![]() |
~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası//
.. İmam Gazali Hz.lerinin Dev Eseri .. İhya-u Ulumiddin (dini ilimlerin ihyası) Kalbin Acaip Halleri Konusuna Giriş Hamd ALLAH´a mahsustur. O ALLAH ki, O´nun celâl ve azametini idrâk eden kalpler ve gönüller şaşkına dönerler. O´nun nûrunun parlamasının başlangıcında gözler dehşete düşer. Öyle ALLAH ki, sırların gizliliklerine muttalidir. Kalplerin inceliklerini bilendir, Memleketini düzene sokmak için yardımcı bulundurmaktan müstağnidir. Kalpleri dilediği şekilde evirir çevirir. Günahları affeder, ayıpları örter, üzüntüleri ve hüzünleri giderir. Salât ve se-lâm peygamberlerin efendisi olan, dinden ayrılanları biraraya toplayan, mülhidlerin sonunu getiren zâtın (Hz. Muhammed´in), tertemiz ve pak olan âlinin üzerine olsun. Yarab! Onlara çokça salât ve selâm et! İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, ALLAH´ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir. Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır. İnsanoğlu ancak kalbiyle ALLAH´ın mârifetine hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz. O halde ALLAH´ı bilen, ALLAH´a yaklaştıran, ALLAH için çalışan ve ALLAH için gayrette bulunan, ALLAH nezdindeki sırları keşfeden kalptir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir. Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları çalıştırmaktadır. Bu bakımdan ALLAH nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, ALLAH´ın gayrisinde boş olmalıdır. ALLAH´ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da ALLAH´tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. ALLAH´a yaklaşmakla saîd olan da kalptir. Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur. Hakikatte ALLAH´a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir. ALLAH´a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir? Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir. Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık ve nûrlu olmasından ileri gelir. Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır. Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Nefsini tanıdığı zaman muhakkak rabbini tanımıştır. İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştır. Kendi nefsini tanımadığı zaman da rabbini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez. Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır. Çünkü ALLAH Teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer. ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan ALLAH´ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â´lâ-i illiyyîn´e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez demektir. Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur! O kimseler gibi olmayın ki, ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19) Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâliklerin yolunun esasıdır. Biz bu eserde âzalar üzerine icra edilen ibâdetler ve âdetler ki bunlar zâhirî ilimlerdir kısmının tedkîkinden uzak olduğumuzdan ve bu eserin ikinci kısmında yok edici ve kurtarıcı sıfatlardan kalbin üzerinde cereyan edenleri izah etmeyi va´ettiğimizden -ki bu ikinci kısım bâtın ilimlerdir dolayı elbette bize gereken kalbin üzerine icra edilenlerin izahına geçmezden önce iki kitaptan bahsetmektir. Onlardan biri kalbin sıfat ve ahlâkının acâib hallerini izah eden kitaptır. İkincisi, kalbin riyâzetini ve ahlâkının temizlenmesinin keyfiyetini beyan eden kitaptır. Bu iki kitaptan sonra Mühlikât´ın (Yok ediciler) ve Münciyât´ın (kurtarıcılar) tafsiline girişeceğiz. Bu bakımdan biz şimdi darb-ı meseller yoluyla insanların fehmine ve zekâlarına uygun bir şekilde kalp acâibliklerinin şerhini zikredelim. Çünkü kalbin acâibliklerini ve melekût âlemine dahil olan sırlarını açık bir şekilde söylemek, birçok fehim ve zihinlerin idrâk etmekten âciz kaldığı bir gerçektir. |
Kalb´in Süratle Değişmesi, Sebat ve Bozulma Kısımlarında Kalb´in Taksimi
Daha önce de dediğimiz gibi kalp, zikrettiğimiz sıfatlarla çepe-çevre sarılıdır. Daha önce belirttiğimiz kapılardan kalbe eserler ve böylece çeşitli haller meydana gelir. Sanki daimî bir şekilde kalp, her taraftan kendisine ok yağdırılan bir hedeftir. Ona bir şey isabet edip o şey ile müteessir oldu mu o şeyin tam zıddı diğer bir taraftan kendisine isabet eder ve böylece sıfatı değişir. Eğer araya bir şeytan girip onu davet ederse, bir melek iner onu hevâ-i nefisten çevirir. Eğer bir şeytan onu herhangi bir şerre çekerse, başka bir şeytan da onu diğer bir şerre çeker. Eğer bir melek onu hayra çekerse, diğer bir melek onu diğer bir hayra çeker. Bu bakımdan kalp bazen iki melek arasında, bazen de iki şeytan arasında çekişme yeri olur. Bazen de melekle şeytan arasında çekişme yeri olur. Hiçbir zaman kalp rahat bırakılmaz ve ihmal edilmez! ALLAH Teâlâ şu ayetiyle buna işaret buyurmuştur: Biz onların kalplerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmek-ten evirip çeviririz. (En´âm/110) Hayır! Kalpleri evirip çeviren ALLAH´a yemin ederim . 85 Hz. Peygamber çoğu zaman şöyle diyordu: Hz. Peygamber (s.a) kalbin acaipliklerine ve değişmesindeki ALLAH Teâlâ´nın garib sanatına muttali olmasından ötürü bununla yemin ederek şöyle buyurmuştur: -Ey kalpleri evirip çeviren ALLAH! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl! Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber´e şöyle sordu-lar: -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen korkar mısın? -Bana teminat veren ne vardır? Kalp Rahmân´ın (kudret)parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği gibi evirip çevirir,86 Hadîsin başka bir lafzı şöyledir: Eğer ALLAH Teâlâ onu doğrultmayı dilerse, onu doğrultur. Eğer onu kaydırmayı dilerse, onu kaydırır. Kalbin misâli, kuşun misâline benzer, her saat (başka bir renge, başka) bir duruma girer.87 Kalbin değişmesinin misâli, kaynayıp taşan çömleğe benzer.88 Hz. Peygamber, kalp için üç misâl beyan ederek şöyle buyurmuştur: Kalbin misali koskaca bir sahraya atılan bir tüy misaline benzer. Rüzgârlar onu istedikleri gibi evirip çevirirler. Üstünü altına, altını üstüne getirirler.89 Bu değişmeler ve ALLAH Teâlâ´nın kalpleri evirip çevirmesindeki sanatının acaipliklerini ki marifet insanı onlara iletmez- ancak ALLAH ile beraber olan hallerini gözeten ve murakabe edenler bilirler. Hayır ve şer üzerinde sebat etmek ve onların aralarında dolaşmak bakımından kalpler üç kısma ayrılır: I. Bu kalp, öyle bir kalptir ki takva ile tamir edilmiş, riyazet ile tertemiz kesilip kötü ahlâklardan temizlenmiş, melekûtun giriş noktalarından, gaybın hazinelerinden hayrın hâtıratı orada çakılmaktadır. Bu bakımdan akıl, kalpte meydana geleni düşünmek hususunda oradaki hayrın inceliklerini bilsin ve faydalarının sırlarına muttali olsun diye düşünür ve böylece basîret nûruyla onun yüzü kişiye keşfolur. Bu bakımdan kişi onu yapmasının gerekli olduğuna hükmeder ve böylece kişiyi bunu yapmaya teşvik ve davet eder. Melek kalbe bakar, onun cevherinden temiz olduğunu, takva ile temizlendiğini, aklın ışığıyla nûrlandığını, marifetin nûrlarıyla mamur olduğunu görür ve o kalbin istikrar merkezi ve iniş konağı olmaya elverişli olduğunu müşahede eder. O zaman görünmez ordular bu meleğin imdadına gelirler. Böylece kalbi daha nice hayırlara iletirler. Hatta hayr, kalbi başka bir hayra çeker ve bu durum devamlı şekilde olur. Hayır hakkında tergib ile imdada koşması ve işi kalbe kolaylaştırması bir türlü sonuçlanmaz. Ama kim verir ve ALLAH´tan korkarsa, o en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolay yola hazırlarız.(Leyl/5) Bu ayet-i celîleyle buna işaret vardır. Böyle bir kalbe rubûbiyet penceresinden lambanın nûru doğar, hatta burada gizli şirk giz-lenmez. O gizli şirk ki simsiyah karıncanın zifirî karanlık gecede siyah taşın üzerinde yürüyüp iz bırakmasından daha gizlidir. Bu nûrun önünde hiçbir gizli taraf kalmaz. Şeytanın hiçbir hilesi burada revaç bulmaz. Aksine şeytan durur. Aldatmaca yönünden saçma-sapan sözler vahyeder. Fakat bu kalp ona iltifat etmez. Bu kalp helâk eden şeylerden temizlendikten sonra yakında zikredeceğimiz kurtarıcılarla tamamen mamur olur. O kurtarıcılar ki şükür, ALLAH´ın azabından korkma, ALLAH´ın adaletini ümit etmek, fakirlik, zâhidlik, muhabbet, rıza, şevk, teveccüh, tefekkür, nefis muhasebesi ve benzeri sıfatlardır. Bu o kalptir ki ALLAH Teâlâ ona yönelmiştir. İtminana kavuşan ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetlerinde kastedilen kalp ancak böyle bir kalptir. İyi bilin ki kalpler ancak ALLAH´ı anmakla mutmain olur. (Ra´d/28) Ey itminana kavuşan nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak rabbine dön! ? (Fecr/27-28) II. Bu kalp, meleklerin kapıları kendisine kapatılan, şeytanların kapıları kendisine açılan, kötülüklerle, çirkin ahlâk ile mülevves olan hevâ-i nefisle dopdolu bulunan mahrum kalptir. Bu kalpte şerrin başlangıcı, hevâ-i nefisten bir hâtıratın orada meydana gelmesiyle olur. Bu bakımdan bu kalp fetva istemek ve doğruyu bulmak için aklın hakemliğine başvurur. Böylece akıl, hevâ-i nefsin hizmetine alışır ve onunla yakınlık kurar. Durmadan ona hileli yollar bulur, isteğinde kendisine yardımcı olur. Böylece nefse hâkim olur ve nefsi karşısında hevâya yardımcı olur. Göğüs bu durumda hevâ-i.nefisle genişler, karanlıklar orada yayıldıkça yayılır. Çünkü aklın ordusu savunma hattından çekilip meydanı serbest bırakmıştır. Böylece şeytanın saltanatı kuvvet bulup hevâ-i nefsin yayılmasından ötürü at oynatacak meydanı oldukça genişler! İnsanoğlunu süs, gurur ve yalancı emellerle yanıltır ve onu aldatmak için çalışır. Dolayısıyla ALLAH´ın va´dine ve vaîdine olan iman saltanatı zaafa uğrar, âhiret korkusundan ötürü var olan yakînin nuru körelir. Çünkü hevâ-i nefisten kapkaranlık bir duman kalbe yükselip her taraftan kalbi istilâ eder. Kalbin nûrları sönünceye kadar bu durumunu sürdürür. Böylece akıl, kirpikleri dumanla dolmuş göz gibi olur. Artık bakmaya gücü kalmaz. Bütün bunları kalbin başına şehvet getirir. Hatta artık kalbin durmak, basiretle bakmak imkânı kalmaz. Eğer bir vâiz ona gösterir, hak olanı kendisine anlatırsa, anlamaktan kör ve dinlemekten sağır olur. Şehvet orada iyice kabarır. Şeytanın hâkimiyeti kurulur. Âzâlar hevâ-i nefse uygun şekilde hareket ederler. Günahlar, gayb aleminden şehâdet âlemine dökülür. Tabiî bu da ALLAH´ın kazâ ve kaderiyledir. Böyle bir kalbe şu ayetlerle işaret edilmiştir: Heva ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi zannediyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar gidişce daha sapıktırlar. (Furkan/43-44) Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştir. Artık onlar iman etmezler. (Yâsin/7) İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler.(Bakara/6) Çok kalp vardır ki, birtakım şehvetlere nisbeten hâli budur. Tıpkı birtakım şeylerden sakınıp, takva gösteren bir kimse gibidir. Fakat güzel bir yüzü gördüğü zaman gözüne ve kalbine sahip olamaz. Aklı yerinden oynar. Kalbinin dizgini elinden çıkar veya içinde kibir, riyaset ve rütbe olan şeyler hakkında nefsine sahip olmayan kimse gibidir. Böyle bir durumda sebepler göründüğü zaman, sebretmek için iradesi kalmaz veya öfkelendiği zaman nefsine hâkim olamayan kimse gibidir. Ne zaman başkası tarafından tahrik edilir veya bir ayıbı yüzüne vurulursa öfkelenir ve nefsine hâkim olamaz veya muktedir olduğu zaman bir dirhem veya bu dinarı almak hususunda nefsine sahip olamayan bir kimse gibidir. Öyle ki meczub ve aklı başında olmayan bir kimsenin dalışı gibi oraya dalar. O hususta mürüvvet ve takvayı unutur. Bütün bunlar hevâ-i nefisten kalbe yükselen ve kalbi kaplayan, karartıp nûrlarını söndüren, dolayısıyla hayâ, mürüvvet ve imanın nûru-nun da sönmesine vesile olan bir dumandan ileri gelmektedir. Bu felâkete uğrayan bir kimse, şeytanın yardımına koşuyor demektir. III.Bu, o kalptir ki orada hevâ-i nefsin hâtıratı görünür ve o kalbi şerre davet eder. Bu esnada imanın hâtırı ona yetişir ve onu hayra davet eder. Bu durumda nefsi şehvetiyle harekete geçip, şerrin hâtıratına yardım eder. Böylece şehvet kuvvet bulur. Lezzetlenme ve nimetlenmeyi güzel gösterir. Akıl da hayra davet eden hâtıratın yardımına koşar, şehvetin önüne çıkar. Onun fiilini çirkin gösterir. Onu cehâlete nisbet eder. Şerre daldığı için onu yırtıcı hayvan ile diğer hayvanlara benzetir. Sonuçlara aldırmayış hususunu da yırtıcı hayvanların perva etmeyişine benzetir. Böylece nefis, aklın nasihatına meyil gösterir. Bu esnada şeytan oldukça kuvvetli bir şekilde akla hücum eder. Bu esnada hevâ-i nefsin dâvetçisi kuvvet bulup der ki: Senin bu çekingenliğin ve soğukluğun nereden geliyor? Neden sen hevâ-i nefsine uymayarak nefsine eziyet veriyorsun? Acaba kendi asrının insanlarından hevâ-i nefsine muhalefet eden hiç kimseyi görüyor musun? Bütün dünyayı onlara mı bırakacaksın? Sadece onlar mı dünyanın zevk ve sefasını sürecekler? Sen yorgun ve düşkün bir vaziyette nefsini zevk ve sefadan mahrum ederek hacr altına almak mı istiyorsun? İnsanlar sana gülsün mü? Mansıb ve mertebenin, filan ve falan adamınkinden daha düşük olmasını mı istiyorsun? Oysa onlar senin iştahını kabartan şeyi çekinmeden yapmışlardır! Sen görmüyor musun, filan âlim senin çekindiğin fiilleri çekinmeden işliyor? Eğer şer olsaydı o işler miydi bunları?! Bu sözlerden sonra nefis, şeytana meyleder, ona yönelir. Bu sefer melek, şeytana hücum ederek der ki: ´Neticeyi unutup halin lezzetine tâbi olandan başka helâk olan var mıdır. Sen azıcık bir lezzetle kanâat eder misin? Şu cennet lezzetini ve ebedî olan nimetleri terk mi ediyorsun veya şehvetini gemliyerek sabretmek elemi sana ağır mı geliyor? Oysa sen ateşin elemini ağır hissetmiyor musun? İnsanların kendi nefislerinden gafil olmaları, seni aldatıyor mu? Nefislerinin hevalarına tâbi olmaları, şeytana yardımcı olmaları nasıl seni yanıltıyor? Oysa başkasının günahı ateşin azabını senden hafifletmez. Hiç düşünmez misin sen, harareti şiddetli bir yaz günündesin. Bütün insanlar güneşte duruyor. Senin de bir evin vardır. Acaba güneşte durmak sûretiyle insanlara yardım mı edeceksin, yoksa serin evine çekilmek sûretiyle kendini kurtaracak mısın? O halde güneşin hararetinden korkarak bu durumda halka muhalefet ediyorsun da neden ateşin hararetinden korkarak günahta onlara muhalefet etmiyorsun?´ Bu nasihattan sonra nefis, meleğin sözüne meyleder. Böylece nefis, iki ordu tarafından daimi bir şekilde çekilmektedir. İki hizib arasında çekilip durmaktadır. Bu savaş, kalbe en uygunu, kalbe galip gelinceye kadar devam eder. Eğer kalpte galip bulunan sıfatlar bizim daha önce zikrettiğimiz şeytanî sıfatlarsa, şeytan kalbe galip gelir. Böylece kalp, şeytanın hizbine meyleder. ALLAH´ın ve ALLAH´ın velîlerinin hizbinden yüz çevirir. Şeytanın ve ALLAH düşmanlarının yardımcısı olur. Kaderin hükmü ile ALLAH´tan uzaklaşmasına vesile olan şeyler onun âzâları üzerinde hükmünü yürütür. Eğer kalbe galip gelen meleklerin sıfatları ise, kalp şeytanın iğvasına ve geçici dünya zevkine tahrik etmesine kulak vermez. Şeytanın hafife aldığı âhiret işini hafife almaz. Aksine bütün ısrarlara rağmen ALLAH´ın hizbine meyleder. Geçmiş kaza ve kaderin gereği olarak âzâlarında taat ve ibâdet görünür. Bu bakımdan mü´minin kalbi, Rahman´ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Yani bu iki askerin arasında çekilmektedir ve galip gelen de kalbin değişmesi, bir partiden diğer bir partiye geçmesidir. Daimi bir şekilde meleklerin partisine veya şeytanın partisine katılması ise, iki taraf için de pek nadir bir durumdur. İbadetler ve günahlar gaybın hazinelerinden görünür. Kalp hazinesi vasıtasıyla şehâdet âlemine aktarılır. Çünkü bunlar melekût hazinelerindendir. Bunlar göründüklerinde alâmet de olurlar. Erbâb-ı kulûb onlarla kişi hakkındaki ezelî kaza ve kaderin hükmünü bilir. Bu bakımdan kim cennet için yaratılmışsa, ona ibâdet ve taatların sebepleri kolaylaştırılır, kim cehennem için yaratılmış ise günah-ların sebepleri ona kolaylaştırılır. Kötülüğün arkadaşları ona musallat olurlar. Onun kalbine şeytanın hükmü ilkâ olunur. Zira şeytan çeşitli hükümlerle ´ALLAH rahimdir! Sen perva etme! Bütün insanlar ALLAH´tan korkmuyorlar. O halde sen de onlara muhalefet etme! Ömür uzundur. Yarın tevbe edinceye kadar sabret´ demekle ahmakları aldatır. Onlara bâtıl va´dlerde bulunur. Aldatıcı temennilerle onları avutur. Oysa şeytan onlara aldatmaktan başka bir vaîdde bulunmaz. Onlara tevbeyi va´deder, mağfireti temenni eder. Bu ve bunlara benzer hileleriyle onları helâk eder. Şeytanın bu hilelerini kişinin kabul etmesi için kalbi oldukça genişler, hakkı kabul etmekten daralır. Bütün bunlar ALLAH´tan olan kaza ve kaderledir ve takdir edilmiştir. ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar, gönlüne genişlik verir. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.(En´âm/125) Eğer ALLAH size yardım ederse, size galip gelecek yoktur ve eğer size yardım terk ederse, ondan sonra size yardım edecek kimdir?(Alu îmran/160) Bu bakımdan hidayete erdiren, dalâlette bırakan ancak O´dur. Dilediğini yapar, irade ettiğine hükmeder. Onun hükmünü çevirecek kimse yoktur. Onun kaza ve kaderini tesirsiz bırakacak kuvvet nerede? Cenneti yarattı, cennet için ehil olanları yarattı. Onları taat ve ibâdetinde kullandı. Cehennemi yarattı, ona ehil olanları yarattı, onları günahta kullandı! İnsanlara cennet ve cehennem ehlinin alâmetlerini tanıtarak şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki iyiler naim cennetindedirler. Fâcirler ise cehennemdedirler. (înfitar/13-14). ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´den rivayet edilen bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: Şunlar cennettedirler, perva etmem! Şunlar da cehennemdedirler, perva etmem! Hak padişah olan ALLAH, müşriklerin dediğinden yücedir, yaptığından sorumlu değildir, insanlar ise sorumludur.. Biz, kalbin acaip hallerinin zikrinden bu kadarla yetinelim. Çünkü kalbin acaip hallerini son noktasına kadar saymak muamele ilmine uygun düşmez. Biz ancak muamele ilimlerinin derinliklerinde ve sırlarının mârifetinde muhtaç olunan miktarı zikrettik ki zâhirle yetinmeyenler bundan istifade etsin! Özün yerine kabukla yetinmeyenler bu kadarcıkla yetinsin! Hatta sebeplerin hakikatlerinin inceliklerine aşık olanlar için bizim zikrettiğimiz miktar -ALLAH´ın izniyle- yeterlidir. Tevfîki veren ALLAH´tır. Kitabu Şerhi Acâib´il-Kalb bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Hamd ve nimet ancak ALLAH´a mahsustur. Bunun ardından -inşaALLAH- Kitabu Riyazet´in Nefs ve Tehzib´il-Ahlâk (Nefs´in Riyazeti ve Ahlâk´ın Güzelleştirilmesi) bölümü gelecektir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH Teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın! 85) Buhârî 86)Tirmizî 87)Hâkim 88)İmam Ahmed, Hâkim 89)Taberânî, Beyhakî |
Ruh Kelimesinin Anlamı
Ruh da gayemiz açısından iki mânâ için kullanılır. 1.Lâtif bir cisimdir, kaynağı, cismanî kalbin oluklarıdır. Bu bakımdan bedene yayılan damarlar vasıtasıyla bedenin diğer âza larına ve parçalarına dağılır. Onun bedene dağılışı ve ondan kok lamanın, dinlemenin, görmenin, hissetme ve hayat nûrlarının be den âzaları üzerine dağılıp yayılması, tıpkı evin bir köşesinde yakılan lâmbadan çıkan ışığın dağılıp yayılmasına benzer. Çünkü o lâmbanın ışığı, evin hangi parçasına ve hangi köşesine ulaşırsa mutlaka orası onunla aydınlanır. Hayatın misâli ise duvarlarda meydana gelen ışık gibidir. Bunun misâli ise lâmbadır. Ruhungeçişi ve bâtındaki dalgalanması ise, çıra ışığının evin etrafına hareket edicinin hareket ettirmesiyle dalgalanması misâlidir. Doktorlar, ruh kelimesini kullandıkları zaman, bu mânâyı kaste derler. Bu lâtif bir buhardır. Onu kalbin hareketi oluşturur. Bu mânâdaki ruhun îzahını yapmak, bizim vazifemiz değildir. Çünkü bu, doktorların hedefiyle ilgilidir. O doktorlar ki bedeni te davi etmektedirler. Kalbi, ALLAH Teâlâ´nın komşuluğuna varıncaya kadar tedavi eden din doktorlarının hedefine gelince, onların hedefi kesinlikle bu ruh ile ilgili değildir. 2.Ruh insandaki idrâk edici ve bilici lâtifedir. O lâtife ki biz onu daha önce kalbin mânâlarından birisinde îzah ettik. Allâh Teâlâ´nın şu ayetinde kasdettiği ruh da bu ruh´tur: De ki: Ruh, RABBİMin emrindendir´ Ruh, rabbânî ve acâib bir şeydir. Onun hakikatini idrâk etmekten akılların ve anlayışların çoğu âciz kalmaktadır. |
Nefis Kelimesinin Anlamı
Nefis de birçok mânâya gelir. Bu mânâlardan sadece ikisi bizim hedefimizle ilgilidir: 1.Nefis´ten insanoğlundaki şehvet ve öfke kuvvetini toplayan mânâ murâd edilir. Nitekim bunun açıklaması ileride gelecektir ve tasavvuf ehli çoğu zaman bu mânâyı kullanmaktadırlar. Çünkü ehl-i tasavvuf nefisten, insanoğlunun çirkin sıfatlarını toplayan asıl ve esası kastederek ´Nefisle mücâhede etmek ve nefsi kırmak muhakkak lâzımdır´ demektedir. Nitekim bu mânâya Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfi işaret etmiştir: Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının (kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir! 2.İnsanın hakikati olan ve daha önce zikrettiğimiz lâtifedir. Bu lâtife insanın zâtıdır. Fakat bu lâtife aynı zamanda hallerinin değişmesi hasebiyle çeşitli sıfatlarla sıfatlanır. Bu bakımdan em rin altında durduğu ve şehvetlerin muhalefetinden ötürü tirtir titrediği zaman kendisine nefs-i mutmainne adı verilir. ALLAH Teâlâ bu nefsin benzeri hakkında şöyle buyurmaktadır: ´Ey itaatkâr nefis! Dön rabbine! Sen O´ndan razı, O da senden razı olarak..´ Birinci mânâya gelen nefis için ALLAH´a dönüş tasavvur edilemez. Çünkü o mânâdaki nefis, ALLAH´tan uzaklaştırıcıdır ve o nefis, şeytanın partisindendir. Nefsin sükûneti tamam olmadığı, fakat şehvâni nefse karşı direndiği ve itiraz ettiği zaman, ona nefs-i levvâme adı verilir. Çünkü bu nefis; sahibi, mevlâsının ibâdetinde kusur yaptığı zaman sahibini kınar. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Kasem ederim pişmankâr nefse ki...´(Kıyame/2) buyurmuştur. Eğer nefis itiraz etmeyi terkederse, şehvetlerin isteğine ve şeytanın çağırısına itaat edip baş eğerse ona nefs-i emmâre-i bi´s-sui (kötülüğü emreden nefis) adı verilir. ALLAH Teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hz. Yusuftan veya Azîz´in hanımından haber vererek şöyle buyurmuştur: ´Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak RABBİMin esirgediği müstesnadır´. (Yusuf/53). Bazen nefs-i emmâre´den gaye; nefsin birinci mânâsıdır demek de câiz olur. Bu bakımdan, nefis, birinci mânâ açısından gayet çirkin ve kötüdür, İkinci mânâsıyla mahmûd ve güzeldir. Çünkü ikinci mânâ ile insanın nefsi; yani insanın zâtı ALLAH´ı ve diğer bilinenleri idrâk eden hakikatidir. |
Akıl Kelimesinin Anlamı
Akıl da İlim Kitabı´nda bahsettiğimiz gibi çeşitli mânâlarda müşterek kullanılmaktadır. Bizim gayemizle ilgili olan, o mânâların sadece ikisidir. 1.Akıl bazen emirlerin hakikatini bilmek mânâsında kullanılır. O zaman, merkezi kalp olan ilim sıfatından ibaret olur. 2.Akıl bazen zikredilir, kendisinden ilimleri idrâk eden şey kasdedilir. O vakit kalbin kendisi demektir. Kalpten gayem; o lâtifedir. Bizler biliyoruz ki, nefsinde varlığı olan her âlim, kendi nefsiyle kâim olan bir asıl ve esastır. İlim de o asıldan bir sıfattır. Sıfat ise, mevsufun gayrisidir, aynısı değildir. Akıl ´dan bazen âlimin sıfatı kastolunur. Bazen de idrâkin mahalli; yani idrâk olunan kastedilir ve bu ikinci mânâ, Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifiyle kastolunan mânâdır: ALLAH Teâlâ´nın ilk yarattığı şey akıldır. Çünkü ilim araz´dır. İlk yaratılmış olması tasavvur olunamaz. Elbette onun kâim olacağı yer ondan önce veya onunla beraber yaratılmalıdır. Çünkü ilme hitâb etmek mümkün değildir. Haberde varid olmuştur ki, ALLAH Teâlâ ilk yarattığı akla şöyle dedi: ´Gel! O da geldi. Sonra ona ´Git!´ dedi ve o da gitti. Madem ki durum budur, öyleyse bu isimlerin mânâları mevcuttur. O mânâlar ise şunlardır: Cismânî kalp, cismanî ruh, şehvanî nefis ve ilimler... İşte bunlar dört mânâdır. Bahsi geçen dört lâfız, bu mânâlarda kullanılırlar. Bir de bu kelimelerin beşinci ve ortak bir mânâsıvardır ki o da şudur: İnsanoğlunun bilici ve idrâk edici lâtifesidir. Bu bakımdan mânâlar beş, lâfızlar dörttür ve her lâfız iki mânâda kullanılır. Âlimlerin çoğuna, bu lâfızların ihtilâfı ve değişik mânâlarda kullanılması karanlık görünmüştür. Bunun için de onların hâtırat hakkında konuşup, ´Bu akl´ın hâtırıdır. Bu ruh´un hâtırıdır. Şu kalb´in, şu da nefs´in hatırıdır!´ dediklerini görürsün! Düşünmeyen kimseler, bu isimlerin mânâları arasındaki farkları idrâk etmemektedirler. İşte bu karanlık kalan cepheden perdeyi kaldırmak için, biz bu isimlerin açıklamasını yaptık. Kur´an ve Sünnet´te kalp lâfzı vârid olduğu zaman, ondan gaye; insanoğlunun anlayan ve şeylerin hakikâtini bilen tarafı kasdedilir. Bazen göğüste bulunan kalpten kinâye olur. Çünkü o lâtife ile kalbin cismi arasında özel bir alâka ve irtibat vardır. Zira kalp, her ne kadar bedenin diğer parçalarıyla alâkalı ve bütün beden mânâsında kullanılıyorsa da, yine de göğüsteki cismanî kalp vasıtasıyla alâkalıdır. Bu bakımdan onun ilk ilgisi kalpledir. Sanki cismanî kalp, onun yeri, memleketi, âlemi ve merkebidir ve bunun içindir ki Sehl et-Tüsterî kalbi arşa, göğsü kürsiye benzeterek şöyle demiştir: ´Kalp arştır, göğüs kürsüdür´. Sakın zannedilmesin ki Sehl et-Tüsteri kalbi ALLAH´ın arşı, göğsü de ALLAH´ın kürsüsü ola-rak görüyor! Zira böyle olması muhaldir. Aksine Sehl et-Tüsterî şunu kastediyor: Kalp, ALLAH´ın memleketi ve tasarruf yeridir. ALLAH´ın tedbîr ve tasarruf için birinci mecraıdır. Bu bakımdan kalp ile göğsün, tedbîre nisbeti, tıpkı arş ve kürsünün ALLAH´a nisbeti gibidirler ve bu teşbih de ancak bazı yönlerden doğru olabilir ki o yönleri açıklamak da bizim gayemize uygun değildir. Bu bakımdan biz onu açıklamaktan vazgeçiyoruz. |
Kalbin Askerleri
ALLAH Teâlâ ´Rabbinin ordularını da ancak kendisi bilir´ (Müddessir/31) buyurmuştur. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalpler, ruhlar ve başka âlemlerde tâlim ve terbiye ettirilmiş orduları vardır. Onların hakikatlerini ve adedierinin tafsilini ancak ALLAH bilir. Biz şimdilik kalbin bazı ordularına işaret edeceğiz, Çünkü bizim gayemizle ilgili olan odur. Bu bakımdan kalbin iki ordusu vardır: Bir ordusu gözle görülür. İkinci bir ordusu vardır ki gözle değil basiretle görülür. Kalp padişah hükmündedir. Orduları ise, hizmetkâr ve yardımcılar hükmünde.., İşte ordunun mânâsı da budur. Gözle görülen ordusuna gelince, o el, ayak, göz, kulak, dil ve diğer bâtın ve zâhir âzalardır. Zira bütün bu âzalar kalbin hizmetçisi ve yardımcısı olmuşlardır. Bu bakımdan onlara tasarruf eden; onları yürüten, durduran sadece kalptir. Onlarda kalbe itaat etmek üzere yaratılmıştır. Asla ona muhalif hareket etmeye güçleri yetmez. Ona karşı gelemezler. Meselâ kalp, göze açılmayı emrettiği zaman göz derhal açılır. Ayağa hareket etmeyi emrettiği zaman ayak derhal harekete geçer. Dile konuşmayı emrettiği ve bu emrini kesinlikle yürütmesini ferman ettiğinde dil derhal konuşur. Diğer âzalar da böyledir. Âzalar ve duyuların kalbe tes-hir olunmaları bir yönden meleklerin ALLAH´a (teşbihte hata olmasın) teshir olunmalarına benzer. Çünkü melekler itâat etmek üzere yaratılmışlardır. ALLAH´a muhalefet etmek gücüne sahip değildirler ve emrolunduklarını yaparlar. Bu âzalar ile melekler, ancak bir noktada ayrılırlar. Şöyle ki, yerine getirdikleri emri bilmektedirler. Göz kirpikleri ise, açılmak ve kapanmakta kalbe itâat eder, fakat teshir yönünden eder. Ne nefsinden ve ne de kalbe yaptığı itaatten haberdar değildir! Kalbin bu ordulara ihtiyacı, yaratılışının sebebi olan yolculuğa çıkmak için merkep ve azığa olan ilgisindendir. Kalbin, çıkması için yaratılmış olduğu yolculuk, ALLAH´a giden yolculuktur. ALLAH´ın mülâkatı için gidilen konaklardır, işte kalpler bunun için yaratılmışlardır. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Ben insanları ve cinleri, ancak beni tanısınlar diye yarattım´ (Zâriyât/56) buyurmuştur. Kalbin merkezi bedendir. Azığı ilimdir. Onu bu azığa götüren ve bu azıktan faydalanmasını mümkün kılan sebepler ancak salih amellerdir. Bu bakımdan bedende durmadıkça ve dünyayı geçmedikçe ALLAH´a ulaşma imkânını kul elde edemez. Çünkü en yakın konağı, en uzak konağa varmak için mutlaka geçmesi gerekir. Bu bakımdan dünya, âhiretin tarlasıdır ve dünya hidayet konaklarından bir konaktır. İki konağın en yakını olduğundan dolayı kendisine, en yakın mânâsına gelen dünya ad olarak verilmiştir. Bu bakımdan insanoğlu bu âlemden azıklanmaya mecburdur. Onu bu âleme götüren merkep bedenidir. O halde bedeni beslemek ve korumak mecburiyetindedir. Beden de ancak kendisine uygun gelen gıda ve benzerlerini kendisine vermek sûretiyle korunur. Helâkinin sebeplerinden olan ve kendisine zıt düşen şeyleri kendisinden uzaklaştırmak sûretiyle korunur. Bu bakımdan kalp, bedene gıdayı ulaştırmak için iki orduya muhtaçtır: Biri şehvetten ibaret olan bâtın ordusudur. Diğeri de gıdayı getiren ayak ve elden ibaret olan zâhir ordusudur. Onun için kalpte muhtaç olunacak şehvetler yaratıldı. Şehvetlerin âletleri bulunan âzalar yaratıldı ve böylece kalp, mühlikâtı (yok edicileri) defetmek için de iki orduya muhtaçtır: A)Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusunun mühlikâtları defetmekte kullandığı gazabtır ki bununla düşmanlardan intikam alır. B)Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu el ve ayaktır ki gazabın istediği gibi onlarla çalışır. Bütün bunlar haricî emirlere bağlıdırlar. Bu bakımdan bedenin âzaları silâhlar ve benzerleri gibidir. Sonra gıdaya muhtaç olan bir kimse gıdayı bilmeyince gıdanın şehveti ve ülfiyeti ona zerre kadar fayda vermez. Bu bakımdan gıdayı bilmek için de iki orduya muhtaçtır: 1.Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusu kulağın, gözün, burnun, dokunma hissinin ve zevkin idrâkinden ibarettir. 2.Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu göz, kulak, burun ve diğerleridir. Bunlara nasıl muhtaç olunur ve buradaki hikmet nedir? Bunun ayrıntıları meseleyi uzatır, birkaç cilde dahi sığmaz.Biz Şükür kitabında bunun az bir yönüne değinmiş bulunuyoruz. Kalp ordularının tamamı üç sınıftır: 1.İteleyici ve tergib edici sınıf, ya kalbi şehvetine uygun ve fayda verene teşvik eder veya gazab gibi zararlıyı defetmeye teşvik eder. Bazen de bu teşvikçiye irade denir. 2.İkinci sınıf, bu maksatları elde etmek için âzaları tahrikedendir. Bu ikinci sınıfın adına kudret denir. Kudret insanın diğer âzalarına yayılmış bir ordudur. Öyle ki insanın adalelerine ve adale bağlantısı olan damarlarına kadar yayılmıştır. 3.Üçüncü sınıf, casuslar gibi, şeyleri târif edip idrâk edendir. Bu da göz, kulak, koku,zevk ve dokunma kuvvetidir. Bu kuvvet de belli âzalara yayılmıştır ve buna da İlim ve idrâk´ adı verilir. Bu bâtın orduların her biriyle beraber zâhir ordular vardır. Bu zâhir ordular damar, kan, yağ, et ve kemikten olan âzalardır ki bu âzalar, bu orduların elinde âlet olmak için hazırlanmıştır. Zira çalışma kuvveti sadece parmakladır. Görme kuvveti de ancak gözledir ve diğer kuvvetler de böyledir. Biz burada zâhir ordular (âzalar) hakkında konuşmuyoruz. Çünkü bunlar mülk ve şehâdet âlemindendirler. Biz burada şimdilik sizlerce görünmeyen ve kalbi takviye eden ordular hakkında konuşuyoruz. Bu üçüncü sınıf ki´ bunların arasındaki idrâk edicidir, zâhir konaklarda duran havass-ı hamse (beş duyu; kulak, göz, burun, zevk ve dokunma) ile bâtın konaklarda ki bu bâtın konaklar da dimağın içerisindeki boşluklardır duranlara ayrılır. Bu bâtın konaklarda duranlar da beş tanedir. Çünkü insanoğlu bir şeyi gördükten sonra, iki gözünü kapatır. Gözünü kapatmadan önce, gördüğü o şeyin sûretini idrâk eder ki bu hayaldir. Sonra o sûret insanoğluyla beraber, koruyucusu olduğu için kalır. O koruyucusu da muhâfız askerdir. Sonra insanoğlu idrâk ettiği şeyler hakkında düşünür. Onun bir kısmını diğeriyle birleştirir. Sonra unuttukları varsa onları hatırlar ve onlar geri gelirler. Sonra hayaline görünür mânâların tamamını, görünenler arasında ortak bulunan bir his ile bir araya getirir. Bu bakımdan iç âlemde ortak olan bir his vardır. Bir de tahayyül ve tefekkür vardır. Hatırlama ve hissetme vardır. Eğer ALLAH Teâlâ tahayyül, hatırlama, düşünce ve korunma kuvvetleri yaratmasay´dı, insanoğlunun dimağı, eli ve ayağı bundan boş olduğu gibi, bu özelliklerden de boş olacaktı. O halde bu özellikler de bâtın âleminin ordularıdır. Onların kışlaları da bâtın âlemindedir. İşte buraya kadar saydıklarımız kalp ordularının kısımlarıdır. Bunun izâhı zayıf kimselerin fehmi idrâk etsin diye misaller vermek sûretiyle oldukça uzar. Bu gibi kitapların hedefi, kuvvetlilerin ve önder âlimlerin faydalanmasıdır. Fakat biz, bunları anlayışlara yaklaştırmak için bazı misaller vermek sûretiyle zayıflara anlatmaya çalışacağız. |
Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri
Şehvet ve öfke orduları bazen tam mânâsıyla kalbe itaat ve inkıyad etmektedirler. Böylece kalp, onların bu itaatleri sayesinde, yürüdüğü yolda kendilerinden yardım görür ve aynı yolda onlarla güzelce arkadaşlık yapar. Bazen de kalbe karşı isyan bayrağını kaldırarak karşı gelirler. Öyle ki kalbi elde edip köleleştirirler. Bu takdirde kalbin helâk olması, ebedî saâdete kavuşmak içladığı yolculuğundan geri kalma durumu vardır. Kalbin başka bir ordusu vardır. O da ilim, hikmet ve tefekkürdür. Nitekim bunun izahı ileride gelecektir. Bu ordudan yardım dilemek kalbin hakkıdır. Çünkü bu ordu, ALLAH Teâlâ´nın, şehvet ve gazap ordusuna karşı çıkardığı ordusu ve partisidir. Zira şehvet ve gazap, bazen şeytanın partisine iltihak ederler! Bu bakımdan eğer kalp, ilim, hikmet ve tefekkür ordusundan yardım istemeyi terkederse, kendi nefsine gazap ve şehvet ordularını musallat kılarsa muhakkak helâk olur ve açıkça zarar eder. Halkın çoğunun durumu budur. Zira halkın akılları, şehvetlerinin giderilmesi için şehvanî kuvvetlere musahhar kılınmıştır. Oysa aklın muhtaç olduğu ko-nularda şehvetin akla musahhar kılınması gerekir. Biz bunu, üç misâl vermek sûretiyle senin anlayışına yaklaştırmaya çalışacağız. I. Misâl İnsanoğlunun bedenindeki nefsinin misali ki nefis´ten adı geçen lâtifeyi kastediyorum memleketindeki padişahın misaline benzer. Zira beden, nefsin memleketi, âlemi, istikrar bulduğu yerdir. Âzalar ve kuvvetleri ise, sanatkârlar ve ameller mesabesindedir. Tefekkür ve aklî kuvvet ise, nasihatçi, müsteşar ve akıllı vezir gibidir. Şehvet ise, kötü köle gibidir. Ona yemek ve şehrine azık getirir. Öfke ve gayretkeşlik ise, polis müdürü gibidir. Azığı şehre getiren köle yalancı, hilebaz, kandırıcı ve habistir. Fakat nasihatçi sûretinde görünür. Oysa onun nasihatinin altında korkunç bir şer yatmaktadır. Öldürücü bir zehir vardır. Onun âdeti, hakikî nasihatçi olan vezirin görüşlerinde daima ona karşı çıkmaktır. Öyle ki bir saniye dahi bu karşı çıkıştan geri kalmaz. Nitekim memleketinin tedbîrinde vezîr ile yetinen, onunla istişarede bulunan ve bu kötü kölenin yanıltıcı işaretinden yüz çeviren ve sevabın, bu kölenin görüşüne muhâlif harekette olduğuna kanaat getiren vâlinin işine bu köle karışırsa, polis müdürü tarafından te´dib edilir, vezîre uyması sağlanır, vezirin emrini dinler hâle getirilir ve vezîr vâli tarafından bu habis köleye onun dost ve yardımcılarına musallat kılınır. Öyle ki bu köle, şerre çekici değil, şerden uzaklaştırılan biri olur. Emîr ve düzenleyici değil, memur ve düzene uyan biri olur. Bu takdirde memleketin işleri doğru-düzgün olur ve bu sebepten dolayı adâlet intizamlı yürür. İşte böylece nefis de akıldan yardım talep ettiği zaman, hamiyyetle gazabı edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldığı, gazap veya şehvetin birisinden yardım isteyerek diğerini mağlup ettiği zaman şehvetin muhâlefeti ve kandırılmasıyla gazabın gururunu ve mertebesini azaltır, şehvetin isteklerini çirkin göstermek sûretiyle şehveti gemler ve kahreder. Evet, böyle bir zamanda nefsin kuvvetleri mutedil olur, ahlâkları güzelleşir ve kim bu yoldan dönerse, tıpkı ALLAH Teâla´nın şu ayetinde kötülediği kimse gibi olur: Heva ve hevesini ilah edinen ve ALLAH´ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağın ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? (Casiye/23) Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/176) ALLAH Teâlâ, nefsini hevadan meneden bir kimse hakkında ise şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanına dur(up hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziat/40-41) Bu ordularla mücâhede etmenin ve bu orduların bir kısmını diğerine musallat kılmanın keyfiyeti, Nefsin Riyazeti bahsinde -inşaALLAH- gelecektir. II. Misâl Beden şehir gibidir. Akıl yani insanın idrâk edici kuvveti, o şehri düzene sokan pâdişah gibidir. Onun zâhir ve bâtın havasslardan meydana gelen idrâk edici kudretleri, padişahın askerleri ve yardımcıları gibidir. Bedenin âzaları halk gibidir. Şehvet ve gazaptan ibaret olan ´kötülüğü emreden nefis´ padişahın memleketini elinden almak için onunla çarpışan ve halkını helâk etmeye gayret gösteren düşman gibidir. Bu bakımdan insanoğlunun bedeni, sınır boylarında bulunan kale ve derbentler gibidir. Nefsi ise, o kale ve derbentlerde nöbet bekleyenler gibidir. Eğer bu nöbet bekleyen, düşmanla çarpışır, onu hezimete uğratır, bedenin istediğ gibi mağlup ederse, huzura vardığı zaman, onun yapmış olduğu güzel hareketler övülür. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden oturanlardan üstün kılmıştır. (Nisâ/95) Eğer kaleyi koruyamaz, halkı ihmâl ederse, yaptığı reddedilir ve ALLAH nezdinde kendisinden intikam alınır. Kıyamet gününde ona şöyle denilecektir: Ey kötülük çobanı! Sen eti yedin! Sütü içtin, fakat kaybolana sahip çıkmadın. Yaralıyı tedavi etmedin. Bugün senden in-tikam alacağım.3 Bu mücahede tarzına, Hz. Peygamber´in (s.a) şu hadîsiyle işaret edilmiştir: Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük.4 III. Misâl Aklın misali, avcı bir süvarinin misaline benzer. Şehveti atı gibidir, gazabı köpeği gibidir. Bu bakımdan ne zaman ki süvari usta, atı talimli, köpeği eğitimli ise, böyle bir süvarinin muzaffer olması uygundur. Ne zaman ki süvari haddi zâtında beceriksiz, atı serkeş, köpeği kendi nefsi için avlanır ise, böyle bir süvarinin altında kendisine itaat eden ne koşar atı vardır, ne de işaretiyle avın üzerine göndereceği köpeği vardır demektir. Bu bakımdan böyle bir süvarinin istediği avı yakalaması şöyle dursun, helâk olması kendisinin hâline daha uygun düşer. Süvarinin bilgisizliği,insanın cehaletine misaldir. Hikmetinin azlığına, basiretinin yorulmasına örnektir. Atın serkeşliği, şehvetin galebe çalmasına misaldir. Midenin ve tenâsül uzvunun şehveti ve köpeğin kendi nefsi için avlanması ise, gazabın galebe çalıp istilâ etmesinin misâlidir. ALLAH Teâlâ´dan lûtf-i ilâhîsi ile güzel tevfîkini bize refik eylemesini diliyoruz. 3)imam Irâkî, hadisin aslına rastlamadığını kaydeder. Fakat Ebu Nuaym, Hilye´de bu hadîsi rivayet eder. 4)Beyhakî |
İnsan Kalbinin Özellikleri
Bizim söylediğimizin tamamını, ALLAH Teâlâ insanoğlunun dışında kalan bütün hayvanlara da ihsan etmiştir. Zira hayvanın da şehveti, öfkesi, zâhirî ve bâtınî duyuları vardır. Hatta koyun, gözüyle kurdu görür, kalbiyle onun düşman olduğunu bilir ve ondan kaçar. İşte bu, bâtın idrâkin tâ kendisidir. Bu bakımdan biz burada insanoğlunun kalbine bahşedilen özellik ve hususiyetten bahsedelim. O özellik ki insanoğlunun şerefi ondan dolayı büyüdükçe büyümüş ve ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya müstehak olmuştur. Bu da ilim ve iradeye dönüşmüştür. İlim İlim´den gaye; dünyevî ve uhrevî işleri, aklî hakikatleri kapsayan ilimdir. Zira bunlar mahsusatların (hislerle bilinenlerin) ötesinde bulunan emirlerdir. İnsanoğluna burada hayvanlar iştirâk etmemektedirler. Aksine zarurî ve umumî ilimler, aklî özellikle-rindendir. Zira insanoğlu bir şahsın aynı halde iki yerde olmasının düşünülemeyeceğine hükmeder ve insan bu hükmü her şahıs için yürütür. Oysa insanoğlu bazı şahısları hissiyle idrâk etmiştir. Bu bakımdan onun bütün şahıslar üzerinde böyle hükmetmesi hissiyle idrâk ettiğinden fazladır. Zarurî ilim hakkında bunu anladığın zaman, bu durum diğer nazarîler hakkında daha açık bir şekilde anlaşılır. İrade İnsanoğlu aklen işin sonucunu ve o işteki salâh yolunu idrâk ettiği zaman, maslahat niyetine bir iştiyâk onun zâtından belirir. Maslahat sebeplerini elde etmeye doğru bir şevki olur, onları irâde eder. Bu irâde ise, şehvet irâdesinin dışındadır. Hayvanların irâdesinin de dışındadır. Hatta bu irâde şehvetin tam zıddına olur.Zira şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret eder. Akıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfeder. Şehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meyleder. Akıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hisseder. O menedici kuvvet şehvet değildir. Eğer ALLAH Teâlâ, işlerin sonucunu bilen aklı yaratmış olup, aklın hükmü istikametinde âzaları tahrik ve teşvik edici kuvveti yaratmasaydı, o vakit kesinlikle aklın hükmü zâyi olurdu. Durum bu iken, insanoğlunun kalbi, ilim ve irâde ile hususiyet kazanmış oldu. Hayvanların kalbi ise, bu özellikten mahrumdur. Hatta yaratılışın başlangıcında çocuk da bu özellikten mahrumdur. Ancak bu özellik, erginleşme çağından sonra çocukta oluşur. Şehvet, öfke, zâhir ve bâtınî hassalar ´a gelince, bunlar çocuklarda mevcutturlar. Sonra bu ilimlerin çocukta oluşmasının iki derecesi vardır: Birinci derece, çocuğun kalbi, ilk basamakta bulunan ve zarurî olan diğer ilimleri kapsamaktadır. Muhallerin muhalliğini, zâhirî mümkünlerin mümkünlüğünü bilmek gibi... Bu bakımdan bu husustaki nazarî ilimler asıl değildir. Ancak bu nazarî ilimler, usûl ve imkânı, yakın ve mümkün kılmışlardır. Çocuğun ilimlere izafeten hâli, yazmaktan ancak divit, kâlem ve tertipli değil de tek olan harfleri bilen kâtibin hâline benzer. Çünkü böyle bir kâtip, yazmaya yaklaşmıştır. Fakat daha bilfiil yazmaya varmamıştır. İkinci derece, fikir ve denemelerle elde edilen ilimlerin çocuğa hâsıl olmasıdır. Bu bakımdan o ilimler, çocuk yanında depolanmış gibidir. Çocuk ne zaman isterse, onlara müracaat edebilir. Çocuğun hâli, yazmak hususunda usta olan bir kimsenin hâlidir. Zira böyle bir kimseye, bilfiil yazmasa dahi, yazmaya kudreti olduğundan dolayı kâtip denilmektedir. İşte bu, insanlık derecesinin en son haddidir. Fakat bu derecede sayılamayacak kadar mertebeler vardır. İnsanlar malûmatın çokluk, azlık, şerefli, hasis ve tahsil yolu ile elde edilmesi sebebiyle bu hususta değişik mertebelere sahiptirler. Zira mükâşefe yolu ile, ilâhî bir ilhamla fertlerin bazısına bunlar verilmiştir. Bazı kalplere de öğrenmek ve çalışmakla verilir. Fakat bazı kalpler bunu çabuk, bazı kalpler ise çalışmasına rağmen geç elde eder. Şu makamda âlimlerin, hükemanın, enbiya ve evliyânın mertebeleri değişiktir. Bu bakımdan bu husustaki terakki dereceleri had ve hesaba gelmez, Zirâ ALLAH Teâlâ´nın malûmatının sonu yoktur. Rütbelerin en yücesi peygamber rütbesidir. O peygamber ki ona bütün hakikatler veya hakikatlerin çoğu keşfolunur. Hem de çalışıp yorulmaksızın... Hatta çok kısa bir zamanda ilâhî bir keşifle keşfolunur. Bu saadetin sayesinde mekân ve mesafe ile değil, hakîkat ve sıfatla ALLAH Teâlâ´ya yakın olur Bu derecelerin terakki merdivenleri ALLAH´a doğru gidenlerin menzil ve konaklarıdır. Onların haddi hesabı yoktur. Ancak her sâlih kul, sülûkü esnasında vardığı konağı bilir. O konağı ve arkasında kalan konakları târif edebilir. Önündeki konaklara gelince, onların hakikatlerini ilmen kapsayamaz. Fakat îman bi´l-gayb yönünden onları tasdik eder. Nitekim bizler, nübüvvete ve peygambere iman eder, onun varlığını tasdik ederiz. Fakat peygamberliğin hakikatini ancak peygamber bilir ve nitekim cenîn, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizlik hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarurî ilimleri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî ilimleri bilemez. İşte böyle akıllı bir kimse de ALLAH Teâlâ´nın velî ve peygamber kullarına lütfundan ve rahmetinden vermiş olduklarını bilmemektedir. ALLAH Teâlâ´nın kullarına açmış olduğu rahmeti kapatan hiçbir kuvvet yoktur. Bu rahmet ALLAH´ın kerem ve cömertliğinin gereği olarak bol bir şekilde verilir. Hiç kimseden esirgenmemektedir. Fakat bu rahmet ALLAH´ın rahmetinin kokularına açık bulunan kalplerde açık olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak sizin rabbinizin zamanınızın günlerinde dalgalı dalgalı gelen rahmet kokuları vardır. Dikkat ediniz! Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp, hazır bulunun.6) Bu rahmet dalgalarına kalbi açıp hazır bulundurmak, kalbi temizlemek, kötü ahlâktan hâsıl olan bulanıklık ve pisliği kalpten söküp atmak demektir. Nitekim bunun açıklaması ilerde gelecektir. Hz. Peygamber (s.a) şu hadîs-i şerifiyle ALLAH´ın bu tür cömertliğine işaret etmiştir: ALLAH Teâlâ her gece en yakın göğe (keyfiyeti bizce mâlûm olmayan bir şekilde) iner ve buyurur ki: ´Acaba çağıran var mı ki ben kendisine icâbet edeyim, dileğini kabul buyurayım!6 Rasûlullah´ın rabbinden hikâye ederek söylediği şu hadîs-i şerifle de bu cömertliğe işaret vardır: Muhakkak ki iyilerin benimle buluşmaya iştiyâkı arttıkça arttı. Oysa ben onlarla kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum.7 Bu cömertliğe, ALLAH Teâlâ´nın hadîs-i kudsîde ´Bana bir karış yaklaşana bir zirâ´ yaklaşırım´8 cümlesiyle de işaret edilmektedir. Bütün bunlar şuna işarettir ki, ilimlerin nûrları cimrilikten veya nimet sahibi ALLAH Teâlâ cimrilik ve esirgemeden yücedir, tarafından herhangi bir mâni ile kalplerden perdelenmiş değildir. Fakat ilimlerin nûrları kalpler cihetinden gelen meşguliyet, bulanıklık ve pisliklerden dolayı perdelenmiş olduğu için kalplere giremez. Çünkü kalpler, kaplar gibidir. Kap su ile dolu oldukça hava içine girmez. Bu bakımdan ALLAH´tan başka şeylerle meşgul olan kalplere ALLAH´ın celâlinin mârifeti girmez ve buna Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifiyle işaret edilmiştir: Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Ademoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi.9 Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettir. İlim çeşitlerinin en şereflisi ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiillerinin ilmidir. Bu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanır. İnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedir. Bu bakımdan beden nefsin merkebidir. Nefis ilmin yeridir. İlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktir. Nitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvârisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılır. Bu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştır. Eğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşer. İnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktır. Onlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılır. İnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandır. İnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunur. Çünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidir. Hissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidir. Sûreti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidir. Onun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu bakımdan kim bütün âzalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olur. Madem ki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanır. Ona melek demek, rabbanî demek uygun düşer. Nitekim ALLAH Teâlâ Hz. Yusuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir: Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerîm bir melektir! (Yusuf/31) O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarfederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derekesine düşer. Böyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplar. Hiçbir âza ve hiçbir hâssa yoktur ki ALLAH´a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasın. Nitekim bunun bir kısmının izahı Şükür Kitabı´nda gelecektir. Bu bakımdan kim bu yolda herhangi bir âzasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuştur. Bu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi ALLAH ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidir. Âhiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, âzaları hizmetçi yapmalıdır. Bu bakımdan insanoğlunun idrâk edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidir. Dimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidir. Zira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanır. Meskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidir. Dil de onun tercümanı gibi olmalıdır. Hareket hâlinde olan âzalar onun mektubu gibi olmalıdır. Bu bakımdan onların herbirine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir. Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidir. Diğer âzalar da böyledir. Çünkü o âzalar haber sahipleridir. Bu âlemlerden haberleri toplarlar. Postacı gibi olan kuvve-i hayaliye´ye o haberleri iletirler. Posta sahibi de onu kuvve-i hâfıza dan ibaret olan hazineciye teslim eder. Hazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arzeder. Padişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarır. Padişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, ALLAH´ın nimetinin şükrünü yapmış sayılır. Ne zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tâmirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer âhirettir. Böyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve ALLAH´ın nimetini inkâr etmiş olur. ALLAH´ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan ALLAH´ın hizbini yardımsız bırakmış olur. Böylece gazaba, dünya ve âhiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olur. Biz böyle olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bizim beyan ettiğimiz bu misâle Ka´b´ul-Ahbar işaret ederek şöyle demiştir: Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki: İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtır. Bu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur Bu sözleri işiten Aişe validemiz ´Ben de Rasûlullah´tan böyle duydum´ demiştir.10 Hz. Ali kalplere misâl olarak şöyle demiştir: Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin ALLAH´a en se-vimli geleni en incesi, en sâf ve en dürüstüdür. Sonra Hz. Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; ´Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en sâf ve müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir´. Hz. Ali´nin bu sözü, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetindeki ´Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler´ (Fetih/29) cümlesine ve yine ´O´nun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir´ (Nûr/35) ayetine işarettir. Ubey b. Ka´b şöyle demiştir: Bu ayetin mânâsı ´Mü´min bir kimsenin nûrunun ve kalbinin misâli, içinde çıra bulunan kandil misâline benzer demektir. ALLAH Teâlâ´nın ´Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir´ (Nûr/40) sözü ise, münâfığın kalbi için misaldir´. Zeyd b. Eslem ´Mahfuz ve korunmuş bir levh´dedir´ (Buruc/21) ayetini ´mü´minlerin kalbidir´ şeklinde tefsir etmiştir. Sehl et-Tüsterî ´Kalbin ve göğsün misâli, arşın ve kürsünün misâli gibidir´ demiştir. İşte bunlar kalbin misalleridir. 6)İmam Mâlik, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den) 7)Irâkî´ye göre aslına rastlanmamıştır. Ancak Deylemî bu hadîsi nakleder. 8)Buhârî, Müslim 9)İmam Ahmed 10) Ebu Nuaym, Taberânî |
Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı
İnsanoğlu, yaratılış ve terkibinde dört şüphe ile malûldur. İşte bunun için insanoğlunda dört çeşit sıfat vardır. Onlar yırtıcı, hayvanî, şeytanî ve yırtıcı hayvanların fiillerinden olan düşmanlık, buğz, vurmak ve küfretmekle insanlara hücum etmekten ibaret olan fiilleri ile alâkalıdır. Kendisine şehvet musallat olması bakımından hayvanların oburluk, halislik, şehvetperestlik ve benzeri fiilleri yapar ve yaratılışın hakikati açısından bu rabbânî bir emirdir. Nitekim ALLAH Teâlâ ´De ki: Ruh, RABBİMin emrindendir´ (İsra/85) buyurmuştur. Bu bakımdan insanoğlu nefsi için rububiyet iddia eder. İstilâ ve istivâyı sever. Bütün işlerde müstebidane hareket etmek ve sadece sözün kendisinde bulunmasını, tek başına reis olmayı, tevâzu ve ubûdiyet yularından çıkmayı ister. Bütün ilimlere vâkıf olmayı ister. Hatta ilim, mârifet ve her işin hakikatini bildiğini iddia eder. İlme nisbet edildiği zaman sevinir. Cehle nisbet edildiği zaman üzülür. Oysa bütün hakikatleri bilmek, cebir sûretiyle bütün mahlûkata galebe çalmak, rububiyetin sıfatlarındandır ve insanoğlunda bu vasfı elde etmeye karşı bir hırs vardır. Şehvet ve öfkede hayvanlarla ortak olmakla beraber, idrâk ile hayvanlardan ayrılma özelliği bakımından ise, kendisinde şeytanî sıfat hâsıl olur ve böylece şerir olur. Kendisini hayvanlardan ayıran sıfatını şerrin çeşitli yönlerini elde etmede kullanır. Hile ve aldatma ile hedefine varmak ister. Hayrın yerine şerri ister. İşte bütün bunlar şeytanların ahlâkıdır. Bir de kendisine rabb-ânî, şeytanî, yırtıcı ve hayvanî sıfatlardan dört asıl katışmış olan her insanın -oysa bütün bu vasıflar, kalpte toplanmıştır- sanki derisinde domuz, köpek, şeytan ve bir hekim beraberce bulunurlar! Domuz şehvettir. Zira domuz, renginden, şeklinden ve sûretinden dolayı zemmedilmiş değildir. Aksine oburluğundan, köpekliğinden ve harîsliğinden zemmedilmiştir. Köpek ise öfkedir. Zira yırtıcı hayvan ve dişleyici köpek, sûret, renk ve şekil bakımından yırtıcı ve köpek sayılmış değildir. Aksine onlarda yırtıcılık, saldırganlık ve ısırıcılık mânâsının ruhu vardır da ondan! İnsanoğlunun iç âleminde yırtıcı hayvanın saldırganlığı, öfkesi, domuzun harisliği ve oburluğu vardır. Bu bakımdan domuz,oburluktan ötürü fuhşiyat ve münkeri işlemeye insanoğlunu dâvet eder. Yırtıcı hayvan, öfkeden ötürü zulüm ve eziyet yapmaya dâvet eder. Şeytan ise daimî bir şekilde domuzun şehvetini, yırtıcının öfkesini durmadan körükler, birisini diğeriyle kışkırtır. Yaratılışların îcabı olanı onlara güzel göstermeye gayret eder. Aklın misâli olan hekim ise, şeytanın hilesini ayırt edici basiretiyle keşfedip defetmekle görevlidir. Apaçık ve pırıl pırıl parlayan nûruyla onun desiselerini bilmek ve dolayısıyla köpeği bu domuza musallat kılmak sûretiyle domuzun oburluğunu kırmak ile görevlidir. Zira öfke, şehvetin kabarmasını kırıp söndürür ve yine aklın misâli olan hekim, domuzu köpeğe musallat kılmak sûretiyle köpeğin saldırganlığını defetmekle ve mağlup ederek emrinin altına almakla görevlidir. Eğer hekim bunu yapar ve güç yetirirse iş normale döner, beden memleketinde adalet görünür ve hepsi dosdoğru yol üzerinde yürür. Eğer hekim bunları mağlup etmek-ten âciz kalırsa, bu sefer onlar hekimi mağlup eder ve hizmetlerinde kullanırlar. Artık hekim, daimî bir şekilde domuzu doyurmak ve köpeği razı etmek için çeşitli hilelere baş vurmak ve ince fikirler yürütmek mecburiyetinde kalır. Böylece hekim, daimî bir şekilde köpek ve domuzun hizmetinde bulunur. (Maalesef insanların çoğunun hâli himmetleri, işkembeleri, tenasül uzuvları ve düşmanlara karşı kibir ve gurur cihetine fazlasıyla sarfedildiği için böyledir). Böyle bir insanın, putperestlerin taşlara yapmış olduğu ibadetlerini kınamaları ne tuhaftır. Oysa eğer bu insanın manevî perdesi kalkar ve hâlinin hakikatini görürse ve hâlinin hakikati kendisine -nitekim uyku ve uyanıklık hâlinde ehl-i keşfe görüldüğü gibi- gösterilirse, nefsinin domuzun önünde el bağlayıp bazen domuza secde ettiğini, bazen domuza rükû ettiğini, bazen de domuza itaat ettiğini, emir ve işaretini beklediğini görür. Bu bakımdan domuz, şehvetlerinden herhangi bir şeyi istediği zaman derhal nefsinin domuzun hizmetine koştuğunu ve isteğini hemen yerine getirdiğini müşahede edecektir veya görecektir ki nefsi, saldırgan bir köpeğin önünde el pençe divan durmuştur. O köpeğe ibâdet edici, itaat edici, onun istek ve arzularını dinleyici, ona itaat etmek için çeşitli hileler hakkında inceden inceye düşünücü olduğunu görecektir. Tabiîdir ki domuza veya köpeğe böyle itaat eden nefis, şeytanın sevgisini kazanmak yolunda çaba sarfetmektedir. Zira domuzu harekete geçiren ve köpeği saldırtan ve onları hizmetine koşturan şeytandır! Bu nedenle bu tip bir insan, domuza ve köpeğe itaat ettiğinden ötürü şeytana ibâdet etmiş olur. Bu nedenle her kul, hareket ve sekenelerini, sükûtunu, konuşmasını, kalkışını, oturuşunu gözetmeli ve basiret gözüyle bakmalıdır! Eğer nefsi insaflı ise, bütün gün bunların ibâdetinde koştuğundan başka birşey göremeyecektir. Bu ise, zulmün katmer-lisidir. Çünkü böyle bir insan padişahı köle kılmıştır. Sahibi hizmetkâr, efendiyi kul, gâlibi mağlup kılmıştır. Çünkü efendi, galebe ve istilâya müstehak olan akıldır. Oysa bu insan, aklın domuz, nefis ve şeytana hizmetçi kılmıştır. Madem ki böyle yapmıştır, şek ve şüphe yoktur ki bunların taatinden onun kalbine, kalbi kaplayan birtakım sıfatlar yerleşecek, öyle ki kalp o kötü sıfatlardan ötürü mühürlenecek ve öldürücü ve helâk edici bir pas olarak kalbin yüzüne o sıfatlar sürülecektir. Şehvet domuzunun taatine gelince, bundan hayâsızlık, pislik, israf, cimrilik, riya, utanmazlık, boş bulunmak, harislik, oburluk, yağcılık, hased, kin, başkasının musibetine sevinmek ve benzeri çirkin sıfatlar doğar. Öfke köpeğinin tâatine gelince, o tâatten de kalbe şu sıfatlar yayılır; tehevvür, rezalet, kibir, ucub, öfkeden yırtılmak, gurur, enaniyet (egoistlik), alay, küçük görme, halkı hakir görmek, şerri istemek, zulmün şehveti ve benzerleri... Şehvet ve öfkeye itaat etmek sûretiyle şeytana yapılan ibâdete gelince, bu ibâdetten, kalpte şu sıfatlar oluşur: Mekr (hile), kandırmak, hilebazlık, şeytanî kurnazlık, cür´etkârlık, göz boyayıcılık, insanları birbirine düşürmek, saman altından su yürütmek, sinsilik ve benzerleri... Eğer iş tersine çevrilirse, bütün bunlar rabbânî sıfatın emri altına sokulup, mağlup edilirse, bu takdirde kalpte rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn, şeylerin hakikatlerini ihata etmek, işlerin künhüne vâkıf olmak, ilim ve basîret sayesinde hepsini istilâ etmek, ilmin kemâli ve celâli için bütün halkın öncülüğüne müstehak olmak gibi sıfatlar yerleşecektir ve bu takdirde şehvet ve öfkeye ibâdet etmekten müstağni olacaktır ve şehvet domuzunu zaptetmek, onu îtidal sınırında durdurmak için kalpte şerefli sıfatlar oluşacaktır. İffet, kanâatkârlık, sükûnet, zâhidlik, verâ, takvâ, inbisat, güzel görünüş, hayâ, zarafet, yardımseverlik ve benzerleri gibi... Yine bu takdirde kalpte öfke kuvvetinin zaptı ve mağlup edilmesi mümkün olacaktır ve bu saldırgan kuvveti gerekli olan duruma şu sıfatlar dönüştürecektir: Şecâat, cömertlik, yardıma koşmak, nefsi zaptetmek, sabır, ilim, zahmetlere katlanmak, affetmek, musibetler karşısında tınmamak, yüksek hedeflere doğru atılmak azmi, şehamet, vekar ve benzerleri... Bu bakımdan kalp, kendisine tesir eden bütün bu şeyler tarafından kaplanan bir ayna hükmündedir. Şu eserler ardı kesilmeksizin kalbe doğru akıp giderler. Bizim zikrettiğimiz güzel eserlere gelince; onlar kalp aynasının cilâsını, revnakını, nûr ve ziyasını daha da arttırırlar. Öyle ki hakkın tecellisi orada pırıl pırıl parlar. Dinde güzel olan işin hakikati o kalpte keşfolunur. İşte Hz. Peygamber (s.a) böyle bir kalbe şu hadîs-i şerifîyle işaret etmiştir: ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irâde ettiği zaman, onun kalbinde, ona va´zedici bir kuvvet yaratır.11 Kimin kalbinde ona va´zedici bir kuvvet varsa, ALLAH´tan o kimsenin üzerinde onu koruyucu bir kuvvet var demektir.12 Hadîste bahsi geçen bu kalp, öyle bir kalptir ki ALLAH´ın zikri orada istikrar bulur. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Dikkat ediniz! ALLAH´ın zikriyle kalpler itminan bulur´ (Ra´d/28) buyurmuştur. Kötü eserlere gelince, o eserler kapkaranlık bir duman gibi kalbin aynasına yükselir, zaman zaman onu karartıp simsiyah yapıncaya kadar onun üzerine yerleşir ve böylece kalp tamamen ALLAH´tan gâfil olur. İşte perdeli ve mühürlenen kalp budur ve ALLAH Teâlâ´nın ´Hayır! Doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır´ (Mutaffifîn/14) ve ´Eğer biz dilemiş olsaydık, öncekiler gibi bunlara da günahlarının cezasını verirdik. Fakat biz kalplerinin üzerlerini mühürleriz de onlar gerçeği işitmezler´ (A´raf/100) ayetlerinde görüldüğü gibi, kalbin hak ve hakikati dinlememesi, günahlardan ötürü mühürlenmeye bağlanmıştır. Nitekim ALLAH Teâlâ, dinlemeyi de başka bir ayetinde takvâya bağlayarak şöyle buyurmuştur: ALLAH´tan korkun ve emirlerini dinleyin! (Mâide/108) ALLAH´tan korkun! ALLAH size ilim öğretiyor. ALLAH her şeyi kemâliyle bilicidir.(Bakara/282) Günahlar ne zaman teraküm ederse, kalpler mühürlenir ve o zaman hakikati idrâk etmekten, dinin salâhını bilmekten kalp körleşir. Ahiret işini hafife alır. Dünya işini oldukça büyük telâkki eder. Bütün himmetini dünyaya sarfeder. Kulağına âhiret işi ve âhiretteki tehlikeler geldiği zaman, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Kalpte istikrar bulmaz. Kendisini tevbeye ve kusurlarını telâfi etmeye doğru itmez. İşte onlar o kimselerdir ki âhiretten kâfirlerin, ölülerin dirilmesinden ümitsiz oldukları gibi ümitsizdirler´. Evet! Kalbin günahlarla kararmasının mânâsı budur. Nitekim bu durumu Kur´an ve Sünnet açıkça beyan etmiştir. Meymun b. Mehran şöyle demiştir: ´Kul herhangi bir günah işlediği zaman, onun kalbinde simsiyah bir nokta yazılmış olur. Ne zaman günahtan elini çekip tevbe ederse, kalbi kalaylanıp tertemiz olur. Eğer ikinci defa günah işlerse o siyah nokta, kalbini kaplayıncaya kadar fazlalaşır. İşte ayette bahsi geçen rân budur´. Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´minin kalbi tertemizdir. O kalbin içinde pırıl pırıl yanan bir lâmba vardır. Kâfirin kalbi simsiyah ve baş aşağı dönüktür.13 Şehvetlere muhalefet etmek sûretiyle ALLAH´a itaat kalbi temizler. Günahlar ise kalbi karartırlar. Bu bakımdan günaha yönelen bir kimsenin kalbi kararır. Günahın akabinde sevap işleyen bir kimsenin kalbinden ise, günahın eseri silinir, kalp kararmaz, sadece kalbin nûru azalır. Tıpkı üzerine üflenen, sonra silinen ayna gibi. Böyle bir ayna karanlıklardan boş değildir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. (s.a) şöyle buyurmuştur. Kalpler dört sınıftır: 1.Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu kalp mü´minin kalbidir. 2.Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdır. Bu kalp kâfirin kalbidir. 3.Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptir. Bu kalp münâfığın kalbidir. 4.Açık bir kalptir ki orada hem iman, hem de nifak bulunur. O kalpteki imanın misâli, baklanın misâline benzer. O baklaya tatlı su yardım eder. Oradaki nifakın misâli ise,çıbanın misâline benzer. O çıbanın gelişmesine irin ve sarı su yardım eder. Bu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir.14 Hadîsin diğer bir rivayetinde ´O kalpte hangi madde galipse, kalbi o kapıp götürür´ buyurulmuştur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulur. Şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201) İşte görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, kalbin cilâlanmasının ve kusurlarının telâfi edilmesinin ancak zikirle elde edildiğini haber vermektedir. Bunu da ancak muttakîlerin elde edeceğini bildirmektedir. Bu bakımdan takvâ, zikrin kapısıdır. Zikir de keşfin kapısı, keşif ise en büyük zaferin kapısıdır. En büyük zafer de ALLAH´la mülâki olmaktır. 11)Deylemî 12)Irâkî aslına rastlamadığını kaydeder. 13)İmam Ahmed, Taberânî 14)İmam Ahmed, Taberânî |
İlm´e Nisbetle Kalbin Hâli
İlm´in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece burada üç husus vardır: 1.Kalp 2.Şeylerin hakikatleri 3.O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir. Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir. Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise... 1.Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce,demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır. 2.Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir. 3.Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi. 4.Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır. 5.İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır. İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar: I.Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez. II.Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır: Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır! Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir.Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde ALLAH´ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki ALLAH, iyilik yapanlarla beraberdir´ (Ankebût/69). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder. III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî... Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz? IV.Hicab dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç,onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur. V.Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir. Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi... Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman, onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir. Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle işaret edilmiştir: Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.(Ahzab/72) Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahudi veya hiristiyan veya putperest yapar.15 Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır.O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde ALLAH´ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı.16 Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer´den (r.a) rivayet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle soruldu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH nerededir? Yerde mi, gökte mi?´ Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Mü´min kullarının kalplerinde!´17 Bir hadîs-i kudsî´de ALLAH Teâlâ´nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve mü´min kulumun kalbi istiâb etti.18 Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?´ diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır: -Her mü´minin kalbi mahmûmdur! -Kalbi mahmûm olan da ne demektir? - Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz mü´min demektir!19 İşte bunun için Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Kalbim RABBİMi gördü!´ Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle ALLAH arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve ALLAH´ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta ALLAH´tan ve O´nun fiillerinden başka birşey yoktur. O´nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. ALLAH Teâlâ´nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir: ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm´a açar, gönlüne genişlik verir.(En´am/125) ALLAH´ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o ALLAH´ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.(Zümer/22) Bu tecelli ve bu imanın üç mertebesi vardır: I.Avâmın imanıdır. Bu iman katıksız taklidî bir imandır. II.Kelâmcıların imanıdır, Bu iman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın imanı derecesine yaklaşır. III.Ariflerin imanıdır, Bu iman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır. İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd´in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır: I.Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın imanı gibidir. Zira halk tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden ALLAH´ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu iman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu imanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahudi ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir. Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır. Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş olduğu içindir. II.Senin, evinin içinde konuşan Zeyd´in konuşmasını ve sesini işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd´in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin imanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd´in içeride olduğuna dair sadece ´Zeyd içeridedir´ demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen ´Zeyd içeridedir´ denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi ´bu ses o şahsın sesidir´ diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür iman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez. III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de iman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların imanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar. İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd´i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek.... Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek... Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd´in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd´in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir. İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd´i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu ALLAH bilir! 15) Buhârî, Müslim 16)Daha önce geçmişti. 17)Taberânî 18)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivayet etmiştir 19)İbn Mâce |
Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına Nisbeten Hâli
Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer´î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır. Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma), hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer ´Yakîn sebebini bilmemektedir´ dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin ALLAH olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî), diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen)... Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi... Birinci akıl, Hz. Peygamber´in Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır: Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi ALLAH yaratmış değildir.20 İkinci akıl, Hz. Peygamberin Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir: Ya Ali! insanlar ALLAH´a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21 Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle ALLAH´a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle ALLAH´a yaklaşır. Fakat Hz. Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip ALLAH´a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer. Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine ALLAH tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. ALLAH onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır... Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5) ALLAH´ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz... O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için ALLAH Teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur. Gördüğünü kalp tekzib etmedi. (Necm/11). İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti de te´vil edilmelidir Biz İbrahim´e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun!(En´am/75) ALLAH Teâlâ buradaki ´göstermekten´ zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hz. İbrahim´in özelliği değildir ki bununla ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46) Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır.(İsrâ/72) İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (s.a) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da ALLAH´ın Kitabı´nı okumak, Hz. Peygamber´in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet´in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de... Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi... Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır... Sadece akıl buna yetmez... Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur´an ve Sünnet´in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer´i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan´ ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer´î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi... Aklî ilimlerin şer´î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan ALLAH´a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer´î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer´î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa ALLAH´ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: ´Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?´ Ev sahipleri kendisine derler ki: ´O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun´. İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı´nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) dünya ve ahiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün´. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22) Hasan Basrî, va´zlarının birinde şöyle demiştir: ´Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!´ Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir!(Yunus/7) Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.(Rûm/7) Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur.(Necm/29-30) Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak ALLAH Teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da ´Rûh´ul-Kudüs´ ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar. 20)Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir 21)Ebu Nuaym 22) Bezzar, (Enes´ten zayıf olarak); Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak); İbn Adîy´e göre bu ri-münker´dir. |
İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı
Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştır. Çünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadır. Duyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilir. Biz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız. Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya... Beş duyu da nehirlere... Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. Bu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın! Eğer ´İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?´ dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendir. Muamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yok-tur. Açıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdır. Hatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdır. Nasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden ALLAH da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştır. Sûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet eder. Çünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görür. Hatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olur. Faraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktır. Sanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi... Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz eder. Kalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olur. Kalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygun-dur. Mevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundur. Sanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır: 1.Levh-i mahfuz´daki varlık. Bu varlık, cismanî varlıktan öncedir. 2.Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî varlık gelir. 3.Bunu da hayalî varlık takip eder. Hayalî varlıktan gaye; sûretinin hayaldeki varlığı demektir. 4.Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelir. Aklî varlıktan maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdır. Bu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdir. Ruhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidir. Bu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab´ olunur. Histeki varlığından bir varlık hayale sirayet eder. Hayalden bir varlık kalbe gelir. Çünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesin. Eğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktı. Kalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri,kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir ALLAH´ın şânı ne yücedir! Biz maksud olan hedefimize dönelim. Kalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuz-dan ileri gelir. Nasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa... Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlar. Böylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzer. Görünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz´u seyretmesine perde olmaktadır. Nitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi... Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır: 1.Melekût âlemine açılan kapı. Melekût âlemi, ´levh-i mahfuz´ ve ´melekler âlemi´ demektir. 2.Beş duyuya doğru açılan kapı. O duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlar. Şehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirler. Duyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildir.Melekût âlemine ve levh-i mahfuz´un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâ- zide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursun. Bu kapı, ancak ve ancak ALLAH Teâlâ´nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: -Müferridler yarışı kazandılar. -Ya RasûlALLAH! Müferridler de kimlerdir? -O kimselerdir ki ALLAH´ın zikrine bütün varlıklarıyla dalmışlardır. O´ndan başkasıyla konuşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyamete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir.25 Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Acaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu? Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarım. Buna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar.26 Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdır. Bu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelir. Hikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelir. O kapılar ki mülk âlemine açılmışlardır. Kalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildir. İşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir. İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirir. İki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidir. Zira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlar. Sûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlar. Hikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündüler. Neticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldı. Bunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılar. Çinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söylediler. Fakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti. ´Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?´ diye şaşkına döndü. Çinlilere ´Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?´ dedi. Çinliler de ´Sizi ilgilendirmez. Siz perdeyi kaldırınız´ dediler ve böylece perde kaldırıldı. Gördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştu. Sikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmişti. İşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidir. Hükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir. İş nasıl olursa olsun, müslümanlarm kalbi ölmez. Ölüm çağında onun ilmi imhâ edilmez. Kalbinin saflığı bulanmaz. Nitekim Hasan Basrî (r.a) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: ´Toprak, imanı yiyemez. Aksine toprak ALLAH´a yaklaşmanın bir vesilesi olur´. Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemez. Saadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olur. Nitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi... Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindir. Saidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve iman değişikliğine göredir. Nasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledir. Bu bakımdan mârifetler nûrlardır. Mü´minler ALLAH´ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: O gün mü´min erkekleri mü´min kadınları nûrları önle-rinde ve sağlarında koşuyor görürsün!(Hadid/12) Nitekim şöyle bir rivayet de nakledilmiştir: Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilir. Bir kısmına daha küçük nûr verilir. Hatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilir. O nûr bazen ışık verir, bazen söner. Işık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürür. Söndüğü zaman olduğu yerde kalır. Mü´minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçer. Ayağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yü-züstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürür. Bir eli çeker, diğer eli sarkıtır. Onun etrafına ateş isabet eder. Kurtuluncaya kadar bu durumda kalır.27 İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirler. Eğer Ebubekir´in imanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin imanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelir. Bu hüküm, Hz. Peygamber´in şu sözüne de benzer: ´Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar´. Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidir. Sıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibi-dir. Peygamberlerin imanı ise, güneş gibidir. Nasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilir. Melekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder. Kıyamet gününde ´Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar imanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!´ denir.28 Bütün bunlar iman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. İmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettir. Bu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmez. Girse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilir. Yine işaret eder ki kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir. Mü´min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun! Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde ALLAH´ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.(Alu İmran/139) Mü´minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden ALLAH Teâlâ böyle ferman buyurmuştur. Buradaki mü´minden gaye taklidçi mü´min değil, ârif mü´mindir. ALLAH sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.(Mücâdele/1l) ALLAH Teâlâ bu ayette mü´minlerden ilimsiz olarak ALLAH´ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştır. ALLAH Teâlâ´nın bu ayırması delâlet eder ki mü´min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin! İbni Abbas ´Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır´ ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: ´ALLAH mü´min âlimi, âlim olmayan mü´minden yediyüz derece daha üstün tutmuştur. Bu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır´. Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardır. İlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir.29 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir.30 Diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: ´Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir´. İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredir. Bunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuştur. Zira ALLAH´ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür. Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görür. Bu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidir. Bunların ikisi de zengindir. Fakat aralarındaki fark pek büyüktür. Bundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür! 25)Müslim (Ebu Hüreyre´den) 26)Müslim ve Hâkim 27) Taberânî 28)Taberânî 29)Daha önce geçmişti. 30)Tirmizî (Ebu Umâme´den) |
Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet´i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Eder
İlham yoluyla ve bilmediği bir yönden kalbe gelmek sûretiyle -az da olsa- kendisine birşey keşfolunan bir kimse, tasavvuf ehlinin yolunun doğru olduğunu bilen bir ârif olur. Hiç bir zaman nefsinde bunu idrâk etmeyen bir kimsenin kalben bunu tasdik etmesi uygundur. Çünkü buradaki marifet derecesi cidden pek nadirdir. Bunun hakikatine şer´î deliller, tecrübeler ve hikâyeler şahitlik etmektedirler. Şer´î delillere gelince, onlardan biri şu ayet-i celîledir: Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69) Bu nedenle öğrenmeksizin, ibadete devam etmekten ötürü kalpte oluşan her hikmet keşif ve ilham yoluyla olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediğinin ilmini ihsân eder. Cennete müstehak oluncaya kadar onu çalıştığı sahada muvaffak kılar. Bildiğiyle amel etmeyen bir kimse ise bilmediğinde şaşkına döner ve çalışma sahasında muvaffak olamaz. Dolayısıyla ateşe müstehak olur.31 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Kim de ALLAH´tan korkarsa, ona (darlıktan) genişliğe bir çıkış yolu ihsân eder.(Talâk/2) Yani ALLAH Teâlâ müşkilât ve şüphelerden çıkmak için kendisine bir yol ihsân eder, öğrenmeksizin ona bir ilim öğretir, tecrübe olmaksızın kendisini tecrübe sahibi yapar. Ey müminler! Eğer ALLAH´tan korkarsanız, O size hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış verir.(Enfal/29) Bazı müfessirler ´Bu anlayıştan gaye, hak ile bâtılı ayırdedecek bir nûrdur´ demişlerdir. Kişi bu nur vasıtasıyla şüphelerin içinden çıkar ve bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) duasında ALLAH´tan çokça nûr isteyerek şöyle dua etmiştir: Ey ALLAHım! Bana nûr ver, nûrumu artır. Kalbimde bana bir nûr kıl! Kabrimde bana bir nûr kıl! Kulağımda nûr, gözümde nûr kıl! Hatta devamla şunu da buyurmuştur: Kıllarımda, derimde, etimde, kanımda ve kemiğimde nûr kıl!32 ALLAH´ın İslâm dini için kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o rabbinden bir hidayet üzeredir.(Zümer/22) Bu ayet-i celîle´de geçen genişlik ´ten gayenin ne olduğu Hz. Peygamber´e sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: Nûr bir kalbe atıldığı zaman, göğüs oldukça genişleşir ve inşiraha kavuşur.33 Hz. Peygamber, İbn Abbas için şöyle demiştir: Ey ALLAHım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona Te´vîl´i öğret!34 Hz. Ali (r.a) der ki: ´Biz ehl-i beyt´in yanında Hz. Peygamberin gizlice bize teslim ettiği herhangi birşey yok! Ancak ALLAH´ın kuluna verdiği anlayış vardır´. Hz. Ali´nin sözünde bahsi geçen kulun anlayışı öğrenmekle değildir. ´Hikmeti dilediğine verir´ (Bakara/229) ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Bu hikmetten gaye ALLAH´ın Kitabı´nda anlayış sahibi olmaktır´. ´Biz o meselenin hükmünü Süleyman´a bildirdik´. Hz. Süleyman´a (a.s) keşif yoluyla görünen hakîkat ´fehm´ kelimesiyle tahsis edilmiştir. Ebu Derdâ şöyle der: ´Mü´min o kimsedir ki incecik bir perdenin arkasından ALLAH´ın nûruyla bakar. ALLAH´a yemin ederim! ALLAH hakîkati onun diliyle söyletir´. Mü´minin ferâsetinden sakınınız! Çünkü mü´min, ALLAH´ın nûruyla bakar!35 Seleften biri şöyle demiştir: ´Mü´minin zannı kehanettir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri vardır. (Hicr/75) Biz kesinlikle inanan bir kavim için ayetleri beyan ettik. (Bakara/118) Hasan, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder: İlim iki kısımdır: Bir bâtın ilim vardır ki kalpte saklıdır. İşte en fazla fayda veren ilim odur.36 Bazı âlimlerden ´bâtın ilmin´ ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demişlerdir: ´ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. ALLAH Teâlâ o sırrını dostlarının kalbine atar. O sırra ne bir melek, ne de bir insan muttali olabilir´. Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki benim ümmetimde ilham alanlar, öğretilenler ve kendileriyle konuşulanlar vardır ve muhakkak ki Ömer de bunlardan biridir.37 İbn Abbas ´Senden önce hiçbir peygamber göndermedik´ (Enbiya/25) ayetinin hemen akabinde ´Nebî ve ilham alan da göndermedik´ ibaresini eklemiştir. İbn Abbas ´ilham alanlar´ dan sıddîkları kastetmiştir. Hadîste ve İbn Abbas´ın sözünde geçen ´Muhaddes´ kelimesi ´ilham alan´ mânâsına gelir. İlham alan o kimsedir ki dâhilî cihetten onun kalbinin bâtınında ona hakîkat keşfolunmuştur. Hariçten ve mahsusat cihetinden değil... Kur´an, takvânın hidayet ve keşif anahtarı olduğunu açıkça belirtmektedir.Bu ise öğrenmeksizin elde edilen bir ilimdir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ALLAH´ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, ALLAH´tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır.(Yunus/8) Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, ALLAH´tan korkan muttakîleri bu delil ve ibretlerden anlayan kimseler olarak ilân etmektedir. Yine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: İşte Kur´an-ı Kerîm´de olan bu kıssalar bütün insanlar için hak sözü açıklamadır ve ALLAH´tan korkanlar için de bir öğüt!(Âli İmran/138) Ebu Yezid ve bir başka âlim der ki: ´Âlim, kitaptan birşeyler ezberleyen değildir. Çünkü ne zaman ezberlediklerini unutursa câhil kesilir. Aksine âlim o kimsedir ki istediği vakitte ezberlemeksizin ve ders okumaksızın ilmini rabbinden alandır´. İşte rabbânî âlim, bu âlimdir! Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan bir ilim öğretmiştik!(Kehf/65) Bütün ilimler ALLAH´ın nezdinden gelmesine rağmen ilimlerin bir kısmı insanların öğretmesi vasıtasıyla olduğundan ona ´ledünnî ilim´ denilmez. Bilakis ´ledünnî ilim´ o ilimdir ki hariçten gelen ve bilinen bir sebep olmaksızın kalpte açılıp inkişaf eder. İşte bunlar naklî delillerdir. Eğer bu konuda gelen ayet, haber ve eserlerin tamamı bir araya getirilirse hadde hesaba sığmaz. Tecrübelerle bunu görmeye gelince, bu da hesaba sığmayacak kadar çoktur. Sahabîler, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerde meydana gelmiştir. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) vefat edeceği zaman, kızı ve mü´minlerin vâlidesi Hz. Aişe´ye şöyle demiştir: ´Ancak onlar senin iki kardeşin ve iki kız kardeşindirler´. Ebubekir Sıddîk bu sözü söylediği zaman hanımı hamile idi ve bir müddet sonra bir kız doğurdu. İşte görüldüğü üzere, Ebubekir Sıddîk, hanımının doğumundan önce karnındaki yavrunun kız olacağını bilmiştir. Hz. Ömer (r.a), hutbesinin ortasında şöyle haykırdı: ´Ey Sâriye! Dağa, dağa koş!´ Çünkü Hz. Ömer´e keşfolundu ki düşman, dağın tepesine çıkmaktadır. Bunu bildiğinden dolayı kumandanı Hz. Sâriye´yi bundan sakındırdı. Hz. Ömer´in sesinin Sâriye´nin kulağına gitmesi büyük kerâmetlerdendir.38 Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Ben yolda giderken bir kadına rastladım ve keskin bakışlarla ona baktım. Kadının güzelliği hakkında düşündüm ve böylece Hz. Osman´ın huzuruna girdim. Osman (r.a) beni görünce şöyle dedi: ´Sizden herhangi biriniz, iki gözünde zinanın eseri açıkça görüldüğü halde huzuruma giriyor! Ey Enes! Sen bilmez misin? Gözlerin zinası, nâmahrem bir kadına bakmaktır. ALLAH´a yemin ederim, ya sen bu günahtan tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağını!7 Bu söz üzerine ben şöyle îtirazda bulundum: -Hz. Peygamber´den sonra vahy var mıdır? -Hayır! Ondan sonra vahy yoktur. Fakat bâsiret, burhan ve doğru feraset vardır. (Yani ben basiret ve ferâsetimle bunu anladım). Ebu Said el-Harraz´dan şöyle rivayet ediliyor: Mescid-i Harâm´a girdim, orada sırtında iki hırka olan bir fakir gördüm. İçimden şunları geçirdim: Bu ve benzeri kimseler, halkın sırtından geçiniyorlar, halkın boynunda asalaktırlar! Derhal bana döndü ve dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH senin içinden geçeni biliyor! O halde ALLAH´ın kahrından kork!´ Bunun üzerine ALLAH´tan af talep ettim. Tekrar bana haykırdı ve dedi ki: ´Ey kişi! Kulun tevbesini kabul eden O´dur!´ Sonra benim gözümden kayboldu ve kendisini bir daha da görmedim. Davud´un oğlu Zekeriyya der ki: Mesruk´un oğlu Ebu Abbas, hasta olan ve Haşim soyundan gelen Ebu Fadl´ın yanına gitti. Ebu Fadl denilen bu zat, aynı zamanda çoluk çocuk sahibi idi ve belli bir geliri de yoktu. Ebu Abbas der ki: Ziyaretinden kalkıp çıkmak istediğim zaman içimden şöyle dedim: ´Bu kişi nereden yiyor?´Arkamdan şöyle bağırdı; ´Ya Ebu Abbas! Bu kötü töhmeti kalbinden at! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın gizli olan nice lûtufları vardır´, Ahmed en-Nakib der ki: Ebubekir eş-Şiblî´nin huzuruna girdim. Beni görünce dedi ki: ´Ya Ahmed! Fitnelendik!´ Ben ´Durum nedir?´ diye sorunca dedi ki: "Oturuyordum. Kalbimden ´sen cimrisin´ diye geçti´. Dedim ki: ´Ben cimri değilim´. İkinci bir defa aynı şey hatırımdan geçti: ´Sen cimrisin´. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki: ´Bugün bana ne gelirse, ilk rastladığım fakire onu vereceğim´. Şiblî devamla dedi ki: Kalbimden geçen bu söz henüz tamam olur olmaz, baktım ki halifenin hizmetçilerinden Mü´nis´in bir arkadaşı huzuruma girdi. Beraberinde elli dinar vardı. Bana dedi ki: Bunu maslahatına sarfet! Bunun üzerine ben kalktım, o elli dinarı aldım. Dışarı çıktım, baktım ki iki gözünden âma bir fakir bir berberin önünde oturmuş, başını traş ettirmekte... ona yaklaştım ve elli dinarı eline uzattım. Bana dedi ki: ´Bunu berbere ver!´ Dedim ki: ´Onun hakkı şu kadardır!´ Bunun üzerine âma zat bana şöyle dedi: "Biz daha önce sana ´sen cimrisin´ demedik mi?" Bu söz üzerine parayı berbere uzattım. Berber bana ´Bu fakir benim önümde oturduğu zaman aramızda ücret almayacağımıza dair sözleştik´. Şiblî der ki: Bu durum karşısında kalınca parayı Dicle´ye fırlattım ve dedim ki: ´Seni aziz eden bir kimse muhakkak ALLAH tarafından zelîl edilmiştir´. Abdullah el-Alevî´nin oğlu Hamza diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´nin39 huzuruna girdim. Ona selâm vermek ve onun evinde birşey yemeden çıkıp gelmek niyetindeydim. Evinden çıktığım zaman baktım ki, arkamdan bir kap yemek yetiştirdi ve dedi ki: ´Ey genç! Sen artık bu saatte o kalbindeki niyetin dışına çıkmış bulunuyorsun! Onun için ye!´ Ebu Hayr et-Tinânî denilen zat, kerametlerle şöhret bulmuştu. İbrahim er-Rukkî diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´ye selâm vermek maksadıyla gittim. Akşam namazı oldu, nerede ise doğru dürüst Fâtiha´yı sonuna kadar okuyamayacak bir durumdaydı. İçimden dedim ki: ´Benim´ buraya kadar gelişim boşuna gitti!´ Selâm verdiğim zaman abdeste çıktım. Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti. Ben Ebû Hayr´ın yanına geri döndüm ve kendisine dedim ki: ´Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti´. Bu söz üzerine dışarı çıktı ve o yırtıcı hayvana ´Sana, benim misafirlerime karışma demedim mi?´ Bu söz üzerine arslan geri geri çekildi. Ben de abdest alıp eve dönünce Ebu Hayr şöyle dedi: ´Siz dışınızı düzeltmeye çalışmışsınız! Fakat arslandan korkuyorsunuz. Biz de iç âlemimizi düzeltmeye çalışmışız. Arslan bizden korkuyor´. Meşâyih-i kirâmın ferâsetinden, halkın inancını okuyuşlarından ve birçok kimsenin kalbinden geçirdikleri niyetleri keşfedişleri hakkında gelen hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Hatta onların Hızır´ı görmeleri, Hızır´dan sormaları, gaybdan gelen sesleri işitmeleri ve kerametlerin diğer türleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat inkâr eden, nefsinde bu durumu müşahede etmedikçe bu hikâyeler kendisine fayda veremez. Aslı inkâr eden bir kimse tafsilâtı da inkâr eder. Kesin delil odur ki hiç kimse tarafından inkâr edilmez, bunlar iki tanedir. 1.Doğru rüyaların acaiplikleridir. Zira doğru rüyalarla gayb âlemi keşfolunur. Madem ki bu uyku halinde caizdir ve oluyor, öyleyse uyanıklık halinde de olması muhal değildir demek olur.Çünkü uyku ancak beş duyunun durmasıyla uyanıklıktan ayrılır.O duyuların görünen şeylerden ilgisini kesmesiyle uyku uyanıklıktan ayrılır. Oysa nice uyanık kimseler vardır ki oldukça dalmış, ne dinler, ne de görür! Çünkü nefsi ile meşguldür. 2.Hz. Peygamber´in gaybdan ve gelecekte olacak şeylerden haber vermesidir. Nitekim Kur´an bu durumu kapsamaktadır. Madem ki peygamberle gaybdan ve gelecekten haber vermek caiz ve mümkündür, öyleyse başkalarının da gaybdan haber vermesi caiz ve mümkün demektir. Çünkü peygamber (a.s) işlerin hakikatine vâkıf ve halkın ıslahıyla meşgul olan bir şahıs demektir. Bu bakımdan dünyada işlerin hakikatini keşfedip halkın ıslahıyla meşgul olmayan başka bir şahsın varlığı muhal değildir. Bu ikinci şahsa ´Peygamber´ denilmez, ´Velî´ denir. Kim peygamberlere inanır, doğru rüyayı tasdik ederse, şeksiz ve şüphesiz kalbin iki kapısı olduğuna inanması gerekir. Bu kapılardan biri,duyulardan ibaret olan ve dışa açılan kapıdır. İkincisi kalbin dahilinde melekûta açılır. Bu iç kapı ilham, kalbe üfürme ve vahy kapısıdır. Ne zaman ki kişi bu iki kapıyı tasdik ederse, bu takdirde ilmi sadece öğrenmek ve bilinen sebeplere öğrenmeyi hasretmek onun için mümkün değildir. Hatta mücahede etmenin de ilme varan bir yol olmasını caiz görür. İşte bu hüküm, bizim söylediklerimizin hakikatine dikkati çekmektedir. O söylediklerimiz de şehâdet ve melekût âleminin arasındaki kalbin acaip bir şekilde tereddüdüdür. İşin rüyâ âleminde tabire muhtaç olan bir misâl şeklinde keşfolunmasının ve böylece peygamberlere ve velîlere çeşitli şekillerde görünmesinin sebeplerine gelince, bunlar da kalp acâipliklerinin esrarındandır. Bunu izah etmek, mükâşefe ilmine dâhildir. Bu bakımdan biz söylediklerimizle kalalım. Çünkü söylediklerimiz, mücâhedeye teşvik ve mücâhede yoluyla keşfi elde etmeye teşvik hususunda yeterlidir. Keşif erbabından biri dedi ki: ALLAH´ın meleği bana göründü! Melek benden kendisine, tevhidî müşahedemden gelen gizli zikrimden birşeyler okumamı istedi ve devamla melek bana dedi ki: -Biz senin herhangi bir amelini yazmıyoruz. Oysa biz istiyoruz ki seni ALLAH´a yaklaştırıcı bir amelini ALLAH´ın huzuruna yükseltip götürelim. -İkiniz farzları yazmıyor musunuz? -Evet, yazıyoruz! -O halde bu sizin için kâfidir! Bu söz işaret eder ki ´Kirâmen kâtibîn´ melekleri kalbin sırlarına muttali olmazlar, ancak zâhirî amellere muttalî olurlar. Ariflerden biri der ki: Abdalların birinden yakînin müşahedesini sordum. Bu sual üzerine abdal, soluna baktı ve dedi ki: ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ Sonra sağına baktı ve yine ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ dedi. Sonra başını öne eğerek ´ALLAH senden razı olsun! Sen ne dersin?´ diye sordu. Sonra dünyada işittiğim cevapların en garibini verdi ve ben kendisine şöyle sordum: ´Neden önce soluna, sağına sonra önüne bakarak birşeyler sordun?´ Dedi ki: "Mesele hakkında benim kuvvetli bir cevabım yoktu. Önce soldaki melekten sordum. O ´bilmem´ dedi. Sonra sağdaki melekten sordum -ki sol-dakinden daha âlimdir- o da ´bilmem´ dedi. Sonra kalbime baktım; ona sordum. İşte sana vermiş olduğum cevabı kalbim bana haber verdi. Bu bakımdan kalbim iki melekten de daha âlimdir". Sanki bu olay Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsıdır. ´Muhakkak benim ümmetimden ilham alanlar vardır ve muhakkak Ömer, onlardan biridir´. Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: ´Herhangi bir kulun kalbine bakıp, onun kalbinde zikrime yapışma düşüncesini görürsem, o kulumun idaresini yürüten ben olurum. Onun arkadaşı ben, onunla konuşan ben olurum´. Ebu Süleyman ed-Darânî der ki: ´Kalp, kurulmuş bir çadır mesabesindedir. Onun etrafında kapalı kapılar vardır. Ona hangi kapı açılırsa oradan girer´. Böylece anlaşıldı ki kalbin kapılarından bir kapı, melekût ve mele-i âlâ âleminin tarafına açılır ve o kapı ancak mücahede ve takvâ ile açılır. Dünya şehvetlerinden yüz çevirmek sûretiyle açılır ve bunun için de âdil halîfe Hz. Ömer (r.a), hududlarda çarpışan ordu kumandanlarına şöyle yazdı: ´ALLAH´a itaat eden kullardan dinlediklerinizi ezberleyin! Çünkü ALLAH´a itaat eden kullara birçok doğru şeyler keşfolunur´. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kudret eli hükemanın ağızları üzerindedir. Bu bakımdan hükema, ancak ALLAH Teâlâ´nın kendilerine hazırladığı hakikati haykırırlar´. Başka biri de şöyle demiştir: ´Eğer dilersem diyebilirim ki muhakkak ALLAH Teâlâ, kendisinden korkan kullarını birtakım sırlarına muttali kılar´. 31)ilim bölümünde geçmişti. 32)Buhârî, Müslim 33)İlim bölümünde geçmişti. 34)Buhârî, Müslim 35)Tirmizî 36)İlim bölümünde geçmişti. 37)Buhârî 38) Vâkıdî, (Usame b. Zeyd´den, o da Hz. Ömer´den) 39) Tinan, Musul´un köylerindendir. Bu zat aslen Mağriblidir, el-Ekda mahlasıyla tanınmaktadır. __________________ |
Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese´nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi
Söylediğimiz gibi kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar... Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat´tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere ´hâtırat´ adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat´tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur. Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat´tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat) şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata ´ilham´, kötü hâtırata (şerre dâvet eden âtırata) ise Vesvese´ adı verilir. Bunu bildikten sonra anlarsın ki bu hâtıratlar, hâdis (sonradan olma)dır. Her sonradan olanın mutlaka ´muhdis´i (icat edicisi) vardır. Havadis ne zaman değişik olursa, onların değişmeleri, sebeplerinin çeşitliliğine delâlet eder. İşte müsebbebleri sebeplere bağlamak tertibindeki ALLAH Teâlâ´nın kanunundan anlaşılan budur! Ne zaman evin duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırsa, tavanı ateşten çıkan duman ile kararırsa, bilirsin ki kararmanın sebebi, aydınlanmanın sebebinden ayrıdır. İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine ´melek´ ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine ´şeytan´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa ´tevfîk´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de ´iğvâ´ ve ´hizlân´ ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar. Melek, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı ve şanı hayır ile ilmi ifade etmek olan bir mahlûktan ibarettir. Bu mahlûk hakkı keşif, hayrı va´d ve emr-i bi´1-ma´ruf yapar. ALLAH Teâlâ onu yaratmış ve bu vazifelerde kullanmak üzere kendisini musahhar kılarak görevlendirmiştir. Şeytan ise, öyle bir yaratıktan ibarettir ki, meleğin zıddıdır. Yani şerri ve fuhşiyatı emreder, hayrı yapmaya azmettiğin zaman fakirlikle korkutur. Bu bakımdan vesvese ilhamın tam zıddıdır. Şeytan ise, meleğin tam zıddıdır... Tevfik de hizlân´ın zıddıdır ve bu duruma şu ayet-i celîle ile işaret vardır: Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık. (Zâriyât/49) Çünkü varlıkların tümü çifttirler. Ancak ALLAH Teâlâ bu hükmün dışındadır. Çünkü ALLAH Teâlâ ´tek´dir. O´nun karşılığı yoktur. Bil ki birdir, haktır ve bütün çiftleri yaratandır. Bu bakımdan kalp, şeytan ile melek arasında çekilmektedir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu ALLAH´tan gelen bir lütûftur ve bunun için ALLAH Teâlâ´ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va´d edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınsın!40 Rasûlullah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise size kendi tarafından bir mağfiret ve bir fazl va´dediyor. ALLAH(ın lütfu) geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir.(Bakara/268) Hasan Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri ALLAH´tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet... O halde, ALLAH o kuldan razı olsun ki ALLAH´tan gelen himmetin hududunda durur ve ALLAH´tan geleni yapar, ALLAH´ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´minin kalbi rahman ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır.41 Çünkü damar, kan, kemik ve etten oluşan ´parmak´tan ALLAH Teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan ALLAH Teâlâ´nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, ALLAH Teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, ALLAH´ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi... Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: -Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın. -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı? -Benim de var. Ancak ALLAH Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu.Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.42 Hz. Peygamber´in şeytanının böyle olması, şu hikmetten ötürüdür: Şeytan ancak şehvet vasıtasıyla musallat olur. O halde şehvetine karşılık ALLAH´ın yardımına mazhar olan bir kulun şehveti, istediği yerde harekete geçer ve istediği hududlara kadar varır, bu kulun şehveti şerre dâvet etmez. Bu bakımdan şehvetin zırhına bürünmüş şeytan da ancak hayrı emreder. Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, ALLAH´ın zikrine dönerse, şeytan oradan göçeder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordu-arının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi ALLAH´ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur. Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: el-Ulaye b. Ziyad´a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: ´Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler´. Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Benim (gerçek) kullarım(a gelince) senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Rabbin ise, vekil olarak yeter!(İsrâ/65) Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes ALLAH´ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de ALLAH Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: ´(Ey Rasûlüm)! Şimdi o kimseyi gördün ya! (Hidayeti bırakıp keyfine taparcasına) zevkini kendisine ilâh edinmiş´ (Câsiye/23). Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilah edinen bir kimse ALLAH´ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber´e şöyle sorar: -Ya Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi! - O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden ALLAH´a sığın ve üç defa sol tarafına tükür.43 Amr der ki: ´Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede ALLAH Teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı´. Muhakkak ki abdestin ´Velhan´ adlı bir şeytanı vardır. Onun şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığının!44 Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey ALLAH Teâlâ´nın gayrisidir ve herşey ALLAH ve ALLAH ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan veseveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, ALLAH´ın zikridir ve bilinir ki ALLAH´ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla ALLAH´ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp ALLAH´a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min´eş-şeytân´ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi´l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki ALLAH´ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder. ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201) Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: ´Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, ALLAH´ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!´ Bu bakımdan ALLAH´ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Şeytan onları kuşatmış onlara ALLAH´ı anmayı unutturmuştur.(Mücâdele/19) Enes, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder: Muhakkak ki şeytan hortumunu Ademoğlunun kalbine sarkıtır. Eğer Ademoğlu ALLAH´ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir. Eğer ALLAH´ı unutursa şeytan onun kalbini yutar.45 İbn Veddah´ın naklettiği bir hadîs ise şöyledir: Kişi, kırk yaşına gelip de tevbe etmezse, şeytan onun yüzünü eliyle sıvazlar ve kendisine ´Babam felâha kavuşmamış bir kimsenin yüzüne kurban olsun!´ der. Nasıl ki şehvetler, Ademoğlunun et ve kanına karışmışsa, şeytanın tasallutu da öylece etine, kanına karışmış ve her taraftan kalbini kuşatmıştır. Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.46 Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar. Şeytanın yolu ise şehvetlerdir. Şehvetler her taraftan kalbi kuşattığı için ALLAH Teâlâ İblis´ten hikâye ederek şöyle buyurur: Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Şeytan, Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu´nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: ´Sen müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terkediyorsun?´ Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu kendisine isyan ederek müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: ´Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?´ Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: ´Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir´. Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek ALLAH Teâlâ´ya hak olur.47 İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsına zikretti. Vesvese, mücahid bir kimsenin kalbine ´Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler´ gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bunlar malûm ve herkesce bilinmektedir. Bu bakımdan vesveseler de müşâhede ile malûmdurlar. Kalbe gelen herşeyin bir sebebi vardır ve o sebep, bilinmesi için bir isme muhtaçtır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!48 Böylece basiretin bu çeşidiyle vesvese, ilham, melek, şeytan ve hizlân´ın mânâları açığa kavuşmuş oldu. Bu hakikatten sonra, şeytanın zâtını düşünüp, acaba lâtif bir cisim midir veya cisim değil midir? Acaba cisim değilse, cisim olan insanın bedenine nasıl girer? Bu tür düşünceye muamele ilminde hiçbir ihtiyaç yoktur. Şeytanı bu yönden tedkik eden bir kimsenin misâli, tıpkı elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimsenin misâline benzer. Elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimse, herşeyden önce, yılanı çıkarıp atmaya ve zararını kendisinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Oysa adam yılanı çıkarıp atmıyor da onun şeklini, rengini, uzunluğunu tedkik etmekle meşgul oluyor. Bu ise, cehâletin ta kendisidir. Bu bakımdan insanoğlunu şerre iteleyici hatıratın bir sebepten doğduğu anlaşıldı ve şüphesiz düşman da anlaşıldı. Bu bakımdan düşman ile mücadele etmekle meşgul olması uygundur. ALLAH Teâlâ da şeytanın düşmanlığını Kur´an´ın birçok ayetinde tarif etmiştir ki ehl-i iman bu tarif sayesinde şeytanın şerrinden emin olup sakınsın! Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır. Siz de onu düşman edinin! Çünkü o, avanesini cehennemlik olmaya çağırır.(Fâtır/6) ´Şeytana itâat etmeyin. O size açık bir düşmandır´ diye size öğüt vermedim mi ey Ademoğulları?(Yâsin/60) Bu bakımdan kulun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmakla meşgul olması gerekir. Düşmanın soyunu sopunu, yerini yurdunu sormakla meşgul olması gerekmez. Evet! Düşmanın silahını bilmesi gerekir ki onu nefsinden uzaklaştırsın. Şeytanın silahı ise, hevâ-i nefis ve şehvetlerdir ve bunu bilmek âlimlere kâfidir. Şeytanın zatını, sıfat ve hakikatlerini ve meleklerin hakikatini bilmeye gelince, bu ancak mükâşefe ilmine dalmış ârif kişilerin işidir. Muamele ilminde bunu bilmeye insanoğlu muhtaç olmaz. Evet, hatıratın şu kısımlara ayrıldığını herkes bilmelidir: A)Kesinlikle şerre dâvet eden bir kısmı vardır ve bu kısmın vesvese olduğu da gizli değildir. B)Kesinlikle hayra dâvet ettiği bilinen hâtırattır. Bunun ilham olduğunda şek ve şüphe yoktur. C)Hangi kısım olduğunda tereddüt ve şüphe olandır. Bunun, meleği yaklaştıran hasletten mi geldiğini, yoksa şeytanı yaklaştıran hasletten mi geldiğini bilmek kolay değildir. Çünkü şerri, hayır şeklinde göstermek şeytanın hilelerindendir. Acaba bu hayır mıdır yoksa şeytanın hilesiyle ´hayır´ şeklinde gösterilen ´şer´ midir diye ayırmak çok zordur. Âbidlerin çoğu bu üçüncü kısımla helâk olmuşlardır. Çünkü şeytan onları doğrudan doğruya açık şerre dâvet etmeye muktedir değildir. Bu bakımdan onları aldatmak için ´şerr´i hayır sûretinde göstererek tasvir eder. Nitekim âlim kişiye va´z ve nasihat yoluyla der ki: ´Sen halka bakmaz mısın? Onlar cehaletten ölüdürler, gafletten helâk olmuşlar, ateşe yaklaşmışlardır. ALLAH´ın kullarına hiç merhametin yok mudur? Nasihat ve va´zınla onları tehlikelerden neden kurtarmıyorsun? Oysa ALLAH sana gören bir kalp, ateşli bir dil, halk tarafından kabul edilen bir konuşma ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen nasıl ALLAH´ın nimetini inkâr eder, dolayısıyla ALLAH´ın kahrına kendini maruz bırakırsın? Hakîkati haykırmaktan nasıl susarsın? Halkı dosdoğru yola davet etmekten nasıl geri kalırsın?!!´ Evet böylece şeytan, âlimin kalbinde bunu yerleştirmeye çalışır. Onu ince hilelerle durmadan çeker, ta ki o halka va´z ve nasihat yapmakla meşgul oluncaya kadar. Meşgul olduktan sonra onu halka süslü görünmeye, lâfızları güzelce telâffuz etmeye, hayrı açıkça söylemek sûretiyle riyâkârlık yapmaya dâvet eder ve âlime der ki: ´Eğer sen böyle yapmazsan senin konuşmanın tesiri cemaatin kalbinden düşer ve cemaat doğru yolu bulamaz´. Böylece âlimin kalbinde bunu daimî bir şekilde işler ve böylece âlimin kalbinde riyânın kokularını yerleştirir. Halk tarafından kabul edilsin zihniyetini, dünyada rütbe sahibi olmanın lezzetini, yardımcılarının ve kendisinden ilim alanların çokluğuyla aziz olma fikrini, halka hakaret gözüyle bakmayı yerleştirir. Dolayısıyla miskin âlim, va´z ve nasihatinden ötürü helâke doğru sürüklenir gider. Hayrı kasdettiğini zannederek konuşur. Oysa maksadı post kapmak ve halk tarafından kabul görmektir ve bundan dolayı da helâk olur! ALLAH nezdinde bir kıymeti olduğu zannına kapılır. Oysa kendisi Hz. Peygamber´in şu sözlerinin mefhumuna dâhil olanlardan olur. Muhakkak ki ALLAH bu dini, ahlâksız bir kavimle de takviye ve te´kid eder.49 Muhakkak ki ALLAH bu dini fâcir ve fâsık kişiyle de takviye eder.50 Bu sırra binaen rivayet edilir ki İblis, Hz. İsa´ya misâl âleminde görünür ve der ki: ´Lâ ilâhe illâllah de!´ Buna karşılık olarak Hz, İsa (a.s) şöyle der: ´Lâ ilâhe illâllah hak bir kelimedir. Fakat senin sözünle bu kelimeyi söylemem!´ Hz. İsa´nın (a.s) böyle söylemesinin hikmeti şudur: İblis´in hayra çağırmasında da birtakım karıştırmalar vardır. Şeytanın bu tür karıştırmaları sayılamayacak kadar çoktur ve bu tür karıştırmalarından ötürü birçok âlim, âbid, zâhid, fakir, zengin ve şerrin zâhirinden nefret eden, açık günahlara girmeyi nefislerine uygun görmeyen halk sınıfları helâk olmuşlardır. Biz bu bölümün sonunda gelen Gurur Kitabı´nda şeytanın hilelerinden bir kısmını zikredeceğiz. Eğer zaman mühlet verirse, biz özel olarak bu hususta bir kitap telif edeceğiz ve telif edeceğimiz kitaba ´Telbîsu İblis´ (İblis´in Kandırmaları) adını vereceğiz. Çünkü zamanımızda îblis´in aldatması memleketler ve kullar arasında oldukça yayılmıştır. Hele mezhep ve inançlar sahasında daha da fazla yaygındır. Hatta hayırlardan sadece resimler ve görünür tarafları kalmıştır. Bütün bunlar, İblisin kandırma ve hilelerine kurban olmaktan kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kul´a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabını düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile....(A´raf/201) Yani ilmin nûruna dönmüşlerdir ve böylece onlara müşkil meseleler, hakikî yönüyle görünür ve keşfolunur. Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabi-atça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Artık zannetmedikleri bir azap ALLAH tarafından onlar için meydana çıkmıştır.(Zümer/47) Denildi ki: ´Onlar için meydana çıkan azap´, hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Muamele ilminin çeşitlerinin en çözülmez olanı, nefsin hilelerine ve şeytanın desiselerine vâkıf olmaktır. Oysa bunlara vâkıf olmak, her kul için farz-ı ayınıdır. Ama halk bunu ihmâl etmiştir. Kendilerini vesveseye çeken ilimlerle meşgul olmuşlardır. Şeytan onlara musallat olmuş, düşmanlığını onlara unutturmuştur. Şeytanın düşmanlığından sakınma yolu onlara unutturulmuştur. İnsanı ancak vesveselerin kapılarını kapatmak kurtarır. Hatıratın kapıları ise, beş duyudur. Bu kapılar şehvetlerden ve dünya ilgilerinden ötürü kalbe açılır. Karanlık bir evde oturmak, duyuların kapısını kapatır. Aile efradından ve maldan uzak durmak, vesveselerin kalbe girişlerini azaltır. Fakat bununla beraber kalpte cereyan eden hayallerde bulunan bâtınî menfezler kalır. Bu menfezleri kapatmak da ancak kalbi ALLAH´ın zikriyle meşgul etmekle mümkün olur. Sonra şeytan durmadan böyle bir kalbi çeker, onunla çekişir ve onu ALLAH´ın zikrinden gâfil etmeye çalışır. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz. Evet! İnsanoğlu bazen şeytana itaat etmeyecek derecede kuvvet kazanır. Mücahede sayesinde şeytanın şerrini nefsinden uzaklaştırır. Fakat kan bedende dolaştıkça, bu kişi cihad etmek ve şeytana karşı müdafaada bulunmaktan kurtulamaz. Çünkü kişi, sağ oldukça şeytanın kapıları onun kalbinde açık bulunur ve kilit-lenmez. O kapılar da şehvet, öfke, hased, tamahkârlık, oburluk ve benzerleridir. Nitekim bunların beyanı ileride gelecektir. Kapı açık bulundukça, düşman da gâfil olmadıkça, düşmanın şerri ancak nöbet beklemek ve mücahede etmek sûretiyle defedilir. Bir kişi, Hasan Basrî´ye şöyle sorar: ´Ey Ebu Said! Şeytan uyur mu?´ Hasan Basrî (r.a) tebessüm ederek şöyle cevap verir: ´Eğer şeytan uyusaydı, biz istirahat ederdik. Hiçbir zaman ehl-i iman şeytandan kurtulamaz´. Evet! Her müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki mü´min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır.51 İbn Mes´ud şöyle der: ´Mü´minin şeytani, zayıf ve bi´tabdır´. Kays b. Haccac şöyle demiştir: "Benim şeytanım bana dedi ki: ´Ben senin bedenine girdiğim zaman kocaman bir deve gibiydim. Şimdi ise bir kuş gibi oldum!´ Ben ona ´Neden böyle oldu?´ diye sorunca, bana ´Sen beni ALLAH´ın zikriyle eritiyorsun!´ diye cevap verdi". Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Çünkü onlar bu dolambaçlı yolları bilmezler ki onlardan sakınsınlar. Nitekim biz buna âlimler ve vâizlerin aldanışı bahsinde işaret etmiştik. Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur. Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, ALLAH´ın Kitabı´ndan ve Hz. Peygamber´in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim... Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes´ud (r.a) şöyle rvayet eder: Hz. Peygamber (s.a) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: ´İşte bu çizgi ALLAH´ın yoludur´. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: ´Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir´. Sonra şu ayeti okudu: ´Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar´. (En´âm/53) İşte ayette geçen ´başka yollar´ bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a) yolların çokluğunu anlatmış oldu.52 Biz, bâtıl yollardan ayırdedilmesi pek güç olan hak yol için bir misal zikrettik. O yol ki âlimler ve şehvetlerine sahip olan âbidler, zâhirî kötülüklerden nefislerini meneden kullar onunla aldanırlar. Bu bakımdan biz âdemoğlunun yürümeye mecbur olduğu yola bir misal verelim. Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmektedir: İsrâiloğulları´ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine ´bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür´ diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine ´Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü´ diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: ´Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine ´rahibe götürün o tedavi eder´ fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım´. Rahip ´Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?´ dedi. Şeytan ´Bana iki defa secde et!´ dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: ´Ben sen-den beri ve uzağım´. İşte bu rahip hakkında ALLAH Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur: (Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana ´kâfir ol!´ demişti de o insan kâfir olunca ´Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi ALLAH´tan korkarım´ dedi.53 Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu ´kabul ediş´ kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten ALLAH´a sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur: Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!54 40)Tirmizî, Nesâî 41)Daha önce geçmişti 42)Müslim, (İbn Mes´ud´dan) 43)Müslim 44)Tirmizî 45)İbn Ebî Dünya, Ebu Yâ´lâ, İbn Adîy 47)Nesâî. 48)Daha önce geçmişti 49)Nesâî 50)Buhârî, Müslim 51)Ahmed 52)Nesâî 53)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh, {mürsel olarak) |
Kulun,KalbinVesveselerinden,Himmet ve Hatıratından ve Maksudunun Hangi Kısımlarından Muâhaze Edilip-Edilemeyeceğinin İzahı
Bu konu, çözülmesi çok zor bir iştir. Bu hususta birtakım âyetler ve (zahirde) biri diğeriyle çarpışan haberler gelmiştir. Bu haberleri telif etmek ancak âlimlerin zekî ve ilimde râsih olanlarına kolaydır. Çünkü Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilir: Ümmetimden, konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler affedilmiştir.72 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH Teâlâ, koruyucu meleklere ´Benim kulum herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın´ buyurur.73 Bu hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kasdinin bağışlandığına delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir: Kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse, fakat buna rağmen işlemezse, ona bir sevap yazılır, kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar sevap yazılır, kim bir günah işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar günah yazılır, kim bir günah işlemeyi kasteder ve bilfiil yapmazsa o günah defterine yazılmaz. Eğer işlerse o zaman yazılır.74 Başka bir lâfızda da şöyle vârid olmuştur: Kulum herhangi bir günahı işlemeyi tasarlarsa, onu işlemedikçe ben onu affederim. İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler. Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır: Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker. Nihayet dilediğini bağışlar ve dilediğine de azap eder. ALLAH herşeye kâdirdir. (Bakara/284) Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardından gitme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.(İsra/36) İşte bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz. Şahidliği gizlemeyin kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günah içindedir. ALLAH ne yaparsanız hakkıyla bilendir. (Bakara/283) ALLAH sehven ve kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar. (Mâide/89) Bizim kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz. 1.Kalbe ilk gelen şey ´Hâtır´dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi... 2.Bakmaya olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu hareket ´birinci hâtır´dan doğar.Biz buna ´tabiatın meyli´ adını veriyoruz. Birincisine ´nefsin hâdisi´ dediğimiz gibi... 3.Kalbin ´şunu yapmak uygundur´; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Zira tabiat meylettiği zaman, engeller bertaraf edilmedikçe himmet ve niyet harekete geçmez. Çünkü bazen hayâ veya bakmaktan gelen korku engel olur. Bu engellerin yokluğu çoğu zaman düşünce ile elde edilir. Bu hüküm her durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna ´îtikad´ adı verilir. Bu hüküm ´hâtır´ ile ´meyl´e tâbidir. 4.Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini sadeleştirmektir. İşte biz buna ´bilfiil himmet, niyet ve kasıt´ adını veriyoruz. Bu himmet, bazen zayıf bir başlangıçla olur. Fakat kalp, birinci hâtıra kulak verdiği zaman nefsi cezbetmesi uzadığı takdirde, bu himmet kuvvet kazanır. Sonunda kesin bir iradeye dönüşür. İrâde kesinlik kazandığı zaman, insanoğlu bu kesinlikten sonra bazen pişman olur, o fiili terkeder. Çoğu zaman da bir ârızdan ötürü gaflete dalar, onu ne işler, ne de iltifat eder. Bazen de herhangi bir engel onu geciktirir ve böylece onu işlemesi zorlaşır. Bu bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır: 1.Hâtır (Buna nefsin hadisi adı verilir). 2.Meyl 3.İtikad 4.Himmet Hâtır´a gelince, ALLAH Teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin ihtiyarına bağlı değildir. Meyl ve Şehvet´in heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına girmezler. Hz. Peygamber (s.a): ´Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır´ hadîs-i şerîfleriyle meyl ve şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur. Himmet ile Azm´e gelince, bunlara ´nefsin hâdisi´ denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b. Maz´un´dan rivayet edildiği gibidir. Zira Osman, Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle der: -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle´yi boşamamı söylüyor! Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir. -Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor. Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca devam etmektir. - Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor. Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca gitmektir. - Nefsim bana et yemeyi terketmemi söylüyor. Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam yerim. Eğer isteseydim ALLAH Teâlâ mutlaka bana et yedirirdi.75 İşte bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz´un Hz. Peygamber ile bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber azim ve yapma himmeti yoktur. Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve kalben hükmetmektir. Bu hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir. Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip kasdetmektir. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer ALLAH korkusundan bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına binaen kasdetmek insanoğlunun ALLAH´tan tamamen gafil olduğuna delalet eder. Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti ALLAH için amel etmektir. ALLAH için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir sebepten veya ALLAH´tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim´de mufassalan rivayet edilen hakîkattir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur Melekler dediler ki: ´Yârab! O senin kulun yok mu? O bir günâhı işlemeyi irade ediyor´, ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: ´Onu gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir mislini onun defterine yazın. Eğer terkederse, terkettiği o günâhı kendisi için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terketmiştir.´76 ALLAH Teâlâ ´Eğer o günâhı işlemezse´ sözüyle, ´Onu ALLAH için terkettiğini murad etmiştir. Ama fâhiş bir fiili işlemeye kesinlikle azmeder, sonra o fâhiş fiili işlemek bir sebep veya gafletten ötürü kendisine zorlaşırsa, bu takdirde kendisine nasıl bir hasene yazılabilir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar. Oysa biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir: İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen de öldürülen de ateştedir. Bu söz üzerine denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat öldürülenin suçu ne?´ Cevap olarak şöyle bu-yurmuştur: ´Çünkü öldürülen de arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir´. İşte bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır. Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba ALLAH Teâlâ´nın niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir? Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir. Azmi pişmanlıkla kırmak sevaptır ve bunun için de böyle yapan bir kimseye bir sevap yazılır. Maksadın herhangi bir sebeple yerine getirilmesi ise sevap değildir Kalbin hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur. Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker.(Bakara/ 284) Bu ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hz. Peygamber´e gelip şöyle dediler: Biz gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir. Sonra ALLAH tarafından bundan dolayı hesaba çekilirse (durumumuz ne olur?) Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Zannederim siz, yahudilerin dediği gibi diyorsunuz: ´Biz dinledik ve isyan ettik´. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: ´Biz dinledik ve itaat ettik´.77 Bunun üzerine ashâb-ı kirâm ´Biz dinledik ve itaat ettik´ dediler. O zaman ALLAH Teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi: ALLAH, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez! (Bakara/286) Bu ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin yanıldığına hükmetmelidir. İnsanoğlu hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihti-yarı olmaksızın- namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Bunu söylerken Hz. Peygamber mübarek kalbine işaret etmiştir. Onların ne etleri, ne de kanları ALLAH´a erişmez. Fakat takvânız O´na ulaşır.(Hac/37)) Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Günah odur ki kalplere tesir eder.79) Sevap o şeydir ki kalp onunla mutmaindir, sana aksine fetva verseler de, sana aksine fetva verseler de...80 Hatta ben derim kihttp://www.son(Uygunsuz kelime. Yöne...ilies/wink.gif kalp, bir şeyin farziyyetine hükmederse ve esasında kalp de burada yanılmışsa, kişi yine bundan dolayı sevap kazanır. Hatta temizlendiğini zanneden bir kimsenin namaz kılması gerekir. Eğer namazı kılıp sonra abdest almadığını hatırlarsa, kılmış olduğu namazdan dolayı sevabı vardır. Eğer hatırlar sonra bırakırsa, o zaman bundan dolayı cezalandırılır. Yatağında bir kadın olsa ve o kadının kendi eşi olduğunu zannetse, onunla yatmaktan dolayı günahkâr olmaz, yabancı bir kadın olsa bile.. Eğer o kadının yabancı olduğunu zanneder, sonra onunla yatarsa, bu fiilinden dolayı günahkâr olur, o kadın kendi eşi olsa bile... Bütün bunlar âzâlara değil, kalbe bakılarak verilen hükümlerdir. 72)Buhârî, Müslim 73)Buhârî, Müslim 74)Buhârî, Müslim 75) Hakim-i Tirmizî, Nevâdir´ul-Usûl 76) Müslim 77)Müslim 78)Müslim 79)İlim bölümünde geçmişti. 80)Taberânî, (Ebu Sa´lebe´den) |
Zikir Anında Vesveselerin Tamamen Yok Olup-Olmayacağı Meselesi
Kalpleri murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu meselede beş gruba ayrılmışlardır: 1.Bir grup şöyle dedi: Vesvese ALLAH´ın zikriyle kesilir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur. ALLAH anıldığı zaman şeytan tahannüs eder.81 Tahannüs susmak demektir. Sanki şeytan susar! 2.Diğer bir grup ´Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan eder. Çünkü kalp ALLAH´ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup etkilenmekten perdelenir. Tıpkı kendi himmet ve maksadıyla meşgul olan bir kimse gibi... Zira bu kimse bazen konuşur, fakat ne konuştuğu anlaşılmaz. Her ne kadar onun kulağından bir ses geçiyorsa da´ demişlerdir. 3.Başka bir grup dedi ki: ´Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese gelir´. 4.Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü birbirlerine bitişmişlerdir´. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir. 5. Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde,kalpte sonu gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı halde iki şeyin cereyan merkezi olur´. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır. Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin işlerini görür.82 Hâris el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan uzaktırlar. Bu görüş sa-hiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir: Bir Birincisi, vesvesenin, hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna der ki: ´Lezzetlerle nimetlenmeyi terkediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat boyunca lezzetleri terketmek büyük bir elemdir´. İşte bu vesvese ânında insanoğlu ALLAH´ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve nefsine ´şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır´ dediği zaman şeytanın vesvesesi yok olur. Yine kul, ALLAH´ın va´dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar. Zira şeytan ona ´günahları işlemek hususunda sabretmekten ateş daha kolaydır´ ve ´Günah insanı ateşe götürmez´ diyemez. Çünkü kişinin ALLAH´ın kitabına iman etmesi, şeytanın böyle söylemesine kulak vermemeyi gerektirir. Böylece vesvese ortadan kalkar. Yine şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: ´Senin ALLAH´ı tanıdığın gibi hangi kul ALLAH´ı tanır? O´na ibâdet ettiğin gibi hangi kul ibâdet eder? Bu bakımdan ALLAH nezdindeki makamın çok büyüktür!´ Böyle bir vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının ve ilminin ALLAH Teâlâ´nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü şeytanın ona ´Bunlar ALLAH´tan değildir´ deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği takdirde, kulun marifet ve imanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin diğer bir çeşididir. Mârifet ve iman nûruyla gören ariflerden bu vesvese tamamen ke-silir. İki İkincisi, vesvesenin heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesi-dir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara ayrılır. Eğer yakî-nen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu defetmekte mücâhede et-meye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir. Üç Üçüncüsü, vesvesenin mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında birşey düşünmekten gelmesidir. Bu bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması sanki bunların herbiri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir. Fakat muhal değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. Kim iki rek´at namaz kılıp, o iki rek´at namaz esnasında kalbine dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.83 Eğer vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hz. Peygamber böyle dermiydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, ALLAH´ın sevgisinin galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir. Zira biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmamyla yapacağı mücadeleden başka onun kalbine birşey gelmemektedir. Muhabbete dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine birşey gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse sanki onu görmez. Bir düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, ALLAH´a ve son güne iman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen bir derecedir. Sen bu kısımları ve vesvesenin bu sınıflarını güzelce düşündüğün zaman bileceksin ki, daha önce beyan ettiğimiz mezhep ve meşreplerin herbirinin bir yönü vardır. Fakat bu hususî bir yere aittir. Kısacası bir anda veya. bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hz. Peygamber (s.a) kurtulurdu. Oysa rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber namazın içinde sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: ´Bu elbise beni namazda meşgul etti´ ve devamla şunları söyledi: Bunu Ebu Cehm´e götürün. Bana Ebu Cehm´in enbicaniye´sini (bir nevi elbise) getirin´. 84 Yine Hz. Peygamber´in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Minberde hutbe okurken o altın yüzüğe baktı. Sonra onu çıkarıp attı ve dedi ki: ´Bir ona, bir de size bakıyorum´. Hz. Peygamber´in böyle yapması, şeytanın vesvesesinden ileri geliyordu. Şeytan bakışın lezzetini altın yüzüğe ve elbisenin nişanına tahrik etmek sûretiyle bu vesveseyi yaptırıyordu. Bu hâdise, altın haram edilmezden önce olmuştur ve bunun içinde Hz. Peygamber, önce yüzüğü parmağına takmış, sonra da çıkarıp atmıştır. Bu bakımdan dünya malından gelen vesvese, ancak onu atmakla, ondan ayrılmakla sona erer. Kişi ihtiyacından fazla bir şeyi mülk edindikçe -velev ki bir dinar olsun- şeytan onu namazında o dinar hakkında düşünmeye sevkederek vesveseden boş bırakmaz. ´O dinarı nasıl harcayacağı, kimse onu görmesin diye onu nasıl gizleyeceği veya onu gösterip de başkasına karşı onunla nasıl övü-neceği´ gibi vesveseler onun yakasını bırakmaz! Bu bakımdan tırnağını dünyaya batıran ve bununla beraber şeytanın hilelerinden kurtulmak isteyen bir kimse, âdeta tepeden tırnağına kadar bala dalmış, sonra sivrisineklerin gelip bedenine konmayacağını sanmış bir kimse gibi olur, bu ise muhaldir. O halde dünya şeytanın vesvesesi için büyük bir kapıdır ve vesvesenin bir tek kapısı yoktur, aksine birçok kapısı vardır. Hükemadan birisi şöyle demiştir: ´Şeytan günahlar yönünden Âdemoğlu´na başvurur. Eğer Ademoğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona gelir, onu bir bid´ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da âdemoğlu şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden şiddete başvurmayı emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça katılaşır. Çünkü bu, derecelerin sonudur ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin elinden kurtarıp cennete varacaktır´. 81) İbn Ebî Dünya, İbn Adîy 82) Deylemî 83)Namaz bölümünde geçmişti. 84)Daha önce geçmişti |
Riyazül nefs ve Tehzibil Ahlak ve Mualeceti Emrazil Kalb Konusuna Giriş
Tedbiriyle işleri evirip çeviren, herşeyi yerli yerine koyan, herşeyin sûretini en güzel şekilde yapan, insanın sûretini en güzel şekilde süsleyen, şekil ve miktarında eksiklik ve fazlalıktan onu koruyan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki, ahlâkların güzelleştirilmesini kulun ictihad ve çalışmasına havale etmiştir. Kulu korkutmak ve sakındırmak sûretiyle ahlâkın güzelleştirilmesine teşvik etmiştir. O ALLAH ki, tevfîkiyle iyi kullarına ahlâkın temizlenmesini kolaylaştırmıştır. Zor ve çetin işleri kolaylaştırmakla onlara minnet etmiştir. Salât ve selâm ALLAH´ın kulu, peygamberi, habîbi, safîsi, müjdecisi ve uyarıcısı olan Hz. Peygamber´in üzerine olsun! O Peygamber ki, peygamberliğin nûrları onun alnının kıvrımları arasından pırıl pırıl parlardı. Hakkın hakîkati onun hayâlinden ve zâhirinden görünürdü. Salât ve se-lâm onun âline ve ashâbına olsun! O âl ü ashâb ki, İslâm´ın yüzünü küfrün zulmet ve karanlıklarından tertemiz etmişler, bâtılın maddesini kökünden kazımışlardır. Bâtılın ne azı, ne de çoğuyla kirlenmemişlerdir. Bunlardan sonra bil ki, güzel ahlâk, peygamberlerin efendisinin sıfatıdır. Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır, muttakîlerin mücahedesinin meyvesidir. Âbidlerin riyâzetidir. Kötü ahlâk ise öldürücü zehirdir. Beyin dağıtıcı felâketler, mahvedici rezâletler, rabb´ul âlemîn´in komşuluğundan uzaklaştırıcı habâsetler ve sahibini şeytanların eline teslim eden dalâletlerdir. ALLAH´ın tutuşturulmuş ateşine -ki onun acısı kalplere işler- açılan kapılardır, güzel ahlâkın, kalpten nimet cennetlerine, ALLAH´ın komşuluğuna açılan kapılar olduğu gibi... Kötü ahlâk nefsin hastalığı ve kalbin marazıdır. Ancak maddî hastalıkla arasında şu fark vardır. Kötü ahlâk ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür. Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı halde, tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almak için doktorların hummalı çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. O halde kalp hastalıklarının tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almaya inayet göstermek daha evlâ değil midir? Çünkü kalplerin hastalığında ebedî hayatın mahvolması sözkonusudur. Doktorluğun bu çeşidi her akıllı insan için öğrenilmesi farz olan birşeydir. Zira, maraz ve hastalıklardan kurtulmuş olan hiçbir kalp yoktur. Bu bakımdan eğer ihmal edilirlerse hastalıklar birikir, illetler yekdiğerini takip eder ve biri diğerine yardımcı olur, böylece katmerleşir. Bu takdirde kul onların teşhisinde sebeplerinin bilinmesinde engin bir sezişe muhtaç olur. Sonra onları tedavi ve ıslah etmek için çalışmaya ve didinmeye mecbur kalır. Bu bakımdan onların tedavisi ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle murad edilmiştir. Nefsini yücelten iflah olmuştur. (Şems/9) Bu tedaviyi ihmal etmek ise, ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîle-siyle kastolunmuştur: Onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/10) Biz bu kitapta kalp hastalıklarının birçok kısımlarına işaret edeceğiz. Kısa olarak onların tedavisi hakkındaki sözün keyfiyetine, hastalıkların hususi ilacının tafsilatına girmeksizin değineceğiz. Çünkü bu tafsilat, Mühlikât kısmının başka bölümlerinde gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz; ahlâkı güzelleştirmeye genel bir bakış ve yolunu hazırlamaktır. Biz burada bunu anlatacak ve daha iyi anlaşılması için de beden tedavisini örnek alacağız. Bunu da güzel ahlâkın fâziletini anlatmakla açığa kavuşturacak ve sonra güzel ahlâkın hakikatini beyan edecek, sonra güzel ahlâka götüren sebepleri anlatacak, sonra ahlâkın güzelleştirilmesine yarayan yolları ayrıntılı olarak anlatacağız. Sonra nefislerin riyâzetini, sonra kalp hastalığının bilinmesinin alâmetlerinin beyanını, sonra insanoğlunun nefsinin ayıplarını bilmesinde vesile olan yolların açıklamasını, sonra kalplerin tedavi yolunun ancak şehvetleri bırakmaya bağlı olduğu hakîkatinin naklî delillerinin açıklamasını, sonra güzel ahlâkın alâmetlerinin açıklamasını, sonra gelişmelerinin başlangıcında çocukların riyazetindeki yolun açıklamasını, sonra iradenin ve mücahedenin başlangıçlarının açıklamasını yapacağız. Bunlar bu kitabın maksad ve hedeflerini toplayan onbir kısımdan ibarettir. |
Güzel Ahlâk ile Kötü Ahlâk´ın Hakikati
İnsanlar güzel ahlâkın hakikati hakkında ve ne olduğu hususunda oldukça fazla konuşmuşlardır. Buna rağmen onun hakikatini şerhetmeye bir türlü yanaşmamışlar, ancak onun ürünlerinden ve faydalarından bahsetmişlerdir. Sonra faydalarının da tamamını zikretmemişlerdir. Her biri güzel ahlâkın meyvelerinden kalbine geleni, zihninde hazır bulunanı zikretmiştir. Güzel ahlâkın tarifini zikretmeye bir türlü önem verip de açıklamaya yönelmemişlerdir. Güzel ahlâkın bütün meyvelerini kapsayıcı hakikatini, ayrıntılı, derli toplu bir şekilde anlatmamışlardır. Buna misâl olarak, Hasan Basrî´nin şu sözü gösterilebilir: ´Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve insanları ezmemek demektir´. Vâsıtî de şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da ALLAH Teâlâ´yı iyi bilmekten ileri gelir´. Şâh b. Şucca el-Kirmânî de şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir´. Başkası da ´Güzel ahlâk, kişinin insanlara yakın olmasına rağmen onların arasında yabancı gibi olmasıdır´ der. Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır´. Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, ALLAH´tan razı olmaktır´. Sehl et-Tüsterî´den güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Güzel ahlâkın en küçük derecesi meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır´. Başka bir zaman da şöyle dedi: ´Güzel ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve ALLAH´a güvenmektir. ALLAH Teâlâ´nın kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, ALLAH´a itaat edip kendi-siyle ALLAH arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde ALLAH´a isyan etmemektir´. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:´ Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna kısmadan normal nafakasını vermektir´. Hallac-ı Mansur şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir´. Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, senin ALLAH´tan başka bir maksadının olmamasıdır´. Bu ve benzeri sözler pek çoktur. Bütün bunlar, güzel ahlâkın kendisini değil de meyvelerini anlatmak, semerelerini beyan etmektir. Sonra bu sözler bütün meyveleri de kapsamamaktadır. O halde güzel ahlâkın hakikatinden perdeyi kaldırmak, çeşitli sözleri nakletmekten daha evlâdır. Halk (yaradılış ve sûret) ve hulk (ahlâk) beraberce kullanılan iki ibaredir. ´Filân adamın halk´ı ve hulk´u güzeldir´ denir. Yani ´bâtın ve zâhiri güzeldir´ demektir. Bu nedenle halk´tan zâhirî, hulk´tan da bâtınî sûret kastedilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, gözle görülen bir beden ve basiretle görülen nefis ve ruhtan ibarettir. Bunların herbirinin bir heyet ve sûreti vardır. Bu heyet ve sûret, çirkin veya güzeldir. Bu bakımdan basiretle idrâk edilen nefis ve ruh, gözle idrâk edilen bedenden, kıymet bakımından daha büyüktür ve bunun içindir ki ALLAH Teâlâ, onu kendisine izâfe ederek değerini büyütmüştür. Zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışını tamamlayıp da ta-rafımdan ruh verdiğim zaman hemen ona secdeye kapanın! (Sad/71-72) Böylece ALLAH Teâlâ, bedenin çamura mensup olduğuna, ruhun da âlemlerin rabbine mensup olduğuna dikkati çekmiştir. Burada ruh ve nefis´ten kasdedilen mânâ aynı şeydir. Bu bakımdan hulk, nefiste kararlaştırılmış bir heyetten ibarettir ki in-sanların fiilleri kolaylıkla o heyetten çıkar. Düşünce ve tefekküre ihtiyaç olmaksızın oradan neşet eder. Eğer o heyet, kendisinden şer´an ve aklen güzel fiiller çıkacak şekilde ise, ona güzel ahlâk ismi verilir. Eğer o heyetten çıkan fiiller çirkin ise, çıkış noktası olan o heyete kötü ahlâk adı verilir. Biz neden ´Ancak o nefiste ka-rarlaştırılmış bir heyettir´ dedik? Çünkü ârızî bir sebepten dolayı arada sırada cömertlik yapan bir kimse için bu ahlâk, onun nefsinde karar kılmadıkça ´onun ahlâkı cömertliktir´ denilmez! O cömert sayılmaz. Biz, fiillerin -düşünmeksizin- kolayca oradan çıkışını şart koştuk. Çünkü zoraki bir şekilde cömertlik yapan veya öfkelendiği anda zoraki bir şekilde düşünerek nefsini zapt u rapt altına alan bir kimse için ´Ruhunun ahlâkı cömertlik ve halîmliktir´ denilmez. Bu bakımdan burada dört şey vardır: 1.Çirkinin ve güzelin fiili 2.Bunlara muktedir olması 3.Bunları bilmesi 4.Nefsin bir heyetidir ki nefsi onun vasıtasıyla iki taraftan birisine meyleder ve onun vasıtasıyla iki taraftan birisine -güzellik veya çirkinliğe- müsait olur. Hulk fiilden ibaret değildir. Çünkü nice şahıs vardır ki onun ahlâkı cömertliktir, fakat veremez. Ya malı yoktur veya herhangi bir engel mevcuttur ve bazen de ahlâkı cimrilik olur, buna rağmen verir. Bu verme ya riyadan dolayıdır veya herhangi bir iteleyici sebeptendir. Hulk kuvvetten de ibaret değildir. Çünkü kuvvetin vermeye ve vermemeye de nisbeti aynıdır. Her insan fıtraten, vermek ve vermemek üzere kudretli olduğu halde yaratılmıştır. Böyle yaratılması, ne cimrilik ahlâkını, ne de cömertlik ahlâkını gerektir-mez. Hulk aynı zamanda mârifetten de ibaret değildir. Çünkü mârifet hem güzele, hem de çirkine bir yön üzerine taallûk eder. Hulk dördüncü mânâdan ibarettir. O mânâ da nefisten vermeyi veya vermemeyi çıkartan heyet demektir. Bu bakımdan hulk, nefsin heyetinden ve onun bâtınî sûretinden ibarettir. Nasıl ki zâhirî sûretin güzelliği, mutlak mânâda burun, ağız ve yanak olmaksızın, sadece iki gözün güzelliğiyle tamamlanmıyorsa, zâhirin güzelliğinin tamamlanması için bütün bunların güzelliği gerekiyorsa, tıpkı bunun gibi iç âlemde de dört rükûn vardır. Ahlâk güzelliğinin tamamlanması için, bütün o rükûnların da güzel olması gerekir. Bu dört rükûn eşit olup mutedil ve birbirine uygun oldukları zaman, güzel ahlâk tamamlanmış olur. O rükünler de hilmin, gazabın, şehvetin ve bu üç kuvvet arasında adaletin kuvvetidir. İlim kuvvetine gelince, onun güzellik ve elverişliliği; onunla sözlerde doğruluk ile yalanın, inançta hak ile bâtılın ve fiillerde güzel ile çirkinin arasını kolayca farketmek raddesine gelmesi demektir, Bu kuvvet elverişli olduğu zaman, ondan hikmet meyvesi elde edilir. Hikmet ise, güzel ahlâkın başıdır. Bu hikmet hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur; Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş demektir. (Bakara/229) Gazap kuvvetine gelince, onun güzelliği demek, inkıbazı (tutulması) ve inbisatı (kabarması), Hikmet´in istediği çizgide gelişmesi demektir. Şehvet de böyledir. Onun güzellik ve elverişliliği hikmetin işaretinin doğrultusunda olmasıdır. Hikmet işaretinden, aklın ve ilâhî nizamın işaretini kastediyoruz. Adalet kuvvetine gelince, aklın ve ilahî nizamın işareti altında şehvet ile gazabı zaptetmek demektir. Bu bakımdan aklın misâli, nasihatçi bir müsteşarın misâline benzer. Adl´in kuvveti, kudretin ta kendisidir. Onun misâli ise, aklın işaretine uyarak yürüyüp in-faz edenin misalidir. Kendisinde infaz işaret edilen ise gazap´tır. Gazab´ın misâli av köpeğinin misâlidir. Av köpeği işarete göre koşacak veya duracak derecede kendisini eğiten birisine muhtaçtır. Nefsin, şehvetinin heyecanıyla hareket etmemesi için, böyle bir eğiticinin varlığı gereklidir. Şehvetin misâli ise, av peşinde koşturmak için binilen atın misâlidir. Bu at bazen talimli ve terbiyeli olur. Bazen de serkeş olur. Bu bakımdan bu hasletler kimde eşit ve normalse o mutlak mânada güzel ahlâklıdır, Bu hasletlerin bir kısmının normal, bir kısmının normal olmadığı kimse sadece o normal hasletlere göre güzel ahlâklı sayılır. Tıpkı fizikî yönden yüzünün bir kısmı güzel, bir kısmı güzel olmayan bir kimse gibi... Gazap´tan gelen kuvvetin güzellik ve itidali şecâat diye isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, îtidal sınırını geçer ifrata meylederse, onun ismine tehevvür denilir. Eğer zâfiyet ve noksanlığı (tefrite) meylederse, onun ismine korkaklık denir. Eğer şehvet kuvveti fazlalık tarafına kayarsa, adı oburluk olur. Eksiklik tarafına kaydığı takdirde adı donukluk´tur. Dinen övülen kısmı ise bu iki derecenin ortasıdır. Fazilet de bu orta derecededir. İfrat ve tefrit tarafları ise hem rezil, hem de kötüdür. Adalet yok olduğu zaman onun ne fazla, ne de eksik tarafları yoktur. Aksine onun zıddı ve tam karşıtı vardır ki o da zulümdür. Hikmet ise, kötü gayelerde kullanıldığı zaman onun ifrat derecesine habâset ve cerbeze adı verilir. Tefrit tarafına da ahmaklık denir. Bu iki tarafın arasındaki orta ve normal yön ise, hikmet ismiyle özellik kazanmıştır. Durum bu iken, ahlâkın esası dörttür: 1.Hikmet 2.Şecâat 3.iffet 4.Adalet Hikmet´ten bizim gayemiz; nefsin bir durumudur ki nefis onun vasıtasıyla bütün ihtiyarî fiillerde doğruyu yanlıştan ayırır. Adalet´ten gayemiz; nefsin bir durumu ve kuvvetidir ki, nefis onunla gazap ve şehvet kuvvetlerini idare edip onları hikmetin istediği istikamete sevkeder. Hikmetin işaretine göre, onları kışkırtır veya frenler. Şecaat´ten gayemiz; gazap kuvvetini göndermekte ve durdurmakta akla itâat etmesidir. İffet´ten gayemiz; aklın, şehvet kuvvetini ilahî nizamın edebiyle edeblendirmesidir. Bu bakımdan bu dört esasın mûtedil ve normal oluşundan bütün güzel ahlâklar doğup meydana gelmektedir.. Zira akıl kuvvetinin normal oluşundan ´güzel tedbir´, ´çalışan zihin´, ´kavrayıcı rey´, ´isabetli zan´, ´amellerin inceliklerine ve nefsin âfetlerinin gizliliklerine karşı uyanık bulunmak´ durumları doğup meydana gelir. Onun ifratından cerbeze, hile, kandırma ve dâhilik doğup meydana gelir, tefritinden ahmaklık, gammare (bönlük), saflık ve delilik çıkar. Gammare´den gayem; hayâlin selâmetiyle beraber, işlerde tecrübenin azlığı demektir. Zira insanoğlu birşeyde tecrübesiz, başka bir şeyde tecrübeli olabilir. Hamâkat ile delilik arasındaki fark ise şudur: Ahmak bir kimsenin hedefi doğrudur, fakat yürüdüğü yol yanlıştır. Bu bakımdan onun hedefe götüren yolda yürümesinde sahih bir düşüncesi yoktur. Mecnun bir kimse ise, o seçilmesi uygun olmayan bir şeyi seçer. Bu bakımdan onun seçişinin temeli bozuktur. Şecâat ahlâkına gelince, ondan cömertlik, yardım, şehamet, nefsi kırmak, eziyetlere göğüs germek, hilm, sabırlı olmak, öfkeyi yutmak, vekar, sevgi ve benzerleri doğup meydana gelir. Bütün bunlar güzel ahlâklardır. Onun ifratı ise tehevvürdür. Tehevvür´den kibir, gurur, acele kızmak, ucub meydana gelir. Tefritine gelince, ondan rezalet, zillet, üzüntü, hasislik, nefsin küçüklüğü, farz olan hakkı yerine getirmekten kaçınmak gibi rezil ahlâklar meydana gelmektedir. İffetin ahlâkına gelince, iffetten cömertlik, hayâ, sabır, müsamaha, kanâat, verâ, letâfet (incelik), yardım, zariflik ve az tamahkârlık meydana gelmektedir. Onun ifrat veya tefrite meyletmesine gelince, bundan harislik, oburluk, hayâsızlık, habaset, mubezzirlik, kusurluluk, riyâkârlık, mecnunluk, fuzulî meşguliyet, yağcılık, hased, başkasına isabet eden mu-sibetle sevinmek veya küfürbazlık, zenginlere yağcılık, fakirleri hakir görmek ve benzeri rezil ahlâklar doğup meydana gelir. Bu bakımdan, güzel ahlâkın temelleri bu dört fazilettir: Onlar da hikmet, şecâat, iffet ve adalettir. Diğerleri ise bunların dallarıdır. Bu dört haslette kemâl derecesine, Hz. Peygamber´den başkası erişememiştir. Hz. Peygamber´den sonra insanlar bu hususta yakınlık ve uzaklıkta çeşitli derecelere ayrılırlar. Bu bakımdan bu ahlâkta Hz. Peygamber´e yaklaşan herkes ALLAH´a yakındır. Bu yakınlığı da Hz. Peygamber´e olan yakınlığı nisbetindedir. Kim bu ahlâkları kemâl derecesinde nefsinde toplamış olursa, halk arasında emrine itaat edilen ve bütün insanların müracaat kaynağı olan bir padişah olmaya hak kazanır. Herkes bütün fiille-rinde ona uyar ve uymalıdır. Bu ahlâkların tamamından uzaklaşan ve zıdlarıyla sıfatlanan bir kimseye gelince, o kimse memleketten ve insanlar arasından sürgün edilip çıkarılmaya müstehak olur. Çünkü böyle bir kimse ALLAH´ın rahmetinden uzaklaştırılmış ve kovulmuş şeytana pek yaklaşmıştır. Bu bakımdan onu uzaklaştırmak uygun olur. Nitekim birincisinin ALLAH Teâlâ´ya mukarreb meleğe yakın olduğu gibi... Bu bakımdan birincisine uymak gereklidir ve ona yaklaşmak uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ancak güzel ahlâkı tamamlamak için nübüv-vet ile vazifelendirilmiştir. Nitekim kendilerinin de buyurdukları gibi... Kur´an, mü´minlerin sıfatlarını sayarken bu ahlâklara işaret ederek şöyle buyurmuştur: Mü´minler ancak o kimselerdir ki, ALLAH´a ve peygamberine iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler ve ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler sâdıkların ta kendileridir. (Hucurât/15) Bu bakımdan şeksiz ve şüphesiz ALLAH´a ve Hz. Peygamber´e iman, yakînin kuvveti, aklın meyvesi ve hikmetin zirvesidir. Malla mücâhede etmek, şehvet kuvvetini zapt u rapt altına almaya dönüşen cömertliktir. Nefisle mücâhede etmek, gazap kuvvetini normal sınırda ve aklın gereğine göre kullanmaya dönüşen şecaattir. ALLAH Teâlâ, ashâb ı kirâmı vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Kâfirlere karşı şiddetlidirler, aralarında merhametlidirler. (Feth/29) Bu ilâhî hüküm, şiddet için bir yerin olduğuna, rahmet için de başka bir yerin olduğuna işarettir, Bu bakımdan her durumda şiddette kemâl olmadığı gibi, rahmette de kemâl yoktur. Aksine herbirinin yeri ayrı ayrıdır. İşte bu, ahlâkın güzelliğinin ve çirkinliğinin beyanıdır. Rükûnların, meyve ve dallarının bahsidir. __________________ |
Riyazet Yoluyla Ahlâk´ın Değişmeyi Kabul Etmesi
Tembel bir kimseye mücahede etmek, nefsi riyazete çekmek, nefsini temizlemek ve ahlâkını güzelleştirmek ağır gelir. Nefsin bu hâlinin kusurluluğundan, eksikliğinden ve kötü müdahelesinden ileri geldiğini bir türlü kabul etmek istemez. Bu bakımdan bu kişi, ahlâkın değişmesinin düşünülemeyeceğini, tabiatların değişmez olduğunu iddia ederek iki delil ile bu iddiasını isbata kalkışır. 1. Ahlak bâtının sûretidir. Nitekim şeklin, zâhirin sûreti olduğu gibi,... O halde kişi, zahirî hilkati değiştirmeye güç yetiremez. Kısa boylu bir kimse kendisini uzun boylu yapamaz. Uzun boylu bir kimse de boyunu kısaltamaz. Çirkin bir kimse sûretini güzelleştirmeye muktedir değildir. Bâtınî çirkinlik de aynen öyledir. 2. Ulemâ ´Güzel ahlâk ancak şehvet ve öfkenin silinmesiyle mümkündür´ demişlerdir. Oysa biz, uzun mücahede yapmak sûretiyle bunu denedik ve bildik ki bu, mizaç ve tabiatın isteğindendir. Hiçbir zaman insanoğlundan şehvet ve öfke ayrılmaz. Bu bakımdan insanoğlunun şehveti, nefsinden ayırmak için çalışması, faydasız bir şekilde vaktini boşa harcamaktır. Çünkü amaç, kalbin geçici zevk ve sefâlara dalmasını önlemektir. Bu ise, varlığı muhal bir şeydir. Bu bakımdan cevap olarak deriz ki, ahlâklar değişmeyi kabul etmeseydi, nasihatlar, va´zlar ve edeblendirmeler bâtıl olup faydasız kalırdı! Hz. Peygamber (s.a) ´Ahlâkınızı güzelleştiriniz´36 buyurmazdı. Ahlâkın değişmemesi, Ademoğlu hakkında nasıl düşünülebilir? Oysa hayvanların huylarının bile değişmesi mümkündür. Zira doğan kuşu vahşetten yakınlaşmaya dönebilmektedir, Köpek, oburluğunu frenleyip avı sahibine bırakmaya alışmaktadır. At, serkeşlikten uysallık ve itaata geçmektedir. Bütün bunlar ahlâkların değiştirilmesidir. Bu konunun yüzünden perdeyi kaldıracak söz şudur: Varlıklar, aslında ve tafsilinde insanların hiçbir dahli ve ihtiyarı olmayan kısımlara; gök, yıldızlar, bedenin iç ve dış ve âzâları, hayvanların diğer parçaları ve sonuç olarak kâmil bir şekilde var olanın, varlığından ve kemâlinden tamamen ayrılan şeyler ve eksik bir şekilde var olup şartı mevcut olduktan sonra kemâlin kabulü için kendisinde bir kabiliyet yaratılan kısımlara ayrılmaktadır. Bu ikinci kısmın şartı bazen kulun ihtiyarına bağlıdır. Şöyle ki, hurma çekirdeği, bilfiil ne elma ve ne de hurmadır. Ancak insan müdahele edip, terbiye verdiği zaman, hurma olabilmesi mümkün olacak şekilde yaratılmıştır. Bu hurma çekirdeği terbiye edilse bile elma olmaz. Madem ki hurma çekirdeği, insanın müdahelesinden etkilenir, bazı durumları değil de bazılarını kabul eder, o halde öfke ve şehvet de böyledir. Biz onların silinmesini ve tamamen ortadan kaldırılmasını istediğimiz zaman, onları etkisiz bırakmak azminde olduğumuz an, buna asla bizim gücümüz yetmez ve yetmemiştir. Eğer onların uysallaştırılmasını, riyazet ve mücâhede sûretiyle itaat edecek şekle sokulmasını istesek, buna gücümüz yeter. Zaten biz bununla emrolunduk ve böyle yapmak bizim kurtuluşumuzun ve ALLAH´a varışımızın sebebi olur. Evet! Tabiatlar çeşitlidir, bazıları çabuk terbiye kabul eder. Bazıları da geç kabul ederler. Tabiatların çeşitli oluşunun iki sebebi vardır. I. Fıtratta bulunan kuvvet ve bu kuvvet var oldukça devam etmesidir. Zira şehvet, öfke, gururun kuvveti insanoğlunda mevcuttur. Fakat bunların en zor ve en geç terbiye olanı şehvet kuvvetidir. Zira şehvet kuvveti, bütün kuvvetlerden daha önce varolan bir kuvvettir. Zira çocuğun yaratılışının başlangıcında şehvet yaratılır,sonra yedi yaşından itibaren de öfke kendisi için yaratılır. Bundan sonra temyiz ve ayırdetmek kuvveti kendisinde yaratılır. II. İnsan kendisinde bulunan bir huyunu beğenir ve ona uygun davranışlarda bulunur ve bunlara devam ederse, o huy kendisinde iyice yerleşir ve onu söküp atmak zor olur. İnsanlar bu hususta dört mertebeye ayrılır: Birinci Mertebe: Gaflette olan insandır ki hak ile bâtılı, güzel ile çirkini farketmez. Hatta yaratıldığı gibi kalmış, bütün inançlardan boş, lezzetlere tâbi olup şehveti de tamamlanmamıştır. Böyle bir kimse tedaviyi çabuk kabul eder. Bu sadece bir muallime, mürşide ve nefsinden onu hayra iteleyici bir kuvvete muhtaçtır ki onu mücahedeye sevketsin, böylece en yakın ve en kısa zamanda ahlâkı güzelleşsin! İkinci Mertebe: Çirkini bilir, fakat sâlih amel yapmayı âdet edinmemiştir. Hatta kötü ameli kendisine süslü gösterilmiştir. Onu alışkanlık haline getirmiştir. Bütün bunlar şehvetlerine itaat edip, bildiği doğrudan yüz çevirdiği için olmuştur! Bu da şehvetin kendisine galebe çalmasından ileri gelmiştir. Fakat amelinde kusurlu olduğunu bilir. Bu kimsenin durumu, birincisinin durumundan daha zordur. Zira bunun vazifesi daha fazladır. Buna gereken vazife, önce nefsinde yerleşen fesadı söküp atmaktır. Sonra nefsinde salâh ve takvâ sıfatını yerleştirmektir. Fakat bu kimsenin her durumunda riyazete tâbi tutulmaya kabiliyeti vardır. Eğer ciddiyet ve samimiyetle yanaşmak istiyorsa, terbiyeye elverişlidir. Üçüncü Mertebe: Çirkin ahlâkı hakkında, o ahlâklarla ahlâklanmanın vâcib ve güzel olduğuna inanmak, o ahlâkları hak ve güzel görmek ve onlar üzerinde ilerlemektir. Böyle bir kimse, tedavisi neredeyse mümkün olmayacak bir kimsedir. Bu kimsenin salâh ve takvâya yanaşma ihtimali çok zayıftır. Bunun sebebi ise, dalâlet ve sapıklığın sebeplerinin bu adamda birikmesidir. Dördüncü Mertebe: Fazileti, bozuk düşüncenin temeli üze-rinde gelişmekle ve onunla amel etmeye alıştırılmakla beraber oburluğun çokluğunda ve nefisleri helâk etmesinde görmez. Böbürlenmesinin ve böyle yapmasının kıymetini artırdığını zanneder. Bu mertebe daha önce bahsi geçen mertebelerin hepsinden daha çetindir ve bunun hakkında şöyle denilmiştir: İhtiyarı riyazete tâbi tutmak zahmet çekmektir. Kurdu terbiye etmeye çalışmak da azap vermektir!´ Bu sınıflardan birincisi sadece câhildir. İkincisi câhil ve sapıktır. Üçüncüsü, câhil, sapık ve fâsıktır. Dördüncüsü, câhil, sapık, fâsık ve şerirdir. Onların delil olarak ileri sürdükleri diğer hayâle gelince, o hayal onların şu sözüdür: Âdemoğlu hayatta oldukça onun şehvet ve öfkesi kesilmez. Dünya sevgisi ve diğer sıfatları ortadan kalkmaz. Bu görüş, bir grubun yanılmasıdır. Bu grup zannetmiştir ki, mücahededen gaye bu sıfatları tamamen ortadan kaldırıp silmektir. Oysa bu sıfatların tamamen kaldırılması uzak bir ihtimaldir. Çünkü şehvet esasında bir fayda için yaratılmıştır. İnsanın yaratılışında şehvetin olması zarurîdir. Eğer yemek şehveti kesilirse, insanoğlu helak olur. Eğer cinsî ilişkinin şehveti kesilirse nesil son bulur. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, insan kendi nefsini helâk eden birşeye karşı koymaz ve helâk olur! Madeni ki şehvetin aslı kalıcıdır, o halde insanoğlunu şehvete götüren mal sevgisi de kalıcıdır. Öyle ki bu sevgi, onu mal edinmeye sevkeder. Oysa mücahededen gaye; bu sıfatları tamamen ortadan kaldırmak değildir. Aksine, bu sıfatları normale dönüştürmektir. İfrat ve tefritin ortasını bulmaktır. Öfke sıfatından gaye, korunmaktır. Kısacası kişinin kuvvetli olması, kuvvetiyle beraber aklına itaat etmesidir. Bunun için de ALLAH Teâlâ Feth sûresinin 29. ayetinde Kâfirlere karşı şiddetli ve aralarında merhametlidirler´ buyurmuştur. Dikkat edilirse, ALLAH Teâlâ müslümanları şiddetle vasıflandırmıştır. Oysa şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelir. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad, da kalkar. Acaba şehvet ve öfkenin tamamen ortadan kaldırılması nasıl kastedilebilir? Oysa peygamberler bile şehvet ve öfkeden tamamen sıyrılmamışlardır. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben sadece bir beşerim. Beşerin öfkelendiği gibi öfkelenirim.37 Hz. Peygamber´in huzurunda hoşuna gitmeyen birşey konuşulduğu zaman, mübarek yanakları kıpkırmızı kesilecek derecede öfkelenirdi. Fakat hakikatten başkasını söylemezdi. Hz. Peygamber´in öfkesi, onu hakikatin çerçevesinden çıkarmazdı ve nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlıyanlar... (Âlu İmran/134) Dikkat edilirse, ALLAH Teâlâ ´Öfkelerini kaybedenler´ dememiştir. Bu bakımdan öfke ve şehveti normal sınırda tutmak, akla galip gelmeyecek şekilde onları terbiye etmek, hatta onları aklın himayesi altına almak, aklı onlara hâkim kılmak mümkündür. İşte ahlâkın değiştirilmesinden gaye budur. Çünkü çoğu zaman şehvet, insanoğlunu tahakküm altına alır. Öyle bir hâle getirir ki insanın aklı o şehvetin fuhşiyata dönüşmesini önleyemez. Fakat riyazet yapmak sûretiyle şehvet normal sınıra çekilebilir ve görülüyor ki böyle olmak mümkündür. Tecrübe ve müşahede buna delâlet etmektedir. Ahlâkta ifrat ve tefrit değil de normalin matlûb olduğuna delâlet eden delil şudur: Cömertlik, şer´an ve dinen övülen bir ahlâktır. Kaldı ki cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir ahlâktır. ALLAH Teâlâ cömerti medh u sena ederek şöyle buyurmuştur: Ve harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.(Furkan/67) Elini boynuna bağlama, büsbütün de onu açıp israf etme ki sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın!(İsrâ/29) Böylece yemek şehvetinde de gaye, donukluk ve oburluk değil, normal hareket etmektir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Ademoğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin; çünkü ALLAH israf edenleri sevmez!(A´raf/31) Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.(Feth/29) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İşlerin en hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır.38 Bunun bir sırrı ve tahkiki vardır; kişinin saadeti, kalbinin dünya âleminin ârızlarından selâmet bulmasına bağlıdır. Ancak selîm kalple ALLAH´a gelen müstesnadır. (Şuara/89) Cimrilik dünya ârızlarındandır. İsraf da onun gibi dünya ârızlarındandır. Kalbin şartı, bunların ikisinden selim kalmasıdır. Yani mala iltifat edip onun dağıtılmasına veya tutulmasına haris olmamasıdır. Çünkü infak etmekte haris olan bir kimsenin kalbi infaka, malı tutmakta haris olan bir kimsenin kalbi de malı tutmaya meyleder. Bu bakımdan kalbin kemâli, bu iki vasıftan da uzaklaşmasıdır. Eğer bu mümkün olmazsa, her iki vasfın da bulunması gerekir. O da orta derecedir. Zira ılık su, ne sıcak ve ne de soğuktur, bunların arasında bir derecedir. Sanki sıcaklık vasfından da soğukluk vasfından da uzaktır. Böylece cömertlik de israf ile cimrilik arasındadır. Şecâat, korkaklık ile tehevvür arasındadır. İffet, oburluk ile donukluk arasındadır. Diğer ahlâklar da böyledir. Bu bakımdan işlerin ifrat ve tefrit tarafları kötüdür. İşte güzel olan da budur ve bu da mümkündür. Evet! İrşad edici şeyhe, müridine, öfkeyi tamamen çirkin göstermek, cimriliği kötülemek vâcib olur. Bu hususta ona ruhsat vermemesi lâzımdır. Çünkü mürşid, müridine burada en küçük bir ruhsat verdi mi,mürid onu kendisi için özür kabul ederek cimriliğini ve öfkesini devam ettirmekte kendisini mâzur görecektir. Kişi bunun esasını sökmesini kastedip bu hususta mübalağa gösterdiği zaman, onun hiddetinin kırılması mümkün olur. Normal şekle dönse bile, mürşid buna râzı olmamalı, tamamının yok olmasına çalışmalıdır ki istenilen sonuca varılabilsin! Bu bakımdan bu sır, mürid için keşfolunmaz. Çünkü bu yer, ahmak insanların böbürlenme yeridir. Zira ahmak kimse, nefsi hakkında zanneder ki öfkelenmesi haklıdır, mal tutması haktır 36) Ebu Bekir b. Lâl 37) Müslim 38) Beyhakî |
Güzel Ahlâk´a Ulaştıran Sebepler
Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet´in kemâline, öfke ve şehvet kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır. Bu normallik, iki yönden meydana gelir. 1.İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir kemâlle hâsıl olur. Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar. Güzel ahlâklı olarak dünyaya gelir.Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur. Öğrenmeden terbiyeli olur. Örneğin Hz. İsa (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve bütün peygamberler böyledir. Tabiat ve yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir ihtimal değildir. Nice çocuklar vardır ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de bunun aksi olur. Arıcak bu vasıflar alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir. 2.Bu ahlâkları mücahede ve riyazet yoluyla elde etmektir. Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve fiillere zorlamaktır. Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak alıştırmaktır. Bu da malın verilmesi demektir. Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar... Böylece nefis, cömert olur. Böylece nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde onu bu yöne sevketmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir. Şer´an ve dinen güzel ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir. Kişinin gayesi, kendisinden çıkan fiillerden zevk alması olmalıdır. Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir. İstemeyerek veren bir kimse ise, cömert sayılmaz. Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin tamamını terkedince yerleşir. Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Benim gözümün nûru, namazda kılındı.39 İbâdetlerin yapılması ve mahzurların terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir. Kul bununla saadetin kemâline erişemez. Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır. Fakat hayırlı olması, terketmesine nisbetendir. İsteyerek yapmasına nisbeten değil... Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bir de sabır ve namazla ALLAH´tan yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir. Fakat saygılı kimselere değil....39) Nesaî(Bakara/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Rıza halinde ALLAH´a ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır.40 Güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam aksini hissetmek yeterli değildir. Aksine daimî ve hayat boyunca böyle olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber´e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: Saadet, ALLAH´a ibadette uzun ömürlü olmaktır.41 Bunun için de peygamberler ve velîler ölümü hoş görmemişlerdir. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hayatın uzamasıyla ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur. Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir etmeleridir. Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün olur. Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, ALLAH sevgisini yerleştirmektir. İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki ALLAH ile mülâki olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün imkânları kendisini ALLAH´a götüren yolda kullanmalıdır. İnsanın öfkesi ve şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir. Bunların güzel kullanılması da ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır. Sonra onunla sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır. Namazın gözün nuru olacak bir raddeye gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun değildir. Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir. Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler içerisindedirler. Kumarcıyı görürüzazen kumarından ve içinde kıvrandığı çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız sevinmesi bunun yanında az sayılır. Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır. Bununla beraber kişi kumarı sever ve ondan lezzet alır. Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan alışkanlığmdandır. Güvercin ve kuşlarla oynayan da böyledir. Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler. Oysa kuşlara, hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü o zahmetin elemini hissetmez. Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder. Bu hareketinden dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir. Bütün bunlarla beraber o nefsiyle mağrurdur. Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder. Hatta bunu nefsine böbürlenme vesilesi yapar. İçlerinden bazılarını yaptığını veya başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva etmediğini görürsün. Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu metânetinden dolayı sevinir. İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur. Hatta kadınlara benzetmek için tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir. Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu ile iftihar etmektedir. Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün. Bütün bunlar, daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin sonuçlarındandır. Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar. Bu bakımdan madem ki nefis, âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi tabiatı gereğidir. Çamurun yenmesine meyletmeye benzer. Zira çamur yemek, âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir. Fakat nefsin hikmete, ALLAH sevgisine ve ALLAH marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi gibidir. Bu ise kalp tabiatının gereğidir. Çünkü bu rabbânî bir emirdir. Nefsin şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir. Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve ALLAH sevgisidir. Fakat nefis, kendisinde vâki olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır. Nitekim insan midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez. Oysa bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir. Bu bakımdan ALLAH´tan başka herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır. Ancak o şey ALLAH sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde durum değişir. ALLAH´ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez. O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür. Riyazet demek, kendisinden çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun diye işlemek demektir. Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak hallerindendir. Bundan gayem nefis ve bedendir. Zira kalpte beliren her sıfat, eserini âzâlar üzerinde gösterir. Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket ederler. Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir. Oradaki iş, devir ve teselsüldür. Bu ise bir misâl ile bilinir. Yazmakta usta olmak isteyen bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır. El ile bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka kendisinin bir yolu yoktur. Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir. Çünkü kâtibin yaptığı güzel yazıdır. Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini kâtibe benzetmeye çalışmalıdır. Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu, nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî olarak bundan ortaya çıkacaktır. Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden ortaya çıktığı gibi.,. O halde yazısını güzelleştiren kendisidir. Fakat başlangıçta bu iş zorlukla oldu. Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi. Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi. İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel yazı yazmaya başladı. Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur. Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar buna devam etmektir, böylece fakîh olur. Böylece, cömert, namuslu, halîm ve mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir. Bu fiiller kendisi için tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir. Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır. Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa, aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz. Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır: Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez. Fakat tekrar etmeyi bir gün terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder. Öyle ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın fazileti elinden kaçar. Küçük günahlar da böyledir. Onların bir kısmı insanı başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez. Fakat az bir taatı hakir görmek de uygun değildir. Çünkü taatin çoğu tesir eder. Taatin çoğu ise, azlarından meydana gelmiştir. Bu bakımdan her azın tesiri vardır. Hiçbir taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın. Bu bakımdan kesinlikle onun sevabı vardır. Sevap ise tesir karşılığıdır. Günah da böyledir. Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler. Sonunda tabiatı, fıkhı kabul etmekten çıkar. Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir. Zira az, insanı çoğa davet eder. Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur. Bir daha da kalbi, şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz. Tevbe kapısının kapanmasının mânâsı bu demektir. ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir: Biz onların önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler.(Yâsîn/9) Bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: İman, kalpte beyaz bir nokta olarak görünür. İman arttıkça bu beyazlık da artar. Ne zaman ki kul, imanın kemâline varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır. Münafıklık, kalpte siyah bir nokta olarak görünür. Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar. Kul, tam bir münafık olduğu zaman kalbin tamamı kararır! Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar, bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh ve takvânın arkadaşlarıdır. Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır. Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi demektir. Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen, âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son derece ALLAH´tan uzaktır. Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir. Bunların herbirinin yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi vardır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8) ALLAH onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.(Nahl/33) 39) Nesaî 40)Taberânî 41)Deylemî ki, b |
Ahlâk´ı Güzelleştirmenin Yolları
Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta îtidal, nefsin sıhhati demektir. İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır. Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir hastalık olduğu gibi... Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki; kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini kazandırmak hususundaki tedavisine benzer. Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir. Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden, başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır. Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir. Eğer beden sıhhatliyse, doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip, kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen hareket o temizliği korumak için çalışmaktır. Onu daha fazla kuvvetlendirmek, daha fazla temizlemek için çalışmaktır. Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır. Nasıl ki bedenin mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle tedavi edilir. Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi zıddıyladır. Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur. Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle tedavi olunur. Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak lâzımdır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile kurtulur. Kalbin hastalığı ise -ALLAH korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam eden bir hastalıktır. Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır. Çünkü eğer bunun ayarı (dozu) bilinmezse, fesad daha da artar. Aynen bunun gibi kötü huyların tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır. İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan geldiğini bilmedikçe tedavi edemez. Eğer hastalık hararetten ise, onun derecesini bilmesi gerekir. Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır. Hastanın sanatına, yaşına ve diğer durumlarına bakar. Sonra onlara göre tedavi eder. Tıpkı bunun gibi önder olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu formülleri kendilerine tatbik etmemelidir. Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir. Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür. Mürşid müridin hastalığını tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır. Eğer mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir. Eğer mürid, haram bir malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi emretmelidir. Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin. Eğer onun yanında zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır mü-esseselerine sarfetmelidir. Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat, gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun. Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır. Dilenmekten daha büyük bir zillet yoktur. Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır. Zira kibir, insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır. Hamakat da böyledir. Eğer mürşid müridin, beden ve elbise temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse, bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte, mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan insanın kendi nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur. O halde kul ne zaman ALLAH´tan başkasına ibâdet ederse, ALLAH´tan perdelenir. Kim elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür. Riyazetin inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir ahlâka nakletmesidir. Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan bir kimse gibi... Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur. Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir, sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir. Bu bakımdan mertebe ve makamı bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif bir makama nakledilir. Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir. Sonra ona lezzetli yemekleri hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir. O lezzetli yemekleri ona değil, onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir. Hazırladığı o güzel yemeklerden yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir. Müridin nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir. Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır. Bu bakımdan iradenin başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur. Eğer müridde öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir. Ahlâken kötü olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir. Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat, nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı. Halk arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı. Nefsini sabretmeye zorlar, öfkesini yutmaya alıştırırdı. Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu. Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu. Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti. Şecaat ahlâkını kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde seyahate çıkıyordu. Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler. Şeyhlerden biri başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu. Bütün gece başının üzerinde dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun! Bazıları da mal sevgisini bütün malını satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti.42 Çünkü malını satıp halka dağıtmakta cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu. İşte bunlar birkaç misâldir. Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler. Bizim burada gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir. Zira bu husus, kitabımızın diğer kısımlarında gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun, nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati çekmektir. ALLAH Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade etmiştir: Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41) Mücâhedede en mühim temel, azim göstermektir. Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da ALLAH Teâlâ´dan bir iptila ve denemedir. O halde burada sabrederek devam etmesi uygundur. Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis buna alışır ve sonunda bozulur. Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi nefsine bu hususta ceza vermesidir. Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir. Böylece riyazet ve çalışması tamamen bozulur. 42) Malı zâyi etmek İslâm´da yoktur. Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır. Umumî bir düstur değildir Site İçi Bir Hadis Ben Sizin Gibi Değilim İbn Ömer (r.a.) şöyle haber vermiştir:Hz. Peygamber (a.s.) yiyip içmeksizin oruçları birbirine eklemekten nehiy buyurdu. Sahabeler: Ama siz peş peşe oruç tutuyorsunuz, dediklerinde. Resulüllah (a.s.): "Ben, sizin gibi değilim. Zira ben, (RABBİM tarafından) yedirilir ve içirilirim" buyurmuştur. Sahih-i Müslim´deki hadis numarası: 1844 Bir Ayet İnsanın Bencilliği Andolsun biz Musa´ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa´ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu´l-Kudüs´le teyid ettik. Demek size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak bir kısmınız da onu öldürecek misiniz? |
Kalplerin Hastalıkları ve Sıhhate Kavuştuklarına Delâlet Eden Alâmetleri
Bedenin âzâlarının herbiri, kendisine mahsus bir fiil için yaratılmıştır. Onun hastalığı ancak kendisi için yaratıldığı fiili yapmamasıdır. Hasta olmaması için o fiil, kendisinden çıkmamalı veya bir nevi sallantı ile kendisinden çıkmalıdır. Bu bakımdan elin hastalığı, kendisine çalışmanın zor gelmesidir. Gözün hastalığı, görmenin kendisine zorlaşmasıdır. Kalbin hastalığı da yapması için yaratılmış olduğu fiilin yapılmasının kendisine zor gelmesidir. Bu fiil de ilim, hikmet, mârifet, ALLAH sevgisi, ALLAH´a ibâdet, ALLAH´ın zikrinden zevk duymak ve ALLAH´ın zikrini diğer şehvetlere tercih etmek ve bütün şehvetler ve âzâlarla ALLAH´ın zikrine yardım etmektir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56) Bu bakımdan her âzâda bir fayda vardır. Kalbin faydası; hikmet ve mârifettir. İnsan nefsinin özelliği, hayvanlardan ayrılmasına sebep teşkil eden şeydir. Çünkü Âdemoğlu hayvanlardan yemek, cinsel güç, görme ve bunlara benzer özelliklerle ayrılmaz. Aksine eşyanın hakikatini bilmekle ayrılır. Eşyanın aslı, mûcidi ve onları eşya olarak yaratan ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan kişi herşeyi bilip ALLAH´ı bilmediği takdirde sanki hiçbir şey bilmiyor demektir. Mârifetin alâmeti sevgidir. O halde, ALLAH´ı bilen bir kimse ALLAH´ı sever. Muhabbetin alâmeti; dünyayı ve başka sevgilileri ALLAH´a tercih etmemektir. De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler, size, ALLAH´tan, Rasûlü´nden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin! ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez,(Tevbe/24) Bu bakımdan nezdinde ALLAH´tan daha sevimli birşey bulunan bir kimse hastadır. Nitekim çamur yemenin ekmek yemek ve su içmekten daha sevimli geldiği her midenin veya ekmek ve su isteğinin kaybolduğu her midenin hasta olduğu gibi... İşte hastalıkların alâmetleri bunlardır. Bu bakımdan ALLAH´ın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu anlaşılmıştır. Ancak birtakım hastalıklar vardır ki sahipleri onları teşhis edememektedir. Kalbin hastalığı sahibi tarafından teşhis edilmeyen hastalıklardan olduğu için sahibi ondan gafil olur. Eğer biliyorsa ilacın acılığına sabretmek ona zor gelir. Çünkü ilacı, şehvetlere muhalefet etmektir. Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Eğer nefsinde tedaviye sabır göstermek kudreti görürse, ehil bir doktor bulamazsa, nefsini tedavi etmelidir. Çünkü doktorlar âlimlerdir. Maalesef onlara da hastalık galebe çalmaktadır. O halde hasta bir doktor pek az tedavisine bakar ve bunun için de bu hastalık daimî ve müzmin bir hastalık olmuştur. Bu ilim tamamen ortadan kalkmış, kalplerin tababeti tamamen inkâr edilmiştir. Halk dünya sevgisine, zâhirleri ibâdet, bâtınları âdet ve gösterişler olan amellerin sevgisine yönelmiştir. İşte bunlar hastalıkların esaslarının alâmetleridir. Tedaviden sonra sıhhate kavuşmasının alâmetlerine gelince, onlar da şunlardır: Kişinin tedavi ettiği illete bakmasıdır. Eğer cimrilik hastalığını tedavi ediyorsa, bu hastalığın öldürücü ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir hastalık olduğunu bilmelidir. Bunun tedavisi ancak mal vermek ve infak etmekle mümkün olur. Fakat kişi bazen malı israfçı olacak derecede verir. Bu sefer israf da has-talık olur, kişi tıpkı soğukluğu, hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile soğukluğun arasındaki îtidal dengesini elde etmektir. Cimrilik hastalığının tedavisinde de böylece israf ile cimrilik arasındaki normal durumu elde etmek gerekir ki ifrat ve tefrit taraflarından uzak olup orta yolun tam üzerinde bulunsun. Orta yolun ne olduğunu bilmek istiyorsan, kötü ahlâkın gerektirdiği fiile bak! Eğer o fiil, senin için daha kolay ve zıddından daha hoş geliyorsa bil ki o fiili gerektiren kötü ahlâk sende galiptir. Mesela malın toplanması ve saklanması sence onu hak edene vermekten daha sevimli ve senin için daha kolay ise bil ki, sende galip olan cimrilik ahlâkıdır. O vakit malın verilmesine devam etmekte daha ileri git! Eğer müstehak olmayan bir kimseye vermek senin nezdinde hak ile tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. O vakit malı yeniden elinde tutma durumuna dön! Böylece durmadan nefsini murakabe edip fiillerin yapılması ve neleri kapsadığıyla ahlâkının ne raddede olduğuna istidlâl ederek muttali ol! Kalbinin mala duyduğu ilgisi kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya kadar devam et. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak bir muhtacın ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarfetmelisin. Senin nezdinde vermek, vermemekten daha sevimli olmamalıdır. Böyle olan her kalp -özellikle bu makamdan- ALLAH´a sapasağlam gelmiş bulunması ve böyle bir kalbin diğer kötü ahlâklardan da selim olması gerekir ki dünya ile ilgili olan bir şeyle alâkası bulunmasın! Nefis, dünyadan alâka ve irtibatlarını kesmiş olduğu halde, dünyaya iltifat etmeksizin, onun sebeplerine iştirâki olmaksızın ölünceye kadar böyle olmalıdır. İşte bu anda nefis, mutmain olan bir nefsin dönüşüyle rabbine döner. Hem rabbinden râzı, hem de rabbi kendisinden râzıdır. Rabbinin peygamberler, sıddîklar, şehid ve sâlihlerden olan mukarreb (yaklaştırılmış) kullarına katılmış olur. Bunlar da arkadaş olmak yönünden ne güzeldirler! İki taraf arasındaki hakikî itidalin bulunması gayet zor olduğundan hatta kıldan daha ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, şüphesiz dünyada böyle dosdoğru yolun üzerinde olan bir kimse, ahirette de böyle bir köprünün üzerinden rahatlıkla geçebilir. İnsan taraflardan birisine meyletmeden, dosdoğru yoldan kaymaktan nâdiren kurtulabilir. Bu bakımdan kulun meyli hangi tarafta ise, kalbi mânen oraya bağlıdır ve bunun için de bir nevi azaptan ve ateş üzerinden geçmekten bir türlü kurtulamaz, çakan bir şimşek gibi geçse bile... Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtaracağız.(Meryem/71-72) Yani dosdoğru yola yakınlıkları, uzaklıklarından daha fazla olan kimseleri kurtaracağız. İstikametinin çetin oluşundan dolayı her kula gereken günde onyedi defa "Ya rabbî! Bizi dosdoğru yola ilet!´ duasında ısrar etmektir. Zira namazın her rek´atında Fatihayı okumak (Şâfiî´ye göre) farzdır. Rivayete göre bir kişi rüyasında Hz. Peygamberi gördü, "Ya RasûlALLAH! Sen ´Hûd suresi beni ihtiyarlattı´ demişsin. Neden böyle söyledin?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çünkü o sûrede ´Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!´ (Hûd/112) ayeti vardır". Dosdoğru yol üzerinde istikamet gayet zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi, onun yakınına varmak için var kuvvetiyle çalışmalıdır. O halde kurtuluş isteyen kişi ancak sâlih amellerle kurtulabilir. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâktan meydana gelir. O halde her kul ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker saymalı, gözden geçirmeli, tertip üzere onların teker teker tedavisiyle meşgul olmalıdır. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi mûttaki kullarından eylemesini niyaz ederiz. |
İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu
ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol vardır: Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen, âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur. İkinci Yol: Dosdoğru bir dost istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost... O dostu kendi üzerine gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin, ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle yaparlardı. Hz. Ömer (r.a) derdi ki: ´ALLAH o kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!´ Ömer (r.a) Selman-ı Fârisî´den ayıplarını sorardı. Selman, Hz. Ömer´e geldiği zaman Hz. Ömer Selman´a ´Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ´ dedi. Selman ´Ne olursun bu hususta bana birşey sorma´ dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi: -Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini gündüz,öbürünü de gece giyiyormuşsun! -Senin kulağına bundan başka şeyler de geldi mi? -Hayır! -Ben bunların ikisinden de kurtuldum. Hz. Ömer, Huzeyfe b. Yeman´a şöyle sordu: ´Sen Rasûlüllah´ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?´ Hz. Ömer, derecesinin yüksekliğine, kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı terkeden pek azdır. Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır. Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı. Kendisine denildi ki: ´Neden halkla beraber olmuyorsun?´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!´ Dindarların şehveti (zevki), başkasının uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: ´Sen de filan filan şeyleri yaptın!´ Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi doğruya hidayet etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz. Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü, daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının diliyle yayılır. Dördüncü Yol: Halk ile oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır. Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar, başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep vericiye muhtaç olmazlar. Hz. İsa´ya (a.s) ´Sana kim edep öğretti?´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!´ Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan, nefsini temizledikten sonra ALLAH´ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak o doktor kurtarır! |
Güzel Ahlâk´ın Fazileti ve Kötü Ahlâk´ın Zemmi Ayet ve Hadîsler
ALLAH Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4) Âişe validemiz de şöyle der: Hz. Peygamber´in ahlâkı Kur´an´dı!1 Bir kişi Hz. Peygamber´e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur: Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir! (A´raf/199) Sonra da şöyle buyurmuştur: Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim´.2 Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3 Bir zat gelerek Hz. Peygamber´e şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Din güzel ahlâktır´ diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber´in sağ tarafına geçerek ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Din güzel ahlâktır´ dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber´in arkasına geçti ve ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir´ dedi.4 Bir ara Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Şûm nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ahlâkın kötüsüdür´.5 Bir kişi, Hz. Peygamber´e gelerek şöyle dedi: -Bana nasihat et! -Nerede olursan ol, ALLAH´tan kork! -Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü! -Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin! -Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü! -İnsanlarla iyi geçin.6 Hz. Peygamber ´Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?´ diye sordu, sonra cevap olarak da ´Güzel ahlâk!´ dedi Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: Kitabu Riyazet ´in-Nefs ve Tehzib´il-Ahlâk 141 ALLAH Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7 Fudayl der ki: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle denildi: ´Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir´. Hz. Peygamber şöyle dedi: O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber´den dinledim, şöyle buyurdu Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9 ALLAH Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Beni kuvvetlendir´. Bu duasına binaen ALLAH Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: ´Yarab! Beni kuvvetlendir´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki ALLAH Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10 Güzel ahlâk, ALLAH Teâlâ´nın en büyük mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: -Ey ALLAH´ın Rasülü! Mü´minlerin hangisi iman yönünden daha faziletlidir? -Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12 Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz.13 Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar.14 Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, ALLAH senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15 Berra b. Azib şöyle anlatır: ´Hz. Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi´.10 Ebu Mes´ud Bedrî Hz. Peygamber´in duasında şöyle dediğini nakleder: Ey ALLAHım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder: Ey ALLAHım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder: Mü´min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19 Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber´e şöyle sordular: ´Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Güzel ahlâk´ buyurdu.20 Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi ALLAH´ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22 Hz. Peygamber´in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur: Ey ALLAHım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur.23 Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24 Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25 Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber (s.a) Ebu Zer el-Gıfârî´ye şöyle demiştir: Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27 Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r.a) Hz. Peygamber´e şöyle sordu: -Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir? -Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28 Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29 Başka bir rivayette ´Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder´ buyurulmuştur. Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz. Peygamber´in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu: Ben dün akşam acaip birşey gördüm. Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla ALLAH arasında perde vardı. Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu ALLAH´ın huzuruna soktu!30 Enes (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa ibâdette kendisi zayıftır.31 Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber´in yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz. Peygamber´in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girdiğinde Hz. Peygamber´in güldüğünü gördü ve ´Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: -Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler.32 Hz. Ömer ´Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu´ dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı: -Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber´den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz? -Evet, sen Hz. Peygamber´den daha katı ve az merhametlisin! Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer´e şunları söyledi: -Ey Hattab´ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran ALLAH´a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir.33 Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34 Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Lokman Hakîm´in oğlu babasına şöyle sorar: -Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır? -Din! -Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur? -Din ile mal... -Üç olursa? -Din, mal, hayâ... -Dört olursa? -Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır... -Beş olursa? -Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir. -Altı olursa? -Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. ALLAH´ın velisidir. Şeytandan uzaktır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir´. Enes b. Mâlik şöyle demiştir: ´Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Ahlâk´ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!´ Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir´. İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun?´ denince, ´Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır´ dedi. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir´. Kettânî der ki: ´Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf´ta da senden ileri-dir´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler´. İbn Abbas´a ´Kerem ne demektir?´ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, ALLAH Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm´inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: ´Muhakkak sizin ALLAH nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır´. (Hucurât/13)" Denildi ki: ´Haseb (soy, sop) ne demektir?´ Şöyle dedi: ´Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür´. İbn Abbas şöyle demiştir: ´Her binanın bir temeli vardır. İslâm´ın temeli de güzel ahlâktır´. Atâ (r.a) şöyle der: ´Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır´. (Çünkü ALLAH Teâlâ: ´Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin´ (Kalem/4) buyurmuştur). Bu bakımdan ALLAH nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber´in yolunu ve izini takip edenlerdir. 1)İbn Merduveyh 2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî 3)Ebû Dâvud, Tirmizî 4)Muhammed b. Nesr 5)İmam Ahmed 6)Tirmizî 7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti. http://ehlisunnet.gen.tr/forum/Smileys/default/cool.gifİmam Ahmed, Hâkim 9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini) 10)Dârekutnî ve Harâitî 11)Taberânî 12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim 13)Bezzar, Ebu Yâ´lâ, Taberânî 14)İbn Hibban, Beyhakî 15)Harâitî 16)Harâitî 17)Harâitî 18)Harâitî 18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce 25)Harâitî 26)Harâitî 27)İbn Mâce, İbn Hibban 28)Bezzar, Taberânî, Harâitî 29)İmam Ahmed 30)Harâitî 31)Taberânî, Harâitî 32)Müslim, Buhârî 33)Müslim, Buhârî 34)Taberânî 35) Harâitî |
Gelişine Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi
Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim ALLAH Teâlâ (ce) şöyle buyurmuştur: Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.(Tahrîm/6) Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım şeylerden utanmaktadır. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir... ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela ´yemeği sağ elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!´ diyerek edep kurallarını öğretmek gerekir. Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu söylemelidir. ´Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar´ demelidir ve bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir. Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Örtülmesi için gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa ´Sakın böyle birşeye bir daha kalkışma, halk seni görür rezil olursun!´ diyerek sakındırmalıdır. Fakat her zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder. Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu, ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Eğer çocuğun anababası fakir ise, çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir. Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hür-metle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir. Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve öğrenmeye mec-bur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur. Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan sakmdırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduk-larını, onlardan maksadın insanın onlar vasıtasıyla ALLAH´ın iba-detine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın temelsiz olup bâki ol-madığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini, dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil, daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle bir kimsenin gittikçe ALLAH nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve böyle kimse için cennet nimetlerinin git-tikçe genişlediğini öğretmelidir, Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, ço-cuk oyuna alışır, çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbür-lenmeye alışır, onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60 Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar´ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan ALLAH´ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona ´Nasıl hatırlayayım ve anayım?´ diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: ALLAH benimledir. ALLAH beni görür. ALLAH şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki: "Ey Sehl! ALLAH´ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse 60) Müslim, Buhârî ALLAH´a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde ´Himmetimin dağılmasından korkuyorum´ dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur´an´ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur´an´ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra´ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra´ya geldim. Âlimlere meselemi sordum. Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan´da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster´e döndüm. ALLAH Teâlâ´nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim". Ahmed der ki: ´Sehl et-Tüsterî´nin ölüp ALLAH´a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim´. 60) Müslim, Buhârî |
İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı
Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, ALLAH´a ve son güne iman etmediği için ALLAH ile mülâki olmaya da tâlip değildir. Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve ALLAH´ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur! O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, ALLAH´ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler. (Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir: l.Mal 2.Rütbe 3.Taklid 4.Günah Mal: Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve ALLAH´tan perdelenmiş demektir. Rütbe Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür. Taklid: Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve ´Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah´ kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için ALLAH´tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir. Günah: Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur´an ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur´an arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur´an´ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir! Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür: A.Halvete çekilmek B.Sükût etmek C.Aç kalmak D.Uykusuz kalmak: İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun! Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi... Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür´.: Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur: 1.Aç kalmak 2.Uykusuz kalmak 3.Sükût etmek 4.Halktan uzaklaşmak Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.: Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. ´Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir´ denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: ´Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir´. Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir. Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber´e gelen nidanın, Hz. Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun? Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1) Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1) İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. ALLAH Teâlâ´nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini ALLAH´tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra ALLAH´ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir. Şiblî, Hüserî´ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum´adan öbür cum´aya kadar senin kalbine ALLAH´tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır´. Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve ALLAH sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. ALLAH sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup ´ALLAH, ALLAH´ veya ´SübhânALLAH, sübhânALLAH´ demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir. Böylece ALLAH´tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğunda -ki ALLAH´ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz ALLAH´tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: ´Bu kelime nedir? Bizim ALLAH dememizin mânâsı nedir? ALLAH hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?´ gibi... Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid´at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez. Bu vesveseler, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve ALLAH hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. ALLAH´ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, ALLAH´ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için ALLAH´a yalvarmaktır. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH´a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (ALLAH´ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!...(A´raf/200-201) ALLAH hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va´z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kocakarıların dinine yapışınız!61 Kocakarıların dini ise, imanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; ´Şeyh´e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır´. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir. Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim: -Tahkike giden yol nedir? -Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır. -Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde ALLAH ile beraber göreyim. -Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir. -Halka bakmak mecburiyetindeyim. -O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir. -Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim. -O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır. -Acaba illet bu mudur? -Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir. Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi ALLAH ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, ALLAH´ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine ´Senin bu yaptığın ALLAH´dan gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak ALLAH ile halk arasında vasıtasın. Halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur´ hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve ALLAH´ın kullarını ALLAH yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: ´Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden ALLAH´a hamdolsun!´ Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer´an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir. Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A´lâ/16) Bundan sonra ALLAH Teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim´in ve Musa´nın sahîfe-lerinde!(A´lâ/18-19) İşte tedrîcen ALLAH´ın mülakatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur! Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir. Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -ALLAH´ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır: 1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak 2.Dilin Âfetleri 3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması 4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı 5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi 6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi 7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi 8.Gurur´un Yerleri Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -ALLAH´ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer ALLAH dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir. Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm ALLAH´ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamam-lanmış oldu. ALLAH´ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur! ALLAH Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak ALLAH´tandır! ALLAH´a tevekkül eder ve sadece O´na dönerim! 61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında ´Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun aslına rastlamadım´ der. Bazı eserlerde Hz. Ömer´in sözü olduğu kaydedilmektedir. |
