Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08-19-2018, 08:29   #128
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak yeniakit.com Yavuz Bahadıroğlu yazıları

ilkokuldan*“Başöğretmen”im*Hikmet Beyin müthiş ideolojilerinden bahsedeceğim.Köy Enstitüsü mezunlarından olduğu için başka türlüsünü bilmiyordu. Öğrencilerini ideolojiyle doldurmanın, tek kanallı dünya görüşüyle kafalarını biçimlendirmenin vatana-millete iyilik olduğunu sanıyordu. hepimiz, anlamsız sloganları kekeliyorduk .*Hepimiz*laiklik, inkılâpçılık, devletçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik milliyetçilik*ile doluyorduk.*Bunlar meğerse CHP’nin altı okla simgelenen*“altı umde”si imiş; öğrendiğimde kötü hissettim, çünkü biz Demokrat Partiliydik.Her sabah, öğretmen hepimize esas duruşta*“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye başlayan sabah andını içirdikten sonra, Ne mutlu Türk’üm diyene!”diye bağırmak, sıra arkadaşımın göreviydi.*

Cahit’in sesi gürdü, ama hepimiz kadar Laz’dı.
Neyse, İstanbul’da karşılaşınca çocuklaştım kendimi tutamayarak sordum:*“Sesin gür mü, Cahit?”Ne o, yoksa beni türkücü filan mı yapacaksın?” diye sorarken, güldü.Eh, Türkçü olamadın, belki türkücü olursun.”*Buruk, gülüştük.
“Eskisi gibi Ne mutlu Türk’üm diyene’ diye bağırsana”*dedim Şaşkınca baka kaldı:
“Haydaa! Aklından zorun mu var senin? Uzun zaman kafam karışıktı. Peki, eğitim kafaları karıştırmak için mi verilir, berraklaştırmak için mi?
İnanın çocuklaşıyorum Başöğretmenim Hikmet Bey gelecek de, kafamdakileri okur okumaz şaplağı ense köküme indirecek diye ödüm kopuyor.*

Hiç düşündünüz mü dostlarım,*neden bu kadar çok andımız var ilkokulda başlayan and içme seremonisi hayatın her safhasında sürüyor...
Memur olurken Doktor, hâkim, vesaire olduğumuzda Milletvekili olunca and içiyoruz!..*
Bakan, Başbakan, ya da Cumhurbaşkanı olunca and içiyoruz Askerlikte and içiyoruz!
Ne*“and”mış, iç iç bitmiyor yeminli mali müşavirlerimiz var. Anlayacağınız, içimiz-dışımız yemin, and! Çözemiyorum: Türkiye neden düzelmiyor Neden işler yolunda gitmiyor?
Bunca anda rağmen, neden bol miktarda rüşvetçimiz, vurguncumuz, soyguncumuz, hortumcumuz var İçilen andlar ne oldu?
yeminler nerelere gitti Hiçbiri tutulmadığına göre, neden and içmeyi sürdürüyoruz Başöğretmenim Hani and içe içe ve*“Cumhuriyet/ Hürriyet”kafiyeli şiirler okuya okuya*“çok yakında”“muasır medeniyetlerin üzerine çıkacaktık?* Hani*“zenginleşecektik kalkınacak, gelişecektik yıllar geçti...Başöğretmenimin hayallerinden bir kısmı, gerçekleşti.*
Gerisi hikâye!*
*
Osmanlı padişahları diktatör müydü?

tüm seçimleri farkla kazanan Sn başkanımıza CHP diktatör”*diyor Diktatör görmek istiyorsanız tarihinize bakın”*diyesi geliyor, insanın. Bize böyle okutmuşlardı. Ders kitaplarında Menderes*“Sultan Abdülhamid*hatta tüm Osmanlı diktatör”dü…
Ama Milli Şef”*saltanatı demokrat”tı!*“Resmi tarih”*bu tez üzerine kurulmuştu. Resmî tarih-gayriresmî tarih”*çelişkisinde ortaokul öğrencisiydim. okul müdürü, kendim gibi*“edebiyattan anlayan”*bir*“deli”*bulup okul gazetesini çıkarmamı istemişti…Hemen duvara astık. Ne var ki, okuduğumuz tarihi eleştirme gafletinde bulunmuştum. ilk başyazımdı
haklıydım elbet:, çünkü Sultan Abdülhamidi işlerken, onu tahttan indirenleri* vatansever gösterip övüyor, ama*Birinci Dünya Savaşında Türkiye’yi anlatırken, aynı kadroya*“vatan haini”*ifadeler kullanıyor, yerin dibine batırıyorlardı

çelişkiyi satır satır aktardıktan sonra,*“Hangisi doğru? Bu insanların vatansever mi yoksa vatan haini mi”*diye sormuştum.ve Duvar gazetem kısa oldu. Duvarda yarım saat kalabildi. Müdür Bey, makalemi okur okumaz gazeteyi indirmişti…
yazımı yayınlayan gazetenin, idare tarafından kapatılması fikir suçlusu”olarak, yönetim tarafından, ilk sorgulanışımdı. Müdür Bey Babacan ve sert mizaçlı bir yöneticiydi. Beni azarladı:*“Sana gazete çıkar dedikse ortalığı karıştır demedik. Sana mı kaldı devletin kitabını tenkit etmek…”*
Sonra gülümsedi. ve öğüt verdi:*evlâdım, bu kafayla gidersen başın beladan kurtulmaz. Soruların doğru, ama sorma. okulunu bitir, büyü, bir bir baltaya sap ol; bunları sonra konuşur, yazarsın.”*

yıllar geçti; yıllarca okudum, yazdım, hâlâ inandığımı yaşayamıyor, düşündüğümü yazamıyorum. Hâlâ*“sus, söyleme”*diyorlar,* yüzlerce yıldır böyle:* Âkifde*“sus”turulmaktan yakınmış,*Yunus,*“Derviş Yunus, sana ‘söyleme’ derler/ Ya ben öleyim mi, söylemeyince?”*diye feryat ediyor. Görünen o ki, düşünen insanların ortak derdi, düşündüğünü aktaramamak…
paylaşamamak: Bu da*düşünceyi çileye dönüştürüp düşüneni “çilekeş” yapıyor!..
Üstad*Necip Fazıl şiir kitabına*“Çile”ismini vermiş Düşünmek, çile”dir!..Hele de*“aykırı”*düşünüyor ve devletle*çatışıyorsanız, dünya cehennemi sizi bekliyor demektir:*Yan ve öl!..Yine de*fikir öldürülemiyor:*Yanması için ateşlere atılan fikirler, Nemrut*ateşinden çıkan İbrahim misali, pişip*olgunlaşarak güçlü bir şekilde geri dönüyor

