![]() |
Bedirhan Gökce / Yazilari
http://www.mailce.com/wp-content/upl...an-gokce-4.jpg Niye mutlu olamıyoruz ? Bundan on sene önce hayata dair neydi hayalleriniz? Unutmuşsanız hadi beş sene önceyi hatırlayın. Nasıldı hayalleriniz beş sene önce..? Neler vardı o hayalinizin içinde ya da kimler? Neler yapacak, nerelerde olacaktınız, kimlerle..? Siz de mi hayallerinizi yıktıkları kanaatindesiniz; kendi sorumluluk ve bu duruma sebebiyet veren duruşunuzu hiçe sayarak..? Hep kötülük elden, her iyilik ve lütuf senden miydi yani? Peki nelerdi hayalleriniz; Bir ömür sevdiğinizle beraber olmak… Evlenmek yuva kurmak, okulu bitirmek, kiradan kurtulup ev sahibi olmak... Sonra araba almak, çoluk çocuğa karışmak varsa evlendirmek… Askere gidip gelip iş kurmak, işe girmek… Belki de zayıflamak, yurt dışına çıkmak, terfi almak vs vs vs. “Başımızı sokacak bir evimiz olsun da” diye başlıyor en masum isteklerimiz, sonra “Ayaklarımızı yerden kesecek bir arabaya sahip olmak” diyerek devam ediyor… Hatta çok idealist ve kendi hayatını kendi elinde zannedenler, beş yıllık kalkınma planı gibi beş yıllık kariyer planını çiziyor… “Sonunu düşünen kahraman olamaz” sloganını cebimde tutarak yürüyorum şimdi… Gecekondu ya da diğer adıyla müstakil evde oturanların çoğunun hayalidir bir apartman dairesine çıkmak… Apartman dairesine çıktıktan bir müddet sonra da -belki de eskiye hasretten- biraz para bulup müstakil bahçeli bir eve çıkmak, kedi köpek beslemek daldan elma koparmak, domates yetiştirmek… Müstakil ev ile villa arasındaki tek fark gösterişten ibaretken, hangisinde daha mutluyuz peki? Hayal kurarken mi, hayalleri gerçekleştirirken mi? Nişanlıyken mi daha mutluyuz üç beş senelik evliyken mi? İşe girerken mi mutluyuz yoksa işin içindeyken mi? Evet ‘ayağımızı yerden kesen bir araba olsun yeter’ deriz, ayağımız yerden kesildiği andan itibaren sıfır araba alma hayali, sonra da en büyüğünden bir tane… Peki hangisinden daha haz aldık? İlk arabadan mı sıfırından mı? Aman “maaşlı sigortalı” bir iş olsun da ne olursa olsun diyerek çıktığımız hayat yolunda işi bulduğumuzun senesinde o maaşı biraz da küçümseyerek “karın tokluğuna yaşıyor hatta yaşamıyor sürünüyoruz” demedik mi? Çiğ süt emmekle alakası var mı bilmem ama kanaatkâr olamamamızı ne ile ifade edebiliriz ki! Hep daha iyisini bulduğumuzda daha da iyisinin olacağı kaçınılmazken üstelik … Kanaatkâr değiliz, çünkü insanız ve gözümüzü bir avuç toprak doyuruncaya kadar da açız maddi-manevi… Hayallerimizin gerçekleşenini unuttuk bile; Gerçekleştiremedikleriniz ise hep içimizde bir ukde… Nasıl diyordu Behçet Necatigil; Çölün ortasında Birkaç damla suya Hasret çekeriz… Geminin bordasında Gözlerimiz yatar pusuya Sahil bekleriz… Bulutsuz gök boşluğunda Ellerimiz uzanır duaya Yağmur isteriz… Sudan uzakta susuz Suyun içerisinde huzursuzuz, Bütün bir ömür boyu Gözyaşıyla doluyuz. Bedirhan Gökce 10 Mayis 2010 Kaynak: http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=39 |
Nasil Bilirler Sizi ?
Nasil Bilirler Sizi ?
Uzaktan yakından tüm tanıdıklarımızın bizde bir hatırası ya da yansıması var… Hatırladıkça özlediklerimizle hatırladıkça iğrendiklerimiz arasında bir yelpazede durur hepsi. Gördükçe sevindiklerimizle gördükçe kaçacak yer aradıklarımız gibi… Hep birilerini numaralandırırız hayatımızda, Ya ON numara insan deriz ya da BEŞ para etmez BİRİ… Bir de yaftaladıklarımız var… Arsız, hırsız, faşist, komünist, liboş, totoş, nonoş, kro, keko, burjuva. Mezhebinden, meşrebinden, memleketinden de tabii; Alevi, Sünni, A partili, B partili, Kürt, Laz, Ermeni, dinci… Vicdan yapıp payelendirdiklerimiz de var elbet… Alevi ama mert, Kürt ama delikanlı, dinci ama çağdaş, Ermeni ama dürüst. Yani bizden değil ama İYİ. AİLESİNDEN DOLAYI andıklarımız da cabası, İtten it düşer; babası ne ki oğlu ne olsun, anası ne ki danası ne olsun… Oysa kim annesini babasını seçebildi ki..! Ya Fiziksel özelliklerinden dolayı “anılanlar”, Şişko, kepçe kulak, kambur, sıska, pörtlek, bücür, topal, kör. Kim fiziksel kusuru olsun istedi ki… Peki biz nerde duruyoruz veya durduğumuz yerden nasıl görülüyoruz? Hiç düşündünüz mü sizi nasıl anıyor çevreniz…? Hangi özelliğiniz sizi öne çıkaran “onların” gözünde? Mesela; Gördükçe kaçılan mısın? Adın geçtikçe sövülen mi? O iğrenilen sen olabilir misin? O beş para etmeyen? Ukala, şımarık, terbiyesiz, pinti, sahtekar, şişko, çiroz… İnsan yapı olarak hep iyiye benzetir kendini, Öne çıkan iyi yanlarını iyi bilir ve canlı tutar çünkü… İtici gelen yanlarını, arkasından neler söylendiğini ise hiç bilmez, aslında bilmek de istemez. “İyi kızı mahalleli, kötü kızı anası över” misali belki de hep annemizin gözlerinden bakıyoruz kendimize… Hep annemizin güzel kızı/aslan oğlu olduğumuzdan olsa gerek, mahalleli ne der çok da umurumuzda değil… Bu yüzden mi “insanı ya ANIsıyla ya da –bağışlayın- ANAsıyla anıyorlar? Çevremizde bulunan herkese bir kağıt verip “alınmayacağımız garantisini vererek” bizi eleştirmelerini isteseydik ve onlar da acımasızca “doğruyu ama sadece doğruyu” yazsalardı, ne yazarlardı dersiniz ? Belki de Can Yücel’in dediği gibi; “Nefret ettiklerimiz kadar kötüyüz, sevdiklerimiz kadar iyi” Ne dersin/siniz? Bedirhan Gökce / 22. Subat 2010 Kaynak: http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=27 |
Bu günlerde gördüğüm,benliğime sirayet eden en manidar yazıydı bu..
İnsanoğlu kah herşey,kah hiç birşey.. Birilerinin yüreğinde en tepede,en dost,en candaş iken,bir anda en düşman,en hayin,en aşağılık olarak anılabiliyorsunuz.. İnsanın kendi nefsine ağır gelenleri kabul etmesi büyük cesaret aslında.. Hani köşesinden bile olsa,azcıkta olsa pay çıkartılabiliyorsa eğer insan bu yazıyla kendisine.....? Ben o en ufak payı kaptım işte.. Umarım büyütür,kendimi görmem gereken en aşağılık yerde görürüm.. Nefsimin bu tokada ihtiyacı var.. Elleriniz dert görmesin.. Selametle.. |
Çok hoştu paylaşım için sonsuz minnet olsun emeğinize sağlık (+)
|
Çok hoş bir paylaşım oldu.Keşkeler içerisinde diyebiliyorum ki bunu herkese okutabilme şansımız olsada bu duguları zihnimizden hiç çıkarmasak kimin gözüyle ne olduğumuzu bir daha sorgulasak.Emeğinize sağlık
|
Okuyan gözlerinize saglik ben tesekkür ederim.
|
Güzel yazı...
Benide Faşist züppe olarak bilirler... Ne alakaysa...;D |
Biz olamayız, tüm dünya olsa bile..
Az önce okudum hemen paylasmak istedim.
Hele ki son sözleri özellikle okumanizi rica ederim. Biz olamayız, tüm dünya olsa bile.. İnsan farklı bir yaratık, Yaratıkların içinde her şeyiyle “en” farklı… Yıkan da insan, yapan da, Kıran da insan, onaran da, Kurşunu sıkan da insan, ameliyat yapan da… Yani öldürmek isteyen de insan, yaşatmak isteyen de Hayvani bütün dürtü ve ihtiyaçlarımız bir şekilde aynı olsa da Farklıyız ottan, böcekten, hayvanattan mesela. ? Hayvan gayri iradi hareket eder, insan iradi… Yani hayvan yaradılışının gereğini yapar, bilinçsiz yani. Balık hemen yüzer, ördek de öyle. Bir ay sürmez kuzunun seğirtmesi, kuşun kanat çırpması, eşeğin anırması… Kelebekler o kadar yaşayamıyor bile… Biz ise bir türlü büyüyemiyoruz; Kundaktan mezara komple… Biz insanız; Yeri geldiğinde melekleri kıskandıracak kadar güzel, Yeri geldiğinde hayvandan bile aşağı… Biz insanız Bizim ihtiyaçlarımızdan baskın duygularımız var… Korkuyoruz, utanıyoruz, şaşırıyoruz, şişiyoruz, şişiriyoruz, Âşık oluyoruz, hüzünleniyoruz, Seviyoruz, sevilmek istiyoruz. Şimdi tüm insanlardan utanma duygusunun alındığını düşünün. Ne kalır ki geriye? Biz utanırız ve yüzümüz kızarır, Korkarız yüzümüz beyazlanır, Şoke oluruz gözlerimiz irileşir, ağzımız açık kalır… Âşık oluruz ellerimiz terler, midemize kramp girer. Sinirleniriz kaslarımız gerilir, dişlerimiz kenetlenir birbirine… Biz insanız… Duygu sahibiyiz işte… İnsanız; Aldatmak ve aldatılmak bize özgüdür, Çalmak ve kandırmak da. Mirasına konmak için babasını vurmak da bize özgüdür, Sevdiği ile yaşamak için eşini öldürmek de… Biz insanız. Her güzelliğe ve her çirkinliğe gebe… Üstelik tüm yaratıklar içinde yaşarken öleceğini bile bile… İnsanın geldiği topluluk, aldığı ahlak, yetiştiği toprak, anasının sütü, babasının kanı, gölgelendiği bayrak, tüm bunlar bilmeden edinilen genetik miraslardır bize… Biz mesela; Başkasının acısına duyarsız kalamayız, başkaları kalsa bile Zulmeden olamayız, zulme uğramış olsak bile Aman diyene vurmayız, töremiz öyle diye. Merhametsiz olamayız, merhametsiz olsa bile… Biz insanız ‘Eşref-i Mahlukat’ız yani, yaratılmışların en şereflisi… Biz Şerefsiz olamayız… Tüm dünya olsa bile… Bedirhan Gökce 07 Haziran 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=42 |
Güzelmiş;1
|
Bedirhan Gökçe hayranıyız sanırım..
Rastladığım paylaşımlar ondan olunca.. :) Emeğinize sağlık.. Gerçekten okunmaya değerdi.. |
Alıntı:
Okuyan gözlerinize saglik ;1 Alıntı:
Hatta tavsiye ederim Kral FM de radyo yayini var pazartesinden cumaya kadar saat 23'ten 01'e kadar yanilmiyorsam. Okuyan gözlerinize saglik ben tesekkür ederim. |
gerçekten güzel
teşekkürler |
Yaziyi okumak faydali oldu, mutluluk duyabilecegim birçok sey geldi hatirima. Sanirim arada sirada mutluluk nedenlerini tazelemek gerekiyor :)
|
Kesinlikle ;1 Okuyan gözlerinize saglik.
|
Haddini Bil !
Haddini Bil !
İnsan kendinden ya da hayattan nefret ettiği an düşünüyor ölümü, diğer bir ifade ile intiharı. Demek ki kendini beğenmek kötü ama kendini beğenmemek ya da beğenememek daha kötü. Öyle ya ; “ Ah ne kadar güzelim, en iyisi ben artık öleyim” diyen yok… Vasat olarak tabir edilen şey, belki de en doğru olanı. Ne şımarıklık derecesinde kendini beğenmek ne de kendinden nefret edecek kadar beğenmemek… To be or not to be… Bir yakınını kaybettiğin andaki dağınıklılığın ile bir düğüne hazırlandığın süslülüğün arasında bir görüntüye sahipsin özet olarak… Düğün ile cenaze… Gözyaşı ile kahkaha… İsyan ile umut… Hepsi bu; Neşe ve hüzün… Kendini beğenmiş birinin yürümesi ile hayattan bezmiş birinin yürüyüşünü getirin gözünüzün önüne Kendini beğenmişin olmazsa olmazı, omuzları dik, gözleri canlı, elleri muntazaman yürüyüşü ile intizamlı, kıyafetindeki uyum, taktığı aksesuarla bir bütün… Yüzünün kenarında hafif bir gülümseme “göğüs ileri kümbet geri” de denir bu yürüyüşe, halk tabiri ile “gubararak yürümek” (kabarmaktan kinaye); Yürümüyor, süzülüyor hali… Hayattan bezmiş olan malum; omuzları çökük, gözlerinin feri bitmiş, eller vücutta bir fazlalık, Kıyafeti ise giyinmemiş örtünmüş kıvamında, ne bulunduysa atılmış üstüne ve dudağının kenarında acı bir gülümseme… Halk diliyle “bezgin” de diyebilirsiniz; Yürümüyor, sürünüyor hali… Lisan-ı hal denen vücut dili böyle bir şey işte… Duruşundan, bakışından, oturuşundan ele verir kendini ne kadar gizlese de… Oysa ayağını vursa yeri delemeyecek, başını kaldırsa göğü delemeyecek bir fani, niye şişerse..? Bezgin içinde; bir gün zaten öleceğini bilmesine rağmen, ölümü öne almak neyi ertelemekse..? Dümdüz bir insan olmak ne güzel oysa, insanlardan bir insan olmak, sıradan yani faydası olmasa da zararı olmamak kimseye, insanca yaşayıp, zorluklara direnen, zorluktakine güç veren, kibirle koşmaktansa onurla yürümeyi tercih eden, kimseyi küçümsemeden en küçüğü “ben” diyen… Hadi toparlan şimdi; Sen insansın sürüngen değil, ayağa kalk ve doğrul… Hadi toparlan şimdi; Sen insansın, kanatların yok, süzülmeden yürü, uçmayı bırak… Kendini küçük görme, kâinatın en şerefli varlığı, meleklerin önünde secde ettiği, ekmeğini kazanan, fakirlere yardım eden, tertemiz çocuklar yetiştiren sensin, yerini bil. Ve asla kendini beğenme; Sen ağrıyan dişine, terk eden sevgiline, yataklara düşüren bir grip mikrobuna bile karşı Koyamayacak kadar zayıfsın haddini bil… Hayat ne baştan sona düğün, ne de külli cenaze; İki kapılı bir han hayat, Yolunu bil… Bedirhan Gökce / 07 Mart 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=29 |
Beni Sev(m)iyor musun ?