Kesriş Şehaveteyn Konusuna Giriş
Azamet ve kibriyâsında celâl sıfatıyla tek olan, hamd, takdis, tesbih ve tenzihe müstehak olan, hükmettiği ve takdir ettiği konularda adaletle kaim olup, nimet olarak verdiğinde ve kullarına ihsân ettiğinde illetsiz hareket eden ve kulunu korumayı üzerine alan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki nimetlerle kuluna ihsan eder. Hatta kulunun bütün emellerini karşılayacak şekilde kuluna ihsan eder. Kulu irşâd ve hidayete erdiren O´dur. Kulunu öldüren ve dirilten O´dur. Hastalandığı zaman kula şifa veren, zayıfladığı zaman takviye eden, kulunu ibâdetine, tâatına ve rızasını gerektiren işlere muvaffak kılan O´dur. Yediren ve içiren O!... Helâktan koruyan ve muhafaza eden O!... Kulu helâk edici şeylerden yemek ve içmekle koruyan O´dur. Azığın azıyla kanaat etmeye kulunu muvaffak eden O´dur. Kulların düşmanı olan şeytanın yollarını daraltsın diye kullarını az yemeye muvaffak kılan O!.... Kendine düşmanlık yapan nefsinin şehvetini az yemekle kırması ve nefsin şerrini defederek rabbine ibadet etmesi için kulu bu yola sevkeden O!... Bütün bunları, kul için lezzete vesile olan, iştahını kabartan nimetleri çokça verdikten, bu nimetlere karşı teşvik edici isteklerini harekete geçiren sebepleri yarattıktan sonra yapmıştır... Bütün bunları, kulu imtihan etmek ve denemek için vermiştir. Kulun hevâ-i nefsinde nasıl tesir meydana getirip, ona ne gibi bir seçim yaptıracağını görmek için yaratmıştır. Kulun O´nun emirlerine nasıl itaat edeceğine, yasaklarından nasıl sakınacağına, tâat ve ibâdetlerine nasıl devam edeceğine ve günahlardan nasıl kaçınacağına bakmak için bunları bu şekilde yapmıştır. Salât ve selâm, şerefli kulu, değerli rasûlü Hz. Muhammed´e olsun! Öyle bir salât ki Hz. Peygamber´i ona yaklaştırır, nasibdâr eder, derecesini de yüceltir. Aynı zamanda salât ve selâm Hz. Peygamber´in nesline, akrabalarına, ashâb ve tâbiinin hayırlılarına da olsun! Ademoğlu için helâk edicilerin en büyüğü midesinin şehvetidir. Bu şehvetten ötürü Âdem ve zevcesi Havva Dâr´u1-Karar´dan (Cennet´ten) ´Zillet ve iftikar evi´ olan dünyaya atıldılar. Çünkü onların ikisi şecere´den (ağaçtan) yememekle emrolunmuşlardı. Fakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yediler. Çirkin yerleri kendilerine göründü. Hakîkat noktasından bakıldığında mide, şehvetlerin pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdır. Zira mide şehvetini, tenâsül uzvunun şehveti ve kadınlara karşı heyecanın şiddeti takip eder. Sonra yemek ve evlenme şehvetini, dünya mertebeleri ile mala karşı olan rağbetin şiddeti takip eder. Dünya mertebesi ve mal, fazla evlenmeye ve fazla zevk ve sefâya dalmaya vesiledirler. Sonra fazla mal ve rütbeyi, kara câhilliğin çeşitleri, münakaşalar ve çekememezlikler takip eder. Sonra bu iki şehvetten, riya ve böbürlenmenin felaketi, zenginlikten gelen felaket ve azamet afeti doğup meydana gelir! Sonra bunlar insanoğlunu kindar ve hasedci olmaya, düşmanlık gütmeye ve buğzetmeye davet ederler. Sonra bu durum, sahibini zulmetmeye, münkeri işlemeye ve fuhşiyatta bulunmaya sürükler! Bütün bunlar, midenin ihmal edilmesinin sonuçlarıdır. Bunlar, mideden doğan oburluk ve mideyi tıkabasa doldurmanın kötü neticeleridir. Eğer kul, açlıkla nefsini terbiye eder, şeytanın yollarını daraltırsa, muhakkak ki nefsi ALLAH´ın ibadetine yönelir, serkeşlik ve mütecavizlik yolunda yürümez. Kendisini dünyaya dalmaya, geçici dünyayı âhirete tercih etmeye ve bu şekilde dünyaya yapışmaya sürüklemez. Mide şehvetinin âfeti bu dereceye kadar vardığı zaman, onun tehlike ve âfetlerini açıklamak farzdır ki ondan sakınılsın! Yine onunla mücahede etmenin yolunu izah etmek, bu mücahedenin faziletine dikkati çekmek, bütün bunları o mücahedeye insanları teşvik ve tergib için yapmak farzdır. Tenâsül organının şehvetini izah etmek de gerekir. Çünkü tenâsül uzvunun şehveti mide şehvetine tâbidir. Biz ALLAH´ın inayetiyle bu durumu birkaç fasılda izaha çalışacağız. Bu fasılları meydana getiren konular şunlardır: Açlığın faziletinin beyanı, sonra faydalarının, sonra mide şehvetinin kırılmasında takip edilen riyazet yolunun az yemek ve geç yemek sûretiyle temin edilmesinin beyanı, sonra insanların durumlarına göre açlık hükmünün ve faziletinin değişmesinin beyanı.. Sonra şehvetin terkindeki riyazetin beyanı... Sonra tenâsül organının şehveti hakkındaki söz... Sonra evlenmenin terki veya yapılması hususunda müride düşen vazifenin beyanı. Sonra gözünün, tenâsül uzvunun ve midesinin şehvetine muhalefet eden bir kimsenin faziletinin beyanı. |
Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi
Hadîsler Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy)la mücahede ediniz, çünkü buradaki sevap, ALLAH yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidir. ALLAH Teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur. İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu nakleder: Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!1 Hz. Peygamber´e insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle buyurmuştur: Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse ve sükseye kaçmayan kimse (insanların en faziletlisidir).2 Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktır. Nefsin zilleti ise yün elbiseler giymektir.3 Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder: Giyiniz, yeyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar (doldurunuz); çünkü bu, peygamberliğin bir parçasıdır.4 Hasan Basrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir.5 Yine Hasan Basrî, Hz. Peygamber!in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kıyâmet günü ALLAH Teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç kalanınız ve ALLAH´ın sıfatları hakkında en fazla düşüneninizdir. ALLAH nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yeyip içeninizdir!6 Hz. Peygamber, kendi arzusuyla ve zaruret olmaksızın aç kalır, açlığı tokluğa tercih ederdi.7 Nitekim kendileri şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek şöyle buyurur: ´Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terketmiştir. Ey melekler! Şâhid olun ki (benim için) terkettiği her yiyeceğin yerine kuluma cennette birçok dereceler vereceğim´.8 Kalpleri, çok yeyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidir. Ekinler çok sulandıklarında ölür!9 Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Ademoğluna, belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme için ayırsın.10 Usâme b. Zeyd ile Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği uzun bir hadîste açlığın fazileti şöyle zikredilmiştir: Kıyâmet gününde insanların ALLAH´a en yakın olanları, dünyada O´nun için uzun süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdir. Bunlar, şöhretsiz muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise aranmazlar. Onları ancak yeryüzünün bölgeleri tanır. Göklerin melekleri onların etrafını çepeçevre kuşatır. Halk dünyadan, onlar ise ALLAH´a ibâdet ve tâattan zevk alırlar... Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını ve dizlerini sermiştir... Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir, onlar ise korumaktadırlar. Yer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlar. Cebbâr olan ALLAH Teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap eder. Onlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve yamalı elbiseler giyerler. Üst ve başları toz toprak içerisindedir. İnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yoktur. Onlar için, akıllarını kaybetmiş deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildir. Fakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından dünya ehline göre akılsız gezerler. Oysa halkın aklı başlarından gittiği zaman, onların akılları başlarında olacaktır. Âhirette şeref onlara aittir. Ey Usâme! Kendilerini herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin ahalisi için emniyet sübabıdırlar. ALLAH Teâlâ, onların içinde bulunduğu bir kavme azap etmez. Yer küresi, onlarla sevinmekte, Cebbâr olan ALLAH onlardan razı olmaktadır... Bu bakımdan sen onları kendine arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasın. Elinden geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu halde ölmeye çalış; çünkü bu şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, pey-gamberlerle birlikte olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan ALLAH da sana rahmet deryâlarını coşturur.11 Hasan Basrî´nin Ebu Hüreyre´den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını dolduracak kadar yeyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil olursunuz.12 Hz. İsa havârilerine şöyle demiştir: Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz ALLAH´ı (O´nun cemâlini) müşâhede edebilsin! Bu söz, aynı zamanda bizim peygamberimizden de (Tâvus kanalıyla) rivayet edilmektedir. Tevrat´ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: ALLAH Teâlâ şişman âlime buğzeder. Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin şeylerdir. Hele âlim için daha da çirkin olur. Nitekim İbn Mes´ud şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ şişman kurra´ya (Kur´an okuyucusuna) buğzeder. Mürsel bir hadîste Hz. Peygamber´den şöyle vârid olmuştur: Şeytan, Ademoğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız. Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar. Mü´min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!13 Yani münafık, mü´minin yedi mislini yer veya şehveti, mü´minin şehvetinden yedi kat fazla olur. Bu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi, şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan da şehvettir. Yoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı mü´mininkinden fazladır demek değildir. Hasan Basrî´nin Hz. Aişe´den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: -Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size açılacaktır. -Cennetin kapısını ne ile çalalım? -Açlık ve susuzlukla!14 Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, huzurunda geğiren Ebu Cühayfe´ye15 şöyle buyurmuştur: Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla doyanlardır.16 Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim: - Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek kadarını alsaydın ne olurdu? - Ey Âişe! Benim ulu´1-azm arkadaşlarım, bundan daha şiddetli durumlara sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; rablerinin huzuruna vardılar. Rableri onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdı. Bu bakımdan -eğer geçimde lükse ve refaha kaçarsam- bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden küçük düşürmesinden utanırım. O halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelir. Nezdimde arkadaşlarıma ve kardeşlerime yetişmekten daha sevimli birşey yoktur.17 Hz. Âişe, sözünü şöyle tamamladı: ´ALLAH´a yemin ederim ki bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´in ruhunu kabzeyledi´. Enes´ten şöyle rivayet edilir: Birgün kızı Fâtıma Hz. Peygamber´e bir parça ekmek getirdi. Hz. Peygamber ´Bu nedir?´ diye sorduğunda Fâtıma ´Kendi ellerimle pişirdiğim bir ekmektir. Canım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da sana getirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir.18 Ebu Hüreyre şöyle der: ´Hz, Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştir. Dünyadan ayrılıncaya kadar da bu durum böyle devam etmiştir´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdir. İnsanların ALLAH nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdir. Canının istediği bir yemeği terkeden hiçbir kul yoktur ki onu terkedişi kendisi için cennette bir derece olmasın! Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır´. Şakîk Belhî şöyle der: İbâdet bir sanattır. Bu sanatın dükkanı halvethane, aleti ise açlıktır´. Lokman Hekim, oğluna şunları söylemiştir: ´Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâ-detten bıkıp otururlar!´ Fudayl b. Iyaz nefsine şöyle derdi: ´Acaba neden korkuyorsun? Yoksa aç kalacağından mı korkuyorsun? Sakın korkma; çünkü sen ALLAH Teâlâ nezdinde bu dereceye erişecek kadar değerli değilsin. Bu dereceye ancak ve ancak Hz. Peygamber ile arkadaşları erişebilmiştir´. Kehmes b. Hasan20 şöyle derdi: ´İlâhî! Sen beni aç ve elbisesiz bıraktın!. Gecelerin karanlığında lambasız oturttun! Acaba beni bu dereceye hangi vesile ile yükselttin?´ Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: ´Yârab! Beni hastalık ve açlığa müptelâ eyledin. Oysa sen bunları velî kullarına (sevdiklerine) verirsin. Bu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda edebilirim?´ Mâlik b. Dinar, Muhammed b. Vâsi´e şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Hem azığı olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe sahip olanlara ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´ Buna karşılık o da şunları söyledi: ´Ey Ebu Yahya! ALLAH Teâlâ kendisinden razı olduğu halde (aç karnına) sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´ Fudayl b. Iyaz şöyle derdi: ´Yâ rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin karanlığında çırasız bıraktın. Oysa sen bunu velî kullarına bahşedersin. Acaba ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Râğıbların (ALLAH´ı isteyenlerin) açlığı uyarıcıdır. Tevbe edenlerin açlığı deneme, müctehidlerin açlığı da keramettir. Sabredenlerin açlığı siyaset, zâhidlerin açlığı ise hikmettir´. Tevrat´ta şöyle yazılıdır: ´ALLAH´tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları hatırla!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: ´Akşam yemeğinden bir lokmayı terketmek benim için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâ-detle ihyâ etmekten daha sevimlidir. Açlık ALLAH nezdinde onun hazinesindendir. Onu ancak sevgili kuluna verir´. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, bazen yirmi küsür gün birşey yemezdi. Bu zatın bir senelik yiyeceğine bir dirhem kâfi gelirdi. Kendisi açlığa çok büyük değer verip bu konuda çok mübalâğalı hareket eder ve hatta şöyle derdi: ´Kıyamet gününde -Hz. Peygamber´e uyma bakımından- çok yemeyi terketmekten üstün sevap yoktur´. Yine bu zat şöyle demiştir: ´Akıllılar, gerek din ve gerekse de dünya için açlıktan daha faydalı birşey görmemişlerdir. Âhireti is-teyenler için çok yemekten daha zararlı birşey bilmiyorum´. Yine şöyle demiştir: Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise, tokluktadır. Helâli terketme hususunda ALLAH´a, nefsin isteklerine muhalefet etmekten daha üstün birşey ile kulluk yapılmış değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Midenin üçte biri yemek içindir. Bundan fazlasını yiyen kimse ancak sevaplarından yemiş olur. Sehl´e, fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: ´Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç kaldığında ALLAH Teâlâ´dan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman fazlasını bulmuş de-mektir´. Yine bu zât şöyle demiştir: ´Abdallar bu makamı ancak karınlarını aç, gözlerini uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde etmişlerdir´. Yine şöyle buyurmuştur: ´Gökten yere inen her sevabın başı açlıktır. Gök ile yer arasındaki her fısk u fücurun başı da tokluk-tur. Nefsini aç bırakan kimse vesveselerden kurtulur. ALLAH Teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile yönelir. Ancak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde ALLAH´ın yönelişine mazhar olabilir. Biliniz ki şu zamanda nefsini açlık, uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremez. Yeryüzünde hiçbir kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık ALLAH´a şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsun. Suyun durumu bu olursa, tıkabasa yemenin durumunu varın siz düşünün´. Bir hakîm ´Nefsimi hangi bukağı ile bağlıyayım?´ diyen birisine şöyle buyurmuştur: ´Nefsini açlık ve susuzlukla bağla... Nam u şânı terketmek ve azizliği bırakmak sûretiyle de onu ALLAH´a karşı zelil et! Âhiret evlâtlarının ayakları altına sermek sûretiyle küçült! Kurraların (âlimlerin) zâhirî elbiselerini ve süslerini terketmek sûretiyle kır! Kendisine karşı daima sû-i zanda bulunmak sûretiyle onun âfetlerinden kurtul! Onunla, hevâsına aykırı hare-ket etmekle arkadaşlık yap!´ Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ´nın hiçbir ku-lunu açlık çekmeksizin safâvete erdirmediğine yemin ederim. (ALLAH´ın bu sevgili kullarının) su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de ancak açlık sayesinde olmuştur. ALLAH Teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu hürmetine yardımcı olmuştur´. Ebu Tâlib el-Mekkî de şöyle demiştir: ´Mide Muzhir´e benzer. Muzhir içi boş ve üzerinde teller bulunan ud (saz) demektir. Bunun sesi, hafif ve ince olduğundan ve içi de tıkabasa dolu ol-mayıp boş bulunduğundan dolayı güzel çıkar. Mide de böyledir. Boş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur´. Ebubekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şu üç sınıf insanı sever: 1.Az uyuyanlar 2.Az yiyenler 3.ALLAH´ın ibâdetini bırakıp az istirahat edenler´. Rivayet edildiğine göre Hz. İsa, altmış sabah hiçbir şey yemeksizin ALLAH´a münâcaat etti. Sonunda kalbine yemek geldi ve münâcaatı o anda kesiliverdi. Münâcaatı kesildiğinde de yanına bir ekmeğin konulmuş olduğunu gördü. Bunun üzerine (münâcaatı kesildiği için) ağlamaya başladı. Tam o sırada bir ihtiyarın kendisine bakmakta olduğunu farketti ve ona ´Ey ALLAH´ın velî kulu´ ALLAH´ın bereketi üzerine olsun! Benim için ALLAH Teâlâ´ya dua et; çünkü münâcaat halinde iken kalbime yemek arzusu geldi ve dolayısıyla münâcaatım birden kesiliverdi´ dedi. Bu dilek üzerine ihtiyar şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Seni tanıdığımdan beri kalbime ek-mek yemek gelmişse, beni affeyleme! Bilakis ben düşünmeden ve kalbimden geçirmeden, bana kendiliğinden verilen şeyleri yiyorum´. Rivayet edildiğine göre; ALLAH Teâlâ, münâcaat için kendisine yaklaştırdığı zaman Hz. Musa önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi terketmişti. Nitekim Kur´an´da da böyle vârid olmuştur; çünkü Hz. Musa´nın geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıl 1)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 2)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 3)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 4)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 5)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 6)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 7)Beyhakî 11)Hatib, Zühd, (Said b. Zeyd´den) 12)Deylemî 13)Buhârî, Müslim 14)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 15)İsmi Vehb b. Abdullah es-Süvâî´dir. Hz. Peygamber´in vefatında erginlik çağına yaklaşmıştı. 16)Beyhakî 17) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır 18)Hâris b. Ebî Usâme 19)Taberânî, Ebu Nuaym 20)Âbid ve zâhid bir kimse olup Hasan Basrî´nin çağdaşıdır |
Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya´nın Âfeti
Şehveti terkedenin kalbine iki büyük âfet girebilir ki ikisi de tehlike yönünden her istediğini yemekten daha tehlikelidir. Birinci Afet O âfetlerin birincisi, nefsin bir kısım yemekleri terketrneye gücünün yetmemesi ve iştahı onlara çekmesidir. Fakat buna rağmen canının bunları çektiğinin bilinmesini istemez. Böylece şehvetini gizlemeye çalışır. İnsanların yanında yemediklerini tenhada yer. İşte gizli şirk budur. Âlimlerin birine bir zâhidin durumu soruldu. O âlim sustu. Kendisine denildi ki: -Onun bir kötülüğü olduğunu mu biliyorsun? -Cemaatle beraber yemediğini tek başına kaldığında yemektedir. Bu ise büyük bir âfettir. Aksine kulun yapması gereken şey, yemeden vazgeçemediği ve yemeklere duyduğu arzuyu, müptelâ olduğu ve şehvetlerin sevgisinde bulunduğu zaman açığa vurmaktır. Çünkü böyle yapması durumunun doğruluğunu gösterir. Bu ise amellerle yapılan mücâhedelerin karşılığıdır. Çünkü kusurunu gizleyip, olgun olduğunu göstermek, katmerli iki noksanlıktır; gizlemekle beraber iki defa yalan söylemektir. Bu bakımdan böyle olan bir kimse iki azaba müstehak olur ve ALLAH böyle bir kimseden ancak iki sadık tevbe yaparsa razı olur. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ, münâfıkların hakkında şiddet göstererek şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.(Nisâ/145) Çünkü kâfir, küfredip küfrünü açıklar. Münâfık ise kâfir olduğu halde küfrünü gizler. Küfrünü gizlemesi de ikinci bir küfürdür. Çünkü böyle yapan bir münâfık, ALLAH´ın, kendisinin kalbini bildiğini hafife almakta, insanların kendisini bilmesini ise büyütmektedir. İşte bunun için küfrünü gizler. Ârif kimseler ise şehvetlere, hatta günahlara müptelâ olurlar. Fakat riya, hile ve kusurlarını gizlemeye müptelâ olmazlar. Hatta ârifin kemâli, ALLAH için şehvetleri terketmek ve içinden şehvete taraftar olması keyfiyetini açıklamaktır. Bunu da halkın kalbinden mertebesini düşürmek için yapmalıdır. Çünkü selef-i sâlihînden biri, yiyecekleri satın alır ve evine asardı. Oysa kendisi onları yeme iştiyâkını öldürmüştü. O halde, bunları satın alıp asmaktan gayesi, halini gizlemektir ki gafillerin kalbi kendisinden uzaklaşsın, gafiller hal-lerini bozmasınlar. Zâhidliğin son noktası, zâhidlikte zâhid olmak, onun zıddını göstermek sûretiyle bunu başarmaktır. Böyle yapmak, sıddîkların amelidir. Çünkü böyle yapmak, iki doğruyu bir araya getirmek demektir. Nitekim daha öncekinin, iki yalanı bir araya getirmek olduğu gibi... Bu kimse, nefsine iki ağır yük yüklemiş, nefsine sabrın acısını iki defa; arzu ettiği şeyden nefsini alıkoyarak ve nefsinin hoşuna giden gösterişten uzak durarak tattırmıştır. Şüphe yok ki sabrettiklerinden dolayı onlara iki defa ecir verilir. Bu, kendisine verilen sadakayı açıkça alıp ve gizlice o sadakayı geri götürüp verene iade eden ve açıkça almak sûretiyle nefsini zilletle, gizlice geri vermek sûretiyle de nefsini fakirlikle kıran kimselerin yoludur. Bunu yapamayan hiç olmazsa yemeklere duyduğu arzuyu ve eksikliğini açığa vurmak ve bu hususta doğru hareket etmek fırsatını kaçırmasın. Şeytanın ´Sen eğer bunu açığa vurursan başkası da sana uyar. Bu bakımdan başkasının ıslahı için bu durumunu gizli tut!´ demesine sakın aldanmasın. Çünkü kendi nefsinin ıslahı, başkasının ıslahından daha önemlidir. Bu bahane ise katıksız riyadır. Şeytan onu bu riyaya başkasının ıslahı kisvesi altında teşvik eder ve bu sırra binaen de kusurunun açığa çıkması kendisine gayet ağır gelir. Her ne kadar kusurunu bilen kimsenin, fiiline uyulacak bir kimse olmadığını veya kendisinin bunları terketmesine inanmasından dolayı aksini görse de, ürkmeyeceğini bilse de yine durum değişmez! İkinci Âfet Şehvetleri terketmeye gücü yetmesine rağmen bunları terkettiğinin bilinmesine sevinir. Böylece şehvetlerden çekinmekle şöhret bulur. Böyle kimse zayıf bir şehvet olan yemek şehvetine engel olabilir, fakat daha şerli olan rütbe şehvetine boyun eğer. Gizli şehvet ise, zaten bu ikincisidir. Ne zaman kişi, böyle bir şehvete taraftar olduğunu hissederse, bu şehveti kırmak, yemek şehvetini kırmaktan daha önemlidir. Bu bakımdan yemesi daha evlâdır. Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Sana hoşuna giden bir yemek ikram edildiği zaman -sen de onu daha önce terketmişsen-ondan az bir şey al! Fakat nefsine son derecesine kadar arzusunu verme. Böyle yaptığın takdirde, nefsinin arzusunu gidermiş olursun ve aynı zamanda onun arzusunu tam olarak kendisine vermediğinden dolayı onu perişan etmiş olursun´. Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Bana bir yemek hediye edildiği zaman nefsime bakarım. Eğer arzu duyarsa o takdim edi-len şeyden ona yediririm ve yedirmek onu menetmekten daha üstündür. Eğer arzusunu gizlerse, o takdim edilen şeyden çekindiğini belirtirse, ona vermemek sûretiyle cezalandırırım ve ona yedirmem´. İşte bu yol, bu gizli şehvetten dolayı nefsin cezalandırılma yoludur. Kısacası, yemek şehvetini terkedip de riyâ şehvetine düşen kimse, akrepten kaçarak yılana sarılan kimse gibidir; çünkü riyânın şehveti, yemeğin şehvetinden çok daha zararlıdır. Tevfîk ve hidayet ALLAH´tandır! |
Ferc´in (Tenasül Uzvu´nun) Şehveti
Cinsî ilişkinin şehveti, iki faydadan ötürü insanoğluna verilmiştir. Birinci Fayda Cima´nın zevkini anlayıp âhiret zevklerini ona kıyas etsin diye verilmiştir. Çünkü cima´nın zevki, eğer devam ederse bedenlerin en büyük zevki olur. Nitekim ateşin eleminin, bedenin en büyük eleminden olduğu gibi... Teşvik etmek ve korkutmak ise, insanları saadete sevk eder. Bu sevketmek ameliyesi ancak hissedilir bir elem, hissedilir ve idrak edilir bir zevk ile mümkündür. Çünkü zevk ile idrak edilmeyen birşeye karşı insanın iştiyakı kabarmaz. İkinci Fayda Neslin bekâsı ve varlığın devamıdır. İşte bu da cima´nın faydasıdır. Fakat cinsî ilişkide din ve dünyayı yok eden âfetler vardır. O âfetler eğer kontrol altına alınmaz ve normal hâle getirilmezse bu tehlike sözkonusudur. Nitekim ´Ey RABBİMiz! Güç yetiremiyeceğimiz şeyi bize yükletme!´ (Bakara/286) ayet-i celîlesinin tevilinde, bunun mânâsının şehvetin serkeşliği olduğu söylenmiştir. İbn Abbas ´Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden´ (Felâk/3) ayetinin tefsirinde ´tenasül uzvunun intişarıdır´ demiştir. Bazı râviler bu sözü Hz. Peygamber´e isnad etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber ´İzâ vekabe´ ayetinin tefsirinde ibareyi ´Tenasül uzvu girdiği zaman´ şeklinde tefsir etmiştir. ´Kişinin tenasül uzvu intişar ettiği zaman, aklının üçte ikisi gider´ denilmiştir. Hz. Peygamber duasında derdi ki: Ey ALLAHım! Kulağımın, gözümün, kalbimin, (tenasül uzvumun) ve menimin şerrinden sana sığınıyorum.49 Kadınlar şeytanın tuzaklarıdır. Eğer bu şehvet olmasaydı kadınların erkekler üzerindeki saltanatı olmazdı.50 Rivayet ediliyor ki, Musa (a.s) bir mecliste oturuyordu. Ansızın İblis çıkageldi. Sırtında renkli bir bornoz vardı. Musa (a.s) ona şöyle sordu: -Sen kimsin? -Ben İblisim! -ALLAH seni yaşatmasın! Niçin geldin (işin nedir?) -ALLAH nezdindeki yüksek derece ve makamından ötürü sana selâm vermek için geldim. -Senin sırtında gördüğüm nedir? -Bir bornozdur. Onunla Âdemoğullarının kalplerini çelerim. -İnsanoğlu ne gibi bir fiilde bulunursa sen ona galebe çalarsın? -Kendini beğenir, amelini çok görür ve günahını unutursa,ona galebe çalarım. (Ya Musa!) Seni üç şeyden sakındırırım: 1.Nikâhı sana düşen bir kadınla tek başına kalma. Çünkü nikâhı düşen bir kadınla başbaşa kalan bir erkeğin arkadaşı benim. Onu o kadınla, o kadını da onunla kötülüğe sevkedinceye kadar arkadaşlığıma devam ederim! 2.ALLAH´a verdiğin bir sözü mutlaka yerine getir. 3. Ayırdığın sadakayı, muhakkak ver. Çünkü, kişi ayırdığı sadakayı vermediği zaman yanına sokulur, kendisiyle sadaka arasına girer, ona engel olurum. Bunları söyledikten sonra İblis, dönüp giderken şöyle dedi: ´Eyvah! Musa insanoğlunu sakındıracak şeyleri bulmuş oldu´. Said b. Müseyyeb der ki: ´ALLAH Teâlâ, ne zaman bir peygamber göndermişse, İblis onu kadınlar vasıtasıyla helâk etmekten ümidini kesmemiştir ve benim nezdimde kadınlardan daha korkunç bir tehlike yoktur. Medine-i Münevvere´de kendi evimle kızımın evi hariç hiçbir eve girmem. Kızımın evinde cuma günü yıkanır, sonra cumaya giderim´. Seleften biri şöyle diyor: Şeytan, kadına şöyle der: ´Sen benim askerimin yansısın! Sen, atıp da yanılmayan okumsun. Sen sırrımın yerisin. Sen ihtiyaçlarım için gönderdiğim elçimsin´. Bu bakımdan şeytanın ordusunun yarısı şehvet, yarısı da öfke ve gazabdır. Şehvetlerin en büyüğü ise kadın şehvetidir! Bu şehvetin de ifrat, tefrit ve normal diye (üç) derecesi vardır. İfrat derecesi, aklı mağlûp edip erkeklerin himmetini kadınlar ve cariyelerle zevk sürmeye yöneltir. Böylece kişiyi âhiret yolunun yolculuğundan mahrum eder veya dinini zayıflatır. Sonunda insanı fuhşiyatları yapmaya sürükler. Şehvetin ifrat derecesi, bazen bir grubu iki kötü şeye sevkeder. Bir Cinsî gücünün artması için şehvetini takviye edici şeyleri almaya sevkeder. Nitekim insanların bir kısmının midenin takviyesi için birtakım ilâçlar aldığı gibi... Bu ilâçları, midenin yemeğe karşı arzusu artsın diye alırlar! Bunun misâli, yırtıcı canavar ve yılanlarla karşı karşıya kalan bir kimsenin misâline benzer. Bu adam bazen uyuyup kendisini parçalamaktan veya sokmaktan gafil olan o yırtıcı canavarı ve yılanları yeniden ürkütür sonra onları yatıştırmak ve ellerinden kurtulmak için uğraşır durur. Yemek ve cinsî ilişkinin şehveti, bir hastalıktır ki insan onlardan kurtulursa büyük bir zevk duyar. Eğer Hz. Peygamber´in (s.a) bu konuda Cebrail´e sorduğu şu hadîsi hatırlatacak olursan; Cebrâil´e, cinsî ilişkideki zâfiyetimden şikayet ettim. Bana herîse denilen yemeği yememi tavsiye etti.51 Bil ki Hz. Peygamber´in nikâhı altında dokuz kadın vardı ve onların zevkini tatmin etmek sûretiyle iffetlerini muhafaza etmek Hz. Peygamber´in görevi idi. Onları boşasa bile, başkasının onlarla evlenmesi haram olduğu için Hz. Peygamber´in bu hususta kuvvet araması zevk için değil, bu durumun düzelmesi içindir. İki Bu şehvet bir kısım insanları aşk sapıklıklarına kadar vardırır. Bu ise, cinsî gücün verilmesinin hikmetinden son derece câhil olmak demektir ve aynı zamanda hayvanlıkta hayvanların aşağısına düşmektir. Çünkü bu yapmacık aşık, şehvetini teskin etmekle yetinmez. Oysa bu, şehvetlerin en kötüsüdür. Her şehvetten daha fazla bu şehvetten utanmak gerekir ki kişi şehvetin ancak birşeyle tatmin edileceğine inanır! Hayvan ise, şehvetini tatmin eder ve onunla yetinir. Bu aşık ise, belirli biriyle yetinmez, bunun için zillet üzerine zillet, kulluk üzerine kulluk yükü altına girer. Sonra bununla da yetinmez, aklı şehvetin hizmetinde kullanır! Oysa aklı, kendisine hizmet edilsin diye yaratılmış, şehvete hizmetçi olsun ve şehvetin hatırı için hilekârlık yapsın diye yaratılmamıştır. Aşk, şehvet ifratının kaynağıdır. Hiçbir hedefi olmayan ve boş olan kalbin hastalığıdır. Ancak daimî bakış ve bu husustaki düşünceyi terketmek sûretiyle onun önüne geçmek gerekir. Aksi takdirde yerleştiğinde sökülmesi zorlaşır. Mal, mülk, rütbe ve evlât aşkı da böyledir. Hatta kuşlarla oynamak, zar atmak, satranç oynamak alışkanlığı da böyledir. Çünkü bütün bu şeyler, birtakım insanları öyle yakalar ki onların din ve dünyalarını perişan eder. Onlar asla bunlarsız duramazlar. Aşkın kabarmasını ilk gelişmesinde kıran bir kimsenin misâli, bir kapıdan girmek için yönelen serkeş hayvanın dizginini tutup onu çeviren bir kimsenin misâline benzer. Hayvanın dizginini tutup çekerek onu istediği yere girmekten menetmek kolaydır. Yerleştikten sonra aşkın gücünü kırmak isteyen bir kimsenin misali de hayvanın başını kapıdan girip kapıyı geçinceye kadar bırakan, girdikten sonra hayvanın kuyruğuna yapışıp gerisin geriye çekip çıkarmak isteyen bir kimsenin misâline benzer. Bu iki işin -zorluk ve kolaylık hususunda- aralarındaki ayrılık çok büyüktür. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarında ihtiyatlı davranmak gerekir.İşin sonuna gelindiğinde, artık öldürecek derecede yorucu bir çalışma ile ancak tedaviyi kabul ettirebiliriz. Bu bakımdan şehvetin ifratı, aklı bu şekilde mağlup etmesi demektir. Böyle olması ise gerçekten çok kötüdür. Şehvetin tefriti ise, iktidarsız olmak veya hiç evlenmemektir ki bu da kötüdür. Güzel olan ve övülen ise, şehvetin mûtedil olması, frenlemesinde ve bırakmasında akla ve şeriata itaatkâr olmasıdır. Şehvet ne zaman ifrata kaçarsa, onun kırılması açlık ve evlenmekledir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Ey gençler! Evleniniz! Evlenmeye gücü yetmeyen kimse oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar.52 49)Dualar bölümünde geçmişti. 50)İsfehânî 49)Dualar bölümünde geçmişti. 50)İsfehânî 51)Ukaylî, Zuafa; Taberânî, Evsat |
Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler
Müridin işin başlangıcında nefsini evlenmekle meşgul etmemesi gerekir. Çünkü evlenmek, insanı meşgul eden ve müridi seyr u sülûkten alıkoyan, kadınlara yakınlaşmaya götüren bir durumdur. Oysa ALLAH´tan başkası ile yakınlaşan bir kimse ALLAH´tan uzaktır! Sakın Hz. Peygamber´in çok evlenmesi müridi aldatmasın. Çünkü Hz. Peygamber´in kalbini dünyada olanların hiçbiri ALLAH´tan uzaklaştırmazdı. Bu bakımdan melekler hiçbir zaman demircilerle kıyas edilemez ve bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Evlenen bir kimse dünyaya meyletmiştir´. Yine şöyle demiştir: Hiçbir mürid görmedim ki evlenip de eski halinde dursun!´ Bir ara kendisine şöyle denildi: ´Senin kendisiyle yakınlık kuracak bir kadına ihtiyacın var´. Cevap olarak ´Hayır! ALLAH nasip etmesin, evlenip kadına yakınlaşmak ALLAH´tan uzaklaşmak demektir´ demiştir. Yine şöyle demiştir: ´Çocuk, mal veya kadın, seni ALLAH´tan meşgul ediyorsa, o senin için uğursuzdur´. Bu bakımdan Hz. Peygamber´den başkası, Hz. Peygamber´e nasıl kıyas edilebilir? Oysa Hz. Peygamber´in ALLAH sevgisine dalması öyle bir raddeye gelmişti ki bazen sevgi içerisinde cayır cayır yandığını hissederdi. Öyle bir dereceye gelmişti ki bazı durumlarda bu sevginin bedenini paramparça etmesinden korkulurdu. İşte bu sırra binaen Hz, Peygamber, elini zevcesi Âişe´nin oyluk kemiği üstüne vurarak şöyle demiştir: Ey Âişe! Benimle konuş!53 Hz. Peygamber bu sözü, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ağırlığından Âişe´nin konuşmasıyla bir zaman için -az da olsa-kurtulmak maksadıyla söylemişti. Çünkü bedeninin buna tahammül edemeyeceğini düşünüyordu. Hz. Peygamber´in tabiatı, ALLAH ile yakınlaşmaktı. Halk ile yakınlaşmak ise geçicidir. Sadece bedenine acıdığı içindir. Sonra Hz. Peygamber, halk ile uzun zaman beraber oturmaya katlanamazdı. Canı sıkıldığı zaman şöyle derdi: Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!54 Bunu, gözünün nûru olan namaz için ezan okuması anlamında söylerdi. Bu bakımdan, zayıf bir kimse kendini bu şekilde ele alırsa aldanır. Çünkü anlayışlar, Hz. Peygamber´in fiillerinin sırlarına vâkıf olmaktan âcizdir. Bu bakımdan müridliğin şartı, marifette kuvvet buluncaya kadar, başlangıçta bekar olmaktır. Tabiî bu da şehvet kendisine galebe çalmadığı zaman sözkonusudur. Eğer şehvet kendisine galip gelirse, şehveti uzun bir açlık ve devamlı oruçla kırmalıdır. Eğer şehvet buna rağmen eksilmezse ve gözünü (haramdan) koruyacak derecede değilse -tenasül uzvunu koruyacak güçte olsa bile- evlenmek böyle bir kimse için daha evlâdır ki şehveti sükûnet bulsun! Aksi takdirde gözünü korumadığı müddetçe fikrini de koruyamaz. Böylece himmeti dağılır ve çoğu zaman güç yetiremediği bir belâya düçar olur. Zaten göz zinası da küçük günahların büyüklerindendir. Göz zinası, kısa bir zamanda fahiş olan büyük günaha (zinaya) götürür. Gözünü haramdan korumaya gücü yetmeyen bir kimse, tenasül uzvunu korumaya da güç yetiremez demektir. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Haram bakıştan sakının! Çünkü haram bakış kalbe şehvet tohumunu eker. Fitne olarak bu durum yeter de artar bile!´ Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "Hz. Davud için fitne, ancak haram bakıştan gelmişti ve bu sırra binaen Hz. Davud (a.s) şöyle dedi: ´Ey oğul! Arslan ve yılanların arkasından git de bir kadının arkasında yürüme!´ Hz. Yahya´ya (a.s) şöyle soruldu: ´Zinanın başlangıcı nedir?´ Cevap olarak ´Bakmak ve temenni etmektir!´ dedi". Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "İblis der ki: ´O benim eski okumdur. O benim öyle bir okumdur ki onunla attığımda hedefi şaşırmam!´ İblis bununla ´haram bakış´ı kastediyor". Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Haram bakış, İblis´in oklarından zehirli bir oktur. Kim ALLAH´tan korkarak onu terkederse, ALLAH Teâlâ ona öyle bir iman verir ki o imanın tadını kalbinde hisseder...55 Ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.56 Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının! Çünkü İsrail oğullarının fitnesinin başlangıcı kadınlar tarafındandı.57 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Mü´min erkeklere söyle: ´Gözlerini haram bakıştan kapatsınlar!´(Nûr/30) Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: Her insanın zinadan nasibi vardır. Gözler zina ederler. Onların zinası bakıştır. Eller zina ederler. Onların zinası tutmaktır. Ayaklar zina ederler. Onların zinası (harama doğru) yürümektir. Ağız zina eder. Onun zinası öpmektir. Kalp himmet eder veya temennide bulunur. Tenasül organı ise ya kalbi tasdikler veya yalanlar.58 Ümmü Seleme şöyle anlatır: İki gözü kör olan İbn Ümmi Mektum (Abdullah b. Kays), Hz. Peygamber´in huzuruna gelmek için izin istedi. Beri ve Hz. Peygamber´in Meymune adlı zevcesi Hz. Peygamber´in yanında bulunuyorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber ikimize ´Perdenin arkasına çekiliniz!´ dedi. Hz. Peygamber´e ´İbn Ümmi Mektum´un gözleri kör değil mi?´ dedik. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Siz ikiniz onu görmüyor musunuz?59 Bu hadîs-i şerîf, kadınların, âmâ olan erkeklerle matem ve düğünlerde âdet olduğu gibi beraber oturmalarının câiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âmâ olan bir kimseye kadınlarla tenha bir yerde bulunmak haramdır. Kadına da âmâ ile oturmak, ihtiyaç olmaksızın ona bakmak haramdır. Kadınların erkeklerle konuşması ve erkeklere bakması sadece umumî ihtiyaç için câiz kılınmıştır. Bu bakımdan kişi gözünü kadından tutmaya muktedir ise de tüysüz çocuklardan tutmaya muktedir olmadığından dolayı evlenmek kendisi için daha iyidir. Çünkü tüysüz çocuklar için fitne daha yaygındır. Zira kişinin kalbi bir kadına meylederse, onunla evlenmek sûretiyle mübah bir şekilde ona ulaşabilir. Şehvet ile tüysüz çocuğun yüzüne bakmak ise haramdır. Hatta kalbi tüysüz çocuğun suretinin güzelliğiyle etkilenip; tüysüz çocuk ile sakallı arasında fark olduğunu idrak eden kimsenin tüysüz çocuğa bakması helâl değildir. İtiraz: Her his sahibi, şüphesiz güzel ile çirkin arasındaki farkı idrak eder ve asr-ı saâdetten bu yana da tüysüz çocukların yüzleri açık bırakılmıştır. Cevap: Ben ayırmaktan, sadece gözün ayırmasını kasdetmiyorum. Kişinin aradaki farkı idrak etmesi, yemyeşil ağaçla kupkuru ağaç, saf su ile bulanık su arasındaki farkı idrak etmesi gibi olmasını kastediyorum. Üzerinde çiçek ve yapraklar bulunan ağaç ile çiçekleri dökülen ağaç arasındaki farkı idrak etmeyi kastediyorum. Çünkü kişi bunların birisine, hem gözü, hem de tabiatiyle meyleder. Fakat bu meylediş, şehvetten uzak bir meyildir ve bunun için de kişi çiçeklere, güllere dokunup öpmek istemez. Saf suyu öpmeyi düşünmez. Güzel bir genç de böyledir. Bazen göz ona meyleder. Onunla çirkin bir yüz arasındaki farkı idrak eder. Fakat bu öyle bir farkediştir ki onda şehvet yoktur. Bu, nefsin yaklaşması, dokunması ve meyletmesiyle bilinir. Ne zaman bu meyil kişinin kalbinde bulunursa ve kişi güzel yüz, güzel bitkiler, nakışlı elbiseler ve süslü tavanlar arasındaki farkı idrak ederse, kişinin o yüze bakması şehvet bakışıdır ve haramdır. İşte bu husus, halkın gevşeklik gösterdiği bir husustur. Bu gevşeklik, halkı bilmedikleri tehlikelere sürükler. Âriflerden biri şöyle demiştir: ´Ben ibâdet eden bir genç için yırtıcı bir canavarın, o gencin yanında oturan tüysüz bir çocuktan daha tehlikeli olduğunu sanmıyorum´. Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi, ayaklarının parmaklarından ikisiyle şehveti irade ederek bir tüysüz çocukla oynarsa bu yaptığı livata sayılır!´ Selefin birinden rivayet ediliyor ki şöyle demiştir: ´Bu ümmette üç çeşit lûtî olacaktır: Birincisi bakar. İkincisi el sıkar. Üçüncüsü de bu işi fiilen yapar!´ Durum bu iken, o halde yeni yetişen tüysüzlere bakmanın âfeti büyüktür. Bu bakımdan mürid, gözünü kapatmaktan, fikrini kontrol altına almaktan âciz olduğu zaman, kendisi için güzel olan, evlenmek sûretiyle şehveti kırmaktır. Zira bazı nefisler vardır ki onun şehveti aç bırakmakla kırılmaz. Biri şöyle anlatıyor: "Benim şehvetim, güç yetiremiyeceğim derecede bana galebe çaldı. Bu esnada ben çokça ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs göründü, bana ´Sen neden böyle sızlanıyorsun?´dedi. Ona durumumu anlattım. ´Bana doğru gel!´ dedi. Ona doğru gittim. Elini göğsümün üzerine koydu. O elin serinliğini ciğerimin ortasında ve bütün bedenimde hissettim. Sabahladığım zaman bendeki şehvet kayboldu. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra şehvet tekrar geldi. Yine ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs bana geldi ve dedi ki: ´Sendeki şehvetin gitmesini, buna karşılık senin boynunu vurmamı ister misin?´ Ben ´Evet! İsterim!´ dedim. Bunun üzerine bana ´O halde boynunu uzat!´ dedi. Ben de boynumu uzattım. O şahıs, nûrdan yapılmış bir kılıcı kınından çekti ve onunla boynumu vurdu. Sabahladığımda o şehvet benden gitmişti. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra o şehvet veya ondan daha şiddetlisi tekrar geldi. Bu sefer rüyamda bir şahıs kaburgamla göğsümün arasında durup bana hitap ederek şöyle diyordu: ´ALLAH senden razı olsun! ALLAH´ın kaldırılmasını sevmediği bir şeyi kaldırmak için ALLAH´a daha ne kadar yalvaracaksın´. Bunun üzerine evlendim, şehvet de kesildi ve çocuğum da oldu!" Mürid, evlenmeye muhtaç olduğu zaman, evlenirken ve evliliğin devamında müridliğin şartını terketmemelidir. Nikâhın başlangıcında güzel niyetle, devamında ise güzel ahlâk, yaşantının düzelmesi ve kadının haklarını yerine getirmekle müridliğin şartını terketmiş olmaz. Nitekim biz bunları Nikâh Adabı bölümünde tafsilatlı bir şekilde zikretmiştik. Onu tekrar etmekle kitabı uzatmayacağız. İradenin doğruluğunun alâmeti, fakir ve dindar bir kadınla evlenmek, zengin kadın aramamaktır. Adamın biri şöyle demiştir: "Zengin kadınla evlenen bir kimse beş zorluk ile karşılaşır: 1.Mehrinin çok olması 2.Zifafın geciktirilmesi 3.Kadının kocasına hizmet etmekten kaçınması 4.Nafakanın çokluğu 5.Kişi zengin kadını boşamak istediği zaman, kadının malının elinden gitmesinden korkarak bunu yapamaz. Fakir kadının durumu ise, bunun tam aksinedir". Yine adamın biri şöyle demiştir: "Kadının dört yönden erkekten daha düşük olması uygundur, aksi takdirde kadın erkeği hakir görür. Bu dört şey şunlardır: 1.Yaşça erkekten küçük, olmalı 2.Boyca erkekten kısa olmalı 3.Malca erkekten fakir olmalı 4.Nesebce erkekten düşük olmalıdır. Dört hasletle de erkekten üstün olması uygundur: 1.Güzellikte erkekten daha üstün olmalı 2.Terbiye açısından erkekten daha ilerde olmalı 3.Takvâda erkekten daha ilerde olmalı 4.Ahlâkça da erkekten daha üstün olmalıdır´"1. Evliliğin devamında niyetin doğruluğunun alâmeti ahlâktır. Müridlerden biri bir kadınla evlendi. Kadına o kadar hizmet etti ki kadın utanıp kocasını babasına şikayet ederek şöyle dedi: ´Ben bu kişi hakkında hayrete düşüyorum. Senelerden beri evindeyim. Tuvalete gittiğimde mutlaka benden önce suyu tuvalete götürüp bırakıyor´. Bir kimse güzel bir kadınla evlendi. Zifaf yaklaştığı zaman kadın çiçek hastalığına tutuldu. Kadının ailesi bundan dolayı pek mahzun oldular. Kocasının kendisini çirkin göreceğinden korktular. Bunun üzerine adam onlara gözünün ağrıdığını, sonra da gözünün kör olduğunu bildirdi. Böylece zifafa girdi ve onların üzüntüsü de gitti. O kadın, bu kocasının yanında yirmi sene kaldı, sonra vefat etti. Adam yirmi sene kapadığı gözünü açtı. Kendisine ´Neden yirmi seneden beri bu zahmete katlandın?´ denildiğinde şu cevabı verdi: ´Hanımımın ailesi üzülmesin diye bunu yaptım´. Kendisine ´Bu ahlâkınla sen, arkadaşlarını geçtin!´ dediler. Sûfîlerden biri kötü huylu bir kadınla evlendi. Kadının her türlü eziyetine sabrediyordu. Kendisine ´Neden bu kadını bozamıyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Onun eziyetlerine dayanamayacak birinin onu alarak zahmet çekmesinden korktuğum için onu boşamıyorum´ dedi. Eğer mürîd evlenirse, işte böyle olması uygundur. Eğer evlenmeyi terketmeye gücü yeterse, evlenmemek daha evlâdır. Fakat nikâhın faziletiyle, ahiret yolunun seyr u sülûkünü bir arada tutmaya imkânı olmadığını ve evlenmenin, kendisini bu durumdan alıkoyacağını anlarsa bekâr kalması daha iyidir. Rivayet ediliyor ki Muhammed b. Süleyman el-Hâşimî´nin günlük geliri seksen bin dirhemdi. Bu zat Basra halkına ve âlimlerine evlenmek hususunda bir mektup yazdı. Bütün Basralılar, Rabiat´ul-Adevîye´nin uygun olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine Muhammed, Rabia Hâtun´a şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! ALLAH Teâlâ beni dünya kazancından günde seksen bin dirhem gelire sahip kılmıştır. Pek fazla bir zaman geçmeden ben onu yüzbine çıkarırım. Ben bu servetin bir mislini sana vereceğim. Bu bakımdan bana evlenmek hususunda müsbet cevap ver! Râbia Hâtun cevap olarak kendisine şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım. Dünya hususundaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır. Dünyaya rağbet göstermek, üzüntü ve gam getirir. Sana bu mektubum geldiği zaman, sen azığını hazırla, âhiret için gönder. Kendi kendinin vasîsi ol. Başkalarını mirasını taksim etmek için vasî yapma! Devamlı oruç tut! İftarın ölüm olsun! Bana gelince, eğer ALLAH Teâlâ bana, sana verdiğinin birkaç mislini ve birkaç katını verse bile, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa ALLAH´tan başka birşey ile meşgul olmak bana zor gelir. Râbia Hâtunun bu sözü insanı ALLAH´tan başka şeyle meşgul eden her şeyin noksanlık olduğuna işarettir. Bu bakımdan mürid, haline ve kalbine bakmalıdır. Eğer halinin ve kalbinin bekarlıkta daha güzel olacağını anlarsa, bekarlık kendisi için daha yaklaştırıcıdır. Eğer bundan âciz olursa evlenmek daha iyidir. Bu illet ve hastalığın ilâcı üç şeydir. 1.Açlık 2.Gözü haramdan korumak 3.Kalbi meşgul eden bir vazife ile uğraştırmak Eğer bu üç tedavi şekli fayda vermezse, o zaman bu hastalığın kökünü kesen yegana ilâç evlenmektir ve bu sırra binaen selef erken evlenir ve kızlarını da erken evlendirirlerdi . Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: "İblis herhangi bir kimseden ümitsiz olduğu zaman, muhakkak kadın1ar kanalı1a ona yaklaşmak ister´. Yine Said, seksen dört yaşında iken ve bir gözü kör olduğu, diğer gözü de geceleyin görmediği halde şöyle demiştir: ´Bence şehvet yönünden kadınlardan daha korkunç birşey yoktur!´ Abdullah b. Ebu Veda´dan şöyle rivayet edilir: "Ben Said b. Müseyyeb´in sohbetine katılırdım. Bir müddet yanına gelmedim. Kendisine geldiğim zaman ´Sen neredeydin?´ diye sordu. ´Ailem vefat etti. Onunla meşguldüm!´ dedim. Said ´Neden bize haber vermedin ki biz onun cenazesine iştirak ederdik´ dedi. Sonra kalkmak istedim. Bana ´Sen herhangi bir kadından söz aldın mı?´ dedi. Ben ona ´ALLAH senden razı olsun! Kim bana kız verir. Ben iki veya üç dirhem paraya sahibim!´ dedim. Said ´Ben veriyorum!´ dedi. Ben ´Sen mi kızını bana veriyorsun?´ dedim. Said ´Evet´ dedi. Hemen ALLAH´a hamdetti. Hz. Peygamber´e salât ve selâm okudu ve kızını iki veya üç dirhem mehir karşılığı bana nikahladı. Ben sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette ayağa kalktım. Evime gittim. Parayı kimden alayım ve kime borç edeyim diye düşündüm. Sonra akşam namazını kılarak evime döndüm, çırayı yaktım. Orucumu açmak için akşam yemeğini getirdim. Yemeğim de ekmekle zeytindi. Birden kapı vuruldu. Ben ´Kimdir kapıyı çalan?´ dedim. Çalan ´Said´dir´ dedi. Ben Müseyyeb´in oğlu Said hariç, ismi Said olan herkesi kalbimden geçirdim. Çünkü Müseyyeb´in oğlu Said, kırk seneden beri evi ile mescidin arasından başka bir yeri görmüş değildi. Kapıya çıkınca Said b. Müseyyeb´i gördüm. Kızı hakkında aklına birşey geldi de onu bana söylemek için geldiğini zannettim. ´Ya Ebu Muhammed! Keşke sen bana haber verseydin de ben sana gelseydim´ dedim. Said ´Hayır! Ben sana gelmeye daha müstehakım!´ dedi. Ben ´O halde emrin nedir?1 diye sorunca, Said ´Sen yeni evlenmiş bir kimsesin. Ben senin bu gece tek başına sabahlamanı çirkin gördüm. İşte senin hanımın!´ dedi. Baktım ki kızı arkasında ayakta duruyor. Sonra kızın elini tuttu. Kızı kapıdan içeri itti ve kapıyı kapattı. Kız hayâ ve utangaçlıktan yere düştü. Ben de kapıya tutundum. Sonra içinde ekmekle zeytin bulunan çömleğe gittim. Kız onu görmesin diye çıranın gölgesinde gizledim. Sonra evin damına çıktım. Komşulara taş atarak haber verdim. Bana gelerek ´ne oldu?´ diye sordular. Onlara ´ALLAH sizden razı olsun! Said b. Müseyyeb kızını bugün benimle evlendirdi ve benim haberim olmaksızın bu gece getirdi!´ dedim. Onlar Said mi sana kızını verdi?´ dediler. Ben´Evet!´ dedim. Onlar ´Kız evde mi?´ dediler. Ben ´Evet!´ dedim. Komşular kızın yanına iniverdi. Haber anneme gitti. Annem gelip ´Ben kızı hazırlayıncaya dek kıza dokunursan yüzüm senin yüzüne haram olsun´ dedi. Üç gün sonra zifafa girdik. Baktım ki kız, bir kadın güzelidir. ALLAH´ın Kitabı´nı herkesten daha güzel hıfzetmiş, Hz. Peygamber´in sünnetini herkesten daha iyi bilir, kocanın hakkını herkesten daha iyi anlar bir kadındı. Bir ay ne ben Said´e gittim ne de o bana geldi. Bir aydan sonra ona gittim. Ders halkasındaydı. Ona selâm verdim. Selâmımın karşılığını verdi. Halk dağılıp gidinceye kadar benimle konuşmadı. Sonra bana ´O kimsenin (kızını kastediyor) hâli nedir?´ diye sordu. Ben cevap olarak ´Ey Ebu Muhammed! Hayırlıdır; dostu sevindirecek ve düşmanı kızdıracak bir durum üzeredir´ dedim. Said bana ´Eğer onun herhangi bir şeyi seni şüphelendirme, bastona yapış!´ dedi. Ben evime döndüm. Said bana yirmi dirhem gönderdi". Abdullah b. Süleyman şöyle anlatıyor: ´Said b. Müseyyeb´in bu kızını Abdülmelik b. Mervan, oğlu Velid´i veliahd yaptığı zaman istedi. Fakat Said, kızını Velid´e vermedi. Abdülmelik o günden sonra Said´in aleyhinde bir fırsat kolluyordu. Hatta soğuk bir günde Said´e yüz sopa vurdurup başına bir testi su döktü ve kendisine ceza olarak yünden yapılmış bir cübbe giydirdi´. İşte ey okuyucu! Said´in o gece zifaf hususunda acele etmesi, şehvet felaketinin ne olduğunu sana bildirmekte ve dinde şehvet ateşini evlenmekle söndürmenin vâcib oluşunu sana haber vermektedir. ALLAH ondan razı olsun ve onu rahmetine kavuştursun! 52) Nikâh bölümünde geçmişti 53)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır. 54)Namaz bölümünde geçmişti. 55)Nikâh bölümünde geçmişti. 56)Buhârî, Müslim 57)Müslim 58)Buhârî, Müslim 59)Ebu Dâvud, Nesâî,Tirmizi |
Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti
İnsan için bu şehvet, şehvetlerin en zorlusudur. Heyecan anında akla en fazla karşı çıkan bu şehvettir. Ancak neticesi çok çirkindir ve insan onun açığa çıkmasından utanır ve onu yapmaktan korkar. İnsanların çoğunun o şehvetin isteğinden kaçınması ya acizliğinden, ya korktuğundan, ya utandığından veya bedenini koruduğundandır. Bu sebeplerin hiçbirisinde sevap yoktur. Çünkü böyle yapmak, nefsin isteklerinden birini diğerine tercih etmek demektir. Evet! Güç yetirememek de ismet ve korunmaktandır. Bu bakımdan bu engellerde bir fayda vardır. O da günahın defi ve ber taraf edilmesidir. Çünkü zinayı terkeden bir kimseden -hangi sebeple terkederse etsin- zinanın günahı düşer. Ancak fazilet ve büyük sevap, zinaya gücü yettiği, engeller ortadan kalktığı ve sebepler kolaylaştığı halde terketmektedir. Şehvetin -bütün imkânlar bulunduğu halde- sırf ALLAH rızası için terkedilmesi daha da üstün olur, Bu derece sıddîkların derecesidir ve bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim (nikâhı kendisine helâl olana) aşık olursa, iffetine bürünüp aşkını gizler ve dolayısıyla ölürse, o şehiddir.60 Hz. Peygamber ´Yedi. sınıf vardır: Kıyamet gününde ALLAH´ın arşının gölgesinden başka gölge olmadığı günde ALLAH Teâlâ onları arşının gölgesinden gölgelendirir´61 buyurarak bu yedi sınıftan biri olarak da, güzel ve soylu bir kadın tarafından zinaya davet edilen ve bu davete karşılık ´Ben âlemlerin rabbi olan ALLAH´tan korkarım´ diyen kişiyi saymıştır. Hz. Yusuf (a.s) kıssası, kudreti olmasına ve Zeliha´nın davetine rağmen zinadan kaçınması çok meşhurdur. ALLAH Teâlâ, bu durumundan dolayı Kur´an´da Hz. Yusuf´u övmektedir. Hz. Yusuf (a.s) bu büyük şehvet hususunda şeytanla mücahede etmekte muvaffak olan herkesin önderi ve imamıdır. Rivayet ediliyor ki Süleyman b. Yesar62 yüz bakımından insan güzeliydi. Bir kadın onun yanına gelerek kendisini cinsî münasebete davet etti. O da bu davete icabet etmekten kaçındı. Evinden çıkıp kaçtı ve kadını içerde bıraktı. Süleyman diyor ki: "O gece rüyamda Hz. Yusuf´u (a.s) gördüm. Sanki ben ona ´Sen Yusuf musun?´ diye soruyordum. O da ´Evet! Ben o Yusuf´um ki Zeliha´ya niyetlendim. Sen de o Süleyman´sın ki seni davet eden kadına meyletmedin´ dedi".63 Hz. Yusuf, bu sözüyle şu ayete işaret etmiştir. Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer rabbinin burhânını görmemiş olsaydı, o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24) Yine Süleyman, Medine´den hacca gitmek üzere yola çıktı. Beraberinde bir arkadaşı vardı. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ veya Iva denilen yerde konakladılar. Süleyman´ın arkadaşı kalkıp yemek sofrasını aldı, bir şeyler satın almak için pazara gitti. Süleyman ise çadırda oturdu. Süleyman, erkek güzeli ve çok muttakî bir kimseydi. Dağın başından bedevî bir kadın Süleyman´ı gördü. Dağdan inip çadırının yanına geldi. Çadırın önünde durdu. Yüzü peçeli, elleri eldivenli idi. Yüzünden peçeyi kaldırdı. Sanki ay parçasıydı. Süleyman´a ´Beni rahata kavuştur!´ dedi. Süleyman, kadının yemek istediğini zannetti. Sofralarından arta kalan yemeklere doğru gidip kadına vermek istedi. Kadın ´Hayır! Ben bunu istemiyorum. Ben erkeğin karısıyla yaptığı şeyi istiyorum!´ dedi. Süleyman, kadına ´Seni İblis süsleyip bana göndermiştir´ dedi. Sonra başını dizlerinin arasına eğerek hüngür hüngür ağladı. O, bu şekilde ağlayınca kadın peçesini kapattı ve dönüp gitti. Süleyman´ın arkadaşı pazardan geldi. Süleyman´ın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve sesinin kısıldığını gördü ve ´Seni ağlatan nedir?´ diye sordu. Süleyman ´Hiçbir şey... Küçük kızımı hatırladım da..´ dedi. Arkadaşı ´Hayır! Yemin ederim ki öyle değildir. Senin başından bir hâdise geçmiş. Çünkü sen kızından üç gün önce ayrıldın´ dedi. Böylece, Süleyman´dan hâdiseyi öğreninceye kadar ısrar etti. Bu sefer arkadaşı sofrayı yere bırakıp şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Süleyman, arkadaşına ´Peki! Sen niçin ağlıyorsun?´ dedi. Arkadaşı ´Ben ağlamaya daha müstehakım. Çünkü ben senin yerinde olsaydım, o kadına karşı belki de sabretmezdim´ dedi. Bu sefer ikisi beraber ağlamaya devam ettiler. Süleyman Mekke´ye uğradığı zaman Safa ile Merve arasında say etti. Kâbe´ye ziyarette bulundu. Sonra Hicr-i İsmail´e gelerek elbisesi ile örtündü. Bu arada uykusu gelerek uyudu. Rüyasında parlak yüzlü, güzel işaretli ve güzel bir zat gördü. Süleyman ona şöyle sordu: -Sen kimsin? Yoksa sen Sıddîk olan Yusuf musun? -Evet! Ben Yusuf um! -Seninle Aziz´in hanımı arasında geçen olay çok müthiş! -Senin Ehvâ´daki kadınla olan durumun daha müthiş!Abdullah b. Ömer Hz. Peygamber´den şöyle rivayet ediyor: Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktı.: Akşam olunca bir mağaraya girdiler. O arada dağdan bir taş koparak mağaranın kapısına gelip kapattı. Onlar aralarında şöyle konuştular: ´Bizi bu taştan, ALLAH´ı sâlih amellerimizle çağırmamız kurtarabilir!´ Bunun üzerine içlerinden birisi "Ey ALLAHım! Sen biliyorsun ki benim ihtiyar bir annem ile ihtiyar bir babam vardı. Ben onlardan önce ne zevceme, ne de kölelerime yedirip içirmezdim. Birgün odun peşinde koşarak geciktim. Akşam dönünce onları uyur buldum. Onlar için akşam sütlerini sağıp getirdim. Uykuya daldıklarını görünce, onlardan önce aile efradıma ve kölelerime yedirip-içirmek istemedim. Süt kabı elimde olduğu halde fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Çocuklarım, açlıktan ağlaşmakta idiler. Onların ikisi uyandılar ve sütlerini içtiler. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin hatırın için yapmışsam bu taştan dolayı içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu duadan sonra taş mağranın kapısından biraz uzaklaştı. Fakat o yarıktan çıkamazlardı. Bir diğeri "Ey ALLAHım! sen biliyorsun ki benim amcamın bir kızı vardı. Benim nezdimde insanların en sevimlisiydi. Onunla gayr-i meşrû yaşamak istedim. O bundan kaçındı. Bir müddet sonra, kıtlık senelerinden biri gelip çattı. O bana gelerek yardım istedi. Ben de yüz yirmi dinar karşılığında nefsini bana teslim etmek şartıyla vermek istedim. O da bu şarta razı oldu. Onunla cinsî ilişki kuracağım zaman bana dedi ki: ´ALLAH´tan kork! Mührü ancak hakkıyla boz (nikâh etmek sûretiyle yaklaş)´. Bu söz üzerine onunla cinsî münasebette bulunmaktan sakındım ve kendisinden uzaklaştım. Oysa, o benim nezdimde insanların en sevimlisiydi ve vermiş olduğum altınları da ondan geri almadım. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vech-i kerîmin için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu dua üzerine taş biraz daha öteye kaydı. Ancak onlar açılan delikten yine çıkamıyorlardı. Bu sefer üçüncüsü şöyle dua etti: "Ey ALLAHım! Ben ücretle amele çalıştırır ve onların ücretlerini verirdim. Ancak bir kişi payına düşen ücreti bırakıp gitti. Ben onun parasını çalıştırdım. Sonunda o ücretten mallar çoğaldı. O bir zaman sonra bana geldi ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Benim ücretimi ver!´ Ben ona ´Senin gördüğün herşey, deve, sığır, koyun, köle senin ücretinden meydana geldi, hepsini al, götür´ dedim. O bana ´Ey ALLAH´ın kulu! Sen benimle alay mı ediyorsun?´ dedi. Ben "Hayır! Seninle alay etmiyorum. Al! Gördüğün mallar senindir´ dedim, Bu söz üzerine malları sürdü ve hepsini alıp hiçbir şey bırakmaksızın götürdü. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vechin (rızân) için yaptımsa içerisinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider!7´ Bu dua akabinde taş tamamen uzaklaştı ve onlar çıkıp gittiler.64 İşte bu, şehvetlerinin isteğini yerine getirme gücünde olduğu halde iffete bürünüp şehvete dalmayan kimselerin faziletidir. Göz şehvetinin isteğini yerine getirmeye imkânı olduğu halde, gözünü haramdan koruyan bir kimse de buna yakındır. Çünkü harama bakma, zinanın başlangıcıdır. Gözün muhafazası mühimdir. Hafif sayıldığından ve korkusu pek büyük kabul edilmediğinden dolayı korunması pek çetindir. Oysa âfetlerin tamamı gözden kaynaklanır. Birinci bakış kasten yapılmazsa, kişi ondan sorumlu tutulmaz. Tekrar tekrar bakmaya gelince, kişi ondan ötürü hesaba çekilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Birinci bakış senin lehinde, ikinci bakış ise aleyhindedir.65 Ebu Nasr Ulâ b. Zeyyad 63 şöyle demiştir: ´Gözünü kadının el-bisesine dikip arkasından bakma! Çünkü nazar, kalbe şehvet tohumunu eker´. Bakışında, gözü kadın ve tüysüz çocuklara ilişmeyen çok az insan vardır. İnsan gördüğünün güzelliğini düşündükçe tekrar tekrar bakmayı ister. İşte böyle bir anda insan nefsine şöyle demelidir: ´Tekrar tekrar bakman, cehâletin tâ kendisidir´. Çünkü tekrar tekrar bakıp güzel olduğunu anlarsan şehvetin kabarır. Fakat birşey de yapamazsın, hasretini çekip üzülmekten başka elinde birşey kalmaz. Eğer hoşuna gitmez, çirkin gelirse zevk almaz, güzel görmek için bakarken çirkin gördüğün için canın sıkılır. Bu bakımdan iki durumda da günah, elem ve hasret çekmekten kurtulamazsın. Ne zaman ki gözünü haram bakıştan korursan, kalbinden âfetlerin çoğu silinir. Harama baktığı halde kişinin kendisini koruması, büyük bir güçle mümkün olabilir. Ebubekir b. Abdullah Müzenî´den şöyle rivayet ediliyor: "Bir kasap komşularından birinin kızına tutuldu. Kızın ailesi, ihtiyaç dolayısıyla kızı başka bir köye gönderdi. Kasap arkasından giderek yolda kızla cinsî ilişkide bulunmak istedi. Kız, kasaba ´Bunu yapma! Çünkü ben, senin bana aşık olmandan daha çok sana aşığım. Fakat buna rağmen ALLAH´tan korkuyorum´ dedi. Kasap ´Sen ALLAH´tan korkuyorsun da ben mi korkmuyorum?´ diyerek geri döndü. Yolda gelirken ölüm derecesinde susadı. O arada İsrail peygamberlerinden birisinin elçisine rastladı. Elçi kendisine ´Neden böyle oldun?´ diye sordu. Kasap ´Susuzluk beni bu hale koydu´ dedi. Elçi ´Gel ALLAH´a dua edelim de köye varıncaya kadar bize bir bulutla gölgelik yapsın!´ dedi. Kasap ´Benim sâlih bir amelim yok ki ALLAH´a dua edeyim! Bu bakımdan sen dua et!´ dedi. Elçi ´Ben dua edeyim, sen de âmin de´ dedi. Bunun üzerine elçi dua etti, kasap da âmin dedi ve böylece köye varıncaya kadar bir bulut kendilerini gölgelendirdi. Köye vardıkları zaman, kasap yerine giderken bulut onunla beraber kaydı. Elçi ´Hani sen benim sâlih bir amelim yok diyordun? Dua eden ben, âmin diyen sendin. Dolayısıyla bulut bizi gölgelendirdi. Şimdi seninle gelmektedir. Mutlaka bana durumunu haber vereceksin´ dedi. Bunun üzerine kasap başından geçeni elçiye anlattı. Elçi "Tevbe eden bir kimse, ALLAH nezdinde öyle bir mertebededir ki hiç kimse oraya varamaz´ dedi". Ahmed b. Said el-Âbid babasından şöyle rivayet ediyor: "Kûfe´de bizim yanımızda ibâdet eden bir genç bulunuyordu. Bu genç cum´a namazı kılınan mescidden çıkmıyordu. Neredeyse mescidi terketmez hale gelmişti. Güzel yüzlü, boyu bosu yerinde, güzel ahlâklıydı. Güzel ve akıllı bir kadın ona aşık oldu. Bu aşk uzun bir zaman devam etti. Birgün kadın bu gencin yolu üzerinde durdu. Genç camiye gitmek istiyordu. Kadın ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istiyorum. Sonra istediğini yap!´ dedi. Buna rağmen genç, kadını dinlemeden ve onunla konuşmadan yoluna devam etti. Sonra kadın yine evine gitmek isteyen gencin önüne çıktı ve ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istediğim birkaç kelimeyi benden dinle!´ dedi. Genç, başını eğerek bir müddet düşündü ve ´Bu durum itham edilme durumudur. Ben ise töhmete fırsat vermek istemiyorum´ dedi. Kadın, gence şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, ben senin durumunu bilmiyor değilim. Âbid kimselerin böyle bir durumu benden görmelerinden ALLAH´a sığınıyorum. Siz âbidlerin billûr gibi olup leke kabul etmeyeceğini bilirim. Sana söyleyeceklerimin hulâsası şudur; Bütün azalarım seninle meşguldür. Benim ve senin işinde ALLAH´tan kork!´ Genç, evine gitti. Namaz kılmak istedi. Fakat nasıl namaz kılacağını bilemedi. Bunun üzerine eline bir kâğıt aldı ve yazdı. Sonra evinden çıktı. Baktı ki kadın hâlâ yerinde durmaktadır. Mektubu kadının yanına attı ve evine döndü. Mektupta şunlar yazılıydı: Rahman ve Rahîm olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! Ey kadın! ALLAH Teâlâ, kulu kendisine ilk isyan ettiği zaman halîm olur. Kulu ikinci defa günaha döndüğü zaman, kulunun kusurunu örter. Kul, günahın elbisesini tamamen giydiği zaman, ALLAH Teâlâ nefsi için öyle bir şekilde gazaba gelir ki O´nuı gazabından gökler, yer, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar korkarlar. ALLAH´ın gazabına kim güç yetirebilir? Eğer benim söylediklerim bâtıl ise, ben sana öyle bir günü hatırlatıyorum ki gök o günde eritilmiş kurşun gibi, dağlar o günde atılmış pamuk gibi olur. Azim ve Cebbâr olan ALLAH´ın savleti önünde ümmetler diz çökerler. Yemin ederim ki nefsimi ıslah etmekten zayıf düştüm. Nerede kaldı başkasını ıslah edeyim. Eğer benim söylediklerim hak ise (ki haktır) ben sana bir hidayet doktoru göstereyim ki o doktor, hasta eden yaraları ve göz kamaştıran acıları tedavi eder..O doktor, âlemlerin rabbi olan ALLAH´tır. Doğru istemek sûretiyle ALLAH´a yönel! Benden sana fayda yok. Çünkü ben ALLAH Teâlâ´nın şu âyetiyle meşgulüm. Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler (korkudan âdeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur. (ALLAH) gözlerin hâin bakışını da, kalplerin gizlediğini de bilir. (Mü´min/18-19) Acaba bu ayet-i celîlenin ifade ettiği hakikatlerden nereye kaçılır? Birkaç gün sonra kadın tekrar geldi, yolun üzerinde durdu. Genç, kadını uzaktan görünce onu görmemek için evine dönmek istedi. Kadın ona ´Ey genç Geri dönme! Artık bugünden sonra dünyada karşılaşmayacağız. Karşılaşmamız yarın ALLAH´ın huzurunda olacaktır´ dedikten sonra şiddetli bir şekilde ağladı ve devamla ´Senin kalbinin anahtarı elinde bulunan ALLAH´tan, çetin olan işimi kolaylaştırmasını talep ediyorum´ dedi. Sonra kadın, gencin arkasından gelerek ´Bana her an gözönünde bulunduracağım ve amel edeceğim bir öğüt ver´ dedi. Genç, kadına şöyle dedi: Sana, nefsinin şerrinden nefsini korumayı tavsiye eder ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesini hatırlatırım: O´dur ki sizleri geceleri uyutarak ölü gibi yapıyor. Gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Sonra takdir edilen ömür tamamlansın diye sizi gündüz uyandırıyor. Nihayet dönüşünüz O´nadır. Sonra O, dünyada yapmış olduğunuz işleri size haber verecektir.(En´âm/60) Kadın başını eğerek ilk ağlayışından daha şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra başını kaldırıp evine çekilerek, ibâdete başladı. Aşk ateşi içinde ölünceye kadar ibâdetten ayrılmadı. Bu genç, kadının ölümünden sonra kadını anar ve ağlardı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun? Oysa sen kadını kendi nefsinden ümitsiz ettin!´ denildiği zaman ´Ben onun isteğini işin başında kestim. Ondan ayrılmayı, ALLAH nezdinde kendime azık edindim ve ALLAH´tan, O´nun nezdine azık olarak gönderdiğim birşeyi geri almaya utandım!´ dedi". ALLAH´ın hamdi ve keremiyle bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından -inşaALLAH- Kitabu Âfât´il-Lisan (Dilin Âfetleri) adlı bölüm gelecektir. Evvelde ve âhirde, zahirde ve bâtında hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH´ın salât ve selâmı, efendimiz ve insanların en hayırlısı Hz. Muhammed´in ve yerde ve göklerde bulunan seçkin kulların üzerine olsun! Yâ rabbî! Onlara çokça salât ve selâm eyle! |
Afatil Lisan Konusuna Giriş
İnsanın yaratılışını güzelleştirip organlarını en güzel şekilde yerleştiren, insana iman nurunu ilham eden, o iman ile insanı süsleyip onun eserini insanda gösteren, insana konuşma kabiliyetini verip konuşma yeteneğiyle insanı diğer yaratıklardan şerefli kılan, kalbine ilim hazinelerini akıtan, kemâle erdikten sonra üzerine rahmetinden perde geren, kalbinin ve aklının kapsadığı mânâya, o dili tercüman yapan ve onun vasıtasıyla gerdiği perdeyi kalpten kaldıran, insanın dilini hamd ile konuşturan, kendisine ihsan buyurduğu ilim ve kolaylaştırılmış olan konuşma nimetlerinin karşılığında o lisanı açıkça okutturan ALLAH´a hamdolsun! Ben ALLAH´tan başka ilah olmadığına, ALLAH´ın bir ve ortaksız olduğuna, Muhammed´in O´nun kulu ve rasûlü olduğuna şahidlik ederim! O rasûl ki, ALLAH onu şereflendirmiş ve büyük kılmıştır. O peygamber ki onu, indirmiş olduğu Kitab´ı tebliğ etmekle vazifelendirmiş ve faziletini yüceltmiştir. ALLAH Teâlâ, Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının ve ondan önce geçmiş peygamberlerin üzerine ALLAH´ı tâzim edip tehlîlde bulunan bir kul bulundukça rahmet deryalarını açsın! Dil, ALLAH´ın büyük nimetlerinden ve harikulâde sanatının inceliklerindendir. Dilin kendisi küçüktür, fakat ibadeti veya isyanı pek büyüktür; zira küfür ve iman ancak dilin şehâdetiyle açığa çıkar. Oysa küfür ve iman, taat ve isyanın hedef ve gayeleridir. Sonra mevcûd, mâdûm, yaratan, yaratılan, hayal olan, malûm olan, sanılan, vehmedilen, her ne varsa dil hepsini kapsamakta, varlık ve yokluklarını ilân etmektedir; zira ilim neyi kapsarsa dil onu açığa vurmaktadır. Hak veya bâtıl yönünden hiçbir şey yoktur ki ilim ona dokunmasın. Bu öyle bir özelliktir ki dilden başka diğer azalarda bulunmaz; zira göz, renk ve suretlerden başkasına, kulak, seslerden başkasına, el, cisimlerden başkasına yetişemez. Diğer organlar da böyledir. Dilin alanı ise, pek geniştir. Onu çevirecek bir engel yoktur. Onun sahasının ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayır da dilin geniş alanına girer, şer de... Bu bakımdan dilin ucunu bırakıp onun dinginini ihmâl eden bir kimseyi, şeytan sürükler götürür. Onu yıkılmak üzere olan bir yar´m kenarına sevkeder. Böylece onu ebedî bir felâkete girmeye mecbur eder; zira insanlar cehenneme ancak dilleriyle ekip biçtiklerinden dolayı atılırlar. Dilinin şerrinden ancak şeriatın gemiyle gemlenen bir kimse kurtulur. Dilini dün ya ve âhirette kendisine fayda verecek konularda çalıştıran, dünya ve âhirette sonucundan korktuğu şeylerden uzaklaştıran bir kimse dilin şerrinden kurtulur. Dilin nerede iyi ve nerede kötü olduğu, keyfiyetinin bilinmesi pek güç ve herkes tarafından bilinmeyen bir durumdur. Bilen bir kimsenin de ona göre amel etmesi, gayet ağır ve zordur. İnsanoğlunun en asil âzası dilidir; zira dilin hareketinde herhangi bir meşakkat yoktur. Halk da dilin âfet ve felâketlerinden sakınmak hususunda şeytanın elinde en büyük âlettir. Biz ALLAH´ın tevfîki ve güzel tedbîri sayesinde dilin âfetlerini derli toplu olarak açıklayıp; teker teker târifleriyle, sebep ve tehlikeleriyle zikredeceğiz, sakınma yolunu göstereceğiz. Dilin aleyhinde rivayet edilen hadîs ve eserleri beyan edeceğiz. Önce susmanın faziletini zikredecek, onun akabinde malayani (fuzulî) konuşmanın felâketini zikredeceğiz. Sonra fuzulî konuşmanın âfetini, sonra bâtıla dalmanın âfetini, sonra mücadelenin âfetini, sonra münazaanın âfetini, sonra avurtları dolduracak şekilde konuşmada lâfazanlığa gitmenin âfetini, seci´ ve fesâhat için zorlanmanın âfetini, konuşmada tasannu yapmanın ve hatiblik dâvasında bulunan, fasih konuşmak için kendilerini zorlayan kimselerin âdetlerinden olan diğer tehlikelerin âfetlerini, sonra fâhiş konuşmanın, küfretmenin, bozuk dilli olmanın âfetini, sonra bir hayvana, cansız bir maddeye veya bir insana lânet okumanın âfetini, sonra şiirle teganni etmenin âfetini zikredeceğiz. Zaten biz Sema kitabında teganninin haram olan kısmını da, helâl olan kısmını da zikretmiştik, ikinci bir defa bunu tekrar etmeyeceğiz. Sonra mizah yapmanın âfetini, sonra alaya almanın âfetini, sonra sırrı ifşâ etmenin âfetini, sonra yalan va´din âfetini, sonra sözde ve yeminde yalanın âfetini, sonra yalandaki tarizlerin beyanını, sonra gıybetin, nemime´nin âfetini, sonra övmenin âfetini, sonra konuşmanın sonucundan çıkan yanlışlığın inceliklerinden gafil olmanın âfetini -hele bu konuşma ALLAH´ın sıfatları ve dinin esaslarıyla ilgiliyse- sonra halk tabakasının ALLAH´ın sıfatları, ALLAH´ın kelâmı, o kelâmın harfleri hakkında ´Acaba bu harfler kadîm midir, hadîs midir?´ gibi soru sormalarının âfetini açıklayacağız. Bu âfet, âfetlerin sonudur ve bunlarla ilgili konulara da değineceğiz. Bu âfetlerin tümü yirmi tanedir. ALLAH Teâlâ´nm minnet ve keremine sığınarak, O´ndan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz! |
Dilin Büyük Tehlikesi ve Susmanın Fazileti
Dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden kurtuluş ancak susmakla mümkündür. Bunun için ALLAH´ın dini susmayı övmüş ve müntesiblerini susmaya teşvik etmiştir. Hadîsler Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Susan kurtulmuştur!1 Susmak, hikmettir. Susan ise pek az!..2 Abdullah b. Süfyan, babasından şöyle rivayet eder: "Ben Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana İslâm´dan öyle birşey öğret ki bundan sonra artık hiç kimseden İslâm hakkında birşey sormaya muhtaç olmayayım!5 diye sorduğumda, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle dedi: ´ALLAH´a iman ettim de, sonra dosdoğru ol!´ Hz. Peygamber´e sormaya devam ettim: ´Hangi şeyden sakınayım ya RasûlALLAH?´ O da eliyle dilini işaret etti".3 Ukbe b. Âmir der ki: Ey ALLAHın Rasûlü! Kurtuluş nedir?´ dedim, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle dedi: ´Dilini koru! Evinden çıkma! Günahın için ağla!´ 4 Sehl b. Sa´d es-Sa´dî, Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder: ´Kim diline ve tenâsül organına kefîl olur, haramda kullanmayacağına dair ALLAH´a söz verirse, ben de onun için cennete kefîl olurum´.5 Yine şöyle buyurmuştur: ´Kim, Kabkabı´nın, Zabzabı´nın ve Laklakı´nın şerrinden korunmuşsa, o kimse bütün şerden korunmuş demektir5.0 Kabkab mide, Zabzab tenâsül uzvu, Laklak ise dil demektir. İşte bu üç şehvet ile insanların ekserisi helâk olmaktadır. Bu sırra binaen biz, mide ile tenâsül organının şehvetinin âfetini beyan eder etmez, hemen dilin âfetlerini beyan etmeye başladık. Hz. Peygamber´e İnsanı cennete götüren şeyin en büyüğü´ sorulduğu zaman şu cevabı verdi: ´ALLAH´tan sakınmak ve güzel ahlâk´7 ´Ateşe sokanın en büyüğü´nden sorulduğu zaman da şu cevabı verdi: İki içi boş olan nesne: Ağız ile tenâsül organı!´ İhtimal ki hadîste bahsi geçen ´ağız´dan murâd, dilin âfetleridir. Çünkü ağız dilin mahallidir ve yine ihtimaldir ki mideden murâd onun menfezidir. Yani tenâsül uzvudur. Çünkü Muaz b. Cebel Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi: Ey Cebel´in oğlu! Annen matemini tutsun! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?8 Abdullah es-Sakafi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana sığınacağım birşey söyle!´ deyince, cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´RABBİM ALLAH´tır de, sonra dosdoğru ol!´9 ´Ya Rasûlullah! Benim için en tehlikeli şey nedir?´ diye sordum. Dilini tutarak ´Budur´ dedi. Rivayet ediliyor ki Muaz (r.a) "Ey ALLAH´ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini çıkardı. Sonra üzerine parmağını koydu.10 Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Kalbi de dili doğru olmadıkça doğru olmaz. Komşusunun şerrinden emin olmadığı bir kimse cennete giremez.11 Kim selâmette kalmayı seviyorsa, sükûttan ayrılmasın.12 Ademoğlu sabahladığı zaman tüm azalan dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar ve derler ki: ´Bizim hakkımızda ALLAH´tan kork! Zira sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen inhiraf edersen, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız´.13 Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer (r.a) Ebubekir Sıddîk´ı, dilini eliyle çekerken gördü ve ´Ey Rasûlullah´m halifesi! Ne yapıyorsun?´ diye sordu. Ebubekir şöyle cevap verdi: Şudur beni tehlikeli yerlere sokan!.. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: Bedende hiçbir âzâ yok ki ALLAH katında dilden şikayetçi olmasın.14 İbn Mes´ud Safa tepesinde bulunuyordu: ´Lebbeyk ALLAHümme lebbeyke!´ duasını okuyor ve şöyle diyordu: ´Ey dilim! Hayrı söyle, kâr et! Kötü söyleme, tehlikelerden selâmet kalırsın. Bunları,pişman olmazdan önce yap!´ Kendisine ´Ya Ebû Abdurrahman! Bu senin kendiliğinden söylediğin bir dua mıdır, yoksa Hz. Peygamber´den dinlediğin bir dua mı?´ denildi. İbn Me´sud şöyle dedi: Hayır! Aksine ben Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim: Muhakkak ki ademoğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir.15 Dilini koruyan bir kimsenin avretini ALLAH Teâlâ örter. Öfkesine hâkim olan bir kimseyi ALLAH azabından korur. Çünkü ALLAH´a yalvarıp özrünü arzederse, ALLAH onun özrünü kabul eder.16 Rivayet ediliyor ki, Muaz b. Cebel ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana nasihatta bulun!´ dedi. Hz. Peygamber: ´ALLAH´ı görür gibi ona ibadet et! Nefsini ölülerden say! Eğer dilersen, senin için bunlardan daha faydalı birşeyi haber vereyim´ diyerek dilini işaret etti.17 Size ibadetin en kolayını ve beden için en rahatını haber vereyim mi? Susmak ve güzel ahlâktır.18 Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Her kim, ALLAH´a ve son güne inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sükût etsin. ALLAH o kuldan razı olsun ki, konuşup ganimet sahibi olur veya susup selâmette kalır.19 Hz. İsa´ya ´Bizi öyle bir amele muttali et ki onunla cennete girmiş olalım!´ denildiğinde şöyle demiştir: ´Hiç konuşmayınız´. Dediler ki: ´Buna gücümüz yetmez!´ O zaman şöyle dedi: ´O halde ancak hayır ile konuşunuz!´ Hz. Süleyman şöyle demiştir: ´Eğer söz gümüş ise sükut altındır´. Berra b. Âzib´den şöyle rivayet ediliyor: Bir göçebe Hz. Peygamberin huzurunâ geldi ve dedi ki: ´Beni öyle bir ibadete muttali et ki cennete girmeme vesile olsun!´ Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: Aç kimseye yedir, susuza içir! Emr-i bi´1-mâruf yap! Münkeri yasakla! Eğer gücün buna yetmiyorsa -hayır hariç-dilini tut!20 Hayır hariç, dilini tut! Böyle yapmakla şeytanı mağlûp edersin.21 ALLAH Teâlâ her konuşanın dilinin yanındadır. Bu bakımdan ne söylediğini bilen kişi ALLAH´tan korksun! Müslüman kimseyi susmuş ve vakur gördüğünüz zaman ona yaklaşınız! Çünkü o, hikmeti telkin eder.22 İnsanlar üç gruptur: 1.Ganim 2.Sâlim 3.Sâhib Ganim, ALLAH´ı zikreden, Sâlim sükût eden, Sâhib ise bâtıla dalan kimsedir.23 Mü´min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.24 İsa (a.s) şöyle demiştir: İbadet on parçadır. Bu on parçanın dokuzu susmak, bir parçası da insanlardan kaçmaktadır´. Çok konuşan bir kimsenin, düşüşü çok olur. Düşüşü çok olan bir kimsenin günahları çoğalır. Günaları çok olan bir kimsenin ise herşeyden daha fazla lâyıkı ateştir.25 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Ebubekir Sıddîk (r.a) ağzına küçük taşları koyar, onlarla nefsini konuşmaktan menederdi. Kendisi diline işaret ederek şöyle demiştir: ´Beni tehlikeli yerlere sokan budur! Abdullah b. Mes´ud (r.a) der ki: ´Kendisinden başka ilah olmayan ALLAH´a yemin ederim, uzun hapsetmeye dilden daha fazla müstehak olan hiçbir şey yoktur!´. Tavus şöyle demiştir: ´Benim dilim yırtıcı hayvandır. Onu bıraktığım zaman beni yer!´ Vehb b. Münebbih, Âl-i Davud´un hikmetinden şunu söyledi: ´Akıllı bir kimseye gereken, zamanını bilmek, dilini korumak ve kendi hâline yönelmektir´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir´. Evzâî şöyle demiştir: Ömer b. Abdulaziz (r.a) bizlere şöyle yazdı: ´Ölümü fazla hatırlayan bir kimse, dünyada az ile razı olur. Konuşmasını amelinden sayan bir kimse, kendisini ilgilendirmeyen konuda az konuşur!" Susmak, kişi için iki fazileti bir araya getirir: 1.Dininde selâmet kalmak 2.Arkadaşını iyi anlamak Muhammed b. Vâsık, Mâlik b. Dinar´a şöyle dedi: ´Ey Ebû Yahya! İnsanlar için dilini korumak, dinar ve dirhemi (parayı) korumaktan daha çetindir´. Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: ´Bir kimsenin dili bir durum üzerinde ise (mazbutsa) bu dil mazbutluğunun faydasını diğer amellerde de görür´. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Bir grup Muaviye´nin yanında konuştu. Ahnef b. Kays ise susmuştu. Muâviye ona dedi ki: ´Ey Ebû Bahr! Sen hiç konuşmuyorsun?´ Ahnef, Muaviye´ye ´Eğer yalan söylersem ALLAH´tan korkuyorum. Eğer doğru söylersem senden korkuyorum´ dedi". Ebubekir b. Ayyaş şöyle anlatıyor: "Dört padişah bir araya geldi. Biri Hind, biri Çin, biri Kisrâ ve biri de Kayser... Aynı mânâyı ayrı ibarelerle ifadeye çalıştılar. Onlardan biri dedi ki: ´Ben söylediğimden dolayı nedamet duyarım. Fakat söylemediğimden dolayı duymam´. Diğer biri de şöyle dedi: ´Ben herhangi bir kelimeyi konuştuğum zaman o kelime bana hâkim olur. Ben ona hâkim olamam. Onu konuşmadığım zaman ise, ben ona hâkimim. O bana hâkim değil´. Üçüncüsü dedi ki: ´Ben konuşanın hâline hayret ediyorum. Eğer konuştuğu kendisine dönerse, kendisine zarar verir. Eğer dönmezse kendisine fayda vermez´. Dördüncüsü de ´Ben söylemediğimi reddetmekte söylediğimi reddetmekten daha kudretliyimdir´ dedi". Mansûr b. Mu´taz kırk sene yatsı namazından sonra bir kelime dahi konuşmadı. Rabi b. Hay sem, yirmi sene dünya kelâmından bir kelime dahi konuşmadı. Sabahladığı zaman bir divit ile kâğıt alır, ne konuşursa kaydeder. Akşam üzeri konuştuklarından nefsini sorumlu tutar, hesaba çekerdi. Soru: Susmanın bu büyük faziletlerinin sebebi nedir? Cevap: Sebebi dil âfetinin çokluğudur. O âfetler; yanlışlık, yalan, gıybet, kovuculuk, riya, münafıklık, fâhiş konuşmak, cedel yapmak, nefsi temize çıkarmak, bâtıla dalmak, başkasıyla kavga etmek, fuzulî konuşmak, hakîkati tahrif etmek, hakîkate ilâvelerde bulunmak veya hakikatten eksiltmek, halka eziyet etmek veya halkın namusuna saldırmaktır. İşte bu âfetler çoktur. Bunlar dile ağır gelmezler. Kalpte bunların halâveti vardır. Nefis ve şeytan insanı bunlara itelemektedir. Bunlara dalan bir kimse diline az zaman hâkim olup da sevdiğinde dilinin dizginini bırakır, sevmediğinde dilini tutabilir. Çünkü böyle yapmak, ilmin -ileride de geleceği gibi- çetinliklerindendir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet... Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür. Susmakta -bu faziletle beraber- himmetin derli toplu bulunması, vakarın devam etmesi, fikir, zikir, ibadet için boşalmak, dünya hakkında konuşmanın mesuliyetinden selâmet kalmak ve âhirette hesabını vermekten kurtulmak gibi iyi hasletler vardır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: (İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kâf/18) Susmaya devam etmenin faziletine birşey delâlet eder. Şöyle ki: Konuşma dört kısımdır. Bir kısmı katıksız zararlı, başka bir kısmı katıksız faydalı, diğer bir kısmı hem zararlı, hem faydalı, dördüncü bir kısmı ise, ne zararlı, ne de faydalıdır. Katıksız zarar olan kısma gelince, bu kısımda mutlaka susmak gerekir. Çünkü onun faydası, zararını karşılayamaz. İçinde ne fayda, ne de zarar olan konuşmaya gelince, bu fuzûlî konuşmadır. Zamanın zayi edilmesi de zararın ta kendisidir. Bu bakımdan elimizde dördüncü bir kısım kalıyor. O halde konuşmanın dörtte üçü düştü, dörtte biri kaldı. Bu dörtte birin içinde de tehlike vardır; zira bu kısım içine riyanın inceliklerinden tasannu, nefsi temize çıkarmak ve fuzûlî konuşmak gibi günah olan şeyler karışır. Öyle bir şekilde karışır ki idrâk edilmesi pek güçtür. Bu nedenle insanoğlu böyle bir konuşma ile kendisini tehlikeye atmış olur Kim -ilerde zikredeceğimiz şekilde- dil âfetlerinin inceliklerini bilirse, kesinlikle anlar ki şu Hz. Peygamber´in bu hususta söylediği en keskin ve şaşmaz sözüdür: Kim susarsa kurtulur.26 Yemin olsun ki, Hz. Peygambere hikmetin cevherleri, kelimelerin toplayıcıları bahşedilmiştir.27 Onun kelimelerinin herbirinin altındaki mânâ denizlerini ancak âlimlerin havâss tabakası bilir. Eğer ALLAH Teâlâ dilerse bizim zikredeceğimiz âfetlerde ve o âfetlerden korunmanın zorluğunda sana bunun hakîkatini bildirecek ayrıntılar vardır. Biz şimdilik dil âfetlerini sayalım. Onun en gizlisinden başlayalım. En açığına doğru yavaş yavaş çıkalım. Gıybet, kovuculuk ve yalancılık hakkındaki konuşmayı erteleyelim. Çünkü bu husustaki konuşma oldukça uzundur. O âfetler yirmi tanedir. Bunları bil ve ALLAH´ın inayetiyle irşâd ol! 1)Tirmizî 2)Deylemî 3)Tirmizî, Nesâî 4)Tirmizî 5)Buhârî 6)Deylemî 7)Tirmizî http://ehlisunnet.gen.tr/forum/Smileys/default/cool.gifİbn Mâce, Hâkim 9)Nesâî 10)Taberânî, İbn Ebî Dünya 11)Harâitî, (Enes b. Malik´ten) 12)İbn Ebî Dünya, Beyhakî 13)Tirmizî, (Said b. Câbir´den) 14)İbn Ebî Dünya, Dârekutnî, Beyhakî 15)Taberânî, İbn Ebî Dünya, Beyhakî 16)İbn Ebî Dünya, Taberânî, (İbn Ömer´den) 17)İbn Ebî Dünya, (Mürsel olarak) 18)Müslim, Buhârî, (Saffan b. Selim´den) 19)İbn Ebî Dünya, Beyhakî, (Hasan Basrî´dou) 20)İbn Hibban, Taber&nS, Evsat 21)İbn Ebî Dünya 22)İbn Mâce 23)Taberânî, (İbn Mes´ud´dan) 24)Harâitî, (Hasan Basrî´den 25)Ebû Nuaym, Ebû Hatim 26)Daha önce geçmişti 27)Müslim, (Ebû Hüreyre´den |
