![]() |
#1 |
![]() Dihyetü’I-Kelbi`nin (R.A.) Müslüman Oluşu
Hikâye olunur; Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Dihyetü’1-Kel-bî’nin Müslüman olmasını istiyordu. Çünkü onun emrinin altında, yediyüzbin kişilik bir ailesi vardı. Eğer Müslüman olsa bütün ailesi Müslüman olacaktı. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle dua ediyorlardı: Allahım Dihyetül-Kelbî’ye İslâmı nasib et” Dihyetül-Kelbî Müslüman olmaya niyyetlendiği zaman, Allahü Teâlâ bunu Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine bildirdi. Sabah namazından sonra idi. Cebrail (a.s.) geldi. Şöyle buyurdu: -”Allah sana selâm ediyor. Şu an Dihyetü l-Kelbî senin huzuru¬na gelmek üzeredir, diyor.” Câhiliyet döneminde Müslümanların kalbinde Dihyetü’I-Kelbi’ye karşı bir şey vardı. Müslümanlar bunu işitince Dihyetül-Kelbî’nin aralarına katılmalarını hoş karşılamadılar. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Sahabelerin Dihyetü’l-Kelbiye karşı bu tutumlarını ve onu sevmediklerini biliyordu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, sahabelere, Dihye’ye karşı sağlam olun, onu sıcak karşılayın. Beni onunla yalnız bırakıp giderseniz, onun kalbini İslâm’dan soğutur, demeyi ihmal etmedi. Dihye, Mescide girdiğinde, sırtındaki cübbesini çıkartıp, yere Dihye’nin oturması için altına serdi. Ve ona, cübbesinin üzerine oturmasını işaret etti. Dihye Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin cübbesini yerden kaldırdı. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin bu kereminden dolayı, Dihye ağlamaya başladı. Dihye, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin cübbesini yerden kaldırdı. O mübarek cübbeyi kokladı ve öptü. Sonra büyük bir saygı ile başının üzerine koydu. Gözlerine ve yüzüne sürdü. Dihye: -”Ya Rasûlellah! İslâm’ın (İslama girmenin) şartlari nelerdir? Bana söyleyin,” dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: -” Senin önce Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür.” demendir, dedi. Dihye büyük bir aşk ile tevhid kelimesini söyledi. Sonra Dihye ağlamaya başladı. Çok şiddetli bir ağlama tuttu onu. Efendimiz (s.a.v.) sordular: -”Ey Dihye! Sen İslâm ile şereflendin bu ağlamak nedir?” Dihye: -”Ya Rasûlellah! Ben büyük ve fahiş bir hata işledim. Rabbine söyle benim günahlarımın keffareti nedir acaba? Rabbim bana nefsimi öldürmeyi emrederse öldüreyim, eğer bana bütün malımı sadaka olarak dağıtmamı emrederse günahlarıma keffâret olması için dağıtayım!” dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri sordu¬lar: -”Ey Dihye nedir bu günahın?” Dihye: -”Ben Arabların Meliklerindendim. Kızlarımın olmasından ve onların da kocaya varmalarını kendime ar ve ayıp gördüm. Doğan kız çocuklarımı öldürdüm. Bu şekilde tam yetmiş tane kız çocuğumu kendi ellerimle öldürdüm.” Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buna hayret ettiler. Bir şey demedi. Sükût etti. O anda Cebrail Aleyhisselâm geldi. Ve: -”Ey Muhammed (s.a.v.)! Allah, sana selâm ediyor. Ve buyuruyor ki: Dihye’ye söyle, İzzettim ve Celâlim hakkı için sen: Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür” dediğin zaman ben seni aff ve mağfiret ettim. Senin altmış yıllık günahlarını örttüm ve senin altmiş yıllık kötülüklerini bağışladım. Nasıl kız çocuklarını öldürmeni bağışlamam?” dedi. (1/183) Bunun üzerine ağlamaya başladılar. Ve şöyle buyurdu: Allahım! Dihye bir kere şehâdet kelimesi getirmekle ve “Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür” demekle sen bağışladın. Çok kere şehâdet kelimesini getiren, doğru söz ve hâlis (ihlaslı) iş yapan (amel işleyen) mü’minler için nasıl bağışlanmazlar? (Mü!minler acaba nasıl bir ilâhî mağfiret ve rahmete nail olacak¬lardır?) Mesnevfde buyuruldu: Allahı zikret. Ondan sana “Ey kulum bana dön” emri gelme¬den önce. Sadî buyurdu: Kıyamette kahr hitabı geldiğinde peygamberlerin mazereti vardır. Ben de Allah’ın rahmet ve mağfiretini ümid ediyorum. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ========== oOo ========== Âdem Aleyhisselâm cennetten neden çıkarıldı? Ebû Medyen (k.s.) Hazretlerine: “Âdem Aleyhisselâm’ın cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilmesi, nehiyden sonra onun ağaçtan yemekte ileri gitmesinden dolayı değil miydi?” diye soruldu. Buna cevaben buyurdular: “Eğer babamız Âdem Aleyhisselâm, sulbünden Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretlerinin çıkacağını bilseydi, ağacın meyvesini değil; damarlarını yerdi. Cennetten çıkmak, yeryüzüne inmekten acele etmek için, nasıl meyvesini yemekten acele etmezdi. Adem Aleyhisselâm, Muhammedî kemâlin ve Ahmedî cemâlin zahir olması için yeryüzüne indi. Halilu’r-Rahmân (İbrahim) ona ve peygamberimize salâtü selâm olsun, sordular: -”Ya Rabbi! Âdem Aleyhisselâm’ı neden cennetten çıkarttın? Allahü Teâlâ Hazretleri: -”Bilmez misin? Sevgilinin cefâsı şiddetli olur,” buyurdular. Üftâde (k.s.) Hazretleri, buyurdular: Âdem Aleyhisselâm’ın cennetten çıkarılmasının sırrı şudur. Âdem Aleyhisselâm. tevhid mertebesinin, onun içinde bulunduğu mertebelerin içinde en yücesi olduğunu gördü. Âdem Aleyhisselâm, onu Cenâb-ı Allah’dan sordu. Yüce Allah: “0 makama ancak ağlamakla ulaşabilirsin,” buyurdu. Adem Aleyhisselâm ağlamak istedi. Ona, “cennet, ağlama yeri değildir” denildi. Belki cennet sürür (ve sevinç) yeridir. Bunun üzerine Âdem Aleyhisselâm, dünyaya inmeyi istedi. Âdem Aleyhisselâm’dan meydana gelen zelle (günah), cennette bulunduğu mertebesinin arzuladığı ve sevdiği mertebeye nisbetle düşük olmasındandır. Âdem Aleyhisselâm’ın bu durumu; “Ebrânn hasenatı (iyilikleri), mukarrabînin günahlarıdır,” kâbilindendir. Yine “Vakiâtü’l-Hüdâr isimli kitabda da böyledir. İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Âyetlerin Şifâ Niyetiyle Yazılması Ve Okunması Sahih-i Buhâri’de Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin şirk olmadığı müddetçe ( müslümana faide verecekse) efsun yapmaya ruhsat verdiği rivayeti vardır. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri: Kimin kardeşine faydalı olmaya gücü yetiyorsa yapsın,” buyurdular. Bundan dolayı biz deriz ki: Kendisine bir şey isabet etmiş veya diğer hastalara, Allah’ın kitabından ve zikrinden mübâh olan mürekkeb ile bir şeylerin yazılması, o hastanın onların suyuyla yıkanması, içmesi ve üzerinde taşıması caizdir. Esmâ-ı hüsnâda ve zikrinde şeytanları kahreden, zelil, hakîr ve mağlub eden havass bulunmaktadır. Ehl-i hakkın nefeslerinde gerçekten çok acâib tesirler vardır. Çünkü hak ehli, şehvetleri terkedip, şer-i şerîfe muvafık ibâdetlere koyuldular. Ve onlara şu mübarek âyetin hükmü tezahür etti: O, göklerde ve yerde bulunan herşeyi kendinden bir lütuf olarak sizin (emrinize) müsahhar kıldı (hizmetinize vermiştir). Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.[1] Bundan dolayı, cinler ve şaytanlar, onlara itaat ederler. Süleyman Aleyhisselâm, cinleri ve şeytanları kendisine köle yaptığı gibi, hak ehli de cin ve şeytanları köle olarak kullana-bilirler. [2] Üftâde Hazretlerinin Cinlere Mektub Yazması Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri “Vâkf’ında şeyhi, hazreti şeyh Üftâde hazretlerinden hikâye etti. Üftâde hazretleri, sara hastalığına tutulmuş bir hasta için cinlerin sultanlarına (padişahlarına) bir mektub gönderdi. Cinlerin sultanı, Üftâde hazretlerinin emrine uydu, ona saygı gösterdi. Hastaya musallat olan cinnin boynunu vurdu. Sarâ’ya tutulan kişi hemen o anda iyileşiverdi. Mesnevide buyuruldu: Her peygamber tek geldi dünyaya ferd ferd insanı hidâyet ettiler. Büyük âlem onun sihriyle nakış nakış oldu. Zaifler sadece onu göremediler. Hidâyete eremediler. [3] Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Dipnotlar: 1. El- Casiye 45/13 2. Rûhu’l-Beyan Tefsiri 1/717-718 3. Rûhu’l-Beyan Tefsiri 1/-718 [1] El-Câsiye: 45/13 [2] İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/717-718. [3] İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/718.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Hikâye
Hikâye olunur. Bir şeyhin bir müridi vardı. Bir gün şeyhi ona: -”Sen Ebâ Yezîd Bestâmî’yi görsen, o senin için senin işinden daha hayırlıdır,” dedi. Mürid: -”O nasıl benim için hayırlı olur? O mahluktur. Halik (Yüce yaratıcı) günde yetmiş kere tecelli etmektedir. Sonra âhirette tecelli edecektir,” dedi. Sonra Şeyhi ile beraber Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerine gittiler. Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerinin hanımı; onlara: -”Ebû Yezid Bestâmfyi aramayın! 0 rast gele bir kişidir. Oduna gitti,” dedi. Yolda kendisiyle karşılaştılar. Ebû Yezid Bestâmî Hazretleri, odunlarını bir aslana yüklemişti. Elinde de bir yılan vardı. O yılan ile bazı vakitlerde aslana vuruyordu. Murid, Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerini böyle görünce düşüp öldü. Ebû Yezid Bestâmî hazretleri o şeyhe: -”Sen müridini hep, lütuf ile terbiye etmişsin. Onu kahr tarikına (yoluna) irşâd etmemişsin. Bende gördüklerine tahammül edemedi. Bundan sonra böyle yapma. Mürid ve talebelerine bazan kahr da göster. Şeyh Üftâde Efendi hazretleri buyurdular: Muhakkak ki, Ebû Yezid Bestâmî Hazretleri, tarikatta kahr ve Iüftu görmekle, zât tecellisine mazhar oldu. Mürid böyle değildi. Onu bu halde görünce tahammül edemedi ve öldü (1/170) Mesnevî’de buyruldu: Lûtfuna da kahrına da istekle aşıkım. Şaşılacak şey! Bu iki zıdda aşık olmuşumdur. Bu dikenlik gül bahçesine dönerse Allah bilir ki işim bülbül gibi feryad etmek olur. Bu ne acâib bülbüldür ki, ağzını açınca gıdası diken ve gül bahçesi olur. O, bülbül değil sanki, ateşten bir timsah, Aşkı yüzünden bütün hoş olmayan şeyler ona câzib gelmek¬tedir. Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ========== oOo ========== Sihirbazın (Büyücünün) Hükmü Nedir? Sihirbazın (islami idarede) hükmü, katil yani öldürülmesidir. Sihirbaz ister kadın ve ister erkek olsun, çalışması, fesad, helak ve yeryüzünde bozgunculuk çıkartmak olduğu zaman öldürülür. Eğer çalışması (fesad, helak ve yeryüzünde bozgunculuk değil de) küfür ise, erkek sihirbazlar öldürülür, bu suçtan dolayı kadın sihirbaz öldürülmez. Bu tür kadın sihirbazlar, kâfirdirler, kâfir olan bir kadın ise harb ehli olmadığı için öldürülmez, belki dövülür ve hapsedilir. Zîrâ aslî küfür bile kadından öldürmeyi kaldırır. Savaşılan bir toplumun bile kâfir olan kadınları öldürülmez. Nerede kaldı ki, arizî bir küfürden dolayı kadın öldürülsün. Sihirbaz kişi eğer muaheze edilmeden (mahkemeye çıkarılmadan) önce tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Mahkemeye çıkarılmasına gerek kalmaz. Eğer mahkemeye çıkarıldıktan sonra ceza korkusundan tevbe ettiğini söylerse tevbesi kabul edilmez. “Eşbâh’ta olduğu gibi. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ========== oOo ========== Hârut Ve Mârut Hakkında Bir Rivayet Rivayete göre İdris Aleyhisselâm zamanında az amel ve çok günah işlemelerinden dolayı Ademoğlunu ayıpladılar. Bunun üzerine Allah, onlara şöyle buyurdu: -”Eğer ben sizleri dünyaya göndersem, siz de onların yaptıkları gibi yapacak ve onların irtikab ettiklerini irtikâb edeceksiniz,” dedi. Melekler: -”Ya Rabbi seni noksan sıfatlardan tenzih ederizî Sana karşı isyan etmek bize yakışmaz,” dediler. Allahü Teâlâ: -”Öyleyse içinizde en hayırlı olanlarınızdan iki melek seçin. Onları yeryüzüne indireceğim,” dedi. Melekler de kendi aralarında Hârut ve Mârut`u seçtiler. Bu ikisi meleklerin en sâlihlerinden ve en çok ibâdet edenlerindendi. Bu iki melek, beşer yani insan terkibi (insanın sahib olduğu nefis ve diğer meziyetlere bezenmiş olarak) yeryüzüne indirildiler. Ve böylece yaptıklarını yaptılar. Bu rivayet akıldan uzak değildir. Çünkü meleklerin iniş sebepleri sadece isyan için değildir. Bu zahir olmaktadır. [1]Yoksa Cebrail ve diğer meleklerden de günah zahir olurdu. Görmüyor musun iki kavle göre, İblis meleklerden olduğu halde onun şehveti ve zürriyeti vardır. Çünkü İblis melekler divânından kovulduktan sonra bu durumlar kendisinden meydana geldi. Buna göre Hârut ve Mârut yeryüzüne indikten sonra onlar için şehvetin meydana gelmesi caizdir. Beşeriyet terkibi bunu gerektirir. Âhkâmü’l-Mercân’da şöyle buyuruldu: Muhakkak ki Allahü Teâlâ, meleklerin, cinlerin ve insanların arasında suret ve şekilleri birbirlerine zıt olacak şekilde yarattı. Allahü Teâlâ’nin bir meleği insan suretine çevirmesi, o meleğin zahiri ve bâtınî olarak melek olma şeklinden çıkmasıyla olur. Yine böylece eğer, şeytan insan oğlu şekline çevirilse, şeytan olmaktan çıkar. Hârût Ve Mârutun Cezası Rivayet olundu: İdris Aleyhisselâm o iki meleğe şefaat etmek isteyince, onlar dünya ve âhiret azabı arasında muhayyer bırakıldılar. Onlar da dünya azabını seçtiler. Çünkü dünya azabı, âhiret azabına göre çok kolaydır. Bunun üzerine onlar, Bâbil kuyusunda, saçlarından bağlı bir şekilde bağlandılar. Ta kıyamete kadar böyle kalacaklar. Mücâhid buyurdu: Ateşle dolu olan kuyuya konuldular. (Başka bir rivayete göre ![]() Şeyh Üftâde Efendi (k.s.) Hazretleri buyurdular: İç yağından yapılmış bir mumun kokusu çirkindir. Ondan melekler rahatsız olurlar. Hatta Hârut ve Mârut`un böyle bir koku ile azab gördükleri, söylenir. Baldan yapılmış bir mumun kokusu güzeldir. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin “Vaikâf’ında bu böyledir. Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri 1-Kenzul Ummal, Hadis no : 4379 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() cok guzel....
