir kâmil, bu âleme geri döndüğü zaman, ayrılık ateşine düştüğü hâlde, eski şevkı, arzusu geri gelmez. Çünkü, şevkın gitmesi, ayrılık kalmadığı için değildi. Ye's, Ümitsizlik geldiği içindi. Geri döndükten sonra da bu ye's kendisinde vardır. Birinci kâmil böyle değildir. O, âleme dönünce, şevk de geri gelir. Çünkü, önceden yok olmuş olan (Fakt) yâni gaybûbet, yok olmak, yine hâsıl olmaktadır. Bir kâmil, geri döndüğü zaman, fakt, ayrılık bulunursa, faktın gitmesi ile yok olan şevk tekrar hâsıl olur. Suâl: Vüsûl mertebeleri yâni kavuşturan yol, sonsuzdur, bitmez tükenmez. Ne kadar ilerlese yine uzak olacağı için, hep şevk bulunmaz mı? Cevap: Vüsûl mertebelerinin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda ve şü'ûnda ve îtibarâtta olan geniş yolculuklardır. Böyle seyr eden bir sâlik için, yolun sonu olmaz. Ondan şevk hiç gitmez. Yukarıda bildirilen müntehî ise, bu mertebeleri kısaca geçerek, söz ile, kelime ile, işaret ile anlatılamıyacak makama vâsıl olmuştur. Orada hiç Ümitlenmek yoktur. Bunun için kendisinde şevk ve taleb kalmaz. Bu hâl, Evliyânın büyüklerinde olur. Bunlar sıfatların çukurundan kurtulmuşlar. Zat-i ilâhîye “teâlet ve tekaddeset” kavuşmuşlardır. Bunlar, sıfatlarda uzun uzun ilerliyen ve şü'ûnât mertebelerinde seyr eden sâlikler gibi değildir. O sâlikler, bitmez tükenmez sıfatların tecellîlerine bağlanıp kalırlar. Bunlar için olan vüsûl mertebeleri kendisini ancak sıfatlara kavuşturur. Zat-i ilâhîye yükselmek ancak sıfatlarda ve îtibarâtta, kısaca seyr etmekle olabilir. İsmlerde uzun uzadıya seyr eden bir kimse, sıfatlara ve îtibarâta bağlanıp yolda kalır. Böylece şevk ve taleb kendisinden ayrılmaz. Vecd ve tevâcüdden kurtulmaz. Vecd ve tevâcüd sahipleri, sıfatların tecellîlerine kavuşanlardır. Bunlar için (Tecelliyât-i Zatiyye) yoktur. Şevkleri, vecdleri oldukça bu tecellîlerden nasip alamazlar. Suâl: Allahü teâlâya şevk olması ne demektir? Çünkü, Allahü teâlâdan hiç birşey mefkûd, yok değildir? Cevap: Burada şevk demek, belki (Müşâkele Sanatı) ile söylenmiş olabilir. Çok olduğunu bildirmek içindir. Çünkü, azîz, cebbâr olan Allahü teâlânın her şeyi şiddetlidir, çoktur. Zayıf insanların her şeyinden gâlib ve kuvvetlidir. Bu cevap âlimlere göre verilen cevaptır. Bu fakir kulun başka bir cevabı daha vardır ki tasavvuf yoluna uygun bir cevaptır. Fakat bu cevapta biraz sekr, şu'ûrsuzluk bulunmaktadır. Sekr olmayınca, güzel olmuyor. Hattâ câiz olmuyor. Çünkü, sekr sahipleri özrlü olur, affedilirler. Sahv, şü'ûr sahipleri mes'ûl olurlar. Sorguya çekilirler. Şu anda, tâm sahv hâlindeyim. Şimdi o cevabı bildirmek yerinde olmaz. Önceleri ve sonraları Allahü teâlâya hamd olsun. Onun Peygamberlerine bitmez tükenmez salât ve selâm olsun! |
.
