![]() |
Bekir Berat Özipek - Bir Cemaatin İntiharına Şahitlik Etmek
Bekir Berat Özipek
http://imagizer.imageshack.us/v2/800...0/547/hrry.png Bir cemaatin intiharına şahitlik etmek Eğer telefonda, “ne yani yolsuzlukların üstüne gitmeyelim mi?” falan deseydi, aramızda sahici bir konuşma olmayacaktı. Çünkü bu sözün karşılığı, aynı siyaseten doğruculukla, “yaa, yolsuzluk çok kötü bişey, herkes yargı kararlarına saygı duymalı” olurdu. Ama o zekâma hakaret etmediği için ben de açık konuştum: “Tarihi bir hata içindesiniz ve bu ülkeye çok büyük bir kötülük ediyorsunuz” dedim. “Hem ülkeye, hem de kendinize.” Hakikate şahitlik Ben şimdiye kadar Gülen Cemaati’ne karşı kötü gözle bakanlardan olmadım. Onlar ağzıyla kuş tutsa dahi güvenmeyen, faaliyetlerine katılırken bile onları aşağılayan laikçiler gibi de yapmadım; onları içten pazarlıklı, samimiyetsiz ve “nereye çalıştığı kuşkulu” gören bazı İslamcılar gibi de. Tersine, onları İslami kesimin ve yeni yükselen sosyal güçlerin en dinamik unsuru oldukları gerçeğine işaret ettim, içindeki pek çok ismi de nezaketi ve tevazuuyla tanıyıp sevdim. Çoğu kez tek başıma kalma pahasına, onlarla ilgili küçümseyici niyetleri ve bağlantılarıyla ilgili mahkum edici yaklaşımları eleştirdim. Somut pratik içindeki tutumlarına bakmak gerektiğini savundum hep. Örneğin dershaneler konuşulduğunda lafı eveleyip gevelemeden, ama demeden, bu konuda “Gülen Cemaati haklıdır” deyip yazdım. Şimdi de somut pratik içindeki tutumlarına bakıyorum ve hakikate sadakat adına gördüğümü söylüyorum: Çok ama çok yanlış bir yoldalar. Ve tuttukları yolun kendileriyle beraber hepimizi felakete götürdüğünü görmüyorlar. Hükümeti “Eski Türkiye”ye itmek 17 Aralık Operasyonu’nun devamının geleceğini öngörmek güç değil. Gülen Cemaati, 12 Eylül 2010 Referandumu sonrası oluşan yüksek yargıdaki olağan dışı ağırlığına dayanarak, hükümete yönelik kuşatmayı yargı üzerinden derinleştirecek görünüyor. Gerçekten de hükümet açısından güç bir durum bu. Vesayetle mücadele ederken kendisini güvence altına alma ihtiyacı hissetmediği güç tarafından sıkıştırılmak, hükümetin beklemediği bir yerden saldırıya uğraması anlamına geliyor. Bu süreçte hükümetin yargıdan gelecek siyasi aktivizme ve siyasi manevralara karşı alacağı her önlem, atacağı her adım “yargıya müdahale” gibi algılanacak, bunu söyleyenler yargı eliyle yapılanın ne olduğunu pekala gördükleri halde. Peki nereye gider bu savaşın sonu? Açık ki hükümet sıkıştığı için Eski Türkiye’nin güçlerini yanına almak isteyecek. Ergenekon ve Balyoz Davalarında dile getirilen şikayetlerin haklı olduğuna ilişkin -öteden beri kendi içinden de gelen- eleştirilere daha fazla kulak verecek. Nitekim Genelkurmay açıklaması ve Ak Partililerin yargılamalara yönelik açıklamaları, bunun çok yakın bir ihtimal olduğunu gösteriyor. Hüseyin Gülerce’nin “Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmamış sıkıntılar”a ilişkin “kehaneti” gerçekleştiğinde (düşünüyorum da, bu ülkede yaşamadığımız dert mi kaldı, onlardan daha fazlasından söz ettiğine göre gidişat kötü demek) ileriki günlerde başka “yargı kararları” geldiğinde, hükümet bunları uygulamadığında, kriz daha da derinleştiğinde ne olur? Hükümet eski rejimin yargısına yaslanmak zorunda kalır. Barolar Birliği ile yapılan “sıcak görüşme” bunun habercisi. Peki Cemaat bunları nasıl öngöremez? “Hükümet ile Cemaat arasındaki savaşı cemaat kazanır” diyenlere sahiden inanma basiretsizliği göstermiş olabilir mi? Bugün Ak Parti düşmanlığıyla ona tahammül edenlerin, KOÇ’un, CHP’nin muhayyel Türkiye’sinde kendisine sahiden bir yaşama alanı açılacağını tahayyül ediyor olabilir mi? Ya da yeni dönemde kendisinin belirleyici olabileceği zehabına kapılmış olabilir mi? Her halükarda tarihi bir yanılgı içindeler. Bir an için “lanetleşme”yi hak eden bu hükümeti alaşağı etmeyi başardılar diyelim, yeni gelecek gücün ilk işi onları tasfiye etmek olacak. Bu siyasetin tabiatında vardır, kimse otonom bir güçle iktidarı paylaşmak istemez. Dolayısıyla, hükümeti devirmeyi başarsınlar veya başaramasınlar, her iki durumda da, politik olarak hali hazırda kaybedilmiş bir savaş onlarınki. Ama politik olanın ötesindeki kaybı daha büyük bu intihar saldırısının. Siyaseti kuşatmanın gerçek maliyeti İnsanlık tarihi, büyük felaketleri beraberinde getiren vahim hataların tarihidir. Gülen Cemaati de şu son dönemdeki tutumuyla, hiçbir askeri rejimin veya devletin vermeyeceği zararı verdi kendisine. Darbe olsaydı, dershaneler kapatılsaydı, “AKP’yi ve Cemaati bitirme planları” uygulansaydı bile, şu anki tutumuyla kendisine verdiği zararı veremezdi. “İçerideyken göremezsiniz” derler. Şimdi ciddi bir saldırı altında olduklarına ve nefsi müdafaa yaptıklarına birbirlerini ikna ediyorlar. Kulakları o kadar kendi sesleriyle dolu ki, nasıl algılandıklarını görmüyorlar. Kestirmeden söyleyeyim, artık yaygın biçimde “hain” olarak algılanıyorlar. Çağdaş yaşamcılar ve laik cepheciler zaten “karanlık odak” gözüyle bakıyor onlara; bazıları da “ABD ajanı” olarak. Muhafazakar ve İslami duyarlılıkları olan ve şimdiye kadar onlara ihtiyatlı bir iyimserlikle bakanlar ise artık onları “hain” olarak görme yolunda. “Birileri Amerika’da Erdoğan’ın kalemini kırmış, onlar da bunun işbirlikçiliğini yapıyor;” en yaygın algı bu. “Bizi yıkmaya çalışıyorsunuz, bari bunu başka bir merkez adına değil, hiç değilse kendi namınıza yapsaydınız” dediğini aktarıyordu bir Ak Partili. Kimin kim adına ne yaptığını tartışabiliriz. Ama meselenin en azından onlar açısından yolsuzluk olmadığını -olsaydı on senedir olurdu- ve seçilmiş meşru hükümeti yargıdaki ve emniyetteki güçlerine dayanarak yıkmaya çalıştıklarını ben de görüyorum. Özellikle de bu toplumun yüz yıl sonra Kürt Sorununu sulh yoluyla çözmeye ve helalleşmeye ilk kez bu kadar yaklaştığı bir tarihsel anda bu sabotajı affedilemez buluyorum. Ve geçmişte başka odaklara karşı savunduğum gibi, bugün de onlara karşı siyaseti savunuyorum. Anlamamalarını aklım almıyor ama tekrarlayayım, şimdiden kaybettikleri bir savaş bu, hem de hükümeti yıkmayı başarsalar bile. Çünkü toplum, vesayet rejimiyle mücadele ederek iktidara gelen ve bin bir badireyi atlatarak ayakta kalmayı başaran bir sivil hükümeti deviren darbecilere nasıl bakıyorsa onlara da öyle bakacak. Evdeki hesap çarşıya uymaz Acaba Cemaat 28 Şubatçılara göstermediği sertliği neden muhafazakar bir hükümete gösteriyor? “28 Şubatçılara göstermedikleri direnişi Erdoğan’a yapıyorlar,” diyordu biri, “çünkü son tahlilde onun adaletine güveniyorlar, kaybettiklerinde bile onlara karşı insaflı olacağına inanıyorlar.” Ama bu tespitlerinde haklı olsalar bile, eğer buradan hareket ediyorlarsa, ortada büyük bir yanılgı var demektir. Evet, belki Kemalistlerden, Ergenekonculardan farklı olarak bugün mücadele ettikleri gücün kendilerine ve ailelerine kötülük etmeyeceğini düşünmekte haklı olabilirler. Ama hayat sandığımızdan çok daha karmaşıktır; ve tarih, özenle hazırlanmış siyasi hesapların öngörülemeyen sonuçlarıyla doludur. Ve dolayısıyla, yarın kaybettiklerinde kendilerine merhamet etmesini bekledikleri güç, bugün mücadele ettikleri güç olmayabilir. Onu yıkarak yolunu açtıkları kapıdan giren güç, bugünkü “diktatör Erdoğan”ı mumla aratacak ölçüde zulmeder onlara. Ve bunu sağlayan da kendileri olur. Bu yüzden önceki yazımda Marx’ın “devrim günü elde taşınan bayraklarla zafer günü göndere çekilenler aynı bayraklar olmayacaktır” sözünü nakletmiştim. Kime kaybetmek en akılcı yol olur? Yol yakınken dönmeleri bu ülkenin hayrına. Eğer bu olmazsa, şimdiden sonra Gülen Cemaati için en az kötü olan, bu savaşı Erdoğan’a karşı kaybetmektir. Çünkü ona karşı kaybederlerse, en fazla bürokrasiden tasfiye edilirler. Ama ola ki Erdoğan’ı yıkmayı başarırlarsa, yeni gelenlerin döneminde evlerine gerçek anlamda ateş düşer. Tam da Fethullah Hoca’nın bedduasındaki gibi. Ve o saatten sonra yazılacak “Erdoğan’ın ruhundan istimdat” şiirleri, “keşke olmasaydı” belgeselleri için malzeme olmaktan öte bir işe yaramaz. Biliyorum, hiçbir manevi unvanı olmayan benim sözümün onlar açısından fazlaca bir değeri yok. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir arkadaşla konuşurken, Fethullah Hoca’nın bedduasını eleştirdiğim ve “biri birine kızabilir, lanet içinde kalmasını da dileyebilir, ama İslam’da suç ve ceza bireysel değil mi, Kuran ‘Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez’ demiyor mu, birinin evine ateş düşmesini dilemek doğru mu?” dediğimde Fethullah Hoca’nın İslami bilgisini ve benim o ölçüde bilemeyeceğimi hatırlattı bana. Dediği doğru, Fethullah Hoca kadar dini bilgi sahibi olduğumu hiçbir biçimde iddia edemem. Sadece dünyanın en günahkar insanının yakını bile olsa, onun zarar görmesinin haksızlık olduğunu, bunun hiçbir kitapta yerinin olamayacağını iddia ediyorum. Doğruyu yanlıştan ayırmak için ne yapmalı? Nasıl bir basiret bağlanmasıdır yaşadıkları bilmiyorum, ama milyonlarca insanın seçtiği meşru siyasi aktörü yıkma girişiminde bulunmakla, bu toplumda ayaklarını basacakları zemini yok ettiler hali hazırda. Şimdi Gülen Cemaati’nden pek çok insanın da “sahi biz ne yapıyoruz?” sorusunu sürekli zihinlerinde tuttuklarını biliyorum. “Hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu kadar kötü hissetmemiştim” diyordu o camiadan biri. Onlara tek söyleyeceğim, vicdanlarının sesini dinlemeleri ve bu yanlışın bir parçası olmamaları. Biliyorum kızan kızacak, ama ben yine hakikate şahitlik ödevimi yerine getirmeye çalışıyorum. Kim ne derse desin. Kaynak Hür Fikirler 06.01.2014 |
Gülay Göktürk'ün, 28 Şubat sürecindeki efsane makalesi "Gidemeyenlerin Ülkesi" gibi efsane bir makale olmuş, Bekir Berat Özipek'in "Bir Cemaatin İntiharına Şahitlik Etmek" makalesi. 17 Aralık sürecinin efsane makalesi kanaatimce işte bu makale: Bir Cemaatin İntiharına Şahitlik Etmek. |
Gülay Göktürk
Gidemeyenlerin Ülkesi Ortada hukuk, siyaset, hak, adalet adına söylenecek birşey kalmadı. Söylenen herşey, tüm düşünme yeteneğini yitirmiş zihinlerin beton duvarlarına çarpıp, hiçbir etki yapmadan geri dönüyor. Ortalıkta dolaşan birkaç klişenin ne fikir denecek hali var, ne mantıktan nasibini almış, ne de adaletle en ufak bir ilintisi kalmış... Polemik çabaları havada kalıyor. Tartışmalar gülünçleşiyor. İletişim sıfır... Tarihin cilvesine bakın! Ortaçağ, Aydınlanma'dan intikamını alıyor sanki. Aydınlanmanın kavramlarını dinselleştirerek onu içten fethediyor. Onu var eden aklı devre dışı bırakarak, düşünce yerine imanı hakim kılarak, tartışılmaz dogmalar yaratarak, kaybettiği tahtını yeniden ele geçiriyor. Evet, Ortaçağ, Aydınlanma'nın intikamını alıyor. Topuyla tüfeğiyle koruyamadığı iktidarını, insanların ruhunu ele geçirerek geri alıyor. Cadı kazanları kuruldu, odunlar yerleştirildi, herşey bir kıvılcıma bakıyor... Ateşin etrafında çığlık çığlığa bekleşen kalabalık, tıpkı yüzyıllar öncesindeki gibi, genç bir kadını "kutsal" için yakmaya hazırlanıyor. "Kutsal" olanın adı değişmiş. Ama ne önemi var. "Kutsal"ı yaratan fanatizm dimdik ayakta. Telefonlarım, faksım günlerdir susmuyor. Elektronik posta kutum dolup taşıyor. Hırsından ağlayan, umutsuzluğundan intiharı düşünen insanlarla konuşuyorum her gün. "Böyle bir ülkede dünyaya gelmek için ne suç işledik Allahım"? diye yakınıyorlar. Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerini düşünüyorlar belki... Böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika "burunları sürtülerek" hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka birşey düşünemiyorlar. Ama gidecek hiçbir yerleri yok. Başka bir dilleri, başka bir evleri, başka bir ülkenin banka cüzdanı yok. Kapana kısılmışlar... Sessiz ve terkedilmiş çoğunluk... Terkedilmiş ve ihanete uğramış... Bütün kalabalıklıklarına rağmen ne kadar yalnızlar. Bütün güçlülüklerine rağmen ne kadar zayıf... Benden bir umut, dayanma güçlerini arttıracak bir çift söz, tevekkül içinde yaşamaya devam edebilmek için bir yol soruyorlar. Bilseler ki ben de kendimi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum. "Bağnazlığın bir kimliğin ögesi haline geldiği noktada, belki de fedakarlık sağlıklı olanlara düşüyor" diye yazmış Etyen Mahçupyan... Galiba öyle. Ama nasıl yapacağız bu fedakarlığı? Başımızı alıp giderek mi? "Başını alıp gitmek"... Yakılmak üzere bağlandığımız çarmıhtan, o çarmıhın altındaki odunlar ateşe verilmeden bağlarını kopartıp çekip gitmek. O çarmıhın çevresinde halka olmuş çığlıklar atan bağnazlar güruhunun hevesini kursağında bırakıp çekip gitmek... Acılar ve yalnızlıklar içinde bir başka diyara, yobazın elinin yetişemeyeceği herhangi bir yere alıp başını gitmek. Kendi ülkenin değil, bir yaban elin yalnızı olmayı göze alarak çekip gitmek... Ve kendi yurdunun her gün biraz daha "gidemeyenlerin ülkesi"ne dönüşmesini uzaktan acılar içinde seyretmek... Buna yürek dayanır mı? Kaynak Sabah 06.05.1999 |
Cemaat, Kimliğini Kaybetti
Hükümeti hedef alan 17 Aralık sürecini Yeni Şafak'a değerlendiren Alev Alatlı: 'Cemaat, Allah rızası için kalkışılan hayırhah bir hareket vasfını yitirirken, Fethullah Hoca bilge bir mürşid olmak niteliğini kaybetti. Bilge din adamı kimliğini kaybetti.' Türkiye 17 Aralık'tan beri siyasetten ekonomiye, hukuka birçok sahayı kaplayan süreci bir final maçı seyreder gibi seyrediyor. Sosyal medya da bu maçın amigosu olarak önümüzde duruyor. Tam da böyle günlerde çok düşünülüp az konuşulması gereken zamanlarda, meselelere tarafların dışında başka bir açıdan derinlikli bakmanın önemli olduğuna inanıyorum. Dindar kesimin dışında, böyle bir ihtiyaca cevap arayışı ile bu röportaj serisi ortaya çıktı. İnanıyorum ki toplumun bütün kesimlerinde de böyle bir ihtiyaç var. Serinin ilk röportajını, 'devlet'in en çok tartışıldığı bu zaman diliminde 'En kötü devlet, devletsizlikten evlâdır' diyen Alev Alatlı ile yaptık. Bu dönemde konuşmayı 'aydın ahlâkının gereği' olarak gören ve kendisini 'laik muhafazakar' olarak tanımlayan Alatlı, 17 Aralık sürecine dair önemli sözler söyledi. 