Şimdi gelelim,*“resmî tarih--gayr-i resmî tarih”*çelişkisine…Din ve tarih ikilem içinde ele alınıyor Türkiyede. Bu yüzden her şey kavgaya dönüşüyor…rahmetli Cemil Meriç’in deyişiyle, “deli gömleği”tuzağıdır bu toplumlara; biz galiba tuzağa düştük! Sadece totaliter rejimlerde rastlanan anlayış, Türkiye nin yakasını hiç bırakmamış…
Meselâ,*“resmi tarih”in “Kızıl Sultan”* dediği*Abdülhamid Han, alternatifinde*“Ulu Hakan”*olarak selamlanmış, resmi tarihin*“vatan haini”*ilan ettiği*Sultan Vahdettin, Vahidüddin büyük vatansever”*olmuş. saflaşmalar meydana gelmiş. İki tarafın bilgi sahibi olmayan kanaat sahibi fanatikleri, tarihi kişilerle olaylara tarih açısından yaklaşan dürüst tarihçiyi konudan uzak tutmuş.gerçek*Abdülhamid’le gerçek*Vahdettin,* tarihimizin gerçek”leri gibi, kaynayıp gitmişler.
Tarihe siyaset karıştırmanın, tarihi, ideolojik çatışmaya dönüştürmenin mahzurları oluyor. Ve bu mahzurlarla malul hale gelmiş milletler dirilemiyorlar. Faşist ve komünist ülkelerde görüldüğü gibi
*

“Yıldız Baykuşu” nedir?

Önümde, Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle*Maarif Vekâleti bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından*Burhan Asaf*ve*Vedat Tör’e hazırlatılıp İstanbul Matbaası’nda basılmış 1933 tarihli bir kitap var. Adı:*“Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine: Nasıldı, Nasıl Oldu?”Kitabın ikinci sayfasında
Sultan Abdülhamid’le,*Sultan Vahidüddin’in fotoğrafları yer alıyor.*Sultan Abdülhamid’in fotoğrafının alt yazısı şöyle:Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit.” Sultan Vahidüddin’in fotoğrafının altındaki yazı ise şöyle Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin.”

bugün, gerçek tarihçi,*Sultan Abdülhamid’i biliyor.*Sultan Vahidüddin’i ise, Anadolu’nun kurtuluşu için* Kemal Paşa’yı görevlendiren irade olduğunu biliyor. Bahis konusu kitabda bir hüküm yer alıyor, deniyor ki Sultanlar, sarayların dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir.”Sultanlar”,*yani padişahlar arasında ayırım yapılmadığına, göre,*Yıldırım Bayezid’i, Fatih Sultan Mehmed’i, Yavuz Selim’ Kanuni ilimsiz, insafsız ve vicdansız hükmün içine giriyor.*bu hüküm ilimsiz, insafsız ve vicdansızdır: sarayın dört duvarı arasında ömür tüketen mirasyediler, nasıl olmuşta Niğbolu’da,* Mohaç’ta,*Varna’da zafer üstüne zafer kazanabilmişler?Nasıl olmuş da, alınamaz denilen*Konstantıniye’yi alabilmişler?

Nasıl olmuş da*Sina*Çölü’nü aşıp Mısır’ı fethedebilmişler, Orduy-u Hümayunu Viyanaya götürebilmişler Bu kitabın diğer sayfaları iftiralarla dolup. hiçbir ayırım yapılmadan, padişahların astığı astık, kestiği kestik olduğunu, canları istedikçe insan boyunlarını vurdurduklarını ve Kana susamış diktatörler”*tabirini kullanıyor. Unutmayın
Padişahların diktatörlüklerine gelince:*Tarihi kişiler ve devletler, yaşadıkları devirle değerlendirilir.* Tarihe bugünün değerleriyle bakmak yanlıştır, tarihe aykırıdır. siyasi bir bakıştır: Yanılma ve yanıltmaya dönüktür Yazık ki o zaman ki, yönetim tarihe siyasi bakmış, yanılmış ve yanıltmışlardır
Ders kitapları bilimsel temele oturtulamamıştır. Hâlâ Padişahların astığı astık-kestiği kestik diktatörler olduğu işlenmektedir. Bunun böyle olmadığına, devirden devire, padişahtan padişaha değiştiğine örnek teşkil eden yüzlerce olay vardır

Fatih ve Mimar İpsilanti Efendi

günümüzde haklı değil güçlü kazanıyor, Oysa diktatör”*olarak tanıtılan osmanlıda haklı olan güçlüydü. Kuvvet haktaydı padişahla vatandaş arasında fark yoktu bir mahkeme sonunda sultan mehmet ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızıra Bak Hızır Çelebi, padişahtır deyu hüküm verseydin, kılıçla başını keserdim.demiş Kadı Çelebi ise minder altındaki topuzunu Padişah’a gösterip hükmü tanımasaydınız topuzla başınızı ezerdim cevabını vermiştir bugün emreyleyin kitabına uydururuz diyen zulme* kanun elbisesi giydiren sözde hukukçulara, veyl

Osmanlı döneminde, haklı olan güçlüydü ve Kuvvet haktaydı Mahkemede padişah ve vatandaş aynıydı Sultan Mehmet Fatih camii ustalarından Rum mimar İpsilantinin elini kestirmiş İpsilanti*Efendi hakkını isteyince Kadı Padişaha kükreyerek
Beyim, davacı ile yüzleştirileceksin ayağa kalk diye emreder ve Sultan Fatih emre hürmet eder Kadı Efendi*kısas hükmünü verir sultan hata ettiğini belirtir ve elini uzatır Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiş adalete boyun eğmiştir bu sultan fatihin adaletini anlatan sayısız örnektendir