.....
|
Mektubat-ı Şeriften 27.mektub
27 YİRMİ YEDİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, Hâce Ammek için yazılmıştır. Tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi övmektedir: Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği kullarına selâm olsun! Merhamet ederek bu dostunuza gönderdiğiniz kıymetli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Selâmette olunuz. Bu yüksek Nakşibendiyye zincirini övmekten başka birşeyle başınızı ağrıtmak istemiyorum. Yavrum! Bu yüksek zincirin büyükleri buyuruyorlar ki, (Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir). Nisbet dedikleri huzur ve âgâhlıktır. Bunlar hiç gayb olmayan huzura kıymet verir. Böyle devamlı olan huzura (Yâd-i Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd-i dâşt olmaktadır. Bu fakirin anladığına göre, yâd-i dâşt şöyle açıklanmaktadır: Allahü teâlânın ismleri, sıfatları ve şü'ûnu ve îtibarâtı birlikte olmaksızın, yalnız zat-ı ilâhînin zuhûr etmesine yâni kalbe, ruha görünmesine (Tecellî-i Zat) denir. Bu tecellîye (Berkî) demişlerdir. Yâni, şü'ûn ve îtibarât perdelerinin aradan kalkması, zatın görünmesi, şimşek çakar gibi bir ân sürer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bir ân huzur, ondan sonra devamlı yokluktur. Bu büyükler böyle olan nisbete kıymet vermemiştir. Hâlbuki başka silsilelerin, tarîkatların büyükleri, öyle olan tecellî nihâyete kavuşanlara nasip olur dediler. Bu huzur, devamlı olursa, hiç örtünmezse, ismlerin ve sıfatların ve şü'ûnun ve îtibarâtın perdeleri araya karışmadan tecellî ederse, gaybsız, perdesiz huzur olur. Yâd-i dâşt olur. İşte, bu büyüklerin nisbeti olan Yâd-i dâşti, başkalarının nis- betleri ile karşılaştırmalıdır. Böylece hepsinin üstünde olduğunu anlamalıdır. Çok kimse, böyle bir huzurun varlığına inanamaz. Arabî beyt tercümesi: Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun; Zevallı âşık birkaç damla ile doysun. Bu yüksek nisbet, öyle garîb oldu ki, hattâ bu büyük kıymetli zincire bağlanmış bulunanlara da söylense çoğunun inanmayacağı umulur. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allahü teâlânın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektir. Yukarıda olmak hayâle gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarîkatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki, yukarıda bildirdiğimiz Yâd-i dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları sona erdikten sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. Fârisî iki beyt tercümesi: Bir câhil bu büyüklere dil uzatırsa, Cevap vermeye değmez dersem iyi olur. Hep aslanlar, bu zincire bağlanmışlardır, Kurnaz tilki bu zinciri nasıl koparır? Evveliniz ve sonunuz selâmette olsun! |
Mektubat-ı Şeriften 28.mektub
28 YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, yine Hâce Ammeke yazılmıştır. Hâlinin yüksekliğini bildirmektedir. Fakat bu yazıdan, hâlinin alçaldığı ve uzaklaşmış olduğu anlaşılmaktadır: Lütf ederek bu dostunuza gönderdiğiniz merhametli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Okuyarak şereflendik. Hürriyete kavuşanların, kelepçede olanları hâtırlaması ne büyük nîmettir. Kavuşanların, ayrı kalanların dertlerine ortak olması, çok sevindirici birşeydir. Ayrı kalan bu zevallı, kendini kavuşmaya lâyık bulmadığı için, uzak bir köşeye çekildi. Yaklaşmaktan kaçarak, uzaklarda soluğu aldı. Kavuşmaktan vazgeçip ayrılığa katlandı. Hürriyeti seçmekte zindân hayatını gördüğü için, seve seve zindân hayatını seçti. Fârisî beyt tercümesi: Sultan birşey beklerse köleden, Kanaat kalksın artık ortadan. Bozuk yazılarla ve saçma işaretlerle başınızı ağrıtmıyayım. Allahü teâlâ, bizi ve sizi Peygamberlerin efendisinin yolunda bulundursun! |
All times are GMT +3. The time now is 09:54. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025