emegine saglik agabey.. |
|
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Yetimlere İyilik
Yetimlere iyilik yap. Rahmetle yanaş ve temiz bir şefkat ile muamele edip herkese toprak ol. Hadis-i şerifte buyuruldu: Bir yetim, bir kavim ile beraber, çömleklerinin (yemeklerinin) başına oturursa, şeytan onların tenceresine yaklaşamaz (bereketi artar)”[1] Yine başka bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmaktadır: “Kim, Müslümanların arasında bir yetimi yemeğine ve içeceğine eklerse (bir yetimi beslerse). Allah o yetimi zengin kılıp (insanlara ihtiyacı olmadığı bir çağa kadar ona bakarsa), elbette o kişinin günahları bağışlanır. Ona cennet vâcib olur. Bağışlanması mümkün olmayan herhangi bir günah işlemiş ise, o hariç.[2] “Allah kimin iki kerimesini alırsa o kişi sevabını Allah’dan umarak sabrederse, günahları bağışlanır ve onun sevabı cennettir. [3] Sordular: iki kerimesi ne demektir: Buyurdu: -”İki gözüdür.” Kızlarının eğitim ve terbiyesinin karşılığı cennettir[4] Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri Dipnotlar [1] Kenzül-Ummâl: hadis no: 6039 [2] Müsned-i Ahmed, Mevsûâtü’1-hadîs-i şerif. 18353 [3] Müsned-i Ahmed, mevsuatül hadîs-i şerif: 13510 [4] İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/640-641 ========== oOo ========== Ka’b el-Ahbâr Hazretlerine denildi: -”Ey Ka’b! Bize ölümü anlat!” Buyurdu: -”Ölüm diken ağacı gibidir. Ademoğlunun içine girer. 0 ağacın her bir dikeni insanın bir damarını tutar. 0 dikenleri insanın bedeninden çıkartmak için çok kuvvetli ve şiddetli bir adam bütün kuvvetiyle onları çekip çıkartmaktadır. 0 dikenlerden koparılan koparılana, içinde kalan kalana. 0 dikenler kendileriyle beraber insanın belki içini dışına getirirler. İşte ölüm budur. Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular: “Ölüm acısından bir kıl (kadar bir şey) göklerin ve yerin ehlinin üzerine konulsa, hemen hepsi ölürlerdi. Muhakkak ki bunların yetmişi (ölüm acısının yetmiş katı) o günün korkularının yanında daha küçüktür.” [1] Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri [1] İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/691. ========== oOo ========== Hikâye Velîlerden biri, İbnî Sina’ya şöyle buyurdu: -”Sen Ömrünü aklî ilimlerde harcadın! Hangi mertebeye ulaştın?” dedi. -”Ben, günün saatlerinden bir saat buldum ki, o saatte, demir, hamur haline gelmektedir.” O evliyâullah, ona: -”O saat gelince bana haber ver !” dedi. Denilen saat gelince, İbnî Sîna o velîye bildirdi. O saat gelince, İbnî Sina eline demiri aldı. Hamur gibi yoğurdu. Hamuru delip parmağını içine geçirdi. O istenilen saat geçince, İbnî Sina’nın eli öylece kaldı. Velî ona sordu: -”Sen şu an parmağını çıkarabilir misin?” dedi. İbni Sina: -”Hayırl Demirin hamur gibi olduğu saat geçti. Bir daha o saati beklemeliyim” dedi. O velî, İbnî Sina’nın parmağını eline aldı. İbni Sina’nın parmağını hemen çıkarttı verdi. O evliyâullah: -”Kişiye gereken, ömrünü, fânî ve geçici şeyler ile geçirmemelidir,” dedi. İbni Sina, vusul yolunda aklın istiklâlini iddia etmişti. Cehennemi boyladı. Yahudiler böylece, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine tabi olmaktan kaçındıkları ve onun Allah tarafından getirmiş olduğu Kur’ân-ı Kerim’e inanmadıkları için istiklâli iddia ettiler. Yanıldilar, zarar ettiler, hüsrana uğradılar. Ve böylece, cehalet ve küfür zulmetinde (karanlığında) kaldılar. Mesnevi de buyruldu: Ey can, senin gözlerin Fırat ve Ceyhun gibi akmaktadır. Onlar ki nefislerine zulmedip kendilerini öldürdüler. Bunlar için ağlama. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri .. ========== oOo ========== O Gün Kimse Kimsenin Günahını Yüklenemez İkrime’den rivayet olundu: O buyurdu: Baba (ve anne), kıyamet günü, evladının eteğine yapışır (yalvarır ![]() -”Ey oğlum! Evladım! Ben dünyada senin babandım (annendim). Benim kurtulmam için miskâl habbesi kadar bir haseneye (sevaba) ihtiyacım var. Eğer bana verirsen kurtulurum. Ne dersin der?” Evladı: -”Senin kendisinden korktuğun şeyden (Cehennem azabından) ben de senin gibi korkmaktayım. Ben sana bir şey veremem!” der. Kişi, oradan eşine gider. Onun eteğine yapışır. Ona: -”Ey falanca eşim! Ben dünyada senin eşindim,” diye söze başlayıp, dünyada ona yapmış olduğu iyilikleri sayar. Ve sonra da ona şöyle yalvarır: -”Ben senden bir hasene (sevâb) istiyorum. Ben kurtuluşum senin bana hediye edeceğin bir sevaba bağlıdır. Ne dersin bana sevâb verecek misin?” Eşi: -”Sana sevabımdan bir şey veremem. Senin kendisinden korktuğun (Cehennem azabından) ben de korkmaktayım,” der. Bundan dolayı Allahü Teâlâ Hazretleri buyurdular: “Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmeyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağirsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun! [ 1 ] Yani kimin günahları ağır gelirse, hiç kimse ondan günah yükünden bir şey alıp yüklenmez. Sadî buyurdu: Herkes kaçacaktır. Sanki kendisini öldürecekmişim gibi. Ey Sadî kimseden ümit bekleme, ameli sâlih işle.“ Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 [1] El-Fatır: 35/18 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Anne ve Babaya sövmek günahmı ?
Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Buyurdular: Sahabeler: Kişinin anne babasına sövmesi büyük günahlardan`mı?“ Peygamberimiz ( s.a.v.) -”Evet! Kişi, başkasının babasına küfreder, o da onun babasına küfreder. Kişi başkasının annesine söver o da dönüp onun annesine söver. Böylece kişi kendi anne ve babasına sövmüş olur.” Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kendi anne ve babasına küfredilmesine yol açmayı, anne ve babaya sövmek kabul etti. Yine Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: Helal açıktır, haram olan şeyler açıktır, ikisinin arasında bir takım müteşâbih (hem helal ve hem harama benzeyen) işler ve emirler var. Müteşâbihattan ( Şüpheli şeyler ) kendisini koruyan kişi, ırzını ve dinini korumuştur. Müteşâbihlere düşen ise, harama düşmüştür. Bu kişi, bir ekinin kenarında hayvan otlatan çoban gibidir. O farkına varmadan hayvanları ekinin içine girip başkasına zarar verirler.” Burada Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, harama düşme korkusuyla müteşâbihlere doğru adım atmayı yasakladı. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ========== oOo ========== Şeytan Neden Secde’den Kaçındı? Rivayet olunduğuna göre, Hak Teâlâ Hazretleri tarafından, Şeytana: -”Âdem Aleyhisselâm’in kabrine secde et, senin tevbeni kabul edeyim, günahlarını bağışlayayım,” denildi. Şeytan: -”Ben Adem’in kalıbına, cesed ve bedenine secde etmedim: nasıl olur da onun mezar ve ölüsüne secde edeyim,” dedi. Yine haber’de geldiğine göre, Allahü Teâlâ Hazretleri, şeytanı her yüz bin senede bir ateşten çıkarır. Âdem Aleyhisselâm’ı da cennetten çıkarır ve ona secde etmesini emreder. Şeytan yine secde etmekten kaçınır. Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeyen şeytanı yine ateşe döndürür. “Ve şeytan kâfirlerden (inkarcılardan) idi.” Yani Allahü Teâlâ Hazretlerinin ilminde kâfir idi. Veya kendisinin Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğuna itikad ettiğinden Âdem Aleyhisselâm’a secde etme emrini çirkin gördüğü için kâfirlerden oldu. Şeytan kendisinin Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğuna inanıyordu. Bir kişinin kendisinden daha üstün olduğu bir şeye secdeyle emredilmesi ve onunla tevessül etmesi güzel olmazdı. Şu âyet-i kerime bunu anlatmaktadır: (Şeytan Âdem Aleyhisselâm’a secde etmekle emir olunduğunda secde etmediğinde ![]() Allah: “Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.Bu soruya şeytan şöyle cevab verdi: İblis dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni âteşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Şeytan sadece kendisine emredileni terketmekle şeytan olmadı. Kendisini Âdem Aleyhisselâm’dan üstün ve daha hayırlı olduğunu iddia etmesiyle lanete uğradı. Ehli sünnet ve’l-cemaatin mezhebin de, şakî olan kişi gerçekten said olabilir. Saîd kişi de şakî olabilir. Kâfir kişi Müslüman olduğu zaman, Müslüman olduğu âna kadar kâfir idi. İslâmı tasdik ve ikrar etmesiyle Müslüman olduğundan, Allahü Teâlâ Hazretleri onun geçmiş olan bütün günahlarını bağışlar. Müslüman kâfir olduğu zaman, bundan Allaha sığınırız, bu vakte kadar Müslüman sayılırdı. Ancak eskiden yapmış olduğu bütün ameli yanar, silinir. Sonra Allahü Teâlâ Hazretleri, şeytan için, “Ve şeytan kâfirlerden idi,” buyurdu. Halbu ki o zaman şeytandan başka kâfir yoktu. Ondan sonra kâfirlerin olacağı Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğundan onun kâfirlerden olduğunu zikretti. Yani şeytan kendisinden sonra inkâr eden kâfirlerden idi, demektir. Bu Allahü Teâlâ Hazretlerinin Adem Aleyhisselâm ve eşi Hazreti Havva’ya yasak edilen ağaçtan yememelerini tenbih ederken buyurdukları: “(Eğer yasak edilen ağaçtan yerseniz) ikiniz de zalimlerden olursunuz,” kavli şerifine benzemektedir. Mesnevî’de Buyuruldu: (Âlimler) buyurdular: Melekler ( Adem a.s.), secde ettiklerinde, İblis İmtina etti. Âdem Aleyhisselâm’a yönelmedi ve hatta sırtını ona çevirdi. Bu şekilde secde eden meleklere doğru dikilip kaldı, Melekler secde halinde tam yüz sene kaldılar. (Başka bir rivayette) melekler, secde halinde beşyüz sene kaldı, denildi. Melekler secdeden başlarını kaldırdılar. Şeytan hâlâ orada ayaktaydı, onlara tariz etmekte ve secde etmekten imtina etmekten pişman da değildi. Melekler, şeytanı orada durup, kendileriyle beraber secde etmediğini görünce, Allahü Teâlâ Hazretlerinin rızası için ikinci kez secdeye kapandılar. Melekler bu şekilde iki secde yapmış oldular. Secde’nin biri Âdem Aleyhisselâm içindi: diğeri Allahü Teâlâ Hazretleri için. Şeytan, meleklerin yapmakta olduğu secdeleri gördü, onların yaptığı gibi yapmadı. İşte bu, şeytanın secde etmekten kaçınmasıdır. Şeytan Âdem Aleyhisselâm’a secde etmekten kaçınıp secde etmediğinden dolayı Allahü Teâlâ Hazretlerinin onun, sıfatını, halini, suretini, şeklini ve nimetini değiştirdi. Böylece şeytan bütün çirkinlerden daha çirkin oldu. Allahü Teâlâ buyurdular: “Her halde Allah bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça- bozmaz.. Bazıları, şeytan secde etmemekle; şeytanın cesedi, domuzların şekline, yüzü de maymun yüzüne dönüştü. Şeytanın nesli ve zürriyeti vardır. Neshedilenin nesli olmuyorsa da lâkin istediğinde, bir bakışla bakar ve onun bakmasıyla nesli olur. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Cenâb-ı Allah’ın, Yaratacağı insanı, Meleklere haber vermesinin hikmeti “Ve düşün ki, rabbin melâikeye, -”Ben yerde, muhakkak bir halife yapacağım” dediği vakit…” Bu âyet-i kerimenin dört faidesi vardır: Birincisi: İnsanlara, müşavereyi (danışmayı) öğretmektir. İnsanlar, bir işe girişmeden, onu en takvâlı (en bilginlerine) arzedip nasihatlerini almalıdır. Allahü Teâlâ Hazretleri, herşeyi bildiği ve hikmeti bütün eşyaya baliğ olduğu ve kimseyle müşavere etme ihtiyacı olmadığı halde meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi. Mesnevî’de buyuruldu: “Meşveret (danışmak) ileriyi görenlerin işidir. Akıl aklın sırdaşıdır. Zîrâ peygamber’in sözüdür: “Danışılan kimse emin olmalıdır.” Şöyle denilmiştir: En akıllı kişi bile, akıl sahipleriyle müşavere etmekten müstağni değildir. Hayvanı en çok koşan kişi bile kamçıdan müstağni değildir. En verâlı (takvalı) kadın bile kocadan müstağni değildir. İkincisi: Yaratılacak olan insanın, şanının yüceliğine işarettir. Çünkü beşer, varlığıyla Allahü Teâlâ Hazretlerinin melekûtuna yerleşti. Ve Allahü Teâlâ Hazretleri onu yaratmadan önce ona halife adını (lakabını) verdi. Üçüncüsü: İnsanın açık olan fazîletini izhâr etmektedir. Melekler insandan fesatlıklar görerek; Orada fesad edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın; biz hamdinle tesbîh ve seni takdîs edip durur¬ken?!..” dediler. Allahü Teâlâ Hazretleri, onlara şöyle cevâb verdi: “Her halde, ben sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim.” buyurarak insanın faziletini izhâr etti. Dördüncüsü: Muhakkak hikmet, çoğunlukla içinde iyiliğin fazla olduğu şeyi gerektirir. Eğer çok hayır, az şer için terkedilirse, çok şer işlenmiş olur. Meselâ, kangren olmuş bir uzvu (organı) kesmek, az bir serdir. Bütün bedeni kurtarmak çok büyük bir hayırdır. Eğer kangren olmuş olan organ kesilmezse onun hastalığı bütün bedene sirayet edecektir. Onu helâka götürür. İşte böyle büyük bir şerre yol açmış olur. “Dediler,” Bu cümle istinaftır. Sanki: “(Allah, ben halife yaratacağım) dediği zaman, melekler ne dediler,” denilmektedir. “Orada bozgunculuk yapacak, fesat çıkaracak kimseler mi?” Cinler fesat çıkardıkları gibi mi? ” Ve kan dökecek (birisini mi?)” Cânn’ın evladı kan döktüğü gibi, yeryüzünde zulmen kan dökecek birisini mi yaratacaksın. Kati (adam öldürme) yerine “kan dökmek“le tabir edilmesinin sebebi, kan dökmenin öldürmenin en çirkin çeşidi olmasındandır. Bazı arifler, Âdem Aleyhisselâm hakkında münazaa eden melekler, Ceberut ehlinden değillerdi ve semâ melekûtunun ehlinden de değillerdi. Onlar, üzerlerine nûr galib olan nur ve onları ihata eden mertebelerden dolayı, kâmil olan insanın şerefini ve onun Allahü Teâlâ Hazretleri’nin katındaki rütbesini biliyorlardı. Her ne kadar tam manası ile kavrayamasalar da… Yer melekleri, cinler ve üzerlerine zulmen galib olan şeytanlarla münazaa etti. Bu da hicabı mûcib olmaya başladı. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyet-i kerimesinde arzın (yeryüzünün) zikredilmesi ve tahsisi vardır. Her ne kadar Âdem Aleyhisselâm hakikâtte bütün âlem¬lere de halife ise de… Burada aynı zamanda yeryüzünde yaşayan o meleklerin (ta’n ediciler) yerici ve karalamacı olduklarına imâ vardır. Çünkü zan, ancak makamın vitrininde olandan sadır olur. Semâvât ehli (göklerde yaşayan melekler) ulvî âlemin müdebbirâtıdırlar. (Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı ile ilgili olarak) Yeryüzü meleklerinin söyledikleri ise; ancak onların üzerinde oldukları neş’et ile Âdem Aleyhisselâm’ın yeryüzündeki hilâfet makamına gibta ettikleri için böyle söylediler. Ve kendi mülk¬lerinin makamlarına olan gayretleri ve üzerinde oldukları (yapma¬ları gereken) teşbih ve takdis ile Allah’a ibâdet etmelerindendi. Her kab içindekini süzüp dışarıya verir. Amma niza’ (meleklerin Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı hakkında konuşmaları) Hakîm olan Allah’ın fiili üzere cereyan etti. Nİzâ’ onun huzurunda ve onun işiyle oldu. Kemâli hikmetinden ve sanatının kuvvetinden dolayı bağışlandılar. Mesnevî’de buyuruldu: Zira bu sözleriniz gerçi layık değilsede rahmetim gadabım üzerine sebkat ve gâlibtir. Ey Melik, bu sebkattan senin vücûdunda işkâl ve şek çağrı¬sını vazederim. Bizim hikmetimizde, her nefis, yüz peder doğar yine yüz anne fenâ’ya düşer. Ananın ve babanın hilmi ve merhameti, hilim ve merhametimizin köpüğü gibidir. Futuhât-(ı Mekkiyede) şöyle buyuruldu: Hârût ve Mârut Âdem Aleyhisselâm hakkında münazaa eden meleklerden idiler. Bundan dolayı Allahü Teâlâ Hazretleri onları, fesatlıkları izhâr etmek ve kan dökmekle mübtelâ kıldı (imtihan etti). Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin şu hadîs-i şeriflerinin sırrını (iyi) anla: (1/94) “(Kardeşinin başına gelen bir hadiseden dolayı) Kardeşini ayıplamayı bırak, (bir müddet sonra) Allah ona afiyet verir de, seni (aynı duruma) mübtelâ kılar. (Gülme komşuna gelir başına demişlerdir.) Yine Âdem Aleyhisselâm’ı kan dökmekle yeren ve karalayan bu melekler, Allahü Teâlâ Hazretlerinin mücâhidlerine yardım etmesi için gönderdiği, Allah’ın dini ve şeriatının gayretiyle kan dökenlerdir. “Hallürr-Rümûz ve keşfü’l-Künûz” isimli kitabda da böyledir. “Halbu ki biz” yani halbu kî bizler. “Teşbih ediyoruz.” Yani senin şanına yakışmayan şeyleri sana mal etmekten seni tenzih ederiz. “Senin hamdinle, (seni överek)”, Bize in’âm etmiş (vermiş) olduğun değişik nimetlere hamd olmak üzere. O nimetlerin başında bu ibâdet için bize vermiş olduğun tevfikiyyet (başarı) gelir. Teşbih: Celâl sıfatının izhârıdır. Hamd: in’âm (nimetlendirme) sıfatının hatırlatılması içindir. “Ve biz takdis ediyoruz“ Takdis etmekle takdis ediyoruz, “Seni, senin için” Yani sana layık yücelik ve izzetle (ve üstünlükle) seni vasfederiz. Sana yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ederiz. Buradaki Lam, beyân (açıklama) içindir. “Allah sana güzellik (İyilik) versin” deyiminde olduğu gibi, mahzûf bir masdara taalluk etmektedir. Lam’ın zaid olup (tezyini kelâm için gelmesi de) caizdir. O zaman “Ve biz seni takdis ediyoruz” manasına gelir. Teysir Tefsirinde buyuruldu: “Teşbih“: Allah’a yaraşmayan (ve ona yakışmayan) sıfatları ondan uzak tutmaktır. Takdis ise, Allah’a yakışan sıfatları Onun hakkında söylemektir. Davudü’l-Kayserî (k.s.) Hazretleri buyurdular. “Teşbih”, “Takdis”den daha umûmidir. Çünkü teşbih, Cenâb-ı Hakkı noksan sıfatlardan, mümkinât ve hudûsten tenzih etmektir. Takdis İse, Allah’ı hudûsten tenzih etmektir. Ve varlıklar için lâzım olan kemâlâttan tenzih etmek içindir. Çünkü kemâlâtın varlıklara izafeti onu mutlak kullanmadan çıkarır. Onu noksanlıklara bağlar. Davud Kayserinin sözü bitti. Sanki şöyle denilmektedir: “Sen kendisinin şanı, asla fesat çıkarmak ve kan dökmek olmadığı halde, zürriyetinin şanı fesat çıkarmak ve kan dökmek olan birisini mi halife kılacaksın?” Burada onların (meleklerin) bu sözleri arzetmelerinin maksadı kendilerinin halifeliğe daha elverişli olduklarını ve Benî Âdemin (Adem oğlunun) kendileri üzerine tercih edildiği halde onlarda fesat çıkarmak ve kan dökmenin varlığını ifade etmektir. Bu durumda sanki şöyle denildi: Meleklerin bu itirazlarına karşılık Allahü Teâlâ Hazretlerine buyurdu: “Dedi“, Allah buyurdu. “Muhakkak ki Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.“ Âdem Aleyhisselâmı halife seçmemdeki hikmet ve maslahatı ve zürriyetinden kimin itaatkâr ve kimin asî olacağını herhalde ben bilirim. Böylece fazilet (Âdem Aleyhisselâm’ın fazîleti) ve adalet zahir oldu. Benim hüküm ve takdirime itiraz etmeyin. Gayıb olan (sizde bilinmeyen) tedbirimin keşfedilmesini benden istemeyin. Her mahlûk, Halikın gaybına muttali’ olamaz. Zîrâ hiç bir teb’a melik’in sırrına vakıf olamaz. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Dipnotlar : 1 Sünen-i TlrmlzT hadis no 2621 2 Davudü’l-Kayserî (k.s.) Hazretleri, Tasavvuf, hadis ve tefsir âlimi. Adı Davud bin Mahrnud bin Muhammed’dir. Aslen Kayserilidir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. İyi bir tahsil gördü. Osmanlının ilk medresesi olan iznik’teki Orhaniye Medresesine tayin edilen ilk müderristir. Aklî ve Naklî ilimlerde imam idi. Osmanlının ilmiyye sınıfı onun talebeleri sayılır. Bir çok kitaplar yazdı. 1350 (H. 751) tarihinde İznik’te vefat etti İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 1/365-369. ========== oOo ========== ![]() Sâmirî Sâmirî, hayat atını (ve onun bastığı yerin canlandığını) gördü. . Samiri, kuyumcu biriydi. Bacurumî ehlindendi. Adı Mihâ idi. Cebrail Aleyhisselâm’n atının bastığı yerin yeşerdiğini gördü. Münafık idi. Müslümanlığını izhâr etti. Aslında sığıra tapan bir kavimdendi. Samiri, Cebrail Aleyhisselâmı bu atın üzerinde görünce kendi kendine: “Bunda bir iş var ! ” dedi. Cebrail Aleyhisselam’ın atının tırnaklarının bastığı topraktan bir avuç aldı. Başka bir rivayete göre ise: Sâmiri onun Cebrail Aleyhisselâm olduğunu tanımıştı. Çünkü Firavun’un, İsrâiloğullarının çocuklarını öldürdüğü sene Samiri doğmuştu. Annesi Firavun’un onu öldürmesinden korktuğu için götürüp bir ormanlıkta bıraktı. Cebrail Aleyhisselâm, gelir parmaklarıyla onu beslerdi. Samiri Cebrail Aleyhisselam’ın parmaklarını emerdi. Samiri’nin gıdalan-ması için Cebrail Aleyhisselam’ın sağ başparmağından bal, sol başparmağından yağ akardı. Denizi geçtikten sonra Cebrail Aleyhisselâm’ı gördüğünde tanıdı. Cebrail Aleyhisselam’ın atının ayak izlerinden bir avuç toprak aldı. Mûsâ Aleyhisselâm, Tur dağına gitme zamanına kadar Samiri, o toprağı hep avucunda taşıdı, bırakmadı. Denizden çıktıklarında Samiri onları işitmişti. İsrâiloğullan, puta tapan bir kavim görmüştü. Mûsâ Aleyhisselâm’a: -”Ey Mûsâl Sen de bize bunların ilahları gibi bir ilah yap. Ona ibâdet edelim,” demişlerdi. Onların bu seslerini işiten Samiri’nin içine İsrail oğullarını bu şekilde sapıtma düşüncesi doğdu. İsrâiloğullarının yanında Mısır’dan çıkarlarken, Kıbtîlerden düğün bahanesiyle ödünç alınmış çok altın vardı. Allahü Teâlâ Hazretleri, Firavun’u ve kavmini Kızildenizde helâk edince bu altınlar (ziynet ve süs eşyaları) İsrâiloğullarının elinde kalmıştı. Mûsâ Aleyhisselâm, Rabbine münâcât için gittiğinde, İsrâiloğulları, gece ve gündüzü iki gün saydılar (yani gündüzü ayrı bir gün, aynı gündüzün gecesini de ayrı bir gün olarak saydılar). Yirmi gün olduğunda, Yahûdîler: -”Kırk gün tamam oldu ama Mûsâ hâlâ bize dönmedi! Mûsâ bize muhalefet etti” dediler. Samiri, onlara: -”Kıbtîlerden ödünç almış olduğunuz altınları (ziynet ve süs eşyalarını) bana getirin,” dedi. Daha önce Mûsâ Aleyhisselâm, onları toplamıştı. Bir çukura koymuştu. “Ben dönüp bu konuda ilâhî bir emir getiresiye kadar burada kalsın,” demişti. 0 altınlar toplandığında, Samiri, üç günün içinde onlardan bir buzağı heykeli yaptı. Cebrail Aleyhisselâm’ın, atının tırnağının değdiği topraktan da onun içine koydu. Buzağı altından çıktı. Cevahir ile süslenmiş, donatılmış ve en güzel bir şekil aldı. Böğürmesi olan bir cesed oldu. Yani buzağı sesi gibi sesi olan bir cesed oldu. Eti, kan ve kılları (tüyleri) vardı. {Bazı rivayetlerde) denildi ki, boşluğundan rüzgar girip, ağzından çıkınca buzağı sesi gibi bir ses çıkarttı. (Yahudilerin şaşkın şaşkın bakışları arasında) Samiri, kavmi Yahudilere: İşte sizin de, Musa’nın da ilâhı budur, ama o” unuttu’ dedi’. Yani, Mûsâ Aleyhisselâm, Rabbinin yolunu şaşırdı (hataya düştü). Rabbi burada, Mûsâ Aleyhisselâm ise onu aramaya gitti. Bütün Yahudiler, buzağıya tapmaya başladılar. Hepsi taptı. Ancak Harun Aleyhiselâm ile beraberinde on iki bin kadar İsrâiloğulu kalmıştı. Bunlar, Harun Aleyhisselâm’a tâbi oldu. Bunlardan başka kimse tâbi olmadı, Harun Aleyhisselâm, onları buzağıya tapmaktan alıkoymaya çalıştı ve onlara nasihat etti: “Ey kavmim! Siz bununla sırf bir fitneye tutuldunuz ve doğrusu sizin rabbiniz ancak Rahmân’dır . Gelin, bana tâbi olun ve emrine itaat edin , demişti. Yahudiler, Harun Aleyhisselâm’a: ‘Biz‘ dediler; ‘bunun başına devam edip durmaktan asla ayrılmayız, tâ dönünceye kadar bize Mûsâ.. ” Dediler. Denildi ki: Mûsâ Aleyhisselâm, onlara otuz gün vaadetmişti. Sonra on gün daha ziyâde kılındı. Yahudilerin, imtihan olup fitneye düşmeleri ve sapıtmaları, bu son on günün içinde oldu. Otuz gün geçip Mûsâ Aleyhisselâm, gelmeyince; onlar, Mûsâ Aleyhisselâm’ın gerçekten öldüğünü sandılar. Yahudiler, buzağıyı gördüler. Samir’nin sözlerini işittiler. Buzağıya tapmaya başladılar, Ebul Leys tefsirinde buyurdu: Bu en doğru olan yoldur. Mûsâ Aleyhisselâm, döndüğünde onları bu halde görünce, “Levhleri” aldı. Hepsinden altı cüzleri kalktı. Bir cüz kaldı. O da helal ve haram idi. Onların muhtaç olduğu şeydi. Mûsâ Aleyhisselâm, buzağıyı yaktı. Onun külünü denize saçtı. Yahudiler, buzağıya olan muhabbet ve derin sevgilerinden dolayı, gidip deniz suyunu içtiler. Deniz suyunu içmeleri üzerine, Yahudilerin dudakları sapsarı oldu. Karınları ileri doğru atıldı (şişti). İsrâiloğulları tevbe ettiler. Tevbeleri kabul olunmadı. Kendi nefislerini (canlarını almadıkça) katletmedikçe tevbeleri kabul edilmedi. Bu Isrâiloğullarının haliydi. Amma bu ümmet ise, surette kendilerini katletmeye (öldürmeye) muhtaç değiller. Bu ümmetin hakikî tevbeleri, hevâ (ve heves) buzağısına tapan, nefs-i emmârelerini öldürerek, Allah’a dönmektir. Mesnevi de buyuruldu: Gerçi dışarıdan hasmı mağlub ettik ama, içimizdeki düşman ondan daha fenadır. Onun öldürülmesi aklın, idrakin yapacağı bir iş sanma. Nefis arslanı tavşanın maskarası olamaz. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 Konu EZEL tarafından (12-05-2010 Saat 01:48 ) değiştirilmiştir.. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() İslâm’da İnsana Secde Etmek Yoktur
Selmân-ı Fârisî Hazretleri, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine secde etmek istediği zaman, Efendimiz (s.a.v.) Hazetlerinin: -”Mahlûk’a Allah’dan başkasına secde etmesi yakışmaz. Eğer ben bir kişinin bir kişiye secde etmesini emretseydim; elbette kadının kocasına secde etmesini emrederdim,buyurmalarıyla mahlûka secde etmenin hükmü nesh oldu (yürürlükten kalkı, haram oldu.) Bu ümmetin iyi dilek ve saygı belirtme hareketi selâm’dır. Lâkin selâm verirken eğilmek mekruhtur. Çünkü selam verirken eğilmek, Yahudilerin işlerine benzemektedir. Dürer’de olduğu gibi. Bu güzel söz, (yani meleklere Âdem Aleyhisselâma secde etme emri) Âdem Aleyhisselâm’ın meleklere eşyanın isimlerini haber vermesinden sonraydı. Denildi ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, meleklere kendilerinin mi daha bilgili yoksa Âdem Aley-hisselâm mı meselesi müşkil geldi (çözemediler). Allahü Teâlâ Hazretleri, meleklere eşyanın isimlerini sordu, melekler bilemediler. Âdem Aleyhisselâm’a sordu. O bildi. Âdem Aleyhisselâm, eşyanın isimlerini bilince melekler, onun kendilerinden daha âlim olduğunu kabul ettiler. Allahü Teâlâ Hazretlerinin lütfü ve keremindendir ki, meleklere babamız Âdem Aleyhisselâm’a secde etmesini emretti; bize de kendisinden başkasına secde etmeyi yasakladı. “Güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin.Mukarrabîn melekler, Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeye emrolundular. Biz de Allahü Teâlâ Hazretlerine hizmet ve secde ile emrolunduk. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Haccâcın Yağmur Duasına Çıkması Şeyh Üftâde (k.s.) Efendi Hazretleri buyurdular: Talebe (yani Hak yola giren bir mürid), Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin sünnetine riâyet ve zikir ile manen ilerler. Haccâcın zamanında, defalarca halk yağmur duasına çıktı. Bir damla yağmur yağmadı. Devrin evliya ve âlimleri tarafından onlara: -”İkindi sünnetiyle yatsı namazının ilk sünnetlerini hayatı boyunca hiç terketmeyen bir kişi dua etse, yağmur yağar ve arzulanan maksûd hâsıl olur. Yoksa böyle zat ve insanlar, dua etmedikçe kırk kere yağmur duasına çıksanız yine yağmur yağmaz,” dediler. Aradılar. Böyle bir şahsı bulamadılar. Haccâc, kendisini kontrol etti. Kendisini aranan şahıs gibi hayatı boyunca hiç ikindi ve yatsı namazının ilk sünnetini kaçırmadığını gördü. Haccac yağmur duasına çıktı. Dua etti. Büyük bir yağmur yağdı. Haccac, zulüm ile meşhur bir kişi olmasına rağmen. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin sünnetine riâyet etme bereketiyle o zaman yağmur yağdı. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Yahudilerin Peygamberleri Öldürmesi Peygamberler asla haksızlık yapmadıklarına göre, haksız yere asla öldürülemezler. Bu onlar hakkında bir izindir. Fakat Yahûdîler, hakkaniyete riâyet etmediklerinden peygamberler Aleyhimüsselâmı öldürdüler. Yoksa peygamberler haksızlık ettiği için değildir. Eğer denilse: “Kâfirleri başı boş bırakıp, peygamberleri öldürmek nasıl caiz olur?” Bunlara cevaben denildi ki; Peygamberlerin öldürülmesi onlar için bir keramet ve şereftir. Mertebelerinin yükselmesidir. Öldürülen peygamberler, mü’minlerin arasında Allah yolunda öldürülen ve şehid olanlar gibidirler. Bu durum onların durumlarının ve derecelerinin düşmesi veya onların alçalmaları değildir. İbnü Abbas (r.a.) ve Hasan Basri (r.h.) buyurdular: Peygamberlerden ancak, kıtal yani, savaşmak ile emredilmeyenler öldürüldü. Savaş ile emredilen her peygamber mutlaka, Allah’ın yardımıyla zafere kavuşmuştu. Bu şekilde bu âyetlerin arasında taaruz kalkmıştır: “Ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.” Ve: “Elbette biz, rasûllerimizi ve iman edenleri mansur kılacağız dünya denleri Mansur kılıcaz hem dünya hayatta hem de şahidler dikileceği gün. Allahü Teâlâ şu kavli şerifi: “Andolsun {yemin olsun) ki, peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: “Onlar, elbette onlar muhakkak muzaffer olacaklardır. Ve elbette bizim askerlerimiz mutlak onlar galip geleceklerdir. «” Bu âyette murad edilen yardımın, hüccet, (mucize ve deliller ilgili yardım) ve hakkı beyan etme olması caizdir. Bütün peygamberler bu mana’da yardım görmüşlerdir. Rivayet olunur: Yahûdîler, bir günde yetmiş peygamber öldürdüler. Mesnevi buyuruldu: Sefihlerin haksız idareleri oldukça “peygamberleri haksız yere öldürürler” sırrı zahir olur. Yolunu şaşırmış kavim, peygamberlere bilgisizliklerinden kâfirler “doğrusu dediler: biz sizinle uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz sizi recmederiz. Yahûdîler Aşırı Gidiyorlardı “Evet öyle! (Bu durum, Yani Yahudilerin, büyük âyetleri, mucizeleri inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri Öldürmeleri, Çünkü (Yahûdîler,) isyana daldılar ve aşırı gidiyorlardı.” Allah’ın emirlerini tecâvüz ediyorlardı ve Allah’ın haram ettiklerini irtikâb ediyorlardı. Yani Yahûdîler, peygamberlere karşı geldiler. İsyan işlediler. Düşmanlıkta aşırı gittiler. Küçük günahlar bile, işlenmeye devam edildiğinde büyük günah olurlar. Zîrâ küçük günahları işlemeye devam edenler, günün birinde o günahın büyüğünü işlerler. Nasıl ki küçük ibâdetlere devam edenler, günün birinde büyük ibâdetlere başlıyorsa; küçük günahları işleyen de zamanla büyük günahları işlemeye başlar. Yahûdîlerin, kalblerinin Allah’dan hasta olması, onları iman lezzet ve halâvetini tatmaktan menetti (alıkoydu). Zîrâ hasta olan kişi, çoğu kere tatlı yemeği, acı görür. Gaflet, kalbler için bir zehirdir. Helak edicidir. Senin zehirli bir yemeği yemekten kaçman gibi, mü’minlerin kalbleri de Allah korkusundan gafletten kaçarlar. Bilki, Allah’ın dilemesi vardır, kulun da dilemesi vardır. Allah’ın dilediği ise sırf hayırdır.. Eğer bu ümmet, Tîh çölünde olsaydı, nurları şeffaf olduğu ve sırları geçerli olduğu için, İsrail oğullarının söylediklerini asla söylemezlerdi. Allah, bu ümmet için şöyle buyurdu; “Sizi vasat ümmet kıldık,” yani sizi adaletli ve hayırlı ümmet kıldık Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Yağmur Duasına Çıkarken Yağmur duasına çıkmadan önce mutlaka tevbe etmek, sadaka vermek ve oruç tutmak lâzımdır. Salih insanları vesile edinmek ve bu konuda şefaatçi kılmak lâzım. Yağmur duasına, susuz hayvanlar, yayılan sığır ve koyunlar, zaif çocuklar çıkarılır. Umulurki Allah, onların bereketine duaları kabul edip yağmur verir. Lâkin dua’yı Rabbinin kabul edeceğine yakînen inanılarak dua edilir. Çünkü duanın kabul edilmeyeceğine inanmak haşa, ya Allah’ın o duaları kabul etmede aciz olduğu veya onun fazlü kereminin olmaması veyahut da dua edilen Yüce Rabbin kendisine dua eden kuldan haşa habersiz olması manası taşır. Böyle şeylerin hiçbiri Allah hakkında düşünülemez. Allah, kerimdir, alîmdir, herşeyden hakkıyla haberdardır ve kadirdir. Her an herşeyi yaratmaya kaadirdir. Herşeye gücü yeter. Duaları kabul etmekten onu meneden hiçbir kuvvet yoktur. Allah, mü’minlere kendilerinden daha yakındır. Onların dualarını işitiyor. Allah, mü’minlerin Tazarru’ ve dualarını kabul ediyor. Bir dua umûmî oldukça kabule daha yakın olur. Bundan dolayı Müslümanların içinde, dualarının makbul olduğu ve icabete müstehak kişiler olmalıdır. Allahü Teâlâ Hazretleri bazılarının duasını kabul ettiğinde, o diğerlerinin dualarının reddedilmesinden daha kerimdir. Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: -”Günahsız dillerinizle Allah’a dua edin!” buyurdu. Sahabeler, -”Yâ Resûlellah! Günahsız bir dil nerede, (hepimizin bir günahı) var demişti. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: -”Birbirinize dua edin. Çünkü sen, kardeşinin diliyle dua etmedin o’da senin dilinle dua etmedi,” buyurdu. Molla Fenârî Hazretleri “Tefsirü’l-Fâtiha” isimli kitabında şöyle buyurdu: Muhakkak istikâmet ve dua anında, taleb ve nidâ’ya teveccüh etme hali, icabette kuvvetli bir şarttır. Kim ki, ziyâde olarak nida ettiğini ve kalbinde başkasını hazır ve düşünürse o kişi, icabete nail olamazsa; kendisinden başkasını kınamışın. Çünkü o kişi, kâadir olan Allahü Teâlâ hazretlerinin icabeti için dua etmemiştir. O kafasında tasarladığı bazı düşünce ve sıfatlara yönelmiş ve dua esnasında bunlar, Allah’ın gayri kendisine galebe çalmıştır. Rivayet olundu: Firavun, ulûhiyet iddiasında bulunmadan önce, evinin (sarayının) kapısının üzerine:Bismillahirrahmanirrahim yazılmasını emretmişti. Mûsâ Aleyhısselâm’a iman etmediğinde, Mûsâ Aleyhisselâm: -”Yâ İlâhî! Ben Firavun’u davet ediyorum, o kabul etmiyor, ondan bir hayır görmüyorum,” dedi. Allahü Teâlâ: -”Sen, onun küfrüne bakarak, onu helak etmemi istiyorsun! Ben onun kapısının üzerine yazdığına bakıyorum” buyurdu. Kalbinin karanlığına besmeleyi altmış yıl yazan kişi. rahmete nail olma bakımından besmeleyi kapısının üzerine yazan kişiden daha evladır. Besmeleyi kapısının üzerine yazan kişinin hali bu olunca, besmeleyi kalbinin kapısına yazan kişinin hali ne olur? Hiç şüphesiz duası kabul olunur. İcabetin ilk şartı, mideyi temiz ve helal lokma ile islâh etmektir. Sonu ise ihlâs ve huzuru kalbtir. Yani sadece ve sadece ona yönelmektir. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Mûsâ aleyhisselâm’ın isrâiloğulları ile gece hicreti Rivayet olundu: Firavun’un helaki yaklaştığında, Allahü Teâlâ Hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâm’a “İsrâiloğuliarını alıp geceleyin Mısır’dan çıkıp gitmelerini,” emretti. Mûsâ Aleyhisselâm, onlara (İsrâiloğullarına) çıkmalarını ve Kibtîlerin süs eşyalarını ödünç almalarını emretti. Musa Aleyhisselâm İsrâiloğullarına, gitme işini gizli tutmalarını, kimsenin kimseye seslenmemesini ve evlerinde kandillerini yakmalarını (evden çıkarken bile evlerinde yanan bir kandil bırak¬malarını) emretti. Evinden çıkan kişinin, evden çıkıp gittiği bilinsin diye çıkarken evinin kapısına bir el içi yani avuç kadar kan (veya kırmızı boya) sürtmelerini istedi. İsrâiloğulları çıktılar. Sayıları, (620 bin) altıyüzyirmibin kişiydi. Bunlar savaşabilecek kişilerdi. Yaşları yirminin altında olanlar küçük kabul edildikleri için ve yine yaşları altmışın üstünde olanlar da yaşlı kabul edildiği için bu sayıya dahil edilmediler. Kıbtîler, İsrâiloğuliarını şehirden çıkıp gittiğini bilmiyorlardı. Kıbtîlerin içine ölüm girmişti. Onlar, ölülerini gömmekle meşguldüler. Bu meşguliyet onları İsrâiloğullarını aramaktan alıkoydu. İsrâiloğulları geceleyin yürümek istediklerinde, önlerine “Tin” çölü geldi. Gidemediler. Bir türlü yol alamadılar. Yusuf aleyhisselâm’ın sandukası Mûsâ Aleyhisselâm, İsrâiloğullarının yaşlılarını çağırdı. Onlarla durum müzâkeresini yaptı.Yaşlılar, -”Yusuf Aleyhisselâm’ın ölümü geldiğinde, kardeşlerine vasiyet etti: Mısır’dan çıkıp gittiklerinde cesedini burada bırakma¬malarını, kendisini de beraber götürmeleri hakkında kardeş¬lerinden ahid (söz) aldı. İşte bundan dolayı bu gün bize yol kapanmaktadır,” dediler. Mûsâ Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhis¬selâm’ın kabrinin yerini sordu. Yaşlı bir kadından başka bilen yoktu. Yaşlı kadın, Mûsâ Aleyhisselâm’a: -”Eğer ben Yusuf Aleyhisselâm’ın kabrinin yerini size delâlet etsem (sizi oraya götürsem), her istediğimi verecek misin? Yoksa söylemem!” dedi. Mûsâ Aleyhisselâm: -”Rabbime dua edeyim!” dedi. Mûsâ Aleyhisselâm dua etti. Allahü Teâlâ Hazretleri de yaşlı kadının bütün isteklerini vermesini Mûsâ Aleyhisselâm’a emretti. Mûsâ Aleyhisselâm, yaşlı kadına bütün isteklerinin kabul edildiğini haber verdi. Kadın: -”Gördüğünüz gibi, ben yaşlıyım. Yürümeye gücüm yetmiyor. Mısır’dan çıkarken beni de yüklenip, beraberinizde götürün. Bu benim dünyadaki isteğimdir. Âhirette ise, senin konukladığın her oda veya yere benim de konuklamamdır. Ey Allah’ın peygamberi, cennette seninle beraber olmak istiyorum,” dedi. Mûsâ Aleyhisselâm: -”Peki!” dedi. Yaşlı kadın: denize hücum etti. Firavun, denize yaklaştığında, denizin infilak edip, yollara bölündüğünü görünce, çevresindekilere: -”Denize bakın! Benim heybetimden infilak etti. Deniz, ben kullarıma (kölelerime) yetişeyim diye bana yol açtı.“dedi. Firavun’un çevresindeki dalkavuklar da onu tasdik ettiler. Kavmi denize girmekten korktular. Firavun’a: -”Eğer Rabb isen, Musa’nın denizde yol alıp gittiği gibi sen de denize gir,” dediler. Firavun, Edhem bir atın üzerindeydi, Edhem, siyah (kır) ve erkek atlara denir. Firavun ordusunun bineklerinde hiç dişi at yoktu. Cebrail Aleyhisselâm, erkek atların kendisine heveslendiği dişi bir at sırtında geldi. Cebrail Aleyhisselâm, atını denize sürdü. Firavun’un atı, Cebrail Aleyhisselâm’m binmiş olduğu dişi atın kokusunu aldı. Ve hemen arkasından denize saldırdı. Yani hücum edip, onun arkasından denize girdi. Firavun, atının hareketine bir mana veremedi. Çünkü Firavun, Cebrail Aleyhisselâm’ı ve onun atını göremiyordu. Firavun, atın hareket¬lerini dizginleyemiyordu. Atın denize girmesine ses de çıkartmadı. Firavun’un denize girmesiyle bütün ordu atını denizde açılmış olan yollara dehledi. Firavun ordusu büyük bir şaşkınlık ile denizde yol almaya başladı. Mikâil Aleyhisselâm bir at üzerinde geldi. Geride kalanların atlarını denize şevketti. Bütün ordu suyun içine girince deniz kapandı. Firavun ve ordusu boğuldu. Firavun boğulurken: “İnandım. Hakikat Benî İsrail’in imân ettiğinden başka ilâh yok. Ben de O’na teslim olanlardanım” 10/90 dedi. Kıssa… Firavun’un, denizde boğulup öldüğüne inanmadılar. Korktular:-”Şimdi Firavun bize yetişir ve bizi öldürür,” dediler. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm dua etti. Deniz altıyüz yirmi bin kişiyi üzerlerinde demirden zırhlar olduğu halde dışarıya attı. Bundan dolayı Allahü Teâlâ buyurdu: “Biz de bugün seni bedeninle yüksek bir yere atacağız ki arkandan geleceklere bir ibret olasın.” Maamâfîh insanların bir çoğu âyetlerimizden cidden gaafildirler. 10/92″ Deniz, Firavun’u, dışarıya attı. Firavun, kırmızı bir öküz gibiydi. Bu günden itibaren deniz, hiçbir boğulanı dibinde kabul etmedi. Suda boğulanları su dışarıya atmaya başladı. Bil ki, bu hâdise, Mûsâ Aleyhisselâm için büyük bir mucizedir. İsrâiloğullarının ilkleri (Mûsâ Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayan İsrâiloğulları) içindi. Buna şükretmeleri vâcibtir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin bu kıssa’yı anlatması da Efendimiz (s.a.v.) Hazret¬lerinin apaçık bir mûcizesidir. Bununla haktan kaçan kalbler mutmein oluyor. Anlayışı zaif olan nefisler (kişiler) bile eğilmekte ve teslim olmaktadır. Onların ardından gelenlerin de, bu kıssayı büyük bir iz’ân ile (hiç şüpheye kapılmaksızm) kabul etmeleri gerekir. Çünkü bunu Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri haber verdi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri ümmi idi. Hiçbir kitab okumamıştı. Bu bilgiler, gayb’tı. Arablar, bu haber ve bilgilerden yoksundu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin bunları haber vermesi ve bunları anlatması, onun vahiy olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin peygamberliğine alâmet ve delildir. İlk İsrâiloğulları, bu mucizeleri bizzat gördükleri ve müşahede ettikleri, yani izleyip seyrettikleri halde onlarda bir tesir bırakmadı. Firavun’un elinden ve denizde boğulmaktan kurtul¬duktan sonra buzağıyı ilâh edindiler. Sonra, nebî ve rasûllerini (peygamberlerini) öldürmeye başladılar. İşte Yahûdîlerin Rabblerine karşı aldıkları tavır bu idi. Onların dinî hayatları ve kötü ahlâkları bu idi. Onlardan sonra gelen Yahudiler de onların kıssalarından ders, rivayetlerinden ibret almadı. Tevrâtı değiştirdiler. Allah’a iftira ettiler. Elleriyle (bir şeyler yazıp) Tevrat diye insanlara sattılar. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin.peygam¬berliğini yalanladılar. 0 yüce Rasûle inanmadılar. Ve bunlardan başka bir çok azgınlıklar yaptılar. Bu kadar âsî olan bir toplumun ve azgın olan taife ve kavmin haline gerçekten şaşılır! Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() ![]() Allah İçin, Sivri sinekle Arşı Yaratması Birdir Kuşeyrî (r.h.) Hazretleri, buyurdular: Halik zül-celâlin kudretine nisbetle, yaratma işi, havada uçuşan bir zerreden de daha önemsizdir. Çünkü Allahü Teâlâ Hazretleri katında, kudret açısından arşı yaratmakla sivrisineği yaratmak arasında bir fark yoktur. Allahü Teâlâ Hazretleri için, Arş’ın yaratılması zor gelmediği gibi, sivrisineğin yaratılması da (arşın yaratılmasından) daha kolay değildir. Zîrâ noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah subhânehû ve tekaddes hazretleri, kolaylık ve zorluğun ilhakından münezzehtir. (0 bir şeyin olmasını istediği zaman ona “ol” der o da oluverir. “O’nun emri, bir şeyi murad edince ona sade ol demektir, o, oluverir. [1] Kaynak: Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi 1.cilt ========== oOo ========== Tevekkül Eden, Baba Ve Annesine İyi Davranan Sâlih Evlad Kıssa: İsrail oğullarında sâlih bir adam vardı. Onun küçük bir oğlu ve buzağısı vardı. Adam buzağıyı alıp, bir meşelliğe (ormana) götürdü, ve: “Allahım! Bu buzağıyı oğlum için sana emânet ediyorum. Oğlum büyüyünceye kadar onu koru ve sakla,” dedi. Adam öldü. Buzağı, meşelikte büyüdü. Tam yaşına geldi. Yaşlılık ile gençlik arasına girdi. Yabani büyüdüğü için buzağı gördüğü her şeyden kaçıyordu. 0 sâlih adamın oğlu büyüdüğünde, anne ve babasına hayırlı bir evlâd oldu. 0 çocuk geceyi üçe bölerdi. Gecenin üçte birini namaz kılmak, üçte birini uyumak ve diğer üçte birini de annesinin başı ucunda geçiriyordu. Sabah olduğu zaman bu çocuk, sırtına odun alır, onu pazara götürür, Allah’ın dilediği bir fiyat ile satardı. Sonra o paranın üçte birini sadaka olarak dağıtır, üçte birini geçimi için kullanır ve diğer üçte birini annesine verirdi. Bir gün annesi ona: -”Oğlum! Baban sana bir buzağı miras olarak bırakmıştı. Onu götürüp, meşelikte bırakarak Allah’a emânet etmişti. Git, İbrahim, İsmail ve İshâk’ın İlâhından onu sana geri vermesi için dua et. Onun alâmeti, ona baktığında seni hayal (dünyasına götürüp sevinç) verir. Sanki güneşin şuaları (ışınları) onun san olan kıllarında çıkmaktadır.” O sığıra güzelliğinden ve sarılığından dolayı altn sığır diyorlardı. Onun süslü ve insana hoş gelen bir sarısı vardı. İnsana burukluk veren kötü bir sarıya sahip değildi. Genç meşeliğe gitti. Onu gördü. Otluyordu. Genç o sığıra seslendi: -”Sana İbrahim, İsmail, İshâk ve Yakub’un İlâhı ile azimet ediyorum (emrime uy, yanıma gel), dedi. Sığır, o gencin sesine kulak verdi. Onu kabul edip, koşa koşa yanına geldi. Hatta önünde uslu uslu durdu. Genç sığırın, boynunu tuttu. Bağladı. Sığır Allah’ın izniyle dile gelip konuştu. -”Ey annesine iyilik yapan genci Sırtıma bin seni istediğin yere götüreyim bu sana çok kolaydır,” dedi. Genç: -”Annem bana bunu emretti. Ve bana onu boynundan tut dedi,” Sığır: -”İsrâiloğullarının peygamberlerinin hakkı için! Eğer sen bana binecek olursan, ebediyyen bana gücün yeter ve ben de ebediyyen seni taşırdım. Eğer sen dağa yerinden oynaması için emretsen, dağ yerinden sökülür. Seninle beraber hareket eder. Bütün bunlar senin annene olan iyiliğindendir,” dedi. Sonra genç o sığırı alıp annesine götürdü. Annesi ona: -”Oğlum! Sen fakirsin. Hiçbir malın yok. Geceleri namaz kılmak ve gündüzleri de odun taşımak artık sana meşakkat verip zor geliyor. Git bu sığırı sat,” dedi. Oğlu: -”Kaça satayım?” dedi. Annesi: -”Üç dinara sat. Bana danışmadan satma,” dedi. O gün o sığırın pazarda edebileceği değer üç dinardı. Genç, sığırı alıp pazara götürdü. Allahü Teâlâ, o gence annesine yapmış olduğu iyilikten ona nasıl bir hayır yapacağını bildirmek için ona bir melek gönderdi. Ondan haberdar olan Allah onu imtihan etmek için ona bir melek göndermişti. Melek ona: -”Bu sığın kaça satıyorsun?” dedi. Genç: -”Üç dinar! Annemin rızası şartıyla” dedi. Melek: -”Ben bunu altı dinara alıyorum! Anneni işin içine sokma,” dedi. Genç: -”Sen bana bu sığırın, ağırlığınca altın versen, ben anneme danışmadan ve onun rızasını almadan yine satmam.” dedi. Genç gidip, durumu annesine aktardı. Sığırın değerini ona haber verdi. Annesi: -”Dön! Git onu benim rızam ile alt dinara sat dedi. Genç, sığır ile yine pazara gitti. Melek geldi. -”Annen ne buyurdu?” diye sordu: Genç: -”Annem! Bunu altı dinardan aşağı satmamamı emretti. Bu değerden noksan bir değer ile satmam,” dedi. Melek: -”Annene gidip danışmaman üzere bunu senden on iki dinara satın alıyorum,” dedi. Genç, satmaktan kaçındı. Yine annesine geldi. Bunu ona haber verdi. Annesi ona: -”Oğlum! Sana gelen kişi insan suretine girmiş bir melektir. Seni imtihan etmek istiyor. Sana geldiğinde, ona, “Sen bu sığırı satmamızı emreder misin yoksa etmez misin?” diye sor. Ona göre hareket et,” dedi. Genç, sığırı ile pazara gitti. Yine melek geldi. Annesinin söylediklerini meleğe sordu. Melek: -”Annene git. Ona bu sığın tutup satmamasını söyle. Bunu Mûsâ bin Imrân senden İsrail oğullan içinde öldürülmüş olan bir maktulün katilini bulmak için satın alacaktır. Bunu ancak, derisinin dolusu altın ile satarsın. Allahü Teâlâ Hazretleri, İsrail oğullarının içine bu sığırın kesilmesini takdir etti,” dedi. Çok geçmeden, İsrailoğullan, kesecekleri sığırın vasıflarını sormaları üzerine, Allah, onlara bu sığın tarif etti. O genç annesine iyilik yaptığından Allah, kendi fazlü kereminden bir rahmet olarak o fakir gencin elinde bulunan sığırın vasıflarını saydı. Yahudilerin Sığır Kesmekle Emir Olunmalarının Hikmeti Kesilmesi gereken hayvanın başka değil de, sığır olmasının hikmeti, Yahûdîlerin, sığır ve buzağılara tapmalarındandır. Bu hayvanlar onlara çok sevimli olduğu içindir. Allahü Teâlâ buyurduğu gibi: “Dinledik, isyan ettik!” dediler ve küfürlerîyle danayı’kalblerin’de iliklerine işlettiler… Sonra tevbe ettiler. Allah’ın taatine ve ibâdetine döndüler. Allahü Teâlâ onları çok aşın sevdikleri şeyle imtihan edip; tevbelerinin hakikatinin ortaya çıkmasını ve kalblerinde bulunan sığır sevgisini kökten koparıp atmak istedi. Denildi ki, o zaman onlara en yakın ve faziletli kurbanları sığır idi. Allah, onların sevdiği ve onlar için en faziletli olan hayvanı keserek kendisine yaklaşmalarını istedi. “Dediler,“ (Yahûdîler, sığırın kesme emrini alınca şaşırdılar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra konuşmaya başladılar) Sanki şöyle denilmektedir: -”Bundan (sığın kesme emrinden) sonra Mûsâ Aleyhis-selâm’ın kavmi ona ne dedi? Emrini yerine getirmeye yöneldiler mi?” Onlar Ey Mûsâ, “Bizim için dua et,” dediler. Bizim için sor. “Rabbin bizim için açıklasın, beyan etsin,” vuzuha (açıklığı) kavuştursun ve onu tarif etsin. “Nedir o?“ Burada u “ne” mübteda, haberidir. Cümle “açıklasın” ile nasb makammdadır. Yani bize bu sualin cevabını açıklasın. Yahudiler, o sığırın halini ve vasfını sormuşlardı. Kesil¬miş bir sığırın bir parçası ile o ölen kişiye vurulduğunda, adamın dirileceği hakikati israil oğullarının kulaklarını tırmalıyordu. Onlar başta, hep inanmak istemiyorlardı. Bu gücü veren Allah olduğunu unutup sığırın vasıflarını sormaya başladılar. Buradaki hal ve vasfın sorulması, şöyle bir şeydir: Mesela sen birine, Zeyd nasıl biridir? Diye sorarsın o’da: iyidir veya âlim’dir der. Yani o sığırın yaşı nedir? Sıfatı nedir? Küçüklük ve büyüklükte durumu nedir? Dedi” Dua edip vahiy geldikten sonra Mûsâ Aleyhisselâm, dedi. Muhakak O” Yani Allahü Teâlâ, buyuruyor ki, o, yani sizin kesmekle emir olunduğunuz sığır. (şu vasfi taşıyan) sığır değildir. O pek yaşlı, yani yaşlı değildir. pek yaşlı,” kelimesi, kesmek manasına olan kelimesinden gelmektedir. Sanki o sığır, yıllarını bitirmiş sonuna yaklaşmış değil. “pek taze de değildir.” Yani küçük bir yavru da değildir. Burada “ne pek yaşlı, ne de pek taze,” kelimeleri müennes olarak gelmedi. Çünkü bu iki kelime dişilere mahsus olmadahaiz kelimesi gibidir. (haiz görme işi kadınlara mahsus olduğu için ayrıca. bu kelimenin müennes gelmesi gerekmez. Zaten onun müzekker veya müennes mi olduğu biliniyor.) durumu, Yani o sığır vasıflanır. bunun arasında, yani zikredilen yaşlılık ve tazeliğin arasında bir yaştadır. “Hemen yapınız“… Bu, Mûsâ Aleyhisselâm tarafından bir emirdir. Mûsâ Aleyhis¬selâm, daha önce kesilmesi gereken sığırın vasfından fariğ olduktan yani boşaldıktan, sığırı anlattıktan sonra onlara, emre-dilen hayvanı hemen kesin, dedi. emrolunduğunuz şeyi,… Emir olunduğunuz şey; sığırın kesilmesinden emir olunduğunuz şey manasınadır. Burada car (harfi cer) hazfolundu. Bu fiil He kullanılması çok yaygındır. Hatta iki mefûle müteaddi olan fiillere bile ilhak etti. “israil oğulları dediler“… Sanki şöyle denilmektedir. İkinci beyandan sonra İsrailoğulları ne yaptı? Emir tekrarlanmaktadır. Dediler denildi; “Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın.“ Renklerden. Kesmekle emir olunduğumuz sığır bize tam ayan beyân olsun Renk, bazı cevherler üzerinde kendisini gösteren bir arazdır. Dedi,” Yani, Allah’a dua edip Allah’dan sorunun cevabını aldıktan sonra Mûsâ Aleyhisselâm, buyurdu: Muhakkak o,” Allahü Teâlâ: Muhakkak o sığır, sarı renkli biridir, diyor.” Sarılık, siyah ile beyazın arasında bir renktir. O bilinen sarılıktır. Sarılık siyahlığın başlangıcıdır. Çünkü devenin siyahlığı zamanla sarılığının üzerine çıkar. parlak bir rengi vardır (sapsarıdır).” Bu cümle mübteda ve haberdir. Cümle sığırın sıfatıdır, sanlığın koyu ve diğer renklerin karışımından halis olması demektir. Tekid manasında: sapsarı denir. simsiyah denildiği gibi. Kendisi renklenenin vasfı olduğu halde, renge isnâd edilmesinde ise, onunla olan bir ilgi ve yakınlıktan dolayıdır. Tekid’in manaya verdiği üstünlük inkâr edilemez. Sanki şöyle denilmektedir: Sanlıkta şiddetli sarılığı olan bir sarılık. Ciddiyetinde çok ciddidir, kelimesinde olduğu gibi. Denildi ki, bütün sarılık demektir. Galiz bir sarılığa yakın bir sarılık demektir. Sarı renk bakanlara sürür veren, (san bir sığırdır).” Sarı Renk Ona bakanlara, güzelliğinin acaibliğinden ve renginin saflığından sürür gelir. Hilkati tamam olduğu için bakanların kalblerine ferahlık verir. Letafeti kendisinde toplaması ve koyu bir renge sahip olması ve kalbte bir lezzet ve sürür vermesi, bir faydanın hâsıl olması anında veya koyuluğuna bakmakladır. Hazreti Ali (r.a.).’dan rivayet olundu. Sarı nalin giyenin üzüntü ve düşüncesi azalır. Zîrâ Allahü Teâlâ: sarı renk, bakanlara sürür vericidir”, diyor. İbnüz-Zübeyr ve Muhammed bin Kesir, siyah nalin giymekten menetti. Çünkü o, üzüntü verir. İnsanın içini karartır. Zikir olundu ki: Kırmızı mest, Firavun’un mestidir. Beyaz mest, Fiavunun veziri Hâmân’m mestidir. Siyah mest ise âlimlerin mestidir. Rivayet olundu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin mestleri siyah idi. Onlar, Dediler” O sığır, salma yani serbest dolaşan bir inek mi, yoksa çalışan yani sahibi tarafından çifte ve su çekiminde çalıştırılan bir sığır mı? Keşşafta buyuruldu: Bu sığırın hali ve vasfını soran suâlin tekrarıdır. Beyanın (sığırın durumunun açıklanmasının) artması için onun durumunu soran sualler arttı. Kısaltmak burada uygun olmaz. Ömer bin Abdulazîz Hazretlerinden rivayet olundu: “Ben sana falanca kişiye koyun (cinsinden bir hayvan) vermeni emrettiğimiz zaman onun koyun mu ve keçi mi olduğunu benden sorma. Bu sence anlaşıldığı zaman, bana onun erkek veya dişi mi olduğunu sorma. Bunu sana açıkladığım; erkek veya dişi mi olduğunu açıkladığımda sen onun siyah mı veya beyaz mı olduğunu sorma. Sana bir şey sorduğumda (o kunuda insiyâtifıni kullan ve bana soru sorma, hemen emrimi yerine getir,” dedi. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: “Muhakkak cürüm bakımından insanların en büyük günahkârı, haram olmayan bir şeyi soran ve o kişinin sorularından dolayı, o şeyden mahrum edilmesi (ve o şeyin ona) haram olmasıdır “Muhakkak o sığır, biraz karışık geldi,” Durumu ve sanlığı vasfedilen sığır cinsi, çoktur. Bu bize benzetilip karışık bir hale geldi. Sığırlardan hangisini keseceğini bilemiyoruz. Sığır kelimesi, cinsi murad edilmiştir. Veya cemiinin harfleri, müfredinin harflerinden daha az olan bir ceminin müfred veya müzekker olması caizdir. “Bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz.” dediler. Yani kesilmesi gereken sığın inşallah buluruz. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdu: “Eğer İsrâiloğulları, “inşaallah” (Allah dilerse) demeselerdi, hiçbir zaman istenen sığın bulamayacaklardı. Mûsâ Aleyhisselâm söyledi. Muhakkak O,” Allahü Teâlâ, “Rabbim buyuruyor ki o, koşulur bir sığır değildir.” İş için terbiye edilip, boğun eğdirilmemiş. Yani ziraat için, yerin üstünü altına çevirmeyen. Bu cümle, kelimesinin sıfatıdır. Sanki şöyle denilmektedir. Çalıştırılmak ve tarla sürmek suretiyle ezdirilmeyen demektir. ‘”Ekin sulamayan,” Yani ekin sulamak için dolaba koşulmamış hayvan demektir. Birinci “vela” kelimesi nefiy (olumsuzluk) içindi, ikincisi ise mezîd’dir. Birincisini tekid etmek için fazladan gelmiştir. Çünkü bu cümlelerin manası; o (sığır), ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, demektir. Bu iki fiilde yani tarla sürmek (çift sürmek) ve sulamak, dolapla koyudan su çekip ekin, bağ ve bahçeyi sulama fiilleri, kelimesinin sıfatıdırlar. O sığır, sulamak ve ekin sürmek için boyunduruk altna alınmamış bir sığırdır. Keşşafta olduğu gibi. İmam Ebu Mansur (r.a.) Hazretleri buyurdu. Bu âyeti kerime, Isrâiloğullarının kesmekle memur oldukları sığırın erkek olduğuna delildir. Zîrâ çift sürülme ve dolab ile su çekme işi, erkek sığırların (öküzlerin) işidir. Amma kendisine raci olan kinayelerde lafızların müennes olması ise, “Bir taife söyledi,” kavli şerifinde olduğu gibidir. Buradaki o (te) harfi müenneslik için değil, tevhid (birlik) içindir. Ebu Yusuf , buna muhalefet etti. Bu zamanda sığırların erkeği (öküz) ile çift sürüldüğü ve bu hizmetlere koşulduğu gibi o zaman (İsrail oğulları döneminde) dişi sığırlar (inekler) ile çift sürülürdü. selimdir. Allah onu ayıplardan korumuştur. Veya onu iş yapmaktan muaf tutmuştur. Ehlini ondan selim kılmıştır. Veya renklerini selim kılıp diğer renklerden halis kılmıştır. Yani onun sarılığı diğer renklerden hiç birine benzemez. Devamla şöyle teyid edilmektedir. “onda hiç alacalık” yoktur. Derisinin renginde karışıklık yoktur. Hepsi sandır. Hatta boynuzları ve karnının altı alın ve kuyruğu bile sarıdır. “alaca” kelimesinin aslı, vaadetmek, vasfetmek ve u; tartmak kelimeleri gibidir. Bu kelimelerin asli; ve dir. Bu kelimenin iştikakı, bu da üretiminde değişik renklerin kullanılması demektir. “Dediler,” bu sıfatlan işittikten sonra dediler ki, “el‘ân-şimdi” Bu vakit. Bu kelime işaret manasını tazammun etmek için bina edilmiştir. “Sen hak ile geldin.” Sığırın bütün vasıflarını doğru anlattın, sığırın artık anlatılmayan bir vasfı kalmadı. “Onu boğazladılar, kestiler.” genişlik içindir. Bütün bu vasıf ve nitelikleri taşıyan sığır kendilerine hâsıl oldu. Onu gencin yanında buldular. Derisi dolu altın ile (yani ağırlığınca altın vererek) satın aldılar. Kestiler. “neredeyse, az kalsın, yapmayacaklardı. Cümle, Onu boğazladılar, kestiler.” Fiilinin zamirinden haldir. Onu kesmek istemedikleri bir halde kestiler, demektir. Bunun özeti şöyledir: (i/160) Sığırı kestiler ama, bekledikten ve uzun bir zaman geçtikten sonra kestiler. Sığırı kesme emrini almaları ile sığırı kesmeleri arasında tam kırk sene geçti. Akıllı kişiye gereken hemen emre riâyet etmektir. Halin hakikatini araştırmayı terketmesidir. Zîrâ tevhid kazıyyesi bunu gerektirir. Mesnevî’de buyuruldu: Dostu hayal etmede sırlar vardır. Atâiyye hikmetlerindendir: Seni, beşeriyetin her vasfından çıkarttı. Seni, Yahudilerin bozmak istedikleri ve karşı çıktıkları her vasıftan çıkarttı ki, senin katında hak, güzel ve sevimli olsun diye. Onun yüce rahmetindendir ki, kahrını selâmete yakın kıldı. Bu, Allahü Teâlâ tarafından varlığın muhafazasını gerektirir. Hatta kul bir günahdan dolayı elem çekmez. Eğer elem çekseydi, o günahı işlemezdi. Eğer ondan sadır olsaydı ona sabredemezdi. Zîrâ hıfz günahtan imtina etmeyi gerektirir. Günahın vuku’u caiz olduğudur. (Yani, İnsanlar, tarafından vuku bulduğu bir realitedir.) Günah’m vuku bulmasının, helal olmamakla beraber, “ismet” günahtan korunmanın mümteni olmamasıdır. Günahların vuku’u peygamberler için “ismef’tir. Peygamberler, günahlardan korunmuştur. Evliya ise “hıfz”dır. Evliya günahlardan muhafaza edilir. “İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun.” Kavli şerifi, günahtan dönmeye delâlet etmektedir. Israrın olmadığı ve bu sadece imandır. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Cemaatle Namaz Muhakkak ki, cemaatle kılınan bir namaz, diğer namazlardan yirmi yedi derece daha üstündür. Cemaatlerde temiz kalbli insanların olmasındandır. Namaz, savaş gibidir. Mihrâb da, harb meydanı gibidir. Savaşta elbette insanların toplanıp saf tutmaları gerekir. Cemaat kuvvettir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular: “Müslümanlar, bir cemaatte kırk kişi toplanırsa, muhakkak onların içinde, bağışlanan biri vardır.“ Allahü Teâlâ Hazretleri, mağfiret kıldığına ikram eder. diğerleri de, zarara uğramış ve mağfiretten mahrum olmuş bir şekilde dönerler. Cemaat ile kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece fazîletli kılındı. Çünkü cemaat, cemi’den (toplum)dan alınma bir kelimedir. cemi’ ise, en azı üç’dür. Kişinin tek başına kılmış olduğu bir namaza, on hasene verilir. O, on haseneden biri asıldır. Dokuzu ise, Allahü Teâlâ Hazretlerinin ona vermiş olduğu fazlü keremidir. Allah’ın eklemiş olduğu sevablar toplandığında yirmi yediye ulaşmaktadır. Kurtubî tefsirinde buyurdu: Özürsüz olarak, cemaatle namazı kaçırıp, tek başına kılan kişi, cezaya çarpılır. Ebû Süleyman Ed-Dârânî buyurdu: Ben yirmi sene namaz kıldım, hiç ihtilam olmadım. Mekke’ye girdim, orada hiçbir şey yapmadım. Ancak ihtilam oldum. Sonra anladım ki, arız olan bu ihtilâm, yatsı namazını cemaatle kılmayı terketmemden dolayı idi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, hadîs-i şeriflerinde buyurdular: “Allahü Teâlâ Hazretleri, mahlûkatının üzerine tevhid’den sonra kendisine namazdan daha sevimli bir şey farz kılmadı. Eğer namazdan daha sevimli bir şey olmuş olsaydı, melekler o şey ile Allah’a ibâdet ederlerdi. Meleklerin bir kısmı, rükû, bazısı secde ve bazıları da kıyam ve kaade halindedirler. Namaz kılana gereken şey, “huzuru kalb” ile namaz kılmaktır. Selef-i sâlihîn eğer, herhangi bir mal kendilerini Allah’ı zikretmekten meşgul ederse, bu durumlarına keffâret olsun diye onu tasadduk ederlerdi. Asıl olan bâtın (kalbin) amelidir. “Ey o bütün imân edenleri Sarhoş iken namaza yaklaşmayın; söylediğinizi bilinceye kadar… Yani, kim, dünyayı sever, gailesi, dünya ile ilgili düşüncesi çok olursa Allahü Teâlâ Hazretleri, namazında bedeniyle beraber kalbini hazır bulundurmayan kişinin namazına bakmaz. Hatıra gelen şeyleri mutlaka defetmek lâzımdır. Mesnevî’de buyuruldu: Gafilin bağlandığı dünya serab gibidir. Dünyayı terket. Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Cemaatle Namaz Muhakkak ki, cemaatle kılınan bir namaz, diğer namazlardan yirmi yedi derece daha üstündür. Cemaatlerde temiz kalbli insanların olmasındandır. Namaz, savaş gibidir. Mihrâb da, harb meydanı gibidir. Savaşta elbette insanların toplanıp saf tutmaları gerekir. Cemaat kuvvettir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular: “Müslümanlar, bir cemaatte kırk kişi toplanırsa, muhakkak onların içinde, bağışlanan biri vardır.“ Allahü Teâlâ Hazretleri, mağfiret kıldığına ikram eder. diğerleri de, zarara uğramış ve mağfiretten mahrum olmuş bir şekilde dönerler. Cemaat ile kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece fazîletli kılındı. Çünkü cemaat, cemi’den (toplum)dan alınma bir kelimedir. cemi’ ise, en azı üç’dür. Kişinin tek başına kılmış olduğu bir namaza, on hasene verilir. O, on haseneden biri asıldır. Dokuzu ise, Allahü Teâlâ Hazretlerinin ona vermiş olduğu fazlü keremidir. Allah’ın eklemiş olduğu sevablar toplandığında yirmi yediye ulaşmaktadır. Kurtubî tefsirinde buyurdu: Özürsüz olarak, cemaatle namazı kaçırıp, tek başına kılan kişi, cezaya çarpılır. Ebû Süleyman Ed-Dârânî buyurdu: Ben yirmi sene namaz kıldım, hiç ihtilam olmadım. Mekke’ye girdim, orada hiçbir şey yapmadım. Ancak ihtilam oldum. Sonra anladım ki, arız olan bu ihtilâm, yatsı namazını cemaatle kılmayı terketmemden dolayı idi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, hadîs-i şeriflerinde buyurdular: “Allahü Teâlâ Hazretleri, mahlûkatının üzerine tevhid’den sonra kendisine namazdan daha sevimli bir şey farz kılmadı. Eğer namazdan daha sevimli bir şey olmuş olsaydı, melekler o şey ile Allah’a ibâdet ederlerdi. Meleklerin bir kısmı, rükû, bazısı secde ve bazıları da kıyam ve kaade halindedirler. Namaz kılana gereken şey, “huzuru kalb” ile namaz kılmaktır. Selef-i sâlihîn eğer, herhangi bir mal kendilerini Allah’ı zikretmekten meşgul ederse, bu durumlarına keffâret olsun diye onu tasadduk ederlerdi. Asıl olan bâtın (kalbin) amelidir. “Ey o bütün imân edenleri Sarhoş iken namaza yaklaşmayın; söylediğinizi bilinceye kadar… Yani, kim, dünyayı sever, gailesi, dünya ile ilgili düşüncesi çok olursa Allahü Teâlâ Hazretleri, namazında bedeniyle beraber kalbini hazır bulundurmayan kişinin namazına bakmaz. Hatıra gelen şeyleri mutlaka defetmek lâzımdır. Mesnevî’de buyuruldu: Gafilin bağlandığı dünya serab gibidir. Dünyayı terket. ========== oOo ========== Kur’ân ve ilim öğretme karşılığında ücret caiz mi? “Ve benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin “(satmayın.) âyet-i kerimesinden dolayı, âlimler, Kur’ân-ı Kerim ve ilim öğretmenin karşılığında ücret almanın caiz olup olmadığı konusunda ihtilâf ettiler (görüş ayrılığına düştüler). Bu zamanda fetva, Kur’ân-ı Kerim’in öğretim, fıkıh ve diğer ilimlerin öğretimi için ücret alınıp verilmesinin caiz olduğuna dairdir. Bu cevaz, Kur’ân-ı Kerim, fıkıh ve diğer ilimlerin kayıp olmamaları içindir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular: “Sizin üzerinde ücret almaya en hak kazandığınız şey Allah’ın kitabıdır. Âyet-i kerime, eğitim için tayin edilen kişilerin, ücretlerini almadıkça derse başlamayan ve öğretim yapmayanlar hakkındadır. Öğretim yapan kişi, buna herhangi bir ücret tayin etmezse, ona sünnet (bu hadîs-i şerifin) deliliyle ücret alması caizdir. Yine ücretin tayin edilmesinin caiz olup olmaması konusunda “gassal“(cenaze yıkayanlar da) böyledir. Köy ve kasaba gibi, kendisinden başka gassal bulunmayan yerlerde cenazeyi yıkayan kişilere bu işlerinden dolayı belirli bir ücret tayin edilmez ve kişinin ücret istemesi caiz olmaz. Eğer, uygar yerlerde veya şehirlerde yaşıyorsa, kendisi bir ücret tayin etmemek şartıyla ücret alabilir. Bu kişi cenazeyi yıkamamakla günahkâr olmaz. Bazen kendisine ücret tayin edilir. Ancak onun kendisine ve ailesine infak edebileceği bir şeyi yoksa ona bir ücret tayin edilir. Onun üzerine bunu öğretmek vâcib değildir. Onun sanatını ve mesleğini kabul etmesi gerekir. İmam (Halife), kendisi için bir ücret tayin etmesi gerekir. Yoksa Müslümanların ona bir ücret tayin etmeleri gerekir. Ebû Bekir Siddık (r.a.) Hazretleri, halife seçilip bu iş için tayin edildi. Amma yanında ailesini geçindirecek bir şeyi yoktu. Hazreti Ebû Bekir (r.a.), ticâret yapmak istedi. Bir elbise alıp pazara götürdü. Onu pazarda elbise satarken görenler, bunun sebebini sordular. O: -”Ailemi nasıl geçindireyim?” dedi. Sahabeler, onu hilâfetin idaresine geri çevirdiler. Toplanıp o’na, ailesini geçindirebileceği bir ücret tayin ettiler. Yine imam, müezzin ve benzerlerinin bir ücret almaları caizdir. Mushaf-ı şerifi satmak, Kur’ân-ı Kerimi satmak demek değildir. Mushaf satanlar, kağıt yapraklarını ve onu yazan hattatların el emeklerini satıyorlar. Âlimler, buyurdular: “Zamanın değişmesiyle zamanımızda bazı meselelerin cevablarıda değişti. Zamanla cevabı değişen bazı meseleler: *İlim ve dinin sönmesi ve kayıp olmasının korkusundan, ücret alınabilir. * Âlimlerin, sultanların kapılarına gitmesi, * Âlimlerin (ve ilim talebelerinin cer için) köylere gidip geçimini temin etmesi, * Kur’an-ı kerim’in öğretimi için, imamet ve müezzinlik ücreti almanın caiz olması, * Nikahlı (ve hür) eşinin izni olmadan azl yapmak (doğum kontrolü yapmak), * Şarap içenlere selâm verilmesi ve benzeri konularda, caiz olduğuna fetva verilmiştir. Zîrâ bu konularda fetva verilmezse kendilerinden daha şiddetli (istenmeyen hadiseler) vuku’ bulacaktır. (Yani zararı faydasını geçecektir.) Nisâbü’l-Ahsâb ve diğer kitablarda da böyledir. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Yılan ve akreb sokmaması için okunacak dua. Kim yılan ve akrebin zarar ve tehlikesinden korkarsa şöyle dua etsin: “Selâm Nuh’a, bütün âlemler içinde! Biz böyle mükâfat ederiz işte muhsinlere!“ Bu âyeti kerimeleri okuyan kişi Allah’ın izniyle yılan ve akreblerin tehlikesinden emin olur. Bil ki hayvanlardan aslında insanlara eziyet eden her varlık, eziyetinden dolayı hiç şüphesiz öldürülür. Bunda ihtilâf yoktur. Yılan, akreb, zehirli keler ve benzerleri gibi. EI-Habbâzî nin, “EI-Hidâye” üzerine yazmış olduğu haşiyesinde şöyle buyurdu: Yılanın öldürülmesi, ya zararı defetmek veya bir faydayı celbetmek (çekmek) içindir. Bu güzel ve ince konuları toplayan ben fakir (ismail Hakkı Bursevî.) derim ki: Zarar için veya fayda için öldürülür sözünün içine, bal arısı, ipek böceği ve benzerleri de (bu hükmün altına) girer. Çünkü ipek böceğini öldürmeden kendisinden faydalanmak mümkün değildir. Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Efendimiz (S.A.V.)’İn Üzerinde Hutbe Okuduğu Kütük Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri başlangıçta Medine’de hutbe okurken yaslandığı bir hurma kütüğü vardı. Kendisine mimber yapıldığı zaman, hutbe okumak için mimbere çıktı. Bu kütük Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin ayrılığına dayanamadı. Bir devenin inleyişi gibi inledi. Onun sesini Mescidde bulunan bütün sahabeler işittiler. Efendimiz (s.a.v.) mimberden indi. 0 kütüğü kucakladı. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin sevgisiyle o kütük sustu. Mesnevî’de buyuruldu: Bir kimsede Hakk’m sırrına itimâd yoksa, cansızın inlemesini tasdik etmez. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
![]() Hikâye
Mâlik bin Dinar’dan rivayet olundu: Mâlik bin Dinar Hazretleri, bir gün, bir sabiye (küçük çocuğa) rastladı. Çocuk toprak ile oynuyordu. Bazen gülüyor ve bazen de ağlıyordu. Mâlik bin Dinar buyurdu: -”İçime o çocuğa selam vermek doğdu. Nefsim kibirlenip selâm vermekten vazgeçti. Ben nefsime şöyle seslendim: Ey nefsim! Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, küçük ve büyük herkese selâm verirdi. Sen de buna selam ver! Ve o çocuğa selam verdim.” Çocuk: -”Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı senin üzerine olsun! Ey Mâlik bin Dinâr!“dedi. Sordum: -”Beni nereden tanıdın? Daha önce beni görmüşlüğün yoktu!” Çocuk: -”Melekût âleminde ruhum, senin ruhunla karşılaştı. Ölmeyen ve sürekli Hayy (diri) olan Allah bizleri tanıştırdı.” Ben ona sordum: -”Akıl ile nefsin arasındaki fark nedir?” Çocuk: -”Nefsin, seni bana selam vermekten alıkoyandır. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik eden ve zorlayandır,” dedi. Yine sordum: -”Senin halin nedir? Niye bu toprak ile oynuyorsun?” O: -”Çünkü biz topraktan yaratıldık; yine ona döndürüleceğiz!” dedi. Yine sordum: -”Neden bazen gülüyor ve bazen de ağlıyorsun?” O: -”Evet! Rabbimin azabını hatırladığımda ağlıyorum; rahmetini hatırladığımda ise gülüyorum,” dedi. Ben sordum: -”Evlâdım! Senin ne günâhın var ki?” Çocuk: -”Ey Mâlik bin Dinar! Böyle söyleme! Görmüyor musun büyük odunları tutuşturmak için, önce küçük odunları tutuşturuyorlar!” dedi. Mesnevide buyuruldu: Bulut göz yaşı dökmedikçe çimen gülmez. Çocuk ağlamadıkça süt verilmez. Bir günlük çocuk bile ağlamazsa dadının şefkat göstermeyeceğini bilir. Bil ki, o bütün dadıların Hakkı’da ağlamaksızın sütü kolayca vermez. Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== İsrâiloğullarının İnançsızlığı Bu kıssanın aslı şudur: Mûsâ Aleyhisselâm, Tur’dan kavmine döndüğünde: Onları buzağıya tapar halde gördü. Bunun üzerine kardeşi Harun Aleyhlsselâm’a ve Samiri’ye söylenmesi gerekenleri söyledi. Buzağıyı yakıp (külünü) denize savurdu. Isrâiloğulları taptıklarına pişman oldular. “Kasem olsun ki” dediler, “eğer bize merhamet etmez de rabbimiz, mağfiret buyurmazsa herhalde hüsranda kalanlardan olacağız dediler. Allahü Teâlâ Hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâm’a, İsrail oğullarından bazı insanları, yanına alıp; buzağıya tapmalarından dolayı kendisinden özür dilemeleri için, Tur’a getirmelerini, emretti. Mûsâ Aleyhisselâm, kavminin seçkinlerinden yetmiş kişiyi seçti. Tura çıktıklarında, Mûsâ Aleyhis-selam’a: “Allah’dan, zatının kelâmını işitmemizi iste,” dediler. Mûsâ Aleyhisselâm, bunu Allah’dan istedi. Allah kabul etti. Dağa yaklaştıklarında, nurdan bir bulut direği üzerlerine vaki oldu, bütün dağı kapladı. Mûsâ Aleyhisselâm, o buluta yaklaştı ve içine girdi. Kavmine: -”Girin! Sizde girin,” buyurdu. Onlar da girdiler. Allahü Teâlâ Hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâm ile konuştu. Ona emir ediyor ve nehiylerde bulunuyordu. Allahü Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm ile bir kelime konuştuğunda, Mûsâ Aleyhisselâm’ın yüzünde bir nûr beliriyor ve şimşek gibi çakıyordu. O yetmiş kişiden hiçbiri Mûsâ Aleyhisselâm’m yüzüne bakamıyordu. Mûsâ Aleyhisselâm ile beraber Allahü Teâlâ’nın “yap” ve “yapma” deyişini işitiyorlardı. İsrail oğullarının seçkinleri, Allahü Teâlâ’nın kelâmını işittiler, ama yine Allah’a inanmadılar. Ve dediler ki: “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla inanmayacağız. Konuştuğun Allahı görmek istiyoruz!” Bunun üzerine onları yıldırım çarptı. Hepsini yıldırım çarptı ve ölü bir halde yere düştüler. Bir gün ve bir gece bu halde kaldılar. İsrâiloğullarının bütün seçkinleri ölünce, Mûsâ Aleyhisselâm, ağlamaya başladı. Mûsâ Aleyhisselâm, ellerini semâya kaldırıp Tazarru’ ile dua etmeye başladı: -”Yâ İlâhî! Ben İsrâiloğullarından yetmiş kişi seçtim ki, tevbelerinin kabul edildiğine dair benim şahidlerim olsunlar diye. Şimdi ben İsrâiloğullarma dönünce onlara ne diyeceğim? Sen, bu seçkin insanları, bu gün helak ettin. Keşke bunları, buzağı ashabı (buzağıya tapanlar) ile beraber daha önce helak etmiş olsaydın. (Mûsâ Aleyhisselâm, dua etmeye devam etti ![]() “Rabbim” dedi; “dileseydin bunları ve beni daha evvel helak ederdin. Şimdi bizi içimizden o süfehâ’nın ettikleriyle helak mi edeceksin? O sırf senin fitnen; sen bununla dilediğini dalâlete bırakır, dilediğine hidâyet kılarsın. Sen bizim velîmizsin, artık bize mağfiret buyur, merhamet buyur; sen ki hayr’ul-gâfırîn’sin. “…. ve bize hem bu dünyada bir hasene yaz, hem âhirette. Biz sana cidden tevbe ile rücûa geldik.” Buyurdu ki: “Azabım! Onunla dilediğimi Mûsâb kılarım, rahmetim ise herşeye vâsidir. İleride onu, bilhassa onlar için yazacağım ki; korunurlar ve zekât verirler. Hem onlar ki, âyetlerimize imân ederler Mûsâ Aleyhisselâm, durmaksızın Rabbine yalvardı, yakardı. Allah, Mûsâ Aleyhisselâm’ın duasını kabul etti. Onları diriltti. Ruhlarını yeniden kendilerine verdi. Mûsâ Aleyhis¬selâm, İsrâiloğullarının buzağıyı mabud edinmelerinden dolayı tevbelerinin kabulünü istedi. Allah: -”Ancak onlar, kendi nefislerini öldürürlerse tevbelerini kabul ederim,” buyurdu. (Âlimler) buyurdular: Mûsâ Aleyhisselâm, Tur’a ilk gidişinde Rabbini görmeyi istediğinde ölmedi. Çünkü, Mûsâ Aleyhisselâm’ın o zaman yere düşmesi, sadece bir baygınlıktı. Baygınlık ise ölüm değildir. Lâkin bu bir bayılma olduğuna şu ayeti kerime delildir: -”Vaktâ ki Mûsâ mîkatımıza geldi ve rabbi onu kelâmıyla taltif buyurdu. (Mûsâ aleyhisselâm) “Yârab” dedi, “göster bana, bakayım sana.” Allahü Teala buyurdu : “Len terânî. (Beni katiyyen göremezsin) ve lâkin dağa bak… Eğer yerinde durursa, demek beni göreceksin“ Derken rabbi dağa bir tecelli buyurunca, onuun ufrâ ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Sonra vaktâ ki ayıldı: “Sübhânsın.” Dedi; “sana tevbe ile döndüm ve ben mü’minlerin evveliyim. 7/143″ Bu âyette Mûsâ Aleyhisselâm kendisine gelmesini ayılıp kendine gelince,” kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelâm, Mûsâ Aleyhisselâm’ın baygın düştüğüne delildir. İkinci kere Tur dağına Özür dilemek için çıktıklarında kavmi Allahü Teâlâ’yi görmek istediğinde öldüler. Bu, Mûsâ Aleyhisselâm’ın Allahü Teâlâ’yi görme isteğinin ona olan aşk, .şevk, muhabbet ve ona muhtaç olmasından; kavminin (İsrâiloğullarının seçkinlerinin) Allahü Teâlâ’yı görme istekleri ise, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmamalarından ve yalanlama cüretinden ileri gelmesindendi. Onlar, gerçekten doğruyu bulmak için Allah’ı görmek istemediler. Onların görme istekleri, yanıltmak içindi. Onlar, Allahü Teâlâ’nın cisimlere benzediğini zannettiler. Onlar, cihetlerde (altı yönde) herhangi bir cismi gördükleri gibi Allahü Teâiâ’yı görmek istediler. Allahı herhangi bir mukabile koyarak görme, muhaldir. Allah cihetlerden münezzeh olduğu için, cisim gibi görülmez, (1/140) Bu âyeti kerime, Allah’ın görülmeyeceğine delil değildir. Hatta belki bu âyet-i kerime, Allah’ın görüleceğini (ru’yetullah’ı) isbât etmektedir. Bundan dolayı o yetmiş kişi Allahü Teâlâ’yı görmek istediklerinde, Mûsâ Aleyhisselâm, onları bundan menetmedi. Ve böylece onların, Allah’ı görmeleri için Allahü Teâlâ’ya dua etti. Allahü Teâlâda onları bundan nehyetmedi. Belki: “Ve lâkin dağa bak… Eğer yerinde durursa, elemek beni göreceksin. buyurdu. Bu tasavvur edilene taalluk etmektedir. Bazı âlimler ve hikmet sahibleri, Allahü Teâlâ’nın dünyada görülmemesinin (ve cennette mü’minler tarafından görülmesinin) sebeb ve hikmetlerindeki inceliği şöyle beyan ettiler. Birincisi: Çünkü dünya, düşmanlarının yurdu ve kâfirlerin cenneti olmasındandır. İkincisi: Eğer mü’min, Allah’ı görmüş olsaydı, kâfirler, mü’minlere şöyle derdi: “Eğer ben Allahı görmüş olsaydım, elbette ona ibâdet ederdim. Eğer mü’min ve kâfir bütün insanlar, Allahı görmüş olsalardı, birinin diğerinin üzerine bir meziyyeti olmazdı. Üçüncüsü: Gayba (görülmeyene) muhabbet, görülene muhabbet gibi değildir. (Görülmeyen daha çok aranır ve istenir). Dördüncüsü: Dünya maîşet yeridir. Eğer halk, Allahı görebil¬miş olsalardı, iş ve güçlerini bırakırlardı. İşler tatil olurdu. Beşincisi: Bu görme, basiret (kalb) gözüyle olurdu, baş gözüyle değil. Melekler, mü’minlerin kalblerinin saflığını görsünler diye. Altıncısı: Allahü Teâlâ’nın değerinin tam takdir edilmesi içindir. Zîrâ her görülen şey gerçekten azîz ve yücedir. Yedincisi: Allahü Teâlâ dünyada görülmemesi, kullara bir rahmettir. Çünkü insanlar, bu dünyada kıskanç olarak yaratıl¬mışlardır. Eğer Allah, bu dünyada görülebilseydi, mü’minin kalbi, başkası da görebilecek diye çatlardı. Tıpkı Mûsâ Aleyhisselâm’ın görmeyi istemesi üzerine, dağın kıskanarak, paramparça olması gibi. Âyet-i kerimede şuna işaret vardır: Allahü Teâlâ’yı aşikâre görmeyi istemek; Allahü Teâlâ’nın zâtına taarruz ettiği için gaflettir. Allah’ın zâtından gafil olmaktır. Sû-i edebi gerektirir. Edebsizliktir. Allah’ın hakkına hürmetsizliktir. Bu, uzaklık ve şekâavetin bulunduğuna işarettir. Allahü Teâlâ’nın azamet ve izzetinin, gadab ve kahretmesiyle onları, ızdirap, deprenme ve yıldırım aldı. Allah adaletini izhâr etti. Sonra Allah, sırra yol olması için onların üzerine, kovadan boşalırcasına rahmetini saçtı. Hizmet ve kulluk şekli üzerine Allah: “Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik,” buyurdu Allah, fazlü keremini izhâr etti. Bu vuslatın alâmetlerindendir. Saadetin delâleti, kurbet (yakınlık) lutuflanna yakın olarak, izzet mükâşefelerinden uzaklaşmaktır. Kim halini düzeltir de cehalet lisanı itlâk etmezse (mükâşefelere nail olduğunu, gizlemezse), belki eve kapısından gelmiştir ve onun suâl ve cevâbıyla edeblenmelidir. Mesnevide buyuruldu: Kemâl sahiblerinin önünde edebi terkedersen, vücûdun şehvet ateşine odun olur. Hakk’in nuru seni aydınlatmadığı için güzelliğini körlere arzedersin. Hakikat âleminde dilediğin gibi hükmedebilmen için, elbette nefs-i emmâreyi öldürmen lâzımdır. Kuşeyri (k.s.) Hazretleri buyurdular: Nefisleri öldürmek şekliyle yapılan tevbe bu ümmette neshedilmiş değildir (hükmü kaldırılmadı). Ancak şu var ki İsrâiloğulları, nefislerini (canlarını) aşikâr öldürürlerdi. Bu ümmet (ümmet-i merhume) ise nefsi emmârelerini gizli olarak öldürürler. Allah’a varmanın ilk yolu, bu güzel maksad için Allah’a adım atmak ve Allah için nefisten çıkmaktır, buyurdu. insanlar, İsrâiloğullarının İnançsızlığın tevbelerinin gerçekten çok zor olduğu düşüncesine kapıldılar. Bunun bir kere olduğunu düşündükleri gibi. Bu ümmetin havass ehli, her lahzada nefislerini öldürmektedirler. Denildiği gibi: “Ölen kişi, Ölümüyle istirahata kavuşmuş değildir. Gerçek ölüm hayatta olanların ölümüdür.” Mesnevide buyuruldu: Nefse galebe etmek için kuvvet ve tevfiki Hak isterim ki, kaf dağı gibi nefsi emmârenin vücûd binasını iğne ile yani kuvvet ve gayrı alet ile koparmaktır. Düşman saflarını yaran arslanlığı kolay bil. Asıl arslan nefsini kırandır. Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== <H2>Adem Aleyhisselâm’ın İlmi</H2><H3>Hz.Allah Âdem Aleyhisselâm’a bütün eşyanın isimlerini ilham edip kalbine koydu. Kalbinde olan eşyanın isimlerini dili konuşmaya başladı ve yanındakilere onları söyledi. Allahü Teâlâ Hazretleri, her dilde eşyanın bütün isimlerini öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri, yarattığı bütün cinslerin (şeylerin) isimlerini Öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’a (her şeyi gösterdi. Ona atı gösterip): Bunun adı attır. (O’na deveyi gösterip ![]() Keşfü’l-Künûz’da buyuruldu: İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu, isimlerin, Allahü Teâlâ Hazretlerinden bir tevfikiyet (başarı vermesi) ile Âdem Aleyhisselâm’a öğretildiğinde ittifak ettiklerinin manâsı: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Âleyhisselâm için zarurî bir ilim yarattı; lafızların ve manâlarının bilinmesiyle. (Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu ![]() Haber’de (geldi): Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, onun içine harflerin sırlarını koydu. Bunu hiç bir melek’in içine koymamıştı. Harfler, Âdem Aleyhisselâm’ın diliyle değişik lisân yani lügat halinde dışarıya çıktı. Allahü Teâlâ Hazretleri, harflere değişik suretler, şekiller (kelime ve cümleler) verdi, harflerden envâ-i çeşit şekillerde diller türedi. Yine haber de geldiğine göre, Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, ona yediyüzbin dil (lügat) öğretti. Âdem Âleyhisselâm, kendisine yasak edilen ağaç’tan yediği zaman; Arabça hariç, diğer bütün diller kendisinden (soyulup) alındı. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı peygamberlikle seçtiği zaman, o dilleri yine kendisine verdi. Böylece Âdem Âleyhisselâm, bütün dilleri konuşur oldu. Âdem Aleyhisselâm’ın mucizelerinden biri de, ta kıyamete kadar evladının konuştuğu bütün dilleri bilmesidir. Arabîden, Farisî, Rumca, Yunanca, İbrânice ve Zenci dili ve diğer bütün dilleri biliyordu. Bazı müfessirler buyurdular: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a kazanç yollarından tam bin meslek öğretti. Sonra Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu: -”Ey Âdem! Evlâdına söyle: Eğer siz dünyayı istiyorsanız; onu bu sanat ve meslekler ile taleb edin (isteyin ve elde etmeye çalışın). Dünyayı dine {alet ederek) veya şeriatın hükümlerinin karşılığında dünyayı elde etmeyin.” Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri; Tabiînden. İslâm âleminde, Ashab-i kiramdan sonra yetişen evliyanın ve âlimlerin en büyüklerindendir. Ehli sünnetin reîsi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe’de doğdu. Aslen İranlıdır. Dedesi Zûtta müslüman olup, Hazreti Ali’nin sohbetlerine katıldı. İyi bir tahsil gördü. Ashab-ı Kiramdan, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vasile bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü’t-Tufey! Amir bin Vâsile’yi (r.a.) görerek onların sohbetlerinde bulunma şerefine nail oldu. Yirmi sekiz yıl hocası Hammâd bin Ebî Süleyman’ın derslerine devam etti. Bütün ömrünü okuma ve okutmaya verdi. Tasavvuf İlmini Cafer-i Sâdık hazretlerinden aldı. Takva1 ile amel eden bir velî ve âlimdi. Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı. Abdestin bir adabını terkettiği için kırk yıllık namazını kaza etti. İlimde altmış binden fazla mesele çözdü. Elli beş kere hacca gitti. Binlerce talebeye icazet verdi. Bir çok kitap yazdı. Geçimini esnaflık ile sağlıyordu. Devletten bir görev ve maaş almadı. Halife Mansurun kendisine verdiği. Temyiz Mahkemesi Reisliğini kabul etmediği için zindana atıldı. İşkence ettikten sonra, ayaklarının altından kanlar akan ve halsiz düşen İmamı Azam Hazretlerini, zorla sırtı üstü yatırıp ağzına zehirli şerbeti dökerek, 767 (H. 150) senesinde Bağdat zindanlarında şehid ettiler. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi – cilt 1 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
![]() İbâdetler On Tanedir