17 Aralık'tan bu yana yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Son durum ya da sizin hasar tespit raporunuz nedir? Birinci tespit: Affınıza sığınarak bir atasözünü hatırlatarak, bıldır yediğin hurmalar, kışın tırmalar. Bunun daha zarif bir paraleli: bir mıh yitirdiydik, naldan olduk; bir nal yitirdiydik, attan olduk; bir at yitirdiydik, atlıdan olduk; bir atlı yitirdiydik, muharebeden olduk; bir muharebe yitirdiydik, savaştan olduk; bir savaş kaybettik, vatandan olduk. Diyeceğim şu ki, siyaset, ince ayar, süreklilik, adanmışlık, kadim değerlere riayet ister. İnşaatı en başından ve her aşamasında sıkı tutmaz, çimentosuna, demirine, statiğine özenle sahip çıkmazsanız, bina başınıza yıkılır. Murphy kanunudur, bir yerde bir çatlak varsa, o çatlak ille de büyür. Nasıl bir çatlaktan bahsediyoruz? Bir cam bardaktaki veya motor dişlisindeki çatlak gibi düşünün. Veya çimentodaki deniz kumu gibi düşünün. Kullanıma sürmeden önce tesbit edemez yada tesbit ettiğinizde görmezden gelmeyi yeğlerseniz, o ürün tüketicisinin elinde patlayacaktır. Kalite kontrol zaafiyetinin bedeli vardır, eninde sonunda ödenir. Murphy kanunları sosyal oluşumlarda da geçerlidir. İtinasız bir tüzük, bir yasa, ille de patlar. Yanlış atama, kurum patlatır. Bunu iktidar tarafına mı söylüyorsunuz? İktidar, muhalefet, cemaat, STK'lar, üniversiteler, ordu, sayın artık... İktidar, yaptıkları kadar, yapmadıklarından da sorumludur. Bu bağlamda iktidar, Fethullah Hoca'nınki veya değil, cemaatlerden de sorumludur. İktidarın falsosu kendi siyasi partisinden öte, diğer tüm kurumlara ve nihayet devlete mâl olur. İnce ayar, süreklilik, adanmışlık şiar olacak; iktidar, ülkenin esenliği için falso yapmayacak. Kural budur. MASONİK KAPALI KUTU Bu süreçte 'cemaat'i nasıl görüyorsunuz? Cemaat, masonik ölçülerde kapalı kutu. Ülküsünden başlayarak, örgütlenme biçimine, malî kaynaklarına kadar söylentiden öte hiçbir şey bilmiyoruz. Bakın, bencileyin laik muhafazakarlar, bizler, Müslümanların neden muhtelif mürşidlerin yönetiminde bölük bölük ayrıldıklarını anlayabilecek kadar dini hassasiyetlere vakıf değilizdir. Fethullar Hocaefendi ne der de, yetki alanı, örneğin, bir rahmetli Muzaffer Hoca'dan ya da ne bileyim Cüppeli'den ayrışır? Ancak, kimliğimiz icabı, Türk İslam davasına hizmet eden bir harekete saygı duyar, içten içe de olsa, destek veririz. Hatta, Türk dilinin deniz aşırı ülkelere taşındığını görmenin saklı bir gururu, Lozan'da bile tümüyle kurtulamadığımız misyoner okullarının rövanşının alınıyor olması gibi bir izlenimin inceden keyfi, hizmet erlerine duyulan samimi takdir de vardır. Ancak, tümüyle Allah rızası için girişildiğini kabul ettiğimiz bu hareketin bizim bildiğimiz İslami kurallara riayet etmeyebildiğini hissettiğimiz durumda, işkillenmemiz var. Teyakkuza geçmemiz var. Mesela? Nedir sizin gibi laik muhafazakarları teyakkuza geçiren? Mesela, Türkmenistan Devlet Başkanı müteveffa Saparmurat Türkmenbaşı'nın 'Ruhnâme' adlı kitabına Kur'an-ı Kerim muamelesi yapanlara Hocaefendi tarafından 'One munite!' çekilmediğini gördüğünüzde duralıyorsunuz. Müteveffanın TV'de 'Kim ki Ruhnâme'yi üç kez hatmeder; dosdoğru cennete vasıl olur' mealindeki hezeyanına, Türk okullarına sahip çıkıyor diye bigane kalındığında, yok sayıldığında, işkilleniyorsunuz. HAYIRHAHLIĞI KAYBETTİLER Sadece Ruhnâme mi? Ruhnâme aklıma gelen ilk örnek. Ruhnâme ile başveren çatlak, farzımuhal, 'Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın' buyuran ayeti, efendim, 'Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın' mealindeki hadisi ıskalayarak büyür. Nitekim, Fethullah Hoca'nın bizzat kendisi huzuruna gönderilen kasetlerden bahsedebilmiştir. Meğer ki, Türkiye'yi darülharp sayıyor olsun, bir dini cemaat mensubunun diğer bir Müslüman'ın ayıbını, bırakın örtmeyi, kasede kaydetmesi, yetmedi, afişe etmeyi aklından geçirmesi bile bencileyin muhafazakâr tipleri rencide eder, hatta terörize eder. O kasete dokunanın eli yanar sanırsınız ama anlaşılan öyle değil. Daha onlarca örnek verilebilir. Sonunda çatlak büyümüş, yarığa dönüşmüştür. Peki cemaat bu süreçte kaybetti mi? Ya da 'ne kaybetti' diye sorsam... Cemaat, Allah rızası için kalkışılan hayırhah bir hareket vasfını yitirirken, Fethullah Hoca bilge bir mürşid olmak niteliğini kaybetti. Bilge din adamı kimliğini kaybetti. Bundan sonra atabileceği bence en makul ve saygın adım, cübbeyi çıkarıp aleni siyasete soyunması, kendi siyasi partisini kurması olur. Müridleri anlatıldığı kadar mebzul ve örgütlü ise, başarı şansı da yüksek olacaktır. Böyle bir girişim ellerini de rahatlatacak, muhafazakarların eleştirilerini de bertaraf edebilecektir. Din adamında kabul edilemez olan, dünyevi siyasette makul görülür çünkü. Lanet seansı kanımı dondurdu Dünyada daha ılımlı bir İslam modelinin temsilcisi olarak bilinen cemaat neden bu algısını feda etti? Önce, şu 'ılımlı İslam' kavramına açıklık getirelim. Benim ılımlı İslam'dan anladığım, Batı ile iyi geçinen İslam değildir. Olsa olsa, Allah'ın güzel isimleri arasında mesela 'Kahhar'ı ve 'Müntakim'i değil de 'Rahman'ı, 'Rahim'i öne çıkaran, iyiliği, güzelliği, şefkati vurgulayan, yani Yunus Emre referanslı Anadolu İslamı olur. Cemaatin kapalı kapıları ardında ne olduğunu bilemem. Fakat ne yazık ki, o meşhur lanet seansı, geçiştirilebilecek gibi değildir. BİR SAİT MOLLA FİGÜRÜ... Bir din adamının dua etmesi kadar beddua etmesi de normal görülemez mi? O sahne sizde nasıl bir duygu uyandırdı? Kanım dondu. Ve hayır, eğer Müslüman bir din adamından bahsediyorsak, beddua etmesi ve vokaldeki amin sesleri normal görülemez. Dahası, Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmenin uygun görülmediği söylendiği için daha da korkutucu. Bizim -bizim derken, amatör Müslümanların- anlayışında, her şerde hayır inancı hakimdir. Konjonktürel kötülüğü Allah'a havale edersiniz. Ancak lanet yağdıran din adamlarını normal göremeyiz. Bir de bakın, benim akran ve/veya ekürime dini inançları istismar eden sahtekâr hocalara karşı teyakkuz öğretilmiştir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla tipolojisinin istikrahıyla büyümüş olduğumuz bir gerçektir. O yıllarda İngiliz Yüksek Komiserliği'nde üniforma ile dolanan Papaz Frew diye bir ajan vardı. Frew, Sait Molla'yı 300 lira maaşa bağlamış, zamanın Adalet Bakanlığına müsteşar tayin ettirmişti. Bir de şurayı devlet azası yapmıştı ki hayır kurumu kisvesi altında İngiliz himayesinin bayraktarlığını yürütebilsin. Sait Molla figürünün günümüzdeki telmihini düşünebiliyor musunuz? İMAJI DERİN YARA ALDI Çağdaş örnekler var mı? Bu tipolojinin güncel örneklerine hiç girmeyelim de asabımız daha fazla bozulmasın. Bunların batı dünyasındaki karşılıkları: Evangelistler, Yehova Şahitleri, ağızlarını nefret ve lanete açan Hellfire, Brimstone vaizleri. Lanet seansının bende uyandırdığı duygu: şok! Bütün bu imajların beynime üşüşmesi ve şok. Yo, hayır. Bu topraklarda görmek isteyeceğim, kabul edebileceğim bir sahne değildir bu. Bizim bağlandığımız İslam'ın ruhunu muazzep eden bir duruştur. Kabul edilemez. Bir de üstüne amin çekilmesi. 'Dervişin fikri neyse zikri de odur' düsturu belleğimize kazınmışken, karşı tavır almamamız mümkün değil. Uzun sözün kısası, cemaatin imajı maalesef derin bir yara almış, Mr. Murphy bir kez daha doğrulanmıştır. Bir yerde bir çatlak varsa o çatlak ille de büyür. Cemaat bir siyasi parti kursa oy verir misiniz? Hayır. Açıklayacağı programına sempati duysam dahi, şahsen benim elim oy vermeye gitmez, çünkü bireysel olarak aldatılmışlık duygusu ile mâlulüm. Ve çok müteesirim, çünkü Fethullah Hoca'nın şahsında bilge Müslüman figürü olabilecek olan bir otoriteyi yitirdiğimi hissediyorum. Şu kadarcık tarih bilgim varsa, medeniyetlerin taşıyıcı unsurlarının, yani dini yada dünyevi otoritelerin, yüzsuyu hürmetine ayakta kaldıklarını bilirim. 21. Yüzyıl'da bir Selahattin Eyyubi'nin çıkmasını beklemek hayaldir elbet. Ama İslam'ın sulh temelli söylemlerinin hayata geçirildiğini görmek istemek şöyle dursun, hele de sosyalist ideallerin aşındığı bir dünyanın İslam'ın sesine ihtiyacı olduğunu hissederim. AYŞE BÖHÜRLER SORDU - ALEV ALATLI CEVAPLADI - YENİŞAFAK |
Cemaat Şimdiye Kadar Ördüğü Hikâyesinin Tümünü İnkâr Etti
Dini grup değil siyasi güç Konda Araştırma Müdürü Bekir Ağırdır, cemaatin uzun vadede kaybedeceğini belirterek, 'Dindarlar gördü ki cemaat meşruiyetini dini inancından değil siyasi güç arayışından alıyormuş' dedi. Konda Araştırma Şirketi ortaklarından Tarhan Erdem ve Bekir Ağırdır 30 Mart seçim sonuçlarını en doğru bilen ve yorumlayan isimler arasındaydı. Türkiye'nin meselelerini yakından izleyen ve sol siyaset kökenli bu iki aydın ile seçim öncesini ve sonrasını konuştuk. Söyleşimize ortak başladık ancak ağırlıklı olarak Bekir Ağırdır ile devam ettik. Partilerin artı ve eksilerini aidiyet duygusu olmadan değerlendirebilen bu iki ismin yorumlarının önümüzdeki 2. seçim raundu için önemli olduğuna inanıyorum. Bu röportajda Ak Parti neden kazandı, muhalefet bloğu neden kaybetti sorusu kadar seçmen 'Kimlik siyasetinden neden vazgeçmedi' sorusuna cevap arıyoruz. Ve tabii ki cumhurbaşkanlığı seçimleri kadar Kürt siyaseti de bu söyleşinin konusu oldu. Okumaya buyrun. Ak Parti-Cemaat kavgasını nasıl yorumladınız? Cemaat-Ak Parti diye kodlanan kavganın da bu yeniyi belirlemek ya da yeninin temel paradigmalarını tarif etmek üzere bir kavga olarak görüyorum. 16 ayda, neredeyse ülkeyi yöneten siyasi kadrolar, yerel ve ulusal bürokrasi değişmiş olacak. Yeni oluşan kadrolar yeni bir yapı tanımlayacak. Bu yapı ya küresel dinamiklere ve bizim toplumsal ve siyasal taleplerimize de uygun olacak. Ya da daha içine kapanık olacak. Biz meseleyi sadece ekonomik kalkınma ve rakamlardan ibaret tuttuk ama yaşam kalitesinin başka boyutları da var. O yüzden de 40 yıldır hiçbir toplumsal sorunu siyaset marifetiyle çözemiyoruz. Çünkü bu yapı da izin vermiyor. O yüzden bu kavgayı sadece Cemaat ve Ak Parti olarak görmüyorum. Gözüken aktör onlar ama her iki tarafta da çok farklı aktörler var. BİÇİMLENDİRME ÇABASI Hedefte yalnızca Ak Parti olmayabilir, geniş baktığınız zaman bütün siyaseti biçimlemek de olabilir. İlla demiyorum ki filmlerdeki gibi bir masanın etrafına 7 kişilik, baronlar vs. var ama bugünün hayatı daha karmaşık ve dinamik bir harekete geçince arkasından bir sürü dinamik harekete geçiyor. Herkes o yeni Türkiye'nin parametrelerinde rol oynamak istiyor. Ben dershaneler diye başlamış olan süreci Tayyip Bey kendisinden sonraki Ak Parti'nin çerçevelerini çiziyor diye baktım. Ortada sadece Ak Parti'yi değil her partiyi biçimlendirme çabası var. Cemaat-Ak Parti çatışmasının kazanımları ne oldu? Cemaatin sadece dindarlıktan ibaret olmadığının görülmesini sağladı. Sadece safiyane dini motiflerle hareket edilmediğinin görülmesi, dindar kesime, laiklik tanımı başka türlü konuşulamaz mı sorusunu sordurabilirse bu bir kazanım olur. Bu taraftakiler için de neydi? Monoblog bir kütle olarak görüyorlardı iktidarı, bütün bunlar şeriatçı vs... Bugün Bey'in söylediği cümleler 5 sene önce bu insanların söylediği şeylerdi. 'Erdoğan sandığımız gibi irticacı değilmiş, icraatı sadece din motifli değilmiş' deme imkânı yaratılabilirse, bu kavganın içinde kendini sorgulama imkânı üretilebilirse yaratıcı yıkım olabilir. CEMAAT MEŞRUİYETİNİ GÜÇ ARAYIŞINDAN ALIYOR Peki bu denklemde Cemaat nasıl konumlanacak? Cemaatin problemi daha büyük. Şimdiye kadar meşruiyetini samimiyetten ve din gibi safiyane bir amaç uğruna yapıyor oluşundan üretiyordu. Hâlbuki bu kavgada aldığı pozisyon ve aradığı güç siyasi. Bu, şimdiye kadar ördükleri hikâyenin tümünün inkârı demek. İlk kez dindarlar da gördü ki cemaat meşruiyetini dini inancından, halisane duygularından değil, siyasi güç arayışından alıyormuş, hedefi varmış. Dolayısıyla cemaatin daha problemli bir konumda olduğunu düşünüyorum. İkincisi de sadece ülke hayrına değilmiş, başka ülkelerle ilişkileri hep başka amaçlar taşıyormuş. Sorular var ortada. Cemaat hep Peygamber yolunda hizmet dedi. E peki, niçin başka ülkelerde başka ittifaklar arıyor? NEDEN KAVGAYA GİRİYOR? 'Neden siyasi meşruiyeti olan bir güçle, devletin merkeziyle bir kavgaya veya pazarlığa giriyor?' sorusunun cevabını vermesi gerekir. Bugün cemaat geçici mevziler kazanıyor olabilir. Üç bakan daha istifa ettirebilir ama uzun vadede topluma ve dünyaya kendini anlatmakta çok zorlanacağı, kaybedenin cemaat olacağı yönünde bir kanaatim var. Ya da cemaat de kendi içinde bu tartışmayı üretebilir. Geri çekilebilir, o ilk tanımladığı hikâyeye uygun bir harekete dönüşür. Ya da siyasileşir, parti kurar. Ama aynen devam edemez. Ya geriye doğru çekilecek ya da başka bir siyasi alanda meşru bir kimlik edinecek. Diyelim ki parti kurdular... Hemen kısa vadede bir sonuç üretmez. Yani hemen 2015 seçimlerine dönük bir sonuç üretmez. Demokratik bakış yok Seçim öncesi yaşanan kavgayı nasıl tanımlıyorsunuz? Kavganın iki boyutu var. Bir tanesi, yeninin nasıl olacağı kavgası. Bir tanesi de yeniyi tümden reddedenler. Bir de tabi daha arada uzlaşma arayan bir zihniyet. Diyelim devlet mekanizmasını bürokraside kabullendik. Ancak mevcut güvenlikçi sert politikalarla işin sürdürülemeyeceği ortada, çatışan güçlerin hiçbirisinde demokratik bakış yok. Asker, eskiden olduğu kadar güçlü olmayabilir ama merkezi kurumlarda güvenlikçi bakışlar ağırlığını artırıyor. Sorun şu ki bu krizleri, bugünün hayatına yetmeyen bir sistemde yaşıyor olduğumuz için, 1-2-4 ay sonra başka bir mesele etrafında yine kriz yaşanmış olacak. Mesele sistemin yetersizliği. Bu kriz bir yandan da devletin, yönetimin, hukukun bugünkü hayata ve ihtiyaçlara yetmemesinden kaynaklanıyor. Belirleyici Erdoğan Peki, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neler olacak? Seçimden önce; Ak Parti % 40'ın altında kalırsa başka, % 40-45 arasında olursa başka, % 45'in üzerindeyse başka bir durum diye yazmıştım. Şimdi % 45'in üstünde kaldığına göre birincisi, artık şunu kabul etmeliyiz ki cumhurbaşkanlığı seçiminin başat aktörü Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan'dır. Yani cumhurbaşkanlığı seçiminin gidişatını onun kararı belirleyecek. Kendisi olmak ister mi istemez mi ayrı tartışma ama Ak Parti kararı belirleyecek. Ve burada çok özel bir ittifak üretmesi de gerekmiyor. İLK TURDA YÜZDE 50 İki turlu bir seçim olduğu için, birinci turda seçilmese bile doğal hayatın doğal ittifakları üzerinden bile % 50'yi aşacak görünüyor gösterdiği aday. Ama bir yandan da şu seçimden sonra yaşananlara bakınca da cumhurbaşkanlığı seçimine kadar da, 17 Aralık'ta başlamış olan gerilimli sürecin devam edeceği görülüyor. Burada sadece bizim partilerimizin değil, Batı'nın da Amerika'nın da yeniden durum değerlendirmesi yapacağını sanıyorum. Herkes de herhâlde şu tespitten yola çıkacak; 'Evet, Ak Parti belirleyici'. Dolayısıyla eğer Ak Parti'nin adayının seçilmesini istemiyorsanız bu yalnızca 17 Aralık'tan beri süren tape yayınlamak, görüntü sızdırmak gibi yöntemlerle hâlledilebilir bir mesele değil. TÜRKİYE İÇİN BİR İLK İkincisi cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye'de siyasi tarihimiz için ilk deneme olacak. İlk kez cumhurbaşkanını halk oyuyla seçmiş olacağız. Ben, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bittiği günden itibaren üç partide de ciddi bir değişim dinamiğinin çalışmaya başlayacağını düşünüyorum. Bu tartışma Ak Parti'de de % 45-46'lık oy nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasına kalmış oldu. Muhalefetin üzerine etkisi ne olur? Muhalefet, Ak Parti'nin ya da Tayyip Erdoğan'ın gösterdiği adayın gücünü -ben Tayyip Erdoğan'ın aday olmayı plânladığını düşünüyorum- bozmak istiyorsa söylenecek şey 'Tayyip Erdoğan'ı çıkarttıralım, çıkarttırmayalım' dilinden olduğu sürece bir ittifak üretemez. Çünkü o zaman MHP seçmeninin bir kısmı Ak Parti'ye doğru kayabilir. İKİ TÜRLÜ SENARYO VAR Cumhurbaşkanlığı seçiminin ana belirleyicisi de Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan olacak. Orada iki tür senaryo olabilir. Birincisi, Tayyip Bey cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, muhtemelen de seçilir, önemli olan partinin yani hükümetin başkanının kim olacağı ve o genel başkana bağlı olarak da partinin yönetiminde ve ideolojisinde bir değişiklik olup olmayacağıdır. İkinci seçenek de Tayyip Bey üç dönem özelliğini kaldırır, devam eder. Başka bir aday çıkarırlar. Seçmen kimlikler üzerinden oy verdi 30 Mart'ta seçmen hangi partiye ne dedi? Her şeyden önce bu seçimlerin belirleyici iki unsuru var; kutuplaşma ve seçmen. Seçmen ne yerel sorunlar ne de adaylar üzerinden tercihte bulundu. Kutuplaşmanın da bir sonucu olarak tercihini bunların dışında kimlikler üzerinden yaptı. Dolayısıyla da kendi kimliğine daha yakın duran kesimi desteklemiş oldu. İktidarı nasıl analiz ettiniz? Ak Parti'nin seçmeni az da olsa iktidara yönelik eleştirel pozisyonunu artırdı. Ülkenin sorunlarını kim çözer, başbakan kim olsun gibi konulardan baktığınızda ise Ak Parti seçmeninin % 95'i partisiyle ilişkisinde son derece hoşnut ve özgüveni yüksek görünüyordu. Bu oranlar CHP'de ise yarı yarıya. CHP seçmeninin % 55'i partisinden memnun bir şekilde oy veriyor olsa da yarıya yakını son derece eleştirel bir pozisyondan partisine bakıyor. 