Boş Konuşmalar Yapmak
Senin en güzel hâlin, daha önce zikrettiğimiz gıybet, kovuculuk, yalan, cedel, ağız kavgası ve benzeri âfetlerden korunman, ancak mübâh olup ne sana, ne de bir müslümana zararı olmayan şeyler hakkında konuşmandır. Gereksiz konuştuğun takdirde zamanını zayi ettiğin gibi, o konuşmada çalıştırdığın dilinden de sorumlu olursun. Az ve çabuk geçen bir şey e, senin için daha hayırlı olanı fedâ edip değiştirmiş olursun! Çünkü sen konuşmaya sarfedeceğin zamanını düşünceye sarfettiğin takdirde, düşünce ânında faydası pek büyük olan ilâhi rahmetin esintilerinden biri çoğu zaman senin için açılabilir. Eğer kelime-i tevhidi söylersen, ALLAH´ı anar ve tesbih edersen senin için daha hayırlıdır. Nice kelime vardır ki ondan dolayı cennette insanoğluna köşkler bina edilir. Oysa hazinelerden birini almaya muktedir olduğu halde, onun yerine fayda vermeyen bir ateş alan, apaçık zarar eden bir kimsedir. İşte bu, ALLAH´ın zikrini terkedip kendisini ilgilendirmeyen mâlâyanî (fuzulî) şeylerle meşgul olan bir kimsenin misâlidir; zira bu kimse, her ne kadar günahkâr olmasa da muhakkak zarar eder. Çünkü ALLAH´ın zikriyle elde edilecek büyük kârı elden kaçırmış olur;*zira müslüman bir kimsenin susması düşünce, bakışı ibret, konuşması da zikirdir. Çünkü Hz. Peygamber böyle buyurmuştur.28 Kulun sermayesi vakitleridir. Vaktini fuzûlî şeylere sarfettiği zaman, o vakitlerde âhirette azık olacak bir sevabı edinmediği takdirde sermayesini zayi etmiş olur ve bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Boş konuşmalar yapmayı terketmek, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.29 Bundan daha şiddetli hadîsler de vârid olmuştur. Enes der ki: ´Bizden bir genç Uhud gününde şehid oldu. Baktık ki onun karnının üzerine, açlıktan dolayı bir taş bağlıdır. Annesi, yüzünden toprağı silerek şöyle dedi: ´Cennet sana âfiyet olsun, ey oğlum!´ Bu sözü dinleyen Hz. Peygamber şu karşılığı verdi: Sen cennetin ona âfiyet olacağını nereden biliyorsun? Oysa o mâlâyanî konuşmalar yapardı. Kendisine zarar vermeyeni menederdi!30 Hz. Peygamber (s.a) Ka´b´ı (Acre´nin oğlu) bir ara kaybetti. Ka´b´ım ne olduğunu sorunca hasta olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ka´b´m evine geldi, içeri girince şöyle dedi: ´Ey Ka´b! Müjde sana!´ Ka´b´ın annesi, Hz. Peygamber´in bu sözü üzerine ´Ey Ka´b! Senin için cennet vardır´ dedi.31 Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ´ALLAH namına cennet satan kimdir?´ dedi. Ka´b ´Annemdir ya Rasûlullah?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Ka´b´ın annesi! Sen ne biliyorsun Ka´b fuzulî konuşmuş veya lüzumsuz şeylerden menetmiş olabilir!´32 Hadîsten çıkan mânâ şudur: Cennet ancak hesaba çekilmeyen bir kimse için hazırlanmış olur. Fuzulî konuşan bir kimse ise, her ne kadar konuşması mubah bir konu hakkında ise de bu konuşmasından dolayı hesaba çekilir. Bu bakımdan hesapları tartışmalı geçeceğinden ve tartışmalı hesaplarında bir tür azap olması nedeniyle bu gibilere cennet hazırlanmaz. Muhammed b. Ka´b´dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Bu kapıdan ilk içeriye giren cennet ehlinden bir kişidir. Bunun üzerine Selman´m oğlu Abdullah, kapıdan girdi. Ashab-ı kiramdan bir grup Abdullah´ın yanma gittiler. Ona hâdiseyi anlattılar ve dediler ki: ´En fazla güvendiğin ve bu sevaba nail olmana vesile olabileceğini umduğun amelini bize haber ver!´ Bunu üzerine Abdullah dedi ki: ´Ben muhakkak zayıf bir kimseyim. ALLAH´tan umduğum en kuvvetli amelim, göğsümün selâmeti ve fuzulî konuşmayı terketmemdir´. Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: Hz. Peygamber bana şöyle dedi: -Sana, bedenine hafif, mizanda ağır bir ameli öğreteyim mi? -Evet, ya Resûlullah! Öğret! -O amel susmak, güzel ahlâk ve seni ilgilendirmeyeni terke tmektir.33 Mücâhid, İbn Abbas´m şöyle dediğini naklediyor: Beş haslet vardır. Onlar muhakkak ki ALLAH yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli gelirler: 1.Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim. 2.Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma!Çünkü kendisini ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer. 3.Ne halîm bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer. 4,Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna gitsin.Kardeşine öyle bir muamele yap ki aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin. 5.İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağım, kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun! Lokman Hakîm´e şöyle denildi: "Senin hikmetin nedir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Başkası tarafından yapıldığında yapmaktan kurtulduğum şeyi sormamam ve beni ilgilendirmeyen birşey için zorluklara girmemem". Muvarrak el-Acelî34 der ki: ´Bir iş vardır ki, ben yirmi seneden beri onun peşindeyim. Hâlâ onu beceremedim ve onun peşini bırakmak da istemiyorum?´ Kendisine ´O nedir?´ diye sordular. Cevap olarak şöyle dedi: ´Beni ilgilendirmeyen şeylerde susmaktır´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Seni ilgilendirmeyen şeyleri kurcalama! Düşmanından uzaklaş! Emin olan hariç, kavminden olan dostundan bile uzak dur! Emin de ancak ALLAH´tan korkan bir kimse dernektir. Fâcir bir kimse ile arkadaşlık yapma ki ondan fısk ve fücûr öğrenmeyesin! Onu sırrına muttali etme, işlerinde ALLAH´tan korkanlarla istişare et!´ Seni ilgilendirmeyen şey hakkında konuşmanın sınırı şudur: Öyle bir konuşma olmalı ki eğer onu yapmadığında günahkar olmadığın gibi, hiçbir durumda da ondan zarar görmeyesin. Bunun misali şudur: Bir kavimle oturup onlara yolculuklarını, yolculukta gördüğün dağlar, nehirler, cereyan eden hâdiseler, hoşuna giden yemek ve elbiseler, o memleketlerde hoşuna giden âlim ve yaşlı insanların hallerini, başlarından geçenleri nakletmendir. İşte bunlar birtakım şeylerdir ki eğer bunlarda susarsan günahkar olmadığın gibi herhangi bir zarar da sana dokunmaz. Anlattığın hikayeye, fazlalık, eksiklik, gördüklerinle böbürlenip nefsini büyük görme, bir şahsın gıybeti, ALLAH´ın yarattıklarından bir şeyi kötüleme karışmasın diye dikkat ettiğin zaman bile zamanını zayi etmiş olursun! O halde saydığımız âfetlerden nasıl korunabilirsin? Başkasına seni ilgilendirmeyen bir şeyi sorman da fuzulî konuşma sayılır. Sen sormakla hem kendi vaktini, arkadaşını da cevap vermeye mecbur ettiğinden ötürü hem de onun vaktini zayi etmiş olursun. Bu durum, ancak sorduğun eyin sorulmasından dolayı bir âfet sözkonusu olmadığı takdirde oöyledir. Oysa suallerin çoğunda âfetler vardır. Sen başkasından ibadetini sorarsın, mesela şöyle dersin: ´Sen oruçlu musun?´ Eğer evet derse, ibadetini belirtmiş olur, bu ibadete riya karışmış olur. Eğer riya girmezse bile ibadet gizlilik defterinden silinir! Oysa gizli ibadetin, açıkça yapılan ibadetten birçok üstünlüğü vardır. Eğer hayır derse yalancı olur. Eğer ne evet, ne hayır demeyip de sükût ederse, sana cevap vermemek suretiyle seni aşağılamış sayılır. Dolayısıyla sen rahatsız olursun. Eğer cevabın müdafaası için hileli yollar ararsa zorluk çeker ve yorulur. Bu bakımdan sen ondan sormakla onu ya riya veya yalana veya istiğfara veya müdafaa hilesindeki yorgunluğa mâruz bırakmış olursun! Diğer ibadetler hakkında sorman da böyledir. Günahlardan gizlediği ve çekindiği herşeyden sorman da böyledir. Başkasının konuşmuş olduğu şeyden sual sorman, ´Ne dersin? Senin bu husustaki görüşün nedir?´ demen de böyledir. Çünkü çoğu zaman geldiği yeri sana söylemekten onu engelleyen bir mâni vardır. Eğer geldiği yeri söylerse utanır. Eğer doğru söylemezse, yalan söylemiş olur ve sebebi de sen olursun ve böylece seni ilgilendirmeyen bir mesele hakkında sormuş olursun. Sorulan adam çoğu zaman ´bilmiyorum´ demeye utanır ve bilmediği halde cevap verir! Seni ilgilendirmeyen hususta konuşmaktan, bu tür konuşmaları kasdetmiyorum. Çünkü bu tür konuşmalar, bazen günah ve zarar vericidir. Ancak seni ilgilendirmeyen konuşmanın misâli, Lokman Hakîm´den rivayet edilen şu husustur: Lokman, Hz. Davud´un huzuruna girdi. Hz. Dâvûd o anda bir zırh örüyordu. Lokman daha önce bu sanatı görmüş değildi. Ondan gördüğü bu sanat onu şaşırttı ve Davud´a yaptığını sormak istediyse de hikmet onu bu sualden menetti. Dolayısıyla nefsini zaptedip sormadı. Hz. Dâvûd (a.s) işini bitirince ayağa kalktı. Sonra zırhı giydi ve şöyle dedi: ´Evet, zırh savaş içindir!´ Bunun üzerine Lokman şöyle dedi: ´Susmak hikmetin ta kendisidir. Fakat susan pek azdır´. Deniliyor ki, Lokman bir sene sormadan zırhın ne olduğunu öğrenmek için Hz. Davud´a gidip geldi. İşte bu ve benzeri sorular, içlerinde zarar olmadığı, başka birisinin perdesini yırtmak bulunmadığı, riya ve yalana sokmadığı takdirde, seni ilgilendirmeyen konuşma türündendir. Onu terketmek İslâm´ın güzelliğinden gelir. İşte mâlâyanî konuşmanın tarifi budur. İnsanı mâlâyânîye teşvik eden sebebe gelince, o sebep, insanoğlunun muhtaç olmadığı birşeyin bilinmesine karşı gösterdiği harislik veya sevgi kabilinden uzun konuşmalar yapmaktır veyahut içinde fayda olmayan hikâyelerle vakit geçirmektir. Bunun tedavisi, kişinin ölümün önünde olduğunu ve her kelimesinden sorumlu bulunduğunu, nefeslerinin en önemli sermayesi olduğunu ve dilinin bir tuzak olduğunu, onun vasıtasıyla cennetin elâ gözlü hurilerini kazanabileceğini, onu boşa harcamanın da apaçık zarar olduğunu bilmesidir. İşte ilmî tedavisi budur. Pratik tedavisi ise, uzlete çekilmek veya konuşmamak için ağzına küçücük taşlar koymak veya kendisini ilgilendiren bir kısım şeylerde dahi nefsini susmaya zorlamaktır ki dili bu şekilde mâlâyânîyi terketmeyi âdet edinsin! Dili burada zaptetmek, insanlardan uzaklaşıp uzlete çekilen kişi hariç başkası için gayet güç ve çetindir. |
Fuzulî Konuşmak/Sözü Uzatmak
Hadis Fuzûlî konuşmak da kötüdür. Bu tür konuşma, mâlâyânîye dalmayı ve maksûd olan konuşmada ihtiyaçtan fazlaya kaçmayı kapsar! Çünkü bir kimsenin kendisini ilgilendiren birşeyi kısa bir konuşma ile ifade etmesi mümkün olduğu gibi, onu uzatıp dallandırması da mümkündür. Maksadını bir kelime ile ifade edebildiği zaman iki kelime konuşursa, ikinci kelime fuzûlîdir. Yani ihtiyaçtan fazladır. Bu da -daha önce geçen iletten dolayı- çirkindir. Her ne kadar buna günah ve zarar yoksa da... Atâ b. Ebî Rebah der ki: ´Sizden öncekiler, fuzûlî konuşmayı çirkin görürlerdi. ALLAH´ın kitabı, Hz. Peygamberin sünneti, emr-i bi´l-mâruf"ve nehy-i an´il-münker veya zaruri ihtiyaç hakkında konuşmak hariç, bunun dışında kalanları fuzûlî konuşmadan sayarlardı. Acaba sizin üzerinizde hafaza ve kirâmen kâtibîn meleklerinin olduğunu, sağ ve solunuzda gözcü meleklerin bulunduğunu ve kişinin ağzından çıkan her sözü kontrol eden ve yazan bir meleğin bulunduğunu inkâr mı ediyorsunuz? Acaba sizden biriniz günün başında doldurmuş olduğu sahife neşredildiği zaman o sahifedeki hükümlerin çoğunun dininin veya dünyasının işinden olmadığını görürse utanmayacak mıdır?´ Ashab´dan biri şöyle demiştir: ´Biri benimle konuşmak istediğinde, onunla konuşmak, soğuk suyun susamış bir kimsenin hoşuna gitmesinden daha çok hoşuma gider. Fakat fuzûlî konuşma olur düşüncesiyle konuşmayı terkediyorum´. Mutarrıf55 şöyle demiştir: "ALLAH´ın celâli kalbinizde büyük olsun! Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´mn ismi celîlini köpeğe veya merkebe ´Ey ALLAHım onu mahrum et!´ sözünüz gibi sözlerle beraber zikretmeyin!". Bil ki fuzûlî konuşma, inhisar altına alınmayacak kadar çoktur. Hatta mühim olanı ALLAH ´in Kitabında, mahsurdur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi, yahut insanların arasını düzeltmeyi emreden müstesna!(Nisâ/114) Sözün fazlasını zapt-u rapt altına alıp tutan, malının fazlasını ALLAH yolunda infak eden bir kimseye cennet vardır!36 İnsanlar bu husustaki işi nasıl da tersine çevirmişlerdir! Hz. Peygamber´in dediğinin tam aksine, mallarının fazlasını depo etmişler, sözlerini ise serbest bırakmışlardır. Mutarrıf b. Abdullah babasından şöyle rivayet ediyor. Babası şöyle anlatmış: Benî Amr kabilesinin bir grubu ile beraber Hz. Peygamber´in huzuruna geldim. O grup Hz. Peygambere şöyle hitap edip: ´Sen bizim babamızsm, efendimizsin. Sen fazilet bakımından bize bizden daha faziletlisin. Sen cömertlik bakımından bizim için bizden daha cömertsin. Sen bembeyaz bir kâsesin. Sen söylesin, sen böylesin´ gibi övgülerde bulundular. Hz. Peygamber (bunun üzerine) şöyle dedi: Sözünüzü söyleyiniz! Sakın şeytan sizi dalâlete düşürmesin.37 Bununla Hz. Peygamber suna işaret ediyor ki dil -doğru da olsa- övmek hususunda başıboş bırakıldığı zaman, şeytanın onu lüzumsuz fazlalıklara düşürmesinden korkulur. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Sizi fuzulî konuşmak hususunda uyarırım! Kişiye ihtiyacına yetecek kadar konuşma yeter!´ Mücâhid şöyle dedi: "Muhakkak ki konuşmalar yazılır. Hatta kişi oğlunu susturup ona ´sana şunu şunu satın alacağım´ dediğinde yalancı yazılır".38 Hasan Basrî şöyle der: Ey Ademoğlu! Bir sahife senin için açılmıştır. O sahifeyi senin amellerini yazan iki tane melek idare etmektedirler. İstediğini yap! İster az, istersen çok yap! (Muhakkak hepsi yazılmaktadır)´. Rivayet ediliyor ki Hz. Süleyman (a.s) ifritlerinden birini gönderdi ve arkasından bir ifrit daha gönderdi ki onu kontrol etsin, dediklerini dinlesin ve gelip kendisine haber versin. Arkadan gönderilen ifrit Hz. Süleyman´a gelerek o gönderilen ifritin çarşıdan geçerken başını göğe kaldırıp baktığını, sonra insanlara bakıp başını salladığını haber verdi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) ona bunun sebebini sordu. İfrit dedi ki: ´Ben, insanların başının ucunda durup onlardan çıkanları hemen yazan meleklere ve o meleklerden daha aşağıda bulunan kimselerin acelece yazmalarına hayret ettim´. İbrahim Teymî şöyle demiştir: ´Mü´min konuşmak istediği zaman düşünür; eğer lehinde ise konuşur, aksi takdirde susar; fâcirin konuşması ise zincirleme gider´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Konuşması çok olanın yalanı çoğalır. Malı çok olanın günahı çoğalır. Ahlâkı kötü olanın nefsi azap görür veya nefsine azap çektirir´, Amr b. Dinar şöyle demiştir: Bir kişi, Hz. Peygamberin yanında fazla konuştu. Hz. Peygamber kendisine şöyle sordu: - Senin dilinin önünde kaç perde vardır? - Dudaklarım ve dişlerim vardır! - Acaba o perdelerde konuşmanı azaltacak bir kuvvet yokmudur?39 Bir rivayette Hz. Peygamber s.a.v bunu kendisini öven bir kişi hakkında söylemiştir. Çünkü Hz. Peygamberi öven bu kişi, konuşmasında aşırı bir şekilde mübalağa ederek sözü uzatmıştı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli birşey verilmiş değildir!40 Ömer b. Abdülaziz şöyle der: ´Beni çok konuşmaktan, böbürlenme korkusu menetmektedir´. Hükemanm biri şöyle demiştir: ´Kişi, bir mecliste olduğu zaman konuşmak onun hoşuna gidiyorsa, sükût etsin! Eğer susmuş ise ve susmak hoşuna gidiyorsa, konuşsun!´ Yezid b. Ebi Habib şöyle demiştir: ´Konuşmasının dinlemesinden kendisine daha sevimli gelmesi âlimin fitnesindendir. Eğer âlim, kendisinin yerine konuşup kendisine ihtiyaç bırakmayan birini görürse, onu dinlemekte kendisine selâmet vardır. Konuşmakta süslemek, artırmak ve eksiltmek vardır! İbn Ömer şöyle demiştir: ´Kişinin temizlenmesine en fazla muhtaç olduğu şey dilidir´. Ebû Derdâ (r.a) çenesi düşük bir kadını gördüğünde şöyle dedi: ´Eğer bu kadın dilsiz olsaydı, onun için daha hayırlı olurdu. İbrahim Nehâî şöyle demiştir: ´Halkı iki haslet helâk ediyor: Birincisi fazla mal, ikincisi fazla konuşmak. İşte bunlar, çok konuşmanın kötülenmesi ve sebebidir. Fazla konuşmanın ilâcı ise mâlâyanî sözlere dair bölümde geçmişti. 35)Abdullah´ın oğludur. Âmir soyunun Haşr koluna mensuptur. Künyesi Ebû Abdullah´tır. Basralıdır ve şâyân-ı itimad bir âbiddir. H. 95 senesinde vefat etmiştir. 36)Beğâvî, İbn Hani, Beyhakî 37)Ebû Dâvûd, Nesaî 38)İbn Ebî Dünya 39)İbn Ebî Dünya 40)Deylemî, (İbn Abbas´tan |
Bâtıla Dalmak
Bâtıla dalmak, günahlar hakkında konuşmak demektir. Kadınların, içki meclislerinin, fâsıklarm makamlarının, zenginlerin refahının, padişahların diktatörlüğünün, çirkin merasimlerinin ve çirkin durumlarının hikayesi gibi... Çünkü bunların tümü, kendisine dalmanın helâl olmadığı konulardır ve bunları anlatmak haramdır. Seni ilgilendirmeyen konuda konuşmak veya seni ilgilendiren konuda ihtiyaçtan fazla konuşmak ise evlâyı terketmektir. Fakat buna rağmen bu tür konuşmada haramlık yoktur. Evet! Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda fazla konuşan bir kimsenin, sonunda bâtıla dalmayacağından emin olunamaz; zira insanların çoğu konuşması, halkın namusunu çiğnemek, bâtıla dalmak veya bâtılın diğer türlerini işlemek suretiyle meyvelenmenin ötesine gitmez. Bâtılın türlerini zapt u rapt altına alıp sınırlamak mümkün değildir. Çünkü çok ve çeşitlidir. İşte bundan ötürü bâtıldan korunmak, ancak din ve dünyanın önemli meselelerinden kişiyi ilgilendirdiği kadarı ile yetinmekle mümkün olur. Yine de birtakım kelimeler vâki olur. O kelimeleri konuşan, onları önemsemez ama o kelimeler onu helâk etmeye sebep olur! Bilâl b. Hars41 Hz. Peygamberin (s.a) şöyle dediğini nakleder: Kişi, ALLAH´ın rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış olduğu makama varacağını sanmaz. Dolayısıyla ALLAH Teâlâ o kelimeden ötürü rızasını kıyamete kadar o adam için yazar. Kişi ALLAH´ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, c kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece ALLAH Teâlâ onarı üzerine o kelimeden dolayı kıyamete kadar gazabını yazar.42 Alkame şöyle derdi: ´Konuşacağım nice şeyler vardır ki Bilâl b. Hars´in hadîsi beni o konuşmalardan menetti´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı Süreyya´dan daha uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır.43 Ebû Hüreyre şöyle demiştir: İnsan bir kelime söyler ve onu önemsemez. Oysa o kelimeden ötürü cehenneme yuvarlanır ve yine bir kelime söyler, bu kelimeyi yeterince takdir etmez. Oysa ALLAH Teâlâ o kelimeden ötürü onu cennetin yüce mertebelerine yükseltir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamette insanların en fazla hatalı olanları, dünyada en fazla bâtıla dalanlarıdır.44 ALLAH Teâlâ cehennemliklerin şöyle dediklerini aktarmaktadır: Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık! (Müddessir/45) Onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.(Nisa/140) Selmân-ı Fârisî der ki: ´Kıyamet gününde insanların en günahkâr olanları, dünyadaki konuşmalarında ALLAH´a en fazla isyan edenleridir´. İbn Şîrîn şöyle demiştir: "Ensâr-ı kiramdan bir kişi bu tür insanların yanından geçerken onlara ´(Kalkın) abdest alın! Muhakkak sizin söylediklerinizin bir kısmı abdestsizlikten daha şerlidir´ derdi". İşte bu, bâtıla dalmanın ta kendisidir. Bu ise, ileri de sözkonusu edilecek olan gıybet, kovuculuk, fahiş konuşmak ve benzerlerinin ötesindedir. Hatta bu, varlığı daha önce geçen mahzurları anmaya dalmaktır veya onları anmaya dinî bir ihtiyaç olmaksızın onlara varmayı düşünmektir. Buna, bid´atlerin hikâyelerine dalmak da, bozuk mezheblerin ve ashâb-ı kiramın arasında cereyan eden savaşları ashâbm bir kısmına tanetmeyi andıracak şekilde hikaye etmek de dahildir! Bütün bunlar bâtıldır. Bunlara dalmak bâtıla dalmaktır. Biz ALLAH Teâlâ´nm lütuf ve keremi sayesinde güzel yardımını talep ediyoruz. 41) Asım´m torunudur. Künyesi Ebû Abdurrahman olup, Müzen kabilesin-dendir. H. 60 senesinde seksen yaşında iken vefat etmiştir. 42)İbn Mâce, Tirmizî 43)İbn Ebî Dünya 44)İbn Ebî Dünya |
Mira (Başkasının Sözüne İtiraz) ve Cidal Etmek
Mira ve cidal etmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kardeşinle tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!45 (Aranızdaki) tartışmayı terkediniz; zira tartışmanın hikmeti anlaşılmaz, fitnesinden de emin olunmaz!46 Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, onun için cennetin en yüce yerinde bir ev bina edilir. Haksız olduğu halde tartışmayı terkeden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir ev bina edilir.47 Putperestlik ve içkiden sonra RABBİMin beni nehyettiği ilk şey münakaşa etmekten sakındırmak olmuştur.48 ALLAH (ce) hidayet verdikten sonra cedele dalan bir kavim, dalâlete sapmış demektir.49 Haklı da olsa kul, cedeli bırakmadıkça iman hakikatini kemâle erdiremez.50 Altı haslet vardır ki kimde bulunursa o, imanın hakikatine varmıştır: 1.Yaz mevsiminde oruç tutmak 2.ALLAH düşmanları ile savaşmak 3.Yağmurlu ve bulutlu günlerde namazı ilk vaktinde kılmak 4.Musibetlere sabretmek 5.Zorluklara rağmen abdesti yerli yerinde (tam manâsıyla)almak 6.Haklı olduğu halde münakaşayı bırakmak.51 Zübeyr b. Avvam,52 oğlu Abdullah´a şöyle dedi: ´Halkla, Kur´ân ile tartışma! Çünkü sen onlara güç yetiremezsin. Fakat sünnet-i seniyye ile onlara karşı çık!´ Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir: ´Kim dinini husûmet ve tartışmaya maruz bırakırsa, o fazlasıyla değiştirmeye muhtaç olur!´. Müslim b. Yesar şöyle demiştir: ´Cedelden kaçınınız! Zira o an, âlimin câhilleştiği andır. O saatte şeytan, âlimin sürçmesini bekler!´ Denildi ki: ´ALLAH´ın hidayet ettiği bir kavim dalâlete, ancak cedel ile saplanır!´ Mâlik b. Enes (r.a) şöyle demiştir: ´Dinde cedel yoktur´. Yine şöyle demiştir: ´Mücadele kalpleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur´. Lokman Hakîm, oğluna şöyle demiştir: ´Âlimlerle tartışma, sana buğzederler!´ Bilâl b. Sa´d şöyle demiştir: ´Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır´. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Eğer kardeşim bir nar hakkında ´o tatlıdır´ dese, ben de ´hayır, ekşidir´ desem mutlaka gidip beni sultana şikayet eder!´ Yine şöyle demiştir: ´Dilediğin bir insanla muhabbet et! Sonra onu bir defacık cedelle kızdır. O sana öyle bir iftira atar ki o felâket senin hayatını alt üst eder´. İbn Ebi Leylâ şöyle demiştir:54 ´Ben kesinlikle arkadaşımla cedel etmem! Çünkü onunla cedelleştiğim takdirde ya onu yalanlayacak veya kızdıracağım. (İkisi de mahzurludur)´. Ebû Derdâ şöyle demiştir: ´Devamlı cedel yapman günah bakımından sana yeter´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Her münakaşanın kefareti iki rek´at namazdır.55 Hz. Ömer şöyle demiştir: İlmi şu üç şey için öğrenme: 1. İlmi, halkla mücadele etmek için 2. Onunla böbürlenmek için 3. Riyakarlık yapmak için... Üç şey için de ilmi bırakma: 1. İlmi öğrenmekten utanmak için 2. İlmi kıymetsiz saymak için 3. İlim yerine cahilliğe razı olmak için... Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Kimin yalanı çoğalırsa, güzelliği silinir. Halkla münakaşa edenin ise mürüvveti düşer! Üzüntüsü çoğalanın bedeni hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da devamlı canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır´. Ömer bin Abdülâziz´in kâtibi Meymûn b. Mihran´a şöyle denildi: ´Sen neden arkadaşına küsüp onu terketmiyorsun?´ Cevap olarak dedi ki: ´Çünkü ben onunla ne husumet ederim, ne de cedel´. Mira ve cedelin aleyhinde vârid olan hadîsler ve rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Mira´nın tarifi şudur: Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu belirtilen eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur. Mirayı terke etmek, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terketmekle olur. Bu bakımdan dinlediğin konuşma hak ise tasdik et! Eğer bâtıl ve yalansa ve aynı zamanda dinî emirlerle ilgili değilse sus! Başkasının konuşmasına tanedip itiraz etmek, bazen o konuşmanın lâfzına yapılır. Yani gramer cihetinden lâfızdaki bir eksikliği belirtmekle olur veya lûgat cihetinden veya arapçası cihetinden veya tanzim ve tertip cihetinden olur. İtiraza sebep olan bu durum, bazen marifetteki kusurundan dolayı meydana çıkar. Bazen de dil yanılmasından ötürü sözüne itiraz edilir -durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur- veya mânâsı bakımından başkasının konuşmasına itiraz edilir, ´Senin dediğin gibi değildir. Çünkü sen filan filan yönden bu konuşmada yanıldın´ denir. Konuşmanın maksadından dolayı konuşmaya itiraz etmeye gelince, ´Şu söz haktır, fakat senin bu sözden kasdettiğin hak değildir. Senin maksadın bozuktur!´ demesi veya buna benzer sözler sarfetmesi gibi... İşte bu tür mücadele, eğer ilmî bir meselede cereyan ederse, bazen ona cedel ismi verilir ve o kötüdür. Bir müslüman a farz olan susmaktır, inat etmek ve tenkid etmek değildir. İstifade tarzında sormaktır veya itiraz etmek şeklinde değil de tariz etmede ince ve zarif davranmaktır. Cedel e gelince, o başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek, onu kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmekten ibarettir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Şöyle ki, muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşımdakinden üstün olduğunu ve muhatabının da değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Bu tür mücadeleden, sustuğu takdirde günahkar olmayacağı her tür tartışmadan kaçınmakla kurtulunabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey ise, ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir. Faziletini göstermeye gelince, bu kendisini büyük gösterme kabilindendir! Bu tezkiye, kulda bulunan büyüklük davasının gereğidir. Oysa bu nitelik rubûbiyet sıfatlarmdandır! Başkasını eksik ve düşük göstermeye gelince, bu da yırtıcılık tabiatının gereğidir. Çünkü bu tabiat yırtmayı, vurup kırmayı, eziyet etmeyi ister. İşte bu iki sıfat kötü ve helâk edicidir. Bu iki sıfatı mira ve cedel takviye etmektedir. Bu bakımdan Mira ve Cedele devam eden bir kimse, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Bu ise kerahiyeti ihlal etmektir. Hatta -eğer içinde başkasına eziyet vermek varsa-mâsiyetin ta kendisidir. Oysa cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir. Öfkeyi kabartmaktan, kendisine itiraz edilen kişinin konuşmasını -ister hak, ister bâtıl olsun- mümkün olduğu şekilde takviye etmeye teşvik etmekten uzak değildir! Kendisine itiraz edilen kişi aklına gelen herşey ile itiraz edeni tenkid eder. Böylece iki tartışmacının arasında şiddet gittikçe kızışır. Tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi... Onların herbiri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Ceza bakımından daha büyük ve arkadaşını susturmak hususunda daha kuvvetli çıkışlara yeltenir. Bunun tedavisi ise, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır. Nitekim bu, kibir, ucub ve öfkenin kötülüğünü anlattığımız bahislerde gelecektir. Çünkü her illet ve hastalığın tedavisi, onun sebebini silmekle olur. Mira ile cedelin sebebi ise bizim söylediklerimizdir. Sonra ona devam etmek de onu insanoğlunda âdet ve tabiat haline getirir! Öyle ki artık bu hastalık nefiste yerleşir. Bu hastalığa karşı sabretmek artık zorlaşır. Rivayet ediliyor ki Ebû Hanife (r.a) Dâvûd et-Tâî´ye şöyle sordu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin? -Cidali terketmek suretiyle nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim. -Meclise gel! Söylenilen sözü dinle! Konuşma! -Ben bunu yaptım! Bana bundan daha güç gelen bir mücâhede görmedim. Hakîkat de Davud´un dediği gibidir. Çünkü başkasının yanlışını gören bir kimse, o yanlışı düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, ALLAH Teâlâ ona cennetin en yücesinde bir ev bina eder. Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terketmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla mezhepler ve inançlarda insana galebe çalar. Çünkü mira ve cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da artar. O vakit tabiat ile ilâhî nizam bu hususta yardımlaşır. Oysa böyle sanması katıksız bir yanlışlıktır. Oysa insana ehl-i kıble hakkında dilini tutması daha uygun düşer. Ne zaman bir bid´atçıyı görürse ona tenha bir yerde cedel yoluyla değil, nasihat yoluyla ve uygun bir dille söylemelidir. Çünkü cedel, karşısındaki insanın hayaline ´adamın söylediği şey, beni şaşırtmak için bir hiledir´ fikrini getirebilir ve bid´atçı sanar ki bu bir sanattır. Benim mezhebimin ehlinden olan mücadeleciler de bu sanatın benzerlerini eğer isterlerse yapmaya muktedirdirler. Böylece bid´at, cedel yüzünden onun kalbinde devanı eder ve kuvvetlenir. Ne zaman bid´atçıya nasihat etmenin fayda vermeyeceğini bilirse, o vakit bid´atçıyı terkedip, kendi nefsiyle meşgul olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ehl-i kıble hakkında dilini tutan bir kimseden ALLAH razı olsun. Ancak bildiğini en güzel bir şekilde (söyleyebilir).56 Hişam b. Urve der ki: ´Hz. Peygamber bu hadîsi yedi defa tekrar etti. Kim bir müddet mücadeleyi âdet edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin aziz olduğunu ve halk tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl mücadele edilebilir? 45) Tirmizî 46)Taberânî, (Ebû Derdâ´darı) 47)İlim bölümünde geçmişti. 48)İbn Ebî Dünya, Taberânî, Beyhaki, (Ümmü Seleme´den) 49)Tirmizî, (Ebû Umâme´den) 50)İbn Ebî Dünya, (Ebû Hüreyre´den 51)Deylemî 52)Dedesi Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay b. Kilâb´dır. Künyesi Ebû Abdullah´tır. Kureyş´iıı, Esedî soyundan gelmektedir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretin 36. senesinde Cemel savaşından dönerken öldürülmüştür. 53)Bu zat Mısırlıdır. Künyesi Ebû Osman´dır 54)Adı Abdurrahman´dır, Cemâcim hâdisesinde H. 83 senesinde vefat etmiştir. 55)Taberânî, (Ebu Umâme´den 56) İbn Ebî Dünya |
Husûmet
Husûmet de kötüdür. Husûmet, cedel ve mira dan daha ileridir. Mira başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle itiraz etmektir. Bu itirazda muhatabını tahkir etmekten, kendi aklının salâbeti ile fikrinin kuvvetini göstermekten başka cedelcinin hiçbir gayesi yoktur. Cidal, mezhebini belirtmek ve yerleştirmek için yapılan münakaşadır. Husûmet ise, bir mal veya hak iddiası ile alâkalı sözünde ısrar ve inat etmektir. Bu ısrar ve inat bazen başlangıçta olur, bazen de karşısındakinin tavır ve davranışından kaynaklanır. Mira ise, bir konuşmaya yapılan itirazdan ibarettir. Nitekim Hz. Âişe Hz. Peygamberin şöyle dediğini naklediyor: ALLAH nezdinde erkeklerin en sevimsizi, münakaşada ısrar edenidir.57 Ebû Hüreyre Hz. Peygamberden (s.a) şöyle rivayet ediyor: Kim ilimsiz olarak bir husûmette mücadele ederse, o mücadeleden vazgeçinceye kadar ALLAH´ın öfkesine maruz kalır.58 Seleften biri şöyle demiştir: ´Husûmetten sakın! Çünkü husûmet, dini mahveder´. Deniliyor ki: ´Müttaki bir kimse, din hususunda hiçbir zaman husûmet etmez´. İbn Kuteybe59 şöyle anlatıyor: "Bişr b. Abdullah yanımdan geçti ve bana şöyle dedi: -Neden burada oturuyorsun? -Benimle bir amcazadem arasında bir dâva var, onun için bekliyorum. -Senin babanın bana iyiliği vardır. Ben de buna karşılık sana iyilik etmek isterim. ALLAH´a yemin ederim ki ben husûmetten daha fazla kalbi meşgul eden, huzuru bozan ve dini kökünden söken başka birşey görmedim! İbn Kuteybe diyor ki: Bu söz üzerine gitmek için ayağa kalktım. Hasmım bana dedi ki: -Ne yapacaksın? -Seninle artık muhakeme olmayacağım. -Sen benim haklı olduğumu anladın da ondan mı vazgeçtin? -Hayır! Öyle olduğu için değil. Fakat ben nefsime ikram olarak vazgeçiyorum. Bunun üzerine hasmım ´Ben de senden birşey istemiyorum, senin olsun´ dedi. Soru: Bir kimse haksızlığa uğradığı zaman, hakkını aramak ve korumak için elbette dâva etmesi gerekir. Bu bakımdan bu kimsenin hükmü ne olur ve bu kimsenin husûmeti nasıl kötü olabilir? Cevap: Bu kötüleme, bâtıl yolda ve ilimsiz husûmet edenleri kapsamaktadır. Kadı´nın60 vekili gibi... Çünkü kadı vekili, meseleyi bilmeden ve hakkın hangi tarafta olduğunu öğrenmeden önce -hangi tarafın olursa olsun- bir tarafın vekili olur ve ilimsiz onu savunur. Aynı zamanda bu kötüleme, hakkını arayıp ihtiyaç kadarıyla yetinmeyen, husûmette ısrar ve inâd gösteren, bu ısrar ve inadı eziyet vermek için yapan kimseleri de kapsar. Bu hüküm, eziyet veren sözleri, delil olmadığı ve hakkın açığa çıkmasında bir yarar sağlamadığı halde söyleyen kimseleri de kapsar. Hasmını mağlup etmek ve kırmak için sadece inaddan dolayı husûmete yeltenen ve aynı zamanda mahkemelik olan malı çoğu zaman hakir görüp de iltifat etmeyen bir kimse de bu zemmin şümulüne dahildir. Halkın arasında bazı kimseler vardır. Açıkça şöyle söyler: ´Benim maksadım hasmımın inadı ve onun mürüvvetinin kırılmasıdır. Eğer ben ondan bu malı alıp kuyuya atsam bile önemi yoktur! İşte böyle diyen bir kimsenin maksadı inatçılıktır, husûmet ve ısrardır. Bu ise, gerçekten kötü bir şeydir. Israr, israf, gereğinden fazla inâd ve eziyet maksadı olmaksızın sadece şer´î yoldan delil getiren mazluma gelince, onun yaptığı haram değildir. Fakat en güzeli husûmeti -mümkün olduğu kadar- terketmektir. Çünkü husûmette dili zaptetmek ve normale döndürmek zordur. Husûmet, göğsü alevlendirir, öfkeyi kabartır. Öfke harekete geçtiği zaman husûmet konusu olan şey unutulur. İki hasmın arasında ancak kin ve nefret kalır. Hatta onların her birisi diğerinin kötülüğüne sevinir. Sevindiğine de üzülür ve biri diğerinin aleyhinde dilini alabildiğine serbest kullanır. Bu bakımdan kim husûmete başlarsa, bütün bu mahzurlara kendisini mâruz bırakmış olur. Husûmetin en azında, kalbin karışması sözkonusudur. Hatta namazın içinde bile hasmını mağlup etmenin yollarını araştırır! Bu bakımdan iş vâcib olan hududunda kalmaz. O halde husûmet her şerrin başlangıcıdır. Mira ve cidal de böyledir. Bu bakımdan zaruret olmaksızın husûmet kapısını açmamak daha uygundur. Zaruret ânında ise, dilini ve kalbini hasmının sürçmelerini takip etmekten tutması uygundur. Bu ise gerçekten zor bir şeydir. Bu bakımdan husûmetinde sadece farz olan miktarla yetinen bir kimse, günahtan uzak kalmıştır. Böyle bir kimsenin husûmeti kötülenmez. Ancak böyle bir kimse husûmet ettiği şey hakkında husûmet etmekten müstağnidir. Çünkü yanında kendisine yetecek şey vardır. Bu bakımdan bu şekilde husûmet yapan bir kimse daha iyiyi terketmiş olur! Fakat günahkâr olmaz. Evet! Husûmette insanın elinden giden faydanın en azı, güzel konuşmak ve güzel konuşma hakkında vârid olan sevaptır; zira güzel konuşmanın en az derecesi muvafakatini göstermektir. Konuşmayı tenkit etmek ve kısacası; muhatabı cahillikle itham etmek veya yalanlamak olan itiraz etmekten daha sert birşey yoktur. Çünkü mücadeleye girişen miraya tutulan veyahut da muhaseme eden bir kimse, karşısındaki insanı ya cahillikle itham eder veya yalanlar. Böylece güzel konuşma elden kaçar. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Güzel konuşma ve yemek yedirme, cennette sizi mekan sahibi kılar.61 Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: İnsanlara güzel söz söyleyiniz. (Bakara/83) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ALLAH´ın kullarından sana selâm veren bir kimse, mecûsî olsa dahi, onun selâmının karşılığını ver. Çünkü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Bir selâmla seiâmlandığımz zaman, siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâmı aynen iade edin!(Nisa/86) Yine İbn Abbas şöyle demiştir: ´Eğer Firavun bana hayrı söylemiş olsa, muhakkak ben de onun gibisini ona söylerdim´. Enes, Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakleder: Cennette bir kısım köşkler vardır. Onların dışı içinden, içi de dışından görünür. ALLAH o köşkleri yemek yedirenler ve yumuşak konuşanlar için hazırlamıştır.02 Rivayet ediliyor ki, Hz. İsa´nın yanından bir domuz geçti. Hz. İsa domuza ´selametle geç!´ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa´ya ´Sen domuza nasıl böyle diyorsun?´ dediler. Hz. İsa cevap olarak ´Dilimi kötü söze alıştırmak istemiyorum´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Güzel bir söz sadakadır.63. Bir hurmanın yarısı ile de olsa ateşten korununuz. Eğer hurmanın yarısını bulamazsanız güzel bir söz ile korununuz.64 Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hayır yapmak kolay bir şeydir. Çünkü güler yüzlülük ve yumuşak konuşmak da hayır yapmaktır´. Hükemadan birisi şöyle demiştir: ´Yumuşak konuşmak, kararlaşmış kinleri yıkar´. Hükemadan biri şöyle demiştir: ´Rabbini öfkelendirmeyen ve arkadaşını razı eden konuşmada cimrilik yapma! Çünkü rabbinin o konuşmadan dolayı sana iyilik yapanların sevabını ihsan etmesi umulur´. İşte bütün bunlar güzel konuşmanın fazileti hakkında vârid olmuştur. Husûmet, mira, cidal ve inatçılık bunun tam zıddıdır. Çünkü bunlar göğsü alevlendiren, öfkeyi kabartan, yaşayışı bulandıran, kalbe eziyet veren, ürkütücü ve iğrenç konuşmadır. ALLAH Teâlâ´dan, minnet ve keremine sığınarak güzel tevfîkini bize yoldaş etmesini dileriz. 57)Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî 58)İbn Ebî Dünya, İsfehanî 59)Meşhur İbn Kuteybe değildir. 60)Burada Kadı´darı maksad, hakkı almak isteyendir. Onun vekili olacak kimseden maksat ise avukatıdır. 61)Taberânî, Evsat, (Câbir´den) 62)İbn Ebî Dünya |
Konuşmada Tekellüfe Kaçmak
Konuşmada, ağzını eğip-bükmek, fasih ve secî´li konuşacağım diye yapmacık hareketlerde bulunmak, konuşmasına kadın ve sevgiden bahsederek giriş yapmak ve hatiplik iddiasında bulunup fesahat gösterisinde bulunanların âdetlerinde cereyan eden usûllerle gösteriş yapmaktır, Bütün bunlar kötülenmiş ve buğzedilmiş tekellüf (zorlama) türündendir. Öyle bir tekellüf ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: Ben ve ümmetimin muttakîleri tekellüften (gösteriş için zorlanmaktan) uzağız.65 Benim için en sevimsiz ve meclisimden en uzak olanınız, ağzını eğip-bükerek edebiyat yapmak için kendini zorlayanlardır.66 Fâtıma (r.a) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki bol nimetlerle gıdalanıp, yemeklerin her çeşidini yerler, elbiselerin her rengini giyerler ve ağızlarını eğip-bükerek konuşurlar.67 Dikkat edin, derin söze dalıp gereksiz yere sözü uzatanlar helâk olmuşlardır.68 Bu sözü üç defa tekrar etti. Hadîs-i şerifte geçen tanattû kelimesi ´derinleşme ve ardına kadar dalmak´ demektir. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Çene çatlatarak deve kükremesi gibi konuşmak şeytandandır´. Amr b. Sa´d, babası Sa´d´â gelerek bir ihtiyacını istedi. Bu münasebetle ihtiyacını istemezden önce bir konuşma yaptı. Sa´d kendisine dedi ki: Ben hiçbir zaman senin ihtiyacından bugün uzak olduğum kadar uzak olmadım. Ben Hz. Peygamberin şöyle dediğini duydum: Öyle bir zaman gelecek ki sığırların dilleriyle ot geveledikleri gibi insanlar da konuşmayı o şekilde geveleyeceklerdir.69 Sa´d, oğlu Amr tarafından zoraki bir şekilde süslendirilmiş ve takdim edilmiş konuşmayı hoş karşılamadı. Bu da dilin âfetlerindendir. Evet! Zorla yapılan her secî, dilin âfetine dahil olur. Adetin sınırını aşan fesahat de böyledir. Konuşmalarda zoraki bir şekilde yapılan secfler de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bir cenîn hakkında Gurre (diyet ve kan bedeline) hükmederken cinayet işleyenin kavminden biri ´İçmemiş, yememiş, bağırmamış ve kendisinden ses çıkmamış bir kimsenin diyetini biz nasıl veririz? Oysa böyle bir kimsenin kanı hederdir ve boşa gider´ dedi. Bu secîli sözü dinleyen Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Siz bedevilerin secî yapması gibi, secî ve kafiye mi yapıyorsunuz?70 Onların bu şekilde secî ve kafiye yapmalarını çirkin gördü. Çünkü onların bu konuşmalarında zorlamanın eseri apaçıktı. Herşeyde maksadını ifade etmekle yetinmek uygundur. Konuşmanın maksadı, gayeyi muhataba anlatmaktır. Onun ötesinde kalan, kötülenmiş zorlamadır. Hitabetin lâfızlarını güzelleştirmek, bu kötülenmiş kısma dahil olmaz. İfrata kaçmaksızın ve garip kelimeler kullanmaksızm hatırlatma (va´z u nasihat) da bu kısma dahil değildir. Çünkü hitabet ve hatırlatmadan gaye; kalpleri harekete geçirmek, teşvik etmek, gönülleri yumuşatmaktır. Lâfzın zarif oluşunun burada büyük bir tesiri vardır. Bu bakımdan güzel lafızlar, hitabet ve nasihata uygundur. İhtiyaçların belirtilmesi ve işlerin kolaylaştırılması için yapılan konuşmalara gelince, bu tür konuşmalarda şecî kullanmak, avurtları doldurarak sesli konuşmak uygun değildir ve böyle yapmakla uğraşmak, kötülenmiş bir zorlamadır. İnsanı buna sevkeden şey riya, arkadaşlarının arasında belâgat ve fesahatıyla mümtaz olduğunu ispat etmekten başka birşey değildir! Bütün bunlar kötüdür. ALLAH´ın dini bunları kerih görür ve insanı bunlardan sakındırır. 63)Müslim 64)Müslim (Ebû Hüreyre´den 65)Dârekutnî, İfrâd, (Hz. Zübeyr´den merfû olarak) 66)İmam Ahmed, (Ebû Salebc´den) 67)İbn Adîy, Beyhakî, İbn Asâkir 68)Müslim 69)İmam Ahmed 70)Ebû Dâvûd |
All times are GMT +3. The time now is 09:38. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Siyaset Forum 2007-2025