Beni Sev(m)iyor musun ? Sanırım en çok bu soruyu soruyor ‘daha çok seven’ sevdiğine? “Seviyor musun?” sorusuna önce; “Ne demek seviyor musun? Hem de deliler gibi” cevabı verilir… Sonra “Elbette seviyorum hem de çok…” Daha sonra; “Seviyorum.” “Seviyoruz işte”, (Seviyorum değil dikkat ediniz seviyoruz) “Eveeet…” (Bunu sıkılmış olarak seslendirin) “Yav çoluk çocuğa karıştın hâlâ seviyor musun?!!! Sonra karşıdan gelen cevap genelde şu iki kelimeyle başlıyor… “ZATEN SEN…” ….ah salak kafam…(Yani nasıl inandım senin gibi birine) Öbürü şöyle der; “Kaç yaşına geldi hâlâ işi aşk-meşk. :) Bunu ben 20-50 yaş arası olarak aldım ama herkes kendi durumuna göre yorumlayabilir… *** Niye isteklerimiz gerçekleşmediğinde hırçınlaşırız…? Niye kaybederiz kendimizi sevgimize karşılık bulamadığımızda…? Niye “olsun bana seninle geçen yıllarım yeter” diyerek yıkmadan dökmeden daha seviyeli ayrılamayız birbirimizden? Niye öldürürüz yaşadığımız geçmişteki güzel günleri de beraber hiç düşünmeden? Bu da bir bencillik değil midir peki…? Ben seni seviyorum sen de beni sevmek zorundasın… Ben bu ilişkiye yıllarımı verdim, bitiremezsin… “Ya benimsin ya toprağın” arabeski biraz da burada başlıyor işte… *** Biz sevmiyor sanki zulmediyoruz sevdiklerimize… Sevdiğimiz de bizi aynı şiddette sevsin diye her tür planlar yapıyoruz kendimizce. Tekrardan hediyeler alıyoruz en güzel sözlerle, sonra karşılık göremeyince giderek şiddetini artıran bir tepkiye döndürüyoruz her şeyi… Bağırmalar, ağlamalar, sinir krizleri, içindekilerle kırılanlar, hışımla kapanan kapılar. Ardından evli olanlar dışarıya taşırıyor bunu ve hatırlı kişiler hatrını koyuyor ortaya, varsa çocuklar sürülüyor öne, bin kere düşünülmüşü “aman bir daha düşünün” diye Anneler-babalar ve onlara ulaştırılan en ulaştırılmayacak “haklılık belirtir sözler” ekleniyor belki korkar da gitmeye niyetlenen geri döner diye. Sonra bir anda herkes seferber oluyor iki kişilik kavgaya, Kim nereden, neyi, ne kadar, düzeltebilirse… Oysa heyecanını yitirmiş bir ilişkiden ve daha kötüsü çirkinleşen sözlerden oluşan enkazı kim birleştirebilir ki, dönülebilsin geriye… İki seven insanın sessizliği nasıl bir çığlıktır aslında…! Elbette hiçbir aşk sonsuza kadar sürmez… Ama karşılıklı anlayış ve saygı, aşkın da üzerinde bir yere taşır her geçen gün sizi… Sohbettir ayakta tutan sevgiyi, gülümsemek, ışık vermek, dert almak, bunalım yapmamak telefonda ölmüş bir ses tonu ile konuşmamak, umut vermek güç artırmak, kendinin dışında bir hayatı olduğunu hatırlayıp sohbeti genele yayıp işleriyle ilgili “sen yaparsın” diyerek hayat vermek, ona dua etmek… Aşkı bunlar yaşatır, tabii varsa? Gidin bir yaz akşamı kapı önünde veya balkonda ağız ağza vermiş ihtiyarlara bi kulak verin ne konuşurlar senelerdir sizce, hem de böyle tane tane, hem de “beni bu gocalttı buuu, ömrümü yedi” diyerek tatlı tatlı cilveyle… Eğer konuşacak bir şey kalmamış ve sessizlik düşmüşse araya, artık iğnelenen sözlerle bedduaya yürüyorsa dilinizde kelimeler, bilin ki çöküyor tavan, dökülüyor yüreğin sıvası ve sallanıyor zemin, anla ki artçı sallantılarıdır bunlar, gelmekte olan o büyük depremin… Ben de Zaza gibi soriiiyim size “Beni seviy misin?” diye ??? ?? ? Beni sevmeyen ölsün mü? Niye? Bedirhan Gökce / 08 Subat 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=25 |
Edep edepsizlerden öğrenilir !