17 Aralık sonrasında bu oran bir miktar CHP için arttı. Ak Parti'deki bu % 95'lik güven bir miktar geriledi. Dolayıyla bu yolsuzluk meselesi hiç etkili olmadı diyemeyiz. Ama bunun yanı sıra aynı seçmen, yolsuzluk meselesi dışında bir operasyon ya da komplo olduğunu düşünüyor. Sebepleri nedir? Çünkü muhalefet, siyasi gündemi ve tartışmaları yönetme kapasitesine ve belirleme gücüne sahip değil. Gündemi ve zemini sonuç olarak Ak Parti ve Erdoğan belirliyor ama muhalefet yine de başka türden tartışmalar açarak bunu yapabilirdi. Muhalefet meseleyi çok kategorik bir muhalefete indirgedi. Her konuya bir Ak Parti ya da Tayyip Erdoğan eleştirisinden baktı. Ülkenin ihtiyaç ve talepleri es geçildi. CHP bu topluma güven veremedi Muhalefetin başka kusuru yok muydu? Muhalefet hem kavgacı hem çözümün dışında tutuyor kendisini. Bu da seçmene bir biçimde yansıyor. Muhalefetin bir başka eksikliği, tartışmayı sürekli olarak cumhurbaşkanlığı, laiklik, anayasa gibi soyut yerlerden sürdürmesi. Hâlbuki CHP'nin de MHP'nin de Ak Parti'ye göre görece eksikliklerinden bir tanesi, örgütlerinin ve faaliyetlerinin gündelik hayattan ve sokaktan kopmuş olması. Gündelik hayatta yok olmak, onlarda giderek kendi içlerine doğru büzülen ve kapatan bir süreç olarak çalışıyor. O zaman da mesele soyut tartışmalara ya da niyet okumalara kilitleniyor. Kişiselleştirilmiş bir siyasi kavga diyebilir miyiz? Aslında her partinin bir 'Türkiyelileşme' ihtiyacı var, sadece BDP'nin değil. İş 'Hangi doğru en doğru?' kavgasına dönüştüğü zaman çözüm üretemiyoruz. Çünkü şöyle bir sorun var, Ak Parti % 45 oy aldı, bir kez daha iktidarını perçinledi ama bunun ürettiği paradoksal bir durum var. O da şu, Ak Parti bir yandan böyle bir kimlik ve gerilim üzerine oturtunca her şeyi yüksek oy desteğini sürdürecek görünüyor. Ama bir yandan da karşı kutbu köpürten bir başka süreç çalışıyor olduğu için, tek taraflı değil. Öte yandan da yaşamın içinde veya siyaset zemininde sürtünme kat sayısı artıyor. Bu da bizim selametimize değil. Muhalefet, sorunu kendinde değil de halkta görüyor... Evet ama bu doğru değil. Seçmen önce hanenin dirlik düzenliği yani geçimi, çocukların eğitim ihtiyacı, hane halkının sağlık ihtiyacı ve güvenlik ihtiyacına bakar. Ancak bu dört unsur var ve sağlamsa hayat tarzımız, ideolojimiz, kimliğimiz çalışmaya başlıyor. 40 yıl doğru dürüst bir şey yapılmamış bir ülkede, sebepleri için ister konjonktür, ister dünya, ister sıcak pazar imkânı, ne derseniz deyin Ak Parti'nin heybesinde azımsanmayacak bir artı puan var. Bunu yok sayamayız. Ak Parti burada heybesinde bir artı puan taşıyor. Halbuki CHP'nin yaptığı bir şey yok ortada. Heybesinde artı veya eksi bir şey yok . Topluma bir güven vermiş de değil. Liderler istedi diye taban birleşmez Cemaat-CHP ittifakında gördüğümüz gibi... Evet. 2007 seçimlerinden önceydi, Erkan Mumcu'yla Mehmet Ağar; Doğru Yol ve ANAP. O zaman da anlatmaya çalıştık. Çünkü 20 yıldır birbirine küfreden iki alt küme birdenbire, iki kişi el sıkıştı diye geçmişi unutur mu? Mesela bir gerilimde MHP tabanının bir kısmı Ak Parti'ye doğru kayar. Dolayısıyla siyasi aktörlerin, kim kimle birleşirse % 50 alır gibi bir siyasi okuma yapması yanlış. O yüzden böyle bir ittifak arayışına gerek olduğunu sanmıyorum. Birinci turda değilse de ikinci turda Ak Parti adayı seçilir. Cumhurbaşkanının yetkilerinin bu hâli korunur mu? Böyle bir ihtimal var. Yasa yapma gücü Ak Parti'nin elinde olduğu için Erdoğan'ın ya da Ak Parti'nin ihtiyaç duyacağı değişiklikleri yapma yetkisi de mevcut olacaktır. Fiili yarı-başkanlığa geçiş olabilir. Asıl soru kim başbakan olacak sorusudur. Seçim öncesi yaşananları içim sistem krizi demiştiniz. Türkiye'nin devlet ve yönetim yapısı, hukuki tanımı yargı da dâhil, bugünün hayatına yetmiyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu toplumsal ve siyasal sorunların çözümüne de yetmiyor. Sorun çözme kapasitesi yok bu yapının. Kaynak Yeni Şafak 13.04.2014 |
Cemaat, Meşruiyetini Kaybetti
Mahçupyan'dan Ekrem Dumanlı bombası! http://s25.postimg.org/h4oe9otjz/etyen_mahcupyan.jpg Canlı yayında 14 Aralık operasyonunu yorumlayan Başbakan'ın başdanışmanı Etyen Mahçupyan, "Cemaate dair net deliller ortaya çıktı" dedi. 14 Aralık'ta düzenlenen cemaat operasyonunu CNN Türk'te yorumlayan Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun başdanışmanı ve Akşam yazarı Etyen Mahçupyan, canlı yayında Şirin Payzın'ın sorularını yanıtladı. Cemaatin meşruiyetini kaybettiğini ve kazanabileceği bir şey olmadığını savunan Zaman gazetesi eski yazarı Etyen Mahçupyan, Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca'ya yöneltilen "terör" ve "silahlı örgüt" suçlamasının ise mânâsız olduğunu söyledi. Başdanışman, Dumanlı ve arkadaşlarına yönetilen terör suçlaması için, "Terör kelimesinin böyle kolay kullanılması doğru değil. Yoksa Ekrem Dumanlı ya da Zaman gazetesindeki herhangi bir meslektaşımı öyle görmüyorum" dedi. Tahşiyeciler davasının cemaatin nasıl bir örgütlenme olduğunu ortaya koyan net deliller sunduğunu iddia eden Mahçupyan, "Üç tane bomba var ama kimse yok sadece polisin parmak izleri var. Burada başka delil üretmeye gerek yok ki" dedi. Mahçupyan, yolsuzluk iddiaları ile ilgili daha önce yaptığı açıklamaları tekrar ederek, "Toplumun yüzde 70'i yolsuzluk var diye düşünüyor" dedi. İşte Mahçupyan'ın açıklamalarından satır başları: FUAT AVNİ'NİN 25 ARALIK'TA YENİ OPERASYON İDDİASI Olay başlamadan sadece bilgi düzeyinde söylenenlerin sadece bilgi olma ihtimali yüksek. Ama şu anda bir mücadele var. Kavgaya hizmet edecek şeyler söyleniyor. Bir heyula yaratılarak hükümetin yapmayacağı bir çok şey yapılacak denilebilir ve bunun bir işlevi, etkisi de olabilir. "HÜKÜMET KAZANMAYA DOĞRU GİDİYOR" Hükümetin zarar görüp görmediği bakış açısına bağlı. Hükümetin nasıl baktığı ile ilgili. Bizim gördüğümüzde farklı şeyler görüyor olabilir hükümet. Batı'nın ve içerde bazı çevrelerin tepkisi var. Bir de sessiz çoğunluğun henüz ölçülemeyen bir tutumu var. Ben bu konuda konuşmak için erken olduğunu düşünüyorum. Olayın bütününe baktığımız zaman hükümetin kazanmaya doğru gittiğini düşünüyorum. Şu anda bir yargı prosedürü var ve bu hoyrat olabiliyor. Bu hoyratlığın bedelini haberi olmasa dahi siyasetçi ödeyebiliyor. "CEMAAT, MEŞRUİYETİNİ KAYBETTİ" Gücünüz ne kadar büyük olursa olsun, kimleri etkilerseniz etkileyin eğer meşruiyetiniz kaybetmişseniz bir sonuç alamazsınız. Ben, cemaatin meşruiyetini kaybettiğini düşünüyorum. "ERDOĞAN GERÇEKLİKLE TEMASI EN GÜÇLÜ LİDER" Bence Tayyip Erdoğan gerçeklik teması en güçlü olan siyasi lider Türkiye'de. İyi bir AK Partili, Erdoğan karşıtı söylemden çok memnun kalır. Çünkü Erdoğan karşıtı söylem muhalefetin hiçbir şey yapmayacağı anlamına gelir. "TAHŞİYECİLER DAVASI CEMAAT İÇİN NET DELİLLER SUNDU" AK Partililer bile bu kadar net ve büyük bir delil (tahşiyeciler davası) ile karşılaşacaklarını düşünmemiştir. Bu soruşturmada kimse tutuklanmazsa bile ortaya çıkan resimle cemaatin nasıl bir örgütlenme olduğuna dair güçlü delillere sahibiz. Üç tane bomba var ama kimse yok sadece polisin parmak izleri var. Burada başka delil üretmeye gerek yok ki. Burada soru sormalı medya. Sağduyulu çoğunluk, fotoğrafın bütüne baktığında göz kapatamayacağımız olaylar olduğunu görüyor. "TERÖR ve SİLAHLI ÖRGÜT İDDİASI MÂNÂLI DEĞİL" Savcılar bir kere olur olmaz her şeyi iddianameye koyuyorlar. Bunları birbirine bağlamak için özel bir gayret gösteriyorlar. Bütün bunlar yasalaradaki muğlak tanımlar ile buluşuyor. Terör ve silahlı örgüt gibi iddiaların burada çok mânâlı olduğunu düşünmüyorum. Savcının bildiği ama bizim bilmediğimiz şeyler de olabilir; ama eğer sadece Tahşiyeciler meselesi ise ne olduğu başı sonu belli. "EKREM DUMANLI'YI TERÖRİST OLARAK GÖRMÜYORUM" Terör kelimesinin böyle kolay kullanılması doğru değil. Yoksa Ekrem Dumanlı ya da Zaman gazetesindeki herhangi bir meslektaşımı öyle görmüyorum. Ama onların bir cemaat aidiyeti içinde hareket ettiklerini de çok yakından biliyorum. Bu da çok doğal. Cemaat üyesi birinin buna uygun davranması kendiliğinden oluyor. "DUMANLI'NIN İFADESİ İNANDIRICI DEĞİL" Ekrem Dumanlı'nın ifadesi ne kadar inandırıcıysa aksi uçtaki iddialar da o kadar inandırıcı. Zaman'da çıkan ve bunu Gülen yazdırmıştır denilen o kadar çok haber çıktı ki. Fethulalh Gülen'e sorulan birçok haber de var sorulmayan çok haber de var. Ekrem Dumanlı'nın, Gülen'in Tahşiyeciler davasına dair açıklamaları için, "Ben o sohbeti atlamışım" demesi hiç inandırıcı değil. "ZAMAN'DA YAZILARIMA MÜDAHALE OLMADI" Benim Zaman'daki yazılarıma gelen düzeltme ve öneriler genellikle tek bir kelimenin değişmesi yönündeydi. Bunun dışında bir müdahale yaşamadım. "CEMAAT ZATEN HÜSEYİN GÜLERCE'Yİ CİDDİYE ALMIYORDU" Hüseyin Gülerce'nin dışardaki algılanması ile cemaat içindeki algılanması farklıydı. Tapelerden biliyoruz ki Gülerce, cemaat içinde çok ciddiye alınmıyor, boşverin onu falan deniyor. Belli ki ilişkiler daha öncesinden kopmuş. Zaten Gülerce'nin dışarda kalmasını cemaat kolaylıkla taşıyabildi. Bizim algımız ile gerçek farklı olabiliyor. Gülerce zaten dışlanmış biriydi. Cemaatin medya kurumlarında yer alanlar sadece bilmeleri gerektiği kadarını biliyorlar. Onlara söylenenler var. Cemaatin her yaptığından haberdar olduklarını düşünemeyiz. "AK PARTİ HAZİRAN'DA YÜZDE 48-50 OY ALACAK" Daha önce de yazdım. AK Parti'nin yüzde 50 ile 48 arası oy alacağını düşünüyorum. Ben, AK Parti en az dört kere daha kazanacak demiştim. İkisini kazandı, Haziran'da ve sonraki seçimi de yine kazanacak. Bu sosyolojik bir analiz. Bir tür büyük dalga var ve AK Parti bu dalganın üstünde sörf yapıyor. Bunun alternatifi olacak bir kuşak gelmediği sürece AK Parti yönetmeye devam edecek. "TOPLUMUN YÜZDE 70'İ YOLSUZLUK VAR DİYOR" Ben, Bakanların yolsuzluk yapıp yapmadığını bilemem. Ama toplumun ne düşündüğünü gözlemleyebilirim. Toplumun yüzde 70'i yolsuzluk var diye düşünüyor. Ama yine yüzde 70 bu yapılan darbedir de diyor. Kaynak İnternet Haber 18.12.2014 |
Cemaatin İtibarı Kalmadı
17 ve 25 Aralık operasyonlarının amacının Türkiye'yi 90'lı yıllara yeniden götürmek olduğunu söyleyen ANAR Genel Müdürü İbrahim Uslu, AK Parti'nin 30 Mart'ta kendi rekorunu kıracağı belirtti. Uslu, 'Operasyonlar, psikolojik bir harekât olarak da amacına ulaşamadı.' dedi. Süreç ilerledikçe toplumda 17 Aralık operasyonunun AK Parti'yi siyaseten ve tedricen zayıflatmak amacıyla yapıldığı kanaati daha da güçleniyor. Fakat tüm bu tespitlerin kanaatten ve gözlemden öte somut karşılıkları da olmalı. Bu yüzden sorularımı bu kez, ANAR Genel Müdürü İbrahim Uslu'ya yönelttim. Siyaset bilimci ve kamuoyu araştırmacısı Dr. Uslu ile 17 Aralık ile başlattıkları süreçte Cemaatin veya Paralel yapının ne ölçüde başarılı olduğu, neden toplumsal destek bulamadıkları gibi konular başta olmak üzere yaklaşan seçimleri konuştuk. Dershaneleri dönüştürme tasarısıyla başlayan süreç 17 Aralık darbe girişimi ve 25 Aralık operasyonu ile neticelendi. Siz, kamuoyunun nabzını yakından tutan bir kimsesiniz. Türkiye bu operasyonlara nasıl bakıyor? AK Parti taraftarlarının neredeyse tamamı bu operasyonu, iddia edildiği gibi bir yolsuzluk operasyonu olarak değil de, AK Parti'yi ve Başbakan'ı hedef alan bir siyasi müdahale olarak görüyor. Bu kesimden bir kısım, olayı doğrudan bir darbe girişimi olarak, bir diğer kısmı da siyasi bir girişim olarak nitelendiriyor. İfade biçimleri farklı olsa da, AK Parti seçmeni bu operasyonlarının bir yolsuzluk operasyonu olmadığı yönünde karar kılmış durumda. DARBE GİRİŞİMİ OLDUĞUNA ÇOĞUNLUK İNANIYOR AK Parti kitlesi dışındaki kesimin bu meseleyi okuması ne şekilde? Diğer siyasi partilere mensup kişiler arasında da, bunun bir darbe girişimi olduğunu ve operasyonun arkasında cemaat, paralel yapı ya da dış güçler olduğunu düşünen çok geniş bir kitle var. Bu yaklaşım, MHP'de oldukça yüksek; BDP de ise hayli fazla. Her dört CHP'liden birisi de bu operasyonun sadece yolsuzluk meselesi olmadığını, olayın başka boyutlarının olduğunu düşünüyor. Bu operasyonları gerçekleştirenlerin esas gayesinin toplumun AK Parti'ye ve Başbakan Erdoğan'a itimadını ortadan kaldırmak olduğu anlaşılıyor. Bu açıdan bakıldığında operasyon amacına ulaşmadı diyebilir miyiz? 17 Aralık operasyonu ve girişim hâlinde kalan 25 Aralık operasyonları, psikolojik bir harekât olarak da amacına ulaşamadı. Neticede bu operasyonu gerçekleştirenler siyaseti yeniden dizayn etmek ve Türkiye'yi 90'lı yıllara yeniden götürmek istiyorlar. AK PARTİ'NİN ADAYI İLK TURDA CUMHURBAŞKANI AK Parti'nin yerel seçimlerde alacağı sonucun cumhurbaşkanlığı seçimlerine etkisi ne şekilde olur? AK Parti yerel seçimlerde yüzde 40'ların üstünde bir oy alacak olursa -ki öyle gözüküyor- AK Parti, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayı her kim olursa olsun ilk turda cumhurbaşkanlığını alır. BUNDAN SONRA BİR ŞEY YAPAMAZLAR Esas operasyonun seçimler yaklaşınca gerçekleşeceği sık dillendiriliyor. Siz böyle bir olasılık görüyor musunuz? Bu gibi söylentiler var; ama ben bundan sonra bu gibi işlere kalkışanların canının daha fazla yanacağını düşünüyorum. Paralel yapı, 25 Aralık'ta bile gerçekleştiremediğini, üzerinden iki-üç ay geçtikten sonra gerçekleştirecek gücü kendinde bulamaz. Ayrıca toplum ne olup bittiğinin gayet farkında. HER PARTİNİN SOSYAL MEDYA TİMİ VAR ARTIK AK Parti'nin sosyal medya ekiplerine sahip olması da paralel yapı tarafından sık kullanılan bir argüman. Bir siyaset bilimci olarak Ak Parti'ye bu açıdan yüklenilmesine ne dersiniz? Artık her partinin hatta kişilerin bile sosyal medya timleri bulunuyor. Bu işin doğası bu. Bu konuşmayı deşifre eden yapı bir suç varmış algısı oluşturmaya çalışırken öte yandan Peygamberimiz'i rüyalarda gördürüp tweetlerin ikiye katlanmasını istiyor. Bunun, Gülen tarafından onaylandığı malûm zaten. Erdoğan'ın liderliği konusunda bu süreçte kamuoyu algısında ne tür bir görüş var? AK Parti'ye birinci oy verme nedeni hâlâ lideri. Erdoğan'ın başarısına dair kanaatlerde gerileme yok. Tam tersine Gezi'den bu yana yaşanan zincirleme saldırılar, AK Parti seçmeni ile sayın Başbakan arasındaki güven ve sevgiyi daha da pekiştirdi. Gülen'in itibarı kayboldu Cemaat ve Fethullah Gülen imgesi 17 Aralık sürecine kadar bambaşkaydı. Fakat Gülen'in ilişkileri deşifre oldukça, büyük ve küresel bir holding tablosu çıktı ortaya. Kamuoyunda Gülen'e ve cemaate yaklaşım değişti mi? Operasyonlar sonrasında itibarlarının büyük oranda kaybolduğunu düşünüyorum. Cemaat hâlâ bedduanın şokunu atlatamadı, hasarını tamir edemedi. Son Adana operasyonunda o kadar militanca davrandılar ki, tüm ahlâkî meşruiyetlerini de kaybettiler. Yapılan araştırmalarda da bu sonuç ortaya çıkıyor. Cemaat artık dini çalışmalar yapan bir yapı olarak görülmüyor. Devleti ele geçirmek gibi siyasi hedefleri olan bir yapı olarak algılanmaya başlandı. Artık kendi tabanları dışındaki kesimlerde bir saygınlıklarının olduğunu ben gözlemleyemiyorum ve araştırmalarda da görmüyorum. En büyük hataları öfkeleri Operasyonda cemaat neden başarısız oldu? Cemaat, hem AK Parti seçmenini, hem de Türk toplumunu tanımıyor. Toplumun geri kalanını tanımaya ihtiyaç bile duymuyor. İhtiyatlarıyla bilinen bir yapı böyle bir hatayı nasıl yaptı? Bence bunun sebebi öfke. Hükümete zarar vermeye yönelik çok büyük bir motivasyonları var ve bu onların en büyük hatası. Cemaatin ne kadarı Gülen'e göre seçimlerde tavır belirliyor? Cemaat artık küçük bir bölge içine yerleşmiş ve hiyerarşik şekilde örgütlenmiş feodal bir yapı değil. O nedenle bu yüzde 3'ten küçük kitleyi bile tam olarak kontrol edebilmeleri olanaksız. Talimatlara göre tercihlerini şekillendirecekler, sadece benim 'Cemaat Profesyonelleri' diye isimlendirdiğim küçük bir kesim. Cemaat hile-i şer'riye yapıyor Toplumun bu olanlara dair algısı ne peki? Toplum da uzaktan baktığı zaman masum insanların suçlu gibi gösterilmek istendiğini görüyor. Bu durum da seçmen nezdinde bu operasyonun temiz bir operasyon olmadığı kanaatini gün geçtikçe pekiştiriyor. Paralel yapı farkında olmadan AK Parti'nin seçmenle kurduğu bağı güçlendirme noktasında büyük katkıda bulunuyor. AK Parti'nin oyları bu operasyondan olumsuz olarak hiç etkilenmedi. AK Parti son yerel seçimlerde 45 ilde seçimleri kazanmıştı. Önümüzdeki yerel seçimlerde AK Parti'nin durumu nedir? AK Parti önümüzdeki seçimlerde, bir önceki seçimden çok daha iyi durumda olacak gibi duruyor. Bu seçimlerde 45 ili 55'e çıkarması ihtimali yüksek görünüyor. Balıkesir, Gümüşhane, Antalya, Bartın, Edirne, Isparta, Karaman, Manisa, Sivas ve Uşak gibi iller AK Parti'de olmamasına rağmen AK Parti bu illeri alabilir. Bu illerin bazılarında açık ara önde gidiyor. Cemaatin, en azından üst yönetiminin CHP ile flört ettiği görülüyor. Bu durum seçimlere nasıl yansır? Cemaat içinde hiç kimse açıktan 'CHP'yi destekleyin.' diyemez. Bu yüzden bir hile-i şer'iyye yapıyorlar. 