İbâdetler de on tanedir: 1 -Namaz, 2-Zekat, 3-Oruç, 4-Hac, 5-Kur’ân-ı Kerim’i okumak, 6-Her halde Allah’ı zikretmek, 7-HeIal’dan rızık istemek (için çalışmak), 8-MüsIümanların hak ve hukukuna riâyet etmek, sohbet hukukuna riâyet etmek, 9-Emr-i bil’ma’ruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretmek ve kötülüğü menetmektir), 10-Sünnet-i seniyye’ye tâbi olmaktır. Rasûlüllah’ın sünnetine tâbi olmak kurtuluşun anahtarı ve Allah sevgisinin işaretidir. Cenâb-ı Allah, buyurduğu gibi: ” De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allahgafûr’dur, rahîm’dir.” Mevlânâ Cami (k.s.) Hazretleri şöyle dedi: Ey Allah’ın peygamberi Salat-ü selam üzerine olsun senin. Kurtuluş ve umduğuna kavuşmak, nezdindedir ancak senin. Gerçi yürüyemedim yolunda senin sünnetinin. İsyan etti sünnetine senin ümmetin. İsyan yükünün altındayım sünnetinin. Uzanmazsa kurtuluş yok bize senin ayağın ve elin. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Tih Çölünde Yahudilerin İhtiyaçlarının Giderilmesi Taştan suyun fışkırması İsrail oğullarının nankörlük ettikleri başka bir nimet. Ey İsrâiloğulları yine hatırlayın. Hani Müsâ Aleyhisselâm su istemişti. Bu hâdise Tîh çölünde olmuştu. İsrail oğullarını susuzluk kaplamıştı. Mûsâ Aleyhisselâm’dan su istediler. Mûsâ Aleyhisselâm, Rabbinden kendilerine su vermesini diledi. “Ve biz dedik,” Ona vahiy ile dedik ki: “(Ey Mûsâî) asan ile vur, dedik.” Mûsâ Aleyhisselâm’ın asası, cennetten gelmişti. Mersin (gül) ağacındandı. Uzunluğu, Mûsâ Aleyhisselâm’ın uzunluğu gibi on zira idi. Asanın iki çatalı vardı. Karanlıkta Mûsâ Aleyhisselâm’ın çevresine nûr (ışık) saçıyordu. Onu Âdem Aleyhisselâm, cennetten getirmişti. Peygamberler birbirlerine miras yoluyla bırakıyorlardı. Bu şekilde Şuayb Aleyhisselâm’a kadar geldi. Şuayb Aleyhisselâm da onu Mûsâ Aleyhisselâm’a verdi. “taşa (vur dedik.)” Rivayet olundu ki, O taş Tur dağının taşlarındandı. Mûsâ Aleyhisselâm onu yanına almıştı. Hafif ve dört köşeliydi. Bir adam kafası gibi dört yönü vardı. Her yönünden üç gözü (pınarı) vardı. Veya o taş, Mûsâ Aleyhisselâm’ın yıkanması için elbiselerini üzerine koyduğunda kaçan taş idi. Böylece Allahü Teâlâ, Yahûdîlerin Mûsâ Aleyhisselâm hakkında düşündükleri kötü düşünce ve hastalıklardan Mûsâ Aleyhisselâm’ın temiz olduğunu onlara göstermişti. O zaman Cebrail Aleyhisselâm, o taşı alması için işaret etmişti. Cebrail Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm’a: “O taşta Allah’ın bir kudreti vardır. Senin de mucizen gerçekleşecek,” demişti. Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Yahûdî alimleri, imandan alıkoyan maddi düşünce. Denildi ki: Yahûdîlerin avam (cahil) tabakası, âlimlerine, ziraatlerinden, ekinlerinden, bağ ve bahçelerin meyvelerinden onlara hediye ediyorlardı ve şeriatte onlara zor gelen hükümleri değiştirmeleri ve tahrif etmeleri için âlimlere rüşvet veriyorlardı. Yahûdîlerin Melikleri ve idarecileri de, hakkı gizlemeleri, Tevrâtı tahrif etmeleri için âlimlere bol bol mal veriyordu. Yahûdî bilginlerin bu şekilde bütün Yahûdîlerin üzerine bir üstünlükleri vardı. Onların reisleri gibiydiler. Alimlerin geçimleri, halka bağlıydı. Onlar, Müslüman olmakla bunun ellerinden gitmelerinden korktular. Ahbâr, yani Yahûdî bilginler, doğruluğunu ve sıfatlarını bilip tanıdıkları Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerine iman etseler, bu maddi imkanların ellerinden gitmelerinden ve rant kapılarının kapanmasından çekindiler. Kelimeleri yerinden değiştirmeye devam ettiler. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Tevratta bulunan sıfatlarını değiştirdiler. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Nefs Bazı meşâyihe (âlim ve evliyâ’ya) İslâm’dan sordular. O’da: Muhalefet kılıcıyla nefsi emmâreyi kesmektir. Nefse muhalefet ise, nefsin şehvetlerini terketmektir. Sırrı Sakatî hazretleri buyurdular: Nefsim otuz veya kırk sene benden, cevizi pekmeze batırıp yememi istedi. Tam otuz sene buna dayandım. Ona itaat etmedim. Hava’da oturan bir adam gördüler. Ona: -”Sen bu mertebeye ne ile nail oldun?” diye soruldu. O kişi: -”Heva ve hevesi terkettiğim için hava benim emrime müsahhar oldu,” dedi. Bazı evliya ve âlimlere: -”Ben dünyadan tecrid olmuş bir halde haccetmek istiyorum,” denildi. Onlar: -”Önce kalbini yanılmaktan, nefsini hevâ ve hevesten ve dilini boş sözlerden tecrid et (soyutlandır) sonra istediğin yola istediğin şekilde gir,” dediler. Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Mâlik bin Dinar Hazretleri kimdir ! Mâlik bin Dinar Hazretleri, Büyük âlim ve velilerdendir. Künyesi Ebû Yahya’dır. Gençliğinde günahlarından tevbe edip, Hasan Basri Hazretlerinin talebesi olmuştur. Bir çok büyük tabiiynden ders aldı. Hattatlık yaparak geçimini sağlıyordu. Birinde gemiye bindiğinde gemiciler kendisinden para istedi. Parasının olmadığının farkına vardı. Parası olmadığı için gemiciler onu Ölesiye kadar dövdüler ve denize atacaklardı. Denizdeki balıkların her biri ağzından birer altın ile gemiye doğru fırladılar. Mâlik bin Dinar Hazretleri sadece iki altın alıp gemicilere verdi. Bu hadise üzerine kendisine Mâlik bin Dinar (Dinar sahibi) denildi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H. 131) tarihinde Basra’da vefat etti. H.z Allah şefeatlerine nail eylesin. ========== oOo ========== İsrâiloğullarina kudret helvası ve bıldırcın etinin inmesi İsrâiloğulları, Mûsâ Aleyhisselâm’dan yemek istediler. Mûsâ Aleyhisselâm Rabbine dua etti. Allah duasını kabul etti ve şöyle buyurdu: Ve biz üzerinize kudret helvası (menni) indirdik.“ Gökten inen kudret helvası, kardan daha beyaz idi. Yağ ile yoğurulmuş bal macununa benziyordu. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Mantar, menn’dendir. Onun suyu göze şifâdır. Yani kimsenin ekim ve yorulması olmadan Allahü Teâlâ’nın kullarına olan nimetidir. Zahirî olarak onun suyunun mücerred olarak şifâ olmasıdır. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, onu mutlak zikretti. Herhangi bir şeye karıştırmaktan söz etmedi. Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri buyurdular: “Ben üç mantar aldım. Veya beş veyahut yedi (mantar aldım) onların suyunu sıktım. Sularını bir şişeye koydum. Gözleri ağrıyan cariyemin gözlerine onlarla sürme çektirdim. Allah’ın izniyle gözleri iyileşti. îmam Nevevî (r.h.) Hazretleri buyurdular; “Zamanımızda bir kör gördük. Gözlerine sadece mantar suyunu sürme olarak çekiyordu. Adam şifa buldu. Görme gücü kendisine geri döndü. İsrâiloğulları, kudret helvasını yemekten bıktılar. Mûsâ Aleyhisselâm’a geldiler. -”Ey Mûsâ! Kudret helvasını yemekten usandık. Bu kudret helvası tatlılığı ile bizi öldürdü. Rabbine dua et, bize et indirsin,“dediler. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ, onlara “bıldırcın” kuşu etini indirdi. Ve şöyle buyurdu: “Ve bıldırcın (indirdik).” Bu sekizinci nimettir. Üzerlerine kuzey rüzgarı eserdi. Rüzgâr, bıldırcınların boğazını, keser, karnını yarıp içini temizler tüylerini yolardı. Güneş de onları kızartırdı. İsrâiloğulları da yelin (rüzgarın) kestiği, temizlediği ve güneşin pişirdiği bıldırcınları, kudret helvası ile beraber ve taşlardan fışkıran sulardan içiyorlardı. (Ekmek yelden su göl’den geçiniyorlardı). Müfessirlerin çoğuna göre ise, İsrâiloğulları, bıldırcınları yakalayıp kesiyorlardı. Menn (kudret helvası), onların üzerine yağıyordu, tıpkı kar’ın yağışı gibi yağıyordu. Kudret helvası, fecrin doğuşundan (tanyerinin ağarmasından) itibaren tâ güneşin doğuşuna kadar yağardı. Bıldırcın da onlara gelirdi. Herkes kendisine ertesi güne yetecek kadar alırdı. Ancak cuma günü hariç; cuma herkes iki günlük alırdı. Cumartesi günü, inmiyordu. Çünkü Cumartesi günü, çalışma günü değil, ibâdet günüydü. Bir kişi kendisine yetecek şeyden az fazla bir şey alacak olsaydı, o aldığı fazlalık hemen bozulurdu. “Yiyin.” Yani biz onlara yiyin dedik.: “temiz şeylerden” Helâl olan şeylerden. “Sizi rızıklandırdıklarımızdan,” Kudret helvası ve bıldırcın etinden. Onlardan biriktirmek için bir şey kaldırmayın. Benim emirlerime isyan etmeyin. Bütün bunlara rağmen, Yahûdîler, gizli gizli eti kaldırdılar, biriktirdiler, depolamaya çalıştılar. Tükenir korkusuyla Allah’ın katında hesapsız olarak indirdiği bıldırcın etlerini taşların üzerine koyarak, güneşte kuruttular. Eğer onlar, böyle aç gözlülük etmeselerdi, bu nimet devam ederdi. Tabiatıyla afiyet vermeyen temiz şeyler, şer’an mekruh değiller. “Onlar, zulmü bize etmediler,” Yani onlar, bu güzel nimetlere nankörlük etmeleriyle, kendilerine yasaklandığı halde, onlar bıldırcın etlerini ve kudret helvasını, depolamakla, zulmü bize etmediler. Onlar bu davranışlarıyla hakkımıza zarar vermediler. “Lâkin kendi nefislerine zulmediyorlardı.” Onlara azabım vâcib (ve hak) oldu. Onlar her gün üzerlerine çalışmaksızın ve yorulmaksızın; âhirette hesabı olmayan ve sürekli üzerlerine inen nimetin kesilmesine sebeb oldular. İsrâiloğullarının bize tevekkülü olmadığı için bu nimetleri onlardan kaldırdık. Mesnevide buyuruldu: Nice yıldır yersin de Cenâb-ı Allah’ın lütfü eksilmez. İstikbâli bırak maziye bak. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular: “Eğer İsrâiloğulları olmasaydı, yiyecekler bozulmaz, etler kokmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadın cinsi hiçbir dönemde kocasına ihanette bulunmazdı. O vakitten beri, et ve yemeklerin kokuşması devam edegeldi. Çünkü, başlangıçta bir şeyi yapmak, onu başkası için yüklenip edegelen gibidir. Yine bu şekilde kadınlarda ihanet devam edegelmektedir. Çünkü kadınların annesi, İblisin iğvâsı ile hiyânet etti. Âdem Aleyhisselâm’dan önce yasaklanan ağaçtan yedi. Sonra onu Âdem Aleyhisselâm’a getirdi ve süslü gösterdi ve Âdem Aleyhisselâm’ın yemesini sağladı. Ve bu ihanet, o günden beri Hazreti Havva’nın kızları tarafından kocalarına yapıla gelmektedir. Sadî buyurdu: ihanet ilk bayındırlıktan beri vardır. Allah rahmetiyle seni ihanetlerden korusun Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 ========== oOo ========== Cennetler Sekizdir Sonra (bil ki) cennetler sekizdir. (Birincisi) Darü’I-Celâl: İçinde olan her şey nurdandır. Şehirleri, sarayları, evleri, avluları, balkonları, kapıları, merdiveleri, odaları, tavanı, tabanı, (altı üstü), çadırları, süsleri ve içinde bulunan her şey nûr’dandır. (İkincisi) Dârü’l-Karâr: Hepsi mercân’dandır. (Üçüncüsü) Dârü’s-Selâm: Hepsi kırmızı yakuttandır. (Dördüncüsü) Adn Cennetidir. Hepsi zeberced’dendir. Adn cenneti, cennetin köşk, saray ve kuyularıdır. 0 diğer cennetler üzerine daha parlaktır. Adn cennetinin kapısının iki kanadı vardır (ortadan iki tarafa açılmaktadır.) Kapıları zümrüt ve yakuttandır. Her iki tarafın arası doğu ile batı kadar geniştir. (Beşincisi) Me’vâ Cennetidir: Hepsi kırmızı altındandır. (Altıncısı) Huld Cennetidir: Hepsi gümüştendir. (Yedincisi) Firdevs Cennetidir. Hepsi incidendir. Duvarlarının tuğla ve kerpici altın, gümüş, yakut ve zebercettendir. Ve sıvaları, yine altın, gümüş, yakut ve zebercettendir. İki kerpicin arasına harç olarak misk konulmuştur. Sarayları yakuttandır. Odaları incidendir. Kapılarının kanatlan altındandır. Toprağı gümüştür. Çakıl taşlan mercandandır. Toprağı misk, nebatatı (otları) za’fe-ran ve anber’dendir. (Sekizincisi) Naîm Cennetidir: Her şeyi zümrüttendir. Haberde (şöyle bir rivayet vardır): “Muhakkak, mü’min cennete girdiği zaman, yetmiş bin bahçe görür. Her bahçede yetmiş ağaç vardır. Her ağacın üzerinde yetmiş bin yaprak vardır. Her yaprağın üzerinde “Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın peygamberidir. Günahkâr bir ümmet ve halbuki Rabbü’l-âlemin gafurdur (yazılıdır). Her yaprağın eni doğudan tâ batıya kadardır.” “Altından nehirler akar,“Cennetler” kelimesinin sıfatıdır.”Nehirler” kelimesi, “nehr“in cemiidir. “nehr” kelimesi (u ) he harfinin fetha ve sukûnüyle okunur. Nehir, Mısr’ın Nîl nehri gibi, çay ve dereden büyük, denizden küçük olan geniş su yatağına denir. Burada “Nehirlerden” murad; nehirlerin sularıdır. Cennette Herkesin Bir Makamı Vardır Mü’min ve kâfir hiç kimse yok ki onun mutlaka cennette bir makamı, ehli ve hizmetçisi vardır. Eğer o kişi Allah’a itaat ederse, cennette onun makamı, ehli ve hizmetçisi kendisine verilir. Eğer kişi, Allah’a asî olursa, ona mü’minler varis olur. Âsi, ehli, hizmetçisi ve makamından zarar etmiş olur. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi ========== oOo ========== Hikâye Hikâye olunur: Müslüman bir esir bir Aşûrâ günü kâfirlerin elinden kaçtı. Kâfirler, onu yakalamak için bineklerine binip arkasına düştüler. Müslüman esir, arkasında atlıları gördü. Yakalanacağını bildi. Ellerini göğe kaldırıp, dua etti: -”Allahım! Bu mübarek günün hürmetine, Senden beni bu kâfirlerin elinden kurtarmanı istiyorum,” dedi. Allahü Teâlâ Hazretleri, kâfirlerin gözlerini kör etti. Onu göremediler. Müslüman esir öylece onların elinden kurtuldu. O günü oruçla geçirdi. İftar vaktinde, kendisiyle iftarını açacak bir şey bulamadı. Aç ve susuz uyudu. Rüyasında, kendisine yedirdiler, içirdiler. Kalktığında, tok ve suya kanmıştı. Bu Müslüman bundan sonra yirmi sene yaşadı ve bu yirmi sene içinde açlık ve susuzluk hissetmedi. Efendimiz ( s.a.v.) Hazretleri buvurdular: “Onun yani Âşûrânın fazlını arayın. Çünkü, o mübarek bir gündür. Allah, onu günlerin arasından seçti. Kim bu gün oruçlu olursa, Allahü Teâlâ Hazretleri, bütün kullarının ibâdetinden ona bir nasib verir. Meleklerin, nebilerin, rasûllerin (peygamberlerin), şehidlerin ve sâlihlerin ibâdetinden bir nasib ona verir.” Bunlar oruçta olan fazilettir. Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1 |
|
![]() |
![]() |