Yıllarca osmanlı bize diktatör olarak tanıtıldı oysaki osmanlı bugünün aksine ,Adliydi Haklı olan güçlüydü Kuvvet haktaydı Sultan Mehmet elini kestirdiği bir gayri müslimin haklılığı anlaşılınca mahkemeye çıkmış kendisine ayağa kalk yüzleştirileceksin diye kükreyen ve kısas hükmü veren kadı karşısında ayağa kalkmış sonsuz bir hürmetle şu cevabı vermiştir padişahtır deyu hüküm verseydin, şu kılıçla başını keserdim

emreyleyin kitabına uydururuz”*diyen ve zulme*“kanun elbisesi giydiren hukukçulara, örnek olan osmanlı adalet timsaliydi ilk istanbul kadısı sultan mehmedi gayri müslim bir vatandaşla yüzleştirmiş kısas kararı vermiş sultan fatih ise kısas için elini uzatmış cezası diyete çevrilmiş cezayı sultan kendi cebinden ödemiştir sultan fatih kadıya padişahım diye ceza vermeseydin kılıçla başını keserdim diyince kadı şu cevabı vermiştir eğer padişahlığınıza güvenip hükme biat etmeseydeniz balyozla kafanızı ezerdim

“Vezarette kemalât aranır”

Sultan Fatih vezir-i âzamını azledip şu ibretlik cevabı verir zulmden habersizsen, gaflettesin def etmemiş isen zulmettin sayılır gaflet ve zulm ile vezarette muvaffak olunamaz. Vezire kemâl lâzımdır. kemalâtsiz imâret olmaz.Vezarette kemalât” özlediğimiz hasretlerimizden Öyle bir adâlet inşa edeceksin ki insanlar, neye inanırsa inansın eşit faydalanacak. Böyle bir örnek bugün hangi ülkede var?..Osmanlılarda vardı. adalet bozulursa, her şey bozulur

Osmanlıda adalet konusunda Müslüm-gayrimüslim ayırımı yokdu Macar Kralı Hünyad Sırbıstan’ı fethedip Ortodoks kiliselerini yıkıp Katolik kiliseler yapacağını söyleyince sırplılara Sultan Fatihin cevabı şu olur Sırbistan’ı fethedip camiler kurup dinînize hassasiyet göstereceğiz osmanlının ulaşılamayan inanç hürriyeti Hıristiyanlarla Müslümanların farkını ortaya koyan başörtüsüne dahi hazmedemeyenlere verilmiş bir ibret dersidir
*

Kaynak habertürk.com murat bardakçı yazıları

Bedelli askerlik ve edepsizlik
*
Güneydoğu’dan artık çok şükür eskisi kadar şehit haberi gelmiyor ama canlar yine gidiyor, üstelik kalleş tuzaklara kurban oluyorlar. Yüksekova’da, astsubay eşini ziyaretten dönen Nurcan Karakaya’nın otomobili PKK’nın koyduğu patlayıcı ile havaya uçtu; Nurcan Hanım hayatını kaybetti, 11 aylık bebeği hastahanede can verdi.memleketde cinayet işlenirken,bir kampanya var: Bedelli askerlik kanunundaki 21 günlük eğitimin kaldırılması isteniyor, tweet atılıyor, bilmem kaç bin imzalı dilekçeler derken iş “parası ile değil mi? Verir parayı alırım”a dönüyor geçmişteki bedelli askerlik uygulamalarının kaç gün ve kaç lira olduğunu hatırlar mısınız?1992’de 60 gün eğitim vardı! Askerliklerini o sene bedelli yapanlar dört gün izinli kabul edilmişler ve 56 günde terhis edilmişlerdi. Bedelli için 2011’de ödenen 30 bin, 2014’te 18 bin lira idi, alındığında bugün ödenecek olan 15 bin liranın kat kat fazlası

önceki uygulamada yüksek bedel ödeyenler birkaç sene sonra düşük bedel alındığını görünce “eşitlike aykırı iddiası ile dâvâ açmışlardı.Bedelli yasasında 21 günlük eğitimin gerekli olup olmadığı tartışılır, kampanyalar düzenlenebilir ama edeb şartı ile!
haklı gerekçelerle, meselâ evinde hastası olduğu için, güç belâ kurabildiği işinden endişesi ile yahut ailevî sebeplerle bedelli bekleyenlere sözüm yok. Ama vatanî görevi yapmak zor geldiği için senelerce “Bedelli diye ağlayıp sızlayanların şimdi olsun da bitsin” dercesine verilecek 21 günlük eğitime karşı çıkıp kendilerini “21 gün mağduru” gibi göstermeleri ve “Mağduriyetimiz giderilsin” şamatası yapmaları, şımarıklıktır! Hele “21 günlük eğitim kaldırılmadığı takdirde yerel seçimlerde görüşürüz” gibisinden tehditlere kalkışmak edepsizlik, eğlence niyetine de olsa etrafa “Beş bin lira daha vereyim de içtimaya kalkmayayım” mesajları göndermek terbiyesizliktir!

küstahlıkları yapanlar güney sınırlarımızda bir savaşda bulunduğumuzu düşünmeye tenezzül etmeden, bölgedeki gerginlikleri hatırlarına getirmeden ve Güneydoğu’da sadece askerlerin değil ailelerinin de terör hedefi oldularını, 11 aylık bebeklerin bile hayatlarını kaybettiklerini umursamadan utanıp sıkılmadan askerliği maddiyata bağlayıp “Parası ile değil mi? Kaç para? Söyle, vereyim de keyfimi bozma!” havasına bürünüyorlar.Karşımızda herşeyi para ile ölçen, maddiyattan başka bir şey düşünmeyen, ne varsa satın alabileceğini zanneden ama zevk u safâya devam edebilmeleri için yirmili yaşlardaki gençlerin, kadınların ve bebeklerin şehid düşmekte olduklarını görmekten âciz, cür’etkâr bir güruh var!
Bu güruh 1980’lerdeki sosyal değişiklikleri “Paran varsa istediğin herşeye sahip olabilirsin” mantığına dayayıp çocuklarını o kafada yetiştiren sorumsuz neslin eseridir 21 günlük eğitimle böylelerine az bile olsa birşeylerin öğretilebilmesi mümkündür!
*

Sanatçı solcu olmalı” terânesi, sanatçı olmayı beceremeyenlerin avuntusudur!
*
Entellerimiz, dantellerimiz ve söyleyecek sözleri olmadığı için sadece iktidara değil herşeye ve hattâ aynada gördükleri çehrelerine bile muhalif lâf ola beri gele aydınlarımız son günlerde Mazhar Alanson ile Bülent Ortaçgil’e demediklerini bırakmıyor Alanson “Hem Atatürk’ü severim, hem peygamberimi”; Ortaçgil de Yüzde 48 yüzde 52’yi, yüzde 52 de yüzde 48’i tanırsa kavga biter” dedi ya… İplerini çekiverdiler! Ne yalakalıkları kaldı, ne iktidara biat ettikleri, ne hayranlarını aldattıkları ne de pastadan pay kapmaya çabaladıkları…Her iki sanatçının da müziğini barlarda uzun senelerdir içki ile mezenin ayrılmaz refakatçisi yapanların hiddet buyurmalarının sebebi mâlûm: Sanatçı dediğin mutlaka solcu olmalı imiş,

iktidarın yanında yer alanlara “sanatçı” denmezmiş, iktidara muhalefet etmeyen Alanson ile Ortaçgil sanatçı değilmiş ve hayranlarını aldatmış mış
inanmayın: “Sanatçı dediğin solcu olmalı” terânesi safsatadan ibarettir ve sanatçı olmayı beceremeyenlerin sarıldıkları çürük bir iptir!
Adam hırsına rağmen sanatda bir yere gelememiştir; yeteneksizdir, beceriksizdir, tembeldir “sanatçı” görünüp hayran toplamak, istemektedir ama vermemiş Mâbud, n’eylesin Mahmud?Çaresiz kalınca idolojiye sarılır, ideolojiyi sanat gibi gösterir, Cihangir ve Çeşmede arz-ı endâm eder, “Sanatçı dediğin muhalif olacak, iktidara karşı çıkacak!” gibi sözlerle etrafındaki fukaranın gözünü boyar,

hayranlık krizine girebilmek için üstad arayan fukaralar saçmalamaları vecize zannedip dört bir yana yayar ve netice: önemli bir “solcu entelektüel” sanatçıdan” buyurmaz mısınız?
Böylelerinin eserleri, hatırda kalacak başarıları yoktur ama çenebazdır Bir sanatçı “solcu” ve “muhalif” olur, zaten olmaması tuhaftır, 20. asrın sanatına yön isimlerin birçoğu solcudur, rejime muhaliftir ama şöhretlerini “Sanatçı dediğin solcu ve muhalif olmalı” goygoyu ile değil, eserleri ile elde etmişlerdir. Hakiki sanatçı “Ben solcuyum, solcu olduğum için muhalifim” diye sayıklamaz, hangi görüşte olduğu mâlûmdur ama şöhretini siyasî değil, eserlerine borçludur. Meselenin diğer tarafı daha himaye”, Batı’nın “patronaj” dediği müessese,

geçmişte devlet büyüklerinin sanatçıyı himayeye almaları, maddî ve manevî destek vermeleri …
Avrupa’da geçmiş devrin papaları, bilmem nerenin kralları, prensleri, dükler; bizde de sultanlar, paşalar, beyler ve zenginler olmasa idi klâsik sanat” bulunmazdı! Batı dünyasında Leonardo’dan Bach’a, Türkiye’de de İsmail Dede Efendi’ye kadar önemli isimler eserlerini bu himaye sayesinde verebilmiştir…Sanatçı dediğin solcu olmalı” terânesine inanmayın ve bu sanatçı olmayı beceremeyen yeteneksiz güruhun avuntusndan ibaret olduğunu da unutmayın!
*


Sabahattin Ali’nin Atatürk’e ‘Beni affet’ mektubu

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye’deki resmî arşivler düzenlenip Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Dünyanın en zengin arşivlerinden evrak hazinemizin geleceği hakkında çok yazacağım ama bugün Cumhurbaşkanlığında muhafaza edilen ve edebiyat tarihimiz bakımından önem taşıyan bir mektubu yayınlayacağım mektup “Kürk Mantolu Madonna”, “Kuyucaklı Yusuf” ve “İçimizdeki Şeytan” gibi romanları ve şiirleri ile Türk Edebiyatı’nın en çok okunan yazarı 1948 Nisan’ında Kırklareli’nde, Bulgaristana yakın katledilen ve üzerinden yetmiş sene geçmesine rağmen hâlâ ortaya çıkartılamamış Sabahattin Ali’ye ait.

Sabahattin Ali, Cumhurbaşkanlığında bulunan mektubu 14 Nisan 1933’te Konya Cezaevi’nden Atatürk’e göndermiş! Konya’daki “ ortaokulda Almanca öğretmeni olan Sabahattin Ali 1932’de “Hey anavatandan ayrılmayanlar / Bulanık dereler durulmuş mudur?” mısraları ile başlayan ve Mustafa Kemal’e, İnönü’ye ve devlet adamlarına hakaretler eden bir şiir yazdığı iddiası ile tutuklanmış, 12 ay mahkûm olmuş, Yargıtay cezasını 14 aya yükseltmiş ve yazar bu ceza sebebi ile devlet memurluğundan çıkartılmıştı.
Sabahattin Ali, Atatürk’e altına 15 kuruşluk bir pul yapıştırarak gönderdiği mektubunu Konya Cezaevi’nden yazıyor, “Ben böyle bir şey yapmadım” diyor, Atatürk’ten affını istiyor ama affedilmiyordu

Sabahattin Ali’nin Atatürk’e yazdığı ve hapis affını istediği mektubu.ŞİMDİYE KADAR YALAN SÖYLEMEDİM…”Ellerinizden öperim efendim” sözleri ile biten mektubunun tam metni:
“Reisicumhur Mustafa Kemal Hazretlerine,
Zât-ı âlinizi kastederek hakaret eden bir şiiri yazmış ve okumak cürmü ile bir sene hapse mahkûm edildim. Beni en çok üzen yediğim ceza değil, sizin büyük isminizin intikam vasıtası olarak kullanılabilmesi ve müsamaha keyfiyetidir. önfikirli hükümlerden, sakat düşüncelerden ve korkudan uzak bir heyete kabahatsizliğimi ispat edebilirim. Fakat bütün bunlara lüzum kalmadan işi yüksek kararınıza bırakmayı tercih ettim: ‘Ben böyle bir şey yapmadım’ diyor ve inanmanızı rica ediyorum.

şimdiye kadar yalan söylediğim görülmemiştir. Ne karakterde bir adam olduğum Maarif Vekâleti’nden sorulabilir. inanacağınızı ümit ediyorum. Şimdilik sözlerim ve teminatımdan inanılacak kuvvette görülmediği takdirde size müracaat ediyor affımı rica ediyorum.hakkımı ispat edeceğimi bilmesem ricada bulunmazdım. Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuzdan eminim. Ellerinizden öperim efendim. 14 Nisan 1933.


Bir “Enver Paşa” muhasebesi

Enver Paşa’nın 96. vefat yıldönümünde
Paşa hakkında toplantılar yapıldı, yazılar yazıldı, lehinde ve aleyhinde olur-olmaz iddialar ortaya atıldı bu yazıyı yazmam farz oldu Bir kesim Enver Paşa’nın “imparatorluğu batıran hain” olduğunu söylerken, diğer kesim Paşa’yı yere göğe koyamıyor, büyük bir asker, kahraman ve “Turancı” olduğunu anlatıyor. Bu iddialar ne ilk ne de doğru Tarih ve biyografi kulaktan dolma bilgilerle, tahminlerle belgeyle yazılır…

Şevket Süreyya Aydemir’in yakın tarih hem de biyografi şâheseri olan bir benzerinin ortaya konması mümkün olmayan üç cildlik “Enver Paşa”sı kısaca anlatayım:Enver Paşa memleketi için birşeyler yapmaya çalışan, imparatorluğu kurtarmaya uğraşan ama hayalperestliğiyle aldığı yanlış kararların neticesinde maalesef mağlûp olmuş bir askerdir! uğradığı mağlûbiyet sadece kendi hayatına değil, koskoca bir imparatorluğa mâlolmuştur Hakkındaki vatan hainliği” abartılı, saçma ve aptallıktır mağlûbiyet her asker için mukadderdir ve mağlup askeri “hain” diye nitelemek zavallılıktır! Meselâ, Fransanın gelmiş geçmiş en önemli askeri Napolyon askerî
macerasını büyük bir yenilgi ile noktalamış hayatı okyanus ötesindeki küçük bir adada son bulmuştur

o Fransa’nın “Napolyon”udur. Napolyon’a “hain” diyene deli gözü ile bakılır, “kahramanlık yolundaki sözler tuhaf karşılanır. Fransız tarihinden Napolyon’u çıkarttığınız takdirde o âyarda bir asker ve siyasetçi bulabilmek zorlaşır. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa…Millî kahraman kabul edip ismini üniversitelere, okullara, mahallelere ve caddelere verdiğimiz marşlar bestelediğimiz Osman Paşa’nın şöhreti bir zaferden değil yenilgiden gelir Plevne’deki zorluklar sonucu Ruslar’a teslime mecbur kaldığını ve Rus ordusunun burnumuzun dibine, Yeşilköy’e geldiğini bilmeyiz, bilenlerimiz telâffuz etmez Ama, Gazi Paşa büyük bir askerdir ve dillere destan direnişi sayesinde millî kahramanımız olmuştur.

Enver Paşa ile arkadaşları askerlik ve siyasete memleketi kurtarmak maksadı ile çıkmışlardı 1900’lerin başında “memleketi kurtarmak” Sultan Abdülhamid’in tahtdan indirilmesi demek diye düşünülüyordu Paşa İkinci Meşrutiyetle
hürriyet kahramanı” olarak isim yaptı 1909’da Abdülhamid hal’ edilip sürgüne gönderildi, dört sene sonra İttihad Terakki ve Enver memlekete hâkim oldu, dünya savaşına girildi ve iktidarı tam olarak ele alındıktan beş sene sonra, 1918’de ne memleket kaldı, ne iktidar! Öyle bir yenilgi yaşadık ki, memleketin dört bir yanı payitaht İstanbul işgale uğradı.Büyük bozgunda ordunun başında Enver Paşa vardı ve yenilgi ile neticelendi iktidarı

Enver paşa bir asırdır sallanan ve parçalanan memleketi toparlayabilmek hevesindeydi iyi niyetle başlayan yolculuk düşünülmeden gençlik ve hayalperestlikle önce imparatorluğun, sonra da kendi sonunu getirdi.Paşa’nın İstanbul’dan ayrılıp şans arama hevesi ile Orta Asya’da giriştiği ve 4 Ağustos 1922 sabahı Tacikistan’ın sınırları içerisindeki Abıderya Köyü’nde Rus mitralyözü ile noktalanan hayatı, hüzün ötesi ıztırapla dolu uzun bir mücadeledir ve Paşa şehid olduğunda sadece 41 yaşındadır Kişileri efsaneleştirmeyi severiz efsaneleştirmek istediğimiz şahıs başarılı olamasa bile onu kurtarıcı ve kahraman gibi gösterip başarı sahiplerinin karşısına rakip ve “asıl kahraman” gibi çıkartmaya çalışmak kurtulamadığımız fena âdetlerimiz ve hatalarımızdandır

Türkiye’de Enver Paşa’yı Mustafa Kemal ile mukayese etmek gibi gereksiz, yanlış ve olmayacak bir iş yapılıyor! Dünya Harbi’ndeki birçok bozgun, meselâ Sarıkamış hatırlara getirilmeden Çanakkale yahut Kutülamâre zaferleri öne çıkarılıyor, zaferlerin Enver Paşa sayesinde kazanıldığı söyleniyor sonradan gelen bozgunun sorumlularının kim olduğu düşünülmüyor, Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasında kalite mukayesesi yapılıyor.*Enver Paşa mağlûp değil de galip olsa idi, Türkiye’de Mustafa Kemal’in ismi yahut “Kemalizm” değil, Şark milletlerine mahsus yüceltme merakı ile “Enver” ve “Enverizm” sözleri işitilecek; okullarda, kışlalarda ve resmîyette Enver’in fotoğrafları ile büstleri yeralacak, meydanlarda heykelleri yükselecekti.