'AK Parti dışındaki güçlü bir partiye oy verin.' şeklinde bir yönlendirmede bulunuyorlar. AK Parti dışındaki en güçlü parti bazı illerde BDP ve MHP, ama bunun dışındaki yerlerde genellikle büyük parti CHP. 'CHP'ye oy verin.' demeden CHP'ye yönlendiriyorlar. Sarıgül'ün kazanması imkânsız İstanbul'da Sarıgül'ün kazanabilmesi imkânsız. Kazanabilmesi için önce bütün muhaliflerin, sonra da AK Parti seçmenin oylarının bir kısmını alması gerekiyor. Oysa tersi bir durum söz konusu. Kadir Topbaş, AK Parti oylarının tamamını ve fazlasını alıyor. Geri kalanlar da Sarıgül'e yetmiyor. Sonuçta seçimlerin de bir matematiği var. Ankara'da da bir risk yok. AK Parti alıyor. CHP'nin başı derde girer CHP, 17 Aralık'tan ne umuyor? CHP'nin yapmaya çalıştığı, kriz fırsatçılığı; ama hesap hatası yapıyor. AK Parti dışında, MHP ve BDP de bu sürece ya karşı duruyor ya da yanında yer almıyor. Yani CHP, kabaca yüzde 70'in desteklemediği bir sürecin başarılı olacağını düşünüyor. Bu nedenle, hayal kırıklıkları yaşaması kaçınılmaz. Eğer seçimde bekledikleri başarıyı elde edemezse, tartışmalı veya sağcı adaylara oy vermek zorunda bıraktıkları seçmenleriyle başları belaya girebilir. Kaynak Yeni Şafak 23.02.2014 |
Cemaatini Mahvettin
Prof. Dr. Hüsamettin Arslan, Gülen Grubu'nun iktidar hırsı uğruna Türkiye Müslümanlarını dünya kamuoyu önünde rezil ettiğini söyledi. Yaşanan çatışmaların çerçevesini bagajdaki ideolojik tartışmalar nasıl etkiliyor? Her şeyi CHP'lilik ile açıklamak yeterli mi? Artık kabul edelim. Elimizi vicdanımıza koyalım ve kabul edelim. Ya itikaden ya da kültürel olarak Müslümanız; ya pozitif açıdan ya da negatif açıdan Osmanlıyız. Sünni ve Aleviyiz; moderniz ve otantiktiz; hem pre-moderniz hem de moderniz. Böyleyiz. Böyle olmak da güzel olabilir. CHP'lilik tam da bu apaçık olguların ve hakikatlerin reddidir. CHP'lilik halkçı olduğunu söyler; Marksistler halkçı olduklarını söyler; fakat halk Osmanlının bakiyesidir; Hz. İbrahim'in geleneğine bağlıdır. CHP'lilik bunları reddetmesi ölçüsünde Türkiye'deki fiili halka karşı alınmış bir karşı-tutumun adıdır. Bu yüzden fiili halka oy nedeniyle yeşil ışık yaktığı zamanlarda bile inandırıcı olamıyor. Şu 'rüşvet ve yolsuzluk' tartışmalarına ve eleştirilerine bakın! Bunu AK Parti'ye karşı bir silah olarak kullananlara, Türkiye halkının ezici çoğunluğu neden inanmıyor acaba! ELİTLER HALKI APTAL SANIYOR Neden? Nedeni basit ve anlaşılması hiç de zor değil. Çünkü siz Türkiye'yi en az yetmiş sene yönetmişsiniz. Devletçi bir rejimle, demokrasisiz yönetmişsiniz. Meclis siz olmuşsunuz, yargıç siz olmuşsunuz, basın ve ordu siz olmuşsunuz, patron siz olmuşsunuz, memur siz olmuşsunuz. Hesap sorabilecek kurumların olmadığı bir ortamda Türkiye'yi yıllarca yönetmişsiniz. Rüşvet ve yolsuzluk yapmamış olsanız bile, Türkiye'nin nimetlerini partililerinize dağıtmışsınız. Devletin rantlarını yemişsiniz, yemişsiniz ve yemişsiniz. En az yetmiş sene. Dile kolay. Ve şimdi 'Hırsız var' diye bağırdığınızda kimse size inanmıyor, inanmak istemiyor. Bu düzeni muhalefet ettiğiniz ve suçladığınız partinin seçmenleri kurmadı. Değişmeniz gerekiyor, değişemiyorsunuz. Muhafazakârlar aptal değildir; hiçbir halk aptal değildir; yalnızca aptal elitler halkın veya halkların aptal olduğunu düşünürler. ÖNCE DEVLET MODERNLEŞTİ Laiklik eski anlamını koruyabilir mi? Radikal demokrasi taleplerinin yükseldiği bir dünyada laiklik eski anlamını koruyamazdı. Günümüzde devletin farklı dinlere, farklı cemaatlere karşı eşit mesafede durması olarak anlaşılıyor. Devlet devlettir, din de din. Benzer fikirler muhafazakârlık için de söylenebilir. Muhafazakârlık Batı'da yükselen modern güçlere ve onların ideolojilerine tepkiden doğmuştur. Muhafazakârlık Batı'da egemen güçlerin ideolojisidir. Bunun nedeni modernliğin toplum hiyerarşisinin alt katmanlarından doğmuş olmasıdır. Batı'da muhafazakârlar geçmişin getirdiği egemen politik konumların sahipleri ve savunucularıdır. 1789 Fransız Devrimi Batılı muhafazakârlığın doğuşundaki en önemli olaydır. Muhafazakârlık Devrime tepkiden doğmuştur. Türkiye'de durum farklıdır. Türkiye'de devlet 'devrimci', halk muhafazakârdır. Devlet 'moderni', halk 'muhafazakârlığı' temsil eder. Çünkü Türkiye'de önce devlet modernleşmiştir. Muhafazakârlığımızın doğuşundaki en önemli faktör, imparatorluğun kaybıdır. Türkiye'de muhafazakârlık İmparatorluğun kaybından doğmuştur. Bu kayıp bugün tahayyül etmemiz zor bir travmaya yol açmıştır. MUHAFAZAKARLIK CHP TEPKİSİNİN ADI Muhafazakâr olmak Özi Kalesi düştüğünde felç geçirmektir; bu damarıyla muhafazakârlık antiemperyalisttir. Batı muhafazakârlığı doğaldır ki böyle bir damardan yoksundur. Muhafazakârlık İmparatorluğun çöküşünün yol açtığı büyük travmadan doğmuştur. Bir diğer faktör, devlet eliyle yapılmış devrimlerdir. Harf devriminin muhafazakârlığın doğuşundaki rolü neredeyse tartışma götürmezdir. Muhafazakârlık İttihat ve Terakki'ye ve Cumhuriyet döneminde Tek Parti (CHP) yönetimine tepkinin adıdır. Takrir-i Sükûn, Serbest Fırka girişimi, Türkçe ezan ve muhafazakârların kâbusu Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun idamı. Muhafazakârlığı anlamak için Cumhuriyet dönemi eğitim hamlesine ve bu eğitimin içeriğine bakmak bile yeterli olabilir. MÜSLÜMANLARIN İSLAMCI OLMAYA İHTİYACI YOK Muhafazakârlık Cumhuriyet Devletine tepki değildir; CHP'nin Cumhuriyetine tepkidir. Ve 28 Şubat ve ve ve... 'İslamcılık' terimi oryantalistik bir terimdir; Müslümanın İslamcı olmaya ihtiyacı yoktur. Bir Soğuk Savaş dönemi yönelimi olarak görülebilir. Muhafazakârlığın sağında durur; tek parti yönetimi ne kadar radikalse o kadar radikaldir. Devlet radikalizmini yitirdiği ölçüde o da radikalizmini yitirmiştir. Allah aşırıları sevmez; radikalizm aşırılıktır. Müslümanlık bir devlet projesi ya da Aydınlanma projesi türünde bir toplum projesi değildir. Bu kavga iktidar kavgası Cemaati bu kavganın aktörü haline getiren şey neydi? Dini kaygılar mı? Son zamanlarda medyadaki patlayan teoloji tartışmaları külliyen abesle iştigaldir; Cemaat-AK Parti çatışması dini bir çatışma değildir; iktidar, politik, ekonomik bir iktidar çatışmasıdır. Etik bir çatışma ve kavga değildir. Keşke öyle olsaydı! Bu dindarları incitmezdi. Fakat bu kavga bir iktidar kavgasıdır. İktidar kavgasının aktörleri her durumda dini aktörler değil iktidar aktörleridir. Tayyip Erdoğan bir politikacıdır; politikacı politik iktidar mücadelesine soyunmuş adamdır; fakat Fethullah Gülen için bu geçerli değildir. Çünkü o bir seçilmiş değildir ve aynı zamanda gözümüzün içine baka baka bize din adamı, mürşit olduğunu söylemektedir. Bu Gülen'in ve onu destekleyenlerin trajedisidir. Türkiye'nin resmi ideolojisi dönüşme kapasitesini yitirdi mi? Devlet dev bir kurumdur ve değişmesi çok zordur. Resmi ideoloji askeri ve sivil eğitim sisteminde hala çok etkili. CHP'de hala çok etkili. Resmi ideolojinin kaderi Türkiye solunun ve CHP'nin de kaderidir. CHP misyonunu tamamlamıştır; misyonu Cumhuriyet ve kurumlarını inşa etmekti. CHP'nin bugünkü iflah olmaz sorunları, büyük ölçüde misyonunu yitirmiş olmaktan doğuyor. Türkiye artık bir ideoloji devleti olarak kalamaz. İdeoloji devletlerinin dünyadaki ömrü bitmiştir. Türkiye'nin resmi ideolojisi ölmüştür ve artık ölüdür. Cesetler değişme potansiyelinden yoksundur. Devlete yeni bir resmi ideoloji lazım; demokratik bir resmi ideoloji; zamanın ruhuna uygun, halkını aşağılamayan, bölmeyen, halkının dinini ve geçmişini aşağılamayan bir ideoloji. Bugüne kadarki ideolojisi jakoben bir ideolojiydi. Her tür jakobenizmi reddetmeliyiz. Müslümanlar resmi ideolojinin günah keçisi Türkiye'de iktidara ne zaman İslamiyete önem veren bir parti gelse 'sistem krizi' yaşanıyor. Sistemi gerçekte krize sokan nedir? Türkiye'de 'sistem krizi' daima jakoben bir devletin jakoben krizi olmuştur. Resmi ideoloji bu krizin sorumlusunun Türkiye'nin Müslüman halkı olduğunu ileri sürmüştür. Müslümanlık en az yetmiş yıldır resmi ideolojinin günah keçisidir. Yalnızca jakoben demokrasiler, yalnızca seküler teokrasiler, yalnızca ideokratik rejimler kendi krizlerinden muhatap oldukları halkı sorumlu tutabilirler. KANLI TASFİYELER VAR Türkiye'de dindarların, Türkiye'de halkın, yani muhafazakârların tarihi tasfiyelerinin tarihidir. Muhafazakârları, bu tasfiyelerin kilometre taşlarını tespit etmek mümkündür. 1826'dan günümüze devlet muhafazakârları tasfiye etmektedir. Bu modernleşme adına yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde bir ideal seküler toplum yaratma adına devlet kendi halkını tasfiye etmiştir ve bu tasfiyelerin hatırı sayılır bir kısmı kanlıdır. AK PARTİ'YE TEVECCÜHÜN NEDENİ TARİHİ SÜREÇ Mustafa Kemal İkinci Meclis'te muhafazakârları tasfiye etmiştir; Takrir-i Sükûn muhafazakârların tasfiyesidir ve kanlıdır. Serbest Fırka girişimi muhafazakârların tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Demokrat Parti'nin darbeyle tasfiyesi kanlıdır ve muhafazakârların tasfiyesidir. Sözün gelişi 1960 darbesinde sadece ordudan yedi bin asker tasfiye edilmiştir. Dönemin Genelkurmay Başkanı buna dâhildir. Unutuyordum, 1933 Üniversite Devrimi muhafazakârların tasfiyesidir: entelektüellerin tasfiyesi. 28 Şubat bir muhafazakârları tasfiye hamlesidir. Kapanan partileri saymadım bile. AK Parti'ye günümüzde halkın teveccühünün arkasında bu uzun tasfiye tarihi vardır. Türkiye'de muhafazakârın AK Parti'yi desteklemesinin, ısrarla desteklemesinin arkasındaki en temel tarihsel faktör bu olabilir. Türk solunun bunu görme ihtimali yok gibidir. AK Parti alternatifsizdir; alternatiflere yer bırakmayacak kadar alternatifsizdir. Sorunuz burada ele alamayacağımız ölçüde derin bir bahis. İmanı pazara çıkardılar Türkiye'de dini oluşum ve cemaatler nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdi? Siyasi ve ekonomik gücün ötesinde Hükümet devirme çabası, gizli kayıtlara, ittifaklara cevaz veren bir yapı din ile bağdaşıyor mu? Bu eylemler ile dini yapıların örtüşmesi mümkün mü? Fethullah Gülen hareketi Türkiye'nin Müslümanlarını dünya kamuoyu önünde iktidar hırsı uğruna rezil etmiştir. Müslümanların imanını politik pazara çıkarmıştır. En az sekiz TV kanalın, gazetelerin, dergilerin, marketlerin, iş adamların, fabrikaların, dershanelerin, yurtların, öğrenci evlerin, marketlerin, politikacıların var. Daha ne istiyorsun, daha ne istiyorsun! Nasıl bu kadar ihtiraslı olunabilir? Daha fazla iktidar talebi şeytanın çağrısıdır, Cebrail'in değil. Kendi cemaatinin gariban tabanını mahvettin, mahvettin. AK Parti'ye karşı uluslararası güçlerle işbirliği yapmak, Türkiye'ye karşı uluslararası güçlerle işbirliği yapmak anlamına gelmez mi? PENSİLVANYA'YI ALLAH'A HAVALE ETTİLER Türkiye'nin en az yarısı Amerika ile Türkiye'ye karşı işbirliği yaptığına inanıyor. Kalbine, Allah'ın içindeki evine değil, Pensilvanya'ya kaçtın. Müslüman Allah'a kaçar, Pensilvanya'ya değil. Akif Mısır'a gitmişti, Jöntürkler Paris'e, sen Pensilvanya'ya! Pensilvanya'dan Tayyip Erdoğan'a savaş ilan ediyorsun; bu AK Parti'ye oy verenlere savaş ilan etmek anlamına gelmez mi? Bu kendi halkına savaş ilan etmek anlamına gelmez mi? İktidarla kavganın başına neler getirebileceğini bilemezler; fakat Türkiye'nin muhafazakârları seni Allah'a havale ettiler, Allah'a havale ediyorlar. Ve hep Allaha havale edecekler. Tayyip Erdoğan ve AK Parti'den hesap sorma imkânları var, fakat senden hesap sorma imkanları yok, seni yalnızca Allah'a havale edebilirler ve sadece bunu yapıyorlar! Kaynak Yeni Şafak 28.03.2014 |
Cemaat, Silahını Halka Doğrulttu
Fethullah Gülen'in ilk talebesi olan ve uzun yıllar Gülen'in halefi olarak kabul edilen Latif Erdoğan, Cemaat'in nasıl bir duruma geldiğini anlattı. Fethullah Gülen'in ilk talebesi olan ve uzun yıllar Gülen'in halefi olarak kabul edilen Latif Erdoğan, otoriteye baş kaldırarak iki yıl önce Cemaat ile yıllarını ayırdı. 40 yıllık hizmetinden sonra ailesinin kendisine karşı kullanılmasına isyan eden Latif Erdoğan, Gülen Cemaati'nin kamuoyu tarafından bilinmeyen yönlerini Sabah'tan İsa Tatlıcan'a anlattı. Latif Erdoğan isminin Gülen Cemaati içinde özel bir önemi var. Fethullah Gülen'in İzmir'deki vaizlik döneminde ilk talebesi olan Latif Erdoğan uzun yıllar Cemaat içerisinde Gülen'in halefi olarak bilindi. İslam Enstitüsü mezunu Latif Erdoğan tam 40 yıl Gülen Cemaati'nin her kademesinde önemli görevlerde bulundu. Şemsettin Nuri müstear ismiyle Sızıntı Dergisi ve Zaman Gazetesi'nde yıllarca yazılar yazdı. Fethullah Gülen'in hayatının anlatıldığı, yüz binlerce insana ulaşan "Küçük Dünyam" kitabı da Latif Erdoğan tarafından kaleme alındı. Fethullah Gülen'in üslubunu andıran hitabeti ile Gülen Cemaati'nin konferanslarının ve himmet toplantılarının vazgeçilmez ismi oldu. Latif Erdoğan iyi bir hatip olmasının yanı sıra önemli kitap çalışmalarına da imzasını attı. Kitap fuarlarındaki imza günleri cemaat gönüllüleri ile doldu taştı. Gülen'in ilk talebesi, halefi ve en yakın dostu olmasına rağmen Gülen'in otoritesine ve yanlış kararlarına ilk itiraz eden isim oldu. İtirazlarını yoğunlaştırınca önce yurt dışına gönderildi. Bir süre yurt dışı hizmetlerde görev alan Erdoğan, dönüşünde Zaman'dan uzaklaştırılarak Bugün Gazetesi'nde yazmaya başladı. Gülen'i açıkça eleştiren bir isim olarak bu yazarlık dönemi de çok uzun sürmedi. Cemaat politikalarına itirazlarını sürdürünce Gülen hareketinden tamamen dışlandı. Bir süre inzivaya çekilen Erdoğan, bu kez Akit Gazetesi'nde köşe yazılarına başladı. Yazılarında Gülen Cemaati'ni hedef almaktan özenle kaçınırken 17 Aralık polis-yargı darbesinden sonra sessizliğini bozdu. Hem köşesinden hem de Twitter üzerinden cemaat tabanına önemli mesajlar verdi. Latif Erdoğan ile Gülen Cemaati'ndeki ilk kırılmaları, Fethullah Gülen ile hangi konularda fikir ayrılığına düştüklerini, 7 Şubat MİT operasyonu ve 17 Aralık darbesi konularındaki görüşlerini sorduk. Sorulamıza içtenlikle cevap verirken cemaat terbiyesi gereği Fethullah Gülen'den Hocaefendi sıfatıyla bahsetmesinin daha uygun olacağının ısrarla altını çizdi. HİZMET, KUDSİYETİNİ KAYBETTİ; BAŞLANGIÇTAKİ HEDEFLERİN İÇİ BOŞALTILDI Latif bey, Fethullah Gülen ile nasıl tanıştınız? Hocaefendi'yi 1967 yazında, Kestanepazarı adıyla bilinen İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği'ne ait bir eğitim kurumuna öğrenci kimliğiyle girdiğimde tanıdım. Kendileri o kurumun müdürü idiler. Ayrıca aynı kurumun bitişiğindeki camide vaizlik görevini ifa ediyorlardı. Gülen Cemaati'ni nasıl tanımlıyorsunuz? Geçmişten günümüze düşündüğünüzde konuyla ilgili neler söylemek istersiniz? Hocaefendi'nin, kendisini, doğru bildiği doğrultuda bir ülküye adadığında hiç kuşku yoktur. Bu ülkü, ilk dönemdeki saffetiyle içinde iman bulunan herkesi kendine cezp edecek güce de sahipti. Hocaefendi de bu ülkünün bütün şartlarıyla donanımlı bir kimlik ve kişiliğe sahip bir öncüsü konumundaydı. Sizin itiraz etmenize neden olan değişimler nasıl yaşandı? Evvela, başlangıçtaki ülkünün içi boşaltıldı. Dolayısıyla hizmet, kutsiyetini kaybetti. Hizmet, çeşitli iş sektörlerinin buluşma noktası hâline geldi. Bu sektörlerde çalışanlarla hizmetin ilişkisi, işçi-işveren ilişkisine dönüştü. Değer atfedilen öncelikler, dünyevi işlerdeki başarılara dönüştü. Eskiden; iman, ibadet, takva, zühd, kardeşlik gibi argümanlar öne çekilirken, daha sonra ekonomik kavramlar yönlendirici noktaya yerleşti. Kısa bir süre sonra da ekonomik endişeler her şeye hâkim oldu. YALAN SÖYLENDİĞİNİ GÖRDÜM VE "BENİ HİMMET TOPLANTILARINA ÇAĞIRMAYIN" DEDİM Ekonomik endişeler derken neyi kastediyorsunuz? Buna örnek verebilir misiniz? Yaşadığım iki örneği anlatayım: İlk dönemlerde, bir esnaf arkadaşımız, önemli bir miktar yardım vaadinde bulundu. Fakat işleri iyi gitmedi. Kendisine söz verdiği miktarı ertelemesi, hatta işleri düzelinceye kadar vermemesi teklif edildi. Arkadaşımızın cevabı, 'Hayır ben o kadar insan içinde böyle bir söz verdim, sözümden dönemem, evimi satıp vaadimi yerine getireceğim.', şeklinde oldu. Her türlü ısrara rağmen evini sattı ve söz verdiği yardımı gerçekleştirdi. DAHA FAZLA YARDIM TOPLAMAK İÇİN YALAN SÖYLEDİLER Vereceğim ikinci örnek ise sonraki döneme ait. O dönemde mali durumundan şikâyet eden ve dua isteyen bir arkadaş, himmet toplantısında öyle bir rakam söyledi ki şaşırıp kaldım. Toplantı bitiminde aynı arkadaş tekrar söz istedi, yapılan yardımların az olduğunu dillendirerek kendi vaadini ikiye katladığını söyledi ve orada bulunanlardan da aynı doğrultuda davranmalarını istedi. Pek çoğu da denileni yaptı. Toplantı sonlanıp herkes dağıldıktan sonra, ben sorumlu arkadaşa, bahsi geçen arkadaşla aramızdaki konuşmayı aktardım ve bu arkadaş vaat ettiği rakamları nasıl verecek, diye sordum.Sorumlu arkadaşımızın cevabı, "Hocam o sadece teşvik için konuştu." şeklinde oldu. O günden sonra, beni bu tür toplantılara çağırmayın, dedim ve bir daha katılmadım. Öncesi ve sonrasıyla bu iki örneği istediğiniz kadar çoğaltmanız mümkündür. NETİCEYE ULAŞMAK İÇİN HER YOLU MEŞRU GÖRDÜLER Peki Cemaatle yollarınızı ayırmaya ne zaman ve neden karar verdiniz? Ben, işin başındaki sabit değerlere sımsıkı bağlı kaldığıma göre, ayrılmayı bana değil başkalaşanlara isnat etmek daha gerçekçi olur kanaatindeyim. Bu başkalaşımı, öncelikle Hocaefendi'nin içselleştirdiğinde de kuşku yoktur. Bilerek ya da bilmeyerek bağlıları da kendisini takip etmiştir. Başkalaşmaktan kastınız nedir? Başkalaşmaktan kastımı tek bir kavramla ifade edecek olursam, bu dünyevileşmektir. Ahiret yurdunda devşirmeyi düşündüğümüz meyveleri burada tüketmektir. Elbette bu istenmeyen sonuca varmak birden olmamıştır. Özellikle Hocaefendi'nin, şuur altını besleyen talepleri bu süreci hem hızlandırmış hem de şekillendirmiştir. Neticeye ulaşmak için her yolu meşru gören zihni değişim söz konusu taleplerin bir sonucudur. Vesileleri maksat hâline getirmek yine aynı taleplerin oluşturduğu kırılma noktasıdır. Özel olmakla, gizli olmak arasındaki büyük farkı sıfırlayarak, tedbiri takiyyeye dönüştürmek de yine böylesi bir sonuçtur. BEDİÜZZAMAN VE ESERLERİNİ SIRADANLAŞTIRMAYA ÇALIŞTILAR Fethullah Gülen bu gidişatı göremedi mi? Benim görebildiğim kadarıyla Hocaefendi, içindeki meyilleriyle taşıdığı konum arasında preslenmiş bir hayat yaşamıştır. Bediüzzaman modelini şahsında taklit etmesi, onu bazı hususlarda suniliğe hatta ikileme itmiştir. Kendisi başta ret etmiş olsa da en uç noktalarda manevi makam isnatlarına daha sonraları açık hâle gelmiştir. Bu kabulleniş refleksiyle de bir gün gelmiş, çıkamadığı yükseklikleri aşağıya çekme gayretine düşmüştür. Bediüzzaman'ı ve onun eserlerini sıradanlaştırma gayretleri bu düşüşün somut örneğidir. HAKKIMI HELAL ETMİYORUM, HELALLİK DE İSTEMİYORUM! Ayrılmanızın temelinde bahsettiğiniz bu dünyevileşme meselesi mi yatıyor? Mevcut yapı, alternatif düşüncelere kapalı olduğu için de yollarımız ayrılmıştır. Bunları söylerken, sakın meseleyi kişiselleştirdiğimi düşünmeyin, çünkü yollarımızın ayrılışından kendileri ne kadar memnunsa ben de en az o kadar memnunum. İşin ötesini hesap gününe bırakıyorum. Hakkımı helal etmediğim gibi helallik de istemiyorum. GÜLEN'İN ABD'YE GİDİŞİYLE HER ŞEY ÇIĞRINDAN ÇIKTI Başkalaşımı bütün boyutlarıyla düşündüğümüzde, sizce Fethullah Gülen'i etkileyen dış etkenler var mıdır, nelerdir ya da kimlerdir? 1995'li yıllarda Hocaefendi'nin değişimi çok hızlı ve dikey olmuştur. Alternatif açılım denilen, ne olduğunu kendisinin de pek anladığını sanmadığım bir vibrasyonla zihni değişimi hızlanmış, meyil giderek ihtiyaca, ihtiyaç iştiyaka, o da incizaba dönüşmüştür. Daha sonra da bu şiddetli çekim gücünden kendini kurtaramamıştır. Meselenin Türkiye ayağında gerçekleşen ilk değişim ve dönüşümler Amerika'da daha da ivme kazanmış, mesele çığırından çıkmıştır. KADROLAŞMA FAALİYETLERİ SERSERİ BİR GÜÇ HALİNE GELDİ Cemaatin, siyasi kadrolaşmayı siyasete müdahaleye varan operasyonlara dönüştürmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Başkalaşım süreci yaşanmamış olsaydı, Cemaate aidiyet hisseden bireylerin devlet kadrolarında bulunuşunu ülke adına önemli bir kazanım olarak değerlendirebilirdik; ki öyleydi. Lakin söz konusu başkalaşım bizim değer ölçülerimizi de alt üst etti. Bu milletin alın teri göz nuru ile oluşan önemli güç yapılanması, ne yapacağı belirsiz serseri bir güç hâlini aldı; hatta silahını, korumakla görevli bulunduklarına çevirdi. Mesele, sadece siyasete müdahale ile de sınırlı kalmadı; bir hiç uğruna devlet ve millet ipotek altına alınmaya çalışıldı. Bu affedilemez bir suçtur; suçluları ne millet ne de tarih asla affetmeyecektir. Bütün bunları söylerken, camianın hepsini aynı kefeye koyup töhmet altında tutmak büyük günah, büyük vebal olur. Suçun büyüklüğü ölçüsünde adalet terazisinin hassasiyeti artırılmalıdır. Ceza, ayıklanarak verilmelidir. CEMAAT, 7 ŞUBAT MİT OPERASYONUNDA DIŞ GÜÇLERİN GÖNÜLLÜ TAŞERONLUĞUNU YAPTI 7 Şubat MİT operasyonu ile başlayan 17 Aralık darbesi ile zirve yapan Cemaat- AK Parti kavgası sizce neden başladı? Cemaatin MİT krizindeki hâli, ağlamak için bahane arayan çocuk gibidir. MİT'e isnat edilen suçun inandırıcı hiçbir tarafı yok. MİT'in yapması gereken en asli görev, yapanlar hakkında suça dönüştürülmek isteniyorsa, burada çok ciddi bir yanılgı ya da art niyet söz konusudur. Nitekim konu netleştikçe ve daha sonra olanlarla ilişkisi açığa çıktıkça, meselenin yanılgı değil bir art niyet olduğu görüldü. Diğer atraksiyonların ağır bilançosundan da anlıyoruz ki, Cemaat burada dış güçlerin gönüllü taşeronluğunu yaptı; onu da beceremedi. Bu bağlamda, olanları Cemaat- AK Parti kavgasına indirgemek fevkalade yanlıştır. Ayrıca, Ak Parti kavganın tarafı değil, bulunduğu konum gereği saldırının püskürtücüsüdür. Bu yönüyle de hükümetin bu başarısına medyun-u şükran olmamız gerekir. SANDIĞA GİDİNCE TABANIN TERCİHİ CHP'DEN DEĞİL AK PARTİ'DEN YANA OLACAKTIR Sizce cemaat tabanı bu kavgayı nasıl karşılıyor? Bir kırılma yaşanıyor mu? Taban kelimesi kullanılmaması gerekirken, maalesef var olduğu için kullanılıyor. Hâlbuki hizmet, cemaat değil de hareket olsaydı, asla statü ifade eden kavramlar bünyede yer alamazdı. Ben yine de sempatizanlar ifadesinin kullanılması taraftarıyım. Bu kesim sadece kırılma değil, aynı zamanda travma yaşıyor. Aileler bölünmüş durumda. Fakat, mesele siyasete yansıdığında tercihin bu kesim itibariyle AK Parti'den yana olacağında kuşku yok. CEMAAT ESKİDEN BERİ BEDDUAYI BİR ŞANTAJ ALETİ OLARAK KULLANDI Türk halkı beddua videosunu çok yadırgadı. Sizce toplumda infiale neden olan bu görüntüler neden yayınlandı? Beddua eskiden beri cemaatin elinde bir şantaj aletidir. Özellikle cemaat içi problemlerde bu durum korkutucu bir öğe olarak kullanılır. Falanın beddua ettiği kişi artık iflah olmaz düşüncesi cemaatte yaygın bir kanaattir. Böyle bir psikolojinin tetiklemesi söz konusu olabilir. Gülen cemaati tarafından Hz. Peygamberin dizilerde, tweetlerde, Türkçe olimpiyatlarında siyasi mesaj olarak kullanılması da çok tepki topladı. Bunları ilk duyduğunuzda siz ne düşündünüz? Bir şey demek istemem; çünkü aklı selim adına sözün bittiği yeri konuşuyoruz. Bunlar, Nur-u Muhammedi'den mahrumiyet sinyalleridir. Cenab-ı Hak, bütün inananları böylesi kötü akıbetten muhafaza buyursun. CEMAAT, AİLEMİ BİLE BANA KARŞI KULLANDI Zaman Gazetesi, cemaatin sizinle olan sorununu aileniz üzerinden sürdürme gayreti içinde. Bu durum sizi rahatsız ediyor mu? Öncelikle benim cemaatle bir sorunum yok. Çünkü yolumu, on beş sene önce kısmen, iki sene önce de tamamen ayırmış durumdayım. Ben kişiler üzerinden değil, olaylar üzerinden konuşuyorum. Mehmet Erdoğan'ın Zaman Gazetesi'nde yayınlanan sözlerini okuduğunu, okusa da anladığını sanmıyorum. Cemaat de onun bu eksi yanlarından istifade etmiş olabilir. On dört senedir söz konusu gazeteyi açıp okumadım. Onun için de kardeşimin ifadelerini bana başkaları aktardı. İfadelerini ve üslubunu çok sefil buldum, onun adına acıdım. Büyük aileyi iması tamamen yalan ve iftiradır, bahsettiği vicdan ise, maalesef onun literatüründe "cüzdan" dır. Nitekim, yeğeniyle, yani oğlum Metin Erdoğan'la yaptığı telefon konuşmasında böyle bir ifadeye mecbur bırakıldığını itiraf etmiştir. BENİM EVİMİ BİLE DE DİNLEDİLER Son günlerde paralel yapının binlerce kişiyi yasa dışı olarak dinlediğini şaşkınlıkla izliyoruz. Yakında bu sayının artacağı söyleniyor. Bu yapı, Başbakan Erdoğan ve oğlunu da yasadışı olarak dinlemiş ve ses taklidi ve montaj yaparak bunu sosyal medya üzerinden servis yaptı. Siz bu tür yasa dışı dinlemelere şahit oldunuz mu? Şimdilerde adı paralel olan yapının dinleme ve izleme sabıkası hem çok kabarıktır; hem de başlama süreci 30 sene öncesine dayanır. Elbette teknoloji geliştikçe hem sayı arttırılmış hem de işin mahiyeti inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Benim kendi evimin dinlenmesiyle ilgili o kadar çok tecrübe yaşadım ki, anlatılması bile bana ağır geliyor. Hâlbuki tecessüsün her çeşidini dinimiz haram kılmıştır. Gıybet nasıl haramsa tecessüste öyledir. Fakat şimdiye kadar sonuç alınamadığı gibi inşallah bundan sonra kötü emellilerin kötü hedefleri boşa çıkacaktır. Nitekim, servis edilen ses kayıtlarının nasıl alçakça birer montaj ürünü olduğu göründü. Bundan sonrada görülecekler de farklı olmayacaktır. Bunlar paralel yapının son çırpınışlarıdır; her çırpınışları da onları daha da batıracaktır. CEMAAT GÖNÜLLÜLERİ DİN DÜŞMANLARINA OY VERMEK GİBİ BİR YANILGIYA DÜŞMEMELİ Bu harekete 40 yılını vermiş, Fethullah Gülen'in en yakınında olan isimlerden biri olarak Cemaatin samimi gönüllülerine bir çağrınız olacak mı? Öze dönsünler. Cemaati bu hâle getiren hastalıkları teşhis adına, özellikle Bediüzzaman'ın Hutbe-i Şamiye'yi ve Lahika mektuplarını tekrar ve dikkatle okusunlar. Eğer, başlarındakiler hâlâ yanlışlarında diretirlerse, onlardan ve yanlışlardan yüz çevirerek tek başlarına Hakk'a ve hakikate yönelsinler. Bu cümleden olarak, önümüzdeki seçimlerde millî iradenin yanında yer alsınlar; desteklenmesi sadece siyasi bir parti desteklenmesi sınırını çok aşan, aynı zamanda ittihad-ı İslam ve ümmet davasını sahiplenme manasına gelen AK Parti'yi ödünsüz desteklesinler. Hele dinin ve maneviyatın emansız ve amansız düşmanı bir partiye oy vermek gibi bir yanılgı ve gaflete asla düşmesinler. Çok yönlü esaret ile kuşatılmış olduğu her hâlinden belli bir insanın, hele kendi alanı dışındaki bir husustaki fetva ve çağrısının kesinlikle dinlenilme niteliğinden yoksun olacağını ve öyle de olduğunu bilsinler, kendi vicdanlarının, kendi hür iradelerinin çağrısına kulak versinler. Kaynak Haber 7 27.02.2014 |
Cemaat'in Amacı Devleti Ele Geçirmek
Gülen Hareketi'ne 25 yıl hizmet eden Prof. Dr. Ahmet Keleş paralel yapıyı STAR'a anlattı. ‘Fethullah Gülen Cemaati’nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel yapının piramidini STAR’a anlattı. 5’inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2 ve 3’üncü katmanının halk tabakası olduğunu, öğrenciler ve öğretmenlerin oluşturduğunu söyledi. Prof. Keleş, “4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. 6. katta Hocaefendi’nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati hizmetler’ yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir” dedi. Askeri vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5’inci katmanına kadar yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati’nin bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla STAR’a anlattı. Orta Anadolu Bölgesi’nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: “Piramidin temelini halk tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.” Prof. Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti. Hedefe ulaşmak için Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş “Net ve açık söylüyorum. Bu hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı” dedi. Fethullah Gülen’in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof. Keleş “O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı” dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen’in sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca’nın kendisini gelmiş geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş “O tüm dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı” dedi. Cemaatle nasıl tanıştınız? Hizmet serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram “Hocaefendi”. Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs. gibi... Diğeri “Cemaat” sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum: Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci, ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum. Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi’nin kendi katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam anlamıyla bir “örgüt ve teşkilat” katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur. Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil http://imagizer.imageshack.us/v2/xq90/203/kzfx.jpg Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız? “Hizmet” dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi “Örgütsel” hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi’dir. İşte bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler sergilemekten kurtulamıyor. “Bu ne, bu ne” diye insanı hayrette bırakan halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden kaynaklanmaktadır. Bu arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi. Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği “hayati hizmetlerin” yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da beşinci katın abileridir. Bu mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek istiyorum. Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor? Bence asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu çok önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek, tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında “Din elden gidiyor” algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde “Mehdi”, “Mesih”, “Müceddit” ve “Asrın İmamı” vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya olduğumuz durum tam da budur. Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız? Benim gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören biri, birden bire “dini kurtarma davasına gönüllü olma” gibi bir davet alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim. İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin... Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da fevkalade başardı. İnsanlara; “Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır”, diye cami kürsülerinden 1970’lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu’nun gençleri koşarak gitti ve “Emret hocam hizmetindeyiz” dedi. Önce bu tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye değildir. Biz de kaçırmadık... Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor Gülen ile nasıl tanıştınız? Ben, Hocaefendi’yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına katılıp Orta Anadolu’da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim. 1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir. İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay Hocaefendi’nin 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine yönelik Hocaefendi’nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe girişimidir. Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor http://imagizer.imageshack.us/v2/xq90/600/aelq.jpg Hareketin amacı tam nedir? Hocaefendi, kendisinin Üstad Bediüzzaman’dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi. Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine “Gayb” perdesinin açılıp kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca “GÖREVLİ” olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı. Cemaat ne zaman dünyaya açıldı? 80 ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp, resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize; “Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda hizmet imkânı açtı” derdi. Nihayet 90’lı yılların başında Rusya dağılınca rahmetli Özal’ın da büyük teşvikiyle Orta Asya’ya gidildi ve orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya’yı fethettiği gibi bir gün Amerika’yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii kendisi Amerika’ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür edildi. İlk Amerika’ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri, hadislerde geçen Kisra’nın “Beyaz Evi” olarak zikredilen İran sarayının Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair haberleri Hocaefendi’nin “Beyaz Sarayı” fethetmesine bir işaret olarak yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca’yı, Amerika’dan tüm dünyayı fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu. Bu bir hayal ve ütopya mıydı? Bu bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs. her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik. Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela, bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi’ye bağlılık derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz “beşlik sistem” diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt kurmak ve planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı. Dine değil Hocaefendi’nin kaprislerine hizmet etmişiz Taban bunu nasıl görüyor? Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz. Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir Para kaynağını nasıl açıklarsınız? Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; “Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün... Her vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır. Peki, bu nasıl mümkün oldu? Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu. 28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi Sizin için kopuş ne zaman başladı? Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı. Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. “Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua” var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, “hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor.” Fethullah hoca kavgayı bitirmez Bundan sonra ne olur? Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır... AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı? Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül” denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.” Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz... GÜLEN'İN GEÇMİŞTE KRİTİK ÇIKIŞLARI ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi. ERBAKAN'A GİTSİN BEDDUASI Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” BEDDUA VE ÖVGÜ Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu? TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal’a rica etti Nasıl bir karaktere sahiptir? Egosantrik bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık duyardı. Bu nedenle, etrafındaki insanların, gözleri başarılı insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi. Örneğin, rahmetli Necip Fazıl için hep şöyle derdi; “bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok iyi yazar” derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen şöyle diyordu: “İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz bir şair, hatip ve edipti.” Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal’a ne kadar ricacı olduğunu anlatamam. Hocaefendi’ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak başında bir şeriat partisi kurulacaktı... İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ’İN CEMAAT YILLARI Hizmet rotadan sapınca ayrıldım 1973’de bir yaz günü Fetullah Hoca’nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir’e giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha Ankara’da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati Bey Caddesi’nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun’un ile irtibata geçerek Kırıkkale’de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım. Elinden tuttuğumuz isimler Arkasından çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık. Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat’ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi. Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç unutmadığından eminim. Orta Anadolu’nun hemen her yerine gece gündüz koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi’nin arandığı yıllar başladı. İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri’deki hizmetlerle ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki, Kayseri’nin en büyük camii Sanayi Camii’nde vaaz ediyordum ve cemaat saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri’de hizmetler çok gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri, siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika’ya gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız... Rektörlüğe aday oldum Cemaatten ayrılınca bana Balıkesir’i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri’de yaptığım doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır’a aldıralım, başka hiçbir yere giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül’ünde Diyarbakır’da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak göreve başladım. 2004’te doçent, 2009’da da profesör oldum. 2012 yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Rektörü adayı oldum. Kaynak Star 17.03.2014 |
Cemaat, Risale-i Nurları İstismar Etti
Said-i Nursi'yi istismar ettiler Bir 'Risale-i Nur entelektüeli' Metin Karabaşoğlu, Gülen ve ona bağlı hareketin son operasyonlarla birlikte 'ahlaki eşiği aştığını' belirtiyor. Projeleri uğruna Risale'yi de istismar eden 'zayıfken barışçı güçlüyken hegemonik cemaat', Karabaşoğlu'na göre bitiş sürecine girdi: 'Son tahlilde hükümet yara alır ama cemaat ölmüştür. Artık büyü bozuldu.' 17 Aralık operasyonu ile başlayıp 25 Aralık'ta gerçekleşen vesayetçi girişimle devam eden sürecin artçı şokları sürüyor. Hükümet, dış destekli paralel yapılanmaya ve darbe girişimine karşı seri tedbirler alırken vesayetçi odağın yeni sabotajlarını boşa çıkaracak hamleler yapmaktan da geri durmuyor. Türkiye'ye ve meşru hükümete yönelik girişim, ister istemez gözleri Gülen'e ve cemaatine çevirmekte. 17 ve 25 Aralık tertipleriyle Türkiye'yi kaosa itmeye çalışan bu yapının Bediüzzaman ile ilintilendirilmesi sebebiyle hem bu ilişkiyi hem de 17 Aralık'tan itibaren yaşananları Metin Karabaşoğlu'na sordum. Risale geleneğinin sadık bir takipçisi olmasının yanısıra seçkin bir entelektüel olarak da öne çıkan Karabaşoğlu, sorularıma verdiği çarpıcı ve ufuk açıcı cevaplarla cemaat kaynaklı sabotaj girişimini anlamak bakımından önemli tespitlerde bulundu. 17 ve 25 Aralık girişimleri ülkede büyük bir şoka yol açtı. Hükümet tehlikeyi daha önce fark edemedi mi? Gerginlik 'MİT krizi'nden beri mevcut aslında. Fakat hükümet şimdiye kadar, cemaatin tavrı karşısında 'muhatabımız son tahlilde aklıselim sahibi dindar insanlar' şeklinde bir itimatla hareket etti. Buna karşılık diğer taraf her defasında daha güçlü bir vuruşa hazırlanma çabası içinde oldu. Ve bunun sonunda da 17 Aralık yaşandı. Hükümet de bu olaydan sonra, 'Bu kadar hüsnüzan yeter. Artık ne yapılması gerekiyorsa yapılacak' kararlılığına ulaştı. Başbakan Erdoğan, Gezi olaylarında da gördüğümüz 'gerilim karşısında geri adım atmama' üslubuyla hareket ediyor. Cemaatin böylesi bir tavır içinde olabileceğine kimse ihtimal vermiyordu. Cemaat bir hizmet hareketi değil miydi? MİT krizi sırasında bir yazımda, 'Dinî bir hareket, siyasete bu kadar bulaşırsa, dinî hareket olarak bitmiştir. O andan itibaren o hareket, siyasi bir harekettir' şeklinde bir tespitte bulunmuştum. İnsanlar Gülen hareketine devlet içinde gizli gizli kadrolaşsınlar, kendileri dışında hiç kimseye müsaade etmesinler, 'her yer öylesine kontrolümüzde olsun ki, hükümete bile bizim isteklerimizin dışına çıktığında hukuk dahil her türlü enstrümanla mukabelede bulunabilelim' desinler diye destek vermedi. Cemaate verilen desteğin sebebi, bugün yaptıkları değildir. Bu hareket meşruiyetini dinî hizmet ediyor olmasından almaktaydı ve şu an bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyalar. HÜKÜMET YARA ALIR AMA... Ya Başbakan? Onun duruşunu nasıl görüyorsunuz? Başbakan, halktan aldığı yetkiye dayanarak bir siyasetçi gibi davranmaktadır. Oysa cemaat, dinî hizmet diye yola çıkıp meşru hükümete vesayetçi bir anlayışla yaklaşacak noktaya gelmiştir. Elbette hükümet, siyaset bundan yara alacaktır. Ama zaman içerisinde kendini toparlar. Öz olarak söylemek gerekirse, 'hükümet yara alır, ama cemaat ölmüştür'. Cemaatin ölmesi ne anlama geliyor? Cemaatin kurumları kapsamında çalışan, hayatlarını bu şekilde idame ettiren insanlar var. Bu insanlar elbette bu yolda devam edeceklerdir. Ama halkın geniş kesimlerinden kopmuşlardır. Kendileri dışındaki herkesi, her cemaati ve yapıyı ötekileştirmekten de öte şeytanlaştırıcı dilleri ister istemez onları marjinalleştirecektir. Bundan sonra eski dillerine dönseler bile, artık inandırıcı olmayacaktır. Bu anlamda 'büyü bozulmuştur'. Risale istismar ediliyor Bu süreçte neredeyse bütün dinî gruplar Başbakan Erdoğan'dan yana oldu ve Gülen'e uyarılarda bulundular. Cemaat neden bu uyarılara kulak vermedi? Cemaat kendisini ümmetin üstünde özel bir konumda görüyor. Bu yüzden de ümmetin uyarılarına aldırış etmeme hakkını kendilerinde buluyorlar. Şu da var: Kişi ve yapı olarak kendisini ümmetin üstünde gören bu psikolojide olduğunuzda birtakım güçlerin manipülasyonuna da açık hâle geliyorsunuz. Gülen hareketi ile Bediüzzaman'ın Risale çizgisi arasında nasıl bir ilişki var? Bediüzzaman'ın da, Gülen hareketinin de yaptıkları ortada. Fethullah Gülen, genç yaşında Bediüzzaman'dan haberdar olup Risale okumuş bir isim. Ama 1971'de İzmir'de sıkıyönetim şartlarında tutuklanmış ve mahkemede Risale-i Nur'un hukukunu savunması beklenirken Risale talebesi olduğunu reddederek kendisini bir vaiz olarak tanımlaması, Nurcu olmadığını söylemesi Risale-i Nur hareketiyle ayrışmanın asıl noktasıdır. Bu ayrışmadan sonra durum nasıl gelişti? Sürecin devamında Fethullah Gülen Risale okutsa da, Bediüzzaman'ın ismi pek geçmez. Gülen hareketinin Risale-i Nur ile ilişkisi şu aşamalardan geçmiştir. Önce Risale-i Nur dairesinde hizmet. Daha sonra ayrışma. Bunun ardından Risale-i Nur'dan istifade edilmesi. Peşinden Risale-i Nur'u isti'mal ve hatta son olarak onu istismar... Aslolan sevgi değil çıkarlarmış Cemaatin hükümete yönelik öteden beri bir gizli ajandası olduğu ve bunu ustaca sakladığı yorumları yapılıyor. Katılıyor musunuz? Bediüzzaman, 'Aldanırız, ama aldatmayız' der. Aldanma ihtimalini göze alarak ve hüsnüzannımı koruyarak, gizli ajandadan ziyade, hizmet adına girilen yanlış bir yolun süreç içerisinde küresel bir güç tarafından manipüle edildiğini düşünüyorum. Cemaate sızma olduğundan söz ediliyor sık sık. Her yapıya sızma olabilir. Ama eğer cemaate yönelik sızmanın adresi merak ediliyorsa, bunu Hocaefendi'yi Amerika'ya gitmeye ikna eden çevrede aramak gerekir. Bence Hocaefendi, birileri tarafından kuşatıldı veya ele geçirildi. Çok yakın bir zamana kadar Erdoğan'a övgüler dizen hareket, şimdi hiçbir kural tanımadan saldırıyor. Bu trajik değil mi? Gördük ki, Fethullah Gülen ve camianın üst yapısı, insanları kalpten değil, projeleri için kullanışlı unsur olarak sevmişler. Yoksa, bir insanın, geçmişte sevdiği veya seviyor göründüğü bir kişiyle ilgili fikrinin bu kadar hızlı değişmesi anlaşılabilir değil. Tarihi günlerden geçiyoruz. Bugünle ilgili olarak tarihe hangi notu düşersiniz? Türkiye sadece Türkiye değil. Tayyip Erdoğan da, sadece Tayyip Erdoğan değildir. Türkiye'nin son on yıllık performansı, tüm Müslümanlar ve mazlumlar için bir ümittir. 'Böyle bir dünyaya mecbur ve mahkum değiliz' direnişinin sembolü Türkiye'dir. Şu anda yeni bir dünyanın kurulması mücadelesi veriliyor. Cemaat, yeni dünya imkanı için gereken mücadelenin başarıya ulaşmayacağını veyâ bu tarafta yer alırsa, çok büyük bir bedel ödeyeceğini düşünüyor. Ama bu mücadele devam etmeli. Türkiye'deki bütün yapılar da bu milli mücadelede Erdoğan'ı desteklemeli... Ahlakî eşik aşıldı Cemaati iyi tanıdığını söyleyen, onlarla temasta olup faaliyetlerine destek veren kimseler bile şaşkın. Siz cemaatin giriştiği bu iktidar kavgası karşısında şaşırdınız mı? Ben şaşırmadım. On yıl kadar önce cemaatten bazı arkadaşlar kendilerine ilişkin görüşlerimi öğrenmek üzere geldiklerinde onlara şöyle söylemiştim: 'Türkiye, Kemalist vesayetten kurtulmalıdır. Ama bu olurken başka bir vesayete girmemelidir. Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim.' Niçin? Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular. ZAYIFKEN BARIŞÇI GÜÇLÜYKEN KİBİRLİ Şaşırmama sebebine gelirsek... Şaşırmamamın birinci sebebi, cemaatin sert iktidar dilidir. Bana göre bir yapıyı değerlendirmede en temel kriterlerden birisi, o yapının zayıf iken değil, güçlü iken kullandığı dildir. Otuz senelik tecrübe sonrasında, zayıfken mütevazı, barıştan söz eden, uzlaşmacı olan bu yapının kendini güçlü hissettiğinde nasıl hegemonyacı, tepeden bakan, mutlak iktidar arayışında olduğunu gayet iyi biliyorum. Başbakan'a yönelik tavır da aslında budur. Şaşırmamamın ikinci sebebi, bu yapının mutlakçı ve hegemonik bir dile sahip olması, hakikati ve hakikate hizmeti kendi tekelinde görmesidir. Cemaatin bu son olaylardaki tek bir tavrına şaşırdım. Nedir o? Kur'an bizden, ayrışmalarda bile ahlaki çizgiden sapmamamızı ister. Cemaatin hükümetle ve diğer yapılarla ayrışırken, manipülasyona, yalana, iftiraya, yok etme çabasına bu kadar hızlı başvurması; diğer cemaatlerden yapılan uyarılara kulak vermeyip adeta gözü dönmüş bir biçimde saldırırken ahlaki eşiği bu kadar hızlı biçimde aşması beni şaşırttı. Bu kadarını beklemiyordum. Kaynak Yeni Şafak 30.01.2014 |
Cemaat-CHP İttifakı Muta Nikâhı Gibi
AK Parti Yüksek Seçim Kurulu Temsilcisi Şeref Malkoç, cemaatin üst yönetimi ile CHP arasındaki ittifakın meşru olmadığını söyledi. Malkoç, 'Âdeta muta nikahı yaptılar. 28 Şubat'taki tavırlarından bile daha olumsuz bir noktadalar.' dedi. 17 Aralık sürecinin hedeflediği kaotik ortam gerçekleşmediyse de, bu girişimin artçı sarsıntıları ve toplumu istim üstünde tutmaya yönelik 'paralelci' hamleler devam ediyor. Türkiye, siyasi geleceği için çok önemli olan bir seçime, işte bu şartlarda gidiyor. Bu sebeple, 'darbe girişimi, seçim ve hukuk' gibi anahtar kelimelerle özetlenebilecek mevcut durumu konuşmak için sorularımı bu sefer tecrübeli siyasetçi Şeref Malkoç'a yönelttim. AK Parti'nin YSK temsilcisi olan Malkoç'un cevapları, yakın geleceği anlamak bakımından önemli ipuçları içeriyor. Darbeler görmüş, Türkiye'nin kritik dönemlerinde siyaset yapmış bir isim olarak 17 Aralık'ı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 17 Aralık operasyonu, hazırlıkları daha önceden başlamış ve bizzat AK Parti'yi hedef alan bir girişimdi. 7 Şubat hadisesinden sonra paralel yapının böyle bir operasyon yapacağı bekleniyordu. Fakat dershane tartışmaları, bu yapının hesapladığı tarihten önce harekete geçmesine yol açtı. Paralel yapının medya unsurları hükümetin Aralık sonunda düşeceğini bekliyorlardı. Bu konuda çeşitli zeminlerde imâları da oldu. Fakat bunu başaramadılar Plânlarını ne bozdu? Hatırlarsınız, Hasan Iğsız'ın Genelkurmay Başkanlığı'nın önünü açmak için kuvvet komutanlarının ve Genelkurmay Başkanı'nın istifası karşısında sayın Başbakan hemen yerlerine atamaları yapmış, sayın Cumhurbaşkanı da bu atamaları onamıştı. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, operasyonun hemen ardından Başbakan'ın İstanbul Emniyet Müdürü'nü zaman kaybetmeden ataması ve bizzat kendi uçağıyla İstanbul'a göndermesi, paralel yapının girişimini akamete uğratmıştır. MİLLET DEMOKRASİDEN YANA Bu darbe girişiminin Türkiye'ye mâliyeti için ne söylersiniz? Bu operasyonun siyasete, ekonomiye ve toplumsal barışa verdiği zararlar var. Henüz tam bir hasar tespiti yapılamadı; ama hem Gezi olayları, hem de 17 Aralık ile başlayan süreç, Türkiye'ye dışarıdan ve dışarıdan destekli bir operasyon gerçekleştiğinde milletimizin demokrasiden yana tavır aldığını gösterdi. ASKERÎ CUNTANIN YERİNİ EMNİYET CUNTASI ALDI 17 Aralık ile başlayan sürecin 28 Şubat darbesiyle benzeştirilmesini nasıl karşılıyorsunuz? 28 Şubat'ta devletin içinde yuvalanmış bir grup, devleti ele geçirmeye çalıştı. O günün asker cuntasının yerini, bugünün emniyet ve adalet cuntası aldı. O gün cuntacılık yapanları meşru irade tutup mahkeme önüne çıkardı. 17 Aralık ve 25 Aralık girişimleri için de aynısı olacaktır. Bu er geç tecelli eder. KASETLE DE OLSA DARBE DARBEDİR 17 Aralık sürecini darbe girişimi sayanlara mukabil, 'Bu darbe ise, hani tank, hani tüfek?' diyenler de var. Darbe nasıl olur? Teorik tartışma da yapılabilir. Ama neticeye, olan bitene bakmak lazım. Siyasetçilere 'Gidip milletten yetkiyi alın ama devleti ben yöneteceğim.' demek cuntacılıktır. Paralel yapının söylediği de budur. İster kasetle, ister dava dosyasıyla, ister tankla yapılsın; darbe, darbedir. Bu arada eğer 28 Şubat'ın sermaye, yargı ve medya ayakları ortaya çıkarılabilseydi, bu olaylar gerçekleşmeyebilirdi. Cemaatin bu darbe koalisyonunda yer alması şaşırtıcı oldu mu? 7 Şubat'ı iyi takip ve tahlil edenler için 17 Aralık şaşırtıcı olmadı. Benim zamanlamayla ilgili tahminim, bu operasyonların Mart ayında gerçekleşeceği yönündeydi. Allah bu millete yardım etti ve paralel yapı erken harekete geçmek zorunda kaldı. ARALARINDAKİ İLİŞKİ GAYRİMEŞRU Cemaat keskin bir dille ve saldırganlıkla hareket etmeye başladı. Cemaat ne yapıyor tam olarak? Cemaat bugüne kadar meşru ve mâkûl faaliyetleri ile bilinirdi. Bugün cemaatin bazı yöneticileri, AK Parti'ye karşı bir intihar saldırısında bulunuyor; ama neticede kendi meşruiyetleri ortadan kalkıyor. Meselâ, 17 Aralık öncesinde Fethullah Gülen'e bakış ile 17 Aralık sonrasındaki bakışı çıkıp millete sorun, bu bakış çok değişti. Cemaatin yöneticileri, tabanını CHP'ye oy vermeye nasıl ikna edecek? Bu, sosyolojik olarak mümkün değil. Cemaatin üst yöneticileriyle ve CHP arasındaki ilişki meşru bir ilişki değildir, gayrimeşrudur; âdeta muta nikahı gibidir. 28 Şubat'taki tavırlarından bile daha olumsuz bir noktadalar. Peki ya 'yolsuzlukla mücadele' iddiası? Millî iradeye karşı yapılan bütün darbeler kendilerine masum kılıflar arar. 28 Şubat'ta, 12 Eylül'de, 12 Mart'ta ve 27 Mayıs'ta bunları hep gördük. Yolsuzluk yapan varsa, hukuk ve devlet cezasını verir. Devletin kayıtlarına giren evrak kaybolmaz ve muhatapları karşılığını alır; ama burada yolsuzluk, bir darbe girişiminin kılıfıdır. Biraz güçlenen devleti kendisinin sanıyor Paralel yapının devletin teamüllerini sarsan bir tarzı olduğu görülüyor. Sizin bu konuda görüşünüz nedir? Devlet ele geçirilmez, devlet yönetilir. Türkiye, çadır devleti değildir. Devletin belli konumlarında biraz güç devşiren her grup, devleti kendisinin zannetmeye başlıyor. Bu devletin verdiği maaşla iş yapan memurlar, bu milletin ve devletin aleyhine çalışamazlar. Bu yanlıştır ve bu yanlışı işleyen herkes hukuken hesabını verecektir. Devlet kurumlarının bütününü kaplamış bir yapı ile mi karşı karşıyayız? Bu yapı, yargıda ve emniyette çok önemli bir yekûn teşkil ediyor. Öne çıkan bazı isimler olsa da, asıl o isimlerin arkasındaki derin odakları, plânlayıcıları bulmak gerek. Paralel yapıya yönelik soruşturma daha derinlere gidecektir, gitmelidir. Çünkü görüntü, derin bir yapılanma olduğunu göstermektedir. Fakat bunu ortaya çıkaracak olan savcılık makamıdır. Bu girişiminin fâilleri hukuktan aldıkları yetkileri kullandıklarını söylüyorlar. Ne dersiniz? 28 Şubat darbesini yapanlar da hukukun kendilerine verdiği yetkileri kullandıklarını söylüyorlardı. Bugün de benzer iddialarla hareket edenler var. Ama bu mazeretler, yapılan işin darbe girişimi olduğu gerçeğini değiştirmez. Seçim sonuçları koruma altında Türkiye bir yandan da çok önemli bir seçime gidiyor. Siz de AK Parti'nin YSK temsilcisisiniz. Bu seçimle ilgili neler söylersiniz? 30 Mart ve peşinden gelecek seçimler, Yeni Türkiye hedefine yönelik tarihî olaylardır. Türkiye'de her şey tartışılır ama bugüne kadar seçim sonuçları hiç tartışılmamıştır. Çünkü seçimler her zaman yargının yönetiminde ve denetiminde tarafsız olarak yapılmıştır. Sandıkta önemli olan, oyun sandığa sağlam girmesi ve oradan sağlam çıkmasıdır. YSK da bunun için önemli adımlar attı. Seçimlerin güvenliği hususunda ne gibi adımlar atıldı? YSK bu seçimde Havelsan ile anlaşarak bütün İlçe Seçim Kurullarına birer tarayıcı koyuyor. Sonuç tutanakları gelir gelmez taranıp bütün partilere gönderilecek. Türkiye'deki 200 bin sandığın sonuçları böylece kısa sürede partilere ve kamuoyuna ulaştırılacak. AK Parti bu seçimlerden nasıl bir sonuçla çıkacak, öngörünüz nedir? Seçim sonuçlarıyla ilgili ile ilgili en ufak kuşkumuz yok. Çünkü millet, AK Parti'yi ve Başbakan'ı sonuna kadar destekliyor. Mümtaz'er Türköne'nin içine Çevik Bir kaçmış 28 Şubat ve bugün yaşananlar kıyaslandığında ne görüyorsunuz? 28 Şubat'ta Refah Partisi, bugünün AK Partisi kadar güçlü değildi. O günlerde Refah Partisi'nin kapatılmasını Çevik Bir isterdi, bugün ise bazı gazeteciler parti kapatmaktan söz ediyor. 28 Şubat'ın generallerinin yerini bugün bazı gazeteciler ve akademisyenler almış görünüyor. Mümtaz'er Türköne'nin son çıkışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mümtaz'er Türköne'nin içine biraz Çevik Bir, biraz da Sabih Kanadoğlu kaçmış sanki. Aklen, mantıken, hukuken ve siyaseten söylediklerinin uygun tarafı yok. Bu ülkede kimin, nasıl iktidara geleceği ve iktidardan gideceği bellidir. Bu sözler, yok hükmündedir. Sadece, bu sözü söyleyenin siciline bir leke olarak düşer. Millet yakalarına yapışacaktır Darbe girişimcileri AK Parti iktidarıyla ilgili karanlık bir tablo çiziyor. Bu kara propaganda dilini nasıl okumak gerek? Bugün sıradan olan birçok özgürlük, geçmişte Türkiye'nin utancıydı. Bu ülkede başörtülü olarak hizmet almak bile mümkün değildi. ÖYM'lerin kaldırılması, 30 yıllık çatışmanın durdurulması çok önemli... Paralel yapı, bunların hazzını bize yaşatmıyor. O yüzden bu millet onların yakasına yapışacaktır. Hukukun önüne çıkacaklar Darbeci bir yapı varsa işin hukuki boyutu ne olmalı? Kimin ne yaptığı biliniyor. Kamuoyu, 'Bu iş iddianameye dökülsün ve paralel yapı ortaya çıksın.' diyor. Ama acele etmemek, kötü niyetlileri samimi olanlardan tefrik ederek hareket etmek lazım. Hükümetin yaptığı da budur. Ama emin olun ki, yargı ve emniyet içinde yuvalanmış bu darbeci damar hukukun önüne çıkacak. Kaynak Yeni Şafak 16.02.2014 |
Yalçın Akdoğan: Sırtımızdan Hançerlendik
Hüseyin Yayman ''Sırtımızdan hançerlendik'' Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, cemaat-hükümet meselesi ve hakkındaki iddialara ilişkin konuştu... ‘Daima kardeşlik vurgusu yapan yazılar yazdım. Ama bunlar alaycı bir biçimde istismar edildi. bizim gibi muhabbetten, uhuvvetten, kardeşlikten, aklı selimden bahseden insanlar önce hedefe konuldu ve bu köprüler havaya uçuruldu’ ‘Hayal kırıklığı yaşamamız bize yanlış yapıldığı ihanet edildiği, sırtımızdan hançerlendiğimiz için değildir. Türkiye’ye yanlış yapılması, ülkeye kaybettirilmesine gidecek bir hamlenin içine girilmiş olmasındandır.’ Yalçın Akdoğan’la Meclis’teki odasında buluşup, son dönemdeki tartışmaları ve hakkındaki iddiaları sorduk. Her zamanki gibi ketum tavrıyla sorulara ilginç cevaplar verdi. Olaylar hakkında ilk defa bu netlikte konuştu. Özellikle çözüm süreciyle ilgili baştaki ‘ihtiyatlı iyimser’ tavrının pozitife döndüğünü ve artık ‘iyimser’ olduğunu ifade etti. Akdoğan, sürecin rayında olduğunu, bundan sonra güzel şeyler olacağını ifade etti. Hizmet hareketiyle ilişkilerde yaşadıkları hayal kırıklığını anlattı. ‘Sırtımızdan hançerlendik.’ dedi. Ancak paralel yapıyla cemaati ayırdı. Özgüvenli ve kendinden emin konuştu. İşte o söyleşi. http://fotocdncube.gazetevatan.com/n...75801847_3.jpg - ‘Meclis TV yayını kessin’ dediniz mi? Benim Meclis TV’yi aramam, yönlendirmem, müdahale etmem, yayını kapattırmam kesinlikle doğru değil. Zaten bu yönde bir ses kaydı yok. Ben yayını kapatın demiyorum. Fatih Saraç’la konuşmam çıktı, zaten bunu inkâr etmiyoruz. Benim oradaki kastım Meclis TV saat yediden sonra yayınlarını kesiyor. Bu meclisin aldığı bir karardır. Özellikle Gezi olayları sırasında Mecliste tansiyon çok yükselmişti. Ağza alınmayacak hakaretler sıralanıyordu. Bu kavgaların, hakaretlerin verilmesini doğru bulmadım. - Neden? Ben size sorayım. Bir TV stüdyosunda kavga çıktığında o televizyon kanalı yayınına devam mı ediyor, ara mı veriyor. Benim söylediğim buydu. Meclis’teki bu kavgaları yayınlamak ne kadar doğrudur? ‘Meclis TV’yi kapatıyoruz’ dediğim, saat yediden sonra yayının kapatılmasını söylüyorum. Bir kez daha söyleyeyim Meclis TV yöneticilerini ne tanırım, ne bilirim, ne hayatımda görüşmüşüm, ne müdahale etmişim. Daha da ötesi bahsedilen gün Meclis TV yayınına devam etmiş. Meclis TV’nin çalışma şartları, usulleri bellidir. - Cemaat-hükümet meselesinde başta uzlaşmacı bir üslubunuz vardı, sonra sertleşti. Neden? Ben en başından beri itidali, sağduyuyu, sulhu savundum ve bunu yazılarımda dile getirdim. Daima kardeşlik vurgusu yapan yazılar yazdım. Ama bunlar bir süre sonra alaycı bir biçimde istismar edildi. Biz muhabbet dedikçe, kardeşlik dedikçe birilerinin bunları alaya aldığını gördük. Malesef ilk saldırıyı da kardeşlik dememize rağmen bana yaptılar. Ben o zaman bir takım uyarılar yaptım. Bu kavga öyle bir kapı açar ki sadece bugünkü insanları değil, sonraki kuşakları etkiler dedim. Büyük bir fitnenin fitilini ateşler ve bu kapıyı açmamak gerekir şeklinde uyarıcı yazılar yazdım. - ‘Kazan-kazandan, kaybet kaybet’e gidileceğini söylediniz... Doğru, ‘kaybet-kaybet’ sarmalına sürükleniriz ve bunun kazananı olmaz şeklinde uyarılar yaptım. Ama bizim gibi muhabbetten, uhuvvetten, kardeşlikten, aklı selimden bahseden insanlar önce hedefe konuldu ve bu köprüler havaya uçuruldu. - Sizce bunlar bilinçli mi yapıldı? Evet, bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Amaç irtibat, diyalog kapısını kapatmaktı. - Peki neden? 2004 MGK belgesi yayınlandığında ilk açıklamayı ben yaptım ve ilk saldırıya da ben uğradım. Farklı bir söz söylediğinizde hemen saldırıya uğruyorsunuz. Tehdit ediliyorsunuz. Biz iyi niyetle uhuvvetten bahsederken onlar bunu istiskal ettiler. Bu tavrın birilerinin nezdinde kıymeti harbiyesinin olmadığını gördük. Doğrusu buna çok üzüldüm. - Hayal kırıklığı yaşıyor musunuz? Hayal kırıklığı yaşamamız bize yanlış yapıldığı ihanet edildiği, sırtımızdan hançerlendiğimiz için değildir. Türkiye’ye yanlış yapılması, ülkeye kaybettirilmesine gidecek bir hamlenin içine girilmiş olmasındandır. Siz, Tayyip Erdoğan’ı beğenmeyebilirsiniz, desteklemeyebilirsiniz, görüşlerine katılmayabilirsiniz. Ama hükümeti devirmek için bu tür adımlar atarsanız bunlar kabul edilemez. Türkiye’yi sarsacak, türbülansa sokacak adımlar atarsanız o zaman iş değişir. O vakit bu siyasi muhalif olmaktan çıkar, başka bir yapıya dönüşür. Biz hep, Türkiye kazanacaksa biz kaybetmeye hazırız felsefesiyle geldik. Birileri anladığım kadarıyla kendi grup çıkarlarını, kendi amaç ve hedeflerini Türkiye’nin üzerinde görüyor. Türkiye’nin millî kurumunu hedefe koydular ve yeni bir vesayet düzeni kurmayı amaçladılar. - Nasıl bir vesayet düzeni kurmak istediler? Biz on yıldır darbecilerle de vesayetçi odaklarla da mücadele içindeyiz. Vesayetin her türlüsüne karşı olduk. Askerden gelse de, başka bir gruptan gelse de karşı oluruz. Milletin emanetine sahip çıkmak bizim asli görevimizdir. Bu emanete kim el uzatırsa, milletin iradesine dokunursa, devlet içinde paralel yapı kurarsa, devlet aygıtı üzerinden devlete operasyon çekmeye çalışırsa biz karşısında oluruz. ‘Ben gazetecileri aramam onlar beni arıyor’ Patronları arayıp gazetecileri işten attırdığınız iddialarına ne diyorsunuz? Kişisel dostluklarım dışında benim herhangi bir gazeteciyi medya patronunu aramam hiçbir zaman söz konusu değildir. Böyle bir müdahaleci anlayışa da sahip değiliz. Beni sürekli medya mensupları arar. Benim aradığım çok nadirdir. Ama benim üzerimden bir şehir efsanesi üretildi. ‘Gazeteleri, TV’leri arıyor, işten attırıyor’ diyorlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Biz kimsenin ekmeğiyle oynamayız. Kimsenin işten atılması için bir Allahın kulunu da aramadım. Ama sonuçta genel yayın yönetmenleri, temsilciler, gazeteciler bizi bilgi almak için ararlar. Şimdi biz bu telefonlara çıkmayacak mıyız? Hükümetin medyada muhalif sesleri kestiği iddiası da var? Bir medya analizi yapılabilir. Kaç gazete muhalif, kaç gazete hükümetin yanında. Kaç gazeteci hükümeti doğrudan eleştirmekte, ideolojik yazılar yazmakta, kaç gazete hükümeti desteklemektedir. Bir muhalefet partisi gibi, kendisini bir misyona adamış gibi, bağnaz ve partizan bir yaklaşımla hükümete hakaretler eden birçok insan var. Bu insanların oranı medyada daha fazladır. Kaynak Vatan 17.02.2014 |
Abdurrahman Dilipak
http://s25.postimg.org/9q5giysd7/Abd...an_Dilipak.jpg The Cemaat, "Cemaat"e karşı.. Aslında siz bunu Cemaat, “The Cemaat”e karşı şeklinde de okuyabilirsiniz. “Bu ne demek” derseniz, açıklayayım. Hani bir AK Parti ve bir de AK Parti içinde AKP’liler var ya, işte böyle bir şey. “Cemaat” derken, bir sürü cemaatten söz etmek mümkün. Ya da paralel yapı için bu sıfatı kullanmak da mümkün. Halk dini topluluklar için hep bu “cemaat” tanımını kullanıyor ama, bana kalırsa, işin aslı ve doğrusu, Müslümanlar tek bir ümmet, tek bir millet, tek bir cemaattir. Yok ille de teknik anlamda cemaatten söz edecek olursanız, 3 kişi bir araya gelince bir cemaat oluşturur. Bu arada şunun da altını çizelim, her cemaat denen grubun içinde belli bir “The Cemaat” oluştu. Aynı şekilde servetle, güçle tanışan cemaat grubları içinde “derin yapılar” oluşmaya başladı. Tabii bunu kendileri bir türlü kabul etmek istemeseler de bu böyle.. Bu da sürpriz değil aslında. Bu yazımda “Cemaat” ve “The Cemaat”den kastım, paralel yapının yeşil kabuğu ile, mor kriptoları.. Cemaat içinde derin bir hesaplaşma ve ayrışmanın eşiğindeyiz.. Zaten 2016’dan itibaren gelecek günler geçen günleri aratacak onlar için. İtiraflar ve ele geçen bilgi, belge ve tanıklar, diğer ülkelerdeki gelişmeler ışığında birçok gerçek ortaya çıkacak. Artık “diyalog” ve “hoşgörü”den söz eden yok. Dini argümanlar da terk edildi. Esoterik yorumlar ve Kehanetlerin de içinin boş olduğu görüldü. “Hoca efendi”, “kendisi himmete muhtaç bir dede, nerdeki gayrıya himmet ede” pozisyonuna düştü. Artık ABD’de rahat değil.. Hatta Kanada’ya gittiği söyleniyor. Kendi içlerinde ciddi bir çatışma yaşıyorlar.. Halen paralel yapı, seküler, kripto, hatta gayrimüslim yabancı birtakım unsurlar tarafından yönetiliyor. İş başa düştü. Kehanet gibi lanet seanslarının da suyu çıktı. Geçen gün boğazdan motorla geçerken o “camia”dan iki gazeteci ile karşılaştım. Konuştuk biraz. Bu çevreden çok fazla tanıdığım var. Ben bu olaylar patlamadan 6 ay önce yazdığım yazıdan önce bu çevreleri de, iktidar çevrelerini de uyardım ama kimseyi inandıramadım. İktidar çevreleri işi abarttığımı düşünüyordu ve konu ile ilgili iddiaları komplo olarak görüyordu, “Cemaat” ise kendi dışındaki herkesi hafife alıyordu. Uçuyorlardı. “Özgül ağırlıkları”na çok güveniyorlardı. Cemal Uşşak’ı defalarca aradım, hatta karşılaştığımda gidişatın kötü olduğunu söyledim ama sadece sükut etti. Aylar öncesi o yazım ve uyarılarımı cemaat tekzib etti, AK Parti komplo olarak değerlendirdi.. Yeni Akit patron ve yazarları ile, cemaatin önde gelen isimleri olay patlamadan aylar önce bir yemekte bir araya geldik. Söylediklerimizi tebessümle dinlediler. Sonra bildiklerini yapmaya devam ettiler. Olan oldu. Peki şimdi ne olacak? Olacak olan belli. Bu, uluslararası sistemle birlikte hareket eden yapının devleti ele geçirme operasyonu sonuna kadar devam edecek.. Hareket artık dini karakterini büyük ölçüde kaybetti. Ama hareketin en dışında yer alan yeşil kabuk hâlâ işin farkında değil. Dehşetli bir AK Parti düşmanlığı yapıyorlar. Kin, öfke, nefret yüklüler. Kendi abi ve ablalarını, hocalarını suçlamak yerine iktidarı suçluyorlar.. Çünkü işin ucu kendilerine dokunuyor. Hâlâ himmet toplayan memurları, öğrencilere burs toplayan hamiyet sahibi insanlar gibi görüyorlar.. Soruları çalıp dağıtanlar onlara göre masum. Dershanelerdeki öğretmenlerin işsiz kalmaları ve dışlanmalarından dolayı iktidarı suçluyorlar.. Aslında HDP’lilerle, KCK’lılarla, BÇG’lilerle, ÇYDD, ADD ile aynı mantığı kullanıyorlar. Celal Şengör de aynı mantığı kullanıyor. Çaycı iken kayınbiraderi üzerinden, onun üzerine kayıtlı otobüs sahibi olan, doğudan batıya her hafta garip yolcuların yükleri arasında eroin taşıyan adamın masumiyetinden söz eder gibi, paralel yapının kripto elemanlarının masumiyetine inandırmaya çalışıyorlar insanları. Öte yandan, bunlara inanan, kanan birileri, eğer bu suçlara alet olmamışsa, sadece aidiyeti yüzünden suçlanmamalı. Hem zaten operasyonlar başlayana kadar herkes gidip hocaefendinin elini öpmüyor mu idi.. Sapla saman karıştırılmamalı. Bu işe bulaşıp, sonra pişman olanların etkin pişmanlıktan yararlanmaları sağlanmalı. Varsayalım suçlu ve vaz da geçmiyor. Suçlunun da hakları var, suç ve ceza orantılı olmalı. Hepsinden önemlisi, bu iş cadı avına dönüştürülüp, herkes aynı derecede suçlu imiş gibi bir hava oluşturulmamalı. Yani geri dönüş kapısı hep açık olmalı. Bir topluluğa olan öfkenin birilerini onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmemesi gerek. Dış tehdit ve baskı, dışlanmışlık, hain, ajan damgası yemek bunları panikletmiş durumda. Dışarıya çıkınca yalnızlaşacaklarını, suçlanacaklarını, dışlanacaklarını düşünüyorlar, onun için dayanışıyorlar.. Cemaat de bu havayı kışkırtıyor. Ama o eski hava yok. İletişimleri, eğitimleri, eğitim ve dua seansları artık eskisi gibi değil. AK Parti düşmanlığı, mağduriyet, mazlumiyet üzerine kurulu bir dünyaları var ve bir yandan da kendi içlerinde, siyaset, para ilişkileri, işsizlik, yardımlaşma konusunda ciddi bir sorun yaşıyorlar.. Kehanetlere dayalı beklentileri bir yandan canlı tutulmaya çalışılırken, öte yandan bir sorgulama da başlamış gibi. Kripto bazı kişilerin konuşmamaları için üzerlerinde ciddi bir baskı var. Satıp savup kaçmak isteyenler var. Kimi psikolojik terapi alıyor, kimilerinin hafızası hipnoz seansları ile silinmeye çalışılıyor. Kimin bundan sonra ne yapacağı belli değil. Biri başka yere gidecekse, ne zaman nereye gidecek, eldeki bilgiler ve paralar kime nasıl aktarılacak, buna kim karar verecek, bu belli değil. Varolan o sistem çöktü, zincir kırıldı. Birileri korku ve panik içinde hesap pusulalarını imha ettiği için kimin üzerinde ne kadar para var, onlar da karışmış vaziyette. Dinleme kayıtları, kasetler, örgütün gizli arşivi, bu işlerle meşgul muvazzaf ve başka işlerde çalışan insanlar arasında iletişim, hiyerarşi ve bundan sonra izlenecek yol konusunda ciddi bir kafa karışıklığı var.. Bu kişiler hakkında bulundukları ülkelerde de sorunlar yaşanıyor. Yabancı istihbarat örgütleri de artık bu kişilerin, paraların ve gizli bilgilerin peşinde.. Anlayacağınız hem cemaatin, hem de The Cemaatin durumu hiç iç açıcı değil. 28 Şubat’ta holdinglerin çöküş günlerini hatırlatıyor bana. Cemaat ve The Cemaat birbirini suçluyor, bu işlerin bu noktaya gelmesinden.. Bu arada, bu cemaat dediğiniz yapıya inanan insanların 25 yıldır farklı bir dini inanış ve önderliğe inandıklarını, tam da iktidara el koyarak yeni bir altın çağın kurucu önderleri olmayı hayal ederken, bu yeni din algısı dahil, tüm hayalleri ve itibarlarını kaybetmenin ötesinde hain damgası yemelerinin sebeb olduğu travmayı düşündüğünüzde bu kişilerin nasıl bir haleti ruhiye içinde olduklarını daha iyi anlarsınız. Her şeylerini kaybettiler, dinleri, dünyaları ve gelecek hayallerini, makam ve paralarını, her şeylerini.. Kolay değil.. Selâm ve dua ile.. Kaynak Yeni Akit 28.11.2015 |
Süleyman Özışık
http://s25.postimg.org/e4fvbdnob/Suleyman_Oz_k.jpg Gübre gibi toprağa dökülenler... Gezi olaylarından kısa süre önce Emniyet Teşkilatı'ndan atılan 7 polisin Taksim'de toplanan halkı tahrik ettiğine dair bilgi ve belgeler elime geçtiğinde içim dehşetle dolmuştu. 7 polisin Gülen Cemaati'ne bağlı olduğunu öğrendiğimde, hizmet hareketiyle aramdaki o sarsılmaz olduğuna inandığım bağ bir anda kopmuştu. Ancak herşeye rağmen bir Müslüman olarak kendilerini uyarma gereği hissetmiştim. Bu uyarıları dershane tartışmalarının yaşandığı dönemde de bıkmadan, usanmadan sürdürmüştüm. "Henüz herkesin saygınlığını kaybetmeden varacağı bir çıkış kapısı var. Bunu yapmazsanız sonunuz hüsran olacak" dediğimde en büyük hakareti cemaat mensuplarından duymuştum. Tam da "Bu iş böyle yürümez. Bir yerde aklıselim devreye girer ve olaylar çözülür" dediğim dönemde 17/25 Aralık operasyonları yapıldı. Beni o dönemlerde takip edenler iyi hatırlayacaktır. 17 Aralık operasyonunu savunanlardan biriydim. Adı geçen 4 bakanın hesap vermesi gerektiğini, aksi taktirde AK Parti'nin paramparça olacağını söyledim o günlerde... Bugün hala aynı fikirdeyim. Şayet 25 Aralık darbe operasyonu yapılmasa bugün cemaat dimdik ayakta, AK Parti ise dibe vurmuş olacaktı. Sabırsızlanıp Erdoğan'ı ve oğlunu tutuklamaya çalışanlar, AK Parti'yi yüceltip cemaati bitirmiş oldu. Uzatmayayım... 25 Aralık darbe girişiminden sonra yaşananlara hepimiz gün be gün şahit olduk. "Ya bu ülkeyi bize bırakırsın, ya da Menderes'le Özal'a katılırsın" diyenlerin kaybettiğini gördük. Erdoğan kaçacak diyenlerin tamamı mukaddes mekanları Amerika'ya hicret etti. İsminin sonuna "Hocaefendi" yazmaya özenle dikkat ettiğimiz Fethullah Gülen'in hoca olmadığı gibi, efendi biri olmadığını da öğrenmiş bulunduk. Dindar insanların himmet paralarıyla kurulan Samanyolu TV'nin PKK'nın yayın kanalı haline dönüştüğünü, cemaatin HDP ve CHP'yi desteklediğini ızdırap içinde seyrettik. Filistin'de katledilen mazlumlara, "terörist", TSK'nın etkisiz hale getirdiği PKK'lı teröristlere "Şehit" diyebilecek kadar alçaklaştıklarını kahır içinde izledik. "Milletin kaderiyle oynayalım, devletle restleşelim, istediğimiz haltı yiyelim, dışarıdan aldığımız emirleri uygulayalım" düşüncesiyle hareket eden bir yayın grubuna dünyanın hiçbir yerinde madalya takmazlar. Hele bu ülke Türkiye ise yaşam şansı vermezler. Vermediler de... Sen halkın seçtiklerine hareket çekersen, onlar da sana hareketin alasını çeker. Bir gece çekerler 13 kanalın fişini, sen de "Yahu bari Yumurcak TV açık kalsaydı" diye ağlayarak yalvarırsın ama nafile... Fethullah Gülen, "Kim paralel örgütse Allah onların belasını versin. Evlerine ateşler salsın" diyordu. Beddualar iki gün önce bahsettiği adrese ulaştı! Hiç ama, hiç üzülmüyorum! Kendi yüksek egolarında, kendi ürettikleri nefretin içinde boğuldular. Kendilerini samimiyetle uyaranları düşman, Fuat Avni, Emre Uslu, Önder Aytaç, Faruk Aslan gibi avanakları dost ve rehber edindiler. Sonuç tam da Fethullah Gülen'in dediği gibi oldu... Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gittiler. Kendilerini bir şey görenler, yapraklar gibi toprağa gübre olarak döküldüler. Kaynak İnternet Haber 16.11.2015 |
Bekir Berat Özipek'in 6 Ocak 2014 tarihinde Hür Fikirler sitesinde yayımlanan ve 17 Aralık 2013 Dostmodern darbesi sürecini en iyi anlatan ve kanımca o dönemin simge makalesi olan "Bir Cemaatin İntiharına Şahitlik Etmek" makalesiyle başlayan süreçte gelinen aşamada son nokta, Gülen Cemaati'nin televizyon kanallarının uydudan indirilmesi sonrasında Süleyman Özışık'ın 16 Kasım 2015 tarihinde İnternet Haber sitesinde yayımlanmış olan "Gübre Gibi Toprağa Dökülenler" makalesiyle konulmuştur.
Bu sürecin en başından itibaren Fethullah Gülen'i ve Gülen Cemaati'ni çok uyardık. Yapmayın etmeyin dedik ama dinletemedik. Dinî bir cemaatin siyasi bir cemaat hâline dönüşmesinin ve kendini dindar bir cemaat olarak tanımlayan o cemaatin Türkiye'de dindarların ana partisi AK Parti'ye saldırmasının yanlışlığını dilimiz döndüğünce anlattık. Kimseyi dinlemediler ve yanlış siyasetlerini bodoslama sürdürdüler. AK Parti'ye bütün güçleriyle saldırdıkları hâlde AK Parti, 30 Mart 2014 Yerel Seçiminde % 45 oranında oy alıp büyük ve ezici bir seçim zaferi kazandıktan sonra da yanlışlarından vazgeçmediler. Oysa akıllarını kullansalardı AK Parti'nin aldığı o % 45 oydan sonra AK Parti'ye açtıkları savaşı sona erdirirlerdi. Gülen Cemaati'nin anlamadığı şey şuydu: Hiçbir şekilde kazanmalarının mümkün olmadığı bir savaşa giriştiler. AK Parti'ye karşı verdikleri savaşta sonsuzda bir bile kazanma ihtimalleri yoktu. Çünkü AK Parti seçimlerde kazandı ve tasfiye ediliyorlar yani kaybettiler; tersi olsaydı ve AK Parti seçimlerde kaybetseydi de Gülen Cemaati kazanmış olmayacak, o zaman da kaybetmiş olacaktı. Çünkü AK Parti'nin seçimlerde kaybetmesi ve CHP ile MHP'nin ve belki HDP'nin de kazanması, dindarların kaybetmesi anlamına gelecekti. Dindarların kaybetmesi de hiç şüphe yok ki Türkiye'nin en büyük dinî cemaati olan Gülen Cemaati'nin de kaybetmesi olacaktı. Kazanma ihtimallerinin hiç olmadığı ve kaybedeceklerinin kesin olarak belli olduğu bir savaşa hangi akılla giriştiler, böyle bir akıl tutulmasına nasıl kapıldılar anlamak mümkün değil. Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın bunlar günümüzün Haşhaşileri diyerek yaptığı nitelendirmeyi âdeta haklı çıkarırcasına hipnotize bir hâl söz konusu. Daha da kötüsü şu ki, Bir Kısım Gülen Cemaati'nin Gülen Cemaati'ne yaşattığı şey bilerek isteyerek Mankurtlaşmadır. Kendini dindar olarak tanımlayan bir cemaatin, Türkiye'de dindarların ana temsilcisi AK Parti'ye saldırması gerçekte kendine saldırmasıdır ve bu da Mankurtlaşarak hem kendi ontolojisini yani kendi varlığını inkâr etmesi hem de kendi varlığına düşman olmasıdır. Korkunç bir yıkılış, çöküş, bitiş. İlk düğme yanlış iliklenmişti. Gülen Cemaati kurulurken bu cemaatin yapılanması baştan yanlış yapılmıştı. Başlangıçtaki yanlış, ilerleyen süreçte düzeltilemedi. Ve bu hikâye, Bekir Berat Özipek'in, "Bir Cemaatin İntiharına Şahitlik Etmek" makalesinde isabetle tahlil ettiği gibi 'intiharla' sonuçlandı. |
Ahmet Hakan Coşkun
http://i.hizliresim.com/JAbmlE.jpg Cemaat'in Türkiye'ye yaptığı en büyük kötülük Şu "Cemaat" denilen yapı... - Devletin derinliklerine öyle pervasızca sızdı ki... - Kendisine bağlı savcı, polis ve yargıçları öyle sakınmasızca kullandı ki... - Kaset maset işlerine bulaştığına dair algıyı öyle korkusuzca pompaladı ki... - Her taşın altından çıkabildiği izlenimini öyle net biçimde verdi ki... Tuhaf bir sonuç çıktı ortaya. Şöyle bir sonuç: - Hırsızlık yaparken enseleneninden... Trafikte hız yaparken yakalananına... - Yolsuzluk yaparken suçüstü yapılanından... Görevini ifa ederken beceriksizlik sergileyenine... - Parti içi sorunlardan bunalmış parti liderinden... İstediği makama gelememiş bürokrata... - Aykırı çıkışlar yapan herhangi bir yetkiliden... Ayağına taş değen herhangi bir şahsiyete... Memlekette azıcık uyanık geçinen kim varsa... Hepsi ama hepsi... Bütün suçu “Paralel”e bağlayarak... Sorumluluktan, suçtan, günahtan, beceriksizlikten falan... Arınıp kurtulmaya başladılar. “Cemaat”in Türkiye’ye yaptığı çok kötülük var ama bence en büyük kötülük budur. Hürriyet 03.03.2016 |
All times are GMT +3. The time now is 13:51. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025