Edep edepsizlerden öğrenilir ! Edebinle konuş, Edebinle otur, Edebinle dinle… Kısaca edebini takın yeter… İşte bütün mesele bu, eğer bu “edep” duygusu tüm dünyada olsa; Ne savaş olur, ne kavga Ne boşanma olur, ne ayrılma Ne kibirlenme olur, ne alınma… Edep edepsizlerden öğrenilirmiş, eskiler öyle diyor. Ahlak da ahlaksızlardan… Yine eskilerin tabiri ile “ar damarı yırtılması” böyle bir şey mesela. Şu son 15-20 yıl kadar “edepsizliğin” bu kadar prim yaptığı bir dönem yaşanmadı… Tartışma programlarından, sanatçıların atışmasına, siyasilerin söylemlerinden, köşe yazarlarının yazılarına kadar düzeysizlik diz boyu… Edebiyat edep kökünden gelmesine rağmen; en meşhur edebiyatın birçok dalında bile acı ama durum aynı kıvamda… Örneğin sesi sanatı ne kadar “muhteşem” olursa olsun bir sanatçı eğer ‘edep’ kavramından yoksun ise onu ne kadar severseniz sevin, saygı duymazsınız… ‘Karakteri beş para etmez ama ne güzel okuyor/oynuyor’ dersiniz en fazla. Oysa fikri fikrinize uymasa bile karşınızdakinin “edepli” duruşu sizi de hizaya sokar. Edep böyle bir şey aslında. Türkiye’nin en çok tanınan sanatçılarını ya da en çok ekranda gördüklerinizi bir an gözünüzün önüne getirin, sanatından çok, lekelenmiş “özel hayatı” ilişir gözünüze. “Ar dünyası değil kâr dünyası” deyimi de zannedersem burada tam yerine oturur… Edep duygusu; içinde kişisel ahlaktan toplum ahlakına kadar “ar duygusu” olan her şeyi kapsar. Kaçıncı birlikteliğini yaşayan tertemiz bekar kız ve oğlanlarımız… Kameralara ‘bip’lenerek höykürerek yansıyanlarımız… Ayrıldığının ertesi ayında bilmem kaçıncı balayına çıkanlarımız… Şöhretini kullanarak çocuğu yaşındakilerle evlenen, sonra “eski eşi” kimliğinden başka elinde hiçbir şey kalmayan zavallılarımız… Ülkenin ahlak seviyesini binlerce kez alaşağı edip sonra da “yardım konserlerinde” akladıklarımız, avuçlarımız patlayıncaya kadar ihtirasla alkışladıklarımız… Bunları benim isimlendirmeme sanırım gerek yok -ki örneklendirmeye kalksam o da benim edepsizliğim olur, mesele rayından çıkar…- Mesele dikkatlerinizi edepsizlere değil, edepsizliğe çekmek. Bir kötüyü yok etmek kolay, mesele bir kötülüğü yok etmek… Niye sanatçılardan örnek verdim? Örnek alınan oldukları için… Hiçbir çocuk kendine bakan-milletvekili traşı yaptırmaz Hiçbir çocuk köşe yazarı gibi papyon/fular takmaz Hiçbir çocuk diplomat gibi pipo kullanmaz, iş adamı gibi puro kullanmaz vs vs…. Sonuç; Milyonlarca internet sitesi var ülkemizde; en dindarından en dinsizine, en okumuşundan en lümpenine, bakın altındaki okur yorumlarına, gözlerinizle görün halkımın edep düzeyi nerde! Ne güzel söylemiş eskiler; EDEP YAHU !!! Bedirhan Gökce / 14. Haziran 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=43 |
.. Bu zamanla bu gençlikle _edep_ =/ Tv lerde haber konusu tecavüzü bile canlandıracak bir anlayış (!) yapısı..İnsan benliğinden mi uzaklaşıyor yada ödün mü vermeye başlanıyor anlamıyorum.Bireyin kendi iç hesabını çözmesi lazım sanırım.Ya da küçükleri büyüklerden uzak tutacak bir zamandayız..Ahir zaman..Sonumuz hayrolsun.
Okuduğum engüzel yazılardan biriydi Bedirhan Gökçe yazdıysa hele.Teşekkürler (: |
Güzel yazı...
|
Güzel paylaşım....
Emeğinize sağlık abim.... Edep, Türkiye'nin son zamanlarda yitirdiği en büyük değeridir, edep insanı insan kılan diğer canlılardan ayıran en büyük özelliklerden biridir.. |
Okuyan gözlerinize saglik.
Bedirhan abimiz cok güzel anlatmis durumu bencede. Edepsizlikten Rabbime siginirim... |
Al sana karne
Al sana karne
Çocuklarımızın karne aldığı şu haftada karneyi konuşmak isterdim sizinle… Hem de ilk ne zaman hayatımıza girmişten başlayarak söze. “Cüzdan”dan “karne”ye, “mektep”ten “okul”a, “talebe”den “öğrenci”ye neler değişmiş bizde…? Neden şimdiki gibi iki dönem değil de üç dönemdi eğitim…? O devirde kız-erkek her öğrenci üç yabancı dil öğrenirken şimdi neden bir yabancı dili bile zor konuşuyor, Türkçenin yanı sıra Arapça ve Farsçayı biliyorken üstelik… Alınan karnelerdeki başarı/başarısızlıkta anne babanın başarı/başarısızlığı ne? Tatilden bahsetmek isterdim, mesela “tatil eşittir deniz” mantığı ne zamandan beri oturdu belleğimize? Eskilerin tabiri ile “sıla-i rahim” denen “anne baba memleket” ziyareti nasıl ve ne zaman büründü bu şekline…? Çocuklarımızın kahramanları/idolleri mesela; dizilerden mi, tarihte yer etmiş değerlerimizden mi? Tarihini ne kadar biliyor dershaneden dershaneye koşturan çocuklarımız? Ne kadar tanıyor kendi değerlerini? Oğlan dedesine, kız ninesine niye hiç benzemiyor sizce? Evet, konuşmak isterdim bütün bunları; gündelik telaşlarda her günkü konuşulanları konuşmak yerine… Yarının gündemini değil, yarınların gündemini konuşmak isterdim sizinle… Hamaset ve hakaretle yürütülen “terör” konusunu, on yıl sonrası ile getirmek isterdim önünüze... Bütün yöneticilerin iktidardan muhalefete, sivil toplum kuruluşlarından askerlerine kadar, tek bir resim vermelerini isterdim ikincil bir hesapları olmadan, “siyaset üstü”; sadece memleket sevgisiyle… Oysa biliyorum ki; kendisine ulaşamadığımın çocuğuna ulaşmak, sahanda su dövmeye eş bizde… Şimdi dizilerden mi çıkacak bu kahramanlar? Yoksa İçimizden mi? Binlerce isyanı bastırmış tarihten mi alınacak bu dersler? Yoksa Polat’ın Kurtlar Vadisinden mi? Biz, göz bebeklerimizi bu işlere terletmediğimiz sürece daha çooook öper; Behlül’ler Bihter’leri.... Bedirhan Gökce / 21. Haziran 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=44 |
Çok muhteşem kalemine sağlık.
|
Alıntı:
|
Alıntı:
|
çok doğru çok harika bir yazı teşekküler
|
Elbette hiçbir aşk sonsuza kadar sürmez…
Ama karşılıklı anlayış ve saygı, aşkın da üzerinde bir yere taşır her geçen gün sizi… Sohbettir ayakta tutan sevgiyi, gülümsemek, ışık vermek, dert almak, bunalım yapmamak telefonda ölmüş bir ses tonu ile konuşmamak, umut vermek güç artırmak, kendinin dışında bir hayatı olduğunu hatırlayıp sohbeti genele yayıp işleriyle ilgili “sen yaparsın” diyerek hayat vermek, ona dua etmek… Aşkı bunlar yaşatır, tabii varsa? Gidin bir yaz akşamı kapı önünde veya balkonda ağız ağza vermiş ihtiyarlara bi kulak verin ne konuşurlar senelerdir sizce, hem de böyle tane tane, hem de “beni bu gocalttı buuu, ömrümü yedi” diyerek tatlı tatlı cilveyle… Tesekkürler :) |
Beni sevmeyen ölmesin yaşasın ki neler kaybettiğini görsün ... ;D
Aşk zor zanaat hele yıllar geçtikten sonra ilk günkü aşkla birbirine bağlanmak daha zor ... |
"Niye isteklerimiz gerçekleşmediğinde hırçınlaşırız…?
Niye kaybederiz kendimizi sevgimize karşılık bulamadığımızda…?" Teşekkürler.... |
Alıntı:
Sevgi adı altında zulmetmek !!!... Allah c.c yardım etsin bizlere ... EyvAllah güzel yazıydı...:saygılar: |
En kötüsünden birisi karşında beklediği şeyi bulamayınca dile getirmesi ve buna rağmen elde edememesi.Misal,kız arkadaşımla 4 yılımızdayız yakıına 4 bitecek,şimdiye kadar hiç çiçek almadım,romantik biri değilimde ;D Ama bilir huyumu,içimde yaşadığımı kimselerin bilmesini istemediğimi dile getirir,ve çiçek almamı istemiştir,yinede almamışımdır.Vir vakit tam otobüse binerken baktım yaşlı bir amca kaldırımda yeni topladığı papatyaları satıyor,pahalıda değil 2 liraya.Sabah toplamış taptaze kokuyor,kız arkadaşıma çekinerek verdiğimde sevinçten gülücükler saçtı,gülücüklerin etkisiyle ağzı bile ağrıdı :) Bilsem daha önce yapardım o an pişman oldum zamanında yapmadığımdan.Ve zamanında yapmadığım görevlerin yüzünden güvenini kaybettim.Güvenin kaybına rağmen sevginin devam etmesi gerçek aşk olsa gerek.?
|
Hanim kizimizi sonunda sevindirmisiniz demek bu konuda ;1
Ama sunuda söylemeden edemicem. Güven olmayan bir iliski saglam olmaz bence. Sevgide a$kta bir gün gelir tükenir. Ama saygi ve güven daim olmali diye düsünüyorum. Sahsi fikrim. Sizin iliskinizi elestirdigimi sanmayin sakin (: Allah tamamini erdirsin insaAllah. |
Dayanamıyorum Uley!
Dayanamıyorum Uley!
Yaz geldi; “kim nerede ne yapıyor”a dönüşecek programlar. Kameralar sahillere inecek, barlara, eğlence merkezlerine… Hangi ünlü kiminle nerde? Kimin selüliti, var kimin göbeği? Kim nerede nasıl dağıttı, İçkiyi fazla kaçıran oyuncu bilmem kim, kameralara nasıl yansıdı? Aynı mekandan ayrı çıkanlar; Ayrı mekanlarda ‘aynı’laşanlar!!! Kapıda bekleyen kameraların ışıklarına gözlerini kısarak “sadece yemek yedik” diyerek arabasının geleceği tarafa, elleri alında sipere yatanlar… Köpük dansında kendinden geçenler, masalar üzerinde “çılgınca eğlenenler” arabanın direksiyonuna yarı baygın gözlerle yerleşenler. Yaz geldi; “Halkının” sanatçısı, “halkının” topçusu, “halkının” gazetecisi; “halkının” yerine sahillerde… Memleketin gidişatını hiç beğenmeyen, herkesi ve her şeyi eleştiren, her şeye burun kıvıran, memleketinin metropol şehirlerinin haricinde hiçbir yerini bilmeyen ve beğenmeyen bu anası kılıklı oğlanlarla, annesine benzese de anneannesine hiç benzemeyen kızları, arz-ı endam edecek bizlere… Memleketin mutlu azınlığı yaz boyunca, hovardası Bodrum’dan, kumarcısı Kıbrıs’tan “sen rahat ol halkım” senin için buradayım mesajları verecek hepimize… Elveda tüm sorunlar, merhaba televole!!! Emin olun kimsenin tatilini nerde nasıl geçirdiği umurumda değil, kimin kiminle nerde ne yaptığı da… Ama 70 milyon küsurluk ülkemin, küsurluklarının yaşantılarının 70 milyona dayatılmasına ve ülkemin gençliğinin “rol model” aldığı, ‘cumhuriyet ne zaman ilan edildi’ diye sorulduğunda kameralara sırıtarak ’23 Nisan’ diyen bu model kırıntılarına, dayanamıyorum… Dayanamıyorum; Bir neslin gözlerimizin önünde nasıl yokluğa yuvarlandığına, uyuşturucu ve alkol bataklığının başladığı yerin dikkate alınmamasına, ahlak kavramının sadece sözlükte yer bulmasına… “Müzik denince pop” ,“Spor denince futbol” ,“Eğlence denince alkol” algısında kalan bu acınası sığlığa. Dayanamıyorum ; Ülkemin çağdaş yazarları ve her şeyi düşünen entelektüelleri varken niye benim, “gerçek tehlikenin farkında mısın?” türü yazılar yazıyor olmama… Bedirhan Gökce / 28. Haziran 2010 Kaynak : http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=45 |
Oruç Tutma, Parasını Ver!
Uzun süredir görüşmeyen iki arkadaş bayram ziyaretinde Ramazandan ve oruçtan konuşmaya başlarlar…
- "Nasıl geçti Ramazan?" der - Biraz rahatsızdım 1 gün tutabildim, sen ne yaptın? Diğeri cevap verir; - Sen benden 1 gün fazla tutmuşsun… Şimdi Ramazan, Ağustos ayına gelince, bizim çocuklardan kulağıma en çok çarpan söz bu; "Ben sanırım tutamayacağım !!! Parasını vereceğim… (parası da öde öde bitmez öyle büyük meblağ) Niçin ? Midem, böbreğim, migrenim, tansiyonum, şekerim, falan… "Valla şekerim" diyorum ben de, "senin bu rahatsızlığından 11 aydır haberim yok, geçmiş olsun ama şuna 'günler uzun gözüm kesmiyor', 'susuzluk ve sigarasızlık dayanamam' desene…" "Ih pıh, yooo gerçekten öyle ya vallaaaa…" deyince ben de malum olayı fıkra kıvamında anlatıyorum… Adamın bir tanesi (bağışlayın) yellenmiş ve hemen oturduğu koltuğu ileri geri sallayarak gıcırdatmaya başlamış… Yanındaki de hafif gülerek, "Bırak kardeş bırak demiş, aha sesi benzettin, kokuyu ne yapacan?" Öyle ya aha beni kandırdın, peki ya kanmayanı ??? *** Ama doğruya doğru, günler çok uzun ve tam benim çocukluğumun Ramazanları. Bugün ilkokul çağında çocuklarla benim kaderim aynı. YANİ BENİM 7-10 yaş arası tuttuğum, başında ortasında sonunda 3 günlük oruçlar hep gündüzü naz ve susuzluk, gecesi haz ve büyüklük tadı verirdi bana… Şimdi baktım Diyanet de fitre fiyatını açıklamış ; Tamı tamına 7 lira, eskinin parasıyla 7 milyon… Peh ne para!!! Allahaşkına içinizde -fitre verebilecek olan- hanginiz 7 liraya doyuyor… Yani 3 kişilik bir aile, verecek 21 lira bitti gitti… Kitaba uyması önemli değil, vicdanınıza uyuyorsa bir şey demem… *** Eğer birine bu Ramazan yardım edecekseniz, birilerini mutlu edecekseniz hemen başında edin. Öncesinde ya da İlk günlerinde –ki o garibimde güzel iftarlara oturup, güzel sahurlara kalksın. Sıcacık pideler götürsün fakir yuvasına, yüzleri, yuvaları, yavruları sıcacık gülsün… Ramazan bereketini iliklerine kadar duysun… Ama bu arada; Malın 40 da biri nasıl cimrinin zekatı ise, 7 lira vermek de cimrinin fitresidir unutma… Sizin gibi 40’ları, 7’leri bilen mert yürekler, mümkün mü? Bir paket sigara parasına bir ayı geçiştirsin… Ben oruç tutamam diyenler de (gerçekten hasta olanları tenzih ederek) bir depo benzin parasına, Bir ayın borcunu göndersin, sonra da huzur içinde, bayram tatilini istediği gibi, istediği yerde geçirsin. *** Ben biraz haddimi mi aştım acaba? Ne bileyim son günlerde her yerde emekçi hakkı, fakir fukara edebiyatı, fındık kayısı künefe çok konuşulunca, sanırım etkisinde kaldım biraz… Ben de herkes yesin dedim yoksa bana ne… Üstelik sevap senin günah senin, para senin pul senin… Kime ne? Bedirhan Gökce / 09 Augustos 2010 http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=49 |
Koca dünya dar sana
Koca dünya dar sana
En son ne zaman bir hayvanı sevdiniz? Ne zaman bir kuşu elinize alıp, hızla çarpan kalbi huzur bulsun diye gagasından öptünüz? Bir köpeğin başını okşamayalı ne kadar oldu? En son ne zaman bir kedinin gıdığını kaşıyıp onun bir traktör gibi çalışan mutluluğunun iç sesine kulak verdiniz…? Sizin sokağın köpeğini tanır mısınız mesela? Kış günlerinde yemek bulamaz diye artan yemeğinizi çöpe dökmek yerine ona götürdüğünüzde kaç yaşındaydınız? Kuşlar için, bu kar kıyamette yiyecek bir şey bulamaz diye evinin penceresine ıslak ekmek koymayalı ne kadar oldu? İçimiz yanarak bakarken topallayan “bir gözü kör” kediye, yapana lanet okuyup sadece yazıklanarak geçerken önünden, ya önüne bir parça bir şey bırakmayalı? Biz insanoğlu hayatın merkezine kendimizi koyduğumuz günden beri; yaşama hakkı tanımadık kendimizden başka hiçbir şeye… Umarsız kırdık serçenin kanadını, ağacın dallarını. Güya sevdiğimizin adını kazıdık bir kalp çizdik yaşlı ağaca, sonra yaprağından süzülen yaşa “çiğ” dedik, çiğ yanlarımız arttıkça ve azdıkça… Vicdanımızın sesi mi sustu bizim, yoksa kulaklarımız merhamet sözüne artık hepten kapandı mı? Yoksa hâlâ merhametimiz var da sadece acımak mıdır acınası duruma düşmüş olana merhametin bizdeki karşılığı… Yok yok bu hafta çevre ve hayvanları koruma haftası falan değil, ayrıca bizim gibi 365 gün yaşayan ve aynı yaşama hakkına sahip olanlara bilmem neden “koruma haftası” mantığı… Bence onun adı “duyarlılıklarımızı kaybetmeme haftası” gibi bir şey olup giderek kendimizden başka her şeye duyarsızlaştığımızın altı çizilip “insanca” yaşamanın “hayvanca” duyarsızlığı işlenmeli… Hadi kendinden başla şimdi ve şimdiye kadar -belki çocukça ve oyunca- incittiğin tüm hayvanlardan ve çevrenden özür dile ve vicdanında hepsinden helallik iste… Taşladığın köpekten, kovaladığın kediden, sapan taşları ile indirdiğin serçeden, kanadını yolduğun sinekten, öldürdüğün kelebekten, kurban bayramında usulünü bilmeden acı vererek kestiğin, koyundan, keçiden ve inekten… Ya yolunsaydı senin saçların, taşlarla kırılsaydı kolun bacağın, kör etselerdi gözünün birini, usulsüz vursaydı neşteri doktor, çekselerdi tırnağını diri diri, kulaklarını kesseydi mahallenin tüm çocukları, vursalardı sopalarla nerene denk gelirse… Sana yapılamaz elbet sen “insan”sın o ise “hayvan” yani; Ağzı var dili yok vicdanının kalesi… Şimdi soruyorum; Hayvana merhameti olmayanın, insana merhameti olur mu sizce? Ayrıca; Boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı o günde halimizi bir düşünsene? Bedirhan Gökce / 27 Eylül 2010 http://www.bedirhangokce.com/yazilar.php?ID=55 |
All times are GMT +3. The time now is 17:23. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025