Bugün mukayeseye çalışılan taraflardan biri mağlûb diğeri galib olmasına rağmen mağlûbun ismini kullanarak olmayan bir zafer ve kahraman yaratmaya çalışanlarımız mevcut! İstiklâl Harbi’nde Mustafa Kemal değil de Enver Paşa yahut İttihadçılar bulunsa idi, perişan olmuştuk! Millî Mücadele hayal uğruna girişilen bir savaşa döner Sevr’den beter hâle gelirdik! Enver Paşa’nın “Türkçü” ve “Turancı” olduğunu söylüyorlar
Enver Paşa “Turancı” değil, “İslâmcı”dır. Mektuplarda“Turan“ sözü birkaç yerde geçer kasdettiği “Turan” ideoloji değil, İran’ın doğusu ve Orta Asya’daki Türk bölgeleridir. “Turan’a gidiyorum” demek “Turan İmparatorluğu kurmaya gidiyorum” değil, “Orta Asya’ya gidiyorum” demektir.

Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile başlayan yurtdışı macerası Türk devletlerini ve boylarını biraraya getirme hevesi değildir, “Turan ülküsü” söz konusu olmamıştır. Yapmak istediği, İngiltere’nin emperyalist gücüne son verecek “intikam” hareketi başlatmaktır ve bu hareketin temelinde “İslamcılık” vardır…Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında sürgünde kaleme aldığı şu ifadeler düşüncesinin “Turan”değil “İslâm Dolduğunu açık şekilde aksettirmektedir:
İngilizler dişleri sökülmüş yılan gibi sürünürken İslam kazanacak”, “…İngilizler’e karşı açtığım İslâm ihtilâl bayrağının altında bütün müslümanları toplayarak İngiliz aleyhinde çalışacaklarla Bolşeviklerle birlikte mücadeleye devam fikrinden hoşlanıyorum. İnşaallah bu hem Müslümanlar’a hem memleketimize çare olacaktır”, “…Muvaffak olursak Türkiye, İran, Afganistan birliği vücut bulmuş olur. İslâm hem İngilizler’e darbe vurur, hem de Avrupa’nın altolması için Bolşevikler’in serbest kalmasına vesile olur. İnşaallah bunun hayata geçtiğini görerek seviniriz” sürüne sürüne, toprak odalarda duman içinde, maddeten ve senden uzak mânen, yalnız İslâmları kurtarmak teşebbüsüyle yaşıyorum”.

Enver Paşa’dan bahsedilirken tuhaf unvanlar ve sloganlar kullanılıyor. biri, “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” Bu ibâre, Paşa’ya sürgünde musallat olan ama onu hemen her konuda aldatan, ölümünde bile rolü bulunan Kuşçubaşı Sami’ye aittir! “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” ibâresini Paşa’nın şehadetinden üç hafta sonra, 1922 Ağustos’unda Çegen Tepesi’ndeki mezarınında sarfetmiş bu sözler Enver Paşa’nın hatırasına güya “şerefli bir unvan” gibi yapıştırılmıştır gençler ise Paşa’dan bahsederken tuhaf bir slogan kullanıyor, “Sen hayal kur, biz ölelim Paşam” diyorlar…Başkalarının hayalleri uğruna niçin öleceksiniz Hele o hayaller Sarıkamış’ta, Gazze çöllerinde, Galiçya’da birçok yerde yüzbinlerin canına mâlolmuş ise…
Enver Paşa’yı hatâları ve sevapları ile târihe bırakıp “geçmişin önemli bir şahsiyeti” olarak kabul etmek yerine hatırasını rekabet, mukayese, hakaret ve didişme vasıtası yapmaya devam ettiğimiz müddetçe, rûhu asla huzur bulamayacaktır!
*
Amerika ve izzetinefis
*
Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence’de alışkanlık oldu, adam Türkiye’ye lâf etmeden duramıyor. tehditlerini tekrarlayıp Amerika’nın Rahip serbest kalana kadar Türkiye’ye yaptırım yapmaya hazırlandığını” söyledi.patronu Trump’ın tehditlerinin ardından “Washington’un hakettiği cevap, ‘F’ ile başlayan dört harfli bir kelimedir!” destek veren çok sayıda yorum geldi ama tek tük “Olmaaaz! Dış politika bu şekilde gitmeeeez! Böyle şey söylenmeeeez!” diyen “ zevât da çıktı!
tavsiyelerinden bazılarını, bedelini ödersiniz, ya ödetirsiniz. Bu iş gücünüze göredir” diye yazan Fatih Altaylı’nın ne dediğini, Amerika’ya posta koymamızı mı yoksa alttan almamız gerektiğini mi söylediklerini anlayamadım.

İzzetiniz ile oynanıp gururunuzun hakarete uğradığı durumlarda “karşılık vermeye gücüm yeter ama böyle yaparsam bedelini ödetirler” diye düşünülmez böyle düşünmek ayıptır! Türkiye, mükemmel bir memlekettir! Birinci Dünya Harbi’nden mağlûbiyet ve perişan çıkmış pâyitahtı, başkenti işgale uğramış, toprakları taksim edilmiş yokluklara rağmen zafere muvaffak olduğu İstiklâl Savaşı ile “izzetinefisi ne olduğunu ve muhafazası için zorluklara katlanılması gerektiğini bütün âleme göstermiştir. Amerikan yönetimi başkan ile yardımcısının Türkiye’ye karşı dangıl-dungul sözlerini ciddîye almamış olacak ki, ânî ve sert bir karşılık vermemizi engellemek maksadıyla kriz yumuşatıcı ifadeler kullanıyor. Trumpın tehdit vari yaptırımlarının askerî alanları kapsamayacağından dem vurup ittifakın önemini vurguluyorlar ve Ankara temkinli bir politika götürüyor.iş izzetinefis ve millî gurura geldiğinde Koy ulan ambargonu! denmesi hemen ardından “F” ile başlayan dört harfli kelimenin sarfedilmesi kaçınılmazdır

Sultan Abdülâziz zamanında imparatorluk güçsüzdür ingilizler İstanbulda istediklerini yapmaktadır İngiliz savaş gemisi Çanakkalede bir Türk gemisini batırır ve denizcilerimiz hayatını kaybeder İngiliz sefiri Sultan Azize tazminat teklif ederek meseleyi önlemeye çalışır ancak sadrazam Fuad Paşa, Padişaha efendim batan, Türk bayrağıdır. tazminat kabul edemezsiniz İngilizler özür dilemelidir. Kabul buyurmazsanız işte istifam diyince İngiltere, Türk karasularına izinsiz girdiği için özür diler ve denizcilerimize tazminat verir...

Osmanlının güçsüz olduğu 1860’larda Sultan Abdülâziz tahttadır İngilizler Çanakkalede bir Türk gemisi batırmış ve tazminat teklif etmiştir sadrazam fuad paşa Padişaha Amaaaan efendim tazminatı kabul edemezsiniz denizde batan Türk gemisi değil Türk bayrağıdır diyince Sultan Abdülaziz İngiltereye resmen özür diletmiştir Zamanın güçsüz Osmanlı hükümeti, bayrağı kaza ile de batsa zamanın güçlü İngilteresine resmen özür diletmiştir Devletin izzeti nefsi, işte budur!

Kaynak yeniakit.com yavuz bahadıroğlu yazıları

Kahve ve kahvehane isyanları

Kahvehane ve kahve yasağı önce*Mekke’de gerçekleşti: 1532 de saygın din bilgini Ahmed Sunbati, “Kahve denen nesneyi içmek de, satmak da, bulundurmak da haramdır”*dedi
öğrenciler sokağa döküldü. kahvehaneler basıldı kahve içenler tartaklandı.*Karşı görüşten din adamları fetvanın aksini iddia ediyordu*“Helâldir”.
kavga sürüp gidiyor, bir fincan kahve yüzünden insanların canı yanıyor, dükkânlar kırılıyordu.
Sonunda*Kadı Mahmud İlyas duruma el koydu: Âlimleri haram olmadığını ortaya koyunca, kahveyi*“mübah”ilân eden bir fetva yayınladı.
Memlük Sultanı Kansu Gavri zamanında Mekke Muhafızlığına atanan*Hayrbay* bir yasak koymuş (1511), ne var ki, Mekke Müftüsü yasağı delmişti.

Sultan Kansu Gavri*çıkardığı emirname ile*“kahvenin mutlak haram sayılmamasını duyurmuş, tiryakileri rahatlatmıştı.kahve bir dönem Papa tarafından da yasaklanmış Papa, kahveyi*“Hıristiyanlığa aykırı”bulmuştu.*Marsilya’da kahve yüzünden doktorlar ayaklanmış, içilmesini zararlı bulmuşlar ve hükümeti uyarmışlardı.
İngiltere Kralı ile Prusya Kralı*Frederik,*1732 de kahveyi yasaklayıp kahvehaneleri kapattılar.*
Osmanlılarda ilk kahve yasağı*Kanuni zamanında çıktı. Kahvehaneler yıkıldı, ama muhalif âlimler Tartışmalar sürdürdü Tartışmalar sürerken, kahvehaneler yer altına çekildi gözden uzağa taşındı.*Manavgat’ta dünyaya geldiği için Manav”*lâkabıyla anılan İstanbul Kadısı*İvaz Efendi,*yasaktan sonra, kahvehaneleri basar, ocak ve kazanları yıktırdı

baskın korkusundan kahvehanelerin ön kapıları kapatılmış, her kahvehaneye bir arka kapı açılmış. Müşteriler arka kapıdan girip keyiflerine bakıyormuş“Rahmetli Sultan Üçüncü Murad zamanında, ikazlar oldu Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) kahvehane yasağının temelinde, tarihimize*“büyük yangın diye geçen yangının etkisi var: İstanbul’u kül eden yangın bir kahvehaneden çıkmıştı.Buna öfkelenen Padişah,*emir verdi ve kahvehaneleri kapattırdı.*Daha sonraki padişahlar ise kahvehaneleri devletin kontrolüne alacak mekanizmaları kurmaya çalıştılar. kahvehaneleri tümüyle kapatmaksızın,*“ibreten zaman zaman birkaç kahvehane kapattırmayı uygun buldular.

Ünlü Osmanlı tarihçisi*Naima Efendi*(1665-1716), kahvelerin kapatılmasıyla ilgili Faziletli ve görgülü insanların toplandığı kahvehaneler bir günde hâk ile yeksan edildi”*diyor.Yıkımdan kurtulmak isteyen uyanık işletmeciler kahvehanelerine o dönemde kitap koyup adını*“Kıraathâne”*Okuma Evi olarak değiştirdiler. fikir tuttu ve*“kahvehane”ler Kıraathâne”ye dönüştü.*
*

Şaşırtıcı bir özgürlük belgesi: Amannâme

Fetihten hemen sonra Fatih’in İstanbul Galata’daki Hıristiyan Ceneviz halkına dair yayınladığı* “Amannâme”*bugünün demokrasilerini bile hayrete düşürecek bir*“özgürlük belgesi”dir… Günümüz Türkçesiyle Biz ki, emir-i âzam Sultan-ı muazzam Murad Han oğlu Pâdişah-ı emir-i âzam Sultan Muhammed Han’ız! Yerleri ve gökleri yaratan Allah adına, büyük Peygamber’imiz Muhammed Aleyhimüsselâm adına, yüce kitabımız Kur’an-ı Azimüşşan adına, Allah’ın yüz yirmi dört bin peygamberi adına, büyük babamız, oğullarımız adına, kuşandığımız kılıç adına yemin ederiz şehrin Katolik papazları tarafından, Bab-ı Hûmâyûnumuza mümessil gönderilen rahipler dileği üzerine, Galata halkının, âdet ve ibadetlerini serbestçe yapmalarına izin veriyoruz.*

Ahalinin barınakları, dükkân, bağ, değirmen, gemi, ticarethane ve smallarına dokunulmayacaktır. Ailelerine sahip olacak istedikleri gibi idare edeceklerdir. Ticaret mallarını satmaya izinlidirler. Karada ve denizde serbestçe seyahat edecek gümrük ve angaryadan muaf tutulacaklardır. kanun ve kaideler ebediyyen hükümran olacaktır. Biz onları, kendimizi korur gibi koruyup gözeteceğiz. Kiliselerinde diledikleri gibi âyin düzenleyip papazlara kötü söz söylenmeyecektir.”
Günümüzden 550 yıl önce, Sultan Mehmed Han’ın, fethettiği yerli ahaliye ki onlar Fatih gibi inanmıyor, Fatih gibi konuşmuyor, Fatih gibi yaşamıyorlardı temel hak ve hürriyetleri beş maddede özetlemek mümkündür: İnanç İbadet Kıyafet Seyahat Ticaret hürriyeti,

Sizce hangi yönetim daha insanî ahlakî, vicdanî?..*
Ortaçağda fethettiği toplumlara insanî ve vicdanî haklar bağışlayan Fatih Sultan Mehmed mi yoksa modern çağda, aynı müsamahayı kendi toplumundan esirgeyen*“çağdaş anlayış mı?
Çocuklarımıza bu örnekleri okutmadık. Osmanlı padişahlarının*“diktatör”olduğunu söyledik Ders kitaplarında onlardan bahsederken Asarlar-keserler”*dedik:*“Yakarlar-yıkarlar, kimseye de hesap vermezlerdi”*diye not* düştük.
Oysa şeyhülislâm Padişaha Seni kılıcımla doğrulturum”diyebilmiştir...Bir Kadı, min*der*i*nin altına sakladığı dem*ir to*pu*zu padişaha gösterip,*“Padişahlığına güvenip hükmümü din*lem*e*sey*din bil*la*hi gürz ile başını ezer*dim”*diyebilmiştir. Bir başka Kadı Emir Sultan Yıldırım gibi öfkeli genç bir Padişahı,*Namazlarını cemaatle kılmadığın için çıkan ‘binamaz’ söylentisini giderene kadar şahitliğini kabul etmiyorum”diyerek mahkemeden kovabilmişti
*

İnsan insanın kurdu mu, yoksa kardeşi mi?

“İnsan insanın kurdudur”*sözünü*“atasözü”olarak duyduğumda tepki göstermiştim…Çünkü atalarımız böyle bir hayat yaşamamışdı. Tam tersine, ailevi, ve sosyal hayatları, sevgi ve kardeşlik üzerineydi Sevgi ve kardeşlik öylesine köklü, öylesine yaygındı ki, sadece*“din kardeşleri”ni kucaklamakla kalmaz,*başka din ve dilden, insanları sarmalarlardı. Onlardan sevgi taşar, bitki ve hayvanlara ulaşırdı.Atalarımız, , şefkat, fazilet, adâletli bir hayat yaşarlardı.
Buna tarih şahittir. Bence mesele,*“İslâmî devlet”, “İslâm ekonomisi”, “faizsiz bankacılık”, “şeriat”, “hilâfet”*gibi kavramlarla kendimizi tüketmek yerine, tek bir konuya odaklanmalıyız:
“Cehalet Çağı”nı*“Saâdet Asrı”na dönüştüren sır nedir Efendimiz, yıkıcı insanları*“yapıcı insan”a nasıl dönüştürmüştür?

Hz. Ömer’i düşünün Efendimiz’i öldürmek üzere evinden çıkan Ömer’le, birkaç saat sonra evine dönen Ömer arasındaki farkı çözmeye çalışın.
O birkaç saatlik gerçeği yakalayabilmek, insanı Hz. Ömer’e yaklaştırır. Cehaletin özü şiddettir!
Şiddetin anası adâvettir Adâvetin çerçevesi nefret, haset ve bencilliktir! Bunlar kalbi karartır, duyarsızlaştırır…Sonuç olarak insanın içinde yaradılıştan var olan sevgi ve şefkat ölür.
Onlar öldüğü zaman insan insanın kurdu”*olur!
Efendimiz’in geldiği dünya işte böyle bir dünyadır ve cahiliye”*denmiştir. Hayat şiddet üzerinedir …
İnsan kininin emrinde yaşamaktadır…Cidal savaş ve kavga hayatın vazgeçilmezidir Kalbler kararmış, sevgi, şefkat ve merhamet yüreklerden çıkmıştır ki, babalar diri diri kız evlâtlarını toprağa gömerken, anneler seyre başlamıştır.

toplumsal yapı değişiyor…Başkalaşıyor…
İyileşiyor.Nefretin yerini sevgi, şiddetin yerini şefkat, cehaletin yerini ilim-irfan, düşmanlığın yerini dostluk, kıskançlığın yerini anlayış, bencilliğin yerini paylaşım alıyor. “İnsan insanın kurdu”*olmaktan çıkıyor, “insan kardeşi”*haline geliyor. Bu değişimin adı*“yürek inkilâbı”dır…
vahiy, mimari Efendimiz*aleyhisselâtu vesselamdır.
Getirdiği mesaj iman”,“adâlet”,*“şefkat”*ve* “sevgidir şöyle özetleyebiliriz…Ahlâk, fazilet, merhamet, izzet, iffet, kemalat, sıdk feraset, samimiyet…Peygamber çağının*“Saâdet Asrı”*Devr-i Saâdet olarak anılması bu yüzdendir.*“Cehaletin vurucu-kırıcı, ilkesiz insanı* Kıble yürekli insan”a dönüşmüş, kıble yürekli insanlar Allah’a dayanmanın gücünü adaletle dengeleyerek en büyük devleti kurmuşlardır.

onları taklit eden milletlere Allah büyük devletler kurmayı nasip etmiştir Selçuklular ve Osmanlılar
önce hak etmek gerekiyor. Kul hak ederse ikram-ı İlâhi imdada yetişir. Devr-i Saâdet’te, Selçuklu ve Osmanlıda böyle olmuştur. Osman Gazi’nin mürşidi Şeyh Edebali’nin, insanı devletten önce dikkate vermesinin hikmeti debudur:*“İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın!” sevgili dostlarım; önce insan!
Âlim yetiştirmeden ilmi gelişme yapamazsınız…
Faziletli insan yetiştirmeden faziletli devlete dönüşemezsiniz…Ailede adaleti gözetmezseniz, adaletle yönetilmeyi hak edemezsiniz.
Her şey açık:*Önce imanlı, ahlâklı, faziletli, adâletli, izzetli, iffetli, merhametli insan yetiştirmemiz gerekiyor.Öğretmenlerimizden bunu bekliyoruz.*
*
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla