Tekil Mesaj gösterimi
Alt 07-30-2023, 16:39   #4
Kullanıcı Adı
alperen
Standart
HAYVANLAR ALEMİ -4
SELİM GÜRBÜZER

DEVE
Adı: Deve
Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.
Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.
Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yedikleri yağa çevrilip “Yolcu yolunda gerek†tarzında tavır sergileyen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf nokta hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki; 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Dolayısıyla beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çeker. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.
Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktalar. Bu yüzden ona “Çöl gemisi†yakıştırması yapanlar pekte haksız sayılmazlar. Bundan öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.
İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki;
Allah Resulü (s.a.v) ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmişti ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:
-Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpmişti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.
Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koymuştu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.
Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile â€œİşte Allah’ın Habibi geldi†diye heyecan varı haykırıyorlardı.
Hakeza genç kızlar:
“-Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda†ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişçesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı.
Ensar söz birliği yapmışçasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.
Habib-i Ekrem (s.a.v) Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi.
Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değil, bütün Medine halkı idi.
O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü de oluyordu.
LAMA
Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden insanların hizmetine amade olmuş binek taşı olarak dikkat çeker. Öyle ki Lamalar Güney Amerika’da yaşayıp, yaklaşık 100 kilogram ağırlığında yük taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan insanların gözde iri cüsseye sahip hayvanlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya kızdırıldıklarında homurdanıp tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende bir canım, bu kadarı da pes doğrusu†dercesine kendince mesaj vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da Yavuzca davranış sergiler.
İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır.
SIĞIRLAR
Sığırlar; sütünden, derisinden ve etinden faydalandığımız hayvanlardır. Peki ya yavrusu? Elbette ki yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz bezinin salgıladığı hormon) denen hormonun ürettiği sütle beslenir. Malum sığırlar geviş getirerek sindirim yaparlar. Fakat onların sindirim işlemi bizimkinden farklıdır, yani aşama aşama gerçekleşiyor. Besbelli ki her memeli yiyecekleri bir şekilde mideye gönderebiliyor, burada bir sıkıntı yok zaten. Ancak bir istisna var ki yiyecekler arasından selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan sığır gibi kolay kolay sindirememekte. Madem öyle, inek bunu midesinde nasıl sindiriyor diye düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır. Şöyle ki; inek tarafından yenilen otlar ilk evvela doğrudan işkembeye gönderilir. Sonra otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler veya birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır hale getirilir. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konuma geçer. Zira otlar işkembenin kasılma hareketleriyle ağza gönderilir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir meyvenin suyunun çıkarılmasına yönelik sıkma işleminin uygulandığı bölüm olarak dikkat çeker. Derken şiraze halde çıkan ürünler en nihayet üçüncü bölüm olan mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ olur karbon hidrat vs. olur. Bir başka gerçek şu ki; ot yiyen hayvanlar yırtıcı hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Anlaşılan böyle yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne avlanılıyorlar ne de et yiyorlar. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınıp gözde hayvanlar olarak ağırlanırlar. Niye ağırlanmasın ki, zira sütü iyi bir besleyici kaynaktır. Malum süt içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade olabiliyor. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği davranışında gizlidir.
Ayrıca dünyamızda evcil sığırların dışında yabani sığırlarda vardır. Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat bulmaksızın hayata veda etmekteler. Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulabiliyor. Mesela yine dağda yaşayan Tibet sığırı var ki; adından yak diye söz ettirir. Öyle ki; kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmez de. Hele postunun tüylü olması onu soğuktan koruduğu gibi dağın tepesi karla kaplı olsa da bir şekilde toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor. Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun, önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır.
Birde yabani öküz var ki; görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser seslerin yansıması. Derken bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk eden yenilmiş sayılır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan korur. Bu arada kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabiliyor. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır.
GERGEDAN VE MANDA
Gergedan ve manda gibi hayvanlar filden sonra iri cüsseli olarak dikkat çekerler. Buna rağmen onlarda kendi dışında küçük hayvanlara muhtaçlar. Şöyle ki; üzerlerine musallat olan kene ve pireler kanlarını emmekteler. Dolayısıyla kene ve pirelerin defi için yardımcı kuvvetlere gerek vardır. Bunun için bazı küçük yapılı kuşlar adeta imdadına yetişirler. Onların bu yardımını derinden hisseden gergedan ve manda üzerine konmasından zevk alırlar. Hatta zevk almak bir yana onlara binek taşı olurlar.
Manda ve inek gibi hayvanların kolu olmadıklarından üzerlerine üşüşen sinekleri kuyruklarıyla uzaklaştırırlar. Demek ki kuyruk deyip geçmemek gerekirmiş. Aksi takdirde hayvancağız rahatsızlıktan huzursuz olacaktı.
Gergedanın bir diğer tipik özelliği serseri mayın misali bir yerlere toslamasıdır. Toslaması huysuz olduğundan değil, gözlerinin küçük olmasından dolayıdır. Öyle ki; toslarken küçük ağaçları köklerinden bile koparabiliyorlar. Tabiî bu arada olan boynuza olmaktadır. Neyse ki kırılan boynuzun yerine bir yenisi gelebiliyor. Boynuzlar aynı zamanda yırtıcı hayvanlara karşı kalkan görevi yapar. İlginçtir koca gövdelerini kısa ve kalın yapılı bacaklar sayesinde taşıyabiliyorlar. Onların en büyük zevklerinden biri de hiç kuşkusuz su içerisinde boylu boyunca uzanmalarıdır. Belli ki hem serinliyorlar, hem de korunuyorlar. Yani, üzerindeki çamurların kurumasıyla birlikte güneşin o kavurucu sıcaklığından korunmuş olurlar. Derisi deseniz seyrek kıllı, kalın ve kırışık yapıdadır. Bu arada kat be kat katmerli derisine musallat olan parazitlerden kurtulmak için de çamura yatarlar. Bu da yetmez, ikinci bir takviye güce ihtiyaç vardır. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz üzere üzerilerine konan minicik kuşlar gagalarıyla asalakları bir bir temizleyerek gereken takviye yardımını fazlasıyla yapmaktalar zaten. Hatta ağzını açıp dişlerini bile onlara temizletmekten yüksünmezler. Temizliğe öylesine önem verir ki; dışkısını bile rast gele yere bırakmaktan imtina edip, tam bir çevre bilinci edasıyla bir ağacın veya çalılığın altını eşeleyerek üzerini örtmektedir. Her şeyden öte tuvalet adabı nedir bilmeyen insanlara bu davranışıyla örnek olur. Bir başka önemli özelliği de kalabalık halde yaşamayı sevmemesidir. Daha çok yalnızlığı tercih etmektedir. Bu arada ürkek hayvan olması hasebiyle pek rahatsız edilmeye gelmez. Çünkü parladıklarında tehlikeli olabiliyorlar. Keza insanı gördüğünde ise kaçmayı yeğler.
BOĞA ANTİLOP (Taurotragus derbianus)
Boynuzgiller familyasından olup yeryüzünün en büyük antilop türü, otçul ve ceylan benzeri bir hayvandır. Ayrıca ağaçların yapraklarını kemirmeyi de ihmal etmezler. Otu keskin dişleriyle kesip ağzına aldıktan sonra çiğnemeksizin direk olarak dört bölümden oluşan midesine gönderip geviş getirmektedir. Bu arada kendi türleri arasında postunun kahverengi ve beyaz çizgili olmasıyla fark edilir. Oldukça iri ve boğa görünümlü olmasına rağmen saatte 70 kilometre hızla koşan, aynı zamanda 1,5 yüksekliğe bir atlet misali sıçrayabilme kabiliyetiyle dikkat çeker. Hatta arkadaşlarının üzerinden atlayarak adeta 'birdirbir' oyunu oynamaktalar. En büyük düşmanları ise tabiî ki aslan ve sırtlan olmaktadır. Çok darda kalırlarsa kendini en yakın nehrin sularına atmayı göze alacak kadarda cesaretlidirler. Gerektiğinde düşmanına korku salmak için havlama narası bile atar. Bir köşeye sıkıştırılsa da kesici ve sivri toynakları sayesinde düşmanı karşısında hemen pes etmez. Yani boynuzları bir noktada düşmanını saldırma fikrinden caydırabiliyor. Böylece öküz varı başlı boynuzuyla yavrularını koruma becerisi sergiler.
Antilopların bazı türleri var ki; sadece erkeklerinde boynuz vardır, bazılarında ise hem erkeğinde hem dişisinde vardır. Hatta türler arasında boynuz tasarım farklılıkları da söz konusudur. Yine de genel itibariyle boynuz ağırlıkça uzunca helezoni borazan şeklindedir. Bu yüzden Afrikalılar boynuzundan borazan yapıp müzik enstrümanı olarak kullanmaktalar. Hele bir kızmaya dursun derhal yönünü rüzgâra doğru çevirerek koşup insana bile karşı koyabiliyor.
Mesela Adaks iri cüsseli hayvan su ihtiyacının çimenlerin neminden temin edebilen bir antiloptur. Zaten böyle olmasaydı kuru olan yerlerde gezinmesi mümkün olmayacaktı. Onlar için nemli bir rüzgâr bile su ihtiyacını karşılamak demektir. Hakeza Arap ceylanı türü de öyledir. Bunlarda su ihtiyacını geceleri bitkilerin üzerinde ki çiy damlalarından giderir.
BİZON
Bunlarda boynuzgiller familyasında olup kıvırcık bir yele ve kamburumsu omuzları ile dikkat çeken otçul iri yapılı bir hayvandır. Tabir caizse bir tür yeleli yaban öküzüdür. Şu bir gerçek; Kızıl derililer bir zevk uğruna çok sayıda bizon tükettiler. Tüketmekle kalmayıp tüyünden mont yapıp güya kendilerince soğuktan korunmaya çalıştılar. Hatta etlerini kurutup gıda olarak yemeklerine katık yaptılar. Bu arada yağını da almayı ihmal etmeyip muhafaza altına aldılar. Bir anlamda bu hayvanlar bilinçsiz avlanmanın kurbanı oldular. Şöyle ki; yıllar yılı kovalarken dünyamız cihan savaşların eşiğine geldi. Böylece bizonlar ikinci dünya savaşının acımasız tahribatı sonucu bu sefer beyazların ihtirasıyla birlikte gittikçe nesli azalan canlı durumuna düşmüşlerdir. Günümüzde kala kala Amerika bizonu ile Avrupa bizonu kalmıştır. Abdurrahman Karakoç’un bu konuda öylesine mükemmel bir şiiri var ki, Hasan Sağındık bu güzel şiiri siyah ağıt klibin de;
“Önce ellerinde İncil
Sonra tüfekle geldiler,
Evleri ekinleri bizim olan topraklara
Uzak ülkelerin uğursuz insanları
Ne hakla geldiler anam, ne hakla geldiler
Misafir olmak, dost olmak dururken
Şart mıydı ellerinde silah olması.
Bizimde yüreğimiz vardı
Sevmesini bilirdik.
Suç muydu derilerimizin siyah olması.
Dövdüler, vurdular, sürdüler
Öz çocuklarımızı öpüp koklayamadık
Bize ait olan her şeyimizi
Yeni efendilerimiz aldılar
Namusumuzu bile saklayamadık.
Ve işte onlardan geriye kalan:
‘Boş bir klise,
Taş bir kule
Bronz bir çan!’
Gel bunları da götür, gideceğin yere
Adaletsiz medeniyetin babası,
Ölçüsü menfaat olan, beyaz insan†diye seslendirip bir dramı güzel sesiyle zaten yorumlamış ta.
Neyse olanlar olmuş, biz yine de beyaz adamın hışmına uğrayan bizonlar konusuna devam edebiliriz pekâlâ. Bilindiği üzere bu hayvanlar her türlü tedbiri elden bırakmayan yönüyle dikkat çekmekteler. Öyle ki; 800–1500 kilogramlık vücudunu ağaçsız düz otlak yerlerde gıdasını temin ettikten sonra bulunduğu yeri değiştirip kurak kalmasının önüne geçebiliyorlar.
Gebelik süresi 9,5 ay olup dünyaya tek yavru gelmekte. Aynı zamanda yavrusuna karşı son derece şefkat sahibidir. Üstelik yavrusu doğar doğmaz bedenini yalayarak hayata tertemiz girmesini de ihmal etmez. Ayrıca sürüler halinde yaşamaktalar. Bu arada kendi aralarında ki kavgada kim galip gelirse sürünün reisi o olur.
CEYLAN
Ceylanın iri gözü birçok insanı cezp etmiş olsa gerek ki sevenler âşık olduklarında genelde sevdiğine ceylan gözlüm derler. Sevilen sevenden kaçar ya, ceylanda hele kaçmaya dursun yakalayana aşk olsun. Öyle bir kaçışı var ki; hızı saatte yaklaşık 100 kilometreyi bulmakta. Hatta ani refleksle uzun kuyruğu sayesinde dönüş bile yapabiliyor. Şayet avcılar tarafından yakalanabilirse bir zaman sonra evcil hayvan hale gelebiliyor da. Onun hızlı koşma kabiliyetini bilen avcılar yakalamak istediği hayvanı onun vasıtasıyla abluka altına alabiliyor. Böylece ceylan abluka altına aldığı hayvanı sahipleri gelinceye kadar bekletip emaneti teslim etmeyi de ihmal etmez.
Ceylanlar çift toynaklı hayvanlar olup, Afrika ve Batı Asya’nın çöl bozkırlarında mesken tutarlar. Derisi kahverengi tonda, üzeri yer yer beyaz beneklerle serpiştirilmiş, alt karnı tamamen beyaz olup ince ve zarif görünümlü yay boynuzlu bir hayvandır. Boynuzları yaşadığı sürece bir ağaç misali boy verip adeta o boynuzlar onun tacı olur. Aynı zamanda çiftleşmeleri eylül ve kasım aylarında denk gelip altı aylık bir gebelik sonunda tek yavru doğurur. Emzirme süresi ise üç ayı bulmakta. Böylece ceylan yavrusu 1 yıl annesinin bağrında yaşadıktan sonra rüştünü ispatlayacak konuma gelir. Ceylanlar otçul olması hasebiyle çiçek ve meyve bile yiyebiliyorlar. Onların en büyük düşmanları aslan, tilki, kurt, kartal, çita ve çakallar olup, tehlikeyi sezdiklerinde kendilerine özgü kısa aralıklı sesler çıkartarak birbirlerine haber salarlar. Böylece kurda kuş yem olmadan kaçış zamanını önceden ayarlamış olurlar. Düşmanları arasında ona yetişebilecek tek memeli hayvan çıta olsa da hızlı koşmak açısından yine de bu rekor ceylana ait bir rekor olarak kalır. Her şeyden öte onların hızlı koşmalarının yanı sıra zıplamaları da bir hoştur.
GEYİK
Geyiklerin en dikkat çeken yönleri hiç kuşkusuz boynuzlarıdır. Bilindiği üzere boynuzları dal budak salmış hilal şeklindedir. Öyle ki kocaman boynuzlarından leoparlar bile çekinmekteler. İlginçtir boynuzların büyümesi bir noktadan sonra durmaktadır. Demek ki boynuz bir programın, bir hesabın veya bir ölçünün gereği; ne normalden fazlasına, ne de kısa kalmasına izin verilir. Takriben 30 kilogram ağırlığında ki boynuzları besleyen kan damarları belli bir süre sonra hizmet dışı kalıp, estetiği her halükarda muhafaza edilir. Tabiî ki boynuzsuz olanları da var. Bunlar malum dişilere has kılınmış bir durumdur. Böylece dünya üzerinde 60 çeşit geyikten sadece Karibu geyiğinin dışında kalan erkek ve dişi geyikler arasında ki farkı fark etmiş oluruz. Dolayısıyla savunma mekanizması boynuz sayesinde gerçekleşir. Yani boynuz onlar için en büyük kalkandır. Onların bir başka özelliği hiç kuşkusuz dişi geyikler uğruna hem cinsleri arasında cereyan eden amansız kavgalarıdır. Bu kavgada boynuzlarıyla rakibini alt edip, ancak galip gelebilen dişi geyiğe sahip olabiliyor. Er meydanında yenilenler ya açlıktan, ya da bu kavganın sonucunda kükremiş aslana yem olmaktadır.
Boynuzlar her kış kopmakta olup baharda yeniden boy verebiliyor. Hatta zaman zaman boynuzunun bakımını da ihmal etmezler. Ağaçlar adeta boynuzlarını parlatmak için sürttükleri bir araç olmakta.
Vücutları ise kambur görünümünde olup ayakları koşmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Vücutlarının rengi çevreye uygun yaratıldığı için kendini düşmanlarından gizlemesine vesile olabiliyor. Onların en belirgin özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz özgürlüğe tutkun olmasıdır. Şayet evcil olarak hayvanat bahçesine alınırlarsa bir iki yıla kalmadan hayatını yitirmektedir. Çünkü tutsak kalmak fıtratına uygun değildir. Ayrıca yavrularına karşı son derece düşkün yaratıklardır. Tıpkı bir anne gibi yavrusunu bağrına basıp koklamaktadır. En sevdiği gıdası ise göllerde ki sazlık ve su bitkisi nilüfer olmaktadır. Hakeza sarkık dudakları ağaç yapraklarını yemeye elverişli haldedir.
Geyiklerin birde yabani türü var ki; vücutları yünlüdür. Mesela Ren geyiği bunun tipik misalidir. Keza tüylü olmasının yanı sıra kalın postu onu sıcak tutmaktadır. Yine geniş tırnakları kışın otların üzerini kaplayan kar tanelerini ayıklamaya yaramaktadır. Aynı zamanda Ren geyikleri yük taşımakta da kullanılır. Öyle ki kışın kar tipi demeden pusulasız yol bulabilecek ferasete sahipler, niye kullanılmasınlar ki.
ZÜRAFA
Hayvanat bahçesine gittiğimizde aramaksızın rahatlıkla görebileceğimiz en uzun ve derilerinin üzeri yer yer siyah beneklerle süslenmiş bir memeli hayvan olarak bizleri büyülemektedir. Bu yüzden karaların en uzun hayvan rekorunu çoktan hak ettiler bile. Bu arada boylarının uzun olmasına bakarak kan dolaşımı nasıl sağlanıyor diye şaşmayın. Nasıl ki en yüksek ağaçların tepesine iletim borularıyla suyu gönderen Allah, elbet zürafanın da kalbini diğer hayvanlara göre büyük yaratarak kan pompalamasını bütün vücuduna yayılacak şekilde tanzim etmiştir. Aynı zamanda onlar sessizlikleriyle dikkat çekmektedir. Aslında onun sessiz olması ses tellerinin ve dilsiz olduğu anlamına gelmez. Ses telleri boyunlarının uzun olması hasebiyle diğer hayvanlara göre etkisiz gelişmiş olup varlığı ile yokluğu bir gibi gözükmektedir. Dilleri ağzın epey uzağında 45–50 cm uzunluğunda olmasına rağmen daha çok sükût lehçesini tercih etmektedir. Bu sükût lehçesi ile sanki bizlere mesaj vermekte. Belki de sükûtumuzdan alamayan sohbetimizden bir şey alamazsınız dercesine hareket etmekteler. Ya da “Söz gümüşse sükût altındır†atasözünü hatırlatmaktalar. Ayrıca uzun siyahımsı kirpiği ve koyu kahverengi gözleriyle bir bakışı var ki; her an insanın âşık olduğu sevgilisini hatırlatacak cinstendir. Yani gözleri yediden yetmişe herkesi kendisine hayran bırakmaktadır. Uyurken de ayakta uyumaktalar. Pek nadiren yatarak gözlerini kapayanlarda vardır. Keza bir yürüyüşleri var ki; alımlıdır, son derece zarifçe koşmaktadır. Hatta yürürken yürüyüş biçimini bile değiştirebiliyor. Hele sürüler halinde dolandıklarında sanırsın ki askeri birliklerin gösterisi. Zaman zaman ormanlarda tıpkı bir at gibi süzülerek dörtnala koştukları da görülmüştür.
Zürafalar malum ağaçlık, çalılık ve yüksek yaylalarda yaratıldığından ister istemez gıdası ağaçlar olacaktır. Hatta derisindeki benekler araziye uyumluluk sağlamak için donatılmıştır. Böylece düşmanlarınca kolayca fark edilmeyeceklerdir. Boyunları ise uzun yaratılmış olup ağaç yaprakları ve filizlerle beslensin diyedir. Dahası yediği gıdaları geviş getirerek hazmeden bir hayvan olarak bilinecektir. Hatta uzun boylu hayvan olması hasebiyle doğum yaparken yavrusu yüksekten düştüğünde ölebilir de. Olsun yine de bir daha ki doğumda “Kalan sağlar bizimdir†anlayışıyla bir şekilde neslini devam ettirebiliyor. Yavrusu ise anne karnında 14–15 ay yaşayıp doğduktan 20 dakika sonra ancak ayağa kalkabilmektedir. Genç zürafalar kendi aralarında çocuklar gibi oyun oynarken sürekli ebeveynlerince gözetlenirler.
Belki de zürafaların en zaaf noktası suya düştüklerinde yüzememeleridir. Kaldı ki su onlar için her an boğulma tehlikesi demektir. Bir su içişleri var ki; görülmeye değer. Zira esnek yaratılmış bacaklarını iki yana bükerek içmekteler. Fakat su içerken mutlaka dikkat etmelidir. Her ne kadar su içene yılan değmez denilse de aslanlar genelde onu bu durumdayken saldırmaktadır. Tabiî ki amansız kavgada bazen zürafa galip çıkmakta, bazen aslan. Aslında uysal hayvanlardır, ama tehlike anında ister istemez kendini savunmak adına saldırgan olabiliyorlar. Ömürleri ise 25–30 yıl süre ile sınırlıdır.
ZEBRA
Zebra aslan gibi yırtıcı hayvanların tehdidi altındadır. Dolayısıyla her halükarda kendini korumasını bilmeli, ama nasıl. Bir kere onu yaratan Allah düşmanından koruyacak şekilde derisini çizgili post ile donatmış ki ot ve dallar arasında kamuflaj olabilsin. Nitekim ot ve dalların arasında gölgeleriyle birlikte gizlenebiliyorlar da. Bununla da kalmayıp başlarını ağaç yapraklarıyla örterek işi garantiye almaktadır.
İlginçtir zebralar tamamen birbirlerine benzememekte. Ancak üzerindeki siyah ve beyaz çizgi desenleriyle akrabalarından ayırt edilebiliyorlar. Bunların da tıpkı atlarda olduğu gibi yeleli saçları var olup, genelde sürüler halinde Afrika’da yaşarlar. Beslenecekleri besin kaynağı ise su ve ottan ibarettir. Bu arada zebralar atla birleştiklerinde doğacak yavrusuna zebrat denmektedir.
FİL
Fil deyince ilk evvela hortumu akla gelir. Hortum onunla anlam kazanır zaten. Hortum gerektiğinde iyi bir koku ve nefes alma aracı, gerektiğinde yerden bir şey almak için ağzına götüreceği bir alet, gerektiğinde sırtına yük yüklemek için bir kol, gerektiğinde duş alma aygıtıdır. Sanılanın aksine hortum su içme borusu değildir, daha çok kap su içme vazifesi görür. Yani suyu çekip ağzına püskürtmek için kullanır. Derken hortumunda biriktirdiği suyu yutuverir. Aynı zamanda yazın o kavurucu sıcaklarda biriktirmiş olduğu o yaklaşık 6–7 litrelik suyu vücudunun serinlemesi için kendince yağmurlama sistemine dönüştürebiliyor. Demek ki hortumu sadece basit boru gibi görenler yanılmaktadır. Oysa borunun ötesinde en hassas kokulara bile duyarlı yaratılmış bir donanım olduğu otaya çıkıyor. Hatta bu mükemmel donanım sayesinde insan kokusunu bile alabiliyor. Tabiî sadece koku almak bir yana kavga sırasında avını hortumla çepeçevre sarıp avlayabiliyor da. Nitekim öylesine güçlü bir hortumu var ki; ağacı kökünden bile sökebiliyor.
Filler bir başka açıdan incelendiğinde geniş yelpaze şeklinde kepçe kulakları ve sürekli uzayan iki üst kesici dişleriyle dikkat çeker. Öyle ki; ağzında ki diş paha biçilmez değerde olduğundan fildişi uğruna gereksiz yere hayvan telef edilmektedir. Maalesef insanoğlunun tarak, baston ve şemsiye sapı, kolye, satranç taşı, bilardo topu ve tespih gibi süs eşyalarına merakı bu hayvanı avlamaya yönlendiriyor. Neyse ki avlanmaları hususunda birtakım yasaklamaların ortaya konulmasıyla birlikte hayvancağız bir nebze olsun soluk alabilir duruma gelmiştir.
Üremeleri tıpkı insanlar gibi çiftleşerek neslin devamı gerçekleşir. Hamilelik süresi ise 21 aydır. Ayrıca 3 yılda bir 90–100 kg ağırlığında bir yavru doğurmaktadır. Üstelik erkek filler dişilerden ayrı olarak sürüler halinde yaşamaktalar. Öyle ki sürü içerisindeki arkadaşlarının başına bir şey gelse hemen yardımına yetişirler. Asıl vatanı ise Asya’dır. Yazın sıcaklarda üzerine üşüşen sinekleri yelpaze şeklindeki kulaklarıyla uzaklaştırmaktadır. Bu arada fırsat buldukça göllere girip temizlenmeyi de ihmal etmeyecek kadar narin ve nazik hayvanlardır. Hatta yıkanmakla kalmayıp gövdesini ağaca da sürtmektedir. Böylece tüylerini parlatıp güzel görünmeye çalışır. Bu arada erkeklerin testisleri karın içerisine sarktığından dolayı dışarıdan bakılınca torba halinde görünmemektedir. Dişilerin üreme organı ise döllenmeye uygun bir şekilde arka kısımda yaratılmıştır. Bu arada filler yavrularına karşı son derece şefkatlidir. Hatta onları yalnız bırakıp bir yere gitmezler, gidecekse de beraberinde götürmeyi yeğlerler.
Beslenmesine gelince, gövdesinin kaba olması veya karada yaşayan memelilerin en güçlüsü olması dolayısıyla onun 225 kg ot yiyebileceğini ve 200 litre su içebileceğini tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Dolayısıyla koca vücutlarını beslemek için bütün gün yiyecek peşinde koşmaktalar. Özellikle ot, meyve ve ağaç yaprakları vazgeçilmez gıdası olmaktadır. Fiziki ağırlığı ise 5–6 tonu bulur. Bu kadar ağırlıktaki yükü elbette ki geniş tabanlı şekilde yaratılan ayakları sayesinde taşımaktadır. Ayrıca görme ve işitme duyusu zayıf bir yaratıktır. Zaten görme duyusu olmasa bile güçlü koku alma duyusu sayesinde rahatlıkla yön tayini yapabiliyor.
Vücut derisi gri renkte olup, aynı zamanda sert deri ile kaplıdır. Onlar dev bir cüsseye sahip olmalarına rağmen son derece itaatkâr hayvanlardır. Zaman zaman halka tepeden bakan bazı entel tayfa için “fildişi kuleden bakan tipler†deriz ya, aslında bu tabiri kullansak ta, filler insanlara tepeden bakmazlar. Kaldı ki kundaktaki bir bebeği bile yanına koysanız kesinlikle zarar vermezler. Sirk gösterilerinde kullanılması bunu teyit ediyor zaten.
Bir zamanlar mamut isimli fil varmış. Her ne kadar nesli kesilmiş bir hayvan olsa bile Kuzey Sibirya'da, Kutup dairesi yöresinin tundra bölgesinde cesedinin bulunması onun hakkında fikir vermeye yetmiştir. Hatta bir takım bulgular ışığında boyunun 4 metre civarında, hortumunun yukarı kıvrılabilir özellikte olduğu, derisinin kalın ve kürklü olduğu, dişlerinin 4 metreyi bulduğu anlaşılmıştır.
Fili bir başka açıdan da yâd ederiz. Şöyle ki; Ebrehe bir zamanlar Arapların o taş binaya bağlayan gücün sırrını çözememenin derin düşüncesiyle meşguldü. Öyle ki; o taş bina ayakta kaldığı sürece kendi yaptırdığı kiliseyi sevdiremeyeceğini düşünüyordu. Derken Habeşistan’dan gelen takviye kuvvet niteliğindeki Mahmud adlı Fil öncülüğündeki orduya hücum emri verir de. Fakat emir vermekle iş bitmiyordu. Çünkü bütün uğraşılara rağmen fil bir türlü yerinden kalkmıyordu. Fil yere mıhlanmıştı sanki. Sonunda hayvana mızrak darbeleriyle vurmaya başladılar. Onlar acımasızca vura dursunlar, o derisinden kan fışkırmasına rağmen tınmıyordu hala. Belli ki hayvanda olsa gizli bir ilahi kaynaktan emir almış görevini yapıyordu. Aslında Fil’in kalkmaması ikinci ibret varı ihtardı, ama anlayana. En nihayet fille uğraşmaktan vazgeçip pes ettiler. Zira fil’i de orada bırakıp yola devam ettiler.
Mekke’ye tam yaklaşacakları sırada bu sefer ansızın gökte beliren kuş ordusu gözükmeye başladı. Semadaki kuş ordusu Fil vakasını hafızalardan silmişti, ama şimdi bambaşka bir tufanla karşı karşıya kalmanın heyecanı sarmıştı. Nefesler tutuldu o an, fırtınadan önce sessizliği andırıyordu etraf adeta, gözler pür dikkat kuşlarda idi, acaba ne yapacaklar diye merak sardı herkesi. Nihayet üçüncü uyarı, hatta son vuruş diyebileceğimiz son ibret varı ikaz fırtınadan önceki sessizliği bozacak türdendi. Nitekim gökten sağanak sağanak inen nohuttan küçük taşlar kocaman orduyu hezimete uğratmaya yetti arttı da. Ebreh’e Ebabil kuş sürülerinin akınıyla yenilgisinin tatmanın yanı sıra, vücuduna isabet alan ağır darbelerin yol açtığı sancıların izdirabı ile her geçen gün ölüme yaklaştığını derinden hisseder gibiydi. Niye hissetmesin ki, baksanıza çürüyen bedenin akıbetinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmesi onun için ölümden bile beter vaziyetti. Son nefesini vermeye yakın demlerde vücudu öyle bir hale geldi ki kendisi kendisinden iğrenir hale gelmişti. Hatta etrafındaki insanların bile ondan hızla kaçtıkları gözlerden kaçmıyordu. Nihayet terk edilmiş bir adam olarak pisipisine bu dünyadan göç eyledi. Zira Allah-ü Teala; “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruzâ€(En’am,65) diye beyan buyurmakta.
Her şeyden öte tarihe Fil vakası olarak geçen bu olay aslında Habib-i Kibriya’nın artık yeryüzüne şeref vereceğinin bir alametiydi. Velhasıl; bu olay olduğu zaman Âmine annemizin doğumunun yaklaştığı günlerdi.
ARSLAN
Hiçbir hayvan onun kadar vakur değildir. Bu yüzden edebiyat konusu bile olabiliyor. Baksanıza şairin “Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi†mısraları sanırım bu hayvan hakkında fikir vermeye yetiyor artıyor da. Yani o kükremiş coşkun bir sel gibi nice bentleri çiğneyip aşan ormanların reisi bir büyük kedi cinsi hayvandır. Korku nedir bilmeyen, rakibini tir tir titren bir vücut yapısı söz konusudur. Sadece vücudu değil elbet, ses tonu da dehşet saçmaktadır. Şu da bir gerçek avını iş olsun diye avlamamakta, yani ihtiyacı için avlar.
Aslanlar aynı zamanda gruplar halinde yaşayıp, avları genellikle zebra, antilop ve manda gibi iri cüsseli hayvanlardan oluşur. Hele iri bir hayvan onun eline düşmeyi versin, derhal güçlü pençeleriyle yediği darbe ile yere yığılmaları bir olmaktadır. Hatta güçlü dişleriyle hayvancağızı paramparça hale getirirler. Kaldı ki hem cinsleriyle izdivaç uğruna amansız kavgalara girmeyi bile göze alabiliyorlar. Özellikle çiftleşme zamanında gözüne kestirdiği eşini elde etmek için kendi aralarında kıyasıya mücadelelere girişmekten çekinmezler. Bundan da en önemlisi rakibini yenen arslanlar eşiyle tenha yerlere konaklayana kadar kilometrelerce yürüyüşe çıkarlar. Derken iki haftalık bu romantik yürüyüşün ardından vuslat gerçekleşir. Böylece kendi çaplarında neslini devam ettirmiş olurlar.
KAPLAN
Vahşi hayvanlar denilince aslan ve kaplan akla gelmektedir. Gerçekten de kaplan yırtıcı ve bir o kadar da vahşi, etçil büyük kedili bir memeli hayvan olarak biliriz. Genellikle kamuflaj olabileceği ortamı da iyi seçip orman ve otlaklarda mesken tutarlar. Zaten derilerinde kahverengiden saf siyaha kadar değişen çizgilerin bulunması avlayacağı hayvanlar nezdinde çalıların gölgesi diye algılanıp ona kamuflaj özelliği katmaktadır. Hatta onları su birikintilerinde, göllerde ve nehirlerde yıkanırken görmekte mümkün olup, iyi bir yüzücü izlenimi verirler.
Kaplanın diğer tüm kedilerde olduğu gibi sivri tırnaklara sahip olmanın yanı sıra güçlü çene yapısı ve sivri dişleriyle tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki pusuda pür dikkat bekleyen kaplan, gözüne kestirdiği hayvanın üzerine atılır atılmaz bir anda omuriliğini kopartmasıyla nefes borusunu delmesi bir olmaktadır. Hatta bununla da yetinmeyip apar topar atardamarlarını paramparça yaparak avının hıncı hamurunu çıkarmaktadır. Onun eline düşmeye dur, kurtulmak ne mümkün, tek bir darbesi öldürmeye yetiyor zaten.
Çiftleşmeleri kedilerde olduğu gibi büyük gürültü eşliğinde gerçekleşmekte ve bir doğumda 3- 4 yavru yavrulamaktadır. Üstelik hayat boyunca erkek ve dişi kaplan sayısı eşit sayıda üremektedir.
Ormanların taçsız kralı diyebileceğimiz kaplanların müthiş güzellikte ki çizgi çizgi efkârımsı derisi insanoğlunun iştahını kabartmış olsa gerek ki tuzağa düşürülerek habire kurban verrler. Dolayısıyla avcıların bilinçsizce avlamaları yüzünden kaplan neslinin tükenme riski söz konusudur.
LİGER VE TİGON
Babası aslan annesi kaplansa biliniz ki; bu ligerdir, tam tersi babası kaplan annesi aslan ise bu da tigon bir melez hayvandır. Zaten İngilizce lion aslan, tiger kaplan demek. İşte İngilizce kökenli bu kelimelere istinaden bu iki hayvana liger ve tigon denilmiş. Kalıtsal olarak ta hem anneden hem de babadan aldıkları özellikleri ile fiziki görünüm kazanırlar. Dışarıdan bakıldığında genelde baş kısmı aslana, vücut kısmı da kaplana ait bir fiziki görünüm arz eder. Nasıl ki at ile eşeğin birleşmesinden katır meydana geliyorsa, aynen öylede aslan ve kaplanın çiftleşmeleri sonucunda her iki türden melez hayvanın meydana gelmesi gayet tabiidir. Fakat bunlar katırda olduğu gibi kısır kalmayıp, üreyebiliyorlar.
Bir kere bu iki melez hayvan tabiatta beraber bulunmazlar. Zira aslanla kaplanın tabiatta mesken tuttukları alanlar farklıdır. Dolayısıyla insanlar bu iki hayvanı sirklerde kullanmak üzere bir araya getirip bir şekilde çiftleşmelerini sağlayarak adına liger ve tigon demişler. Tıpkı bu olay birçok çeşit minik köpek veya kedigillerin üretilmesinde olduğu gibi bir kedi ile köpeği birleşmesi şeklinde cereyan etmektedir. Ancak birçok melez türlerin hayat evreleri belli bir sınıra kadar devam edip o noktada durabilirken liger ve tigonlar bir ömür boyu gelişmeye devam edebiliyor. Bu yüzden her ikisi de devasa yapılı ve ortalama 600–750 kg. ağırlığında, hatta bazıları 1 ton ağırlığında iri görünümlü bir melez hayvanlar olarak karşımıza çıkar.

KURT (Canis Lupus)
Kurt ismini duyduğumuzda her nedense irkiliriz. Oysa aç olduklarında tehlikelidirler. Yaşamak için elbette ki ister tavşan olsun, ister geyik fark etmez avlamak hakkıdır. Çünkü hayat yardımlaşmadır, her yaratılan bir şekilde diğerine muhtaçtır. Yavrusuna karşı da son derece şefkatlidir. Hatta doğum öncesi aç kalma ihtimalini göz önünde bulundurarak stok ettiği avlarını onun için hazırlamaktadır. Böylece doğum zamanı gelip çattığında avlamayı da bırakıp tüm gücünü yavrusunu beslemek için seferber olur. Bu arada kendince açtığı tünellerde veya mağaralarda 2 ay boyunca yavrusunu karnında taşımayı da ihmal etmez. İlginçtir yeni doğan kurt yavrusu sindirimi güç olduğundan etleri doğrudan ona uzatmaz, ancak önce kendisi etleri yedikten sonra kusmuk vaziyette ona sunmaktadır. Aralarında ki dayanışma desen dillere destan. Zira “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için†düsturundan hareketle mensup olduğu kurt ailesinin başı darda kaldığı zaman anında yardımına koşmaktadır. Genellikle sürüler halde katılımcı bir anlayışla avlarını avlamayı yeğlerler. Birlikte dolaştıklarında arka arkaya kafileler misali ilerlediklerinde öndekinin ayak izine basarak tek bir kurt izlenimi vermektedirler. Hatta “Birlikten kuvvet doğar†sözünün tatbikatını onlar üzerinde an be an görmek mümkün. Öyle ki erkek kurt istirahata çekildiğinde, ya da uyukladığı yerde aile fertleri için nöbet tutup gövdesini siper bile edebiliyor. Eşine bağlılığı ise insanın ki gibidir. Onları ancak ölüm ayırabilmektedir. Sadece eşlerden birinin ölmesi durumunda yuvasız kalmamak adına başka bir eşle izdivaç kurmak zorunda kalır.
Kurdun ayrıca Türk kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bu yüzden dişisine Asena, erkeğine Bozkurt demişiz. Tarihte on altı Türk devleti temsil eden bayraklara baktığımızda sembol olarak yer aldığını görebiliriz pekâlâ. Dolayısıyla Orhun abidelerinde yer alan Ergenekon veya bozkurt destanımızın baş tacıdır.
KOYUN
Belki de geviş getiren hayvanların en uysalı bu hayvanlardır. Onlar uysal olmanın yanı sıra yününden, etinden ve sütünden faydalandığımız biricik dostlarımızdır. Hatta gübresinden bile faydalanmayı ihmal etmeyiz. Hatta bazı yörelerde kışın soğuğuna karşı tezek bile kullanılır. Böylece koyun sayesinde ısınmış oluruz. Bir melemeleri var ki; yürekleri yakmakta adeta. Belli ki melemeleri bile bir anlam yüklü. Seher vakti bizler yatağımızda gafletle uyurken onlar asla uyumazlar. Sanki bu vakitte Allah’ın rahmetinden gafil kalmamak için uyanık olmayı tercih etmekteler. Abdurrahman Karakoç bir şiirinde bu gerçeklerden hareketle; “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam yazacağız†demesi bu durumu teyit ediyor zaten.
Koyun yavrusuna ise kuzu deriz. Dahası kuzu demekle kalmayız çocuğunu seven bir anne bile yavrusuna kuzum diye sarılmaktadır. Böylece sevgimizi kuzuyu vesile kılarak ifade ederiz. Ayrıca ahırlarımıza renk katan bu hayvanlar ailemizin bir parçası olarak görülmektedirler. Bu arada erkek olanlarına da koç deriz. Genellikle dişilerden en belirgin ayırt edici özelliği çift boynuzlarının olmasıdır. Boynuzlar güzellik katmanın yanı sıra aynı zamanda üzerinde ki boğumlar hayvanın yaşını belirlemektedir. İstisna kabilden olsa bile bazı dişi koyunlarda boynuz vardır.
Koyunlar aynı zamanda keçilerle akraba olduklarından aynı familya içerisinde değerlendirilirler. Koyunların gebelik süresi 5–11 ay süre olup bir doğumda 1–3 yavru doğurabiliyor. Ömürleri ise 10–12 yıl arasında değişmektedir.
Koyunların yabani olanları da vardır. Öyle ki; Yabani dev cüsseli koyunlara Argali denmektedir. Bu tip koyunlar hayatının büyük bir bölümünü dağlarda tırmanmakla geçirdiğinden olsa gerek toynakları tırmanmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Hatta tırmanmak yönünden yaban keçisinden hiçte altta kalmadıklarını söyleyebiliriz.
KEÇİ
Belki duymuşsunuzdur, patika yollara keçi yolu denmektedir. Çünkü keçiler coğrafi şartların en zor geçitlerinde, hatta uçurum, sarp, yamaç ve kaya demeden tırmanabildiklerinden bu ismi almışlardır. Bu yüzden yaramaz ve afacan hayvan olarak dikkat çekerler. En büyük zevkleri ise ağaç yapraklarını yemektir. Her ne kadar zürafa boyu kadar boyu olmasa da bu tür beslenmeyi bir şekilde kendince ömür boyu devam ettirebiliyorlar. Bu arada Evrimciler zürafanın boyunun ağaç yapraklarına uzanmak sayesinde uzandığını iddia ededursunlar, keçinin boyun kısmının uzamaması ileri sürdükleri fikirleri yerle bir etmeye yetiyor artıyor da. Tabiî keçilerin evcil olanları insanlar için hep kıymet ifade etmektedir. Zira onu kıymetli kılan sütü ve tiftiğinin olmasıdır. Mesela Ankara keçisi ve Hindistan’da ki Keşmir keçisi tiftik bakımdan bunun tipik misalini teşkil eder. Zaten keçi ismi Keşmir’e nispeten verilmiştir. Bu arada keçinin yavrusuna oğlak, erkeğine teke, her iki cinsine de çebiç denmiştir. Süt yönünden ise Malta keçisi ve Saanen keçisi meşhurdur. Hakeza keçilerin derisi çanta, ayakkabı, deri eldiven imalatında kullanılıp, kılları ve yapağıları ise dokuma sektörünün göz bebeği olmuştur.
Keçilerin üremesi çiftleşme yoluyla olup bir batında 1–2 yavru vermektedir. Gebelik süresi 23 haftayı bulmaktadır. Ömürleri ise 12–15 yıl süre ile sınırlıdır.
AYI
Çocukluğumuzda boynunda zincirle birlikte sokak aralarında oynatılan bir ayıyı seyretmekten çok büyük bir keyif alırdık. Fakat yinede yanına yanaşmaktan çekinirdik. Çünkü kısa bacaklı olmalarına rağmen oldukça iri hayvanlardır. Hatta erkek olanları dişilerden daha iridirler. Üstelik her ayağında beş parmak ve bu parmaklarının ucunda sivri tırnaklarının olması bizleri her zaman yanına sokulmaktan alıkoyan unsurlardır. Dolayısıyla uzağından seyretmeyi yeğlerdik.
Genellikle ayılar hem etçil, hem de otçuldurlar. Yani beslenme biçimi hangi cins ayı olduğunu belirlemeye yardımcı olur. Zira söz konusu ayı türü eğer bir kutup ayısı ise ister istemez yiyeceği foklar olacaktır. Yok, eğer söz konusu gözlüklü bir ayı ise bu sefer gıdası bitki olacağı muhakkak. Her şeyden öte tüm ayıların ortak gıda da buluşturan taam bal olsa gerektir. Çünkü baldan çok hoşlandıkları gözlemlenmiştir. Barındıkları yerler ise inler olup kış uykusunu buralarda geçirirler.
Her ne kadar halk arasında “Rus’tan dost, ayıdan post olmaz†dense de, maalesef insanlar bilinçsizce postu uğruna bu hayvanları avlamaya devam etmektedir. Hatta eti ve yağı için avlayanlarda var. Ayılar içerisinde en devasa türü hiç kuşkusuz boz ayıdır. Öyle ki; bizim bildiğimiz ayı onun yanında fare kadar küçücük kalır dersek yeğdir. Ağırlıkları ise neredeyse 800 kilogramı bulmaktadır. Fakat ayakları üzerine dikildiklerinde boyu yerden 3 metreyi bulabiliyor. Bu kadar heybetli görünüme sahip olmalarına rağmen aslında son derece uysal hayvanlardır. Yeter ki rahatsız edilmesinler, aksi takdirde saldırganlaşabiliyorlar. Yiyeceği ise genellikle kök, böcek ve sıçan olmaktadır. Tabii yiyeceğini sadece karada aramaz, aynı zamanda usta bir balık avcısıdır. Nehre girdiğinde pusuya yatmış bir kedi misali som balığını yakalar yakalamaz karaya fırlatıp kendisine ziyafet çekebiliyor. İlginçtir som balıkları nehir boylarına yumurtlamaya çıktıklarında, yumurtlamanın ardından ölmektedirler. Böylece milyonlarca som balığının leşlerinin temizliği boz ayılara düşmektedir. Ki; zaten canına minnet, gereğini yaparlar da. Bu hayvanlar aynı zamanda yavrularına da düşkündürler, öyle ki; 7 yıl anne gözetiminde yaşarlar. Dahası uyku düzenlerinin gece saat 9, sabah 6 arasına endeksli olması onları bir başka açıdan değerli kılmaktadır. Oysa bazı insanların ne gecesi belli ne gündüzü bellidir. Bu yüzden hayatına çeki düzen vermeyenlere karşı boz ayılar iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bu hayvanların ömürleri ise 25 yıl kadardır.
Kutup ayıları malum, yeryüzünün en korku salan hayvanlarıdır. Hele tahrik edilmeye dursunlar, anında karşılık verebiliyorlar. Fakat karşılık verip de tek baş edemediği hayvan su aygırıdır. Bu arada dikkat çeken bir husus var ki; Yüce Yaratıcı kutup ayısını Kuzey Denizinin her tarafı beyazlarla kaplı olması hasebiyle çevreye uygun bir şekilde postunu beyaz yaratmış olmasıdır. Ayaklarının altında ise uzun tüyler vardır. Belli ki karlar buzlar ülkesinde üşümesin diye böyle uygun görülmüştür. Aynı zamanda iyi bir yüzücüdürler. Fakat kendisinden daha üstün yüzücü olan bir fok balığı var ki; zaten onun hızına yetişmek ne mümkün. Dolayısıyla onu avlayacağı zaman boşuna su içerisinde vakit tüketmek yerine karada pusuya yatıp öyle avlamaktadır. Bunun dışında diğer balıkları avlamak içinse ilginç bir yöntem uygulamaktadır. Şöyle ki; önce buz altında kalan balıkların nefes almak için açtığı solunum deliklerini güçlü koku alma duyusu sayesinde tespitini yapar, sonrası malum deliklerden başını çıkaran her bir balığı büyük bir ustalıkla avlayıp beslenmenin keyfini çıkarır. Kutup ayısı yazında boş durmaz. Yani, yazın daha çok kendini kara hayatına adayıp, ot, çalı her ne varsa iaşesini temin edebiliyor. Doğumları ise genellikle ikiz olarak gerçekleşmekte olup, yavru ayılar annelerinin kazdığı kar yığınları arasında inde beslenmeye alınırlar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var. Maalesef bu hayvanın kürkü Eskimolar tarafından değerli bulunduğundan değim yerindeyse sürekli hedef tahtası olur. Böylece derisi kürk, eti de yiyecek olarak tüketilir.
PUMA(Dağ Aslanı)
Panter gibi iri vücutlarıyla dağlarda yalnız dolaşmayı tercih eden en büyük kedi cinsi olarak dikkat çeken bir dağ aslanıdır. Tabii onun dağ aslanı olması büsbütün düz ovalarlarla alakasız olması anlamına gelmez. Yani canı istediğinde aşağılara da zaman zaman inebiliyor. Hatta inmişken ağaca tırmanmayı da ihmal etmez. Bu demektir ki ağaca tırmanmakta mahir bir hayvan. Peki, madem aşağılara iniyor, gezinmek için veya öylesine mi inmiş oluyor? Elbette hayır. Baksanıza dağdan aşağıya indiğinde koruluklarda veya çayırlarda buldukları bir ölü geyiği bile sırtına yüklenmekten üşenmeyip dağa çekebiliyor. Derken asıl mekânında kemal-ı afiyetle kendine ziyafet çekmektedir. Arta kalanı da toprağa gömüp acıktığında gömdüğü yerden çıkarıp tekrar yemektedir. Aslında puma Kuzey ve Güney Amerikanın dağlarında son derece çekingen yaşayan sakin bir hayvandır. Dahası insanlara nadiren saldırmaktadır. Aynı zamanda son derece atılgan ve bir atılımda 10 metre sıçrayabilen bir özelliğe de sahiptir. Bir gözleri var ki doğduklarında mavi gözlü olup büyüdükçe göz rengi sarı-yeşile dönüşür. Ayrıca yavruları doğduklarında derileri lekeli olup zamanla bu lekeler kaybolmaktadır. Sesi ise bildiğimiz kedinin sesinden farklı olup, daha çok ağlayan bir kadının sesini andırır. Başlıca avları ise evcil kedi, köpek, böcek, fare, tavşan, yaban domuzu gibi irice hayvanlardır. Avladığı hayvanı da büyük bir ustalıkla halletmektedir. Yani sırtına atladığı avını kuvvetlice ısırmasıyla birlikte alt etmesi bir olmaktadır. İlginçtir bu hayvanlar kesinlikle leş yememektedirler.
GORİL
Maymunların en irileri olarak dikkat çekmekteler. Görünüşlerine bakıp ta çekinmeye gerek yoktur. Yeter ki rahatsız edilmesinler. Zira onlar son derece nazik ve bir o kadar da centilmen Afrika hayvanlarıdır. Aynı zamanda grup halinde yaşarlar. Üstelik gruplar halinde dolaşırken kendi başına buyruk değildirler. Nitekim erkek goriller arasından biri onlara başkanlık yapmaktadır. Başkana kesinlikle en ufak itaatsizlik yapılmamaktadır. Zaten yapan olsa derhal uyarılıp dışlanır da. Dolayısıyla yönetim anlayışı son derece üst seviyededir. Malum olduğu üzere en temel yiyecekleri yaprak ve meyvelerden oluşur. Anlaşılan düzenli bir hayatları söz konusudur. Hakeza uyku düzeni de öyledir. Nerede konaklarsa konaklasınlar geceleri uyumayı ihmal etmezler. Yatakları ise kıvırdıkları çalı altı veya ağaç dallarıdır.
BÜYÜK GALADO (Çalı Bebeği)
Büyük Galado gözü baş kısmına göre çok daha büyük bir Afrika hayvanıdır. Belli ki karanlıkta ormanda hızlı hareket etmesi için böyle yaratılmış. Üstelik iri gözleri sayesinde 5 metreye varan çalı ve ağaçlar arasında sıçrayabildiği gibi atlayacağı alanların mesafesini de belirleyebiliyor. Bu arada kuyruğu da dümen vazifesi görür. Akrabası sayılan Potto da gözleriyle etrafı bir radar gibi taramanın ardından çalılara sıkıca tutunup, göz bu noktada mesafe kat etmesine yaramaktadır. Başlıca gıdası ise meyve ve kuş yumurtasıdır.
Her ikisinin de sadece gözleri değil, kulakları da iridir. Kulaklarının iri olması etrafında uçuşan böceklerden haberdar olmalarını sağlamak içindir. Hakeza mis kedileri de öyledir. Fakat bunların gözleri çalı bebeğininkinden küçüktür. Küçük olması aslında bir avantajdır. Çünkü en zayıf bir ışık kaynağını topladığından ona karanlığı delebilen bir özellik katmaktadır.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/med...selim+gurbuzer
alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla